BERCESTE VE İZAHI – 50 –

BERCESTE VE İZAHI – 50 –

1. :Mehmet Akif Ersoy’un Vatan ve Şehadet Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
اى بو طوپراقلر ایچون طوپراغه دوشمش عسكر
كوكدن اجداد اینه‌رك اوپسـه او پـاك آلنى دكر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Mehmet Akif Ersoy
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey bu mukaddes topraklar için gözünü hiç kırpmadan canını feda eden asker! Ataların gökten inerek senin o tertemiz alnını öpse, buna değer.
İzah ve Açıklama
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, bu meşhur beytinde vatan sevgisinin ve bu uğurda yapılan fedakârlığın yüceliğini en veciz şekilde ifade eder. “Toprağa düşmek” deyimi, şehit olmak anlamına gelir. Şair, vatan topraklarını korumak için canını feda eden askere seslenir. Bu fedakârlık o kadar kutsal ve büyüktür ki, ancak manevi ve ilahi bir takdirle karşılık bulabilir. Bu takdiri somutlaştırmak için şair, mübalağa (abartma) sanatını kullanarak “ecdadın gökten inmesi” imgesini kullanır. Yani, bu vatanı kuran ve miras bırakan ataların ruhlarının bile bu büyük fedakârlık karşısında saygıyla eğileceğini, o şehidin “pâk” (tertemiz) alnından öpmek için göklerden ineceğini söyler. Bu öpücük, hem bir şükran, hem bir takdis, hem de “emanete sahip çıktın” demenin en ulvi ifadesidir. Şehidin alnının “pâk” olması, onun en temiz, en masum niyetlerle, sadece vatan için canını verdiğini simgeler.
Makale: Toprağa Düşen Alnın Ebedi Değeri
Vatan, sadece bir toprak parçası değildir; o, üzerinde yaşayan milletin tarihiyle, kültürüyle, hatıralarıyla ve en önemlisi kanıyla yoğrulmuş kutsal bir emanettir. Bu emanetin bedeli, çağlar boyunca canla ödenmiştir. Mehmet Akif Ersoy, milletin vicdanı olarak bu gerçeği en sarsıcı ve en yüceltici üslupla haykırır: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer”.
Bu iki mısra, bir şiir parçası olmanın çok ötesinde, bir milletin şehidine olan minnet borcunun ve ona atfettiği değerin manifestosudur. Akif, ilk mısrada yalın bir gerçekliği ifade eder: Bir asker, “bu topraklar için” “toprağa düşmüştür”. Bu ifade, fedakârlığın sebebini ve sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Vatan toprağının her bir zerresinin bekası için, bir can toprağa karışmıştır. Bu, bir yok oluş değil, toprağa can katma, vatanı vatan yapma eylemidir. Asker, toprağın altına düşerek, aslında üstündeki milyonları ayakta tutan temel taşı olmuştur.
Beytin asıl vurucu gücü ve edebi derinliği ikinci mısrada ortaya çıkar. Şehidin bu eşsiz fedakârlığına dünyevi hiçbir ödül, hiçbir makam denk olamaz. Onun değerini ancak manevi âlem takdir edebilir. Akif, bu takdiri somutlaştırmak için muazzam bir hayal kurar: “Ecdâd”. Yani bu toprakları bize vatan kılan Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları, Malazgirt’ten Çanakkale’ye isimsiz kahramanlar… Onların manevi varlıkları, “gökten inerek” bu yeni kahramanın önünde saygıyla eğilir. Bu durum, tarihi bir sürekliliğe işaret eder. Dün o toprakları kanıyla sulayan ecdat, bugün aynı idealler uğruna can veren torununu kutsamakta, onunla gurur duymaktadır.
“O pâk alnı öpmek” ise sembolik anlamlarla yüklüdür. Alın, insanın secdeye vardığı, en şerefli uzvudur. Şehidin alnı ise kurşunla, topla değil, imanla ve vatan sevgisiyle nurlanmış, tertemiz kalmış bir alın olduğu için “pâk”tır. Ecdadın o alnı öpmesi, “Sen bizden aldığın emaneti en güzel şekilde korudun, görevini layıkıyla yaptın, biz senden razıyız” demektir. Bu, bir nevi manevi bir rütbe, ebedi bir onurdur. Akif, bu muhteşem tabloyla, şehitliğin sadece bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda kökleri mazide olan bir bayrak yarışının en şerefli durağı olduğunu anlatır.
Bu beyit, yazıldığı dönemin (Balkan Savaşları, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı) ruhunu yansıttığı kadar, bugün de vatan savunmasının ne anlama geldiğini idrak etmek isteyen her nesle bir ders niteliğindedir. Vatan, uğrunda ölenler olduğu için vatandır ve o fedakârlığın değeri, ancak gökleri ve yeri birleştiren böylesine ulvi bir hayalle ölçülebilir.
Özet
Mehmet Akif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” beyti, vatan için canını feda eden askerin (şehidin) fedakârlığının ne kadar yüce ve kutsal olduğunu anlatır. Bu fedakârlığın değeri o kadar büyüktür ki, bu vatanı kuran ataların bile manevi âlemden inip o şehidin tertemiz alnını öpmesinin bu değere denk düşeceğini ifade eder. Beyit, şehitliğin en büyük manevi takdiri hak ettiğini, tarihi bir devamlılığın en şerefli halkası olduğunu ve vatanın ancak bu tür fedakârlıklarla ayakta kalabileceğini vurgular.
2. : Fuzûlî’nin İlim ve Aşk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
علم كسبیله پایهٔ رفعت
آرزوسـی محـال ایمش آنجق
عشق ایمش هر نه وار عالمده
علم بر قیل و قال ایمش آنجق
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzûlî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sadece ilim öğrenerek yüksek makamlar elde etme düşüncesi, ancak boş bir arzudur. Bu âlemde her ne varsa aşktan ibarettir. Aşkın büyüklüğü karşısında (insanı marifete götürmeyen) kuru bilgi, sadece bir dedikodudan ibarettir.
İzah ve Açıklama
• yüzyılın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvuf düşüncesinin temel ikilemlerinden birini, ilim (bilgi) ve aşk (ilahi aşk) karşıtlığını ele alır. Ona göre, sadece kitaplar okuyarak, medrese ilimleriyle meşgul olarak “pâye-i rif’at” yani manevi yücelik makamına ulaşma arzusu, “muhâl” yani imkânsız bir hayaldir. Çünkü varlık âleminin özünde, temelinde “aşk” vardır. Her şeyin yaratılış sebebi ve varoluş gayesi aşktır yani muhabbettir. Bu mutlak hakikat olan aşkın yanında, insanın kesbî (sonradan kazanılan) ilmi, eğer kişiyi hakikate, yani Allah’a ulaştırmıyorsa, sadece bir “kîl ü kâl” yani laf kalabalığı, dedikodudan ibarettir. Fuzûlî, burada kuru akılcılığı ve şekilciliği eleştirir; asıl bilginin, kalbin tecrübesi olan ilahi aşkla mümkün olacağını savunur.
Makale: Hakikatin İki Kapısı: Aşk ve “Kîl ü Kâl”
İnsan, varoluşundan bu yana hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta ona rehberlik etmesi için iki temel araç verilmiştir: Akıl ve kalp. Akıl, ilmin kapısını aralar; gözlemler, analiz eder, bilgi biriktirir ve sonuçlara varır. Kalp ise aşkın kapısını çalar; hisseder, tecrübe eder, sezgiyle kavrar ve teslim olur. İslam düşünce tarihinin ve edebiyatının en büyük dehalarından Fuzûlî, bu iki kapının değerini ve öncelik sırasını tartışmaya açar: “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”.
Fuzûlî’nin bu hükmü, ilmin toptan reddi anlamına gelmez. Aksine, ilme büyük değer veren bir kültürün içinden konuşur. Ancak onun hedefindeki ilim, sahibini kibre, gurura ve şekilciliğe sürükleyen, onu hakikatin özünden uzaklaştıran “kuru bilgi”dir. Ona göre, sadece kitapları ezberleyerek, felsefi tartışmalara girerek, medreselerde unvanlar alarak manevi bir yüceliğe (“pâye-i rif’at”) ulaşmayı hedeflemek, imkânsız bir şeyi arzulamaktır (“ârzû-yı muhâl”). Çünkü bu tür bir bilgi, ruhu beslemez, kalbi dönüştürmez. İnsanın dışını süslerken, içini boş ve anlamsız bırakır. İşte bu noktada Fuzûlî, bu ilmi “kîl ü kâl” olarak, yani “dedikodu”, “laf kalabalığı” olarak niteler. Hakikat şarabından bir yudum içememiş kişilerin, o şarabın rengi, kokusu ve mahiyeti üzerine sonsuz ama anlamsız tartışmaları gibidir bu.
Peki, hakikat nerededir? Fuzûlî’ye göre cevap nettir: “Aşk imiş her ne var âlemde”. Varlık, ilahi bir aşkın tecellisidir. Kâinat, Allah’ın kendi güzelliğini ve sevgisini görmek istemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla âlemi anlamanın, varoluşun sırrına ermenin yolu, onun mayasında olan “aşk”ı tatmaktan geçer. Aşk, sadece bir duygu değil, bir bilgi biçimidir; aklın sınırlarını aşan, insanı doğrudan doğruya hakikatle buluşturan bir “marifet” yoludur. Aşk, bilen ile bilinen arasındaki mesafeyi kaldırır. Âşık, sevdiğinde (Maşuk’ta) fani olur, onunla bir olur. Bu tecrübe, binlerce cildi dolduran kitabi bilgiden daha aydınlatıcı ve daha gerçektir.
Tarihsel olarak, Fuzûlî’nin bu sözleri, medrese (akıl, zahirî ilim) ile tekke (kalp, bâtınî ilim/aşk) arasındaki kadim gerilimin edebi bir yansımasıdır. Gazâlî gibi büyük düşünürler bu iki yolu birleştirmeye çalışsa da, tasavvuf ehli daima aşkın ve kalbî tecrübenin önceliğini vurgulamıştır. Fuzûlî, bu geleneğin en güçlü seslerinden biri olarak, bizi uyarır: Bilginin amacı, bilginin kendisi değil, o bilgiyle varılacak olan hakikattir. Eğer biriktirdiğimiz bilgiler bizi daha mütevazı, daha sevgi dolu, daha bilge insanlar yapmıyorsa, o bilgiler omuzlarımızda taşıdığımız bir yük, zihnimizde bir gürültüden, bir “kîl ü kâl”den başka bir şey değildir. Asıl yolculuk, zihinden kalbe yapılan yolculuktur ve bu yolculuğun azığı sadece aşktır.
Özet
Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyti, ilim ve aşk arasındaki ilişkiyi tasavvufi bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insanı manevi olgunluğa ve hakikate ulaştırmayan, sadece akla dayalı kuru bilgi (“ilm”), anlamsız bir laf kalabalığından (“kîl ü kâl”) ibarettir. Âlemin ve varoluşun özünde ise ilahi “aşk” vardır. Bu nedenle gerçek bilgiye ve manevi yüceliğe ancak akıl yoluyla değil, kalbin tecrübesi olan aşk yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Beyit, şekilci ve kibirli bilginin eleştirisi ve ilahi aşkın mutlak üstünlüğünün bir ilanıdır.

3. Resim: Kul Nesimi’nin Vahdet ve Sorumluluk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای نسيمی جان نسيمی بيلكه حق عينكده در
جمله مخلوقـڭ وبالی علما بوينڭده در
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır
Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır
Kul Nesimi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey Nesimi! Can Nesimi! Bil ki Hak, bizzat kendinde, zatındadır. Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
İzah ve Açıklama
Halk şairlerinden Kul Nesimi (soyadı benzerliği olan 14. yüzyıl şairi Seyyid Nesimi ile karıştırılmamalıdır), bu beytinde tasavvufun iki temel ve cüretkâr temasını işler. İlk mısrada, “Vahdet-i Vücud” (Varlığın Birliği) inancının bir yansıması olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın “aynında” yani özünde, zatında olduğunu söyler. Bu, insanın basit bir varlık olmadığı, ilahi sırları taşıyan, kâinatın bir özeti (mikrokozmos) olduğu anlamına gelir. Şair, bu büyük hakikati önce kendisine (“Ey Nesîmî cân Nesîmî”) telkin eder. İkinci dizede ise bu büyük sırrı bilenlerin, yani “ulemânın” (alimlerin, ariflerin) taşıdığı ağır sorumluluğa dikkat çeker. Mademki insan bu kadar şerefli ve ilahi bir öze sahiptir, o halde onu yanlışa, cehalete ve günaha sürüklemek en büyük suçtur. Dolayısıyla, bütün yaratılmışların (cüml-i mahlûkun) sapkınlığının veya düştüğü kötü durumun vebali, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü olan alimlerin boynundadır.
Ancak bu sekir halinde söylenen sözün uyanık ve aklı başındaki hali ise;
Herşey Hemeost değil, Heme ezosttur.
Yani her şey O değil, her şey O’ndandır.

Makale: Aynadaki Sır ve Boyundaki Vebal
İnsan nedir? Etten ve kemikten ibaret, ölümlü bir varlık mı? Yoksa sonsuzluğun sırlarını taşıyan kutsal bir emanet mi? Bu soruya tasavvuf geleneğinin verdiği cevap, insanı evrenin merkezine koyan değişimci bir nitelik taşır. Şair Kul Nesimi, bu cevabı cesur bir nida ile dile getirir: “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır”. Bu, bir keşfin, bir idrakin ve bir aydınlanmanın haykırışıdır.
İlk mısra, insanın kendi hakikatine yaptığı bir çağrıdır. “Hak aynındadır” ifadesi, Allah’ı uzaklarda, göklerin ötesinde bir yerlerde aramak yerine, insanın kendi özüne, kalbine bakması gerektiği fikrini temel alır. Bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisiyle de ifade edilen derin bir felsefedir. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kâmil tecelli ettiği varlık, bir nevi ilahi bir “ayna”dır. Bu aynaya bakan, sadece kendi fani suretini değil, o suretin ardındaki baki olanın izlerini görür. Şairin kendine “Ey Nesimi, can Nesimi” diye seslenmesi, bu bilginin sadece zihinsel bir kabul değil, canı, yani tüm varlığı sarsan bir tecrübe olması gerektiğini vurgular. Bu sırrı idrak etmek, insana hem sonsuz bir değer hem de baş döndürücü bir sorumluluk yükler.
İşte bu sorumluluk, beytin ikinci mısrasında bir adalet kılıcı gibi ortaya konur: “Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır”. “Ulemâ” kelimesi burada sadece medrese âlimlerini değil, daha geniş anlamda hakikati bilen, arif, kâmil insanları, yani toplumun manevi ve ahlaki önderlerini kapsar. Mademki hakikat insanın özünde gizlidir ve mademki bu âlimler bu sırrı bilmekle diğerlerinden ayrılmıştır, o halde onların görevi, diğer insanların da kendi özlerindeki bu ilahi cevheri keşfetmelerine rehberlik etmektir. Eğer toplumda cehalet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve manevi bir çöküş varsa (“cüml-i mahlûkun vebâli”), bunun sorumlusu avam değil, onlara yol göstermeyen, bildiğiyle amel etmeyen veya bildiğini kendi çıkarı için kullanan “bilenler”dir.
Bu, tarihin her döneminde geçerli olan, sarsıcı ve ibretlik bir tespittir. Bir toplumun bozulması, balığın baştan kokması gibi, öncelikle o toplumun aydınlarının, âlimlerinin, liderlerinin bozulmasıyla başlar. Onlar hakikatin bekçileri olmaları gerekirken, onun üzerini örterlerse, halk karanlıkta kalır. Kul Nesimi, bu beytiyle sadece bir tasavvuf dersi vermez, aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri yapar. Bilginin bir imtiyaz değil, ağır bir emanet olduğunu, bu emanete ihanet etmenin bütün bir yaratılışın vebalini yüklenmek anlamına geldiğini haykırır.
Sonuçta bu beyit, bizi iki yönlü bir tefekküre davet eder: Birincisi, kendi içimize dönerek oradaki ilahi “ayna”yı keşfetmeye; ikincisi ise dışımıza dönerek, bildiklerimizden ve sahip olduğumuz imkânlardan dolayı topluma karşı taşıdığımız ağır sorumluluğun farkına varmaya. Çünkü aynadaki sırrı görmek ne kadar aydınlatıcıysa, boyundaki vebali taşımak da o kadar ağırdır.
Özet
Kul Nesimi’nin “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır / Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır” beyti, iki temel mesaj ihtiva eder. Birincisi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücud anlayışına paralel olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın kendi özünde, zatında olduğu ve insanın bu ilahi sırrı taşıdığıdır. İkincisi ise bu sırrı bilen “ulemânın” yani alimlerin ve ariflerin büyük bir sorumluluk taşıdığıdır. Eğer toplumdaki insanlar manevi ve ahlaki olarak yoldan çıkarsa, bunun vebali, onlara rehberlik etme görevini yerine getirmeyen âlimlerin omuzlarındadır. Beyit, hem insanın değerini yüceltir hem de bilginin getirdiği ağır sorumluluğa dikkat çeker.

4. Resim: Nâbi’nin Aşk ve Tabiat Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
غنجه كولسون كول آچيلسون جوی فریاد ایلسین
سن طور اى بلبل براز كلشنده يارم سويلسين
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gonca gülsün, gül açılsın, ırmak da feryat eylesin. Ey bülbül! Sen biraz dur. Gül bahçesinde biraz da benim yarim konuşsun.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin ustası olarak bilinen Nâbi, bu beytinde lirik ve samimi bir ruh hali sergiler. Beyit, sevgilisiyle gül bahçesinde (gülşen) baş başa kalmak isteyen âşığın tabiata bir ricası, hatta emridir. İlk mısrada tabiatın tüm coşkusu resmedilir: Goncadan güle dönüşüm, açılmış güllerin güzelliği, akan suyun (cûy) çağıltısı… Bütün bunlar divan şiirinde güzelliğin ve coşkunun klasik unsurlarıdır. Ancak ikinci mısrada şair, bu coşkunluğun en önemli sesine, yani güle olan aşkıyla bilinen “bülbül”e seslenir ve ondan susmasını ister. Sebebi ise çok basittir: O kadar güzel ve ahenkli olan tabiatın seslerinin arasına bir de sevgilinin (yârim) sesinin katılmasını arzulamaktadır. Bülbülün nağmeleri ne kadar güzel olursa olsun, âşık için sevgilinin sözleri her şeyden daha üstündür. Bu beyit, sevgilinin varlığını ve sesini, tabiatın en güzel unsurlarının bile önüne koyan zarif bir aşk ifadesidir.
Makale: Bülbülü Susturan Ses: Sevgilinin Varlığı
Tabiat, şairler için her zaman en zengin ilham kaynağı olmuştur. Renkler, sesler, kokular; hepsi şairin hislerine tercüman olmak için adeta birer harfe, birer kelimeye dönüşür. Divan şiirinin gül bahçesi (gülşen), bu ilhamın en yoğun yaşandığı mekânlardan biridir. Orada gonca güler, gül açılır, ırmaklar (cûy) feryat eder ve elbette, güle olan ebedi aşkını nağmeleriyle haykıran bülbül hiç susmaz. Bu, mükemmel bir ahenk ve coşku tablosudur. Ancak büyük şair Nâbi, bu tabloya bir fırça darbesi daha atarak bütün perspektifi değiştirir: “Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin”.
Nâbi’nin bu beyti, âşığın önceliklerini ve değer hiyerarşisini ortaya koyan zarif bir manifestodur. İlk mısra, tabiatın en canlı, en hareketli anını tasvir eder. “Gonca gülsün, gül açılsın” ifadesi bir neşe ve hayata katılma çağrısıdır. “Cûy feryâd eylesin” dizesi, suyun şırıltısını bir “feryat” olarak niteleyerek, tabiatın da bir derdi, bir coşkusu, bir aşkı olduğunu ima eder. Bu dizede her şey olması gerektiği gibidir; hayat tüm canlılığıyla akmaktadır. Şairin bu coşkuya bir itirazı yoktur, hatta onu onaylar. Ancak onun için bu sahnede bir eksiklik, daha doğrusu henüz ortaya çıkmamış bir üstünlük vardır: Sevgilinin sesi.
İkinci mısra, bu üstünlüğü ilan etmek için sahneye çıkar. Şair, gül bahçesinin en meşhur, en dokunulmaz sanatçısına, yani bülbüle döner. Bülbül, aşkın, hasretin ve en güzel nağmelerin sembolüdür. Onun şakıması olmadan bir gül bahçesi düşünülemez. Fakat âşık, bu ezeli kuralı yıkmaya cüret eder: “Sen dur ey bülbül”. Bu, bülbülün sanatına bir hakaret değil, tam aksine ondan daha üstün bir sanatın, daha güzel bir nağmenin varlığını haber veren bir ricaldır. Neden mi susmalıdır bülbül? Çünkü “gülşende yârim söylesin”. Âşık, sevgilisinin sesini duymak istemektedir. Onun için sevgilinin bir tek kelimesi, bülbülün binlerce nağmesinden daha değerli, daha anlamlı ve daha güzeldir.
Bu beyit, aşkın bencilliğini değil, merkezciliğini gösterir. Âşık için kâinatın merkezi sevgilidir. Tabiatın tüm güzellikleri, ancak onunla bir anlam kazanır. Sevgilinin varlığı, renkleri daha parlak, kokuları daha keskin ve sesleri daha anlamlı kılar. Ama sevgilinin kendi sesi, diğer bütün sesleri susturacak, anlamsız bırakacak bir güce sahiptir. Nâbi, bu basit ama derin arzuyla, aşkın insanı nasıl yeniden programladığını, değer yargılarını nasıl altüst ettiğini gösterir. En güzel şiirler okunan bir mecliste, bir anne için en güzel ses, çocuğunun agulamasıdır. En görkemli senfonilerin çalındığı bir salonda, bir âşık için en muhteşem müzik, sevgilisinin fısıltısıdır.
Sonuç olarak Nâbi, tabiatın coşkusunu ve bülbülün eşsiz sanatını kabul etmekle birlikte, sevgilinin sesine mutlak bir öncelik tanır. Bu, aşkın, var olan her şeyi kendi objesi etrafında yeniden düzenleyen sihirli gücünün edebi bir isbatıdır. Gül bahçesindeki en güzel ses, bülbülün değil, “yâr”in sesidir.
Özet
Nâbi’nin “Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin / Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin” beyti, âşığın sevgilisine verdiği mutlak değeri ifade eder. Şair, gül bahçesindeki tüm doğal güzelliklerin ve seslerin (açan güller, çağıldayan ırmak) varlığını kabul eder, ancak bu ahengin en önemli parçası olan bülbülden susmasını rica eder. Bu ricanın sebebi, tabiatın en güzel seslerinin bile önüne koyduğu sevgilisinin sesini duyma arzusudur. Beyit, âşık için sevgilinin sözlerinin, bülbülün nağmeleri de dâhil olmak üzere diğer bütün seslerden daha üstün ve değerli olduğunu zarif bir dille anlatır.
Bu temsili beşeri sevgi ve muhabbetten ilahi aşka kapı açılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 49 –

BERCESTE VE İZAHI – 49 –

1. Makale: Fani Makamlar ve Baki Hakikatler Üzerine
İktibas
Tâlib-i mansıb-ı fânî ne-koned sâhib-i akl
Âkil anest ki endîşe koned pâyân-râ
Sa’di-i Şirâzî
Modern Türkçe ile:
Akıllı insan gelip geçici olan bir makama talip olmaz. Akıllı, sonunu düşünen kişidir.
İzah ve Açıklama
Büyük bilge ve şair Sa’di-i Şirâzî’nin bu beyiti, akıl ve hikmetin en temel ölçülerinden birini ortaya koyar. Beyitin ilk mısrası, “akıl sahibi” (sâhib-i akl) bir kimsenin, “geçici, sonlu bir makamın” (mansıb-ı fânî) peşine düşmeyeceğini (ne-koned) ifade eder. Buradaki “makam” sadece siyasi veya idari bir mevkii değil, aynı zamanda servet, şöhret, güzellik gibi dünyanın gelip geçici tüm cazibelerini kapsar. İkinci mısra ise aklın gerçek tanımını yapar: “Akıllı” (âkil), “sonu” (pâyân) düşünen, sonun endişesini (endîşe) taşıyan kişidir. Sa’di, aklı anlık heveslerden ziyade, nihai sonucu, yani her şeyin varacağı sonu idrak etme yeteneği olarak tanımlar.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

İnsanoğlu, varoluşu gereği bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman kendini dünyevi kazanımlarla tatmin etme eğilimi gösterir. Makamlar, mevkiler, unvanlar ve servet, modern insanın mutluluk ve güvenlik arayışının somut hedefleri haline gelmiştir. Ancak Şeyh Sa’di, asırlar öncesinden bugüne seslenerek, bu hedeflerin “fani” yani aldatıcı ve geçici doğasına dikkat çeker. O, aklı, bu geçiciliğin farkına varan bir basiret olarak yüceltir.
Tarih, nice sultanların, nice zenginlerin ve nice şöhret sahiplerinin tahtlarını, servetlerini ve isimlerini geride bırakıp bir hiçlik perdesi arkasına çekildiğine şahittir. Piramitleri inşa ettiren firavunlar, dünyayı fetheden komutanlar, adlarına anıtlar dikilen imparatorlar… Hepsinin ortak kaderi, sahip oldukları her şeyin ellerinden kayıp gitmesi olmuştur. İşte akıllı insan, bu tarihi ve varoluş gerçeği görebilen kişidir. O, enerjisini ve ömrünü, bir gün mutlaka terk edeceği fani değerler üzerine değil, kendisiyle birlikte kalacak olan baki değerler üzerine inşa eder.
Bu beyit, bize “sonunu düşünme” eyleminin basit bir karamsarlık veya dünyadan el etek çekme çağrısı olmadığını öğretir. Aksine, bu, hayatı en doğru ve en anlamlı şekilde yaşama sanatıdır. Sonunu düşünen insan, eylemlerinin hesabını verir, adaletli olur, kibre kapılmaz ve alçakgönüllülüğü bir zırh gibi kuşanır. Çünkü bilir ki, en yüksek makam da en alçak mezar da topraktandır. Bu düşünce, insanı daha erdemli, daha merhametli ve daha bilge kılar. Fani olanın peşinde koşanlar, ellerindekini kaybetme korkusuyla yaşarken; akıllı insan, kalıcı olanın huzuruyla yaşar.
Özet
Sa’di-i Şirâzî bu beyitinde, gerçek aklın, dünyanın gelip geçici makamlarına ve cazibelerine aldanmamak olduğunu vurgular. Akıllı insanı, anlık heveslerin değil, her şeyin nihai sonunu ve eylemlerinin neticesini düşünen kişi olarak tanımlar. Bu düşünce, insanı dünyevi hırsların köleliğinden kurtararak erdemli, anlamlı ve bilgece bir yaşama yönelten bir kılavuzdur.

2. Makale: Aşkın Vadisinde Çekilen Çilelerin Anlamı
İktibas
Geh tegâfül geh sitem gâhî gazab gâhî itâb
Zahmsiz dönmek nasîb olmadı kûyundan senin
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Bazen anlamazlıktan, bilmezlikten gelme; bazen sitem, zulüm; bazen öfke, kızgınlık; bazen de azarlama, paylama. Ey sevgili! Senin mahallinden yara almadan dönmek nasip olmadı.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin büyük ustası Nâbi, bu beyitinde beşerî aşktan ilahi aşka uzanan geniş bir yelpazede, âşığın sevgilinin kapısında karşılaştığı halleri resmeder. Beyit, sevgilinin tavırlarının bir dökümüdür: Bazen “anlamazlıktan gelme” (tegâfül), bazen “eziyet ve zulüm” (sitem), bazen “öfke” (gazab) ve bazen de “azarlama” (itâb). Bu değişken tavırlar karşısında âşığın durumu ise nettir: Sevgilinin bulunduğu yerden, mahallesinden (“kûyundan”) yara almadan (“zahmsiz”) dönmek mümkün olmamıştır. “Yara”, burada sadece fiziksel bir acıyı değil, daha çok ruhta açılan derin izleri, kırgınlıkları ve ıstırapları ifade eder.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Aşk, doğası gereği bir imtihanlar silsilesidir. Nâbi’nin tasvir ettiği sevgili, âşığını sürekli bir sınava tabi tutar. Bu sınavlar, âşığın sadakatini, sabrını ve sevgisinin derinliğini ölçmek içindir. Sevgilinin tegâfülü, âşığın varlığının ne denli farkında olduğunu; sitemi, ne kadar fedakârlık yapabileceğini; gazabı, öfke anında bile sevgiye tutunup tutunamayacağını; itâbı ise en ağır sözler karşısında bile bağlılığının sarsılıp sarsılmayacağını test eder.
Bu beyit, tasavvufi bir perspektiften okunduğunda daha derin bir anlam kazanır. “Sevgili”, Cenâb-ı Hak; “âşık”, O’na ulaşmaya çalışan kul (salik); “sevgilinin mahallesi” (kûy) ise hakikat yoludur. Bu yolda ilerleyen derviş, çeşitli çileler ve imtihanlarla karşılaşır. Bazen Allah’ın tecellilerini hissetmekte zorlanır (tegâfül), bazen başına gelen musibetlerle sınanır (sitem), bazen nefsini terbiye etmekte zorlanır (gazab ve itâb). Ancak bu yola baş koyan bilir ki, manevi olgunluğa erişmek, hamlıktan kurtulup pişmek, bu yaraları almadan mümkün değildir. Çekilen her çile, ruhta bir pencere açar ve âşığı sevgiliye bir adım daha yaklaştırır. Yara, bir zayıflık değil, hakikat yolunda ilerlediğinin bir nişanı, bir madalyası haline gelir.
Tarihte Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, Kerem’in Aslı için yanması, Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi… Bütün bu hikayeler, aşkın yarasız olmayacağının edebi isbatıdır. Seven, sevilenden gelen her şeyi, lütfu da kahrı da bir kabul etmek durumundadır. Çünkü bilir ki, sitem de, gazap da sevgidendir ve âşığı olgunlaştıran bir ateştir.
Özet
Nâbi, bu beytinde, aşk yolunun çileli ve meşakkatli doğasını anlatır. Sevgilinin kayıtsızlık, sitem, öfke ve azarlama gibi çeşitli tavırları karşısında âşığın mutlaka yara alacağını ifade eder. Bu “yaralar”, aslında âşığın sadakatini ve sevgisini ispatlayan, onu manevi olarak olgunlaştıran ve sevgiliye yakınlaştıran kıymetli nişanlardır. Beyit, aşkın ancak fedakârlık ve sabırla tecrübe edilebilecek yüce bir hal olduğunu öğretir.

3. Makale: Kutsal Mekânlarda Edeb Zırhını Kuşanmak
İktibas
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Sakın edebi elden bırakma, zira burası Allah’ın sevgilisi olan Hz. Peygamber’in semtidir. Burası Hakk’ın nazarına mazhar olmuş Muhammed Mustafa’nın makamıdır.
İzah ve Açıklama
Nâbi’nin, Medine-i Münevvere’ye yaklaştığı sırada söylediği rivayet edilen bu meşhur naat beyti, edebe dair en derinlikli uyarılardan birini ihtiva eder. İlk mısrada şair, “edebi terk etmekten sakın” diyerek kesin bir ikazda bulunur. Sebebini ise şöyle açıklar: Çünkü burası, “Allah’ın sevgilisinin” (mahbûb-ı Hudâ) yani Hz. Muhammed’in (sav) “mahallesidir” (kûy). İkinci mısra, bu mekânın kutsiyetini daha da pekiştirir: Burası sıradan bir yer değil, “Allah’ın nazar ettiği, baktığı yer” (nazargâh-ı ilâhî) ve “seçilmiş Muhammed’in makamı”dır (makām-ı Mustafâ). Beyit, mekânın değerinin, o mekânda bulunan veya o mekânla anılan zattan geldiğini ve bu değere uygun bir davranış biçimi olan “edebin” mutlak bir gereklilik olduğunu vurgular.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Edeb, İslam medeniyetinin ve irfan geleneğinin temel taşıdır. Sadece belirli davranış kalıplarından ibaret değil, aynı zamanda bir varlık şuurudur; haddini bilmek, her şeye hak ettiği değeri vermek ve hürmet göstermektir. Nâbi’nin beyti, bu şuurun en yüksek seviyede gösterilmesi gereken yeri, Hz. Peygamber’in manevi huzurunu işaret eder.

Rivayete göre Nâbi, hac kafilesiyle Medine’ye yaklaşırken, bir devlet paşasının ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür ve bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bu beyti irticalen söyler. Bu olay, beytin sadece bir şiir değil, aynı zamanda yaşanmış bir anın içten yankısı olduğunu gösterir. Edeb, sadece fiziki davranışlarda değil, kalpte ve zihinde de başlar. Bir mekânın kutsiyeti, oranın taşından toprağından değil, manevi ikliminden ve temsil ettiği değerden gelir. Hz. Peygamber’in makamı, Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı bir yer olduğu için orada bulunan her zerrenin hürmete layık olduğuna inanılır.
Bu beyit, bize daha genel bir ilkeyi hatırlatır: Değerli olanın huzurunda edebli olmak. Bu, bir camide, bir ilim meclisinde, bir âlimin veya bir büyüğün yanında, hatta anne-babanın karşısında takınılması gereken bir tavırdır. Edebini terk eden, aslında kendi değerini yitirir. Çünkü edeb, insanın kendisini ve muhatabını doğru bir yere konumlandırmasını sağlayan manevi bir ölçüdür. Nâbi’nin uyarısı, sadece Ravza-i Mutahhara’ya gidenlere değil, hayatın her anında ve her mekanında ilahi bir nazargâh altında olduğunu idrak etmesi gereken tüm insanlara yapılmış evrensel bir çağrıdır. Hürmet etmeyen, hürmet görmez; edebi olmayanın ilmi ve makamı da kalıcı bir değer taşımaz.
Özet
Nâbi bu beyitinde, Hz. Peygamber’in manevi huzurunda edebi asla elden bırakmamak gerektiğini vurgular. Çünkü bu mekân, Allah’ın sevgilisinin makamı ve ilahi rahmetin tecelli ettiği bir nazargâhtır. Beyit, özelde Medine’ye gösterilmesi gereken hürmeti anlatırken, genelde ise bütün kutsal mekânlara, değerli şahsiyetlere ve ilahi değerlere karşı takınılması gereken edeb tavrının önemini anlatan ölümsüz bir ilkedir.

4. Makale: Mutlak Teslimiyet ve Aşkın Zahmetsiz Fedakârlığı
İktibas
Urmasın el hançer-i bürrâna zahmet olmasın
Cânı teslîm eyleriz cânâna zahmet olmasın
Neylî
Modern Türkçe ile:
Sevgili, keskin hançerine elini uzatıp kendisini yormasın. Biz sevdiğimize canımızı kendimiz teslim ederiz, ona zahmet olmasın.
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin zarif şairlerinden Neylî, bu beyitinde aşkın en üst mertebelerinden birini, “mutlak teslimiyeti” dile getirir. Beytin ilk mısrası, sevgiliye yönelik bir ridadır: Sevgili, “keskin hançerine” (hançer-i bürrân) elini vurmasın, bu iş için yorulmasın, ona “zahmet olmasın.” İkinci mısra, bu ricanın ardındaki derin teslimiyeti açıklar: Âşık, canını “sevgiliye” (cânâna) bizzat kendisi teslim etmeye zaten hazırdır. Öyle ki, sevgilinin kendisini öldürmek için en ufak bir çaba sarf etmesine bile gönlü razı değildir. Bu, sevgilinin iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmenin ve onun rahatını kendi varlığından üstün tutmanın en şiirsel ifadesidir.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Bu beyit, fedakârlık kavramını alışılmışın ötesine taşıyan bir incelik ve derinlik barındırır. Aşk, genellikle âşığın sevgili uğruna çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla anlatılır. Ancak Neylî, bu zorlukları dahi sevgiliye yük etmeme arzusunu dile getirir. Âşığın tek derdi, canını vermek değil, bu eylem sırasında sevgiliye en ufak bir “zahmet” vermemektir. Bu, “ben”liğin tamamen ortadan kalktığı, âşığın iradesinin sevgilinin iradesinde eridiği bir fena halidir.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri ve tasavvuftaki “fena fi’l-aşk” (aşkta yok olma) mertebesi bu beytin arkasındaki ruhu anlamamıza yardımcı olur. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” derken kastettiği, kendi benliğinin ilahi varlıkta yok oluşuydu. O, canını cellada değil, hakikate teslim etmişti. Benzer şekilde, Neylî’nin âşığı da sevgilinin arzusunu kendi varlığının önüne koyar. Sevgilinin bir işareti, hançerini çekmesine gerek kalmadan canın teslim edilmesi için yeterlidir.
Bu beyit, insan ilişkilerinde de derin bir ibret taşır. Gerçek sevgi, sevdiğinin yükünü almak, onun omuzlarındaki ağırlığı hafifletmektir. Onu yormamak, incitmemek, ona zahmet vermemek için çaba göstermektir. Neylî’nin bu dizesi, sevgiyi bir talep etme aracı değil, mutlak bir adanmışlık ve sunuş olarak tanımlar. Bu, “Senin için ölürüm” demenin çok ötesinde, “Sen beni öldürmek için yorulma, ben zaten hazırım” diyen bir ruhun inceliğidir. Bu, aşkın en saf, en karşılıksız ve en fedakâr halidir. Sevgiliye sunulabilecek en büyük hediye, ona zahmet vermeden teslim edilen bir candır.
Özet
Neylî, bu beytiyle aşkta mutlak teslimiyet ve fedakârlığın zirvesini ifade eder. Âşık, canını vermeye o denli hazırdır ki, sevgilinin bu iş için keskin hançerine elini uzatıp yorulmasına bile razı değildir. Kendi canını, sevgiliye hiçbir zahmet vermeden bizzat teslim etmeyi arzular. Bu, benliğin aşk içinde tamamen eridiği ve sevginin karşılıksız adanmışlığının en zarif ve derinlikli anlatımıdır.
Bu ilahi sevgiyle kıyaslanmaktadır.

