BERCESTE VE İZAHI – 109

BERCESTE VE İZAHI – 109

​Âyine ve Hakk’ın Tecellisi: Lâedri’ye ait Beyit
​Beyit:
​Âyine der bu âlem her şı Hak ile ka’im
Mir’ât-ı Muhammed’den dâim Allâh görünür

​Bu beyit, cihan şümul bir hakikati dile getirir. Beyitte “âyine” kelimesi, kâinatın bir ayna olduğunu tasvir eder. Bu ayna, her şeyin Hak ile kâim olduğunu, yani Hak Teâlâ’nın varlığı ve kudretiyle ayakta durduğunu bize gösterir. Kâinatın her zerre-i mevcudatı, O’nun san’atının, O’nun kudretinin ve esmasının bir tezahürüdür. Tıpkı bir aynanın, kendisine akseden sureti göstermesi gibi, bu âlem de, kendisinde tecelli eden Hak’kı bize gösterir.
​Mısranın ikinci kısmında ise “Mir’ât-ı Muhammed” ifadesiyle, Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah’ın en parlak ve en cemiyetli aynası olduğu belirtilir. Bu beyitte, Mir’ât-ı Muhammed (Muhammed’in aynası) tabiriyle, Resûlullah’ın bütün kemalât ve faziletleriyle Allah’ın isim ve sıfatlarının en mükemmel bir şekilde tecelli ettiği bir ayna olduğu vurgulanır. Kâinatın diğer aynaları bu tecelliyi cüz’i bir şekilde gösterirken, O’nun zatı ve şahsiyeti, Allah’ın isim ve sıfatlarının küllî bir şekilde göründüğü en büyük aynadır. Dolayısıyla, bu beyit bize, tabiata ve varlıklara bakarak Allah’ı bulma yolunda, en açık ve parlak aynanın Hazret-i Muhammed olduğunu hatırlatır. O’nun hayatı, ahlâkı ve Sünneti, bize Rabbimizi tanıma yolunda en doğru yolu gösteren bir ışık ve bir delildir. Bu beyit, hem tevhidin derin bir tasviri hem de nübüvvetin ulviyetine dair edebi bir nazardır.

​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün: Yahya Kemal Beyatlı’ya ait Beyit
​Beyit:
​Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın

​Yahya Kemal Beyatlı’nın bu mısraları, bizi tabiatın ve hayalin iç içe geçtiği bir dünyaya davet eder. Bu beyitteki derinlik, suyun ve ay ışığının, şairin iç dünyasındaki bir hayal âlemiyle nasıl bağlantı kurduğunu tasvir etmesindedir. “Âheste çek kürekleri” ifadesiyle, şairin bir kayıkla su üzerinde süzülürken yaşadığı o nazik anı anlatır. Bu hareketin yavaş olması, dış âlemdeki sükûnetin, iç âlemdeki hayal ile bütünleştiğini gösterir.
​”Mehtâb uyanmasın” ve “âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın” mısraları, bu iç ve dış sükûnetin nedenini açıklar. Şair, o anki mistik halden ve hayal dünyasından uyanmak istemez. Sanki suyun yüzeyinde duran mehtap, o hayal âleminin bir parçasıdır ve kürek sesleriyle uyanıp bu büyülü anı bozabilir. Bu beyitteki asıl vurgu, dışarıdaki huzurun, insanın derûnî bir tefekkür ve hayal âlemine dalmasına imkan sağladığıdır. Şair, dış dünyayı oluşturan unsurların (kürekler, mehtap, su) ahengiyle, kendi hayal dünyasını birleştirir. Böylece, şiir, hem bir tabiat tasviri hem de insan ene’sinin derinliklerine yapılan bir yolculuk haline gelir. Yahya Kemal, bu mısralarla, tabiata olan hayranlığını, estetik bir hassasiyet ve derûnî bir tefekkürle birleştirir.

​Fâni Sebeplerden Yaratıcıya İltica: Münif’e ait Beyit
​Beyit:
​Demem ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun
Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun

​Bu beyit, insan ene’sinin fani dünya malına ve gücüne olan zaafını tenkit eder ve tevekkül faziletinin hikmetini dile getirir. “Ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun” mısrası, bir insanın gayesini, arzusunu ve maksadını, maddi varlıklardan (mal ve can) beklemesini reddeder. Bu, dünya hırsının ve mal mülk edinme arzusunun insanı nasıl yanılmalara sürükleyebileceğini vurgular. Maddi sebepler, insanın istek ve arzularını yerine getirmede tek başına yetersizdir ve insanı, asıl maksattan yani yaratıcısından uzaklaştırır.
​İkinci mısra olan “Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun” ise bu düşüncenin en temelini oluşturur. “Esbâb” kelimesi, sebepleri, yani fani dünyanın vesilelerini ve vasıtalarını temsil eder. Kalp, gerçek amacına ulaşmak için fani sebeplere ve vasıtalara sığınmaz, onlara bel bağlamaz. Bunun yerine, doğrudan sebepleri de yaratan, mutlak kudret sahibi olan Allah’a yönelir ve her şeyi O’ndan ister. Bu mısra, bir yandan tevekkülün, diğer yandan ise tevhidin en veciz tasviridir. Bu beyit, bize, insanı aldatan dünya malına ve geçici sebeplere tutunmak yerine, asıl kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’a ilticâ etmenin faziletini öğretir.