5. Makale: Kâinatla Hemhâl Olmak ve Bulutlara Sırrını Açmak
İktibas
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
Modern Türkçe ile:
Ey karlı dağların başında salkım salkım olan bulut! Yoksa benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlıyor musun?
İzah ve Açıklama
Büyük Türk mutasavvıfı ve halk şairi Yunus Emre, bu eşsiz beytinde doğa ile insan ruhu arasındaki derin ve gizemli bağı işler. Şair, heybetli ve yalnız “karlı dağların başındaki” buluta seslenir. Bulutun “salkım salkım” olması, onun yoğunluğunu, doluluğunu ve her an yağmaya hazır halini tasvir eder. İkinci mısra, bu doğa tasvirini şairin iç dünyasına bağlar. Yunus, buluta “Benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlar mısın?” diye sorar. “Saçın çözüp ağlamak”, eski Türk kültüründe büyük bir yası, derin bir kederi ifade eden bir imgedir. Şair, bulutun yağmur olup yağmasını, kendi derdine ortak olup onun için gözyaşı dökmesi olarak hayal eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Yunus Emre’nin şiirinde kâinat, Allah’ın tecellileriyle dolu canlı bir varlıktır. Dağlar, taşlar, kuşlar ve bulutlar, anlayan bir gönül için sırdaş ve yoldaştır. Bu beyit, modern insanın doğaya yabancılaşmasının tam zıddı bir bakış açısını yansıtır. Yunus, karlı dağların başındaki o yalnız bulutta kendi yalnızlığını, kendi kederini ve kendi içindeki fırtınaları görür. O, buluta sadece bir su buharı yığını olarak bakmaz; ona bir şahsiyet, bir duygu ve bir ruh atfeder.
Bu, “vahdet-i vücut” (varlığın birliği) inancının şiire yansımasıdır. Bu inanca göre, tüm varlıklar aynı kaynaktan geldiği için aralarında gizli bir bağ vardır. İnsanın derdi, dağın da derdidir; insanın gözyaşı, bulutun yağmurudur. Yunus, kendi derdini o kadar büyük ve evrensel görür ki, tabiatın en görkemli unsurlarından birinin bile bu derde ortak olmasını bekler. Bu, bir çaresizlikten ziyade, derin bir empatidir; kâinatla bir olma, onunla aynı dili konuşma arzusudur.
Tarih boyunca şairler, âşıklar ve arifler, dertlerini dağlara, rüzgârlara, yıldızlara anlatmışlardır. Bu, insanın kendi içindeki sıkışmışlığı aşma ve derdini paylaşarak hafifletme çabasının en saf halidir. Yunus’un buluta seslenişi, aynı zamanda bir duadır. Kendi acısına şahitlik edecek, onun için gözyaşı dökecek bir dost arayışıdır. Ve bu dostu, insanların gelip geçici ve vefasız dünyasında değil, dağların başındaki saf, yüce ve sessiz bulutta bulur. Bu beyit, bize, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda sadece maddeyi değil, manayı da görmemiz gerektiğini, kâinatın sessizliğinde kendi ruhumuzun sesini duyabileceğimizi öğretir.
Özet
Yunus Emre bu beytinde, kendi derin kederini ve yalnızlığını, karlı dağların başındaki bir bulutun şahsında somutlaştırır. Buluta, kendi derdine ortak olup onun için yas tutarak ağlaması ricasında bulunur. Bu dizeler, insanın doğayla kurduğu derin empatik bağı, kâinattaki her şeyin birbiriyle gizli bir dille konuştuğunu ve varlığın birliği fikrini yansıtan, Yunus’un arı ve duru üslubunun en güzel örneklerinden biridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 48 –

BERCESTE VE İZAHI – 48 –

1.: Nâbi ve İlim Okyanusu
İktibas
علم بر لجهٔ بى ساحلدر
آنده عالم کچينن جاهلدر
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İlm bir lücce-i bî-sâhildir
Anda âlim geçinen câhildir
Nâbî
İlim, sahili olmayan bir deniz gibidir. Orada âlim geçinen, ancak cahildir.
İzah ve Açıklama
Büyük divan şairi Nâbî, bu veciz beytinde ilmin sonsuzluğunu ve bu sonsuzluk karşısında insanın acziyetini dile getirir. Beytin ilk mısrasında ilim, “lücce-i bî-sâhil” yani “sahilsiz bir engin deniz” olarak tasvir edilir. Bu metafor, ilmin sınırlarının olmadığını, insan ömrünün bu denizin tamamını kuşatmaya asla yetmeyeceğini vurgular. İkinci mısra ise bu tespitten ahlaki bir sonuç çıkarır: Mademki ilim sonsuz bir okyanustur, o halde bu okyanusta “Ben âlimim,” diye ortaya çıkan, her şeyi bildiğini iddia eden kişi, aslında kendi cehaletini ilan etmektedir. Gerçek âlim, bildiklerinin, bilmediklerinin yanında bir damla dahi olmadığını idrak eden kişidir. Bu beyit, bilginin kendisinden daha çok, bilgiye karşı takınılması gereken tevazu ve had bilme erdemini yüceltir.
Makale: Sahilsiz Denizde Haddini Bilmek
İnsanlık tarihi, birikimli bir anlama ve keşfetme serüvenidir. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, evrenin derinliklerini araştıran uzay teleskoplarına kadar uzanan bu macera, adına “ilim” dediğimiz o sahilsiz denizde yolculuk yapma arzusundan başka bir şey değildir. Nâbî’nin asırlar öncesinden fısıldadığı gibi, bu denizin bir kıyısı, bir sonu yoktur. Her keşif, yeni bilinmezlerin kapısını aralar; her cevap, zihinlerde onlarca yeni soru doğurur. İlim, fethedilecek bir kale değil, içinde kaybolunacak bir deryadır.
Tarih, bu deryada kendini kaptan sananların trajedileriyle doludur. Orta Çağ’da dünyanın evrenin merkezi olduğunu iddia eden ve bu “bilgiyi” sarsılmaz bir yanlış inanç haline getirenler, aslında cehaletlerinin karanlık adasında hüküm sürüyorlardı. Galileo, okyanusta küçük bir ada daha keşfettiğinde, onu aforoz edenler, kendi sığ sularının dışına çıkmaktan korkanlardı. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” sözü, Nâbî’nin beytiyle aynı hikmet pınarından beslenir. Gerçek bilgelik, bilginin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü kabul etmekle başlar. Bir insanın zihninde biriken malumat, okyanustan bir avuç sudan ibarettir. Avucundaki suya bakıp okyanusu anladığını zannetmek, en büyük yanılgıdır.
Bu durum, sadece bilim tarihi için değil, manevi ve irfani gelenekler için de geçerlidir. Tasavvufta dervişin yolculuğu, bir “seyr-ü sülûk” yani “gidiş ve intisap etme” sürecidir. Bu yolun yolcusu, her menzilde ne kadar az bildiğini, ne kadar eksik olduğunu fark eder. Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi, bir ayağı sabit (inanç ve teslimiyet) dururken, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti gezen arif, aslında kendi hiçliğinin etrafında dönmektedir. “Biliyorum” demek, bu yolculuğu bitirir; “Anlamaya çalışıyorum” demek ise yolculuğun kendisidir.
Günümüzün bilgi çağında bu beyit daha da anlamlı hale gelmiştir. İnternet sayesinde parmaklarımızın ucundaki sınırsız malumat, bize sahte bir “bilme” hissi veriyor. Her konuda fikir sahibi olan, her tartışmada son sözü söyleme iddiası taşıyan “âlim geçinen cahiller”, sosyal medyanın sığ sularında yüzmektedir. Oysa ilim, bir diplomayla, ezberlenmiş birkaç formülle veya okunmuş yüz kitapla ölçülemez. İlim, bir ahlaktır, bir duruştur. O duruşun adı tevazudur, hayrettir ve bitmeyen bir merak duygusudur. İlim denizinin kıyısında oynayan bir çocuk olduğumuzu kabul ettiğimizde, o denizin sonsuzluğu bize korku değil, ilham vermeye başlar.
Özet
Nâbî’nin “İlm bir lücce-i bî-sâhildir / Anda âlim geçinen câhildir” beyti, ilmin sonsuz bir okyanus olduğunu ve bu okyanusta “bilgin” olduğunu iddia etmenin en büyük cehalet olduğunu ifade eder. Makale, bu fikirden yola çıkarak tarih boyunca bilginin kibirle birleştiğinde nasıl yanlış inançlara yol açtığını, gerçek bilgeliğin ise Sokrates’ten Mevlânâ’ya kadar pek çok düşünürün vurguladığı gibi haddini ve acziyetini bilmekle başladığını anlatmaktadır. Günümüz bilgi çağında, malumat yığınlarının oluşturduğu sahte bilme hissine karşı, ilmin bir ahlak ve tevazu meselesi olduğu vurgulanarak, gerçek ilmin bitmeyen bir merak ve hayret duygusuyla mümkün olacağı sonucuna varılmaktadır.
2. : Hz. Mevlânâ ve Nefs Hicabı
İktibas
کر صيد خدا شوی، ز غم رسته شوی
کر در صفت خويش روی، بسته شوی
می دان که وجود تو، حجاب ره تست
با خود منشين، که هر زمان خسته شوی
Mef’ûlü Mefâ’îlün Mefâ’îlü Fe’ûl
Ger seyd-i Hodâ şevî, zi-gam reste şevî
Ger der-sıfet-i hîş revî, beste şevî
Mî-dân ki vucûd-ı to, hicâb-ı reh-i tost
Bâ-hod me-nişîn, ki her zemân heste şevî1
Hz. Mevlânâ2
Allah’a av olursan, gamdan, tasadan azade olursun. Fakat nefsin isteklerine uyarsan, bağlanır kalırsın. Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır. Kendinle kalma, nefsini yen; yoksa her zaman yaralanırsın.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde tasavvufun temel meselelerinden biri olan “nefs” ve “vuslat” (kavuşma) konusunu işler. İlk mısra, “Allah’a av olmak” tabiriyle ilahi iradeye tam bir teslimiyeti ifade eder. Av, avcının iradesine tabidir. İnsan, kendi iradesini Hakk’ın iradesinde eritebilirse, gam ve tasadan kurtulur, özgürleşir. İkinci mısra bunun zıddını söyler: Eğer kendi “sıfatlarına”, yani nefsanî arzularına, benliğine uyarsan, o zaman “beste” yani bağlanmış, esir olursun. Üçüncü mısra, bu esaretin sebebini açıklar: Senin maddi varlığın, benliğin, Allah’a giden yoldaki en büyük perdedir (“hicâb”). Son mısra ise bir öğütle biter: “Kendinle oturma,” yani nefsinle, benliğinle baş başa kalma. Çünkü bu hal, sürekli bir “heste” yani yaralanma, zayıflama halidir. Kısacası rubai, kurtuluşun benliği terk edip Hakk’a teslim olmaktan, esaretin ise nefse uymaktan geçtiğini anlatır.
Makale: Varlığın En Büyük Perdedir
İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “ben” duygusuyla var olur. Bu benlik, hayatta kalmanın, kendini korumanın ve dünyayla ilişki kurmanın temel aracıdır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca, hatta bir puta dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın “Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır” deyişi, tam da bu trajik dönüşüme işaret eder. İnsanın hakikate, huzura, Yaratıcı’ya ulaşmasının önündeki en büyük engel, dışarıdaki düşmanlar veya zorluklar değil, bizzat kendi varlığı, yani şişirilmiş egosu, bitmek bilmeyen arzuları ve “ben” zindanının kalın duvarlarıdır.
Tarih boyunca bütün manevi öğretiler, bu zindandan kurtulmanın yollarını aramıştır. Budist felsefede “Nirvana”ya ulaşmak, arzulardan ve benlik yanılmasından kurtulmakla mümkündür. Hristiyan mistisizminde “kendini inkâr etmek”, Tanrı’nın iradesine tabi olmanın ilk adımıdır. Tasavvufta ise bu mesele “nefsi tezkiye etmek” (temizlemek) ve “fenafillah” (Allah’ta yok olmak) mertebesine ulaşmak olarak formüle edilir. Mevlânâ’nın “Allah’a av ol” daveti, bu yok oluşa yapılan bir çağrıdır. Bu, bir zayıflık veya kimliksizleşme değil, aksine damlanın okyanusa karışarak sonsuzlaşmasıdır. İnsan, kendi küçük ve sınırlı iradesinden vazgeçtiği an, kendisinden daha büyük bir iradenin parçası olur ve asıl özgürlüğe kavuşur. Gam ve tasa, bu küçük “ben”in beklentileri ve korkularından doğar. “Ben” ortadan kalkınca, gam da yok olur.
“Kendinle kalma, yoksa her zaman yaralanırsın” uyarısı, modern psikolojinin de altını çizdiği bir gerçeği yansıtır. Sürekli kendi düşünceleriyle, kaygılarıyla, hırslarıyla baş başa kalan insan, bir ruminasyon (zihinsel geviş getirme) sarmalına girer. Ego, sürekli kendini haklı çıkarmak, kendini korumak ve kendini yüceltmek için savaşır. Bu bitmeyen iç savaş, insanı yorgun, yaralı ve “heste” bırakır. Kendinden çıkmanın yolu ise hizmet etmek, sevmek, sanata yönelmek, tefekkür etmek gibi eylemlerle “ben”i aşmaktır. Bir başkasının derdiyle dertlenmek, bir sanat eseri karşısında hayranlık duymak veya bir çiçeğin açılışını tefekkür etmek, insanı kendi küçük dünyasının dışına taşıran ve o büyük perdenin aralanmasını sağlayan anlardır.
Nefse uymak, sürekli rüzgâra karşı kürek çekmek gibidir; insanı yorar ve olduğu yere bağlar. Teslimiyet ise yelkenleri ilahi rüzgârla doldurup akışa güvenmektir. Bu, pasif bir bekleyiş değil, aksine en bilgece eylemdir. Varlığımız bir hediye olduğu kadar, bir imtihan ve bir perdedir. O perdeyi aralamanın yolu, “ben” demeyi bırakıp, daha büyük bir bütünün parçası olduğumuzu idrak etmekten geçer.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın rubaisi, insanın en büyük engelinin kendi nefsi ve benliği olduğunu anlatır. Makale, bu ana fikri merkeze alarak, “ben” duygusunun nasıl bir zindana dönüşebileceğini ve tarih boyunca manevi geleneklerin bu zindandan kurtulmak için “benliği aşma”yı öğütlediğini inceler. “Allah’a av olmak” metaforu, ilahi iradeye teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşmayı simgelerken, “kendinle kalmak” ise egonun bitmeyen savaşları yüzünden sürekli yaralanmayı ifade eder. Modern psikolojinin de benzer sonuçlara vardığı belirtilerek, kurtuluşun “ben” merkezli bir hayattan çıkıp sevgi, hizmet ve tefekkür yoluyla varlık perdesini aralamakta olduğu vurgulanır.

3. : İzzet Molla ve Dünyanın Elemi
İktibas
بلبل آغلار کل جکرخون لاله پر داغ محن
ذوقنى بيلمم بو دار محنتك کیمدر سورن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bülbül ağlar gül ciğer-hûn lâle pür-dâğ-ı mihen
Zevkini bilmem bu dâr-ı mihnetin kimdir süren
Keçecizâde İzzet Molla
Bülbül ağlıyor, gül kan kusuyor, lâleninse çektiği sıkıntılardan dolayı bağrı yanık. Sıkıntılar yurdu olan bu dünyanın zevkini acaba kim sürüyor?
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının estetik ve melankolik dünyasını yansıtan bu beyitte şair Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın geçiciliği ve özündeki kederi işler. Beyit, divan şiirinin klasik mazmunları (kalıplaşmış imgeler) üzerine kuruludur. “Bülbül”, âşığı simgeler ve sevgilisi olan “gül”e kavuşamadığı için sürekli ağlar. “Gül”, hem güzelliği hem de dikenleriyle sevgilinin lütuf ve kahrını temsil eder; burada “ciğer-hûn” yani “ciğeri kan içinde” olarak tasvir edilerek onun da acı çektiği ima edilir. “Lâle” ise ortasındaki siyahlık nedeniyle bağrı yanık, dertli bir âşığa benzetilir (“pür-dâğ-ı mihen” – mihnetlerle dolu, dağlanmış). Şair, doğadaki bu en güzel varlıkların bile acı içinde olduğunu gözlemledikten sonra, retorik bir soru sorar: Eğer bülbül, gül ve lale bile mutlu değilse, “dâr-ı mihnet” yani “sıkıntı ve eziyet yurdu” olan bu dünyanın zevkini süren kim olabilir? Beyit, dünyanın aldatıcı zevklerine karşı bir uyarı ve varoluş bir hüzün barındırır.

Makale: Mihnet Yurdunda Bir Anlık Zevk

Edebiyat, insanın dünyaya dair en kadim sorusunu sormanın en estetik yoludur: “Neden buradayız ve bu acı neden?” Keçecizâde İzzet Molla, bu evrensel soruyu bülbülün feryadına, gülün kanayan bağrına ve lalenin yanık kalbine yükleyerek sorar. Baktığı her yerde, güzelliğin en saf tezahürlerinde bile bir keder, bir eksiklik, bir “mihnet” görür. Bu bakış, pesimist bir karamsarlıktan ziyade, derin bir farkındalığın ürünüdür. Bu dünya, tabiatı gereği bir “karar yurdu” değil, bir “imtihan yurdu”dur. Her zevkin içinde bir ayrılık tohumu, her vuslatın ardında bir firak endişesi gizlidir.
Bu “dâr-ı mihnet” algısı, pek çok felsefi ve dini geleneğin ortak paydasıdır. Budizm’in ilk temel ilkesi, “Hayat, ızdıraptır (Dukkha)” der. Bu, hayatın tamamen acıdan ibaret olduğu anlamına gelmez; daha çok, geçiciliğe ve beklentilere dayalı her türlü dünyevi deneyimin özünde bir tatminsizlik ve kırılganlık barındırdığını ifade eder. İnsan, fani olanı ebedi kılmaya çalıştığında, kaçınılmaz olarak hüsrana uğrar. Şairin sorusu da tam bu noktada anlam kazanır: Dünyanın zevkini sürmeye çalışanlar, aslında geçici bir gölgeyi yakalamaya çalışanlardır. Zevk sandıkları şey, acının bir anlık yokluğundan veya bir sonraki acının habercisinden başka bir şey değildir.
Divan şiiri, bu trajik farkındalığı estetik bir zevke dönüştürme sanatıdır. Acıdan şikâyet ederken bile bunu en güzel kelimelerle, en ahenkli vezinlerle yapar. Bülbülün ağlayışı, bir isyan değil, bir yakarıştır. Lalenin bağrındaki siyahlık, bir kusur değil, derin bir sevdanın nişanıdır. Bu, acıyı kutsallaştırmak değil, onu anlamlandırma çabasıdır. Şairler, bu mihnet yurdunda kalıcı bir mutluluk aramanın beyhudeliğini anladıkları için, mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta aramışlardır. Dünyanın zevkinden değil, İlahi Cemâl’i fark edebilmektedir. İşte o zaman acı, vuslata giden yolun bir parçası haline gelir. Diken, gülün değerini artırır.
İzzet Molla’nın sorusu bugün de geçerlidir. Modern insan, teknoloji ve refahla bu “mihnet”i ortadan kaldırabileceğini sandı. Ancak depresyon, anksiyete ve varoluş boşluk, modern dünyanın en yaygın hastalıkları haline geldi. Çünkü dünyanın tabiatı değişmedi. Hâlâ bülbüller ağlıyor, güller soluyor ve insanlar sevdiklerini kaybediyor. Belki de soruyu değiştirmek gerekir: “Bu dünyanın zevkini kim sürüyor?” yerine, “Bu mihnet yurdunda gerçek zevk ve huzur nasıl bulunur?” Belki de cevap, şairin işaret ettiği gibi, dünyanın kendisinde değil, ona yüklediğimiz anlamda ve bakış açımızda saklıdır.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bülbül, gül ve lale gibi güzellik simgelerinin bile acı çektiği bu dünyanın, bir “mihnet yurdu” olduğunu ve kalıcı bir zevk sunamayacağını ifade eder. Makale, bu temanın sadece divan şiirine özgü olmadığını, Budizm gibi pek çok felsefi sistemde de “hayatın ızdırap olduğu” fikriyle paralellik gösterdiğini anlatır. Dünyevi zevklerin geçiciliği ve aldatıcılığı vurgulanırken, divan şairlerinin acıyı estetik bir dille anlamlandırma ve mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta arama çabasına dikkat çekilir. Modern insanın teknolojiye rağmen yaşadığı varoluş boşluğun, bu kadim gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklandığı belirtilerek, gerçek huzurun dünyaya bakış açısını değiştirmekte yattığı sonucuna varılır.

4. : Selimî (?) ve Feleğin Cilvesi
İktibas
مردم ديدمه بيلمم نه فسون ایتدی فلك
كريه‌مى قيلدى فزون اشکمى خون ایتدی فلك
شیرلر پنجهٔ قهرمده اولوركن لرزان
بنى بر كوزلرى آهويه زبون ایتدی فلك
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek
Selimî (?)
Felek, gözbebeğime nasıl bir büyü etti bilmiyorum. O füsûnun etkisiyle gözyaşlarım öylesine çok arttı ki artık kan şeklinde akmaya başladı. Benim kahreden pençemin gücünün korkusundan arslanlar bile titrerken; felek, beni bir ceylân gözlü güzele düşkün, esir etti.
İzah ve Açıklama
Bu beyitlerde şair, kaderin ve aşkın karşı konulmaz gücü karşısındaki çaresizliğini dile getirir. İlk mısrada şair, “felek” yani kader veya talih, gözbebeğine anlaşılmaz bir “füsûn” (büyü) yapmıştır. Bu büyü sonucunda, ikinci mısrada belirtildiği gibi, ağlaması artmış ve gözyaşları kana dönmüştür. Bu, çektiği acının derinliğini gösteren bir mübalağa sanatıdır. Üçüncü mısrada şair, aşk tuzağına düşmeden önceki gücünü ve heybetini anlatır: “Kahreden pençesinin” korkusundan aslanlar bile titremektedir. Bu mısra, sonraki mısranın etkisini artırmak için bir tezat (tezat) sanatı oluşturur. Son mısrada ise bu güçlü ve kudretli adamın, “felek” tarafından “gözleri âhûya” yani ceylan gözlü bir güzele “zebûn” yani esir, düşkün ve aciz bırakıldığı anlatılır. Beyitler, feleğin (kaderin) en güçlü insanları bile aşk yoluyla nasıl dize getirebildiğini dramatik bir şekilde ortaya koyar.
Makale: Aslanları Titreten Pençeyi Esir Eden Ceylan Gözler
İnsan, aklıyla doğayı anladığını, iradesiyle dünyaya hükmettiğini düşünür. Gücünü, statüsünü ve başarılarını bir zırh gibi kuşanır, yenilmez olduğuna inanır. Divan şairi Selimî, bu insani kibrin ne kadar kırılgan olduğunu, kaderin ve aşkın bir cilvesiyle nasıl tuzla buz olabildiğini haykırır. “Benim kahreden pençemden aslanlar titrerken,” der şair. Bu, sadece fiziksel bir güç değil, aynı zamanda bir irade, bir otorite, bir ego beyanıdır. O, kendi dünyasının hükümdarıdır. Ancak bu hükümdarlığın sınırları vardır ve bu sınırları “felek” çizer.
“Felek,” divan şiirinde sıkça kullanılan, modern insanın “kader,” “talih” veya “hayatın sillesi” dediği o soyut gücün kişileştirilmiş halidir. Felek, bazen zalim, bazen keyfi davranan, insanın planlarını altüst eden bir güçtür. Şairin gözüne yaptığı “füsûn” (büyü), bu gücün akıl ve mantıkla anlaşılamayacağını ima eder. Aşk, feleğin en etkili büyüsüdür. Mantığın bütün kalelerini bir anda yıkar, iradenin bütün zincirlerini bir anda kırar. Aslanları titreten o kudretli adam, şimdi bir “ceylan gözlü” güzelin esiridir. “Âhû” (ceylan), divan şiirinde masumiyetin, zarafetin ve ürkekliğin simgesidir. En vahşi gücün, en zarif güzellik karşısındaki mutlak yenilgisidir bu. Güç, güzelliğe boyun eğer.
Bu beyitler, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda bir dönüşüm hikâyesini anlatır. Aşk, şairin kibrini kırmış, onu acziyetle tanıştırmıştır. Gözyaşlarının kana dönmesi, sadece bir acı ifadesi değil, aynı zamanda bir arınma sürecidir. O kanlı yaşlar, eski “ben”in ölümünü ve yeni, daha hassas, daha insani bir “ben”in doğumunu simgeler. Artık o, gücüyle değil, acısıyla vardır. Bu, tasavvufi bir okumayla, kibrin kırılıp kulun kendi hiçliğini idrak etme sürecine de benzetilebilir. O ceylan gözler, aslında ilahi güzelliğin dünyadaki bir yansımasıdır ve âşığın kahrı, aslında o mutlak güzelliğe ulaşma arzusunun bir ateşidir.
Tarihte ve efsanelerde bu durumun sayısız örneği vardır. Orduları dize getiren komutanlar, bir güzelin bakışıyla esir olmuş; ülkeler yöneten hükümdarlar, bir aşk uğruna tahtını terk etmiştir. Bu hikâyeler, bize gücün ve iktidarın ne kadar geçici, aşkın ve güzelliğin ise ne kadar ezici bir kudrete sahip olduğunu hatırlatır. Selimî’nin beyti, insanın en güçlü anında bile aslında ne kadar zayıf, en kontrol sahibi göründüğü anda bile kaderin ve tutkularının bir oyuncağı olabileceğini edebi bir dille yüzümüze vurur. En büyük kahramanlık, aslanları yenmek değil, bir ceylan gözlüye esir olduğunda o esareti onurla taşıyabilmektir.
Özet
Selimî’ye atfedilen beyitler, “felek” (kader) ve aşkın, en güçlü insanı bile nasıl aciz bırakabildiğini anlatır. Makale, bu temayı işleyerek, insanın güç ve iradesine olan kibrinin ne kadar kırılgan olduğunu vurgular. “Aslanları titreten pençe” imgesi, insanın dünyevi gücünü ve egosunu temsil ederken, “ceylan gözlü güzel” ise bu gücü bir anda yıkan aşkın ve güzelliğin karşı konulmaz kudretini simgeler. Aşk, feleğin akılla anlaşılamayan bir büyüsü olarak tasvir edilir. Bu durumun, sadece bir acı değil, aynı zamanda kibrin kırılarak insanın kendi acziyetini tanıdığı bir dönüşüm süreci olduğu belirtilir. Tarihten ve efsanelerden örneklerle, gücün güzellik karşısındaki kaçınılmaz yenilgisi anlatılarak, en büyük kahramanlığın bu yenilgiyi kabul etmek olduğu sonucuna varılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 47 –

BERCESTE VE İZAHI – 47 –

1. Şeyh Gâlib’in Beyti: İnsanın Değeri ve Özündeki İlahi Sır

Bu beyit, Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’e aittir ve insanın kendi hakikatini unutarak kederlere boğulmasını sorgularken, ona kim olduğunu hatırlatan derin bir düşünce sunar.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای دل ای دل نیه بو رتبه‌ده پرغم‍س‍ی‍ن سن
کرچه ویرانه ایسه‌ك کنج مُطَلسَم‍س‍ی‍ن سن
سجده فرمای ملك ذاتِ مُكرّم‍س‍ی‍ن سن
بیلدیکك کی دکل جمله‏دن اقدم‍س‍ی‍ن سن
روحسن نَفخهء جبرئیل ایله توأم‍س‍ی‍ن سن
سِرّ حق‍س‍ی‍ن مَثَل عیسی مریم‍س‍ی‍ن سن
خواجه باق ذاتڭه کم زبدهء عالم‍س‍ی‍ن سن
مردم دیدهء اکوان اولان آدم‍س‍ی‍ن سن
Latin Harfleriyle Metin:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefhâ-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönül, ey gönül! Neden bu kadar gamla dolusun?
Her ne kadar yıkık, kırık dökük bir hâlde olsan da sen tılsımlı bir hazinesin.
Meleklerin kendisine secde etmeleri emredilen, kadri yüceltilmiş bir varlıksın.
Bildiğin gibi değil, yaratılmış bütün varlıklardan daha olgun, daha ilerisin.
Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruhun ikizi olan bir ruh taşıyorsun.
Sen Allah’ın bir sırrısın. Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa gibisin.
Kendine hoşça bir bak, sen alemin özüsün.
Yaratılmış olan varlıkların gözbebeği olan insansın.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale

İnsanın Kırılganlığındaki Kutsal Hazine

Şeyh Gâlib, bu muhteşem sekiz mısralık eserinde, modern psikolojinin ve varoluş düşüncenin yüzyıllar sonra ele alacağı temel bir insanlık durumuna parmak basar: insanın kendi değerini unutarak, dış görünüşünün viraneliğine aldanıp keder içinde kaybolması. Şair, doğrudan “gönül”e seslenerek aslında her bir okurun, her bir insanın kalbine hitap eder. Bu hitap, bir sitem değil, şefkatli bir hatırlatmadır.
İlk mısra, “Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen,” yani “Ey gönül, neden bu kadar kederlisin?” sorusuyla başlar. Bu, insanın iç dünyasındaki o bitmeyen melankolinin, anlamsızlık hissinin ve kederin evrensel bir sorgulamasıdır. Şair, bu durumu reddetmez, kabul eder. Evet, gönül viranedir, dünya hayatının sarsıntılarıyla, kayıplarla, hayal kırıklıklarıyla yıkık dökük bir hale gelmiştir. “Gerçi vîrâne isen…” diyerek bu gerçeği teslim eder. Ancak hemen ardından, bu viraneliğin ardındaki sırrı ifşa eder: “…genc-i mutalsamsın sen.” Sen, bu yıkıntıların altında saklı, tılsımlı, eşsiz bir hazinesin. Dışarıdan bakıldığında görünen enkaz, aslında içindeki defineyi koruyan bir kabuktur.
Şair, bu hazinenin ne olduğunu mısralar ilerledikçe katman katman açar. İnsanın değeri, onun yaratılışındaki ilahi özden gelir. O, meleklerin secde etmekle emrolunduğu “zât-ı mükerrem,” yani şerefli ve yüce bir varlıktır. Bu, Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem’in yaratılış kıssasına doğrudan bir göndermedir (telmih). İnsan, basit bir varlık değildir; o, meleklerden üstün kılınmış, ilahi bir onura sahip olandır.
Gâlib, daha da derine inerek insanın ruhani boyutunu Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruha (nefha) benzetir. Bu, insanın içinde taşıdığı ruhun, doğrudan ilahi bir nefes olduğunu ve bu ruhun onu Hz. İsa gibi mucizevi kıldığını anlatır. Hz. İsa, babasız dünyaya gelerek biyolojik kanunların ötesinde bir varoluş sergilemiştir; insan da kendi içindeki bu ilahi sır ile maddi dünyanın sınırlamalarını aşabilecek bir potansiyele sahiptir.
Sonuç olarak Şeyh Gâlib, insanın kendine “hoşça bakmasını” öğütler. Bu bakış, aynadaki fiziki yansımaya değil, varlığın derinliklerine, öze yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuğun sonunda insan, kendisinin “zübde-i âlem” (âlemin özü, esansı) ve “merdüm-i dîde-i ekvân” (varlıkların gözbebeği) olduğunu idrak eder. Kâinat dev bir göze benzetilirse, insan o gözün tam ortasındaki, her şeyi anlamlı kılan bebektir.
Bu beyit, bireye, içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun, özündeki değeri ve potansiyeli hatırlaması için yapılmış en güçlü çağrılardan biridir. O, sadece bir şiir değil, aynı zamanda bir terapi, bir manevi yol haritasıdır.
Özet
Şeyh Gâlib bu şiirinde, insanın dış olarak ne kadar viran ve kederli görünürse görünsün, özünde ilahi bir sır ve tılsımlı bir hazine taşıdığını vurgular. Meleklerin secde ettiği şerefli bir varlık, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olduğunu hatırlatarak, insana kendini hor görmemesi ve içindeki yüce potansiyeli keşfetmesi için ilham verir. Bu, insanın kırılganlığı ile kutsallığı arasındaki muhteşem dengeyi anlatan ölümsüz bir eserdir.

2. Hâzık’ın Beyti: Yüksek Himmet ve Dünyevi Makamların Aldatıcılığı

Bu beyit, şair Hâzık’a aittir ve karakterin yüceliği ile dünyevi makamlar arasındaki çoğu zaman ters orantılı ilişkiyi keskin bir dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
تنزّل ایلمز عالی همم چرکاب دنیایه
آنڭچون ذروهء جاهه چیقان اکثرادانیدر
Latin Harfleriyle Metin:
Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Himmeti yüksek olan yüce gönüllü insanlar dünyanın çirkinliklerine tenezzül etmez.
Ondan dolayı yüksek makamlara çıkanlar genellikle bayağı, sıradan insanlardır.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Erdemin Sessizliği ve Mevkinin Gürültüsü
Hâzık’ın bu beyti, toplumların ve medeniyetlerin kadim bir paradoksunu iki mısra gibi kısa bir alanda ustalıkla özetler: Gerçek liyakat ve erdem sahipleri neden genellikle gözden uzak ve mütevazı bir hayat sürerken, en yüksek mevkiler ehil olmayanların eline geçer? Bu beyit, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir ahlak ve toplum eleştirisidir.
İlk mısra, “Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya,” bir ilkeyi ortaya koyar. “Âlî-himem,” himmeti, gayesi, idealleri yüce olan kişi demektir. Bu insanlar, karakter sahibi, onurlu, bilge ve erdemli şahsiyetlerdir. Onlar için gaye, para, şöhret veya makam değil, daha ulvi değerlerdir: adalet, hakikat, ilim, irfan. Şair, dünyayı ve onun getirdiği makam kavgalarını, entrikaları, yalanları “çirk-âb” yani “kirli, pis su” olarak tasvir eder. Yüce ruhlar, bu kirli suya girmeyi, bu çamurla kendilerini lekelemeyi onurlarına yediremezler, yani “tenezzül etmezler.” Onlar için ilkesizlik yaparak bir mevki kazanmaktansa, ilkeleriyle birlikte köşede kalmak daha evladır.
İkinci mısra, bu ilkenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan acı gerçeği yüzümüze vurur: “Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir.” Yani, “İşte bu yüzden, makam ve mevki zirvesine çıkanların çoğu ‘edânî’ yani alçak, bayağı, sıradan kimselerdir.” Yüce ruhlar o kirli suya girmekten imtina edince, meydan kimlere kalır? O suda yüzmekten, o çamura bulanmaktan çekinmeyen, hatta bundan zevk alan, makam için her türlü ilkesizliği göze alabilen kişilere. Onlar, yükselmek için başkalarının omuzlarına basmaktan, yalan söylemekten, dalkavukluk yapmaktan imtina etmezler. Bu yüzden, bir toplumda en tepedeki insanların niteliğine bakarak o toplumun ahlaki seviyesi hakkında bir fikir edinmek mümkündür.
Bu beyit, tarih boyunca pek çok bilge ve filozofun dile getirdiği bir hakikati yansıtır. Platon’un “Devlet” adlı eserinde ideal yöneticilerin yönetime isteksiz olan bilgeler olması gerektiğini söylemesi de aynı kapıya çıkar. Çünkü gücü arzulayanlar, genellikle onu kötüye kullanma potansiyeli en yüksek olanlardır. Hâzık, bu felsefi derinliği, divan şiirinin estetiği içinde veciz bir şekilde sunar.
Beyit, günümüz dünyası için de son derece geçerli ve ibretlik bir mesaj taşır. Siyasette, iş dünyasında veya sosyal hayatta, liyakatin değil, sadakatin veya kurnazlığın prim yaptığı her yerde, “zirve-i câh” yani makamların zirvesi, “edânî”ler tarafından işgal edilmeye mahkumdur. Bu durum, toplumun genel kalitesini düşürür ve adaletsizliği artırır. Hâzık’ın bu sözü, bize mevkilerin parlaklığına aldanmamamız, asıl değeri ve erdemi, gözden uzak kalmayı tercih eden “âlî-himem” şahsiyetlerde aramamız gerektiğini hatırlatan bir bilgelik feneridir.
Özet
Hâzık bu beytinde, yüce ideallere sahip onurlu insanların, dünyanın kirli ve entrikalarla dolu makam kavgalarına tenezzül etmeyeceğini belirtir. Bunun doğal bir sonucu olarak da en yüksek mevkilere ulaşanların genellikle bu tür çirkinliklerden çekinmeyen, karakteri zayıf ve bayağı kimseler olduğunu ifade eder. Beyit, gerçek değerin makamda değil, şahsiyette olduğu ve liyakatin genellikle mütevazı bir sessizlik içinde bulunduğu gerçeğini vurgulayan güçlü bir toplum eleştirisidir.

3. Fennî’nin Beyti: İlahi Bilginin Huzurunda derûnî Saflık

Bu beyit, şair Fennî’ye aittir ve dış dünyanın, özellikle de çıkarcı insanların eleştirileri ve değiştirme çabaları karşısında, insanın iç huzurunu ve gücünü Allah’ın her şeyi bilen adaletine sığınarak nasıl koruyabileceğini anlatır.
İktibas
Osmanlıca Metin:
مداهنلر بنی تغییره خواهشگرسه ایتسونلر
خلوص بالمی هر حالی الله بیلمز می
Latin Harfleriyle Metin:
Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler
Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi
Fennî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Dünyevi bir menfaat için dalkavukluk yapan insanlar eğer beni değiştirmeyi arzuluyorlarsa bir zararı yok. Benim kalbimin hâlisliğini, temizliğini Allah bilmiyor mu?
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Kalbin Sığınağı: Allah’ın Şahitliği
Fennî’nin bu beyti, samimiyetin ve iç bütünlüğün, dış baskılar ve riyakârlıklar karşısındaki sarsılmaz duruşunu anlatan bir iman manifestosudur. Şair, etrafını saran ve onu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek isteyen bir güruha karşı dimdik durur ve gücünü maddi bir otoriteden değil, manevi bir teslimiyetten alır.
İlk mısra, “Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler,” durumu net bir şekilde ortaya koyar. “Müdâhinler,” yüze gülen, dalkavukluk yapan, kendi menfaatleri için başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmeye çalışan ikiyüzlü kimselerdir. Bu insanlar, şairi “tağyîr” etmek, yani onu değiştirmek, kendi kalıplarına sokmak, özünden koparmak istemektedirler. Şairin bu duruma tepkisi ise tam bir özgüven ve aldırmazlık ihtiva eder: “etsinler.” Bu kelime, basit bir “yapsınlar” demek değildir; içinde “ne yaparlarsa yapsınlar, çabaları boşunadır” anlamını barındıran bir meydan okumadır.
Bu meydan okumanın kaynağı nedir? Şair, gücünü nereden almaktadır? Cevap, ikinci mısrada gizlidir ve bu beyti ölümsüz kılan da bu cevaptır: “Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi?” Bu bir soru değil, en güçlü teyit ifadesidir. “Hulûs-ı bâl,” kalbin, zihnin, niyetin en saf, en arı, en samimi halidir. Şair diyor ki: “Bu dalkavuklar benim dışımı değiştirmeye çalışabilir, hakkımda yanlış dedikodular yayabilir, beni olmadığım biri gibi göstermeye çabalayabilirler. Ama benim kalbimin içini, niyetimin saflığını, ‘hulûs’umu bilen birisi var: Allah.”
Bu mısra, insanın en büyük mahkemesinin kendi vicdanı ve Allah’ın bilgisi olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü, sizi nasıl yargıladığı geçici ve çoğu zaman yanıltıcıdır. Onlar sadece dış görünüşe, sözlere ve eylemlere bakarak hüküm verirler. Oysa asıl olan, kalplerin derinliğinde yatan niyettir. Ve o niyeti, o “hulûs”u bilen tek merci, her şeyi kuşatan ilahi bilgidir.
Bu beyit, özellikle dürüstlüğü ve samimiyeti yüzünden dışlanan, yanlış anlaşılan veya değiştirilmeye zorlanan her insan için bir teselli ve güç kaynağıdır. Sosyal baskının, mahalle baskısının veya popülizmin dayatmaları karşısında “kendin olarak kalabilme” erdemini yüceltir. Şair, “Onlar istediklerini yapsınlar, benim kalbimin temizliğini ve her halimi bilen Allah bana yeter” diyerek, en büyük onayı ve huzuru başkalarının takdirinde değil, Allah’ın şahitliğinde bulur. Bu, kişiyi dünyevi kaygılardan özgürleştiren ve ona sarsılmaz bir iç kale inşa eden derin bir tevekkül halidir.
Özet
Fennî, bu beytinde, çıkarcı ve ikiyüzlü insanların kendisini değiştirme çabalarına karşı kayıtsız kaldığını, çünkü asıl değerin ve gerçeğin Allah tarafından bilindiğine inandığını ifade eder. İnsanların dış yargılarına ve baskılarına karşı, kalbinin saflığını ve niyetinin temizliğini bilen Allah’ın şahitliğini bir kalkan olarak kullanır. Bu, dünyevi eleştiriler karşısında manevi bir sığınak bularak iç bütünlüğü korumanın hikmetli bir ifadesidir.

4. Me’âlî’nin Beyti: Kederin Gücü ve Tevekkülün Dayanağı
Divan şairlerinden Me’âlî’ye ait bu beyit, gönüle seslenerek, çektiği acıların ve döktüğü gözyaşlarının birer dayanak olabileceği fikrini, derin bir tevekkül ve teslimiyet içinde işler.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اشك و واهه كوكل اینانیرسیڭ
یله اویوب صویه طیانیرسیڭ
Latin Harfleriyle Metin:
Eşk ü vâha gönül inanırsın
Yele uyup suya dayanırsın
Me’âlî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönlüm! Gözümden akan yaşlara ve ağzımdan çıkan âhlara inanıyorsun. Sen yele uyup, suya dayanıyorsun.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Gözyaşı ve Ah İle Ayakta Kalmak
Me’âlî’nin bu beyti, ilk bakışta bir çaresizlik ifadesi gibi görünse de, derinliğine inildiğinde acıyı bir güç kaynağına dönüştüren sofistike bir tevekkül anlayışını barındırır. Şair, yine Divan şiirinin merkezindeki “gönül”e seslenir ve onun içinde bulunduğu durumu tasvir eder.
İlk mısra, “Eşk ü vâha gönül inanırsın,” gönlün sığındığı iki temel unsuru belirtir: “eşk” (gözyaşı) ve “vâh” (ah, feryat). Gönül, çektiği ıstıraplar karşısında gözyaşına ve ah etmeye “inanır.” Bu inanmak, sadece bu eylemleri gerçekleştirmek değil, aynı zamanda onlardan bir medet ummak, acısını bu yollarla dışa vurarak bir nevi teselli bulmaktır. Gözyaşı dökmek ve ah çekmek, kederin en somut, en fiziksel tezahürleridir. Gönül, bu somut eylemlere tutunarak acısını yaşar ve anlamlandırır.
İkinci mısra, bu durumu muhteşem bir metaforla açıklar: “Yele uyup suya dayanırsın.” Bu mısra iki şekilde yorumlanabilir ve her iki yorum da beytin anlamını zenginleştirir:
• Görünürdeki Anlam (Çaresizlik): “Ah” (vâh), ağızdan çıkan bir nefestir ve “yel”e, yani rüzgâra benzer. “Gözyaşı” (eşk) ise “su”dur. Bu yoruma göre şair, gönlüne şöyle seslenmektedir: “Ey gönül! Sen, rüzgâr gibi geçici ve boş olan ahlara uyuyor, su gibi akıp giden ve bir dayanak olamayacak gözyaşlarına güveniyorsun.” Bu, bir çaresizlik ve boşluğa tutunma halidir. Dayanılan şeyler, doğaları gereği istikrarsız ve güvenilmezdir.
• Derin Anlam (Tevekkül ve Güç): Bu yorum, beytin hikmetli yönünü ortaya çıkarır. “Ah” rüzgârdır, “gözyaşı” sudur. Rüzgâr ve su, doğanın en güçlü ve şekil verici unsurlarındandır. Rüzgâr dağları aşındırır, su en sert kayaları deler. Bu açıdan bakıldığında şair, gönlüne şunu söylüyor olabilir: “Ey gönül! Sen zayıf gibi görünen ahını ve gözyaşını birer güç kaynağına dönüştürüyorsun. Rüzgârın gücüne uyum sağlıyor, suyun sabrına ve akışkan gücüne dayanıyorsun.” Bu, acının kendisini bir direniş aracına çevirmektir. Gönül, ah ederek içindeki zehri dışarı atar, gözyaşı dökerek arınır ve bu doğal akışa teslim olarak ayakta kalır. Tıpkı Hz. Eyyûb’un (Peygamber Eyüp) sabırla her türlü derde dayanması gibi, âşığın gönlü de kendi kederinin unsurlarına dayanarak sabreder.
Bu ikinci yorum, beytin edebi ve manevi değerini yükseltir. Me’âlî, bize acıdan kaçmak yerine, onu olduğu gibi kabul edip, onun doğal ön planları olan gözyaşı ve ah ile birlikte akmayı öğretir. Bu, bir nevi pasif direniştir. Gönül, savaşarak değil, uyum sağlayarak ve akışa teslim olarak en büyük fırtınalara bile dayanır. Bu, doğanın bilgeliğini insanın iç dünyasına taşıyan, son derece düşündürücü ve ibretlik bir bakış açısıdır.
Özet
Me’âlî bu beytinde, acı çeken gönlün, teselliyi gözyaşlarında (“eşk”) ve ah etmelerde (“vâh”) bulduğunu ifade eder. Bu durumu, “yele uyup suya dayanmak” olarak tasvirler. Bu ifade, bir yandan rüzgâr ve su gibi dayanıksız şeylere güvenmenin çaresizliğini anlatırken, daha derin bir anlamda ise rüzgârın ve suyun doğal gücüne teslim olarak acıya dayanma ve onunla birlikte akma bilgeliğini simgeler. Beyit, acının kaçınılacak bir şey değil, doğru yaşandığında bir dayanıklılık ve arınma vesilesi olabileceğini düşündürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 46 –

BERCESTE VE İZAHI – 46 –

1. Beyit: Zâtî’den Aşk, Rakip ve Değersizlik Üzerine Bir Feryat
İktibas
Osmanlıca Metin:
رقيبﻪ صدر كوسترﻙ ددڭ اول فتنه‌يه اولو
بنم بر ايت قدر وه وه قاپڭده اعتبارم يوق
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu
Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok
Şair:
Zâtî
Açıklama:
O fitneci rakibe şerefli bir insan diyerek baş köşeyi gösterdin. (O fitneci rakibe baş köşeyi gösterdin ve ona ulumasını söyledin.) Vah vah! Ne yazık ki senin kapında benim bir it kadar bile değerim yok.
İzah ve Makale
Divan şiiri, beşerî aşktan ilahi aşka uzanan yolda insan ruhunun en çalkantılı, en hassas ve en derin hislerine tercüman olmuş bir edebiyat geleneğidir. Bu geleneğin en temel sacayaklarından biri “âşık-maşuk-rakip” (seven-sevilen-rakip) üçgenidir. Zâtî’nin bu feryat dolu beyti, bu üçgenin en acı verici köşesinde duran âşığın, sevdiği tarafından hiçe sayılmasının ve rakibinin baş tacı edilmesinin trajedisini dile getirir.
Aşk Arenasında Değerler Çatışması
Beytin ilk mısrası, âşığın gözünden yaşanan acı bir sahneyi tasvir eder: “Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu”. Sevgili, âşığın can düşmanı olan rakibe “sadr”, yani en şerefli yeri, baş köşeyi göstermiştir. Bu, sadece fiziki bir yer gösterme eylemi değildir; bu, rakibe değer, önem ve üstünlük atfetmektir. Sevgili, bununla da kalmaz, o rakibe “ulu” diye hitap eder. Âşığın gözünde bir “fitne”, yani bir ara bozucu, bir kargaşa unsuru olan rakip, sevgilinin nazarında “ulu” yani yüce bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum, âşığın değer yargılarının ve dünyasının altüst olması demektir. Kendi sadakatini, sevgisini ve fedakârlığını hiçe sayan sevgilinin, bir “fitneciyi” yüceltmesi, âşığın kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir ihanettir.

Vefanın Değersizliği ve “İt” Metaforu

İkinci mısra, bu trajedinin âşığın iç dünyasındaki yansımasını ve ulaştığı son noktayı gösterir: “Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok”. Divan şiirinde “it” (köpek) metaforu, genellikle sadakatin ve kapıdan ayrılmamanın sembolü olarak kullanılır. Köpek, ne kadar hor görülse de sahibinin kapısını bekler, ona sadakatle bağlıdır. Âşık da kendini bu sadık bekleyici olarak görür. Ancak bu beyitte durum daha da vahimdir. Âşık, bu en sadık varlık olan köpek kadar bile itibarının kalmadığını “veh veh” (vah vah, eyvahlar olsun) nidalarıyla haykırır. Sevgilinin kapısı, âşık için bir Kâbe kutsallığındadır; o kapıdan ayrılmamak en büyük erdemdir. Fakat şimdi o kapıda, bir köpeğe gösterilen asgari değer bile ona gösterilmemektedir. Sadakati, vefası ve bitmek bilmeyen sevgisi, “fitneci” bir rakibin yüceltilmesi karşısında tamamen anlamsızlaşmış ve görünmez kılınmıştır.

Tarihi ve Edebi Derinlik
Zâtî, 16. yüzyılın en önemli şairlerinden biridir ve Bâkî gibi sultan şairlere hocalık yapmıştır. Onun şiiri, samimi, lirik ve halk söyleyişlerine yakın bir üslup barındırır. Bu beyit, Zâtî’nin bu samimi üslubunun ve insan psikolojisini anlama konusundaki ustalığının bir isbatıdır. Aşk acısını, kıskançlığı ve değersizlik hissini bu kadar yalın ve aynı zamanda bu kadar güçlü imgelerle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır. Bu feryat, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda liyakatin ve sadakatin göz ardı edildiği, değersiz olanın baş tacı edildiği her türlü sosyal ve insani duruma dair ibretlik bir tenkittir. İnsan, hak ettiğine inandığı değeri göremediğinde ve kendi yerini bir başkasının, özellikle de hak etmediğini düşündüğü birinin aldığını gördüğünde, Zâtî’nin yüzlerce yıl önce döktüğü bu mısralardaki acıyı derinden hisseder.
Özet
Zâtî’nin bu beyti, aşk üçgenindeki âşığın çektiği derin ıstırabı konu alır. Sevgilinin, âşığın gözünde bir “fitneci” olan rakibe en değerli yeri verip onu yüceltmesi karşısında, âşık kendi sadakatinin ve varlığının ne kadar değersizleştirildiğini fark eder. Kendisini, sevgilinin kapısındaki en sadık varlık olan bir köpekten bile daha itibarsız gördüğünü acı bir feryatla dile getirir. Beyit, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda vefanın ve liyakatin hiçe sayıldığı durumlarda insanın hissettiği evrensel hayal kırıklığını ve değersizlik duygusunu etkileyici bir dille anlatır.

2. Beyit: Süleyman Çelebi’den Zikir ve Teslimiyetin Hikmeti
İktibas
Osmanlıca Metin:
هر نفسده الله آدڭ دی مدام
الله آدیله اولور هر ایش تمام
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Her nefesde Allâh adın de müdâm
Allâh adıyla olur her iş tamâm
Şair:
Süleyman Çelebi
Açıklama:
Her nefes alışında sürekli Allah’ı zikret. Bütün işler Allah’ın adını anınca tamam olur.
İzah ve Makale
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız işe başlar, hedefler koyar ve bu hedeflere ulaşmak için çabalar. Ancak bu çabanın ortasında unuttuğu en temel hakikat, kendi gücünün ve iradesinin sınırlı olduğudur. Mevlid-i Şerif’in yazarı olarak gönüllerde taht kuran Süleyman Çelebi, bu ölümsüz beytinde insana bu temel hakikati hatırlatır: gerçek kudretin kaynağına bağlanmadan hiçbir işin tamama ermeyeceği gerçeği.
“Her Nefesde Allâh Adın De Müdâm”: Zikrin Hayata Yayılması
Beytin ilk mısrası, bir tavsiye ve bir yaşam biçimi önerisidir. “Her nefesde Allâh adın de müdâm” yani “Sürekli olarak, her nefes alışverişinde Allah’ın adını an.” Bu, sadece dil ile yapılan bir tekrar eylemi değildir. “Nefes”, hayatın en temel birimidir; hayatın kendisidir. Dolayısıyla her nefeste Allah’ı anmak, hayatın her anını, her eylemini, her düşüncesini Allah bilinciyle yaşamaktır. Bu, tasavvuftaki “dâimî zikir” halidir. Zikir, sadece belli zamanlarda yapılan bir ibadet olmaktan çıkar, insanın varoluşunun ritmi haline gelir. Bu bilinç hali, insana acizliğini ve bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu hatırlatır. Kibrini kırar, onu daha mütevazı ve daha bilinçli bir varlık yapar. Yaptığı her işe başlarken, o işin sadece kendi çabasıyla değil, ilahi bir izin ve yardımla mümkün olacağını idrak eder.
“Allâh Adıyla Olur Her İş Tamâm”: Tevekkül ve Sonucun Kaynağı
İkinci mısra, bu hayat biçiminin getireceği sonucu, bir ilahi kanunu dile getirir: “Allâh adıyla olur her iş tamâm”. Yani, “Her iş, ancak Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla tamama erer, kemale ulaşır.” Bu, halk arasında “Besmelenin sırrı” olarak bilinen hikmetin şiirsel bir ifadesidir. Bir işe “Bismillah” diyerek başlamak, “Ben bu işe kendi gücümle değil, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, O’ndan yardım dileyerek başlıyorum” demektir. Bu, eylemin başlangıcına bir bereket ve bir niyet mührü vurmaktır. Süleyman Çelebi, bu mısra ile sonucun da ancak bu başlangıçla mümkün olacağını vurgular. İnsan elinden gelen tüm çabayı gösterir, sebeplere yapışır; ancak işin neticesini, tamamlanmasını ve hayırla sonuçlanmasını Allah’tan bekler. Bu, teslimiyetin ve tevekkülün en saf halidir. İnsan, kendi çabasının okyanusta bir damla olduğunu, asıl sonucu yaratacak olanın ilahi kudret olduğunu anladığında, başarısızlık korkusundan ve başarı kibrinden kurtulur.

Tarihi ve Kültürel Miras
Süleyman Çelebi’nin bu beyti, kendisinin en meşhur eseri olan Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) yani Mevlid’in de ruhunu özetler. Eser, baştan sona Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam ile örülmüştür ve her bölümü bir tevhid ve teslimiyet bilinciyle yazılmıştır. Bu beyit, yüzyıllardır Anadolu insanının dilinde bir dua, bir düstur olmuştur. Bir işe başlarken, bir zorlukla karşılaşıldığında veya bir iş başarıyla tamamlandığında bu beyit hatırlanır. O, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir milletin kolektif bilincine işlemiş bir inanç manifestosudur. Bize, modern dünyanın unutturmaya çalıştığı bir gerçeği fısıldar: Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, planlarımız ne kadar kusursuz olursa olsun, her işin tamamlanması, her nefesin alınıp verilmesi O’nun iznine tabidir.
Özet
Süleyman Çelebi’nin bu hikmet dolu beyti, insana hayatının her anını Allah bilinciyle (“zikir”) yaşamasını ve her işine O’nun adıyla başlamasını öğütler. İlk mısra, “her nefeste zikir” ile hayatı anlamlandırmayı, ikinci mısra ise “Allah’ın adıyla her işin tamamlanacağı” gerçeğiyle tevekkül ve teslimiyeti anlatır. Beyit, insanın kendi acizliğini kabul edip gerçek kudret sahibi olan Allah’a yöneldiğinde, işlerinin bereketli ve kâmil bir sonuca ulaşacağı evrensel ilkesini vurgular. Bu, hem bir hayat düşüncesi hem de bir inanç düsturudur.

3. Beyit: Osman Hulûsi-i Darendevî’den Aşkın Dönüştürücü Doğası
İktibas
Osmanlıca Metin:
سنك سوداڭه يانمق غيری سودادن اوصانمقـدر
سنی سودم دمك حالڭه رنككه بويايانمقـدر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Senin sevdâna yanmak gayrı sevdâdan usanmaktır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmaktır
Şair:
Osman Hulûsi-i Darendevî
Açıklama:
Ey sevgili! Senin sevdana yanmak, sana sevdalanmak diğer bütün sevgilerden vazgeçmekle olur. Bir insanın seni sevdim diyebilmesi için her hâli ve her tavrıyla senin rengine boyanması, senin gibi olması gerekir.
İzah ve Makale
Aşk, tarihin her döneminde şairlere, düşünürlere ve sanatkârlara ilham vermiş en kadim ve en güçlü duygudur. Ancak aşk, sadece bir his veya bir beyandan ibaret midir? 20. yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden Osman Hulûsi-i Darendevî, bu derinlikli beytinde aşkın ne olmadığını ve gerçekte ne olduğunu, onun dönüştürücü ve başkalaştırıcı tabiatını ortaya koyarak açıklar.
“Senin Sevdâna Yanmak Gayrı Sevdâdan Usanmaktır”: Aşkın Tekliği ve Dışlayıcılığı
Beytin ilk mısrası, gerçek aşkın en temel şartını ortaya koyar: teklik ve münhasırlık. “Senin sevdâna yanmak”, sadece bir sevgiye tutulmak değil, o sevginin ateşinde varlığını eritmektir. Bu “yanma” eylemi, beraberinde bir “usanmayı” yani diğer her şeyden yüz çevirmeyi, bıkmayı getirir. Kalp, bir saray gibidir ve o saraya sadece bir sultan sığabilir. Bir kalpte aynı anda iki hakiki sevda barınamaz. İlahi aşk açısından bu, Allah aşkına tutulan bir kalbin, masivadan, yani Allah dışındaki her türlü dünyevi hevesten, sevgiden ve bağlılıktan kopması demektir. Beşerî aşkta ise bu, sevilene tam bir sadakatle bağlanıp, gözünü ve gönlünü ondan başkasına kapatmaktır. Dolayısıyla sevmek, bir tercih değil, bir vazgeçiştir. Bir şeyi “her şey” yapabilmek için, diğer “her şeyden” vazgeçmek gerekir. Hulûsi Efendi, aşkın bu dışlayıcı ve merkezileştirici yapısını “usanmak” kelimesiyle güçlü bir şekilde ifade eder. Diğer sevdalar artık çekiciliğini yitirmiş, tatsız ve anlamsız hale gelmiştir.
“Seni Sevdim Demek Hâline Rengine Boyanmaktır”: Aşkın İspatı ve Dönüşüm
İkinci mısra, aşkın sadece bir iddia veya sözden ibaret olamayacağını, onun fiili bir ispat gerektirdiğini vurgular. “Seni sevdim demek”, kuru bir cümleden çok daha fazlasıdır; o, sevenin sevgilinin “hâline” ve “rengine boyanmasıdır”. Bu, tasavvuftaki “sıbgatullah” (Allah’ın boyasıyla boyanmak) kavramının bir yansımasıdır. Sevmek, sevilene benzemeye çalışmaktır. Onun ahlakıyla ahlaklanmak, onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğinden uzak durmaktır. Sevgilinin hali ne ise o hale bürünmek, onun rengi ne ise o renge girmektir. Bu, âşığın kendi benliğinden, egolarından, eski alışkanlıklarından soyunup, sevgilinin varlığında yeniden doğmasıdır. Bu bir taklit değil, aşkın ateşiyle pişen ruhun doğal bir dönüşümüdür. Tıpkı bir demirin ateşe girip, ateşin rengini ve özelliğini alarak kor haline gelmesi gibi, âşık da maşukun manevi iklimine girerek onun sıfatlarıyla bezenir. İşte o zaman “Seni sevdim” sözü, hakikat kazanır. Aksi takdirde, bu söz, içi boş bir iddiadan öteye geçemez.

İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Osman Hulûsi Efendi’nin bu beyti, günümüzün yüzeysel ve tüketim odaklı ilişkiler anlayışına derin bir tenkit sunar. Aşkın bir fedakârlık, bir adanmışlık ve bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlatır. Bize şu soruları sordurur: Sevdiğimizi söylerken, gerçekten diğer her şeyden vazgeçebiliyor muyuz? Sevdiğimiz uğruna değişmeye, dönüşmeye, onun ahlakıyla güzelleşmeye ne kadar hazırız? Yoksa “aşk” dediğimiz şey, sadece kendi benliğimizi ve arzularımızı tatmin etme aracı mıdır? Bu beyit, aşkın en yüce formunun, sevenin kendi benliğini sevilenin potasında eriterek “biz” olabilme sanatı olduğunu düşündüren hikmetli bir rehberdir.
Özet
Osman Hulûsi-i Darendevî’nin beyti, gerçek aşkın iki temel özelliğini tanımlar. Birincisi, hakiki bir sevgiye bağlanmanın, diğer bütün sevgilerden ve bağlılıklardan vazgeçmeyi gerektirmesidir. İkincisi ise, “seni seviyorum” demenin ispatının, sadece sözle değil, sevenin kendisini tamamen değiştirerek sevilenin haliyle hallenmesi, onun rengine bürünmesi, yani ona benzemesiyle mümkün olduğudur. Beyit, aşkın bir iddia değil, köklü bir dönüşüm ve tam bir adanmışlık hali olduğunu veciz bir şekilde ortaya koyar.

4. Beyit: Fuzûlî’den Aşkın Özü ve Bencillik Üzerine Bir Tahlil
İktibas
Osmanlıca Metin:
جانى كيم جانانى ايچون سوسه جانانين سور
جانى ايچون كيمكه جانانين سور جانين سور
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever
Şair:
Fuzûlî
Açıklama:
Eğer bir kimse kendi canını cananı için severse aslında cananını seviyor demektir. Kendi canı için cananını seven kişi ise hakikatte sadece kendini seviyor demektir.
İzah ve Makale
Aşk ve ıstırap şairi olarak bilinen büyük usta Fuzûlî, şiirlerinde insan ruhunun en karmaşık ve en derinlikli analizlerini yapar. Onun bu beyti, basit bir kelime oyunu gibi görünse de aslında aşkın yapisina, samimiyetine ve bencillikle olan hassas çizgisine dair yapılmış en keskin hikmetli tahlillerden biridir. Fuzûlî, “sevmek” eyleminin ardındaki niyeti sorgulayarak gerçek aşk ile sahte aşkı birbirinden ayırır.
Gerçek Aşk: Cânı Cânân İçin Sevmek
Beytin ilk mısrası, fedakârlığın ve gerçek sevginin tanımını yapar: “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever”. Yani, “Kim ki kendi canını (varlığını, hayatını) sevgilisi (cânân) uğruna, ona hizmet etmek, onun yanında olmak için severse, işte o kişi gerçekten sevgilisini seviyordur.” Bu bakış açısı, ilk başta zıt gibi görünebilir. Ancak Fuzûlî burada, “kendini sevme” eylemine yüklenen niyete dikkat çeker. Âşık, kendi canını neden sever? Eğer bu sevginin sebebi, o canın sevgiliye feda edilecek, onun yolunda harcanacak bir sermaye olması ise, bu sevgi, bencillikten arınmış, tamamen sevgiliye yönelmiş bir sevgidir. Âşık, sağlıklı olmak ister; çünkü sevgilisine daha iyi hizmet etmek ister. Hayatta kalmak ister; çünkü sevgilisinin cemalini bir an daha fazla görmek ister. Bu durumda kendi varlığı, amaç değil, sevgiliye ulaşmada bir araçtır. Bu, sevginin en diğerkâm, en başka halidir. Merkezde “ben” değil, “o” vardır.
Bencil Aşk: Cânânı Cân İçin Sevmek
İkinci mısra, madalyonun diğer yüzünü, yani bencilliğin ve sahte sevginin tanımını yapar: “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever”. Yani, “Kim ki sevgilisini kendi canı (nefsi, çıkarları, mutluluğu) için severse, o kişi aslında sevgilisini değil, kendi canını seviyordur.” Bu, sevginin bir araç haline getirildiği en yaygın ve en tehlikeli durumdur. Kişi, sevgiliyi sever çünkü sevgili ona kendini iyi hissettirir, yalnızlığını giderir, statü kazandırır veya ona haz verir. Sevgili, âşığın kendi benliğini tatmin etmek için kullandığı bir nesneye dönüşür. Sevginin merkezinde sevgilinin varlığı ve mutluluğu değil, âşığın kendi tatmini vardır. Sevgili, bu tatmini sağlamadığı anda, o “aşk” da kolayca buharlaşabilir. Fuzûlî, bu ince ama derin ayrımı ortaya koyarak, sayısız ilişkinin ve “aşk” diye nitelenen duygunun aslında gizli bir narsisizm ve bencillik olduğunu yüzümüze çarpar.
Fuzûlî’nin Edebi Dehası
Bu beyitteki deha, sadece felsefi derinliğinde değil, aynı zamanda “cân” ve “cânân” kelimelerinin ustaca, bir satranç ustası gibi yer değiştirilerek kullanılmasında yatar. Aynı kelimelerle, sadece yerlerini ve aradaki “içün” edatının yönünü değiştirerek, birbirine tamamen zıt iki anlam dünyası kurar. Bu, onun dile ne kadar hâkim olduğunun ve en karmaşık fikirleri en veciz şekilde nasıl ifade edebildiğinin bir isbatıdır. Bu beyit, okuyucuyu durup düşünmeye sevk eder: Benim sevgimin arkasındaki niyet ne? Seviyor muyum, yoksa sevilmenin getirdiği hisleri mi seviyorum? Karşımdakini bir amaç olarak mı görüyorum, yoksa kendi mutluluğum için bir araç olarak mı? Fuzûlî’nin asırlar önce sorduğu bu sorular, bugün de geçerliliğini ve yakıcılığını korumaktadır.
Özet
Fuzûlî’nin bu deha ürünü beyti, gerçek aşk ile bencil sevgi arasındaki temel farkı ortaya koyar. Gerçek aşk, kişinin kendi varlığını (“cân”), sevgilisine (“cânân”) hizmet etmek ve onun uğruna feda etmek için sevmesidir; bu durumda merkezde sevgili vardır. Bencil sevgi ise, kişinin sevgiliyi kendi nefsinin tatmini, mutluluğu ve çıkarları (“cânı”) için sevmesidir; bu durumda sevgi bir araç, kişi ise aslında kendisinin âşığıdır. Beyit, sevginin ardındaki niyeti sorgulatarak, okuyucuyu derin bir öz eleştiriye davet eder.

5. Beyit: Nâbî’den Haddini Bilmenin Erdemi ve Güvenliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
فدای تيغ اولور حدّن تجاوز ايلين مولر
جفای تيغدن آسوده‌در مژگان و ابرولر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Fedâ-yı tîğ olur haddin tecâvüz eyleyen mûlar
Cefâ-yı tîğdan âsûdedir müjgân u ebrûlar
Şair:
Nâbî
Açıklama:
Gereğinden fazla uzayan, haddini aşan kıllar kesilmeye lâyık bir hâle gelirler. Kirpikler ve kaşlar hadlerini bildikleri ve uzamadıkları için kılıçtan, yani kesilmekten kurtulurlar.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük “hikemî” yani hikmet ve öğüt şairi Nâbî, şiiri sadece estetik bir zevk aracı olarak görmemiş, onu aynı zamanda toplumu ve bireyi eğiten, onlara yol gösteren bir vasıta olarak kullanmıştır. Nâbî’nin bu beyti, onun bu didaktik üslubunun en güzel örneklerinden biridir. Gündelik hayattan, insan vücudundan aldığı basit bir gözlemle, haddini bilmenin evrensel erdemi ve bilgeliği üzerine derin bir ders verir.
“Fedâ-yı Tîğ Olur Haddin Tecâvüz Eyleyen Mûlar”: Haddini Aşmanın Sonu
Beytin ilk mısrası, bir tespiti ve bir kanunu ortaya koyar. “Mûlar”, yani saçlar ve sakallar gibi uzayan kıllar, “haddin tecâvüz eylediğinde”, yani belirlenmiş sınırı aştığında, uzaması gereken ölçüyü geçtiğinde, “fedâ-yı tîğ olur”; yani kılıcın (veya makasın, bıçağın) kurbanı olur, kesilirler. Burada “tîğ” (kılıç), sadece bir kesme aleti değil, aynı zamanda düzeni sağlayan, sınırı aşanı cezalandıran bir otoriteyi, bir ilahi veya toplumsal kanunu simgeler. Nâbî, bu basit bakış üzerinden şu mesajı verir: Hayatta her varlık ve her insan için belirlenmiş bir sınır, bir ölçü, bir makam vardır. Bu sınırı aşan, haddini bilmeyen, kibre kapılıp boyundan büyük işlere kalkışan veya ait olmadığı bir konuma göz diken herkes, eninde sonunda düzenin “kılıcı” tarafından cezalandırılır, haddi bildirilir ve bulunduğu yerden indirilir. Bu, hem fiziksel hem de sosyal bir kanundur. Aşırılık, her zaman tehlikeyi ve yıkımı beraberinde getirir.
“Cefâ-yı Tîğdan Âsûdedir Müjgân u Ebrûlar”: Sınırını Bilmenin Huzuru
İkinci mısra, bu kanunun istisnasını ve kurtuluşun reçetesini sunar. “Müjgân u ebrûlar”, yani kirpikler ve kaşlar, “cefâ-yı tîğdan âsûdedir”; yani kılıcın eziyetinden, kesilme derdinden uzaktır, güvendedir, huzur içindedir. Neden? Çünkü onlar hadlerini bilirler. Belli bir uzunluğa erişince dururlar, daha fazla uzayarak ait oldukları yerin (gözün) düzenini bozmazlar. Onların bu “kendi sınırını bilme” durumu, onlara bir dokunulmazlık ve bir güvenlik sağlar. Nâbî, bu zarif metaforla şu hikmeti dile getirir: Gerçek huzur ve güvenlik, ihtirasta ve sınırı aşmakta değil, kendi yerini, haddini ve kapasitesini bilmekte ve buna rıza göstermektedir. Kendi fıtratına uygun yaşayan, tevazu sahibi olan, başkasının hakkına ve makamına göz dikmeyen kişi, hayatın ve toplumun sarsıcı “kılıçlarından”, yani çatışmalardan, hayal kırıklıklarından ve cezalardan kendini korumuş olur. Bu, bir pasiflik veya miskinlik çağrısı değil, bir öz-bilinç ve bilgelik davetidir.

Nâbî Ekolü ve İbretlik Ders
Bu beyit, Nâbî’nin temsil ettiği hikemî şiir anlayışının özünü yansıtır. Aşkın ıstırapları veya tabiatın güzellikleri yerine, insana ve topluma dair pratik, ahlaki ve felsefi dersler verir. Beyit, her çağın insanına hitap eden evrensel bir ibret barındırır. Kariyer hırsıyla her yolu mübah gören bir yöneticiden, kapasitesini aşan projelere girişen bir girişimciye; sosyal medyada haddini aşan yorumlar yapan bir bireyden, komşusunun sınırını ihlal eden bir devlete kadar herkes için bu beyitte bir ders vardır. Haddini bilmek, bir küçüklük veya zayıflık değil, aksine en büyük erdem ve en sağlam güvenlik kalkanıdır. Huzur, aşırılıkta değil, dengede ve ölçüde gizlidir.
Özet
Nâbî, bu didaktik beytinde, insan vücudundan aldığı bir metaforla evrensel bir ahlak dersi verir. Gereğinden fazla uzayarak haddini aşan saç ve sakal gibi kılların kesilerek cezalandırıldığını; buna karşılık, kendi doğal sınırlarını bilip daha fazla uzamayan kaş ve kirpiklerin ise bu kesilme eziyetinden güvende ve huzur içinde olduğunu belirtir. Bu yolla şair, hayatta kendi sınırlarını bilen, tevazu gösteren ve aşırılıktan kaçınan bireylerin huzur ve güvenlik içinde olacağını, haddini aşıp kibre kapılanların ise eninde sonunda bunun cezasını çekeceğini hikmetli bir dille anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 45 –

BERCESTE VE İZAHI – 45 –

1. Bağdatlı Rûhî ve Hakiki Sarhoşluk
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
صانماقك بزی كيم شيرۀ انگور ايله مستز
بز اهل خراباتدن مست الستز
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Sanman bizi kim şîre-i engûr ile mestiz
Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz
Şair: Bağdatlı Rûhî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Siz sakın bizi üzüm suyu olan şarapla sarhoş olmuş zannetmeyin. Biz manevi aşkın tadıldığı, ilâhî aşkla sarhoş olunan tekke müntesipleriyiz. Ruhlarımızın yaratıldığı ve “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna muhatap olduğumuz andan beri sarhoşuz.
İzah ve Tahlil
Bağdatlı Rûhî, bu meşhur beytinde, tasavvuf edebiyatının en temel metaforlarından ikisini bir araya getirir: “şarap” (mest) ve “meyhane” (harâbât). İlk bakışta dünyevi zevkleri hatırlatan bu kelimeler, beytin ikinci mısrasıyla bambaşka bir boyuta taşınır. Şair, kendisinin ve yoldaşlarının sarhoşluğunun üzüm suyundan (şîre-i engûr) kaynaklanan geçici ve maddevi bir sarhoşluk olmadığını beyan eder. Onlar, “ehl-i harâbât”tır; yani bu dünyanın geçici nizamını ve kurallarını kalplerinde yıkmış, gerçeğin peşine düşmüş arifler zümresindendir. Onların sarhoşluğu ise “mest-i elest”tir. Bu, ruhların ezelde, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” (Elestu bi-Rabbikum?) sorusuna “Evet, Rabbimizsin!” (Belâ!) diye cevap verdikleri o anın, o ilahi ikrarın ve muhabbetin sarhoşluğudur. Dolayısıyla bu sarhoşluk, dünyaya gelmeden önce başlayan, ebediyete uzanan köklü ve hakiki bir aşkın ifadesidir.
Makale: Elest Bezmi’nin Sarhoşları
İnsanlık tarihi, görünenin ardındaki manayı arayanların hikayesidir. Kimi zaman bir düşünürün tefekküründe, kimi zaman bir sanatçının ilhamında, kimi zaman da bir arifin vecd halinde tezahür eden bu arayış, dilin sınırlarını zorlayan sembollerle ifade edilmiştir. Tasavvuf geleneği, bu sembolik dilin en zengin ve en derin olduğu alanlardan biridir. Bağdatlı Rûhî’nin “Biz ehl-i harâbâtdanız mest-i elestiz” mısrası, bu semboller evreninin kapısını aralayan bir anahtar gibidir.
Beytin ilk mesajı, bir yanılgıyı düzeltmektir: “Bizi gördüğünüz gibi sanmayın.” Dışarıdan bakıldığında toplumun alışılagelmiş kalıplarının dışında, belki de aykırı görünen bu “harâbât ehli”, aslında bambaşka bir alemin sakinleridir. Onların mekanı olan “harâbât” (harabeler, meyhane), zahiri anlamıyla bir günah mekanı değil, aksine benliğin, kibrin, riyanın ve dünyaya ait bütün sahte yapıların yıkıldığı (harap edildiği) bir gönül tekkesidir. Orada içilen şarap, aklı baştan alan üzüm suyu değil, ruhu besleyen, kişiyi Rabbine yaklaştıran “aşk-ı ilahi”dir. Bu şarapla sarhoş olanlar, dünyanın geçici zevklerinden ve sahte kimliklerinden soyunarak özgürleşirler.
Bu sarhoşluğun kaynağı ise dünyevi değil, ezeli bir hadiseye dayanır: Elest Bezmi. Kur’an-ı Kerim’de işaret edilen bu meclis, ruhların bedene bürünmeden önce Allah’ın huzurunda toplandığı ve O’nun Rabliğini ikrar ettiği o kutsal andır. İşte o an, ruhun Yaratıcısı ile ilk ve en doğrudan ahitleşmesidir. O ilahi hitabın hazzı, o tanışıklığın nuru, ruhların hafızasına silinmez bir mühür gibi kazınmıştır. Rûhî’ye göre gerçek arifler, dünyada yaşarken bile o ezeldeki meclisin sarhoşluğunu, o ahdin sıcaklığını ruhlarında hissedenlerdir. Onların neşesi, sevgisi, coşkusu ve hatta bazen toplum tarafından anlaşılamayan halleri, bu ezeli hatıranın bir yansımasıdır.
Bu beyit, aynı zamanda bir meydan okumadır. Dünyanın sığ ölçüleriyle, maddeci bakış açısıyla maneviyat ehlini yargılayanlara karşı bir duruştur. “Sizin sarhoşluk dediğiniz şey, bizim ayıklığımızın yanında bir hiçtir. Sizin ayıklık dediğiniz gaflet uykusu ise bizim ilahi aşk sarhoşluğumuzun yanında bir zindandır” der gibidir. Tarih boyunca nice Hak aşığı, bu “mest-i elest” haliyle yaşamış, eserler vermiş ve insanlığa yol göstermiştir. Onlar, üzümün şırasıyla değil, ilahi tecellilerin şarabıyla kendinden geçmiş, varlıklarını o sonsuz okyanusta bir damla gibi hissetmişlerdir. Bu hal, bir kaçış değil, bilakis en büyük hakikate uyanıştır.
Özet: Bağdatlı Rûhî’nin beyti, zahiri görünüşe aldanmamak gerektiğini vurgular. Gerçek maneviyat ehlinin sarhoşluğunun, dünyevi zevklerden kaynaklanmadığını, aksine ruhların ezelde Allah’a verdikleri sözün ve o andaki ilahi aşkın ebedi bir yankısı olduğunu ifade eder. “Harâbât” benliğin yıkıldığı gönül, “şarap” ilahi aşk, “sarhoşluk” ise o aşktaki vecd halidir.

2. Hüznî ve Nevres’in Dilinden Aşkın Istırabı
İktibas
Arap Harfleriyle Aslı:
مشكل هزارۀ ايواه دوشمك جدا گلندن
مجنون اولان بيراقماز ليلاسنی ديلندن
حزنی وصال خبرن بكلر جانان الندن
كوچمش مراده ايرمك نورس وفا يولندن
ای كاش كوی ياره برباشقه راه اولایدی
Okunuşu:
Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Müşkil hezâra eyvâh düşmek cüdâ gülünden
Mecnûn olan bırakmaz Leylâ’sını dilinden
Hüznî visâl haberin bekler cânân ilinden
Güçmüş murâda ermek Nevres vefâ yolundan
Ey kâş kûy-i yâre bir başka râh olaydı
Şair: Hüznî – Nevres
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eyvah! Bülbüle sevdiği gülünden ayrı düşmek çok zor geliyor. Mecnun derecesinde sevenler Leylâ’sını dilinden düşürmez. Hüznî, sevgilinin ilinden kavuşma haberi bekliyor. Ey Nevres! Vefa yoluyla sevgiliye kavuşmak, murada ermek çok güçmüş. Keşke, sevgilinin mahallesine ulaşmak için bir başka yol olsaydı.
İzah ve Tahlil
Bu beşlik, divan edebiyatının temel mazmunları olan aşk, ayrılık (cüda), vefa ve vuslat (kavuşma) temalarını işler. Şairler (Hüznî ve Nevres), aşkın getirdiği ıstırabı ve çaresizliği farklı örneklerle dile getirir. İlk dize, bülbülün gülden ayrı düşmesinin ne kadar zor olduğunu (“müşkil hezâra”) ifade ederek başlar. Bu, âşığın maşuktan ayrı kalmasının evrensel acısını simgeler. Üçüncü ve dördüncü dizelerde şairler kendi hallerini bu örneklere bağlarlar: Nevres bu “vefa yolu”nun ne kadar zorlu ve meşakkatli olduğunu itiraf eder.
Makale: Vefa Yolu ve Ayrılığın Edebi Mirası
Aşk, insan ruhunun en kadim ve en güçlü duygusudur. Varlığında dünyayı cennete çeviren bu duygu, yokluğunda ve ayrılığında ise en derin ıstırapların kaynağı olur. Edebiyat, bu ıstırabın, bu hasretin ve bu bekleyişin en dokunaklı anıtlarını inşa etmiştir. Hüznî ve Nevres’in ortaklaşa kaleme aldığı bu şiir, ayrılık acısının farklı yüzlerini ve bu acıyla sınanan âşığın sadakatini dile getiren hüzünlü bir manifestodur.
Şiir, tabiatın en bilinen âşığı bülbül ile başlar. Bülbülün feryadı, gülüne olan hasretindendir. Onun şakıması bir neşe değil, bir ayrılık şarkısıdır. Bülbül, sevdiğinden uzakta olmanın bedelini ebedi bir feryatla öder.

3. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr ve Umutsuzluk Dergahının Olmayışı
İktibas
Farsça Aslı:
باز آ باز آ هر آنچه هستی باز آ
گر کافر و گبر و بت‌پرستی باز آ
این درگه ما درگه نومیدی نیست
صد بار اگر توبه شکستی باز آ
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûl
Bâz â bâz â her ânçi hestî bâz â
Ger kâfer u gebr u botperestî bâz â
În dergeh-i mâ dergeh-i novmîdî nîst
Sed-bâr eger tovbe şikestî bâz â
Şair: Ebû Saîd Ebu’l-Hayr (Sıklıkla Mevlana’ya atfedilir)
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel. Kafir, ateşe tapan, putperest olsan da yine gel. Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir. Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.
İzah ve Tahlil
Bu dörtlük, İslam tasavvufunun ve genel olarak ilahi rahmet anlayışının en kucaklayıcı ve en meşhur ifadelerinden biridir. Şair, kimliğine, inancına, geçmişine veya günahlarına bakmaksızın herkese koşulsuz bir davet sunar. “Ne olursan ol, yine gel” çağrısı, ilahi merhametin sınır tanımadığının altını çizer. “Kafir, gebr (ateşe tapan), putperest” gibi en uç ve dışlanmış görünen kimlikler bile bu davetin dışarısında değildir. Beytin kilit noktası ikinci mısradır: “Bu dergâh, umutsuzluk dergâhı değildir.” Bu ifade, insanın en büyük günahının Allah’ın rahmetinden ümit kesmek (ye’s) olduğu inancını yansıtır. Son mısra ise bu umudu perçinler: “Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu, tövbenin bir defalık bir eylem değil, bir süreç olduğunu; insanın hata yapmaya meyilli olduğunu ancak rahmet kapısının her zaman açık olduğunu anlatır. Bu rubai, yargılayan değil, kucaklayan; dışlayan değil, çağıran bir maneviyat anlayışının manifestosudur.
Makale: Rahmet Kapısı ve Kırık Tövbekarın Sığınağı
İnsanoğlu, hata ile malul, nisyan ile yoğrulmuş bir varlıktır. Hayat yolculuğunda düşer, kalkar, yeminler eder ve yeminlerini bozar. Her düşüş, ruhta bir yara, vicdanda bir sızı bırakır. Bu yaraların en tehlikelisi ise zamanla ümitsizliğe dönüşenidir. Kişi, kendisini o kadar kirlenmiş, o kadar layık olmayan bir konumda görür ki, bir daha temizlenemeyeceğine, affedilemeyeceğine inanır. İşte bu ümitsizlik zindanı, ruhun en karanlık hücresidir. Ebû Saîd Ebu’l-Hayr’a atfedilen bu ölümsüz dörtlük, tam da o zindanın duvarlarını yıkan bir nida, o karanlığa sızan bir umut ışığıdır.
“Yine gel, yine gel, ne olursan ol, yine gel.” Bu tekrar, sıradan bir davet değil, ilahi rahmetin ısrarlı ve şefkatli çağrısıdır. Bu çağrı, insanın kimliğine, etiketine, inanç sistemine bakmaz. Toplumun “öteki” olarak kodladığı, “kafir”, “ateşperest”, “putperest” diye yaftaladığı herkesi kapsar. Çünkü bu dergâhın kapısında kimlik kontrolü yapılmaz; orada yalnızca pişmanlık ve samimiyet aranır. Bu, ilahi bakışın, beşeri yargıların ne kadar üstünde olduğunu gösteren muazzam bir perspektiftir. İnsanların birbirini inançları veya günahları yüzünden kolayca dışladığı bir dünyada, bu dergâh herkese “hoş geldin” der.
Şiirin kalbi, “Bizim bu dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir” mısrasında atar. Bu, tasavvufun temel felsefesini özetler. Allah’ın rahmeti, O’nun gazabını geçmiştir. Dolayısıyla, en büyük günah, bir hata işlemek değil, o hatadan sonra Allah’ın affediciliğinden şüphe duymaktır. Ümitsizlik, Yaratıcı ile kul arasına çekilen en kalın perdedir. Bu dergâh, o perdeyi yırtıp atmak için vardır.
“Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel.” Bu son dize, insan psikolojisini en derinden anlayan ifadedir. Tövbe etmek bir irade, tövbeyi bozmak ise bir zaafiyet anıdır. İnsan, bu ikisi arasında salınır durur. Pek çok kişi, defalarca tövbesini bozduktan sonra yüzünü kapıya dönmekten utanır, artık kabul edilmeyeceğini düşünür. Bu mısra, o utangaç ve çekingen ruha seslenir: “Senin zaafiyetin, benim rahmetimden büyük değildir. Senin yüz defa bozman, benim yüz birinci defa kabul etmeme engel değildir. Yeter ki sen, samimiyetle yeniden gel.”
Tarih boyunca bu anlayış, Mevlevihaneleri, tekkeleri ve dergâhları sadece birer ibadet mekanı değil, aynı zamanda toplumdan dışlanmışların, günahkarların, arayış içindekilerin sığındığı birer şifa ve rehabilitasyon merkezi yapmıştır. Bu dörtlük, bir şiir olmanın ötesinde, zaman ve mekan aşan bir merhamet manifestosu, kırık kalplerin ve yorgun ruhların sığınabileceği ebedi bir limanın davetiyesidir.
Özet: Bu dörtlük, ilahi rahmetin sınırsızlığını ve kapsayıcılığını vurgular. Kim olursa olsun, geçmişi ne kadar karanlık olursa olsun ve ne kadar çok hata yapmış olursa olsun, herkesin tövbe ve umut kapısına davetli olduğunu anlatır. Asıl meselenin günah işlemek değil, Allah’ın affından ümit kesmek olduğunu belirterek, “ümitsizlik dergâhı” olmadığının altını çizer ve defalarca tövbesini bozanları bile tekrar tekrar gelmeye teşvik eder.

4. Yahyâ Kemâl Beyatlı ve Hazan Bahçelerinin Hüznü
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
قلبم يينه اوزگون سنی آڭدم دريندن
كچديم يينه دون اسكی خزان باغچه لرندن
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Kalbim yine üzgün seni andım da derinden
Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden
Şair: Yahyâ Kemâl Beyatlı
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Kalbim yine üzgün. Derinden seni andım. Dün yine eski hazan bahçelerinden geçtim.
İzah ve Tahlil
Yahyâ Kemâl’in bu beyti, modern Türk şiirinin klasik aruz vezniyle yazılmış en lirik ve dokunaklı örneklerinden biridir. Beyit, üç temel unsur üzerine kuruludur: hüzünlü bir kalp, derinden anılan bir “sen” (sevgili) ve bu anımsamayı tetikleyen mekan, yani “eski hazan bahçeleri”. Şair, anlık bir duyguyu değil, tekrarlanan, süreğen bir hüznü (“yine üzgün”) ifade eder. Bu hüzün, sevgilinin “derinden” anılmasıyla tetiklenir. Bu anma eylemi soyut bir düşünce değil, somut bir eylemle, yani “eski hazan bahçelerinden geçmekle” birleşir. “Hazan,” yani sonbahar, edebiyatta hüzün, ayrılık, fânilik ve geçmişin sembolüdür. “Eski” kelimesi ise bu bahçelerin sadece mevsimsel bir sonbaharı değil, aynı zamanda yaşanmışlıkların, hatıraların biriktiği, artık geride kalmış bir zamanı temsil ettiğini gösterir. Dolayısıyla şair, maziye yaptığı bir yolculukla bugünkü hüznünü birleştirerek, zaman, mekan ve duygu arasında kopmaz bir bağ kurar.
Makale: Hafızanın Mekanları ve Sonbaharın Melankolisi
Hafıza, sadece zihinde depolanan soyut bilgiler yığını değildir; o, mekanlarla, kokularla, mevsimlerle ve duygularla örülmüş canlı bir arazidir. Bazen bir şarkı, bazen bir koku, bazen de bir mekan, bizi o arazinin en ücra köşelerine, en unutulmuş patikalarına götürür. Yahyâ Kemâl Beyatlı’nın o meşhur beyti, hafızanın mekanla olan bu derin ve melankolik ilişkisini iki mısraya sığdıran bir şaheserdir. “Geçtim yine dün eski hazân bahçelerinden,” mısrası, sadece bir yerden bir yere gitmeyi değil, aynı zamanda zamanda bir yolculuğu, kalbin derinliklerine doğru bir inişi anlatır.
Beytin ilk mısrası, bir duygu durum tespitiyle başlar: “Kalbim yine üzgün.” Bu “yine” kelimesi, hüznün gelip geçici bir misafir değil, kalbin gediklisi olduğunu ima eder. Bu hüzün, bir sebep-sonuç ilişkisiyle ortaya çıkar: “seni andım da derinden.” Anmak, sıradan bir hatırlama eylemi değildir; “derinden” yapıldığında, geçmişin tüm canlılığıyla, tüm ağırlığıyla bugüne taşınmasıdır. O “sen”, bir sevgili, kayıp bir dost, belki de yitirilmiş bir gençlik veya bir medeniyettir. Yahyâ Kemâl şiirinde bu “sen” genellikle İstanbul’a, Osmanlı’nın kaybolan estetiğine ve ruhuna da işaret eder.
Bu derin hatırlamayı tetikleyen şey ise mekandır: “eski hazân bahçeleri.” Bahçe, normalde hayatın, canlılığın ve baharın sembolüdür. Ancak “hazan” yani sonbahar mevsimiyle birleştiğinde, bu anlam tersine döner. Hazan bahçesi, dökülen yaprakları, solan renkleri, yaklaşan kışın habercisi olan serin rüzgarlarıyla bir fânilik, bitiş ve hüzün coğrafyasıdır. Ağaçlar, yapraklarını dökerken sanki hatıralarını da toprağa serer. Şairin bu bahçelerden geçmesi, kendi mazi enkazının, kendi gönül harabesinin içinden geçmesi gibidir. O bahçeler “eski”dir, çünkü hem hatıralar eskidir hem de o bahçelerin ait olduğu dünya artık yoktur.
Bu beyit bize, hüznün ve melankolinin de estetik bir değeri olabileceğini gösterir. Yahyâ Kemâl, acıdan şikayet etmek yerine onu bir ilham kaynağına dönüştürür. O, hazan bahçelerinde gezinerek sadece geçmişi anmaz, aynı zamanda o geçmişin hüznüyle kendi şairane kimliğini besler. Bu, kayıplarla yaşamayı öğrenmenin, onları bir yük olarak değil, ruhu derinleştiren bir zenginlik olarak görmenin edebi bir ifadesidir. Şairin adımları, dökülen yaprakların çıkardığı hışırtıyla birleşir ve her adımda kalp, derinden andığı “sen”e dair bir anıyı daha gün yüzüne çıkarır. Bu, zamanın, mekanın ve hafızanın iç içe geçtiği, hüzünle kutsanmış bir ayindir.
Özet: Yahyâ Kemâl’in beyti, hüzün, hafıza ve mekan arasındaki güçlü bağı anlatır. Süreğen bir kalp üzüntüsü, sevilen bir varlığın derinden anılmasıyla tetiklenir. Bu hatırlama eylemi ise somut olarak, geçmişin ve sonbaharın melankolisini taşıyan “eski hazan bahçelerinden” geçmekle gerçekleşir. Beyit, hüznün sadece bir duygu olmadığını, aynı zamanda geçmişe yapılan estetik ve derin bir yolculuk olduğunu ifade eder.

5. Ziyâ Paşa ve Halîm İnsanın Gazabı
İktibas
Osmanlı Harfleriyle Aslı:
اللّٰهه صیغین شخص حليمك غضبندن
زيرا يوموشاق خويلو آتك چيفته سی پكدر
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından
Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir
Şair: Ziyâ Paşa
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Yumuşak huylu, sakin tabiatlı bir insanın öfkesinden Allah’a sığın. Zira yumuşak huylu atın çiftesi pekdir, serttir.
İzah ve Tahlil
Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, bu beytinde hikmetli bir hayat dersi verir. Beyit, bir uyarı ve bu uyarının gerekçesinden oluşur. Uyarı, “şahs-ı halîm”in, yani yumuşak huylu, sabırlı, sakin ve ağırbaşlı bir kimsenin gazabından (öfkesinden) Allah’a sığınmak gerektiğidir. Bu, ilk bakışta bir tezat gibi durur. Neden en tehlikeli öfke, en sakin insandan gelsin? Cevap ikinci mısradaki muhteşem teşbihte (benzetmede) gizlidir: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Her zaman huysuzluk yapan, sürekli çifte atan bir atın tepkileri tahmin edilebilirdir ve genellikle daha az zararlıdır. Ancak uysallığıyla bilinen, sakin bir at eğer çifte atıyorsa, bu onun gerçekten çok ciddi bir şekilde rahatsız edildiğini, sabrının son sınırına gelindiğini gösterir. Bu tepki, ani, beklenmedik ve bu yüzden çok daha sert ve tehlikeli olur. Aynı şekilde, sabırlı bir insan kolay kolay öfkelenmez. Öfkelendiği zaman ise bu, bardağı taşıran son damlanın düştüğü, bütün tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir. Bu yüzden onun öfkesi, gelip geçici bir parlama değil, birikmiş bir tepkinin patlamasıdır ve sonuçları ağır olabilir.
Makale: Sabrın Sınırı ve Yumuşak Huylu Atın Çiftesi
Toplumsal ilişkiler, görünmez sabır iplikleriyle örülmüş bir ağa benzer. Her birey, bu ağ içinde belli bir tahammül ve hoşgörü payıyla hareket eder. Kimi insanlar fevri, tepkisel ve sabırsızken; kimileri de “halîm” sıfatıyla anılır. Onlar, yumuşak huylu, anlayışlı ve sakin tabiatlarıyla çevrelerine güven ve huzur verirler. Ancak Ziyâ Paşa’nın Terkib-i Bend’inden alınan bu hikmet dolu beyit, bize bu sakinliğin aldatıcı olabileceğini ve en çok sakınılması gereken öfkenin, tam da bu sabır abidelerinden gelebileceğini hatırlatır.
“Allâh’a sığın şahs-ı halîmin gazabından.” Bu mısra, bir uyarıdan çok, bir feryat gibidir. Kolay kolay öfkelenmeyen, her şeyi alttan alan, affedici ve olgun bir insanı öfkelendirecek noktaya getirmek, büyük bir maharetsizlik ve hadsizliktir. Çünkü o noktaya gelene kadar o insan, sayısız uyarıda bulunmuş, sayısız yanlışı sineye çekmiş, karşısındakine defalarca kendini düzeltme fırsatı vermiştir. Onun öfkesi, bir anda parlayan saman alevi gibi değildir; aylar, hatta yıllar boyunca sessizce birikmiş bir volkanın patlaması gibidir. Bu patlama, arkasında derin bir hayal kırıklığı, bitmiş bir güven ve geri dönülmez bir kopuş bırakır.
Ziyâ Paşa’nın kullandığı benzetme, bu durumu kusursuz bir şekilde özetler: “Zîrâ yumuşak huylu atın çiftesi pekdir.” Hayvan davranışlarını gözlemleyenler bilir ki, en tehlikeli hayvanlar, genellikle en sakin ve tahmin edilemez olanlardır. Huysuz bir at, sürekli tepinerek niyetini belli eder ve ondan korunmak kolaydır. Ama uysal bir at, sabrının sonuna geldiğinde, tüm gücüyle, hiç beklenmedik bir anda ve ölümcül bir isabetle çiftesini savurur. İşte halîm insanın gazabı da böyledir. O, öfkelendiğinde bağırmaz, çağırmaz, kontrolünü kaybetmez. Tam aksine, genellikle buz gibi bir sessizliğe bürünür, kararını verir ve uygular. Onun çiftesi, bağırıp çağırmak değil, o ilişkiyi, o dostluğu veya o bağı zihninde ve kalbinde kesin bir kararla bitirmesidir. Bu, en “pek” yani en sert ve geri dönüşü olmayan tepkidir.
Bu beyit, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde ibretlik bir derstir. İnsan ilişkilerinde, karşımızdakinin sabrını ve iyi niyetini bir zafiyet olarak görmememiz gerektiğini öğretir. Bir insanın sessizliği, olan biteni anlamadığı veya kabul ettiği anlamına gelmez. O sessizlik, genellikle durumu gözlemlediği, ölçüp biçtiği ve sabrettiği bir süreçtir. O sabır taşı çatladığında ise ortaya çıkan enerji, her şeyi yıkıp geçebilir. Tarihte de nice sakin ve mazlum görünen milletin, zulüm ve baskı karşısında sabrı taştığında nasıl büyük devrimlere ve isyanlara imza attığı görülmüştür. Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize nezaketin, sabrın ve yumuşak huyluluğun bir zayıflık değil, aksine en tehlikeli gücü içinde barındıran bir erdem olduğunu asırlar öncesinden fısıldamaktadır.
Özet: Ziyâ Paşa, bu beytinde sakin ve sabırlı insanların öfkesinin, fevri insanlarınkinden çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğu uyarısında bulunur. Bunu, “yumuşak huylu atın çiftesinin sert olması” benzetmesiyle açıklar. Kolay kolay öfkelenmeyen birinin öfkelenmesi, tüm sabır ve tolerans sınırlarının aşıldığı anlamına gelir ve bu tepki, birikmiş, kesin ve geri dönülmez olur. Dolayısıyla, insanların iyi niyetini ve sabrını suistimal etmemek gerektiği dersini verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 44 –

BERCESTE VE İZAHI – 44 –

1. Analiz: Aşkın Mekansızlığı (Hasan Sezâyî)
İktibas
Beyit:
Bülbül-i gülzâr-ı aşkım âşiyân olmaz bana
Mürg-i lâhûtum anınçün bir mekân olmaz bana
Şair: Hasan Sezâyî
Açıklama: Aşk gülbahçesinin bülbülüyüm. Bir barınağım, yuvam yoktur. Cenab-ı Hakk’ın zatına mahsus, ilk ve en yüce âlem olan lahutun kuşuyum, ondan dolayı benim için bir mekân yoktur.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, tasavvuf edebiyatının en temel ve derinlikli konularından birini işler: İlahi aşkın, maddi âlemin sınırlarını aşan, mekândan ve zamandan münezzeh doğası.
• “Bülbül-i gülzâr-ı aşkım”: Şair, kendini bir “aşk gülbahçesinin bülbülü” olarak tanımlar. Klasik şiirde bülbül, güle olan ölümsüz aşkıyla bilinir. Gül, genellikle ilahi güzelliği (Cemâl-i Mutlak) temsil eder. Bülbül ise o güzelliğe vurgun olan âşıktır. Dolayısıyla şair, “Benim vatanım, yuvam, herhangi bir coğrafya değil, bizatihi aşkın kendisidir” demektedir. Onun için var olmak, aşk ile var olmaktır.
• “Âşiyân olmaz bana”: “Bana bir yuva olmaz.” Aşk gibi soyut ve sonsuz bir kavramın içinde yaşayan bir varlık için, ağaç dalından bir yuva gibi somut ve sınırlı bir mesken düşünülemez. Bu, âşığın dünyaya ve onun geçici barınaklarına olan yabancılığını ve bağlılıksızlığını ifade eder.
• “Mürg-i lâhûtum”: “Ben lâhût (ilahi âlem) kuşuyum.” Tasavvufta kâinat, “Lâhût” (İlahi Zat Âlemi), “Ceberût” (Melekler Âlemi), “Melekût” (Ruhlar Âlemi) ve “Nâsût” (Maddi/Fiziki Âlem) gibi katmanlara ayrılır. Lâhût, en yüce, en öte, sadece Allah’ın Zatı’na mahsus olan âlemdir. Şair, ruhunun bu en yüce âleme ait olduğunu, dolayısıyla kendisinin bu dünyaya ait geçici bir varlık olmadığını söyler. O, bedenen yeryüzünde olsa da ruhen ait olduğu yer, ilahi âlemdir.
• “Anınçün bir mekân olmaz bana”: “İşte bu yüzden bana bir mekân olmaz.” Mademki ruhum en yüce âleme, yani mekânsızlık âlemine aittir, o halde bu sınırlı ve sonlu dünyada beni içine alacak, bana “ev” olacak bir yer yoktur. Bu, hem bir övünç hem de bir gurbet hissini aynı anda barındırır. Âşık için asıl vatan, Allah’ın katıdır; dünya ise geçici bir sürgün yeridir.
Makale: LÂ-MEKÂN KUŞUNUN EZGİSİ
İnsan, yapısı gereği bir yere ait olmak, bir mekâna sığınmak ister. Evimiz, vatanımız, mahallemiz… Bunlar, fiziksel varlığımızı koruyan, bize kimlik ve güvenlik hissi veren sınırlardır. Ancak tarih boyunca öyle ruhlar var olmuştur ki, onlar için bu sınırlar birer sığınak değil, birer kafes hükmündeydi. Onlar, Hasan Sezâyî’nin dilinden konuşarak, “Mürg-i lâhûtum anınçün bir mekân olmaz bana” demişlerdir. Onlar, ruhlarının kökünü bu toprakta değil, “Lâhût Âlemi”nde, yani ilahi ve mutlak olanın katında bulan mekânsız yolculardır.
Bu beytin ilk mısrası, bu yolculuğun yakıtını tanımlar: Aşk. Âşık, kendini “aşk gülbahçesinin bülbülü” olarak görür. Onun için hayat, bir gül bahçesidir ve bu bahçedeki yegâne meşgalesi, güle, yani Mutlak Güzelliğe olan aşkını terennüm etmektir. Bülbülün yuvası, gülü görebildiği her yerdir. Bu sebeple, dallardan yapılmış bir yuvaya (âşiyân) ihtiyaç duymaz. Onun aidiyeti bir mekâna değil, bir duyguya, bir hâle, yani aşkın kendisine doğrudur. Aşk, onun hem vatanı hem de kimliğidir. Dünyevi bağlar, mal, mülk, makam gibi sığınaklar, bu bülbül için anlamsızdır, çünkü onun kanat çırptığı gökyüzü çok daha engindir.
İkinci mısra ise bu enginliği daha da derinleştirir. Şair, kendini “lâhût kuşu” olarak niteler. Bu, basit bir kuş metaforunun ötesinde, varoluş bir beyandır. İnsanın ruhu, ilahi bir nefestir (“Nefahtü fîhi min rûhî”). Aslı, bu çamurdan ve kemikten ibaret olan bedenin çok ötesindedir. O, zamanın ve mekânın olmadığı bir âlemden bu dünyaya “inmiş”, bir süreliğine bu bedene misafir olmuştur. İşte bu hakikatin farkında olan kişi, yani “lâhût kuşu”, dünyayı bir gurbet, bir sürgün yeri olarak görür. Onun kalbi, sürekli olarak asli vatanına, yani “lâ-mekân”a (mekânsızlık yurduna) özlem duyar. Bu yüzden de bu dünyada hiçbir yer ona tam anlamıyla “yuva” olamaz. Ne saraylar ne de kulübeler, o ilahi asıllı ruhu tatmin edemez.
Bu mekânsızlık hali, bir kaybolmuşluk değil, aksine bir özgürleşmedir. Mekânın prangalarından kurtulan ruh, artık olayları ve olguları daha yüce bir perspektiften seyreder. Dünyanın geçici telaşları, kavgaları ve hırsları, onun için anlamını yitirir. Çünkü o bilir ki, bu dünya, ruhunun sonsuz yolculuğunda sadece bir duraktır. Asıl menzil, mekânların ötesindedir. Bu, Mevlana’nın “Bizim mezarımızı yeryüzünde aramayın, bizim mezarımız ariflerin gönüllerindedir” sözüyle aynı kapıya çıkar. Gerçek varoluş, et ve kemiğin kapladığı yerde değil, mana ve aşkın hüküm sürdüğü gönüllerde ve öte âlemlerdedir.
Sonuç olarak, Hasan Sezâyî’nin bu beyti, bizlere sadece lirik bir söyleyiş sunmaz; aynı zamanda bir varoluş manifestosu çizer. İnsanı, kendi içindeki ilahi özü hatırlamaya, bu dünyanın geçici mekânlarına aldanmayıp, ruhunun sonsuz ve mekânsız doğasına kulak vermeye davet eder. Bu daveti duyanlar, artık yeryüzünde birer “misafir” olduklarını anlar ve adımlarını ona göre atarlar.
Özet
Hasan Sezâyî, bu beyitte ilahi aşkın ve ruhun, fiziksel mekânların ötesindeki yüce doğasını anlatır. Kendisini “aşk gülbahçesinin bülbülü” ve “ilahi âlemin kuşu” olarak tanımlayan şair, bu özellikleri sebebiyle yeryüzünde hiçbir yuvanın ve mekânın kendisini sınırlayamayacağını ifade eder. Bu durum, dünyevi bağlardan kurtulmuş, asıl vatanı Allah’ın katı olan arif bir ruhun, mekânla sınırlı olmayan sonsuz ve özgür varoluşunu simgeler. Beyit, insanın asıl kimliğinin bedensel ve dünyevi değil, ruhani ve ilahi olduğunu vurgular.

2. Analizi: Aşkın Gamının Değeri (Keçecizâde İzzet Molla)
İktibas
Beyit:
Eyyâm-ı neşâtı feleğin bir yere gelse
Bir ân-ı gam-ı aşkı tebâh etmeğe değmez
Şair: Keçecizâde İzzet Molla
Açıklama: Bu dünyada neşeyle geçirdiğimiz bütün günler bir araya gelse, aşkın gamıyla geçen bir ânı bile harap etmeye, yıkmaya değmez.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, divan edebiyatının temel düşüncelerinden birini, acının ve özellikle de “aşk acısının” yüceliğini çarpıcı bir karşılaştırmayla ortaya koyar.
• “Eyyâm-ı neşâtı feleğin bir yere gelse”: “Feleğin (talihin, dünyanın) bütün neşeli günleri bir araya toplansa.” Şair, hayal edilebilecek en büyük mutluluğu, en keyifli anları bir kefeye koyar. Bu, insanın ömrü boyunca yaşayabileceği tüm zevklerin, sevinçlerin ve dünyevi hazların toplamıdır.
• “Bir ân-ı gam-ı aşkı”: Diğer kefeye ise sadece “aşk gamının bir anını” koyar. Burada “gam-ı aşk”, basit bir üzüntü veya keder değildir. Sevgiliye (ilahi veya beşeri) duyulan özlemden, ayrılıktan veya O’na ulaşma arzusundan kaynaklanan derin, yakıcı ve aynı zamanda insanı olgunlaştıran, yücelten bir acıdır.
• “Tebâh etmeğe değmez”: “Harap etmeye, yok etmeye, feda etmeye değmez.” Şair, terazinin ikinci kefesinin çok daha ağır bastığını söyler. Dünyanın bütün neşesi ve mutluluğu, âşığın çektiği o kutsal acının tek bir anını bile feda etmeye değmez. Âşık, o acıyı dünyevi zevklere değişmez.
Bu beyit, aşkın getirdiği kederin, sıradan mutluluklardan çok daha değerli ve anlamlı olduğunu savunur. Çünkü o keder, ruhu besler, hamlıktan kurtarır, insanı daha derin bir varoluş idrake ulaştırır. Dünyevi neşe geçici ve yüzeyselken, aşkın gamı kalıcı, dönüştürücü ve hakikate yaklaştırıcıdır.
Makale: GAMDAN DAMITILAN SAADET
İnsan, yapısı gereği acıdan kaçar ve mutluluğu arar. Modern dünya, bu arayışı bir hayat amacı olarak önümüze koyar: daha fazla konfor, daha fazla neşe, daha az keder. Ancak Keçecizâde İzzet Molla, bu beytiyle bize adeta bir şok terapisi uygular ve bu denklemi tersine çevirir. Bize der ki: “Öyle bir gam vardır ki, dünyanın bütün neşesini toplasanız, onun bir anına bile denk düşmez.” Bu gam, “gam-ı aşk”tır; yani aşkın kederi.
Peki bir acı, nasıl olur da mutluluktan daha değerli olabilir? Bu sorunun cevabı, acının dönüştürücü gücünde saklıdır. “Feleğin neşeli günleri” olarak tabir edilen dünyevi zevkler, genellikle ruhun yüzeyinde kalır. Güzel bir yemek, keyifli bir tatil, bir başarı; hepsi geçicidir ve insanı daha derin bir anlam arayışına sevk etmekten uzaktır. Bunlar hayatın süsleridir, özü değil. Oysa aşkın gamı, bir ateş gibi doğrudan ruhun merkezine düşer. O, insanı yakar, hamlıklarını, bencilliklerini, kibrini eritir. Bu ateşin içinde pişen ruh, saflaşır, incelir ve daha önce farkında olmadığı bir derinliğe kavuşur.
Tasavvuf düşüncesinde “kahrın da hoş, lütfun da hoş” anlayışı tam olarak bu felsefeyi yansıtır. Sevgiliden (Allah’tan) gelen her şey, ister lütuf şeklinde bir tebessüm, ister kahır şeklinde bir ayrılık acısı olsun, âşık için kıymetlidir. Çünkü her ikisi de Sevgili’den bir haber, bir iz taşır. Hatta gam, âşığa Sevgili’yi daha yoğun bir şekilde hatırlattığı için neşeden daha makbul görülebilir. Neşe anında insan dünyaya dalıp gaflete düşebilirken, gam anında kalbi daha uyanık, duası daha içtendir. Fuzûlî’nin “Ya Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşktan etme cüdâ beni” (Ya Rab, beni aşk belasıyla tanıştır, bir an bile beni aşk belasından ayırma) yakarışı da aynı sırra işaret eder.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri de bu gerçeğin isbatıdır. Mecnun’u Leyla’nın çölünde diyar diyar gezdiren şey, vuslatın neşesi değil, ayrılığın gamıydı. Bu gam, onu öyle bir olgunluğa eriştirdi ki, sonunda Leyla’dan geçip Mevla’ya ulaştı. Onun acısı, onu beşeri bir sevdadan ilahi bir hakikate taşıyan bir kanat oldu. İşte İzzet Molla’nın “tebâh etmeye değmez” dediği o bir anlık gam, insanı böyle yücelten, ona sonsuzluğun kapılarını aralayan bir anahtardır.
Bu beyit, günümüz insanına da önemli bir mesaj verir. Acıdan ve kederden patolojik bir korkuyla kaçtığımız, her türlü üzüntüyü hemen “negatif” olarak etiketlediğimiz bir çağda, İzzet Molla bize bazı acıların ruhun vitamini olduğunu hatırlatır. Özellikle bir gaye, bir ideal, bir sevda uğruna çekilen çileler, insanı sıradanlıktan kurtarıp ona bir kimlik ve bir asalet kazandırır. Dünyanın bütün sahte ve geçici parıltıları, böyle anlamlı bir derdin yanında sönük kalmaya mahkûmdur.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde, aşk yolunda çekilen kederin, dünyadaki bütün neşeli anların toplamından daha değerli olduğunu vurgular. Ona göre, “aşkın gamı” denilen o derin ve yakıcı duygu, insan ruhunu olgunlaştıran, ona derinlik katan ve onu hakikate yaklaştıran kutsal bir tecrübedir. Bu sebeple, dünyanın bütün geçici zevkleri ve mutlulukları bir araya gelse bile, âşığın kalbindeki o kıymetli kederin bir anını feda etmeye değmez. Beyit, acının yüceltici ve dönüştürücü gücünü çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.

3. Analizi: Sözde Kalan Cömertlik (Nâbî)
İktibas
Beyit:
Garîb himmeti var ağniyâ-yı devrânın
Lisân ile doyurur âb u nâna yer kalmaz
Şair: Nâbî
Açıklama: Devrimizdeki zengin insanların ihsanda bulunma, yardım etme anlayışı çok gariptir. Konuştukları şeylerle, kullandıkları cümlelerle karnınızı doyururlar, yemeğe suya yer kalmaz.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin üstadı Nâbî, bu beytinde keskin bir sosyal eleştiri yaparak, yaşadığı dönemin zenginlerinin riyakârlığını ve sahte cömertliğini hicveder.
• “Garîb himmeti var ağniyâ-yı devrânın”: “Zamanın zenginlerinin tuhaf bir cömertliği, yardımseverliği var.” “Garîb” (tuhaf, acayip) kelimesi, ilk mısradan itibaren ince bir alay ve iğneleme ifade eder. “Himmet” normalde yüce bir gayret, cömertlik, lütuf gibi pozitif anlamlar taşırken, Nâbî bu kelimeyi “garîb” sıfatıyla birleştirerek onu ironik bir kavrama dönüştürür.
• “Lisân ile doyurur”: “Dilleriyle doyururlar.” Eleştirinin kalbi bu ifadedir. Bu zenginler, gerçek anlamda ekmek veya su vererek değil, tatlı sözlerle, boş vaatlerle, nasihatlerle insanları doyurmaya çalışırlar. Yardım isteyen bir fakire, “Ah kardeşim, halini anlıyorum, Allah yardımcın olsun, sabret, inşallah işlerin düzelir” gibi sözlerle destek olurlar.
• “Âb u nâna yer kalmaz”: “Suya ve ekmeğe yer kalmaz.” Bu mısra, hicvin zirve noktasıdır. Onların sözleri o kadar boldur, o kadar çok konuşurlar ki, mideniz onların laflarıyla öyle bir dolar ki, artık gerçek yiyecek olan suya ve ekmeğe yer kalmaz. Bu, hem “laf salatası yaparak asıl ihtiyacı unuttururlar” hem de “o kadar çok konuşurlar ki, insan onların sözünden doyup gerçek yemek yiyecek hali kalmaz” gibi anlamlara gelen, son derece sanatlı ve güçlü bir eleştiridir. Somut bir ihtiyacın (yemek), soyut bir eylemle (konuşma) nasıl karşılanmaya çalışıldığını ve bunun ne kadar anlamsız olduğunu gösterir.
Makale: SÖZ İLE DOYURANLARIN GÖLGESİNDE
Cömertlik, insanlık tarihinin en kadim erdemlerinden biridir. Muhtaç bir ele uzanmak, aç bir karnı doyurmak, sadece bir yardım eylemi değil, aynı zamanda toplumsal dokuyu sağlamlaştıran ve insani sıcaklığı yayan bir ahlak göstergesidir. Ancak her erdem gibi, cömertliğin de sahtesi, bir gölgesi vardır. Büyük şair Nâbî, yaklaşık üç yüz yıl öncesinden bugüne seslenerek, bu sahteliğin portresini iki mısraya sığdırır: Zamanın zenginlerinin öyle “tuhaf” bir cömertliği vardır ki, onlar mideleri değil, kulakları doyurur; öyle çok konuşurlar ki, artık gerçek ekmeğe ve suya yer bırakmazlar.
Nâbî’nin “ağniyâ-yı devrân” (devrin zenginleri) olarak tanımladığı bu zümre, aslında her devirde var olan bir karakter tipidir. Onlar, eylemin maliyetinden ve sorumluluğundan kaçıp, sözün ucuzluğuna ve rahatlığına sığınanlardır. Bir yoksul kapılarına geldiğinde, keselerini değil, ağızlarını açarlar. Tavsiyeler, teselliler, iyi dilekler havada uçuşur. “Sabret”, “şükret”, “Allah büyüktür” gibi manevi değeri yüksek kelimeleri, kendi sorumluluklarını örtbas etmek için birer kalkan olarak kullanırlar. Dilleriyle o kadar görkemli bir yardımseverlik tablosu çizerler ki, dinleyen kişi bir anlığına karnının doyduğunu zanneder. Ancak sözcüklerin oluşturduğu bu tokluk hissi aldatıcıdır; mide boş, ihtiyaç ise baki kalmıştır.
Bu “lisan ile doyurma” sanatı, sadece bireysel ilişkilerde değil, toplumsal ve siyasi hayatta da kendini gösterir. Topluma büyük vaatlerde bulunan, her sorunu çözeceklerini iddia eden, tumturaklı cümlelerle kitleleri etkileyen ancak icraata gelince ortada görünmeyen yöneticiler, Nâbî’nin hicvettiği o zenginlerin modern versiyonlarıdır. Onlar da sorunları somut çözümlerle değil, soyut söylemlerle ortadan kaldırmaya çalışırlar. Adalet, refah, eşitlik gibi kavramları dillerinden düşürmezler, ancak bu sözler halkın sofrasındaki ekmeği büyütmez. Bu, eylemsizliğin ve samimiyetsizliğin en tehlikeli biçimidir; çünkü umudu istismar eder ve güveni yok eder.
Nâbî’nin eleştirisi, samimiyetin ve eylemin önemine yapılmış güçlü bir vurgudur. Gerçek cömertlik, kelimelerde değil, amellerdedir. Bir parça ekmeği paylaşmak, saatlerce nutuk çekmekten daha değerlidir. Bir yarayı sarmak, binlerce teselli cümlesinden daha etkilidir. Çünkü eylem, sorumluluk almaktır; söz ise çoğu zaman bu sorumluluktan kaçmaktır. İnsanın değeri, söylediklerinin toplamı değil, yaptıklarının neticesidir.
Bugün etrafımıza baktığımızda, Nâbî’nin “garîb himmetli” zenginlerini farklı kılıklarda görmeye devam ediyoruz. Sosyal medyada birkaç duyarlı kelime yazarak vicdanını rahatlatanlar, büyük projelerden bahsedip tek bir tuğla koymayanlar, hepsi aynı geleneğin mirasçılarıdır. Onlar, lisan ile doyurmaya devam ederken, dünya hâlâ gerçek “âb u nân”a, yani samimi ve somut eylemlere muhtaçtır. Nâbî’nin beyti, bu yüzden sadece bir edebi metin değil, her çağda geçerliliğini koruyan bir ahlak ve samimiyet dersidir.
Özet
Nâbî, bu beytinde, yaşadığı dönemin zenginlerinin yardım anlayışını ironik bir dille eleştirir. Onların cömertliğinin, gerçek anlamda maddi yardımda bulunmak yerine, boş sözler, vaatler ve nasihatlerle insanları avutmak olduğunu söyler. Bu zenginlerin o kadar çok konuştuklarını, laflarıyla insanı öyle bir “doyurduklarını” belirtir ki, sonunda gerçek yiyecek olan ekmeğe ve suya yer kalmaz. Beyit, eylem yerine sözü tercih eden riyakâr ve samimiyetsiz insanlara yönelik güçlü bir sosyal hiciv ve eleştiridir.

4. Analizi: Edebin Yüceliği (Lâedrî)
İktibas
Beyit:
Edeb hoşdur edeb hoşdur ilâhî
Edebsizlik hor eder pâdişâhı
Şair: Lâedrî (Anonim)
Açıklama: Ey benim Rabbim! Edeb hoştur, edeb hoştur. Edepsizlik padişahı bile hakir, değersiz bir duruma düşürür.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, sahibi bilinmese de (Lâedrî), toplumun hafızasına kazınmış, edebin ne kadar temel ve vazgeçilmez bir erdem olduğunu en özlü şekilde anlatan bir başyapıttır.
• “Edeb hoşdur edeb hoşdur ilâhî”: “Allah’ım, edep ne güzeldir, ne hoştur!” Mısra, bir tespitin ötesinde, bir hayranlık nidası ve bir duadır. “Edeb hoşdur” tekrarı, bu erdemin güzelliğini ve önemini pekiştirir. “İlâhî” nidası ise bu gerçeğin kaynağının ilahi olduğunu, edebin Allah’ın sevdiği ve insana yakıştırdığı bir haslet olduğunu ifade eder. Buradaki “edep”, sadece görgü kuralları veya nezaket demek değildir. Çok daha geniş bir anlamda; Allah’a karşı hürmet, insanın kendi haddini bilmesi, yaratılmış her şeye karşı saygılı ve ölçülü davranması, nefsinin taşkınlıklarını kontrol etmesi gibi birçok manayı içinde barındırır.
• “Edebsizlik hor eder pâdişâhı”: “Edepsizlik, bir padişahı bile hor, hakir, aşağılık duruma düşürür.” Bu mısra, edebin gücünü ve edepsizliğin yıkıcılığını göstermek için mümkün olan en güçlü karşıtlığı kullanır: Padişah. Padişah, dünyevi güç, makam, zenginlik ve otoritenin zirvesindeki kişidir. Normal şartlarda kimsenin onu “hor görmeye” cüret edemeyeceği bir konumdadır. Ancak şair, edepsizliğin öyle bir zehir olduğunu söyler ki, bu zehir en güçlü hükümdarı bile insanların gözünde küçük düşürebilir, onun tüm itibarını ve saygınlığını yok edebilir. Makam ne kadar yüksek olursa olsun, edep olmayınca o makam sahibini yüceltmez, aksine onun düşüşünü daha trajik hale getirir.
Makale: SALTANATTAN ÜSTÜN OLAN ERDEM: EDEP
Taçlar, tahtlar, saraylar… İnsanlık tarihi, gücün ve saltanatın göz kamaştırıcı sembolleriyle doludur. Bir padişah, sahip olduğu otoriteyle tebaasının kaderini belirler, orduları yönetir, kanunlar koyar. Onun makamı, dünyevi mertebelerin zirvesi olarak kabul edilir. Ancak anonim bir bilgenin kaleminden damlayan şu iki mısra, bize bu denklemin eksik olduğunu haykırır: “Edebsizlik hor eder pâdişâhı.” Bu söz, bize öğretir ki, öyle bir erdem vardır ki, onun yokluğu en kudretli hükümdarı bile tahtından indirip itibarsızlık çukuruna atabilir. Bu erdemin adı “edep”tir.
“Edeb hoşdur” nidası, basit bir beğeni ifadesi değildir. Bu, varoluşun temel ahengine, ilahi düzene duyulan bir hayranlığın dile gelişidir. Zira edep, en temelde “haddini bilmek”tir. İnsanın Yaradan karşısındaki acizliğini, kâinat içindeki yerini ve diğer insanlara karşı sorumluluklarını bilmesidir. Bu bilgi, kişiyi ölçülü, saygılı ve bilge kılar. Edep, bilginin süsü, aklın mücevheri, gücün ise ahlaki frenidir. O, insanın ham ve vahşi doğasını yontarak onu “insan-ı kâmil” mertebesine yaklaştıran bir sanattır. Yunus Emre’nin “Girdim ilim meclisine, eyledim طلب / Dediler ilim geride, illâ edep illâ edep” demesi, bilginin bile edepten sonra geldiğini, edepsiz bir alimin cehaletten daha tehlikeli olduğunu anlatır.
Beytin ikinci mısrasındaki “padişah” imgesi, bu erdemin ne kadar vazgeçilmez olduğunu isbatlar. Güç, insanı yozlaştırmaya en müsait olan şeydir. Etrafı dalkavuklarla çevrili bir hükümdar, zamanla kendini hatadan münezzeh görmeye, kibre kapılmaya ve haddini aşmaya başlayabilir. İşte bu, “edepsizliğin” ta kendisidir. Firavun’un “Ben sizin en yüce rabbinizim” demesi, edepsizliğin varabileceği son noktadır. Tarih, gücünün sarhoşluğuyla haddini unutan, halkına zulmeden, bilge insanların nasihatlerine kulak tıkayan nice kralın, sultanın ve imparatorun trajik sonlarına şahitlik etmiştir. Onları yıkan şey ordularının zayıflığı veya hazinelerinin boşalması değil, onları halkının ve nihayetinde Hakk’ın gözünde “hor” ve “değersiz” kılan edepsizlikleri olmuştur.
Edep, sadece yöneticiler için değil, her insan için bir zırhtır. Fakiri zengin, cahili bilge, güçsüzü saygın gösterebilen sihirli bir elbisedir. Edepli bir yoksul, edepsiz bir zenginden katbekat daha asildir. Çünkü onun tavırlarındaki incelik, kalbindeki zenginliğin işaretidir. Edep, insanın sosyal hayattaki pasaportudur; ona her kapıyı açar ve her gönülde yer bulmasını sağlar.
Sonuç olarak, bu ölümsüz beyit bize makamların, unvanların ve servetlerin geçici olduğunu; ancak edebin kalıcı bir saltanat olduğunu hatırlatır. Taç ve taht, insanı sadece bir süreliğine yüceltebilir, ama edep, sahibini iki cihanda aziz kılar. Çünkü edepsizliğin yıktığını, dünyanın bütün orduları bir araya gelse yeniden inşa edemez.
Özet
“Lâedrî” imzalı bu beyit, edebin evrensel ve mutlak önemini vurgular. İlk mısrada edebin ne kadar hoş ve güzel bir erdem olduğu bir dua ve hayranlık ifadesiyle belirtilir. İkinci mısrada ise edebin gücü, karşıtı üzerinden isbatlanır: Edepsizlik, dünyevi gücün zirvesindeki bir padişahı bile insanların gözünde küçük, değersiz ve hor bir duruma düşürebilir. Beyit, ahlaki bir erdem olan edebin, her türlü maddi güç ve makamdan daha üstün olduğunu, saygınlığın asıl kaynağının edep olduğunu özlü bir şekilde anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 43 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 43 –

1: Ziyâ Paşa ve Talihin Cilvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بی بخت اولانڭ باغنه بر قطره سی دوشمز
باران yerine در و گهر ياغسه سمادن
Latin Harfleriyle:
Bî-baht olanın bağına bir katresi düşmez
Bârân yerine dürr ü güher yağsa semâdan
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gökten yağmur yerine inci ve mücevher bile yağsa, talihsiz bir insanın bahçesine bir damla düşmez.
İzah ve Açıklama
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziyâ Paşa’ya ait bu beyit, “kader” ve “talihsizlik” kavramlarını son derece çarpıcı bir imgeyle dile getirir. Beyitte, talihsizliğin adeta bir kara bulut gibi insanın üzerine çöktüğünde, en olağanüstü ve cömert fırsatların bile o kişiye isabet etmeyeceği vurgulanır. Normalde gökten yağan yağmur, bereketin ve rahmetin sembolüdür. Ancak Paşa, bu sembolü aşarak, gökten çok daha değerli olan inci ve mücevherlerin yağdığı bir tablo çizer. Bu mübalağalı anlatıma rağmen, “bî-baht” olan, yani talihi olmayan kişinin bu ilahi cömertlikten zerre kadar pay alamayacağını söyler. Bu durum, talihsizliğin, kişinin çabasından ve çevresindeki imkanlardan bağımsız, aşılamaz bir engel olduğu şeklindeki bir bakış açısını yansıtır.
Makale: Talihin Gölgesinde Bir Ömür
İnsanlık tarihi, bir yanıyla da talih ve talihsizlik üzerine yazılmış sonsuz bir destandır. Kimi insanlar, dokundukları her şeyi altına çeviren Midas’ın şansına sahipken, kimileri de Ziyâ Paşa’nın o meşhur beytindeki “bî-baht” kul gibi, gökten mücevher yağsa dahi payına bir damlanın düşmediği bir kaderi yaşar. Paşa’nın bu veciz ifadesi, sadece bir şikayet veya bir sitem değil, aynı zamanda insanın kontrolü dışındaki o muazzam güce, yani talihe dair derin bir tefekkürün ürünüdür.
Talih, antik çağlardan bu yana filozofların, yazarların ve sıradan insanların zihnini meşgul etmiştir. Ziyâ Paşa’nın beyti Divan Edebiyatı’ndaki en güçlü yansımalarından biridir. O, talihsizliği, evrenin en cömert anında bile kişiyi ıskalayan kör bir kuvvet olarak tanımlar.
Bu bakış açısı, özellikle zorluklarla dolu bir hayat süren insanlar için bir teselli veya bir meşrulaştırma aracı olabilir. Başarılamayan hedefler, ulaşılamayan arzular ve sürekli tekrar eden başarısızlıklar, kişinin kendi eksikliği veya hatası olarak değil, “alın yazısı” veya “kötü talih” olarak yorumlandığında, bireyin omuzlarındaki psikolojik yük bir nebze olsun hafifler. Ancak bu yaklaşım, aynı zamanda kişiyi pasifliğe ve atalete de sürükleyebilir. “Ne yapsam olmuyor, kaderim bu” düşüncesi, mücadele azmini kırarak kişiyi çaresizliğin kollarına terk edebilir.
Tarih sahnesi, bu iki ucun sayısız örneğiyle doludur. Yoksul bir ailede doğup imparatorluklar kuranlar, talihin sadece bir başlangıç noktası olduğunu, azim ve iradenin onu şekillendirebileceğini kanıtlamıştır. Diğer yandan, en parlak imkanlarla dünyaya gelip her şeyini kaybedenler ise talihin ne denli dönek olabileceğinin ibretlik vesikalarıdır. Belki de asıl hikmet, talihin varlığını inkar etmekte veya ona körü körüne teslim olmakta değil, onunla akıllıca bir mücadele vermekte yatar. İnsan, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten, aklının ve iradesinin sınırlarını zorladıktan sonra sonucu sükûnetle kabullenme erdemini gösterebilmelidir.
Ziyâ Paşa, bu beytiyle aslında bize şunu fısıldar: Bazen şartlar o kadar aleyhimizedir ki, en büyük fırsatlar bile bize ulaşmadan buharlaşır. Bu, hayatın acı bir gerçeğidir. Ancak bu gerçeği bilmek, umutsuzluğa kapılmak için değil, beklentilerimizi doğru ayarlamak, sarsıldığımızda yeniden ayağa kalkabilmek ve mutluluğu sadece talihin getireceği mücevherlere bağlamamak için bir uyarıdır. Belki de en büyük talih, gökten yağan inciler değil, o yağmursuz bahçede bile yeşerecek bir umudu yürekte taşıyabilmektir.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, talihsiz bir insanın, en olağanüstü fırsatlardan bile mahrum kalacağını anlatır. Bu makale, “talih” ve “kader” kavramlarını tarihsel, hikmet ve psikolojik açılardan ele almaktadır. Talihin öngörülemez doğası, insanın bu kavrama yaklaşımındaki iki temel eğilim olan körü körüne teslimiyet (fatalizm) ve irade gücüyle mücadele etme arasındaki dengeyi inceler. Makale, insanın çabasının önemini vurgularken, kontrolü dışındaki durumları kabullenme erdemine ve mutluluğu dış koşullara bağlamamanın gerekliliğine dikkat çeker. En büyük zenginliğin, zorlu şartlara rağmen umudu koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.

2.: Hz. Mevlânâ ve Vaktin Kıymeti
İktibas
Farsça Metin:
صبحدمست، صبا مشك فشان می گذرد
در یاب كه از كوی فلان می گذرد
برخیز، چه خفتی؟ كه جهان می گذرد
بویی بستان، كه كاروان می گذرد
Latin Harfleriyle:
Sobh-hest, sabâ moşk-feşân mî-gozered
Der-yâb ki ez-kûy-i fulân mî-gozered
Ber-hîz, çi hoftî? Ki cihân mî-gozered
Bûyî be-setân, ki kârevân mî-gozered
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sabah vakti, seher yeli miskler saçarak geçip gidiyor. Bu güzel kokuların sevgilinin mahallesinden geldiğini bil. Kalk! Ne uyuyorsun? Dünya hayatı geçip gidiyor. Bir güzel koku almaya bak, misk kervanı geçip gidiyor.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu dörtlük, tasavvufi düşüncenin temel motiflerinden olan “gafletten uyanma” ve “vaktin kıymetini bilme” temalarını işler. Sabah vakti (sobh), seher yeli (sabâ) ve misk kokusu, ilahi âlemden gelen manevi işaretleri, rahmet ve feyiz anlarını temsil eder. Bu kokunun “sevgilinin mahallesinden” (kûy-i fulân) gelmesi, bu işaretlerin kaynağının Allah olduğunu belirtir. Şair, bu manevi atmosfere kayıtsız kalan, uyuyan (gaflet içindeki) insana seslenir: “Kalk! Ne uyuyorsun?” Çünkü sadece seher yeli değil, bütün bir “cihan” ve “kervan” misali ömür de hızla akıp gitmektedir. Dörtlük, insanı bu ilahi feyiz anlarını kaçırmamaya, geçip giden ömür kervanından manevi bir “koku” (nasip) almaya davet eden güçlü bir uyarıdır.
Makale: Geçip Giden Kervan: Ömrün ve Anın Değeri
Her sabah, dünya yeniden kurulur. Güneşin ilk ışıklarıyla birlikte seher yeli, geceye ait ataleti dağıtır ve varlığa taze bir nefes üfler. Hz. Mevlânâ, bu sıradan doğa olayını alır, onu ilahi bir mesajın taşıyıcısı haline getirir. Onun mısralarında seher yeli, sadece bir hava akımı değil, Sevgili’nin diyarından misk kokuları getiren bir postacı, bir müjdecidir. Bu koku, ruhlara bir çağrıdır: “Uyan!” Bu çağrı, sadece fiziksel bir uykudan değil, asıl tehlikeli olan manevi uykudan, yani gafletten uyanmaya bir davettir.
İnsanoğlunun en büyük yanılgılarından biri, zamanı sonsuz bir kaynak gibi görmesidir. Günlük telaşlar, dünyevi hevesler ve bitmeyen meşgaleler, bir sis perdesi gibi hakikatin üzerini örter. Bu sisin ardında, ömür kervanının durmaksızın yol aldığı gerçeği gözden kaçar. Mevlânâ, “cihan mi-gozered” (dünya geçiyor) ve “kârevân mi-gozered” (kervan geçiyor) diyerek bu akışın durdurulamazlığını vurgular. Kervan, menziline doğru ilerler; durup bekleyenleri, uykuya dalanları ardında bırakır. Hayat da böyledir. Her an, bir daha geri gelmeyecek şekilde geçmişin vadisinde kaybolur. Bu nedenle tasavvufta “ibnü’l-vakt” (anın oğlu) olmak esastır. Yani geçmişin kederine veya geleceğin endişesine takılıp kalmadan, içinde bulunulan anın hakkını vermek, o anın sunduğu manevi fırsatı değerlendirmek gerekir.
Mevlânâ’nın “bûyî be-setân” (bir koku al) tavsiyesi, bu düşüncenin özünü oluşturur. Mademki ömür kervanı hızla geçiyor ve Sevgili’nin diyarından gelen ilahi esintiler sadece anlık olarak hissedilebiliyor, o halde yapılması gereken, bu anları yakalamak ve onlardan manevi bir gıda, bir “koku” almaktır. Bu koku, bir anlık tefekkür, samimi bir dua, bir iyilik veya kalbi Allah’a yönelten herhangi bir eylem olabilir. Hayatın yoğun akışı içinde bu manevi kokuları biriktirebilenler, ömür kervanı menziline vardığında elleri boş kalmayacak olanlardır.
Modern insan, belki de tarih boyunca hiç olmadığı kadar “uyarana” maruz kalmasına rağmen, en derin gaflet uykusundadır. Bilgi bombardımanı, sürekli dikkatimizi çelen ekranlar ve hız kültürü, bizi “anın” derinliğini yaşamaktan alıkoyar. Sabahın seherinde misk kokuları saçan yeli fark edemez hale geliriz. Oysa hakiki uyanış, dış dünyadaki gürültüyü kısıp içimizdeki sese kulak vermekle başlar. Mevlânâ’nın asırlar öncesinden gelen bu çağrısı, bugün her zamankinden daha geçerlidir: Kalk! Gaflet uykusundan uyan. Bak, hayat kervanı geçiyor. Ebedi Sevgili’nin diyarından gelen bu manevi kokuyu içine çek ve ruhunu besle. Zira kervan geçtikten sonra geriye sadece pişmanlığın tozu kalır.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın dörtlüğü, sabahın seher vaktini ilahi bir uyanış anı olarak tasvir ederek, insanı gafletten uyanmaya ve geçip giden ömrün kıymetini bilmeye davet eder. Bu makale, dörtlüğün ana temaları olan “gaflet”, “vaktin değeri” ve “anı yaşama” (ibnü’l-vakt) düşüncesini inceler. Ömrün durmaksızın ilerleyen bir kervana benzetildiği ve bu kervandan manevi bir nasip (koku) almanın önemini vurgular. Modern insanın dikkat dağınıklığı ve hız kültürünün neden olduğu manevi uykusuna dikkat çeken makale, Mevlânâ’nın çağrısının günümüzdeki geçerliliğini vurgulayarak, hakiki uyanışın içten bir farkındalıkla mümkün olacağını belirtir.

3.: Sâ’ib-i Tebrizî ve Herkesi Memnun Etme İmkansızlığı
İktibas
Farsça Metin:
این قدر کز تو بود چند دلی شاد بسست
زندگانی به مراد همه کس نتوان کرد
Latin Harfleriyle:
În kadar kez to boved çend dili şâd besest
Zindegânî be-murâd-ı heme kes netvân kerd
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Bu dünyada senden sadece birkaç kişinin memnun olması kâfidir. Herkesin arzu ettiği hâl üzere yaşamak bir insan için mümkün değildir.
İzah ve Açıklama
İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının büyük ustası Sâ’ib-i Tebrizî’ye ait bu beyit, sosyal ilişkiler ve bireysel duruş üzerine bilgece bir öğüt ihtiva eder. Şair, insanın bu dünyadaki en temel açmazlarından birine parmak basar: Herkesi memnun etme çabası. Beytin ilk mısrası, beklentileri makul bir seviyeye çeker: “Senden birkaç gönül hoşnut olsa, bu yeterlidir.” Bu, sınırlı bir etki alanını ve seçici bir ilişki çevresini kabullenmenin erdemini vurgular. İkinci mısra ise bu öğüdün gerekçesini ortaya koyar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir.” Çünkü her insanın beklentisi, arzusu ve değer yargısı farklıdır. Birini memnun eden bir davranış, bir diğerini rahatsız edebilir. Dolayısıyla, herkesin rızasını kazanmaya çalışmak, hem imkansız bir hedeftir hem de kişinin kendi kimliğinden ve ilkelerinden taviz vermesine yol açar.
Makale: Kendi Yolunu Çizme Sanatı: Herkesin Rızası Cehennemi
Toplumsal bir varlık olan insan, doğası gereği sevilme, onaylanma ve kabul görme ihtiyacı duyar. Bu arzu, bizi bir arada tutan harçtır; empatiyi, nezaketi ve uyumu besler. Ancak bu temel ihtiyaç, kontrolden çıktığında, bireyin kendi benliğini erittiği, özgünlüğünü kaybettiği ve “herkesin rızasını kazanma” adı verilen imkansız bir hedefin peşinde tükendiği bir tuzağa dönüşür. İşte bu tuzağın farkında olan bilge şair Sâ’ib-i Tebrizî, asırlar öncesinden bize sade ama derin bir formül sunar: “Hayatı herkesin isteğine göre yaşamak mümkün değildir; senden birkaç gönül hoşnut olsa, yeter.”
Bu beyit, modern psikolojinin “sınır koyma” ve “özgünlük” dediği kavramların edebi bir ifadesidir. Herkesi memnun etmeye çalışan kişi, aslında kimseyi tam olarak memnun edemez ve en önemlisi kendi benliğine yabancılaşır. Rüzgârda savrulan bir yaprak misali, başkalarının beklentilerine göre sürekli yön değiştirir. Kendi değerleri, ilkeleri ve arzuları bu süreçte buharlaşır. Oysa Sâ’ib, bize niceliğin değil, niteliğin önemli olduğunu hatırlatır. Etrafımızdaki kalabalığın alkışı yerine, değer verdiğimiz, bizi anlayan ve samimiyetimize inanan “birkaç hoşnut gönül” çok daha kıymetlidir. Bu, dostlukta, aile ilişkilerinde ve meslek hayatında derin ve anlamlı bağlar kurmanın temel şartıdır.
Tarih, bu ilkenin doğruluğunu kanıtlayan sayısız örnekle doludur. Büyük liderler, sanatçılar, bilim insanları ve düşünürler, genellikle çağdaşlarının önemli bir kısmının muhalefetiyle karşılaşmışlardır. Onlar, herkesin rızasını kazanmak yerine, kendi vizyonlarının ve doğrularının peşinden gitme cesaretini göstermişlerdir. Galileo, dünyanın döndüğünü söylediğinde “herkesi” karşısına almıştır. Hz. Muhammed, tebliğine başladığında en yakın çevresinin direnişiyle yüzleşmiştir. Bu örnekler, ilerlemenin ve hakikatin, çoğu zaman yerleşik kanaatları ve genel kabulü sorgulama cesaretinden doğduğunu gösterir. Eğer bu öncü ruhlar, “herkes ne der?” diye düşünselerdi, insanlık bugün bulunduğu yerde olamazdı.
Sâ’ib-i Tebrizî’nin öğüdü, bir bencillik veya topluma sırt çevirme çağrısı değildir. Aksine, sağlıklı bir birey ve toplum olmanın reçetesidir. Kendi değerlerine sadık, sınırlarını çizebilen ve otantik bir hayat süren insanlar, başkalarıyla daha sahici ve sağlam ilişkiler kurarlar. Başkalarının rızası için sürekli kendi benliğinden taviz veren birinin sunabileceği tek şey, yorgun bir tebessüm ve sahte bir uyumdur. Oysa kendi yolunda yürüyen bir insanın varlığı, etrafına da ilham ve güven verir.
Sonuç olarak, hayatı bir popülerlik yarışması olarak görmekten vazgeçmek gerekir. Enerjimizi, bizi seven ve anlayan o “birkaç hoşnut gönül” için harcamak, bizi sevmeyen veya anlamayan kalabalıkları ikna etmeye çalışmaktan çok daha anlamlı ve verimlidir. Bu, hem ruhsal bir özgürleşme hem de bilgece bir hayat sanatıdır.
Özet
Sâ’ib-i Tebrizî’nin beyti, herkesi memnun etmeye çalışmanın imkansızlığını ve anlamsızlığını vurgulayarak, insanın sadece birkaç kişinin rızasını ve sevgisini kazanmasının yeterli olacağını belirtir. Bu makale, bu temanın psikolojik ve sosyal boyutlarını ele almaktadır. Herkesi memnun etme çabasının kişiyi özgünlüğünden uzaklaştırıp benliğine yabancılaştırdığına dikkat çeker. Tarihten örneklerle, büyük değişimlerin ve ilerlemelerin genellikle genel kabulü sorgulayan bireyler tarafından gerçekleştirildiği vurgulanır. Makale, Sâ’ib’in öğüdünün bir bencillik çağrısı değil, aksine sağlıklı sınırlar koyarak hem bireysel bütünlüğü korumanın hem de başkalarıyla daha sahici ilişkiler kurmanın bir yolu olduğunu savunur.

4.: Fasîh ve Dünyadan El Çekiş
İktibas
Osmanlıca Metin:
برگ و بارندن بز ال چكدك بو فانی گلشنڭ
میوۀ مقصود استر اولسون استر اولماسون
Latin Harfleriyle:
Berg ü bârından biz el çekdik bu fânî gülşenin
Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Biz bu fani dünya gülbahçesinin yaprağından da meyvesinden de artık el çektik. Bundan sonra, arzumuzun meyvesi olan beklentilerimiz gerçekleşse de olur gerçekleşmese de.
İzah ve Açıklama
Divan şairi Fasîh’e (muhtemelen Fasîh Ahmed Dede) ait bu beyit, tasavvuftaki “terk” ve “istiğnâ” makamlarının şiirsel bir ifadesidir. Şair, dünyayı geçici bir gül bahçesine (fânî gülşen) benzetir. Bu bahçenin “berg ü bârı” yani yaprağı ve meyvesi, dünyanın sunduğu her türlü nimeti, zenginliği, makamı ve zevki temsil eder. Şair, bu geçici nimetlerin tamamından “el çektiğini” yani onlara karşı bir beklenti ve arzu içinde olmadığını söyler. Bu noktaya ulaşan bir insan için artık “mîve-i maksûd”un yani ulaşılmak istenen hedefin, arzulanan sonucun gerçekleşip gerçekleşmemesi önemini yitirir. Bu, tam bir iç özgürlük ve teslimiyet halidir. Kişi, mutluluğunu dünyevi sonuçlara bağlamaktan vazgeçmiş, huzuru beklentisizlikte bulmuştur.
Makale: Beklentisizliğin Huzuru: Fani Gülşenden El Çekmek
İnsan, yapısı gereği arzulayan bir varlıktır. Hayatımızı, ulaşmaya çalıştığımız hedeflerin, “maksûd” meyvelerinin peşinde koşarak geçiririz: daha iyi bir iş, daha büyük bir ev, daha fazla saygı, daha derin bir sevgi… Bu arzular, birer yakıt gibi bizi harekete geçirir, hayata bağlar. Ancak bu bitmeyen koşuşturmaca, aynı zamanda modern insanın en büyük ıstırap kaynaklarından biridir. Çünkü her beklenti, beraberinde bir hayal kırıklığı potansiyeli taşır. İşte tam bu noktada, Divan şairi Fasîh’in asırlar ötesinden uzattığı el, bize başka bir yolu, beklentisizlikten doğan huzurun yolunu gösterir.
Fasîh, dünyayı “fani bir gülşen” olarak niteler. Bu, dünyanın güzelliklerini ve nimetlerini inkar etmek değildir; aksine, onların geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgulayan bilgece bir tespittir. Gül bahçesi güzeldir, yaprakları (berg) ve meyveleri (bâr) cezbedicidir. Ancak bu bahçe ebedi değildir. Yapraklar sararır, meyveler çürür, bahçe bir gün solar. İşte bu gerçeği idrak eden şair, bu bahçenin sunduklarına karşı bir “istiğnâ” yani bir gönül tokluğu ve vazgeçiş tavrı geliştirir. “Biz el çektik” derken kastettiği, dünyadan fiziksel olarak soyutlanmak, bir mağaraya çekilmek değil; dünyaya olan zihinsel ve duygusal bağımlılığı koparmaktır.
Bu el çekiş, bir yenilgi veya bir bezginlik hali değildir. Tam aksine, en yüksek mertebede bir içten güç ve özgürlük beyanıdır. Çünkü mutluluğunu ve iç huzurunu dış sonuçlara bağlayan kişi, kaderin rüzgârında savrulan bir yaprak gibidir. İstekleri gerçekleşince mutlu olur, gerçekleşmeyince yıkılır. Fasîh’in ulaştığı mertebede ise bu ikilik ortadan kalkar. “Mîve-i maksûd ister olsun ister olmasın.” Bu cümle, ruhun dış dünyaya karşı kazandığı zaferin ilanıdır. Kişi, elinden gelen çabayı gösterir, tohumunu eker, ancak meyvenin olup olmamasını artık bir varlık-yokluk meselesi yapmaz. Sonucu, ilahi takdire bırakmanın getirdiği o derin sükûnete ve teslimiyete erişmiştir.
Bu düşünce, sadece tasavvufta değil, Stoacılık gibi Batı bilgelik geleneklerinde de yankı bulur. Stoacılar da mutluluğun, kontrolümüz dışındaki şeylere (sonuçlar, başkalarının fikirleri, talih) kayıtsız kalıp, sadece kontrolümüz altındaki şeylere (kendi düşüncelerimiz, erdemlerimiz, eylemlerimiz) odaklanmakla mümkün olacağını öğretir. Fasîh’in beyti, bu evrensel bilgeliğin Divan şiirinin estetiği içinde damıtılmış halidir.
Günümüzün başarı odaklı ve tüketimi körükleyen dünyasında, “el çekmek” fikri radikal görünebilir. Oysa bu, pasif bir vazgeçiş değil, aktif bir seçiştir. Bu, hayatın sunduğu binlerce geçici meyvenin peşinde nefes nefese kalmak yerine, ruhun kendi iç bahçesinde solmayan çiçekler yetiştirmeyi seçmektir. Bu, mutluluğu “elde etmek”ten ziyade, “olmak”ta aramaktır. Ve bu yolda yürüyenler için, fani gülşenin meyvesi olsa da olur, olmasa da… Çünkü onlar, kalıcı huzurun tohumunu kendi içlerine ekmişlerdir.
Özet
Fasîh’in beyti, dünyanın geçici nimetlerinden ve hedeflerinden vazgeçerek ulaşılan iç özgürlüğü ve teslimiyeti anlatır. Makale, bu “el çekme” eylemini, bir yenilgi değil, ruhun dış koşullara bağımlılıktan kurtulup zafere ulaştığı bir bilgelik hali olarak yorumlar. Beyitteki “fani gülşen” metaforu üzerinden, dünyevi arzuların ve beklentilerin insanı nasıl bir ıstırap tekrarına soktuğu incelenir. Tasavvuftaki “istiğnâ” kavramının Stoacı felsefedeki paralellerine de değinilen makale, gerçek huzurun, sonuçlara odaklanmaktan vazgeçip iç sükûneti bulmakla mümkün olacağını savunur. Bu tavrın pasif bir vazgeçiş değil, bilinçli ve özgürleştirici bir tercih olduğu vurgulanır.

5.: Bâkî ve Hayatın Zıtlıkları
İktibas
Osmanlıca Metin:
گهی وصلتده عاشق گاه مهجور
بو دنیادر گهی ماتم گهی سور
Latin Harfleriyle:
Gehî vuslatda âşık gâh mehcûr
Bu dünyâdır gehî matem gehî sûr
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.
İzah ve Açıklama
“Sultânü’ş-şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun dünya görüşünü ve şiir sanatındaki ustalığını yansıtan en özlü örneklerden biridir. Beyit, hayatın temelindeki zıtlıklar ve değişkenlik ilkesi üzerine kuruludur. İlk mısra, aşk temasını ele alır: Âşığın hali sabit değildir; bazen sevgilisine kavuşmanın mutluluğunu (vuslat) yaşar, bazen de ondan ayrı kalmanın acısını (hicran, mehcûr olma) çeker. İkinci mısra ise bu özel durumu (aşk hali) hayatın geneline yayar ve bir hüküm cümlesiyle noktalar: “Bu dünyâdır.” Yani dünyanın doğası budur, değişmez kuralı budur. Bu kural, zıtlıkların bir arada bulunuşudur: “gehî matem gehî sûr” (bazen yas, bazen düğün). Bâkî, bu beyitle hayatın inişli çıkışlı, sevinçli kederli yapısını büyük bir sükûnet ve kabullenişle dile getirir. Bu, ne isyan ne de aşırı coşku veren, bilgece ve dengeli bir bakış açısıdır.
Makale: Zıtlıkların Ahenginde Yaşamak: Bâkî’nin Dünya Tasavvuru
Hayat, yekpare bir düzlük değil, zıtlıkların birbiri içinde eridiği, birbirini var ettiği dinamik bir bütündür. Gece olmadan gündüzün, hüzün olmadan sevincin, ayrılık olmadan vuslatın anlamı ne kadar eksik kalırdı… İşte bu evrensel gerçeği, Divan şiirinin zirve ismi Bâkî, olgun bir bilgenin sükûnetiyle iki mısraya sığdırır: “Âşık bazen vuslattadır, bazen de ayrılıkta. / Buna dünya derler. Bazen matem, yas; bazen de düğün, eğlence vardır.”
Bu beyit, bir şikayet veya bir hayıflanma değil, bir durum tespitidir. Bâkî, dünyanın doğasını, onun temel işleyiş yasasını ortaya koyar. “Bu dünyâdır” ifadesi, basit bir cümleden öte, derin bir kabullenişin ve anlayışın mührüdür. Bu mühür, hayatın kaçınılmaz gelgitlerine karşı direnmenin anlamsızlığını, akışa teslim olmanın ise bilgeliğini fısıldar. Âşık için vuslat ne kadar gerçekse, hicran da o kadar gerçektir. Biri olmadan diğerinin lezzeti veya elemi tam olarak anlaşılamaz. Tıpkı bunun gibi, hayat denilen bu büyük sahnede de düğün (sûr) ve matem her zaman bir arada var olacaktır. Biri diğerinin habercisi, biri diğerinin tamamlayıcısıdır.
Bâkî’nin bu yaklaşımı, Kanuni Sultan Süleyman gibi bir cihan imparatorunun en yakın dostu ve sohbet arkadaşı olmuş, saltanatın ve zenginliğin zirvesini görmüş, ama aynı zamanda azledilmenin ve gözden düşmenin acısını da tatmış bir şairin hayat tecrübesinden damıtılmıştır. O, ihtişamın da (sûr), kaybın da (matem) ne demek olduğunu bizzat yaşamıştır. Bu nedenle onun sözleri, kitabi bir bilgiden değil, yaşanmışlığın getirdiği o eşsiz derinlikten beslenir. O, ne vuslat anında kendini kaybeden bir coşkunluğa ne de ayrılık anında her şeyin bittiğini düşünen bir yeise kapılır. İkisinin de aynı “dünya” denilen oyunun birer perdesi olduğunu bilir.
Bu dengeli bakış açısı, modern insanın en çok ihtiyaç duyduğu şeylerden biridir. Günümüz dünyası, bizi sürekli zirvelerde olmaya, daima mutlu, başarılı ve “kazanan” olmaya zorlar. Matem, hüzün, başarısızlık gibi hayatın doğal parçaları ise birer anomali, birer hastalık gibi görülüp derhal ortadan kaldırılması gereken “negatif” durumlar olarak etiketlenir. Oysa Bâkî bize, hayatın bu zıt kutuplarla bir bütün olduğunu hatırlatır. Matemi yaşamadan düğünün kıymetini bilmek, ayrılığın acısını çekmeden vuslatın tatlılığını hissetmek mümkün değildir. Asıl bilgelik, bu iki durum arasında salınırken dengeyi kaybetmemek, vuslattayken ayrılığın gelebileceğini unutmamak, matemdeyken de yeni bir düğünün umudunu yitirmemektir.
Sonuç olarak Bâkî’nin beyti, hayatı olduğu gibi kabul etme sanatının bir manifestosudur. Hayat, ne daimi bir cennet ne de ebedi bir cehennemdir. O, bazen bir düğün evi kadar şen, bazen bir matem çadırı kadar sessizdir. Bu iki hali de hayatın bir parçası olarak sükûnetle karşılayabilenler, “dünya” denilen bu handa konaklamanın sırrına ermiş olanlardır.
Özet
Şairlerin Sultanı Bâkî’ye ait bu beyit, hayatın zıtlıklar (vuslat-ayrılık, düğün-matem) üzerine kurulu değişken doğasını bilgece bir kabullenişle ifade eder. Makale, bu beytin basit bir durum tespitinden öte, derin bir hayat düşüncesi barındırdığını savunur. Bâkî’nin kendi hayat tecrübelerinden süzülerek gelen bu dengeli bakış açısının, ne aşırı coşkuya ne de umutsuzluğa kapılmadan, hayatın iniş ve çıkışlarını doğal kabul etmenin önemini vurguladığı belirtilir. Modern insanın sürekli mutluluk arayışının ve hüznü reddedişinin aksine, Bâkî’nin zıtlıkların hayatın doğal bir ahengi olduğu yönündeki düşüncesinin, günümüz için de geçerli bir bilgelik dersi sunduğu anlatılır. Gerçek olgunluğun, hayatın bu iki zıt kutbu arasında dengeyi koruyabilmek olduğu mesajıyla son bulur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 42 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 42 –

Makale 1: Gözlem Sanatı ve Dünyanın Öğrettikleri (Taşlıcalı Yahyâ)
İktibas
Osmanlıca Metin:
صاحب ادراک پاکز قیدی یوق دیوانه یز
اهل دنیانك تماشاسی نصیحتدر بزه
Latinize Metin:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Sâhib-i idrâk-i pâkiz kaydı yok dîvâneyiz
Ehl-i dünyânın temâşâsı nasîhatdir bize
Taşlıcalı Yahyâ
Açıklama:
Temiz bir idrake sahip, herhangi bir kayıtla sınırlanmayan divaneleriz. Kendisini sadece bu dünyanın nimetlerine adamış olan insanların hâlini izlemek bize nasihat olarak yeter.
İzah ve Makale: Akıllı Deliliğin Bilgeliği
Divan şiirinin kudretli kalemlerinden Taşlıcalı Yahyâ, yukarıda iktibas edilen beytinde, sıradanlığın ve dünyevi hırsların ötesinde bir varoluş biçimini, bir “akıllı deliliği” terennüm eder. O ve onun gibi “temiz bir idrake sahip” olanlar, kendilerini dünyanın gelip geçici kurallarıyla, mal, mülk ve makam gibi kayıtlarla sınırlamazlar. Onlar, toplumun “normal” kabul ettiği kalıpların dışına çıkmış, bu yüzden de adına “divane” denilen bilge ruhlardır. Bu divanelik, bir akıl yoksunluğu değil, aksine daha üstün bir aklın, yani idrakin ve sezginin tezahürüdür.
Bu bilge divaneler için en büyük mektep, “ehl-i dünya” yani hayatının merkezine sadece dünyevi zevkleri, çıkarları ve hırsları koymuş olan insanların bizzat kendisidir. Onları “temaşa etmek”, yani hallerini, koşuşturmalarını, sevinçlerini ve kederlerini dışarıdan bir gözle, bir ibret nazarıyla izlemek, en tesirli nasihattir. Zira dünyanın geçici nimetleri için birbirini kıran, ömür tüketen insanların hali, faniliğin ve boş çabanın en canlı delilidir. Bir makam için verilen tavizler, bir avuç toprak için dökülen kanlar, daha fazla biriktirme hırsıyla kaybedilen manevi değerler… Bütün bunlar, idrak sahibi için ciltlerce kitaptan daha derin bir öğüt taşır.
Tarih sahnesi, bu temaşanın sayısız örneğiyle doludur. Büyük imparatorluklar kuran nice hükümdar, fethettiği topraklara sığmazken sonunda bir avuç toprağa sığmak zorunda kalmıştır. Servetleriyle nam salan nice zengin, biriktirdiklerinin hiçbirini öte aleme götürememiştir. Güzelliğiyle dillere destan olanlar, zamanın acımasız eliyle bir gün herkes gibi toprağın bir parçası olmuştur. İşte “sâhib-i idrâk” olan kişi, bu manzarayı seyreder. Bu seyir, ona kibrin ne denli yersiz, hırsın ne kadar anlamsız ve dünyaya bağlanmanın ne büyük bir aldanış olduğunu fısıldar. O, başkalarının düştüğü hatalara düşmemek için onların hayatını bir laboratuvar gibi inceler. Bu, ne bir kınama ne de bir aşağılama, sadece derin bir ibret alma halidir.
Bu beyit, bize modern çağda da bir projektör tutmaktadır. Sosyal medyanın bir “temaşa” sahnesine dönüştüğü günümüzde, başkalarının hayatlarını izleyerek ya hasetle dolarız ya da gıpta ederiz. Oysa Taşlıcalı Yahyâ’nın bilgeliği, bu temaşayı bir “nasihat” penceresinden yapmayı önerir. Gösterişin, lüksün, anlık heveslerin peşindeki insanların sonu gelmez tatminsizliğini görmek, insanın kendi ruhuna dönmesi, neyin gerçekten değerli olduğunu sorgulaması için en büyük fırsattır. Gerçek özgürlük, dünyanın prangalarından kurtulmuş bir idrak ile “kayıtsız bir divane” olabilmekte ve hayatı bir ibret nazarıyla okuyabilmektedir.
Özet
Taşlıcalı Yahyâ’nın beyti, gerçek bilgeliğin, dünyevi hırsların ve sınırların ötesinde bir “divanelik” halinde bulunduğunu ifade eder. Bu bilge kişiler için en büyük ders, hayatını sadece dünya nimetlerine adamış insanların (ehl-i dünya) halini ibretle izlemektir. Onların geçici hevesler uğruna verdikleri anlamsız mücadele, idrak sahipleri için en etkili nasihattir. Bu bakış açısı, insanın başkalarının hatalarından ders alarak kendi manevi yolunu çizmesine ve gerçek özgürlüğe ulaşmasına imkan tanır.

Makale 2: Gerçek Zenginlik ve İnsanın Değeri (Seyyid Vehbî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
نه عزّ و جاه و نسبله نه کسب مال ایله در
فقط تفاخری اهل دلڭ کمال ایله در
Latinize Metin:
Mefâ‘îlün Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Ne izz ü câh u neseble ne kesb-i mâl iledir
Fakat tefâhürü ehl-i dilin kemâl iledir
Seyyid Vehbî
Açıklama:
Gönül sahiplerinin övünmesi, ne makam-mevki ne soy-sop ne de mal sahibi olmakladır. Onlar, ancak olgunlukla, kemâl sahibi olmakla övünürler.
İzah ve Makale: Kemâlin Altın Ölçüsü
İnsanlık tarihi, bir yanıyla değerin ve üstünlüğün ne olduğu sorusuna verilmiş cevapların tarihidir. Kimi medeniyetler gücü, kimi soyu, kimi ise zenginliği en büyük itibar vesilesi saymıştır. Ancak Seyyid Vehbî, 18. yüzyıldan günümüze seslenen bu hikmet dolu beytinde, bütün bu geçici ve dış ölçüleri reddederek, insanın gerçek değerinin ve övünç kaynağının nerede saklı olduğunu gösterir: “Kemâl”.
Beytin ilk mısrası, toplumların genellikle üstünlük olarak kabul ettiği dört unsuru sıralayıp hepsini bir kenara iter: “izz ü câh” (yükseklik, makam, mevki), “neseb” (soy, sop) ve “kesb-i mâl” (mal biriktirme, zenginlik). Bu unsurların hepsi insanın dışındadır. Makamlar geçicidir, en yüksek mevkilere çıkanlar bir gün o koltuktan inerler. Soy, insanın kendi iradesi ve çabasıyla elde ettiği bir şey değildir; yalnızca bir takdirin sonucudur. Mal mülk ise bugün var yarın yoktur; biriktirilen servetler bir anda elden çıkabilir veya mirasçıların elinde heba olabilir. Dolayısıyla bu değişken ve güvenilmez temellere dayanan bir üstünlük, sahte bir övünçten başka bir şey değildir.
Peki, “ehl-i dil” yani gönül ehli, bilge ve arif insanlar ne ile övünür? Seyyid Vehbî cevabı net bir şekilde verir: “Fakat tefâhürü ehl-i dilin kemâl iledir.” Kemâl, olgunluk demektir. İnsanın ilimde, ahlakta, sanatta, irfanda ve en önemlisi “insan olmakta” ulaşabileceği en üst seviyedir. Bu, insanın dahili bir zenginliğidir. Dışarıdan kimsenin alamayacağı, zamanın eskitemeyeceği, felaketlerin yok edemeyeceği tek gerçek servettir. Kemâl sahibi insan, öfkesini yenen, affetmeyi bilen, adaletten şaşmayan, bilgiyle aydınlanmış, tevazu ile süslenmiş kişidir.
Tarih, bu iki farklı değer sisteminin çarpışmasına şahittir. Firavun, gücü, orduları ve hazineleriyle övünürken; Hz. Musa, sadece inancı ve ahlaki duruşuyla ona meydan okumuştur. Roma’nın zengin ve soylu senatörleri, köle bir ailenin çocuğu olan bilge Epiktetos’un felsefesi karşısında aciz kalmışlardır. İslam medeniyetinde nice sultan, ilmi ve ahlakıyla kemâle ermiş bir alimin önünde diz çökmüş, ondan öğüt dilenmiştir. Bu örnekler gösteriyor ki, makamın ve malın gücü zamanla erirken, kemâlin ışığı asırlar sonrasını bile aydınlatmaya devam eder.
Günümüz dünyası, Seyyid Vehbî’nin bu uyarısına her zamankinden daha fazla muhtaçtır. “Ne kadar kazandığın”, “hangi makamda olduğun” veya “nereden geldiğin” gibi soruların, “nasıl bir insan olduğun” sorusunun önüne geçtiği bir çağda yaşıyoruz. Oysa insanın geride bırakacağı en kalıcı miras, banka hesabındaki rakamlar veya kartvizitindeki unvanlar değil, karakterinin sağlamlığı, ahlakının güzelliği ve ruhunun olgunluğudur. Gerçek övünç, sahip olduklarımızda değil, “olduğumuz” şeydedir.
Özet
Seyyid Vehbî, bu beytinde insanın gerçek değer ölçüsünün ne olduğunu sorgular. Ona göre, makam, mevki, soyluluk veya mal-mülk gibi dış ve geçici unsurlar bir övünç kaynağı olamaz. Gerçek üstünlük ve gönül ehlinin (ehl-i dil) yegâne övünç vesilesi “kemâl”dir. Kemâl, insanın ahlak, ilim ve irfan yolunda ulaştığı iç olgunluk ve mükemmelliktir. Bu, zamanla kaybolmayan, çalınamayan ve insanın asıl zenginliğini oluşturan yegâne hazinedir.

Makale 3: Gören Göz ve Kör Bakış (Taşlıcalı Yahyâ)
İktibas
Osmanlıca Metin:
تارك دنیای كوزلر اولیا اولی کورور
عیننه آلمـاز عوامڭ عیننی اعمی کورور
Latinize Metin:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Târik-i dünyâyı gözler evliyâ evlâ görür
Aynına almaz avâmın aybını a‘mâ görür
Taşlıcalı Yahyâ
Açıklama:
Veli zatlar dünyayı terk edenleri, dünyanın geçici güzelliklerine meyletmeyenleri gözlerler. Onları diğer insanlardan daha üstün tutarlar. Sıradan halkın gözüyle bakmazlar. Onların gözünü, bakışını âmâ bakışı olarak görürler.
İzah ve Makale: Hakikatin Farklı Pencereleri
Taşlıcalı Yahyâ, bu derinlikli beytinde, iki farklı bakış açısını, iki farklı dünya görüşünü karşılaştırarak hakikatin göreceliğini ve manevi mertebenin önemini vurgular. Bir yanda “evliya” yani veliler, Allah dostları, manevi olgunluğa ermiş bilge insanlar vardır. Diğer yanda ise “avâm”, yani sıradan halk, manevi derinlikten çok dünyevi ve maddi gerçeklerle ilgilenen çoğunluk bulunur. Şair, bu iki grubun birbirini ve dünyayı nasıl gördüğünü çarpıcı bir tezatla ortaya koyar.
İlk mısra, velilerin değer sistemini açıklar: “Târik-i dünyâyı gözler evliyâ evlâ görür.” Evliyanın nazarı, dünyayı terk edenler, yani mal, makam, şöhret gibi geçici heveslerden yüz çevirip yüzünü hakikate dönenler üzerindedir. Onlar için “evlâ” olan, yani daha üstün, daha değerli olan kişi, dünyadan ne kadar vazgeçebilmişse o kadar kıymetlidir. Çünkü veliler bilirler ki, dünya bir gölgedir ve gölgenin peşinden koşanlar, asıl olanı, yani hakikati kaçırırlar. Onların gözünde gerçek zenginlik, dünyayı biriktirmek değil, kalbi dünyadan arındırmaktır. Bu nedenle, toplumun “başarılı” veya “zengin” diye etiketlediği kişilere değil, “fakir” ama “gönlü zengin” olanlara itibar ederler.
İkinci mısra ise bu denklemin diğer yüzünü, yani avâmın bakışını ve evliyanın bu bakışa karşı tavrını anlatır: “Aynına almaz avâmın aybını a‘mâ görür.” Veliler, sıradan halkın bu değer yargılarını ve bakış açısını “aynına almaz”, yani ciddiye almaz, onlara kıymet vermezler. Çünkü avâmın gözü, sadece dışı, kabuğu, maddeyi görür. Onlar için dünyayı terk etmek bir “kayıp”, bir “ahmaklık”tır. Maneviyat için maddi olandan vazgeçeni anlayamazlar. İşte veliler, avâmın bu sathi, yalnızca maddeye odaklanmış gözünü ve bakışını, “a’mâ” yani kör olarak nitelendirir. Bu, fiziki bir körlük değil, bir kalp gözü körlüğüdür; hakikati görememe halidir.
Bu beyit, Platon’un meşhur “Mağara Alegorisi”ni hatırlatır. Mağarada zincirlenmiş insanlar, duvardaki gölgeleri gerçek sanırlar. İçlerinden biri zincirlerini kırıp dışarı çıkar, gerçek güneşi ve nesneleri görür. Geri dönüp diğerlerine hakikati anlattığında ise ona inanmazlar, hatta onu deli veya kör olmakla suçlarlar. İşte “evliya”, o mağaradan çıkmış, hakikat güneşini görmüş kişidir. “Avâm” ise hâlâ gölgeleri gerçek sananlardır. Bu yüzden birbirlerinin dilinden anlamazlar, birbirlerinin gördüğünü göremezler.
Tarih boyunca peygamberler, filozoflar ve veliler, toplumları tarafından genellikle yanlış anlaşılmışlardır. Çünkü onlar, toplumun mevcut değer yargılarının ötesinde bir hakikati işaret etmişlerdir. Avâm, onların gösterdiği ufka değil, sadece parmaklarına bakmıştır. Taşlıcalı Yahyâ’nın beyti, bize her bakışın bir görüş olmadığını, asıl olanın kalp gözüyle, basiretle bakmak olduğunu hatırlatır. Maddenin ve dünyanın parıltısıyla körleşmiş bir göz, maneviyatın ve hakikatin nûrunu göremez. Gerçek görüş, neye baktığımızdan çok, hangi pencereden baktığımıza bağlıdır.
Özet
Taşlıcalı Yahyâ, bu beytinde “evliya” (veliler) ile “avâm” (sıradan halk) arasındaki temel bakış açısı farkını ortaya koyar. Veliler, dünyadan yüz çevirenleri en üstün kişiler olarak görürken, sıradan halkın maddeci ve dünyevi bakış açısını ciddiye almazlar. Çünkü onlara göre, avâmın sadece dışı gören gözü, hakikate karşı “kördür”. Beyit, gerçek görüşün fiziki gözle değil, kalp gözüyle (basiret) olduğunu ve manevi mertebeye ulaşanların, dünyanın geçici değerlerine aldananların göremediği bir hakikati gördüğünü ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 41 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 41 –

Her bir makale, beytin kendisiyle başlayacak, ardından detaylı bir izah ve konuyla ilgili hikmetli, edebi ve düşündürücü bir deneme ile devam edecek ve bir özetle son bulacaktır.
1. Makale: İki Cihan Saadeti’nin İki Altın Kuralı: Mürüvvet ve Müdârâ
Bu makale, Hâfız-ı Şirâzî’ye ait olan ve dünya ile ahiret saadetinin sırrını iki temel ilkeye bağlayan beyit üzerine kaleme alınmıştır.
İktibas
آسایش دو گیتی تفسیر این دو حرف است
با دوستان مروت با دشمنان مدارا
Mef’ûlü Fâ’ilâtün Mef’ûlü Fâ’ilâtün
Âsâyiş-i du-gîtî tefsîr-i in du-harfest
Bâ-dûstân muruvvet bâ-düşmenân mudârâ
Hâfız-ı Şirâzî
İzah: İki cihanın rahat ve selâmeti şu iki düsturun tefsirinde, anlaşılmasındadır. Dostlarına karşı mürüvvetkârâne yani mertçe davranacaksın, düşmanlarınla da iyi geçinecek, onları güdeceksin.
Makale: Mürüvvet ve Müdârâ Sanatı
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana huzurun ve sükûnetin peşindedir. Bu arayış, sadece fani dünyanın geçici rahatlıklarını değil, aynı zamanda ebedi âlemin selametini de kapsar. Büyük şair ve arif Hâfız-ı Şirâzî, bu ebedi arayışın cevabını, okyanusları bir damlaya sığdıran eşsiz belagatiyle iki kelimelik bir formülde özetler: “Bâ-dûstân muruvvet bâ-düşmenân mudârâ.” Yani, dostlara karşı mürüvvet, düşmanlara karşı ise müdârâ… Bu beyit, basit bir tavsiye değil, iki cihanı mamur edecek bir ahlak anayasasıdır.
“Mürüvvet”, günümüz Türkçesinde tam karşılığını bulmakta zorlandığımız zengin bir kavramdır. Cömertlik, yiğitlik, adalet, iyilikseverlik, mertlik ve erdem gibi pek çok manayı içinde barındırır. Hâfız, dostluk ilişkisinin temelini bu kavrama dayandırır. Dostluk, sadece iyi günde bir araya gelmek değil, zor zamanda dostunun elinden tutmak, onun kusurunu örtmek, ona karşı daima cömert ve fedakâr olmaktır. Mürüvvet sahibi insan, dostuna karşı hesabi değil, hasbi davranır. Vefayı bir borç değil, bir karakter özelliği olarak görür. Bu ilke, sosyal dokuyu sağlamlaştıran, güveni ve sevgiyi perçinleyen harçtır. Tarih, dostlarına karşı mürüvvetle davranan liderlerin ve toplumların nasıl yükseldiğini, bu erdemi yitirenlerin ise nasıl dağılıp parçalandığını sayısız örnekle göstermektedir.
Beytin ikinci kanadı olan “müdârâ” ise genellikle yanlış anlaşılan, hatta zayıflıkla karıştırılan bir erdemdir. Oysa müdârâ, düşman karşısında sinmek veya iki yüzlü davranmak değil, bilgece bir idare etme sanatıdır. Aklı, sabrı ve stratejiyi kullanarak gereksiz çatışmalardan kaçınmak, düşmanlığın ateşini körüklemek yerine onu kontrol altında tutmaktır. Müdârâ, gücün akıllıca kullanılmasıdır. Düşmanlığın getireceği yıkımı öngörerek, daha büyük bir zararı önlemek için gösterilen bir dirayettir. Bu, Hz. Peygamber’in (s.a.v) Mekke fethindeki genel affı gibi, en büyük zaferin kalpleri kazanmak olduğunu bilenlerin yoludur. Düşmanını yok etmeye odaklanmak yerine, onun düşmanlığını yok etmeye odaklanan bir bilgeliktir. Bu ilke, hem bireyi gereksiz yıpranmalardan korur hem de toplumsal barışın devamlılığını sağlar.
Hâfız-ı Şirâzî, bu iki ilkeyi bir araya getirerek aslında kâmil insanın portresini çizer. Bu insan, sevgi ve merhametini dostlarından esirgemeyen bir kalp taşıdığı gibi, öfkesini ve gücünü kontrol edebilen bir akla da sahiptir. İçeride sevgi ve vefa ile birliği sağlarken, dışarıdan gelebilecek tehditleri de akıl ve bilgelikle bertaraf eder. İşte bu denge, bireye iç huzuru, topluma ise kalıcı bir barış ve selamet getirir.
Özet
Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde dünya ve ahiret mutluluğunun formülünü sunar. Bu formül iki temel esasa dayanır: İlki, dostlara karşı cömert, mert ve fedakâr olmayı ifade eden “mürüvvet”; ikincisi ise düşmanlıklara karşı akıllıca, sabırlı ve idareci bir tavır sergilemek olan “müdârâ”dır. Bu iki ahlaki ilke, hem kişisel huzurun hem de toplumsal barışın temelini oluşturur.

2. Makale: Güzellik Karşısında Dilin Acziyeti
Bu makale, şairi bilinmeyen (Lâedrî) bir beyitten yola çıkarak, mutlak güzellik karşısında kelimelerin ve tariflerin yetersiz kalışını konu almaktadır.
İktibas
او ادالر بو تبسم بزه دکدر بیلیرز
کلی تعريفه نه حاجت نه چیچکدر بیلیرز
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
O edâlar bu tebessüm bize dekdir biliriz
Gülü ta’rîfe ne hâcet ne çiçekdir biliriz
Lâedrî
İzah: Sevgilinin edaları, işveleri, cilveleri bize gelene kadardır, bunu biliriz. Bir güle benzeyen sevgiliyi tarif etmeye ne gerek var. Biz onun nasıl bir çiçek olduğunu biliriz.
Makale: Anlatılamayan Güzellik
Varlık âleminde bazı tecrübeler vardır ki, dil onları ifade etmekte aciz kalır. Aşk, vecd, derin bir hüzün veya hayranlık uyandıran mutlak bir güzellik… İşte bu tecrübeler, kelimelerin sınırlarını aşıp doğrudan ruha hitap eder. Divan edebiyatının “Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) imzasıyla ölümsüzleşen bu nadide beyti, tam da bu acziyeti ve aynı zamanda bu sezgili bilişi dile getirir: “Gülü ta’rîfe ne hâcet ne çiçekdir biliriz.”
Beytin ilk mısrası, sevgilinin nazının, edasının ve tebessümünün aşığa özel olduğu bilincini yansıtır. Bu, aşkın kişisel ve mahrem doğasına bir işarettir. Sevgilinin her bir hareketi, âşık için özel bir anlam taşır ve bu anlam başkaları tarafından anlaşılamaz. Bu yüzden sevgili, âşığın nazarında biriciktir.
Ancak beytin asıl vurucu noktası ikinci mısradır. Şair, klasik şiirin en temel mazmunlarından olan “gül”ü ele alır. Sevgili, güzelliği, zarafeti ve letafetiyle daima güle benzetilir. Fakat şair, bu benzetmeyi yaptıktan sonra onu açıklamaya, tarif etmeye, deliller getirmeye gerek duymaz. “Gülü tarif etmeye ne gerek var?” diye sorar ve cevabını kendisi verir: “Biz onun ne (nasıl bir) çiçek olduğunu biliriz.” Bu ifade, analitik bilginin değil, sezgisel ve kalbî bilginin üstünlüğünü vurgular.
Bir botanikçi için gül, Rosaceae familyasına ait, katmerli yaprakları, dikensi gövdesi ve belirli kimyasal bileşenlerden oluşan kokusuyla tanımlanabilecek bir bitkidir. Bu, aklın ve bilimin tarifidir. Ancak bir âşık için gül, sevgilinin yanağıdır, kokusu sevgilinin kokusudur, rengi onun mahcubiyetidir. Bu bilgi, laboratuvarda elde edilen bir bilgi değil, doğrudan tecrübe edilen, kalple bilinen bir hakikattir. Şairin “biliriz” demesi, bu tecrübeye dayanan kesin ve sarsılmaz imanı ifade eder.
Bu beyit, bize Platon’un “idealar dünyası”nı hatırlatır. Gördüğümüz her gül, asıl “gül ideası”nın bir yansımasıdır. Sevgili de yeryüzündeki mutlak güzelliğin bir tecellisidir. O güzellik bir kez kalbe dokunduğunda, artık ispat ve tarife ihtiyaç kalmaz. Onu anlatmaya çalışmak, güneşin varlığını bir mum ışığıyla ispatlamaya çalışmak gibi beyhude bir çabadır. Aşk ve güzellik, rasyonel aklın ötesinde, ruhun kendi diliyle anladığı bir sırdır. Bu sırra vakıf olanlar için susmak, en beliğ konuşmadır. Çünkü onlar bilirler; en güzel tarif, tarife sığmayandır.
Özet
Lâedrî’ye ait bu beyit, gerçek güzelliğin ve aşk tecrübesinin kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak kalp gözüyle ve sezgiyle bilinebileceğini anlatır. Sevgiliyi bir güle benzeterek onu uzun uzun tarif etmeye gerek olmadığını, çünkü âşığın onun ne kadar eşsiz bir “çiçek” olduğunu zaten derinden bildiğini vurgular. Bu, rasyonel bilginin karşısında sezgili ve tecrübeye dayalı bilginin üstünlüğünü dile getiren hikmetli bir ifadedir.

3. Makale: Vefanın ve Teslimiyetin Zirvesi: “Ölme Var, Ayrılma Yoktur”
Bu makale, büyük divan şairi Şeyh Gâlib’in, aşk yolundaki mutlak sadakati ve her türlü cefa karşısındaki sarsılmaz duruşu anlatan beyti üzerine yoğunlaşmaktadır.
İktibas
اى كل باغ وفا معلومك اولسون بو سنك
خار جور ايله صاقين ترك ايلمم پيرامنك
اولمه وار آيريلما يوقدر اويله توتدم دامنك
كيزلسمده آشكار ايتسمده جانمسين بنم
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey gül-i bâğ-ı vefâ ma’lûmun olsun bu senin
Hâr-ı cevr ile sakın terk eylemem pîrâmenin
Ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin
Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim
Şeyh Gâlib
İzah: Ey vefa bağının gülü olan sevgili! Şu söyleyeceğim şey senin malûmun olsun. Bana çektirdiğin sıkıntıların bir diken gibi rahatsız etmesini bahane edip çevrenden ayrılmam. Senin eteğinden öyle bir tuttum ki ucunda ölüm bile olsa ayrılmak yok benim için. Gizlesem de benim canımsın, açığa vursam da.
Makale: Aşk Eteğine Sımsıkı Sarılmak
Aşk, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir irade, bir karar ve sarsılmaz bir bağlılık eylemidir. Özellikle tasavvufi düşüncenin ve divan şiirinin derinliklerinde işlenen aşk, sevgilinin lütfu kadar kahrına da razı olmayı gerektiren çetin bir yoldur. Şeyh Gâlib, bu yolun en kararlı yolcusunun dilinden konuşarak, teslimiyetin ve vefanın manifestosunu yazar: “Ölme var ayrılma yokdur öyle tutdum dâmenin.”
Şair, sevgiliye “Ey vefa bağının gülü” diye hitap ederek söze başlar. Bu hitap, sevgilinin vefanın ve güzelliğin ta kendisi olduğunu, vefasızlığın ondan değil ancak âşığın kendisinden gelebileceğini ima eder. Ardından, sevgilinin çektirdiği sıkıntıları ve eziyetleri bir “diken”e benzetir. Gülün dikeni meşhurdur; güle ulaşmak isteyen, dikenin acısına katlanmak zorundadır. Şeyh Gâlib, bu “cevr dikeni”nin, yani sevgilinin eziyetinin, kendisini asla ondan uzaklaştıramayacağını kesin bir dille ifade eder. Bu, aşkın sadece sefadan ibaret olmadığını, cefayı da hazmettiren bir adanmışlık gerektirdiğini gösterir.
Beytin zirve noktası, üçüncü mısradır. “Dâmenini tutmak” (eteğini tutmak), divan şiirinde birine sığınmayı, ondan medet ummayı, ona bağlılığını bildirmeyi ve onu asla bırakmamayı ifade eden çok güçlü bir imgedir. Şair, sevgilinin eteğine öylesine bir sarılmıştır ki, bu bağlılığın nihai bedelinin “ölüm” olmasını bile göze almıştır. “Ölme var, ayrılma yoktur” ifadesi, bir yemin, bir ant içmedir. Bu, beşeri aşkın ötesinde, ilahi aşka uzanan bir teslimiyetin sesidir. Müridin mürşidine, kulun Allah’a olan sarsılmaz bağlılığıdır. Bu yolda geri dönüş yoktur; vazgeçmek, ölmekten daha beterdir.
Son mısra ise bu bağlılığın iç ve dış boyutunu tamamlar: “Gizlesem de âşikâr etsem de cânımsın benim.” Aşk, bazen sır gibi kalpte saklanır, bazen de bir feryat olup dillere düşer. Ancak her iki durumda da sevgilinin âşığın “canı” olduğu gerçeği değişmez. Bu, aşkın sadece bir hâl değil, bir “varlık” meselesi olduğunu gösterir. Sevgili, âşığın varlığının özü, canının ta kendisi olmuştur.
Şeyh Gâlib, bu beytiyle bize öğretir ki, gerçek bağlılık, şartlar ne olursa olsun devam edendir. Lütuf anında şükreden, kahır anında isyan etmeyip sabreden ve sevgilinin eteğini asla bırakmayan bir irade, aşkın en yüce mertebesine ulaşır. Bu, dikenli yollardan geçerek gül bahçesine vasıl olmanın sırrıdır.
Özet
Şeyh Gâlib, bu beytinde aşk yolundaki mutlak sadakati ve kararlılığı dile getirir. Sevgiliyi “vefa bağının gülü” olarak nitelendirir ve onun çektirdiği eziyetlerin dikeni ne kadar acıtsa da ondan asla ayrılmayacağını belirtir. Sevgilinin eteğine, ucunda ölüm olsa bile bırakmayacak şekilde sarıldığını ifade ederek, aşkındaki teslimiyetin ve vefanın derecesini ortaya koyar. Aşkını gizlese de açıklasa da sevgilinin onun canı olduğu gerçeği değişmez.

4. Makale: Vuslat Bayramı ve “İrciî” Hitabı
Bu makale, Aşkî’ye ait olan ve tasavvufi bir bakış açısıyla ölümü bir son değil, Rabb’e dönüşün ve vuslatın kutlandığı bir “bayram” olarak gören beyit üzerine kurulmuştur.
İktibas
شراب عشقی نوش ايتدر يا رب
ايچلم ايمانله بيرام ايده‌لم
ارجعی خطابك كوش ايتدر يا رب
كوچلم ايمانله بيرام ايده‌لم
Şarâb-ı aşkını nûş ettir yâ Rab
İçelim imânla bayrâm edelim
“İrci’î” hitâbın gûş ettir yâ Rab
Göçelim imânla bayrâm edelim
Aşkî
İzah: Ey Rabbim! Bize senin aşkının şarabını içir. Derin bir tefekkürle içip bayram edelim. “[Rabbine] dön” hitabını bize duyur. Böylece dünyadan göçüp bayram edelim. [Ey Allah’ın rızasıyla huzura eren nefis! Rabbini hoşnut etmiş ve sen de Rabbin tarafından hoşnut edilmiş olarak Rabbine dön – Fecr Sûresi/27-28]
Makale: Ölümü Bayram Bilmek Sanatı
İnsan için en büyük korkulardan ve bilinmezlerden biri ölümdür. Ölüm, genellikle bir son, bir ayrılık, bir hüzün olarak anlaşılır. Ancak maneviyat ve irfan yolcuları için ölüm, perdenin ardındaki hakikate ulaşmak, asıl vatana dönmek ve Sevgili’ye kavuşmaktır. Şair Aşkî, bu derin bakış açısını bir dua ve niyaz formunda dile getirerek, ölümü bir matemden çıkarıp bir “bayram” coşkusuna dönüştürür.
Şair, duasına dünyevi bir taleple değil, manevi bir arzuyla başlar: “Şarâb-ı aşkını nûş ettir yâ Rab.” Buradaki “aşk şarabı”, aklı baştan alan, kişiyi geçici dünya zevklerinden koparıp ilahi bir sarhoşlukla kendinden geçiren ilahi aşkın metaforudur. Bu şarabı “imanla” içme talebi, bu manevi tecrübenin şuurlu bir teslimiyet içinde yaşanması arzusunu ifade eder. Bu şarabı içen arif için dünya, bir bayram yerine dönüşür; her zerrede O’nun tecellisini görür ve her an bir coşku içinde yaşar.
Beytin ikinci yarısı ise bu manevi yolculuğun zirvesini ve nihai hedefini konu alır. Şair, Allah’tan Fecr Suresi’nde geçen o kutlu hitabı duymayı diler: “‘İrci’î’ hitâbın gûş ettir yâ Rab.” “İrci’î” yani “Dön!” emri, dünyadaki imtihanını başarıyla tamamlamış, nefsini terbiye etmiş ve Allah’tan razı olmuş mutmain (huzura ermiş) nefse yapılan ilahi bir davettir. Bu davet, “Rabbine dön!” çağrısıdır. Bu, bir azarlama veya hesaba çekme çağrısı değil, bir onurlandırma, bir vuslat müjdesidir.
Bu ilahi daveti duyan ruh için “göçmek”, yani ölmek, bir yok oluş değil, bir bayramdır. Tıpkı gurbetteki birinin yıllar sonra sevdiklerine kavuştuğu an gibi, ruhun da asıl sahibi olan Rabb’ine kavuştuğu andır. Aşkî, bu göçü de “imanla” gerçekleştirmeyi dileyerek, son nefese kadar imandan ayrılmama arzusunu belirtir. Böylece, aşk şarabıyla başlayan manevi ziyafet, “İrciî” hitabıyla taçlanan bir vuslat bayramıyla sona erer.
Bu beyit, İslâm tasavvufunun ölüme bakışını muhteşem bir şekilde özetler. Hz. Mevlana’nın ölüm gününü “Şeb-i Arûs” (Düğün Gecesi) olarak adlandırması da aynı düşüncenin bir yansımasıdır. Hayatını ilahi aşkla yaşayan, her anını O’nun rızasını kazanmak için bir fırsat bilen bir kul için ölüm, korkulacak bir son değil, hasretle beklenen bir kavuşma anı, bir “bayram”dır. Aşkî’nin duası, her müminin kalbinde taşıdığı bu en ulvi arzunun şiirleşmiş halidir.
Özet
Aşkî, bu beytinde Allah’tan ilahi aşk şarabını içirmesini ve bu manevi sarhoşlukla dünyayı bir bayram gibi yaşamayı diler. Ardından, Fecr Suresi’ndeki “Rabbine dön” hitabını duymayı ve bu ilahi davetle dünyadan göçerek, ölümü de bir vuslat bayramına dönüştürmeyi niyaz eder. Beyit, tasavvuftaki “ölümün bir son değil, Sevgili’ye kavuşma anı olduğu” inancını etkileyici bir dille ifade eder.

5. Makale: Gerçek Zenginlik ve Huzurun Sırrı: Kanaat Eteği
Bu makale, Koca Râgıb Paşa’nın, dünya süsüne aldanmayıp kanaat ve tevekkül ile yaşamanın gerçek huzur ve nimete ulaşmanın yolu olduğunu anlatan hikmet dolu beyti üzerine bir tefekkürdür.
İktibas
جهان آلايشندن دستشوى اول راحت ايسترسه ك
قناعت دامنن الدن بيراقما نعمت ايسترسه ك
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Cihân âlâyişinden dest-şûy ol rahat istersen
Kanâ’at dâmenin elden bırakma ni’met istersen
Koca Râgıb Paşa
İzah: Ey insan! Eğer rahat etmek istiyorsan, bu dünyanın süsünden, gösterişinden, debdebesinden elini çek. Bunlara bulaşma, tenezzül etme. Eğer hakiki mânâda nimet istiyorsan, asla kanaat ve tevekkül eteğini elinden bırakma.
Makale: Dünyanın Süsünden El Yıkayıp Kanaat Eteğine Sarılmak
İnsan, doğası gereği daima daha fazlasını isteyen, tatminsiz bir varlıktır. Modern dünya, bu tatminsizliği sürekli körükleyerek mutluluğu tüketime, huzuru ise maddi varlığa endekslemiş durumdadır. Ancak tarih boyunca bilge insanlar ve arifler, gerçek huzurun ve zenginliğin bu yönde olmadığını, tam aksine “az”da ve “yeterli”de gizli olduğunu söylemişlerdir. Osmanlı’nın bilge sadrazam ve şairlerinden Koca Râgıb Paşa, bu kadim hikmeti iki mısralık bir düsturla ölümsüzleştirmiştir.
İlk mısra, rahat ve huzur arayanlara net bir reçete sunar: “Cihân âlâyişinden dest-şûy ol rahat istersen.” “Cihân âlâyişi”, dünyanın aldatıcı süsü, gösterişi, makam, mevki, şan, şöhret ve bitmek bilmeyen hırslardır. “Dest-şûy olmak” ise “el yıkamak”, yani bir şeyi tamamen terk etmek, ondan vazgeçmek, onunla ilişkiyi kesmek demektir. Paşa, rahatlığın anahtarının, bu bitmez tükenmez istekler ve gösteriş yarışından bilinçli bir şekilde çekilmek olduğunu söyler. Bu, dünyayı tamamen terk etmek anlamına gelen bir keşişlik değil, dünyanın kalbe girmesine izin vermemek, onu bir amaç değil, bir araç olarak görmektir. Dünyanın süsüne kapılan insan, sürekli bir endişe, kaybetme korkusu ve başkalarıyla rekabet etme stresi içinde yaşar. Bu yüklerden “el yıkayan” ise hafifler, özgürleşir ve deruni bir rahata kavuşur.
Rahata kavuşmanın yolunu gösterdikten sonra şair, gerçek nimete, yani hakiki zenginliğe ulaşmanın sırrını açıklar: “Kanâ’at dâmenin elden bırakma ni’met istersen.” “Kanaat”, elindekine razı olmak, azla yetinmek ve gözünü başkasının malından sakınmaktır. Ancak bu, tembellik veya miskinlik değildir. Tam aksine, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra Allah’ın takdirine razı olmanın getirdiği bir iç zenginliğidir. “Kanaat dâmeni” (kanaat eteği), tıpkı Şeyh Gâlib’in beytindeki gibi, sığınılacak, korunulacak ve asla bırakılmaması gereken manevi bir sığınaktır.
Kanaat eden insan, dünyanın en zengin insanıdır. Çünkü onun mutluluğu, dış şartlara veya sahip olduğu nesnelere bağlı değildir. Mutluluğu kendi içindedir. Bu, Büyük İskender’in, bir fıçının içinde yaşayan Diyojen’e “Dile benden ne dilersen” dediğinde, “Gölge etme, başka ihsan istemem” cevabını almasındaki hikmetin ta kendisidir. Diyojen, güneşin sıcaklığı gibi en temel bir nimetle yetinerek, dünyanın en güçlü imparatoruna muhtaç olmadığını göstermiştir. İşte kanaat, insana böyle bir onur ve özgürlük bahşeden en büyük nimettir.
Koca Râgıb Paşa’nın bu beyti, günümüz insanının içine düştüğü tüketim çılgınlığına ve doyumsuzluk tuzağına karşı asırlar öncesinden bir uyarı niteliğindedir. Gerçek rahat, vazgeçebilme cesaretinde; gerçek nimet ise elindekinin kıymetini bilme erdeminde, yani kanaatte gizlidir.
Özet
Koca Râgıb Paşa, bu beytinde huzur ve nimet arayışındaki insana iki temel öğüt verir. Gerçek bir rahata kavuşmak isteyen kişi, dünyanın aldatıcı süsünden, gösterişinden ve hırslarından elini çekmelidir. Hakiki ve kalıcı nimete (zenginliğe) ulaşmak isteyen ise, elindekine razı olmayı ve azla yetinmeyi ifade eden kanaat erdemine sımsıkı sarılmalı, onu asla elden bırakmamalıdır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 40 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 40 –

1: Hayâlî Bey’in Hikmet Penceresi
İktibas
• Osmanlıca Metin:
ايستر ايسه ك ألمغه حكمت كتابندن سبق
خامهٔ قدرت نه يازمش صفحهٔ اشجاره باق
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
İster isen almaya hikmet kitâbından sebak
Hâme-i kudret ne yazmış safha-i eşcâra bak
Hayâlî Bey
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eğer hikmet kitabından ders almak istiyorsan,
Allah’ın ezeli kudret kaleminin kâinatın sayfalarına yazmış olduğu işaretlere, ibret levhalarına bak.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, tasavvufi ve hikemî (felsefi) şiirin en güzel örneklerinden biridir. Şair Hayâlî Bey, hakiki bilginin ve bilgeliğin kaynağını işaret eder. Beyitin merkezinde “kâinat kitabı” metaforu yer alır.
• Hikmet Kitabı: İnsanlar tarafından yazılmış kitapların ötesinde, asıl “hikmet kitabı”nın bizzat evrenin kendisi olduğu vurgulanır. Bilgelik (hikmet) arayan bir kişinin, laboratuvarı veya kütüphanesi tüm tabiat olmalıdır.
• Sebak Almak: “Ders almak” anlamına gelen bu ifade, pasif bir bakışın yeterli olmayacağını, bilinçli bir öğrenme ve anlama çabası gerektiğini ima eder.
• Hâme-i Kudret: “Kudret kalemi” demektir. Bu, Allah’ın yaratma fiilini estetik ve sanatsal bir eyleme dönüştüren güçlü bir ifadedir. Evrendeki her varlık, bu kudret kaleminin bir harfi, bir kelimesi veya bir cümlesidir. Bu kalem, mürekkebi olmadan yazar ve yazdığı her şeyde sonsuz bir mana gizlidir.
• Safha-i Eşcâr: “Ağaçların sayfası” anlamına gelir. Şair, koca kâinat kitabından somut ve her an gözümüzün önünde olan bir örnek seçer: ağaçlar. Bir ağacın tohumdan filizlenmesi, büyümesi, yaprak açması, çiçeklenmesi, meyve vermesi ve sonbaharda yapraklarını dökmesi, adeta bir kitabın sayfaları gibi okunup tefekkür edilecek ilahi mesajlarla doludur.
Beyit, insanı çevresine karşı daha dikkatli, daha derin ve daha anlam arayan bir gözle bakmaya davet eder. Bilimsel gözlem ile manevi tefekkürün aslında aynı hedefe, yani hakikati anlamaya yönelik olduğunu telkin eder.
Makale: Kâinat Kitabını Okuma Sanatı
İnsanlık tarihi, bitmek bilmeyen bir anlam arayışının öyküsüdür. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, en karmaşık felsefi metinlere kadar insanoğlu, varoluşun sırrını ve hayatın gayesini çözmeye çalışmıştır. Bu yolda sayısız kitap yazılmış, nice düşünce sistemi geliştirilmiştir. Ancak 16. yüzyılın büyük şairi Hayâlî Bey, bize bu arayışta gözden kaçırdığımız en temel ve en muhteşem kaynağı hatırlatır:
“İster isen almaya hikmet kitâbından sebak / Hâme-i kudret ne yazmış safha-i eşcâra bak”
Bu beyit, bilgelik arayan ruhlara bir pusula sunar. O, hikmetin tozlu raflarda, mürekkepli sayfalarda hapsolmadığını; asıl büyük “Hikmet Kitabı”nın, bizzat yaşadığımız evren olduğunu söyler. Bu kitabın yazarı ise “Hâme-i Kudret” yani Kudret Kalemi’dir. Bu kalem, ilahi bir sanatkârın elinde, kâinatın her bir zerresine sonsuz manalar işlemiştir.
Hayâlî, bu devasa kitabın içinden özellikle bir sayfayı dikkatimize sunar: “safha-i eşcâr,” yani ağaçların sayfası. Neden ağaçlar? Çünkü bir ağaç, varoluşun tüm tekrarını sessiz bir bilgelikle sergileyen canlı bir anıttır. Toprağın derinliklerine saldığı kökleriyle sabrı ve sebatı, gökyüzüne uzanan dallarıyla yücelme arzusunu, her bahar yeniden yeşeren yapraklarıyla ölümden sonraki dirilişi ve umudu anlatır. Bir ağacın gövdesindeki halkalar, geçen zamanın ve yaşanmışlıkların tarihidir. Bir yaprağın üzerindeki damarlar, en mükemmel ulaşım ağının haritasıdır. Bir meyvenin içindeki çekirdek, devasa bir potansiyelin küçücük bir hacme nasıl sığdırıldığının mucizevi bir isbatıdır. İşte tüm bunlar, Kudret Kalemi’nin yazdığı işaretlerdir.
Bu beyit, modern insanın doğadan kopukluğuna da bir eleştiri niteliğindedir. Beton duvarlar arasında, ekranların yapay ışığında yaşayan bizler, bu ilahi metni okumayı unuttuk. Bir çiçeğin açılışındaki estetiği, bir kar tanesinin eşsiz geometrisini, bir nehrin akışındaki teslimiyeti “görmek” yerine sadece “bakıyoruz”. Oysa Hayâlî’nin dediği gibi, bu kitaptan “sebak almak”, yani ders çıkarmak için bilinçli bir okuma, bir tefekkür eylemi gerekir. Bu, evrene bir laboratuvar gibi bakan bilim insanının dikkatiyle, bir sanat eserine hayranlıkla bakan sanatçının ruhunu birleştirmektir.
Sonuç olarak, Hayâlî Bey’in bu ölümsüz beyti, bize gerçek bilgeliğin anahtarının, etrafımızdaki dünyaya ibret ve hayret nazarıyla bakabilmekte yattığını öğretir. Hikmet, dağların zirvesinde, okyanusların derinliğinde ve en çok da bir ağacın sayfasında yazılıdır. Yeter ki biz okumayı bilelim.
Özet
Hayâlî Bey’in beyti, gerçek bilgeliğin (hikmet) insan eliyle yazılmış kitaplardan ziyade, bizzat kâinatın kendisinden öğrenileceğini ifade eder. Allah’ın “Kudret Kalemi” ile yazdığı bu evren kitabında, ağaçlar gibi doğal unsurlar, üzerinde düşünülmesi gereken ilahi mesajlarla dolu sayfalardır. Beyit, insanı doğayı ve evreni tefekkür ederek, yani derinlemesine düşünerek okumaya ve böylece hakiki bilgiye ulaşmaya davet eder.
2: Lâedrî’nin Erdem Aynası
İktibas
• Osmanlıca Metin:
فارغ اول عيبك كوزتمه كيمسه نك
تاكه حق ستر ايله يه عيبك سنك
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Fâriğ ol aybın gözetme kimsenin
Tâ ki Hak setreyleye aybın senin
Lâedrî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Boşver, kimsenin ayıbını, kusurunu araştırma.
Böylelikle Allah Teâlâ da senin ayıplarını setretsin, örtsün.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlasıyla anılan bu beyit, toplumsal ahlakın ve bireysel erdemin temel taşlarından birini veciz bir şekilde ortaya koyar. Beyit, ilahi bir prensip olan “nasıl muamele edersen, öyle muamele görürsün” kaidesini temel alır.
• Fâriğ ol: “Vazgeç, el çek, meşgul olma” anlamına gelir. Bu, basit bir “boşverme” eyleminden çok, bilinçli bir tercih ve irade gerektiren bir tutumdur. Kişinin enerjisini ve dikkatini başkalarının kusurlarından çekip almasıdır.
• Aybın Gözetme: Başkalarının hatalarını, kusurlarını, eksiklerini merak edip araştırmak, gözetlemek ve ifşa etmekten kaçınmayı ifade eder. Bu, dedikodunun, gıybetin ve suizannın (kötü zan besleme) panzehiridir.
• Tâ ki: Bir şart ve sonuç ilişkisi kurar. İlk mısrada istenen ahlaki davranışın, ikinci mısradaki ilahi mükafatın sebebi ve ön koşulu olduğunu belirtir.
• Hak Setreyleye: “Setretmek”, örtmek, gizlemek demektir. Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinden biri de “es-Settâr”dır (ayıpları örten). Beyit, sen başkalarının ayıbını örtersen, Allah’ın da senin -belki çok daha büyük olan- ayıplarını hem bu dünyada hem de ahirette örteceğini müjdeler.
Bu beyit, insanın kendi kusurluluğunu idrak etmesiyle başlayan bir ahlak anlayışı sunar. Başkasının kusuruna odaklanan insan, kendi kusurlarını görmekten aciz kalır. Kendini kusursuz sanma kibrine kapılır. Oysa kendi acizliğini ve hatalarını bilen kişi, başkalarına karşı daha hoşgörülü ve merhametli olur.
Makale: Kusur Avcılığından İlahi Merhamete
İnsan, doğası gereği hemcinslerini tartan, ölçen ve yargılayan bir varlıktır. Gözlerimiz, çoğu zaman bir başkasının yürüyüşündeki aksaklığı, sözündeki yanlışı veya davranışındaki eksiği bulmaya meyyaldir. Bu “kusur avcılığı”, benliğimizi okşayan tehlikeli bir oyundur; çünkü başkasının hatasını tespit ettiğimizde, geçici bir üstünlük ve kusursuzluk yanılmasına kapılırız. İşte bu yaygın insani zaafa karşı, anonim bir bilgenin kaleminden damlayan şu iki mısra, asırlardır yolumuzu aydınlatan bir ahlak dersi verir:
“Fâriğ ol aybın gözetme kimsenin / Tâ ki Hak setreyleye aybın senin”
Söyleyeni bilinmese de her vicdanın tanıdığı bu ses, bize basit ama derin bir ilahi denklemi sunar. Denklem, “vazgeçmekle” başlar. “Fâriğ ol” yani, “bırak bu işi, elini eteğini çek başkalarının kusurlarını araştırmaktan.” Bu, bir görmezden gelme veya umursamazlık değil, bilinçli bir erdem eylemidir. Kendi zihni ve ruhi enerjini, başkalarının hayatındaki olumsuzlukları deşifre etmek için harcamaktan vazgeçmektir. Çünkü başkasının ayıbına dikilen her bakış, aslında kendi ruhumuzdaki bir kör noktadan beslenir.
Beyitin ikinci mısrası ise bu erdemli davranışın karşılığını, yani ilahi mükafatı açıklar. Bu bir pazarlık değil, bir sebep-sonuç ilişkisidir. Sen, fanî ve aciz bir kul olarak, bir başka kulun hatasını örtme büyüklüğünü gösterdiğinde, Kâinatın Yaratıcısı olan ve es-Settâr (Ayıpları Örten) ismine sahip olan Allah da senin ayıplarını örtecektir. Bu, muazzam bir güvencedir. Kendi kusurlarımızın, günahlarımızın ve eksikliklerimizin farkında olan bizler için bundan daha büyük bir teselli olabilir mi? Başkasına uzattığımız bir avuç merhamet, bize ilahi bir rahmet okyanusu olarak geri döner.
Bu beyit, aynı zamanda sağlıklı bir toplumun da formülünü verir. İnsanların birbirinin açığını aradığı, en küçük bir hatanın dilden dile dolaştığı, gıybetin ve iftiranın kol gezdiği bir toplumda ne güven ne de huzur kalır. Herkes, diken üstünde yaşar. Oysa kusurların örtüldüğü, hataların affedildiği, insanların birbirine merhamet ve anlayışla yaklaştığı bir toplum, manevi bir kale gibi sağlam ve korunaklıdır.
Sonuç olarak Lâedrî’nin bu beyti, bizi bir an durup düşünmeye davet eder. Başkalarının hayatına uzattığımız mercekle kendi hayatımıza bakmaya cesaretimiz var mı? Başkalarını yargıladığımız mahkemede kendimiz yargılanmaya razı mıyız? Eğer bu sorulara cevabımız “hayır” ise, o halde yapmamız gereken bellidir: başkalarının ayıplarından fâriğ olmak ve bizi kendi ayıplarımızla baş başa bırakmayacak olan ilahi merhamete sığınmak.
Özet
Lâedrî’ye ait bu beyit, ahlaki bir ilkeyi vurgular: Eğer Allah’ın senin kusurlarını örtmesini istiyorsan, sen de başkalarının kusurlarını araştırmaktan ve ortaya dökmekten vazgeçmelisin. Bu tutum, hem bireysel bir erdem hem de toplumsal huzurun temelidir. Başkalarına gösterilen merhamet ve hoşgörünün, ilahi merhameti celbeden bir vesile olduğu anlatılır.
3: Bâkî’nin Ebedî Sadâsı
İktibas
• Osmanlıca Metin:
آوازه یی بو عالمه داود كبی صال
باقی قالان بو قبه ده بر خوش صدا ايمش
• Transkripsiyon:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal
Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş
Bâkî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sesini bu dünyaya Hz. Davut gibi sal.
Çünkü bu gökkubbenin altında sonsuza kadar kalıcı olan yalnız bıraktığın bir hoş sada imiş.
İzah ve Açıklama
Osmanlı şiirinin “Sultânü’ş-Şuarâ” (Şairler Sultanı) olarak anılan üstadı Bâkî, bu beyitinde fâni dünya ile bâkî (ebedî) olan arasındaki ilişkiyi, “hoş sadâ” (güzel ses, güzel yankı) imgesi üzerinden kurar.
• Âvâze: Ses, ün, şöhret demektir.
• Hz. Dâvûd: Kur’an-ı Kerim’de ve diğer ilahi metinlerde kendisine Zebur’un verildiği, demire kolayca şekil verebildiği ve sesinin son derece güzel olduğu belirtilen bir peygamberdir. O’nun sesiyle zikretmeye başladığında dağların ve kuşların kendisine eşlik ettiği rivayet edilir. Dolayısıyla Divan şiirinde Hz. Dâvûd, güzel ve etkileyici sesin zirve sembolüdür.
• Bu Kubbe: “Bu gökkubbe” demektir ve kasıt dünyadır. Dünya, geçici bir mekân, altından gelip geçilen bir kubbe olarak tasvir edilir.
• Bâkî Kalan: Şair burada kendi mahlası olan “Bâkî” (ebedî, kalıcı) kelimesiyle tevriye sanatı yaparak hem “kalıcı olan şey” anlamını hem de “Ey Bâkî!…” şeklinde kendi kendine seslenme anlamını kastedebilir. Bu, şiire derin bir katman ekler.
• Hoş Sadâ: Sadece güzel bir ses değil, aynı zamanda insanın arkasında bıraktığı güzel hatıra, iyi isim, hayırlı işler, kalıcı eserler ve olumlu etkidir. Yani, insanın vefatından sonra bile hayırla anılmasına vesile olan her şey “hoş sadâ”dır.
Beyit, hayatın geçiciliğini ve bu kısa hayatta neyin peşinde koşulması gerektiğini sorgular. Mal, mülk, makam gibi fâni şeyler bu gökkubbenin altında kalıcı değildir. Asıl kalıcı olan, insanın geride bıraktığı güzel yankı, yani “hoş sadâ”dır.
Makale: Gök Kubbede Bâkî Kalan Miras
Hayat, büyük bir sahne, gökkubbe ise bu sahnenin tavanıdır. Her birimiz bu sahnede bize verilen rolü oynar ve vaktimiz dolduğunda sessizce çekiliriz. Krallar, fatihler, zenginler ve fakirler… Hepsi bu kubbenin altından birer birer geçip gitmiştir. Geriye ne kalmıştır onlardan? Saraylar yıkılmış, hazineler dağılmış, güç ve iktidar el değiştirmiştir. İşte bu ebedî soruya, mahlası “Bâkî” (sonsuz) olan büyük şair, yine kendi adıyla mühürlediği eşsiz bir cevap verir:
“Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan bu kubbede bir hoş sadâ imiş”
Bâkî, bize bu fâni dünyaya kalıcı bir imza atmanın sırrını fısıldar. Bu imza, altından veya mermerden değil, “sesten” yapılmıştır. Ama her ses değil; Hz. Dâvûd’un sesi gibi bir ses… Hz. Dâvûd’un sesinin güzelliği o denli efsanevidir ki, o zikrederken cansız dağlar ve şuursuz kuşlar bile dile gelip ona eşlik ederdi. Bu, sadece estetik bir güzellik değil, aynı zamanda hakikatin ve iyiliğin yankılandığı, kalpleri harekete geçiren ilahi bir tınıdır. Bâkî, “Sen de bu dünyaya böyle bir ses bırak,” der. Öyle bir ses ki, sen gittikten sonra bile dağlarda, vadilerde, en önemlisi de insanların gönüllerinde yankılanmaya devam etsin.
Peki, nedir bu “hoş sadâ”? Bu, sadece güzel konuşmak veya şarkı söylemek değildir. “Hoş sadâ,” bir bilim insanının insanlığa armağan ettiği bir buluş, bir sanatkârın tuvaline veya mermerine işlediği bir güzellik, bir devlet adamının tesis ettiği adalet, bir annenin evladına öğrettiği bir erdem, sıradan bir insanın bir yetimin başını okşarken fısıldadığı bir şefkat cümlesidir. Bir gönül yapmak, bir yarayı sarmak, karanlığa bir mum yakmak, arkada hayırla anılacak bir eser veya bir gelenek bırakmak… İşte bunların hepsi, gök kubbede yankılanan “hoş sadâ”lardır.
Bu beyit, modern dünyanın başarı takıntısına da meydan okur. Günümüz dünyası, başarıyı genellikle maddi birikim, şöhret ve güçle ölçer. Oysa Bâkî, bize asıl “bâkî” olanın, yani kalıcı olanın, nicelikte değil nitelikte, parada değil manada, güçte değil gönülde olduğunu hatırlatır. İnsan öldükten sonra banka hesapları sıfırlanır, makam koltukları boşalır. Ama arkasında bıraktığı “hoş sadâ,” nesiller boyu yaşamaya devam eder. Mevlana’nın, Yunus Emre’nin, Bâkî’nin sadâsı, asırlardır bu kubbe altında çınlamaya devam etmiyor mu?
Her birimiz, ömrümüzün sonunda bu kubbenin altından ayrılacağız. O gün geldiğinde ardımızda ne bırakacağımızı bugünden düşünmeliyiz. Bâkî’nin tavsiyesine uyup bu âleme Dâvûdî bir sada mı salacağız, yoksa gürültüler içinde kaybolup giden anlamsız bir fısıltı mı olacağız? Seçim bizimdir.
Özet
Şair Bâkî, bu beyitinde hayatın geçiciliğine dikkat çekerek, bu dünyada kalıcı olan tek şeyin insanın arkasında bıraktığı güzel anı, iyi isim ve hayırlı işler olduğunu vurgular. “Hoş sadâ” (güzel ses/yankı) metaforuyla ifade edilen bu kalıcı miras, Hz. Dâvûd’un dağları bile etkileyen güzel sesi gibi, etkili ve olumlu olmalıdır. Beyit, insanı maddi ve fâni hedefler yerine, manevi ve kalıcı bir iz bırakmaya teşvik eder.

4: Lâedrî’nin Sağlık ve Dindarlık Formülü
İktibas
• Osmanlıca Metin:
معده تهی تن درست
كيسه تهی دين درست
• Transkripsiyon:
Müfte’ilün Fâ’ilün
Mi’de tehî ten dürüst
Kîse tehî dîn dürüst
Lâedrî
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Mide boşsa beden sağlıklı,
kese boşsa din sağlıklı.
İzah ve Açıklama
Bu son derece kısa, öz ve darb-ı mesel (atasözü) niteliğindeki beyit, “sehl-i mümteni” sanatının (söylenmesi çok kolay görünen ama benzerini söylemek neredeyse imkânsız olan söz) mükemmel bir örneğidir. Lâedrî, iki mısrada iki temel hayat prensibini özetler: bedeni sağlık ve ruhi (dini) sağlık.
• Mi’de tehî ten dürüst: “Boş mide, sağlam beden” demektir. Bu mısra, tıbbî bir gerçeği dile getirir. Aşırı yemenin (oburluk) pek çok hastalığın anası olduğu, az yemenin ve orucun ise bedeni dinlendirip sağlığını koruduğu hem kadim tıpta hem de modern bilimde kabul gören bir görüştür. “Tehî” (boş) kelimesi, açlıktan ölmek değil, tokluktan ve aşırılıktan kaçınmak, yani itidali (ölçülülük) esas almak anlamına gelir.
• Kîse tehî dîn dürüst: “Boş kese, sağlam din” demektir. Bu mısra ise manevi bir prensibi ifade eder. “Kese”, parayı, serveti, mal mülk hırsını ve genel olarak dünyevî zenginliği simgeler. Beyite göre, servet birikimi ve para hırsı, insanın dinini ve ahlakını bozmaya meyillidir. Çünkü zenginlik; kibre, bencilliğe, harama bulaşmaya, fakiri hor görmeye ve Allah’ı unutmaya sebep olabilir. “Boş kese” ise fakirliği övmekten ziyade, dünyaya ve mala mülke karşı kalpteki bağımlılığın olmamasını, yani zühdü (dünyaya karşı isteksizlik) ve istiğnayı (gönül tokluğu) ifade eder. Zengin olup da gönlünde mala yer vermeyen kişi de bu kapsama girer.
Beyit, maddi ve manevi dünyada “azlığın” ve “boşluğun” getirdiği “sağlamlığı” ve “doğruluğu” karşılaştırarak, insanı her iki alanda da sadeliğe ve ölçülü olmaya davet eder.
Makale: Azlığın Bilgeliği: Sağlıklı Beden, Sağlam İnanç
Modern çağ, insanı sürekli “daha fazlasını” istemeye teşvik eden bir düşünce üzerine kuruludur: daha fazla yemek, daha fazla para, daha fazla eşya, daha fazla tüketim… Bu bitmek bilmeyen “daha” arayışı, ruhları yorgun, bedenleri hasta, keseleri dolu ama kalpleri boş insanlar yaratmıştır. Oysa asırlar öncesinden bir bilgenin (Lâedrî) iki kelimelik mısralarla fısıldadığı hikmet, bu modern yanılmanın tam kalbine bir neşter vurur:
“Mi’de tehî ten dürüst / Kîse tehî dîn dürüst”
Bu beyit, bir hayat düşüncesinin en yoğunlaştırılmış halidir. İlk mısra, bedenin manifestosudur: “Mide boşsa, beden sağlıklıdır.” Bu, açlık güzellemesi değil, tokluk eleştirisidir. İnsanın en temel duygularından biri olan yeme arzusunun kontrolsüz bırakıldığında, bedeni nasıl bir hastalıklar hapishanesine çevirdiğini anlatır. Tıka basa doldurulmuş bir mide, bedenin tüm enerjisini sindirime harcamasına neden olur, uyuşukluk ve tembellik verir, organları yorar ve sayısız hastalığa davetiye çıkarır. Oysa ölçülü yiyen, midesine dinlenmesi için fırsat veren bir beden, zinde, enerjik ve sağlıklıdır. Bu, orucun sadece manevi değil, aynı zamanda bedeni bir şifa olduğunun da edebi bir ifadesidir.
İkinci mısra ise ruha ve imana seslenir: “Kese boşsa, din sağlıklıdır.” Bu, fakirliğin kutsanması değil, zenginliğin ve servet hırsının getirebileceği manevi tehlikelere karşı bir uyarıdır. Dolu bir kese, çoğu zaman dolu bir kalbin ve meşgul bir zihnin habercisidir. Malı koruma endişesi, daha fazla kazanma hırsı, servetin getirdiği kibir ve insanları küçük görme eğilimi, kalbi katılaştırır ve Allah’a olan bağı zayıflatır. Para, meşru bir araç olmaktan çıkıp amaç haline geldiğinde, dinin ve ahlakın en büyük düşmanlarından birine dönüşebilir. “Boş kese,” malın kölesi olmamayı, gönül zenginliğini ve istiğnayı temsil eder. Gerçek zenginlik, kesenin doluluğunda değil, kalbin mala karşı olan ihtiyatsızlığındadır.
Bu iki mısra arasında muhteşem bir paralellik vardır. Midenin aşırı doluluğu bedeni nasıl zehirliyorsa, kasanın ve kesenin aşırı doluluğuna yönelik hırs da ruhu öyle zehirler. Biri biyolojik sağlığı, diğeri manevi sağlığı tehdit eder. Her ikisinin de ilacı aynıdır: itidal, sadelik ve “az” ile yetinme bilgeliği.
Lâedrî’nin bu beyti, günümüzün tüketim ve obezite kültürüne, materyalist hayat tarzına karşı zamansız bir reçetedir. Bize hatırlattığı şudur: Gerçek sağlık ve huzur, biriktirmekte ve tüketmekte değil, arınmakta ve sadeleşmektedir. Hem midemizi hem de kesemizi gereksiz ağırlıklardan kurtardığımızda, hem bedenimiz hem de dinimiz “dürüst” yani sağlam ve doğru olacaktır.
Özet
Lâedrî’nin bu veciz beyti, bedeni ve ruhi sağlık için iki temel prensip sunar. İlk mısrada, az yemenin ve boş bir midenin bedeni sağlıklı ve zinde tutacağı belirtilir. İkinci mısrada ise, para ve servet hırsından uzak durmanın, “boş bir keseye” yani dünyaya karşı kanaatkâr bir kalbe sahip olmanın, insanın dinini ve ahlakını sağlam tutacağı ifade edilir. Beyit, her iki alanda da sadeliği ve ölçülülüğü över.

5: Mehmed İzzet’in Başarı Formülü
İktibas
• Osmanlıca Metin:
فيضياب اولمق ديلرسه ك عقله يار ايت طالعی
يوقسه بر شی حاصل اولماز ساده استعددن
• Transkripsiyon:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Feyz-yâb olmak dilersen akla yâr et tâli’i
Yoksa bir şey hâsıl olmaz sâde isti’dâddan
Mehmed İzzet
• Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Eğer ilim, irfan, feyiz sahibi olmak istersen talihini aklına yâr et.
Yoksa sadece kabiliyetle herhangi bir şey elde etmek mümkün değildir.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, kişisel gelişim ve başarı düşüncese üzerine yazılmış hikemî bir sözdür. Şair Mehmed İzzet, hedefe ulaşmak için gereken unsurları dengeli bir şekilde formüle eder. Başarının tek bir faktöre bağlanamayacağını, birden çok dinamiğin bir araya gelmesi gerektiğini vurgular.
• Feyz-yâb olmak: “Feyze ulaşmak, feyiz bulmak” demektir. Feyiz; bereket, bolluk, ilim, irfan, manevi bir aydınlanma ve başarı gibi geniş anlamları ihtiva eder. Burada, kişinin potansiyelini en üst düzeyde gerçekleştirerek hem maddi hem manevi anlamda başarılı ve verimli olması kastedilir.
• Akla yâr et tâli’i: “Talihi (şansı, bahtı) akılla dost et, bir araya getir” anlamına gelir. Bu, başarının iki temel bileşenini işaret eder:
• Akıl: Çalışmayı, planlamayı, strateji kurmayı, doğru kararlar vermeyi ve gayreti temsil eder.
• Tâli’: Şansı, kaderi, doğru zamanda doğru yerde olmayı, ilahi yardımı ve kişinin kontrolü dışındaki olumlu koşulları temsil eder.
Şair, bu ikisinin “dost” olması, yani birbiriyle uyum içinde çalışması gerektiğini söyler. Sadece akla güvenip talihi yok saymak kibir, sadece talihe güvenip aklı kullanmamak ise tembelliktir.
• Sâde isti’dâddan: “Sadece yetenekten, kabiliyetten” demektir. İsti’dâd, bir kişinin doğuştan sahip olduğu potansiyel, yatkınlık ve yetenektir.
• Bir şey hâsıl olmaz: “Hiçbir sonuç elde edilemez, bir şey ortaya çıkmaz” anlamına gelir.
Beyit, doğuştan gelen yeteneğin (isti’dâd) tek başına bir hiç olduğunu, bu ham potansiyelin işlenmesi gerektiğini savunur. Bu işleme süreci ise aklın (çalışma ve strateji) ve talihin (elverişli koşullar ve ilahi takdir) bir araya gelmesiyle mümkündür.
Makale: Yetenek, Akıl ve Talih: Başarının Üçlü Sırrı
Her insan dünyaya eşsiz bir potansiyel, bir “isti’dâd” ile gelir. Kiminin sanata, kiminin bilime, kiminin spora doğal bir yatkınlığı vardır. Bu ham elmas, parlak bir mücevhere dönüşme vaadi taşır. Ancak tarihin tozlu sayfaları, işlenmemiş yeteneklerin hazin hikâyeleriyle doludur. Peki, bir potansiyeli parlak bir başarıya dönüştüren sihirli formül nedir? Şair Mehmed İzzet, bu kadim soruyu iki mısralık bir bilgelikle cevaplar:
“Feyz-yâb olmak dilersen akla yâr et tâli’i / Yoksa bir şey hâsıl olmaz sâde isti’dâddan”
Bu beyit, başarıyı tek bir nedene indiren sığ yaklaşımlara karşı duran dengeli bir manifestodur. Şair, yolun en başına “feyz-yâb olmayı”, yani bereketli bir sonuca, bir aydınlanmaya ve kâmil bir başarıya ulaşma arzusunu koyar. Bu hedefe giden yolda ise üç temel unsuru bir araya getirmemiz gerektiğini söyler: yetenek (isti’dâd), akıl ve talih (tâli’).
Beyitin en çarpıcı mesajı ikinci mısradadır: “Sadece yetenekten bir şey hâsıl olmaz.” Bu, doğuştan gelen kabiliyetlere fazlaca güvenenlere sert bir uyarıdır. Yetenek, ekilmemiş verimli bir tarla gibidir. Sürülmezse, sulanmazsa, tohum atılmazsa, üzerinde sadece ayrık otları biter. Ham bir yetenek, akıl ile işlenmediği, yani çalışma, disiplin, strateji ve sabır ile yoğrulmadığı sürece atıl kalmaya mahkûmdur. Zeki ama tembel bir öğrenci, yetenekli ama disiplinsiz bir sporcu, ilham perisini bekleyen bir yazar… Hepsi “sâde isti’dâd” tuzağına düşmüşlerdir.
Ancak Mehmed İzzet, denkleme sadece aklı, yani bireysel çabayı eklemekle yetinmez. Modern kişisel gelişim talimlerinin sıklıkla unuttuğu bir faktörü daha devreye sokar: “talih.” “Akla yâr et tâli’i,” yani aklı ve çabayı, talih ile dost kıl, uyumlu hale getir. Bu, insanın her şeyi kontrol edemeyeceği gerçeğinin alçakgönüllü bir kabulüdür. Bazen en parlak akıllar, en büyük çabalar bile, koşullar uygun olmadığında, yani talih yâr olmadığında sonuçsuz kalabilir. Talih, doğru fırsatların karşımıza çıkması, doğru insanlarla tanışmak, evrenin veya ilahi takdirin bizim çabamıza “evet” demesidir.
Öyleyse gerçek bilgelik, bu üç unsuru bir arada yönetebilmektir. Kişi, önce Allah vergisi yeteneğini (isti’dâd) keşfedecek, sonra onu aklının rehberliğinde (çalışma ve gayret) işleyecek, son olarak da sonucun kendi kontrolü dışındaki faktörlere, yani talihe ve takdire bağlı olduğunu bilerek tevekkül edecektir. Ne “ben çok yetenekliyim” kibrine kapılacak ne “çok çalıştım, olmalı” inadına düşecek ne de “nasılsa kaderimde yok” tembelliğine sığınacaktır.
Mehmed İzzet’in bu formülü, hem bireysel çabanın kutsallığını vurgulayan hem de her şeyin bizim elimizde olmadığı gerçeğini hatırlatan dengeli ve olgun bir hayat dersidir. Başarıya giden yol, yeteneğin keşfiyle başlar, aklın gayretiyle devam eder ve talihin yoldaşlığıyla kemale erer.
Özet
Mehmed İzzet, bu beyitinde gerçek başarının veya feyzin sadece doğuştan gelen yetenekle (isti’dâd) elde edilemeyeceğini belirtir. Başarıya ulaşmak için, kişinin kendi çabasını, planlamasını ve stratejisini temsil eden “akıl” ile, kontrolü dışındaki olumlu koşulları ve ilahi takdiri ifade eden “talih”i bir araya getirmesi, yani dost kılması gerekir. Beyit, başarının yetenek, çalışma ve şans (kader) sacayağı üzerine kurulu olduğunu anlatan dengeli bir formül sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
11/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 39 –

 

BERCESTE VE İZAHI – 39 –

Her bir beyit, Türk-İslam medeniyetinin derinlikli irfanını ve edebi zevkini yansıtan kıymetli birer inci tanesidir. Her biri, kendi açısından insan ruhuna dokunan, düşündüren ve yol gösteren hikmetler barındırmaktadır. İşte bu beyitlerin, istenen çerçevede geniş bir tahlili, izahı ve bu izahlardan doğan makaleler:
1: Kanaat ve Hırs Üzerine
İktibas
از قناعت هیچ کس بی جان نشد
از حریصی هیچ کس سلطان نشد
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ez-kanâ’at hîç kes bî-cân ne-şod
Ez-harîsî hîç kes sultân ne-şod
Hz. Mevlânâ
Kanaatten hiç kimse ölmemiş, hırsla da hiç kimse padişah olmamıştır.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu beyit, insanlık tarihinin en kadim tezatlarından birini, kanaat ile hırs arasındaki ezeli mücadeleyi konu edinir. Beytin ilk mısrası, “Kanaatten hiç kimse ölmedi” diyerek, insanın elindekiyle yetinmesinin, nasibine razı olmasının onu yokluğa veya ölüme sürüklemeyeceğini, bilakis manevi bir huzur ve güvenlik kapısı açacağını vurgular. Kanaat, bir acziyet veya tembellik değil, aksine nefsin isteklerine karşı bir irade ve bilgelik göstergesidir. İkinci mısra ise madalyonun diğer yüzünü gösterir: “Hırsla da hiç kimse padişah olmadı.” Bu ifade, doymak bilmeyen bir arzuyla, hep daha fazlasını isteyerek gerçek bir tatmine ve saltanata ulaşılamayacağını anlatır. Hırs, insanı sürekli bir koşturmaca ve tatminsizlik içinde bırakır. Kişi, hırsla dünyaları elde etse bile, ruhundaki açlık dinmeyeceği için asla gerçek bir “sultan” olamaz. Gerçek sultanlık, mala mülke hükmetmek değil, kendi nefsine ve ihtiraslarına hükmetmektir.

Makale: Nefsin Saltanatı ve Hırsın Esareti

İnsan, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “arzu” varlığıdır. Hayatta kalma ilahi sevkinden en karmaşık hedeflere kadar uzanan bu arzu silsilesi, onu harekete geçiren temel dinamiktir. Ancak bu dinamik, kontrol edilmediğinde, insanı kendi özüne yabancılaştıran ve onu bir esire dönüştüren bir canavara, yani “hırsa” dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın ölümsüz beyti, bu tehlikeye karşı insanlığa uzatılmış hikmetli bir eldir: “Kanaatten hiç kimse ölmemiş, hırsla da hiç kimse padişah olmamıştır.”
Tarih, hırsın esiri olmuş nice “sultan”ın trajik hikâyeleriyle doludur. Büyük İskender, bilinen dünyanın neredeyse tamamını fethetmiş, ancak rivayete göre fethedecek yeni bir yer kalmadığı için ağlamıştır. Bu, dünyevi iktidarın zirvesine ulaşmış bir adamın ruhundaki boşluğun en acı itirafıdır. Onun sahip olduğu onca toprağa, orduya ve zenginliğe rağmen dahili bir “sultan” olamadığının delilidir. Çünkü hırs, bir hedefe ulaşıldığında tatmin olan bir duygu değildir; o, sürekli kendini besleyen ve büyüten bir ateştir. Bugün bir dağı isteyen, yarına yıldızları mülküne katma sevdasındadır. Bu bitmeyen istek, insanı daima yorgun, mutsuz ve doyumsuz kılar.
Diğer yanda ise “kanaat” erdemi durur. Kanaat, genellikle yanlış anlaşıldığı gibi, pasiflik, tembellik veya idealsizlik demek değildir. Bilakis, çalışıp çabaladıktan sonra Allah’ın takdirine ve nasibine rıza gösterme olgunluğudur. Bu, insanın kendi sınırlarını bilmesi ve evrenin sonsuz hazineleri karşısında kendi acziyetini idrak etmesidir. Diogenes’in, kendisine “Dile benden ne dilersen!” diyen Büyük İskender’e, “Gölge etme, başka ihsan istemem!” demesi, tarihin en büyük kanaat derslerinden biridir. Bir fıçının içinde yaşayan bu filozof, dünyanın en güçlü hükümdarından daha hür, daha zengin ve daha “sultan”dı. Çünkü onun saltanatı, dış dünyadaki başarılara değil, iç dünyasındaki huzura ve bağımsızlığa dayanıyordu.
İbret nazarıyla bakıldığında, varlığımızda bize sürekli kanaati fısıldar. Bir ağaç, kendisine verilen su ve güneşle yetinir, boyunu aşan bir hırsla başka ağaçların rızkına göz dikmez. Bir aslan, doyduktan sonra avlanmayı bırakır. Sadece insan, ihtiyacından fazlasını biriktirme, istifleme ve bununla övünme hırsıyla yanıp tutuşur. Bu hırs, onu hem kendine hem de çevresine karşı acımasız ve yıkıcı yapar.
Sonuç olarak, gerçek sultanlık, dış dünyada elde edilen unvanlarda veya servetlerde değil, insanın kendi iç dünyasında kurduğu tahtta gizlidir. Bu tahtın harcı kanaat, tacı ise rızadır. Hırsın zincirleriyle bağlı olanlar, saraylarda yaşasalar dahi birer köledir. Kanaatin kanatlarıyla özgürleşenler ise bir kulübede dahi olsalar, kâinatın gerçek sultanlarıdır.
Özet
Hz. Mevlânâ’ya atfedilen beyit, kanaatin manevi bir zenginlik ve güvenlik olduğunu, hırsın ise insanı asla gerçek bir tatmine veya sultanlığa ulaştıramayacağını anlatır. Makale, bu fikri tarihsel (Büyük İskender, Diogenes) ve felsefi örneklerle derinleştirir. Hırsın, insanı doyumsuzluğa ve esarete sürükleyen bir ateş olduğu, kanaatin ise tembellik değil, nasibine rıza gösterme olgunluğu ve gerçek bir iç özgürlük olduğu vurgulanır. Gerçek sultanlığın, mülke değil, nefse hükmetmekle mümkün olduğu sonucuna varılır.

2: İlahi Aşk ve Mâsivâdan Vazgeçiş
İktibas
محبّتدن دل آلورسه نوایى
بیراقور جانكاهندن ماسوایى
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Muhabbetden dil alırsa nevâyı
Bırakır cângâhından mâsivâyı
Alvarlı Muhammed Lütfi
Eğer bir insanın gönlü muhabbetten nasibini alırsa o, kalbinde Allah’tan gayrı ne varsa bırakır, hepsinden vazgeçer.
İzah ve Açıklama
Erzurumlu büyük mutasavvıf şair Alvarlı Efe Hazretleri’ne ait bu beyit, tasavvufun temel taşı olan “ilahi aşk” temasını işler. Beytin ilk dizesi, “Muhabbetden dil alırsa nevâyı,” yani “Eğer gönül, muhabbetten (aşktan) bir nağme, bir ses, bir pay alırsa” anlamına gelir. Buradaki “muhabbet,” beşeri aşkların ötesinde, doğrudan doğruya Yaratıcı’ya duyulan derin ve sarsıcı sevgidir. “Nevâ” kelimesi ise sadece bir nağme değil, aynı zamanda bir nasip, bir feyiz, bir ilham anlamı taşır. Kalbe bu ilahi feyzin bir zerresi dokunduğunda ne olacağını ikinci mısra açıklar: “Bırakır cângâhından mâsivâyı.” “Cângâh,” canın merkezi, yani kalbin en derin noktasıdır. “Mâsivâ” ise tasavvufi bir terim olup “Allah’tan başka her şey” anlamına gelir. Bu dünya, mal, mülk, makam, evlat, hatta insanın kendi nefsi dahi mâsivâ dairesine dâhildir. Dolayısıyla beyit, kalbine ilahi aşkın ateşi düşen bir kimsenin, gönlünün en derin köşelerinden Allah’tan başka her şeyi söküp atacağını, onlardan tamamen vazgeçeceğini ifade eder.
Makale: Aşkın Ateşiyle Yanan Kalpte Mâsivâya Yer Kalmaz
Gönül, insan varlığının merkezi, kâinatın sırlarının tecelli ettiği bir ayna gibidir. Ancak bu ayna, çoğu zaman dünyevi meşgalelerin, bitmek bilmeyen arzuların ve geçici sevdaların tozuyla kaplanmıştır. Öyle ki, asıl sahibini yansıtamaz hale gelir. Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri, bu tozlu aynayı parlatacak tek simyanın “muhabbet” olduğunu şu veciz ifadeyle dile getirir: “Muhabbetden dil alırsa nevâyı / Bırakır cângâhından mâsivâyı.”
Bu beyit, bir dönüşümün manifestosudur. Güneş doğduğunda yıldızların nasıl bir bir söndüğü gibi, ilahi muhabbetin güneşi bir kalpte doğduğunda da “mâsivâ,” yani Allah’tan gayrı ne varsa, önemini ve parlaklığını yitirir. Mâsivâ, sadece mal-mülk gibi somut varlıklar değildir. O, aynı zamanda en ince benlik iddialarımız, korkularımız, öfkelerimiz ve bizi Allah’tan alıkoyan her türlü manevi bağımızdır. Aşk, bu bağları kesen en keskin kılıçtır.
Tarih boyunca bu hakikatin sayısız örneği yaşanmıştır. Hz. İbrahim’in, Allah’a olan muhabbeti uğruna en sevdiği varlığı olan oğlu İsmail’i kurban etmeye tereddüt etmemesi, kalbindeki muhabbetin mâsivâya nasıl galip geldiğinin en ulvi örneğidir. O, bu imtihanla aslında içindeki “evlat sevgisini” Allah sevgisinin önüne geçirmeme dersini vermiştir. Mecnun’un Leyla’ya duyduğu aşk, onu çöllere düşürmüş, dünyadan ve dünyalıklardan el etek çektirmiştir. Ancak kâmil ariflere göre Mecnun’un aşkı dahi bir köprüdür; beşeri aşkta fani olmayı başaran ruh, oradan ilahi aşka, yani Leyla’dan Mevla’ya giden yolu bulur. Aşk, kalbi o denli doldurur ki, artık orada iki sevgiye yer kalmaz.
Bu vazgeçiş, bir kayıp değil, tam aksine en büyük kazançtır. Damlanın okyanusa kavuşmak için kendi “damla” kimliğinden vazgeçmesi gibidir. İnsan, fani olanı bıraktığında, baki olanla buluşur. Değersiz cam parçalarını elinden attığında, paha biçilmez elmaslara kavuşur. Kalp, mâsivânın işgalinden kurtulduğunda, asıl sahibi olan Allah’ın tecelligâhı haline gelir. Artık o kalp, kâinatın en değerli mabedidir. O kalbin sahibi, dünyaya bakar ama ona aldanmaz; nimetlerden faydalanır ama onlara esir olmaz. Gözü ve gönlü, sadece ve sadece sevgilidedir.
Modern insanın trajedisi de belki burada yatmaktadır. Kalbini sayısız mâsivâ ile doldurmuş, onu bir pazar yerine çevirmiştir. Her köşe başında farklı bir arzu, farklı bir tutku, farklı bir korku barındırır. Bu kalabalık ve gürültü içinde, muhabbetin o ince ve latif “nevâ”sını, yani nağmesini duyamaz hale gelmiştir. Huzuru ve mutluluğu, kalbini daha çok şeyle doldurmakta arar, oysa gerçek huzur, kalbi gereksiz olan her şeyden boşaltmakta gizlidir. Alvarlı Efe’nin beyti, bize bu kurtuluşun reçetesini sunmaktadır: Kalbi ilahi aşkla tanıştırmak. O aşk geldiğinde, geri kalan her şey kendiliğinden anlamını yitirecektir.
Özet
Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti, ilahi aşkın (muhabbet) insan kalbine girmesiyle, Allah’tan başka her şeyin (mâsivâ) o kalpten çıkacağını anlatır. Makale, bu tasavvufi düşünceyi, Hz. İbrahim ve Mecnun gibi tarihi ve edebi figürler üzerinden örneklendirerek açıklar. Mâsivâdan vazgeçmenin bir kayıp değil, fani olanı bırakıp baki olanı bulmak anlamına gelen en büyük kazanç olduğu vurgulanır. Modern insanın kalbini çok fazla dünyevi arzuyla doldurarak ilahi aşkın sesini duyamadığı ve gerçek huzurun kalbi boşaltmakla mümkün olduğu fikri işlenir.

3: Aşk Acısının Bedeni ve Kefeni Oluşu
İktibas
پنبهٔ مرهم داغ ايچره نهاندر بدنم
دیری اولدقجه لباسيم بودر اولسه م كفنم
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Penbe-i merhem-i dâğ içre nihândır bedenim
Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim
Fuzûlî
Vücudum, yaralarıma sürülen merhemin üzerine konan pamuğun içinde görünmez bir hâle gelmiştir, gizlenmiştir. Yaşadığım sürece elbisem, ölünce de kefenim budur.
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının zirve ismi Fuzûlî, bu beytinde aşk acısını ve bu acıyla bütünleşmiş bir âşığın halini son derece dokunaklı ve sanatsal bir dille tasvir eder. Âşığın vücudu, sevgilinin ayrılığından veya ilgisizliğinden kaynaklanan yaralarla (“dâğ”) doludur. Bu yaralar o kadar çoktur ki, onlara sürülen merhemlerin pamukları (“penbe-i merhem”) bütün bedenini bir örtü gibi kaplamıştır. Artık bedeni bu pamukların altında “nihân” yani gizlenmiş, görünmez hale gelmiştir. Beytin ikinci mısrası bu durumu daha da ileri bir boyuta taşır. Âşık için bu pamuktan örtü, sıradan bir sargı bezi değildir. O, “Diri oldukça libâsım budur,” yani “Hayatta olduğum sürece elbisem budur” der. Artık acısı onun kimliği, benliği haline gelmiştir. Bu acının nişanesi olan pamuklar, onun dünyadaki elbisesidir. Sadece yaşarken değil, ölümde de bu durum değişmeyecektir: “ölsem kefenim.” Ölünce de onu başka bir kefene sarmaya gerek yoktur, çünkü aşk yaralarının pamuğu, onun için en uygun kefendir. Bu, âşığın acısından başka bir şeyi kabul etmediğini, acısıyla yaşadığını ve acısıyla öleceğini gösteren tam bir adanmışlık ve fena halidir.
Makale: Acıyı Libas Eylemek: Fuzûlî’nin Âşık Bedenine Bakışı
Aşk, insan ruhunu hem inşa eden hem de yıkan, hem dirilten hem de öldüren en çetin imtihandır. Özellikle klasik edebiyatımızda aşk, vuslattan ziyade hicranla, sevinçten çok acıyla anlam bulur. Bu acı, âşığı olgunlaştıran, onu hamlıktan kurtarıp pişiren bir pota gibidir. Bu potada eriyen âşığın en büyük tercümanı ise şüphesiz Fuzûlî’dir. Onun meşhur beyti, bu acıyla nasıl hemhal olunduğunu, acının nasıl âşığın varlığının ta kendisi haline geldiğini ölümsüzleştirir: “Penbe-i merhem-i dâğ içre nihândır bedenim / Diri oldukça libâsım budur ölsem kefenim.”
Fuzûlî’nin çizdiği bu portrede âşık, artık etten kemikten bir varlık olmaktan çıkmıştır. O, baştan ayağa bir “yara”dır. Sevgiliden gelen her cefa, onun vücudunda yeni bir “dâğ” yani yara açmıştır. Bu yaralara sürülen merhemlerin pamukları ise zamanla bütün bedenini kaplayarak onu dış dünyadan tecrit eden bir zırha, bir elbiseye dönüşmüştür. Bu imge, son derece derindir. Âşık, artık dünyevi elbiselere, süse, ziynete ihtiyaç duymaz. Onun kimliğini, statüsünü, varlığını belirleyen yegâne şey, taşıdığı aşkın yaralarıdır. Bu yaralar, onun için bir utanç veya zayıflık kaynağı değil, tam aksine sevgilisine olan sadakatinin birer madalyasıdır.
Bu durum, sadece beşeri bir aşkın tasviri olarak okunamaz. Tasavvufi bir perspektiften bakıldığında, “dâğ” yani yara, ilahi aşka ulaşma yolunda çekilen çileleri, riyazeti ve nefsin terbiye edilmesini simgeler. Âşık, yani sâlik (manevi yolcu), bu yolda o kadar çok çile çeker ki, benliği ve varlığı bu çilelerin içinde erir, gizlenir. Dünyevi kimliği ortadan kalkar. Onun için artık tek bir “libas” vardır: Allah yolunda çektiği sıkıntıların ve O’na olan hasretin nişaneleri. Bu libas, dünyadaki en şerefli giysidir ve ahirete de en makbul kefen olarak onunla gitmeyi arzular. Çünkü bu kefen, onun sadakatinin ve teslimiyetinin şahidi olacaktır.
Tarihte ve menkıbelerde, bu halin nice yansımalarını görürüz. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) dediği için taşlanırken gülümsemesi, çektiği acıyı sevgiliye giden bir yol olarak görmesindendir. Onun için bedenin çektiği ıstırap, ruhun vuslata ermesinin bir aracıdır. Fuzûlî’nin âşığı da benzer bir ruh halindedir. Acıdan şikâyet etmez, bilakis onu benimser, onu üzerine bir elbise gibi giyer. Çünkü bilir ki, sevgiliye en yakın olduğu an, O’nun için en çok acı çektiği andır.
Modern insan ise acıdan sürekli kaçan, onu bir an önce dindirmeye, uyuşturmaya çalışan bir varlıktır. Oysa Fuzûlî, acının dönüştürücü gücüne işaret eder. Bazı acılar, ruha giydirildiğinde, insana en şık elbiselerden daha fazla asalet katar. Onlar, hem bu dünyada insanın kimliğini belirleyen bir “libas,” hem de öte dünyada ruhun şerefine tanıklık edecek bir “kefen” olma potansiyeli taşır.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, aşk acısının âşığın bedenini tamamen kaplayarak onun hem elbisesi hem de kefeni haline geldiğini anlatır. Makalede bu imge, hem beşeri hem de tasavvufi aşk bağlamında ele alınır. Âşığın çektiği acıların, onun için bir şikâyet konusu değil, sevgiliye olan sadakatinin birer madalyası ve kimliği olduğu vurgulanır. Acının, âşığı olgunlaştıran ve benliğini eriten bir pota olduğu, bu durumun Hallâc-ı Mansûr gibi tarihi figürlerin tavırlarında da görüldüğü belirtilir. Modern insanın acıdan kaçışının aksine, Fuzûlî’nin acının dönüştürücü ve asalet kazandıran gücüne işaret ettiği sonucuna varılır.

4: Aşkta Üstadı Geçen Talebe
İktibas
كار عشقى پك بیلردم خسرو و فرهاددن
قابل ارشاد اولان استاد اولور استـاددن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Kâr-ı aşkı pek bilirdim Hüsrev ü Ferhâd’dan
Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan
Lâedrî
Aşk işini hem Hüsrev’den hem de Ferhat’tan daha iyi bilirim. Çünkü irşat edilmeye, yönlendirilmeye kabiliyeti olan kişi o işi öğrendiği üstattan daha üstün bir hâle gelir.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) imzalı bu beyit, oldukça iddialı ve hikmetli bir mesaj verir. Şair, ilk mısrada, aşk konusunda kendisini, Fars edebiyatının iki efsanevi âşığı olan Hüsrev ve Ferhat’tan daha bilgili ve üstün görür. Hüsrev, bir kral olarak aşkını yaşayan; Ferhat ise Şirin’e olan aşkı uğruna dağları delen bir halk kahramanıdır. Bu iki isim, aşkın zirve örnekleri olarak kabul edilir. Şairin bu iddiası ilk bakışta bir kibir gibi görünebilir. Ancak ikinci mısra, bu iddianın nedenini açıklayarak derin bir pedagojik ve irfani ilkeyi ortaya koyar: “Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan.” Yani, “doğru yolu bulmaya, öğrenmeye ve gelişmeye yetenekli olan bir talebe, zamanla kendisini yetiştiren üstadını bile geçer.” Şair, Hüsrev ve Ferhat’ı birer “üstat” olarak görür, ancak kendisinin onlardan ders çıkaran, onların tecrübelerinden öğrenen “kâbil-i irşâd” bir talebe olduğunu ima eder. Bu yeteneği sayesinde, onların ulaştığı seviyeyi aşarak aşk konusunda daha derin bir anlayışa ve ustalığa eriştiğini savunur. Bu, sadece aşk için değil, her ilim ve sanatta geçerli olan “boynuzun kulağı geçmesi” atasözünün şiirsel bir ifadesidir.
Makale: Mirası Aşmak: Üstadın Omuzlarında Yükselen Talebe
İnsanlık birikimi, bir bayrak yarışı gibidir. Her nesil, meşaleyi bir öncekinden alır ve daha ileriye taşımak için koşar. Bu ilerlemenin sırrı, üstat-çırak ilişkisinin o kutsal diyalektiğinde gizlidir. Adı bilinmeyen bir şairin (Lâedrî) kaleminden dökülen o meşhur beyit, bu sırrı aşk gibi en çetin bir alana uygulayarak evrensel bir ders verir: “Kâr-ı aşkı pek bilirdim Hüsrev ü Ferhâd’dan / Kâbil-i irşâd olan üstâd olur üstâddan.”
Şair, iddiasını ortaya atarken referans noktası olarak edebiyatın en büyük âşıklarını, Hüsrev ve Ferhat’ı seçer. Biri aşkı için saltanatını, diğeri canını ortaya koymuştur. Onların hikâyeleri, asırlardır âşıklara ilham veren birer mektep gibidir. Ancak şair, bu mektepten sadece ders almakla kalmaz, aynı zamanda o mektebin müfredatını aştığını da iddia eder. Bu cüretkâr iddianın ardında yatan güç, kibir değil, “kabiliyet” ve “irşad”a açık olmaktır. Yani, öğrenme ve gelişme potansiyeline sahip, alıcıları açık bir ruh…
Gerçek bir üstat, kendisini tekrar eden değil, kendisini aşan talebeler yetiştirmek ister. Aristo’nun, hocası Platon’un fikirlerini eleştirerek kendi felsefesini kurması, onu hocasına karşı bir nankör yapmaz; tam aksine, hocasından aldığı ilhamla ne kadar ileri gidebildiğini gösterir. Bilim ve sanat tarihi, üstadının omuzlarında yükselerek yeni ufuklar açan nice dâhinin hikâyesiyle doludur. Fatih Sultan Mehmet, hocası Akşemseddin’in irşadıyla sadece bir askerî deha olmakla kalmamış, aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan bir lider olmuştur. Hocasının çizdiği vizyonu, kendi kabiliyetiyle birleştirerek üstadını da onurlandıran bir “üstâd” haline gelmiştir.
Beytin işaret ettiği hikmet, aşk yolunda da geçerlidir. Hüsrev ve Ferhat, aşkın ne olduğunu kendi maceralarıyla ortaya koymuş birer üstattır. Onlardan sonra gelen ve onların hikâyelerini okuyan, anlayan, onlardaki hatalardan ders çıkaran “kabiliyetli” bir âşık, aşkı daha teorik ve derinlikli bir seviyede kavrayabilir. Ferhat’ın gücü dağları delmeye yetmişti, ama belki de ondan ders alan yeni âşık, gücünü kendi nefsini delmek, benlik dağını ortadan kaldırmak için kullanır ve böylece daha rafine bir aşk mertebesine ulaşır.
Bu beyit, aynı zamanda geleneğe nasıl yaklaşılması gerektiğine dair de bir ipucu verir. Gelenek, donmuş bir müze objesi değil, kendisinden ders alınıp aşılarak geliştirilmesi gereken yaşayan bir organizmadır. Hüsrev ve Ferhat’ı taklitte sıkışıp kalmak yerine, onların ruhunu anlayıp kendi zamanının ve kendi ruhunun diliyle daha ileri bir aşk tanımına ulaşmak, geleneğe yapılacak en büyük hizmettir.
Sonuç olarak, “irşada kabiliyetli olmak,” yani öğrenmeye ve dönüşmeye açık bir zihne ve kalbe sahip olmak, ustalığa giden yolun anahtarıdır. Bu kabiliyete sahip olanlar, en büyük üstatların mirasını devralır ve o mirası daha da yücelterek kendileri de aşılan yeni birer “üstat” olurlar.
Özet
“Lâedrî” imzalı beyit, aşk konusunda kendisini efsanevi âşıklar Hüsrev ve Ferhat’tan üstün gören şairin, bu iddiasını “irşada ve öğrenmeye kabiliyetli bir talebenin, zamanla üstadını geçebileceği” ilkesine dayandırdığını anlatır. Makale, bu fikrin sadece aşkta değil, bilimde (Aristo-Platon), siyasette (Fatih-Akşemseddin) ve sanatta da geçerli evrensel bir ilke olduğunu işler. Gerçek ustalığın, üstadı tekrar etmek değil, ondan alınan mirası daha ileriye taşıyarak onu aşmak olduğu vurgulanır. Beyit, geleneğe nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda da bir ders verir: Gelenek, taklit edilecek donmuş bir yapı değil, aşılarak geliştirilecek yaşayan bir kaynaktır.

5: Söz ve Öz Bütünlüğü
İktibas
ایلسه ك طوطی یه تعليم ادای كلمات
سوزی انسان اولور اما اوزی انسان اولماز
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât
Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz
Fuzûlî
Bir papağana kelimeleri telaffuz etmeyi, güzel konuşmayı öğretsen sözü belki insan gibi olur ama özü hakiki manada insan olamaz.
İzah ve Açıklama
Fuzûlî, bu beyitinde şekil ile mana, taklit ile tahkik, söz ile öz arasındaki derin farkı çarpıcı bir benzetmeyle ortaya koyar. İlk mısrada, bir “tûtî”ye, yani papağana, kelimeleri söylemeyi (“edâ-yı kelimât”) öğretebileceğimizi (“ta’lîm”) belirtir. Papağan, fonetik olarak insan sesini taklit etme yeteneğine sahip bir kuştur. Ona en güzel kelimeleri, en hikmetli sözleri ezberletebilirsiniz. İkinci mısra, bu durumun sonucunu ve sınırını çizer: “Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz.” Yani, papağanın ağzından çıkan sözler, tıpkı bir insanın sözleri gibi olabilir. Dışarıdan duyan, o sözlerin arkasında derin bir mana, bir şuur olduğunu zannedebilir. Ancak bu sadece bir yanılmadır. Çünkü papağan, söylediği kelimelerin manasından, ruhundan ve derinliğinden habersizdir. O sadece bir taklitçidir. Onun “özü,” yani varlığı, mahiyeti, asla bir “insan” olamaz. Fuzûlî bu beyitle, sadece güzel sözler söyleyen, ilimden bahseden ama o ilmi ve hikmeti kendi hayatına, ahlakına ve “özü”ne sindirmemiş olan sathi, taklitçi ve riyakâr insanları eleştirir. İnsan olmak, sadece konuşmakla değil, konuştuğunu yaşamakla, sözü öze hâkim kılmakla mümkündür.
Makale: Papağanın Sözü ve İnsanın Özü
İnsan, “nutk” yani konuşma yeteneğiyle diğer tüm canlılardan ayrılan اشرف مخلوقات, yani yaratılmışların en şereflisidir. Dil, onun en büyük nimeti, medeniyetler kurmasını sağlayan en güçlü aracıdır. Ancak Fuzûlî, bu gücün aynı zamanda en büyük yanılma kaynağı olabileceğini de keskin bir zekâyla hatırlatır: “Eylesen tûtîye ta’lîm-i edâ-yı kelimât / Sözü insân olur ammâ özü insân olmaz.”
Bu beyit, bir papağan alegorisi üzerinden, insan olmanın ne anlama geldiğine dair derin bir sorgulama başlatır. Papağan, mükemmel bir taklitçidir. Ona aşk şiirleri ezberletirsiniz, “aşk” der ama kalbinde sevgiye dair bir titreşim olmaz. Ona felsefi aforizmalar öğretirsiniz, “adalet” der ama zulmün ne olduğunu idrak edemez. Onun sözü, bir kabuktan ibarettir; içi boştur, ruhsuzdur. Fuzûlî’nin eleştiri okları, işte bu “papağan insanlara” yöneliktir. Onlar, en güzel ahlaki ilkelerden bahseden ama hayatlarında bu ilkelerin zerresini barındırmayanlardır. Onlar, ilim meclislerinde en derin meseleleri tartışan ama kalpleri o ilmin nuruyla aydınlanmamış olanlardır. Onlar, dillerinde sürekli Allah’ı zikreden ama “öz”lerinde dünyevi hırslardan başka bir şey taşımayanlardır.
Gerçek “insan” olmak, bilmekle değil, “olmak”la mümkündür. Bu, bilginin, sözün ve ilkenin, insanın karakterine, ruhuna, yani “özü”ne nüfuz etmesi, onunla bütünleşmesi demektir. Hz. Mevlânâ’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözü, bu “olma” sürecinin en güzel özetidir. Bilgi, insanı ancak “pişirir”; onu “yakacak,” yani özünü dönüştürecek olan ise o bilgiyi yaşantı haline getiren aşk ve samimiyettir. Sözü insan gibi olup özü insan olmayanlar, bu “yanma” tecrübesinden mahrum olanlardır. Onlar, suyun üzerinde yürüyen ama hiç ıslanmayanlar gibidir.
Tarih, bu iki tip insanın mücadelesine sahne olmuştur. Bir yanda, sözüyle özü bir olan, inandığı gibi yaşayan ve bu uğurda bedel ödeyen peygamberler, âlimler, arifler ve kahramanlar vardır. Onların az sayıdaki sözü, milyonlarca insanın hayatını değiştirmiştir. Diğer yanda ise dilleri süslü, nutukları parlak ama eylemleri çürük olan sofistler, riyakârlar ve demagoglar bulunur. Onların bolca sözü, sadece kafa karışıklığına ve ahlaki yozlaşmaya hizmet etmiştir.
Fuzûlî’nin bu beyti, günümüz bilgi çağında daha da büyük bir anlam kazanmaktadır. İnternet ve sosyal medya sayesinde herkesin kolayca bilgiye ulaştığı ve her konuda fikir beyan ettiği bir dünyada, “papağan insan” sayısı katlanarak artmaktadır. Okumadığı kitabın özetini anlatarak entelektüel görünenler, yaşam tarzıyla hiç uyuşmayan ahlaki paylaşımlar yapanlar, Fuzûlî’nin asırlar öncesinden işaret ettiği tehlikenin modern versiyonlarıdır.
Kurtuluşun yolu, sözü öze tâbi kılmaktan geçer. Bu, az konuşup çok iş yapmak, bildiğini yaşamak ve en önemlisi, dışarıya gösterdiğimiz yüz ile iç dünyamız arasındaki mesafeyi kapatmaktır. Ancak o zaman, papağanın anlamsız tekrarından kurtulup, kâinata kendi “öz”ümüzden anlamlı bir ses bırakan gerçek bir “insan” olabiliriz.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, bir papağana güzel konuşmayı öğretmenin mümkün olduğunu, ancak bunun onu gerçek bir insan yapmayacağını, çünkü “öz”ünün değişmeyeceğini anlatır. Makale, bu alegoriyi kullanarak söz ile öz, taklit ile tahkik arasındaki farkı ele alır. Sadece bilgili görünen, güzel konuşan fakat bu bilgiyi ve ahlakı hayatına ve karakterine sindirmemiş olan “papağan insanlar” eleştirilir. Gerçek insan olmanın bilmekle değil, bilginin yaşantıya dönüştüğü bir “olma” süreciyle mümkün olduğu vurgulanır. Günümüz bilgi çağında bu tehlikenin daha da arttığına dikkat çekilerek, çözümün sözü öze tâbi kılmak, yani samimiyet ve tutarlılık olduğu belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 38 –

BERCESTE VE İZAHI – 38 –

Makale 1: Kanaat Hırkasını Giymek: Varlığın Gerçek Zenginliği
İktibas:
“Nân-ı huşk ile kanâ’at gibi bir ni’met mi var
Kûnc-i istiğnâ gibi bir gûşe-i râhat mı var”
Şeyhülislâm Yahyâ
(Günümüz Türkçesiyle: Kuru ekmekle yetinmek gibi bir nimet var mıdır? Tokgözlülük ve kimseye minnet etmeme köşesi gibi bir huzur mekanı var mıdır?)
İzah ve Açıklama: Şeyhülislâm Yahyâ, bu beyitinde materyalist dünyanın sonsuz istek ve arzularına karşı manevi bir duruşu ve iç zenginliği övmektedir. Ona göre en büyük nimet, aza kanaat edebilmek, kuru bir ekmekle dahi mutlu olabilmektir. Gerçek huzurun ise, istiğna köşesinde, yani başkalarının elindekine göz dikmeden, tokgözlülük ve kendi kendine yetebilme hali içinde bulunabileceğini vurgular. Bu, yalnızca maddi bir fakirliği değil, aynı zamanda manevi bir bağımsızlığı ve özgürlüğü de ifade eder.
Makale: Huzurun Sığınağı Olarak İstiğna Köşesi
İnsanlık tarihi, bir yönüyle bitmek bilmeyen bir arayışın, daha fazlasına ulaşma hırsının ve sahip olma arzusunun tarihidir. Modern zamanların tüketim kültürüyle zirveye taşıdığı bu arzu, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve anksiyete döngüsüne hapsetmektedir. Saraylar inşa edenler, hazineler biriktirenler ve dünyalara hükmedenler dahi, içlerindeki boşluğu dolduramadıklarında huzuru ıskalamışlardır. İşte tam bu noktada, Şeyhülislâm Yahyâ’nın asırlar öncesinden gelen sesi, bize unuttuğumuz bir hakikati fısıldar: Gerçek zenginlik sahip olduklarımızda değil, sahip olmadıklarımıza ihtiyaç duymama erdeminde gizlidir.
“Nân-ı huşk”, yani “kuru ekmek”, bu beyitte basitliğin, sadeliğin ve asgari düzeyde yaşamanın sembolüdür. Bu sembol, yoksulluk övgüsü değil, aksine bir özgürlük manifestosudur. İnsanın mutluluğunu ve huzurunu, karmaşık ve elde edilmesi zor hedeflere bağlamasının getirdiği ağır yükten kurtulma çağrısıdır. Kanaat, bir yoksulluk hali değil, bir varoluş ve bilgeliktir. Elindekinin kıymetini bilmek, şükürle lezzetlendirmek ve daha fazlasının esiri olmamaktır. Bu bilgelik, kişiyi dış dünyanın çalkantılarına karşı koruyan manevi bir zırh gibidir.
Beyitin ikinci mısrasında geçen “kûnc-i istiğnâ” yani “istiğna köşesi” ise bu makalenin kalbidir. İstiğna, müstağni olmaktan, yani ihtiyaç duymamaktan, tokgözlülükten gelir. Bu köşe, insanın kendi içine çekildiği, dış dünyanın alkışlarına, onayına ve maddi varlıklarına ihtiyaç duymadan kendi kendine yettiği bir sığınaktır. Tarih boyunca nice bilge, filozof ve derviş, bu köşede inzivaya çekilerek hakikatin ve huzurun tadına varmıştır. Diyojen’in Büyük İskender’e “Gölge etme, başka ihsan istemem,” demesi, tam da bu istiğna ruhunun en somut örneklerinden biridir. İskender dünyalara sahipken, Diyojen kendi iç dünyasının efendisi olduğu için ondan daha zengindi.
Sonuç olarak, Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu hikmetli sözü, bizi modern dünyanın dayattığı sahte zenginlik düşüncesini sorgulamaya davet eder. Bize, mutluluğun biriktirmekte değil, arınmakta; rahatın kalabalıklarda değil, kendi istiğna köşemizde olduğunu hatırlatır. Kuru bir ekmeğin lezzetini alabilen ve kimseye minnet etmeden yaşayabilen bir ruh, dünyanın en değerli hazinelerine sahip demektir.
Özet: Bu makale, Şeyhülislâm Yahyâ’nın beytinden yola çıkarak, gerçek zenginliğin ve huzurun aza kanaat etmekte ve maddi dünyaya karşı tokgözlü bir duruş sergilemekte olduğunu savunmaktadır. “Kuru ekmekle yetinme” metaforu üzerinden sadeliğin erdemi, “istiğna köşesi” kavramı üzerinden ise manevi bağımsızlığın getirdiği iç huzur anlatılmaktadır.
Makale 2: Ömür Divanının Dağınık Sayfaları: Hata ve İnsan
İktibas:
“Nüsha-i âşüfte-i dîvân-ı ömrüm sorma hiç
Hat galat imlâ galat inşâ galat ma’nâ galat”
Lâedrî
(Günümüz Türkçesiyle: Ömrümün dağınık ve perişan divanının nüshasını hiç sorma! Yazısı yanlış, imlası yanlış, ifadesi yanlış, manası yanlış…)
İzah ve Açıklama: Şairi bilinmeyen (Lâedrî) bu dokunaklı beyit, geriye dönüp hayatına bakan bir insanın derin bir muhasebesini ve pişmanlığını dile getirir. Hayatını bir “divana” (şiir kitabına) benzeten şair, bu divanın her açıdan kusurlu olduğunu ifade eder. “Nüsha-i âşüfte”, yani “dağınık, perişan nüsha”, hayatının düzensizliğini ve heba edilmişliğini simgeler. Yazıdan imlaya, üsluptan anlama kadar her şeyin yanlış olması, yapılan hataların hayatın her alanına sirayet ettiğini, hem şekilde hem de özde büyük yanlışlar yapıldığını gösteren acı bir itiraftır.
Makale: Galatlarla Dolu Bir Ömrün Muhasebesi
Her insan, doğumuyla birlikte boş sayfaları olan bir defter, yazılmamış bir divan alır eline. Zaman mürekkebiyle, kararları ve eylemleriyle bu divanın sayfalarını bir bir doldurur. Kimi zaman zaferlerin altın harflerle yazıldığı, kimi zaman gözyaşlarıyla ıslanmış satırların bulunduğu bu divan, ömrün sonunda sahibinin yegâne eseridir. Lâedrî’nin beyti, işte bu eserin sonuna gelmiş bir yazarın, kendi divanına baktığında gördüğü hazin manzarayı resmeder: Baştan sona yanlışlarla dolu, dağınık bir müsvedde.
“Ömrümün divanını sorma hiç” nidası, derin bir utancın ve anlatılamayacak bir kederin ifadesidir. Bu, hatalarıyla yüzleşen insanın, o hataların ağırlığı altında ezilirken hissettiği çaresizliktir. Şair, hayatını estetik ve anlam açısından değerlendirir ve her alanda sınıfta kaldığını itiraf eder. “Hat galat” derken, belki de hayatına çizdiği yolun, istikametin yanlış olduğunu; “imlâ galat” ile attığı adımların, yaptığı tercihlerin usulsüzlüğünü; “inşâ galat” ile kurduğu ilişkilerin, inşa ettiği hayat yapısının temelsizliğini ve nihayet “ma’nâ galat” diyerek tüm bu ömrün gayesinin, anlamının ve sonucunun yanlış olduğunu söyler. Bu, trajik bir bütüncül başarısızlıktır.
Ancak bu beyit, sadece bir karamsarlık ve yeis tablosu sunmaz. Aynı zamanda, insanoğlunun en temel özelliklerinden birine, “hata yapabilme” ve bu hatalarla yüzleşebilme cesaretine de işaret eder. İnsanı melekten ayıran temel vasıf, günah işleyebilmesi ve ardından tövbe edebilmesidir. Kendi divanının yanlışlarını görebilmek, büyük bir erdem ve bir başlangıç noktasıdır. Belki de ömür divanının son sayfasına yazılacak en anlamlı cümle, o divanın yanlışlarını itiraf edebilmektir. Tarih, hatalarından ders çıkaran ve küllerinden yeniden doğan nice “hatalı” kahramanın hikâyesiyle doludur. Augustinus’un “İtiraflar”ı, Gazzâlî’nin arayışları, hepsi de kendi “galat” divanlarıyla yüzleşip, sonunda manayı bulan ruhların yolculuklarıdır.
Lâedrî’nin bu beyti, her birimize kendi ömür divanımızın sayfalarını daha dikkatli çevirmemiz gerektiğini hatırlatan ibretli bir uyarıdır. Hayatın sonuna gelindiğinde, “keşke”lerin pişmanlığıyla dolu, anlamı kaybolmuş bir eser bırakmamak için, her satırı, her kelimeyi hikmet ve basiretle yazmak gerekir. Zira bu divanın ikinci bir nüshası yoktur.
Özet: Bu makale, Lâedrî’nin beytini merkeze alarak, insan hayatının bir “ömür divanı” olarak metaforlaştırılmasını inceler. Beyitteki “hat, imlâ, inşâ, mana” yanlışlıkları üzerinden, bir ömrün muhasebesi, yapılan hatalarla yüzleşmenin ağırlığı ve bu özeleştirinin aynı zamanda bir erdem olduğu vurgulanır. Makale, okuyucuyu kendi hayatının anlamını ve doğruluğunu sorgulamaya davet eden düşündürücü bir perspektif sunar.
Makale 3: Aklın Sınırında Aşkın Deliliği: Mecnun’a Öykünmek
İktibas:
“Be-hakk-ı hazret-i Mecnûn izâle eyleye Hak
Serimde derd-i hıredden bir az eser kaldı”
Keçecizâde İzzet Molla
(Günümüz Türkçesiyle: Mecnun hazretlerinin hakkı için, Allah bu durumu ortadan kaldırsın! Çünkü başımda akıl derdinden bir parça eser kaldı.)
İzah ve Açıklama: Keçecizâde İzzet Molla, bu sıra dışı beyitinde, alışılmışın aksine akıldan şikâyet etmekte ve ondan kurtulmak için dua etmektedir. Aklı bir “dert” olarak gören şair, tam anlamıyla kendini aşka teslim edememesinin sebebini, zihninde kalan bu küçük akıl kırıntısına bağlar. Aşkın zirvesi ve sembolü olan “Mecnun”u bir şefaatçi gibi görerek, onun hatırına Allah’tan aklın son kalıntısını da almasını ister. Bu, aklın ve mantığın kurallarını aşan, ilahi aşk yolunda fani olmak isteyen bir ruhun feryadıdır.
Makale: Akıl Belasından Kurtulma Duası
Düşünce tarihi boyunca “akıl”, insanı diğer varlıklardan ayıran en yüce melekelerden biri olarak kabul edilmiştir. Mantık, muhakeme ve sağduyu, medeniyetin temel taşları, bilimin itici gücü olmuştur. Ancak insanlık tarihinde bir de aklın prangalarından kurtulup kalbin ve aşkın sonsuz okyanusuna dalmak isteyenlerin, aklı bir engel, bir “dert” olarak görenlerin yolu vardır. Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bu ikinci yolun en cesur ve en edebi ifadelerinden biridir.
Şairin başındaki “derd-i hıred”, yani “akıl derdi”, modern insanın kolayca anlayamayacağı bir ıstıraptır. Bu dert, hesap kitap yapmanın, kar-zarar hesabı gütmenin, “elalem ne der?” diye düşünmenin, her şeyi mantık süzgecinden geçirmenin derdidir. Bu akıl, ilahi aşkın coşkun seline kapılıp gitmeye engel olan, ayağı yere basan ama göğe yükselemeyen bir ağırlıktır. Şair, bu ağırlıktan kurtulmak, aşk sarhoşluğunu tam manasıyla yaşamak, varlığından vazgeçip mutlak Varlık’ta yok olmak istemektedir. Ancak zihninin bir köşesinde kalmış o küçük “eser”, bu külli teslimiyete mani olmaktadır.
Bu teslimiyetin nihai örneği ise “Hazret-i Mecnun”dur. Mecnun, kelime anlamıyla “cinlenmiş, aklını yitirmiş” demektir. Leyla’nın aşkıyla aklını kaybetmiş, çöllere düşmüş, toplumun ve aklın kurallarının tamamen dışına çıkmıştır. Ancak tasavvufi ve edebi gelenekte Mecnun, aklını kaybetmiş bir deli değil, beşeri aşk köprüsünden geçerek ilahi aşka ulaşmış, fani varlığından soyunarak hakikatin zirvesine ermiş bir “veli”dir. O, aklın dar kalıplarını kırarak aşkın sonsuz özgürlüğüne kavuşmuştur. İzzet Molla, işte bu mertebeye ulaşmak istemekte, Mecnun’u kendisine bir rehber ve Allah katında bir vesile kılmaktadır. Onun yaşadığı o mutlak adanmışlığı, o hesapsız ve çıkarsız sevgiyi arzulamaktadır.
Bu beyit, bize akıl ve aşk arasındaki kadim gerilimi hatırlatır. Akıl, dünyanın imarı için ne kadar gerekliyse, manevi yolculukta da o kadar engelleyici olabilir. Zira aşk, aklın bittiği yerde başlar. İbrahim’in (a.s.) oğlunu kurban etmeye götürürken aklın mantığını değil, ilahi emrin aşkını dinlemesi gibi, tarihteki büyük adanmışlık anları hep aklın sınırlarının aşıldığı anlardır. İzzet Molla da kendi küçük kurbanını, aklının son kırıntısını, aşk uğruna feda etmek için yalvarmaktadır.
Özet: Keçecizâde İzzet Molla’nın beytini analiz eden bu makale, şairin “aklı” bir dert olarak görmesinin ardındaki düşünceyi inceler. Aklın, ilahi aşka tam teslimiyette bir engel teşkil ettiği düşüncesi, Mecnun figürü üzerinden somutlaştırılır. Makale, aklın ve mantığın ötesindeki bir varoluş tecrübe olan aşkın, bazen akıldan vazgeçmeyi gerektiren yüce bir “delilik” hali olduğunu edebi ve tasavvufi bir dille anlatır.
Makale 4: En Büyük Sığınak: İlahi Güvence ve Teslimiyet
İktibas:
“Senden erişmezse emân
Olur kamu işler yaman
Yâ sâhib-i kevn ü mekân
Yessir lenâ hayre’l-umûr”
İkbâlî (2. Mustafa)
(Günümüz Türkçesiyle: Eğer Senden bir güvence, bir koruma gelmezse, bütün işler kötüye gider. Ey varlığın ve kâinatın sahibi! Bizim için işlerin hayırlısını kolaylaştır.)
İzah ve Açıklama: Padişah şairlerden Sultan II. Mustafa’ya (İkbâlî mahlasıyla) ait bu kıta, derin bir acziyet itirafı ve mutlak bir teslimiyet duasıdır. Şair, insan olarak kendi gücünün ve iradesinin sınırlılığını kabul etmekte, gerçek güvenliğin ve başarının ancak Allah’tan gelecek bir “emân” (güvence, emniyet) ile mümkün olacağını belirtmektedir. Kâinatın tek sahibine seslenerek, O’ndan işlerin zor olanını değil, hayırlı olanını kolaylaştırmasını niyaz eder. Bu, kulun Rabbi karşısındaki duruşunun en saf ve samimi ifadelerinden biridir.
Makale: Varlığın Sahibine Sığınma Sanatı: Tevekkül
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız plan yapar, hedefler belirler ve bu hedeflere ulaşmak için var gücüyle çabalar. Kendi aklına, gücüne ve yeteneklerine güvenir. Ancak tarih ve gündelik hayat, en ince hesapların dahi bir anda altüst olabildiğini, en sağlam kalelerin yıkılabildiğini ve en güçlü iradelerin kırılabildiğini sayısız örnekle bize gösterir. İşte bu kırılma anlarında insan, kendi acziyetinin farkına varır ve kendisinden daha büyük bir güce sığınma ihtiyacı hisseder. Sultan II. Mustafa’nın bu duası, bir padişahın bile ulaşabileceği en yüksek makamda dahi hissettiği bu temel insani ihtiyacın, bu teslimiyet arzusunun bir yansımasıdır.
“Senden erişmezse emân, olur kamu işler yaman” dizesi, tevekkül düşüncesinin temelini oluşturur. Tevekkül, tembellik veya miskinlik değil, elinden gelen tüm çabayı gösterdikten sonra sonucunu kâinatın sahibinin iradesine bırakma bilgeliğidir. Çünkü insan ne kadar plan yaparsa yapsın, sayısız değişkenin ve kendi kontrolü dışındaki güçlerin etkisine açıktır. Gerçek “emân”, yani güvenlik ve huzur, bu kontrol edilemeyen değişkenlerin sahibinin Allah olduğu bilincine varmakla başlar. Bu bilinç, kişiyi sürekli bir endişe ve korku hali içinde yaşamaktan kurtarır. İşlerin “yaman” gitmesi, yani kötüleşmesi ihtimali her zaman vardır, ancak ilahi güvenceye sığınan bir kalp için bu ihtimal, bir yıkım değil, bir imtihan veya daha hayırlı bir kapının habercisi olabilir.
Şairin, Allah’a “Yâ sâhib-i kevn ü mekân” (Ey varlığın ve mekânın sahibi) diye seslenmesi de oldukça anlamlıdır. Bu hitap, her şeyin mutlak mülkiyetinin ve kontrolünün O’na ait olduğunun bir ikrarıdır. Zamanın ve mekânın sahibi olan, her zerreye hükmeden bir kudret karşısında, kulun yapabileceği en akıllıca eylem, O’na sığınmak ve O’ndan yardım istemektir. “Yessir lenâ hayre’l-umûr” (İşlerin hayırlısını bize kolaylaştır) duası ise bu sığınmanın en somut talebidir. Bu dua, “her istediğimi ver” duası değildir; aksine “benim için neyin hayırlı olduğunu en iyi Sen bilirsin, o hayırlı olanı bana nasip et ve o yolda karşıma çıkan zorlukları kaldır” anlamına gelen derin bir teslimiyet içerir.
Neticede, bu dörtlük sadece bir padişahın değil, her insanın dilinden dökülebilecek evrensel bir yakarıştır. İnsanın kibrini ve kendine aşırı güvenini bir kenara bırakıp, varoluşun kaynağına dönerek güç, huzur ve güvenlik arayışının en güzel ifadesidir. Çünkü bilir ki, O’ndan bir güvence gelmedikçe, bütün kaleler fethedilse bile iç huzur kalesi daima tehdit altında kalacaktır.
Özet: Bu makale, Sultan II. Mustafa’nın dörtlüğünden hareketle tevekkül ve Allah’a teslimiyet konularını ele almaktadır. İnsanın kendi gücünün sınırlılığını ve gerçek güvenliğin ancak ilahi bir güvenceden gelebileceğini vurgular. “İşlerin hayırlısını kolaylaştır” duasının, basit bir istekten öte, Allah’ın bilgisine ve iradesine duyulan derin bir güveni ve teslimiyeti ifade ettiği anlatılmaktadır.
Makale 5: Zor Zamanlarda Bir Erdem Olarak Sadakat
İktibas:
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh
Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”
Ziyâ Paşa
(Günümüz Türkçesiyle: İnsan, tiksinti verici şeyler görse bile (zorlukla, kötülükle karşılaşsa bile) ona sadakat göstermek yaraşır. Çünkü Allah, doğruların yardımcısıdır.)
İzah ve Açıklama: Tanzimat döneminin önemli devlet adamı ve şairi Ziyâ Paşa, meşhur “Terkib-i Bend”inde yer alan bu beyitle, ahlaki bir duruşun temel ilkesini ortaya koyar. “İkrâh”, tiksinme, iğrenme, zorlanma gibi anlamlara gelir. Paşa’ya göre insan, çevresinde ne kadar ahlaksızlık, hile ve kötülük görürse görsün, ne kadar zorlanırsa zorlansın, kendisine yakışan tavır, sadakatten ve doğruluktan ayrılmamaktır. Bu ahlaki sebatın karşılıksız kalmayacağını, çünkü nihayetinde Allah’ın her zaman doğruların yanında olacağını ve onlara yardım edeceğini güçlü bir inançla belirtir.
Makale: Doğruluğun Sarsılmaz Kalesi: Sadakat
Toplumların ve medeniyetlerin temelini oluşturan görünmez harç, güvendir. Güvenin mayası ise sadakattir. Sadakat, sadece bir kişiye veya kuruma bağlılık değil, aynı zamanda bir ilkeye, bir söze, bir değere ve en önemlisi kişinin kendi vicdanına ve karakterine olan bağlılığıdır. Ancak bu erdemin en zor sınandığı zamanlar, doğruluğun prim yapmadığı, ahlaksızlığın ve hilenin hüküm sürdüğü “ikrâh” zamanlarıdır. Ziyâ Paşa, tam da bu zor zamanlarda karakterin nasıl ortaya konulacağını iki dizede özetlemiştir.
“İnsâna sadâkat yaraşır görse de ikrâh” mısraı, ahlakın göreceli olmadığını, şartlara göre eğilip bükülemeyeceğini ilan eder. Çoğunluğun yanlış yolda olması, yanlışı doğru kılmaz. Çevredeki yozlaşma, kişinin kendi ahlaki pusulasını bozması için bir mazeret teşkil etmez. Aksine, gerçek karakter, etrafı saran karanlığa rağmen bir mum gibi ışık saçmaya devam edebilmektir. Sadakat, iyi günde bir vefa gösterisi olmaktan çok, kötü günde sergilenen bir duruş meselesidir. Vatanına, ilkelerine, dostlarına ve inancına, en umutsuz ve en tiksindirici anlarda bile bağlı kalabilen insan, gerçek anlamda sadıktır. Bu, rüzgâra göre yön değiştiren bir fırıldak değil, fırtınalara direnen bir ulu çınar olmaktır.
Beyitin ikinci mısrası ise bu zorlu ahlaki duruşun arkasındaki manevi güvenceyi ve nihai müjdeyi verir: “Yardımcısıdır doğruların Hazret-i Allah”. Bu, bir inanç manifestosudur. Doğruluk ve sadakat yolunun yalnız, çileli ve zorlu bir yol olabileceğini, bu yolda yürüyenlerin dünyevi olarak kayıplara uğrayabileceğini zımnen kabul eder. Ancak bu yolun yolcusunun asla yalnız olmadığını, en büyük yardımcının, mutlak adaletin sahibi olan Allah olduğunu müjdeler. Bu inanç, doğru kalmaya çalışan insana, karşılaştığı tüm “ikrâh”lara rağmen dayanma gücü verir. Tarih, inandıkları değerler uğruna her türlü zorluğa göğüs geren ve sonunda ilahi yardımın tecellisiyle zafere ulaşan veya isimleri ebedileşen nice doğruluk abidesinin hayat hikâyeleriyle doludur.
Ziyâ Paşa’nın bu beyti, günümüz insanına da güçlü bir mesaj vermektedir. Çıkar ilişkilerinin, ilkesizliğin ve vefasızlığın yaygınlaştığı bir çağda, bize insanın asıl değerinin, zor şartlar altında sergilediği karaktere bağlı olduğunu hatırlatır. Sadakat, bir tercih meselesidir ve bu tercihi doğruluktan yana kullananlar, eninde sonunda hem vicdani huzura hem de ilahi yardıma nail olacaklardır.
Özet: Ziyâ Paşa’nın beytinden yola çıkan bu makale, sadakat erdemini, özellikle zor ve ahlaki yozlaşmanın yaşandığı zamanlarda sergilenmesi gereken bir karakter duruşu olarak ele alır. Sadakatin, şartlar ne olursa olsun doğruluktan ayrılmamak anlamına geldiği ve bu yolda sebat gösterenlerin nihai yardımcısının Allah olduğu inancı vurgulanır. Beyit, ahlaki bütünlüğün ve ilahi adalete olan güvenin önemini anlatan evrensel bir ilke olarak sunulmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
08/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 37 —

BERCESTE VE İZAHI – 37 —

Bu beş nadide beyitten hareketle, insanın varoluş serüvenini, iç ve dış dünyası arasındaki çekişmeleri, teslimiyetin huzurunu ve aşkın yüceliğini konu alan, hikmetli ve düşündürücü bir makale aşağıdadır.
Varlık ve Sır: Gönül Yolu ve Tevekkül Makamı
Edebiyatın Mirasında İnsan Olmanın İbretleri
Kadim medeniyetimizin ve irfan geleneğimizin en derin izleri, şairlerin ve mütefekkirlerin süzgecinden geçmiş olan berceste beyitlerde saklıdır. Bu beyitler, sadece birer sanat eseri değil, aynı zamanda hayatın karmaşası içinde kaybolan insana yol gösteren birer hikmet meşalesidir. Gönül dünyamızın en mahrem köşelerine seslenen bu mısralar, bize, hem içimizdeki sırrı hem de kâinatın büyük düzenini işaret eder. Ele alacağımız bu beş beyit, varlık, teslimiyet, aşk ve tecerrüd (dünyadan el çekme) gibi temel konular etrafında örülmüş, birbirini tamamlayan bir bütünlük sunar.
1. Nâbî: Dünyanın Gavgâsı ve Ferâğat Köşesi
İlk ibret dersi, Hikemî tarzın öncüsü Nâbî’den gelir. O, toplumun değer yargılarını eleştirirken, gerçek huzurun nerede olduğunu sorgular:
> Künc-i ferâğın anlamayanlar safâsını,
> Devlet komuşlar adını gavgâ-yı âlemin.
> (Ferâgat köşesinin (inziva ve huzurun) safasını idrak edemeyenler, bu dünya kavgasının, karmaşasının adını ‘devlet’ (iktidar, talih, mutluluk) koymuşlar.)
>
Nâbî bu beyitte, asıl mutluluğun ve zenginliğin (safânın ve devletin), dünya hırsının oluşturduğu kargaşada değil, ferâğat köşesinde yani gönül sükûnetinde, kanaatte ve inzivada olduğunu çarpıcı bir tezatla ortaya koyar. İnsanlar, mal, mevki ve şöhret peşindeki bitmek bilmez mücadeleyi, yani “gavgâ-yı âlemi”, ulaşılması gereken en yüce mertebe (“devlet”) zannederler. Bu ibretlik tespit, modern insanın da bitmeyen koşuşturmacasına bir ayna tutar: Dışarıdaki gürültüde ‘iyi bir hayat arayışı, çoğu zaman asıl ‘iyi hayat olan iç huzurun kaybıyla sonuçlanır. Gerçek “devlet”, insanın kalbinde kurduğu sükûnet krallığıdır.
2. III. Murâd: Kalpten Kalbe Giden Yol
Sultan ve şair Murâdî (III. Murâd), Nâbî’nin iç huzur çağrısını, aşk ve ilahi irtibat boyutuyla derinleştirir:
> Elbette bu hâlimden o yârin haberi var,
> El-kalbu mine’l-kalbi ile’l-kalbi sebîlu.
> (O yârin (Sevgili’nin/Allah’ın) benim bu hâlimden elbette haberi var. Kalpten kalbe yol vardır.)
>
Bu beyit, ilahi aşka duyulan güvenin ve samimiyetin en güzel ifadesidir. Âşık, kendi dertlerini, suskunluğunu ve içindeki yangını, Sevgili’ye (Cânân’a veya doğrudan Hakk’a) anlatmaya gerek duymaz. Çünkü “El-kalbu mine’l-kalbi sebîlu” (Kalpten kalbe bir yol vardır) sırrı, iki kalp arasında aracısız bir iletişim olduğunu fısıldar. Bu, sadece beşerî aşk için değil, bilhassa kul ile Rab arasındaki manevi bağ için de geçerlidir. Kulun gizli yakarışları, dertleri, sevinçleri; O’nun ilmindeydi ve O’nun sonsuz merhametine giden yol, sözlerden çok kalbin kendisiydi. Bu, aynı zamanda hâl diliyle konuşmanın, söz dilinden daha tesirli olduğunu gösteren tasavvufi bir ilkedir.
3. Enderunlu Vâsıf: Tevekkülün Rahatlığı
İnsan, kalpten kalbe olan bu ilahi irtibatın farkına vardığında, Vâsıf’ın işaret ettiği tevekkül makamına ulaşır:
> Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader,
> Hakk’a tefvîz-i umûr et ne elem çek ne keder.
> (Kaderin hükmü her ne ise elbette meydana gelecek odur. Sen bütün işlerini Hakk’a havale et (tefvîz et), ne elem çekersin ne de keder.)
>
Bu mısralar, Tevekkül ve Rıza mertebesinin özlü bir ifadesidir. Şair, insanın olaylar karşısındaki çaresizliğini değil, tam tersine, Kader’in değiştirilemez hükmüne teslim olmanın verdiği huzuru vurgular. “Hakk’a tefvîz-i umûr et” emri, tedbiri elden bırakmak değil; elinden geleni yaptıktan sonra sonucu Allah’a bırakmak, yani teslimiyetin zırhını giymektir. Bu teslimiyet, acziyetten değil, mutlak güce olan sarsılmaz imandan kaynaklanır. Hayatın getirdiği her türlü sıkıntı ve felaket, bu derin teslimiyet sayesinde ne bir elem kaynağı ne de bir keder sebebi olmaktan çıkar. Çünkü ârif kişi, her işte ilahi bir hikmet olduğuna inanır.
4. Hz. Mevlânâ: İnsanın Hakikati
Bu manevi yolculuğun temelinde, Hz. Mevlânâ’nın asırlar öncesinden yankılanan ve insanın özüne dair en büyük hakikati dile getiren nasihati yatar:
> Ey berâder to hemân endîşeî,
> Mâ bakî to ustuhân u rîşeî.
> (Ey kardeş! Sen ancak düşünceden (fikir ve manadan) ibaretsin. Geriye kalan varlığın ise kemik ve deriden başka bir şey değildir.)
>
Mevlânâ, insanı ‘düşünce’ (endîşe) ile özdeşleştirerek, onun asıl varlığının fiziksel beden (kemik ve deri) değil, ruh, akıl ve mânâ olduğunu vurgular. Bu, bir nevi “özü sözü bir olma” veya “nefsini bilme” çağrısıdır. İnsan, kendini bedensel arzularla, dünyevi heveslerle tanımladığı sürece hayvanî bir varoluşun ötesine geçemez. Ancak varlığını, düşünceleri, niyetleri ve idrakiyle kurduğu zaman, kâinattaki yerini ve üstünlüğünü idrak edebilir. Bu beyit, Vâsıf’ın tevekkül ve Nâbî’nin ferâğat çağrısının da temelini oluşturur: Gerçekten ne olduğumuzu anlarsak, neye değer verip neyin peşinden koşacağımız da kendiliğinden netleşir.
5. Şeyh Gâlib: Tecerrüd ve Kurbân
Son durağımız, divan şiirinin zirve isimlerinden Şeyh Gâlib’in, manevi arayışın ve özden geçişin en zorlu şartını anlatan beytidir:
> Tecerrüdse murâdın kûy-ı cânânda fedâ kıl cân,
> Çıkılmaz câme-i ihrâmdan sa’y etme kurbânsız.
> (Eğer maksadın (murâdın) tecerrüd (dünyadan tamamen soyutlanma, saf ve temiz bir hâle gelme) ise, Sevgili’nin (Allah’ın) yolunda canını feda et. İhrâm elbisesinden kurbansız çıkılmaz, boş yere uğraşma.)
>
Tecerrüd, tasavvufi bir terim olup, maddeden, heveslerden ve benlikten soyutlanarak yalnızca Hakk’a yönelmeyi ifade eder. Şeyh Gâlib, bu yüksek mertebeye ulaşmanın sıradan bir çabayla (“sa’y etme”) mümkün olmadığını, büyük bir bedel gerektirdiğini söyler. Hacda giyilen ihrâm elbisesinden çıkmak için bir kurban kesilmesi şart olduğu gibi, dünya zevklerinden soyutlanma yolculuğunda (tecerrüd) da kişinin nefsini, benliğini ve dünyalık tüm bağlarını kurban etmesi gerekir. “Canını feda et” çağrısı, fiziki ölümden öte, nefsin ve enaniyetin öldürülmesine işaret eder. Bu, gerçek aşka ve manevi arınmaya ulaşmanın, fedakârlıkla mümkün olacağını bildiren son ve en çetin ikazdır.
Makale Özeti
Bu beş beyit, bizi deruni bir yolculuğa çıkarır. Nâbî, hakiki huzuru (ferâğat) dış dünyanın kargaşasında (gavgâ-yı âlem) arayanları eleştirir. III. Murâd, bu huzura giden yolun, Sevgili’yle (Hakk’la) kurulan kalpten kalbe olan derin bir manevi bağdan geçtiğini hatırlatır. Vâsıf ise, bu bağlılığın getirdiği tevekkül makamını tarif eder: Kaderin hükmüne teslim olmak, her türlü elem ve kederden kurtuluştur. Hz. Mevlânâ, bütün bu arayışın temeline inerek, insanın gerçekte bedenden ibaret olmadığını, asıl varlığının düşünce, ruh ve mânâ olduğunu haykırır. Son olarak Şeyh Gâlib, manevi arınma (tecerrüd) yolunun, nefsin kurban edilmesi gibi çetin bir bedel ödenmeden tamamlanamayacağını kesin bir dille ifade eder. Bu mısralar, kadim hikmetin çağlar ötesinden gelen ve insanın hem dünyasını hem de ahiretini imar etme potansiyeli taşıyan evrensel dersleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 36 —

BERCESTE VE İZAHI – 36 —

Bu metin, yüklemiş olduğunuz beş ayrı beytin (şiir dizeleri) detaylı bir analizini, izahını ve her biri için ayrı ayrı kaleme alınmış, uyum ve bütünlük içinde, hikmetli, edebi, tarihi, ibretli ve düşündürücü makaleleri ihtiva etmektedir.
I. Ziyâ Paşa – Terbiye ve Disiplin Üzerine Hikmetli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
نصح ایله یوله کلمینى اتملی تکدیر
تکدیر ایله اوسلانمایانڭ حقّی کوتکدر
Transliterasyon/Beyit:
Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
Müellif: Ziyâ Paşa
İzah ve Açıklaması:
Ziyâ Paşa bu beytinde, bir insanın terbiye edilme aşamalarını ve disiplin yöntemlerini sıralamaktadır. Öncelikle kişinin nasihatle, güzel sözle (nush) yola getirilmesi gerektiğini, eğer bu ilk aşama sonuç vermezse bir sonraki aşama olarak azarlama (tekdîr) yöntemine başvurulması gerektiğini ifade eder. Son olarak, azarlamayla da akıllanmayanın (uslanmayanın) ve doğru yolu bulmayanın hakkının dayak (kötek) olduğunu, yani fiziksel cezayı hak ettiğini belirtir. Bu, geleneksel eğitim felsefesindeki “önce söz, sonra baskı, en son ceza” ilkesinin sert bir ifadesidir.
Nush, Tekdîr ve Kötek: Terbiyenin Üç Aşamasında İnsanın Islahı
Makale
Edebiyatımızın müstesna simalarından, Tanzimat Dönemi’nin önemli düşünürlerinden Ziyâ Paşa’nın bu keskin beyti, asırlar boyunca insan yetiştirme, terbiye ve ıslah etme sanatının derinlikli ve yer yer tartışmalı dinamiklerini gözler önüne serer. Paşa, toplumsal düzenin ve bireysel ahlakın korunması adına, cezanın bir zorunluluk, hatta bir hak olduğunu dile getirirken, bu süreci basamaklı bir metodolojiye oturtur:
> Nush ile yola gelmeyeni etmeli tekdîr
> Tekdîr ile uslanmayanın hakkı kötekdir
>
Bu iki mısra, bir eylem planının ve bir disiplin hiyerarşisinin özüdür. Her şeyden evvel, eğitimin temelinde sevgiye dayalı, yumuşak bir yaklaşım olan nasihat (nush) bulunur. İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla unutkanlığa ve hataya meyillidir; bu yüzden ona doğru yolu göstermek, hatasını tatlı dille izah etmek, toplumsal ve bireysel sorumluluğu hatırlatmak ilk ve en erdemli yoldur. Tarihi hikmet kaynakları, Lokman Hekim’den Sadi-i Şirazi’ye kadar daima sözün, yani nasihatin gücünü vurgulamıştır. Zira gönül, zorla değil, lütufla açılır.
Ancak, Ziyâ Paşa’nın da keskinlikle belirttiği gibi, öyle fıtratlar vardır ki, söz kulağa girmez, gönül kapısı kilitlenmiştir. Bu noktada, terbiye makamının bir üst vitesine geçilir: azarlama (tekdîr). Tekdîr, kişiye yapılan yanlışı, verilen zararı ve içine düşülen hatanın ciddiyetini bir otorite sesiyle, biraz daha yüksek perdeden hissettirmektir. Bu, bireyin sosyal baskı ve kınama hissiyle, yani utançla yola gelmesini hedefleyen psikolojik bir disiplin yöntemidir. Bu aşamada, kişinin kendi eylemlerinin ağırlığını idrak etmesi beklenir.
Ne var ki, Paşa’ya göre, tekdîr ile dahi uslanmayan, yani ne sözden ne de azardan ders alıp halini düzeltmeyen kişi, toplum düzeni için bir tehdit, kendi nefsine karşı ise aşılmaz bir engel teşkil eder. İşte bu son kertede, fiziksel ceza (kötek) bir hak olarak ortaya çıkar. Bu ifade, elbette ki modern pedagojinin şiddetle reddettiği bir yöntemdir. Ancak Klasik Osmanlı toplum ve devlet felsefesinde, kötülüğün kökünü kazımak ve bireyi son çare olarak bedeni ıslaha zorlamak, toplumsal ahengi korumanın bir aracı olarak görülmüştür. Bu, bir lütuf değil, kişinin eylemlerinin doğal ve kaçınılmaz bir sonucu olarak addedilir. Ziyâ Paşa’nın bu tavrı, Tanzimat aydınlarının Batı’nın ilerici fikirleriyle tanışmasına rağmen, eski düzenin terbiye ve tedip (yola getirme) anlayışından tamamen kopamadığını gösteren düşündürücü bir örnektir. Beyit, insanın ıslah sürecinde sabrın tükenişini, erdemli sözden zorlu eyleme geçişin tarihi bir kaydıdır.
Özet
Ziyâ Paşa’nın beyti, insan eğitimindeki disiplin hiyerarşisini, yani nasihat (nush), azarlama (tekdîr) ve nihayet ceza (kötek) üçlemesini sistematik bir şekilde ifade eder. Makale, önce sözün erdemiyle başlanan terbiye sürecinde, sözden anlamayan bireyin toplumsal düzeni koruma adına nasıl kademeli bir sertliğe muhatap kılındığını ele alır. Beyit, modern pedagoji ile çatışsada, klasik dünya görüşünün bireyin ıslahına dair katı ve zorunlu gördüğü yöntemlerin tarihsel bir özetidir.
II. Yenişehirli Avnî – Bitmeyen Muhabbetin Sonsuz Kârı Üzerine Edebi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Osmanlıca/Edebi Metin:
عمر آخر اولور صحبت دلداره طویولماز
بازار محبت بوزولور کاره طویولماز
Transliterasyon/Beyit:
Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
Müellif: Yenişehirli Avnî
İzah ve Açıklaması:
Şair, bu beytinde, fani olan ömür ile baki olan manevi lezzetlerin tezatını işlemektedir. İlk mısra, ömrün sona ereceğini (âhir olur) fakat sevgili ile yapılan sohbete (sohbet-i dildâr) asla doyulamayacağını ifade eder. Maddi hayatın kısıtlılığına karşı manevi zenginliğin, yani aşkın ve sohbetin sınırsızlığını vurgular. İkinci mısra ise, aşkın dünyasını bir pazar (bâzâr-ı muhabbet) metaforuyla anlatır. Bu sevgi pazarının bozulabileceğini, dağılabileceğini söyler; ancak bu pazardan elde edilen kâra, yani aşkın hazzına, feyzine, manevi tatminine yine de doyulmayacağını belirtir. Aşkın kazancının her türlü maddi kayıp ve yok oluşa rağmen tatmin edilemez bir arzu ve sonsuz bir lezzet kaynağı olduğunu ortaya koyar.
Fani Ömürde Baki Lezzet: Aşk Pazarı ve Doyulmaz Sohbet
Makale
Divan şiirinin incelikli şairlerinden Yenişehirli Avnî, bu çarpıcı beytinde, hayatın en büyük tezadını, yani zamanın tükenişi karşısında manevi hazzın sonsuzluğunu ele alır. Beyit, insanın gönül dünyasındaki en büyük arayışın, “yetinme” kavramının geçersiz kaldığı aşk ve muhabbet olduğunu ustalıkla ifade eder:
> Ömr âhir olur sohbet-i dildâra doyulmaz
> Bâzâr-ı muhabbet bozulur kâra doyulmaz
>
İnsanoğlunun en trajik gerçekliği, ilk mısrada yalın bir şekilde dile getirilir: “Ömr âhir olur”. Hayat, bir soluklanma süresidir, kaçınılmaz bir sona doğru hızla akar. Lakin bu fani zaman diliminde kazanılan öyle bir manevi tecrübe vardır ki, o da **”sohbet-i dildâr”**dır, yani Sevgili ile yapılan sohbettir. Bu sevgili, bazen dünyevi bir aşkın merkezindeki kişi, çoğu zaman ise Sufi geleneğin ışığında Sevgili (Hakikat/Allah) olarak tecelli eder. Şairin ifadesiyle, dünya varlık âlemindeki her şeyden, yemekten, uykudan, paradan doyulabilir; ancak Sevgili’nin zikri, onunla kurulan manevi bağın lezzeti, ne kadar uzun sürerse sürsün, asla doyumluğa ulaşmaz. Bu, ezelden ebede uzanan bir hasretin ve arayışın bitmeyen ateşidir.
İkinci mısra, aşkı bir iktisadi alan, bir “Bâzâr-ı muhabbet” (aşk pazarı) olarak imajinize eder. Pazarlar, ticari ilişkilerin değiştiği, bazen kâr edildiği, bazen de zarar edildiği, nihayetinde dağılıp bozulmaya mahkûm yerlerdir. Avnî, aşkın bu dünyevi platformunun, yani aşkın etrafındaki dünyevi koşulların, engellerin veya ilişkilerin bütünüyle dağılabileceğini (bozulur) kabul eder. Aşkın kendisi bir fırtına, bir yıkım getirebilir. Ancak, tüm bu yıkıma rağmen, bu pazardan elde edilen manevi kazanç, yani “kâr” (aşkın feyzi, vuslatın hazzı, ilahi tecelli) o kadar büyüktür, o kadar özeldir ki, bu kazancın lezzetine de doyulmaz.
Bu beyit, edebi açıdan, aşkı maddi bir metaforla (pazar, kâr) anlatırken, onun özündeki sonsuzluğu ve aşkın dünyevi koşullardan bağımsızlığını vurgular. Aşkın lezzeti, zamanın ve mekânın sınırlarını aşar; o, biten ömrün ve bozulan pazarın ötesinde, ruha nakşolmuş ezeli bir tatmin arayışıdır. Bu, insanın fani hayatta baki olana, sınırlı zamanda sonsuz olana duyduğu edebi ve ibretli bir hasretin en güzel anlatımıdır.
Özet
Yenişehirli Avnî, ömrün fani olmasına karşı Sevgili ile sohbetin (sohbet-i dildâr) lezzetinin sonsuzluğunu dile getirir. Beyit, aynı zamanda Aşk Pazarı’nın (Bâzâr-ı muhabbet) bozulabileceği, yani dünyevi koşulların değişebileceği, lakin bu aşktan elde edilen manevi kâra (hazza) asla doyulamayacağı fikri üzerine kuruludur. Makale, aşkın, zaman ve mekan sınırlarını aşan, insanın ruhuna nakşolmuş ezeli bir lezzet ve tatmin arayışı olduğunu, dolayısıyla fani olan her şeye rağmen baki kalacak yegâne değer olduğunu vurgular.
III. Hz. Mevlânâ – Dünyanın Fâniliği ve Dikişsiz Elbise Üzerine İbretli Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Farsça/Edebi Metin:
ای به زربفت و کمر آموخته
آخرست جامه نادوخته
Transliterasyon/Beyit:
Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
Âhirest câme-i nâ-dûhte
Müellif: Hz. Mevlânâ
İzah ve Açıklaması:
Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu kısa ve çarpıcı beyitte, dünya malına ve lükse düşkün olan insanı uyarmaktadır. Beytin ilk mısrası, muhatabına seslenir: “Ey altın işlemeli elbiselere (zerbeft) ve altın kemerlere (gumar) alışmış, kendini kaptırmış olan kişi!” diyerek dünya nimetlerine olan tutkuyu işaret eder. İkinci mısrada ise bu lüks ve ihtişamın kaçınılmaz sonunu hatırlatır: “Sonun, dikişsiz elbisedir (câme-i nâ-dûhte)”. Buradaki “dikişsiz elbise”, İslam kültüründe ölen kişinin kefenini sembolize eder. Kefen, hiçbir dikişi olmayan, tüm dünya malından arınmış, basit ve son giysidir. Beyit, dünyanın geçiciliğini ve tüm ihtişamın ölüm karşısında anlamsızlığını, ibretlik bir şekilde yüzümüze vurur.
Kefenin Hikmeti: Zerbeftten Dikişsiz Elbiseye Fani Hırsın Sonu
Makale
Yüzyıllardır gönüllere ışık saçan büyük mutasavvıf Hz. Mevlânâ, Farsça kaleme aldığı bu hikmet dolu beyitle, insanlığın evrensel zaafına, yani dünya malına ve gösterişe olan hırsına dikkat çeker. Mevlânâ’nın dili, bir uyarıcı peygamberin sesi kadar keskin ve bir bilge sufinin sözü kadar derindir:
> Ey be-zerbeft ü gumar âmûhte
> Âhirest câme-i nâ-dûhte
>
Makalenin muhatabı, “altın sırmalı elbiselere ve kemerlere alışmış” kişidir. Bu kişi, sadece zengin veya yönetici değil, aynı zamanda ruhunu geçici dünya süslerine adamış, gösterişi hayatının gayesi haline getirmiş her fanidir. Mevlânâ, bu kişiye, sadece bir ayna tutmakla kalmaz, aynı zamanda tarih boyunca nice imparatorlukların, nice servetlerin nasıl toz olup gittiğini de hatırlatır. Tarih, zerbeft (altın sırma) giyenlerin bir zamanlar ihtişamla dolaştığı sarayların bugün sessiz harabelerden ibaret olduğunu gösteren ibret levhalarıyla doludur. Dünyanın fani cazibesi, insanı adeta bir uyuşturucu gibi kendine alıştırır (âmûhte), ruhu yüce gayelerden uzaklaştırır.
Ancak, dervişane bir sükûnetle gelen ikinci dize, bu ihtişamın son perdesini açar. Tüm ihtişamın, tüm dikişli, süslü, gösterişli giysilerin sonu: **”câme-i nâ-dûhte”**dir, yani dikişsiz elbise. Kefen, İslam ve birçok dinde, eşitliğin, yoksulluğun ve arınmışlığın son sembolüdür. Kefenin dikişsiz oluşu, dünya ile olan tüm bağların kesildiğini, artık hiçbir meslek, unvan, zenginlik veya mevkiinin geçerli olmadığını gösteren çarpıcı bir metafordur. O an, kişi sadece amelleriyle baş başadır.
Bu beyit, edebi ve düşünce açısından bir tasavvuf dersidir. Mevlânâ, insanı, kendisini ölümsüz zanneden nefsinin gafletinden uyandırmaya çalışır. Asıl yatırımın altın sırma ve kemere değil, ruha yapılması gerektiğini; asıl yolculuğun bu dikişsiz elbiseyi giydikten sonra başlayacağını işaret eder. Beyit, fani dünyanın aldatıcı yüzüne karşı en hikmetli, en düşündürücü ve en edebi reddiyelerden biridir.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın beyti, altın sırmalı lüks giysilere (zerbeft) düşkün olan insanı, ölümün kaçınılmaz sonu olan dikişsiz elbise (kefen) gerçeğiyle yüzleştirir. Makale, bu dikişsiz elbisenin, dünyevi ihtişamın anlamsızlığını ve ölüm karşısındaki mutlak eşitliği simgeleyen en güçlü ibret dersi olduğunu vurgular. Tasavvufi açıdan, asıl yatırımın ruha yapılması gerektiğini öğütleyen, lüks ve gösteriş hırsına karşı yazılmış edebi ve derin bir uyarıdır.
IV. Fuzûlî – Derd’e İstek ve Kerem’e Liyakat Üzerine Düşündürücü Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Osmanlıca/Edebi Metin:
قهردن اکراه ایدلنر لطفه اولماز مستحق
مستعد درد اولانلر قابل درمان اولور
Transliterasyon/Beyit:
Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
Müellif: Fuzûlî
İzah ve Açıklaması:
Aşkın ve ızdırabın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvufi bir derinlik ve acının kutsallığı temasını işler. İlk mısra, sıkıntıdan, zorluktan, hatta sevgili (Allah) tarafından gönderilen gazaptan (kahr-ıdan) nefret edip kaçınanların, lütfa ve ihsana (lutf) layık olamayacağını (müstahak olmaz) ifade eder. Lütuf, kolay yoldan elde edilmez; çileye katlanmayı gerektirir. İkinci mısra ise, derdi çekmeye hazır olanların, onu arzulayanların (müsta’idd-i derd olanlar), yani dert çekmeyi bir olgunlaşma aracı olarak görenlerin, ancak o zaman dermana (kâbil-i dermân olur) layık olacağını belirtir. Fuzûlî’ye göre, dert çekmek bir kabiliyettir, bir erdemdir ve bu kabiliyete sahip olanlar için derman, yani kurtuluş ve lütuf, her zaman mümkündür.
Derdin İkramı, Lütfun Bedeli: Fuzûlî’de Aşkın Metafiziği
Makale
Aşkın ıstırabını sanatının merkezine yerleştiren, şairlerin sultanı Fuzûlî, bu edebi ve hikmetli beytiyle, tasavvufi düşüncenin en temel taşlarından birini, yani derd (sıkıntı, ıstırap) ve lütuf (iyilik, kerem) arasındaki kaçınılmaz bağıntıyı ortaya koyar:
> Kahr-ıdan ikrâh edenler lutf-a olmaz müstahak
> Müsta’idd-i derd olanlar kâbil-i dermân olur
>
İnsan ruhunun tekâmül yolculuğunda, karşılaşılan sıkıntı ve zorluklar, yani ilahi takdirin bir parçası olan kahr (keder, zorluk), bir imtihan vesilesidir. Fuzûlî, bu kahırdan tiksinen, onu hayatından dışlamaya çalışan, kolay ve rahat yolu arayan sıradan ruhların, Hak’tan gelecek olan lütuf ve kereme asla erişemeyeceklerini söyler. Bu, tarihi bir gerçeği de yansıtır: Büyük başarılar, büyük zorlukların altından çıkanların eseri olmuştur. Lütuf, bedelini ödemeyenlere sunulmaz; o, çilenin ve sabrın meyvesidir.
Asıl hikmet, beytin ikinci mısrasında gizlidir. Şair, “Müsta’idd-i derd olanlar” tabiriyle, dert çekmeye sadece katlananları değil, onu ruhsal olgunlaşmanın bir ön koşulu olarak kabul edenleri ve hatta arzulayanları kasteder. Klasik İslam ve Sufi düşüncesinde, dert çekmek, nefsin terbiye edilmesi ve ruhun cilalanması için bir zorunluluktur. Şair, derdi bir yük olarak değil, bir yetenek ve bir liyakat belgesi olarak görür. Bir kişi, dert çekme konusunda ne kadar istekli ve donanımlıysa, yani ne kadar sebatkâr ve teslimiyetliyse, o kişi dermana (şifa, kurtuluş, ilahi tecelli) o kadar yakındır. Dert, dermanın anahtarıdır.
Bu edebi ifade, sadece aşk şiirinin bir teması değil, aynı zamanda insanın hayatı yorumlama biçimini kökten değiştiren düşündürücü bir hikmettir. Hastalık olmadan şifanın kıymeti bilinmez, karanlık olmadan aydınlığın anlamı yoktur. Fuzûlî, bize acıyı bir düşman olarak görmeyi bırakıp, onu bir öğretmen olarak kabul etmemizi öğütler. Zira asıl derman, acı çekme potansiyelini cesaretle kucaklayan kalpler için her zaman mümkündür.
Özet
Fuzûlî’nin beyti, kahır ve sıkıntıdan kaçınanların lütfa layık olamayacağı, aksine derdi (ıstırabı) kabullenmeye ve çekmeye hazır olanların (müsta’idd-i derd) dermana (şifa, kurtuluş) ulaşacağını savunur. Makale, bu düşüncenin, tasavvufi teslimiyetin ve ruhsal olgunlaşmanın temelini oluşturduğunu, acıyı bir engel değil, ilahi lütfa erişim için gerekli bir yetenek olarak görmenin hikmetini ve edebi derinliğini vurgular. Dert, dermanın koşuludur.
V. İbnü’l-Fâriz – Şarap ve Sarhoşluğun Ezeli Sırrı Üzerine Tasavvufi Makale
Beytin İktibası ve İzahı
Aruz Vezni: (Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün – Muhtemel)
Arapça/Edebi Metin:
شربنا على ذکر الحبیب مُدامة
سکرنا بها من قبل أن یخلق الکرم
Transliterasyon/Beyit:
Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
Müellif: İbnü’l-Fâriz
İzah ve Açıklaması:
Arap tasavvuf şiirinin büyük ustalarından İbnü’l-Fâriz, bu beytinde, mistik sarhoşluğun (sekr) ve ilahi aşkın ezeli (yaratılış öncesi) doğasını anlatır. İlk mısra, “Sevgiliyi (Habîb) zikrederek şarap (mudâmeten) içtik ve sarhoş olduk” der. Buradaki şarap ve sarhoşluk, mecazidir; İlahi Aşkın ve Hakikat’in tecellisinin manevi hazzını ifade eder. İkinci mısra ise bu sarhoşluğun zamanını tarif eder: “Biz bu şarapla sarhoş olduğumuzda, henüz üzüm (kerem) yaratılmamıştı (min-kabli en yuhleka’l-keremu)”. Bu, şarabın kaynağı olan üzümün bile yaratılmasından önce, yani ezelde (yaratılış öncesinde), şairin/aşıkın ruhunun, o ezeli aşkın tecellisiyle sarhoş olduğunu belirtir. Bu, tasavvufta ruhların yaratılışından önceki “Kâlû Belâ” (Misak) anına, yani ruhların Allah’ın ezeli nuruna şahit olduğu zamana yapılan güçlü bir göndermedir.
Kâlû Belâ’nın Şarabı: Ezeli Sarhoşlukta Aşkın Tarihi
Makale
İslam edebiyatının, bilhassa Arap tasavvuf şiirinin zirve isimlerinden İbnü’l-Fâriz’in bu mübarek beyti, şeriatın zahiri ile hakikatin batıni anlamlarının çarpıcı bir sentezini sunar. Şair, şarap metaforunu kullanarak, beşeri idrakin ötesindeki İlahi Aşk’ın zaman ve mekân üstülüğünü, yani ezeliyetini dile getirir:
> Şeribnâ alâ-zikri’l-habîbi mudâmeten
> Sekirnâ bihâ min-kabli en yuhleka’l-keremu
>
Bu mısralardaki “şarap” (mudâmeten) ve “sarhoşluk” (sekr), kesinlikle haram olan içkinin dünyevi anlamı değildir. Bu, mutlak hakikatin, yani Habib’in (Allah’ın) zikriyle gönle dolan ilahi feyzin, aşkın ve cezbenin tadıdır. Bu, bir dervişin zikir meclisinde ulaştığı vecd hali, bir arifin Hakikat’le bütünleştiği anın manevi hazzıdır. Tasavvufta şarap, ruhu nefsani bağlardan koparan, hakikate ulaştıran cezbe halinin simgesidir.
Beytin asıl sırrı ve düşündürücü yönü, ikinci mısradaki ezeli vurgudadır. Şair, bu sarhoşluğun zamanını, “üzümün (kerem) henüz yaratılmasından önce” diye tanımlar. Bu ifade, İslam mistisizminde Kâlû Belâ (Misak) anına, yani ruhların bedenlenmeden çok önce, Allah’ın “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna “Evet (Belâ)” diyerek şahitlik ettiği ana bir göndermedir. Âşık, o yaratılış öncesi anda, henüz dünya ve onun sebepleri (üzüm) yokken, İlahi Aşk’ın tecellisiyle, yani Habîb’in zikriyle sarhoş olmuştur.
Bu beyit, tarihi ve edebi açıdan, İbnü’l-Fâriz’in Vahdet-i Vücûd (varlığın birliği) düşüncesini de destekler. Aşk, zamanla başlamış bir duygu değil, yaratılıştan önce var olan, ezelî bir ruhi tecrübedir. İnsan, bu dünyada sadece o ezelî sarhoşluğun hatırasını aramakta ve zikirle o hale geri dönmeye çalışmaktadır. Sarhoşluk hali (sekr), bu ezeli birliği idrak etmenin en yüksek halidir. Bu, İbnü’l-Fâriz’in kaleminden, ilahi aşkın sınırsızlığını, sonsuzluğunu ve zamanlar üstülüğünü anlatan, ibretli, edebi ve derin bir tasavvufi manifesto niteliğindedir.
Özet
İbnü’l-Fâriz’in beyti, İlahi Aşkın vecdini şarap (mudâmeten) ve sarhoşluk (sekr) metaforlarıyla anlatır. Makale, bu sarhoşluğun dünyevi değil, ezeli olduğunu; zira şairin, şarabın kaynağı olan üzüm (kerem) yaratılmadan önce sarhoş olduğunu söyleyerek, Aşkın Kâlû Belâ (Misak) anına ait zamanlar üstü bir tecrübe olduğunu vurgular. Bu, ilahi aşkın sonsuzluğunu ve ruhun ezeli birliğe olan hasretini anlatan, tasavvufi açıdan derin ve düşündürücü bir metindir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025