​Hakiki İsteğin Yönü: Azmi’ye ait Beyit
​Beyit:
​Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste
Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste

​Bu beyit, bir önceki beyitle zıt bir bağlantı içinde olmakla birlikte, aynı manevi düşünceyi farklı bir açıdan ele alır. Şair, insanın istek ve ihtiyaçlarını hangi merciden talep etmesi gerektiğini açıkça beyan eder. “Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste” mısrası, bu talebin yönünü belirlerken, manevi veya dünyevi hiçbir fani makam ve insana yönelmemeyi öğütler. “Dervîş” ve “zâhid” manevi mertebeleri, “mîr” ve “şâh” ise dünyevi gücü ve saltanatı temsil eder. Şair, ne manevi bir üstaddan ne de dünyevi bir otoriteden medet umulmaması gerektiğini söyler.
​Bu beyitteki hikmet, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak asıl mercinin, fâni varlıklar değil, onları da yaratan mutlak kudret sahibi olduğudur. “Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste” mısrası, bu hakikatin en kuvvetli isbatını sunar. Bu mısra, Allah’ın mutlak yaratıcılık sıfatına vurgu yapar. İnsan, “yokluktan” yaratılmış bir varlıktır ve onu “var” eden Allah’tır. Öyleyse, varlığını O’na borçlu olan insanın, ihtiyaçlarını da O’ndan istemesi en doğru yoldur. Bu beyit, aynı zamanda İslam düşüncesindeki tevhid inancının ve kulluk makamının bir yansımasıdır.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede incelenen beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, ortak bir düşünce ve hikmet zemininde buluşmaktadırlar. Lâedri’nin beyiti, kâinatı bir ayna olarak tasvir ederken, Allah’ın bu aynadaki en parlak tecellisinin Hazret-i Muhammed olduğunu vurgular. Yahya Kemal’in mısraları, dış tabiatın sükûnetiyle iç dünyanın hayal âleminin nasıl bütünleşebileceğini gösterir. Münif’in beyiti, insanı fâni sebeplere bel bağlamaktan men ederek, tevekkülün ve mutlak kudrete ilticâ etmenin faziletini dile getirir. Son olarak Azmi’nin beyiti, ihtiyaçların fâni derviş, zâhid, bey veya şahtan değil, doğrudan “yoktan var eden” Allah’tan istenmesi gerektiğini öğreterek tevhid inancının temel bir kaidesini bize hatırlatır. Bütün bu beyitler, insana, dünya hayatının geçiciliği, hakiki maksadın ne olduğu ve mutlak kudretin kimde bulunduğu gibi konularda derin bir tefekkür ve ibret kapısı aralamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 108

BERCESTE VE İZAHI – 108

​1. Hâzık’tan Bir Beyit: Hırs ve Kanaatsizlik Yanılması
​İktibas:
​İlâc ancak gûrişne-çeşm müşt-i hâk-i lahdîdir
Halâs olmaz hezârân gence mâlik olsa zilletden

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, meşhur şair Hâzık’a aittir ve enaniyet, hırs ve kanaatsizlik konusundaki derin bir hakikati tasvir eder. Gözü doymayan, her şeye malik olmak isteyen bir kişinin derdinin yegâne dermanı, ancak kabrinin bir avuç toprağıdır. Zira hayattayken mal ve mülk peşinde koşan bu şahsın açgözlülüğü, onu daima bir zillet hâlinde bırakır. Ne kadar servete sahip olursa olsun, kanaatsizlik ve doyumsuzluk sebebiyle asla hakiki bir huzura ve kurtuluşa kavuşamaz.
​Makale:
​Hayat, insan enaniyetinin ve tabiatının zahiri ve derûnî tecellilerini gösteren bir ayna gibidir. Hâzık’ın bu beyti, enaniyetin en tehlikeli ve en yanıltıcı tezahürlerinden biri olan hırsı, çarpıcı bir surette gözler önüne serer. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız padişah, hakan ve zengin, mal ve mülklerini artırma arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Lakin bu uğurda sarf ettikleri çabalar, onları hakiki bir fazilete ve mutluluğa ulaştırmaktan ziyade, daha büyük bir zillet ve mutsuzluğa sevketmiştir.
​Bu beyitteki “gûrişne-çeşm” (açgözlü) tabiri, sadece maddi varlıklara karşı duyulan bir hırsı değil, aynı zamanda makam, şöhret ve kudrete olan doyumsuzluğu da tasvir eder. Bu doyumsuzluk, insanı daima bir koşuşturma ve yanılma tekrarına hapseder. Oysa ki, hakiki huzur ve kurtuluş, maddi varlıkların çokluğunda değil, kalbin kanaatle mutmain olmasında gizlidir. İnsanoğlunun son durağı olan kabir toprağı, bu dünyevi hırs ve koşuşturmanın anlamsızlığını isbat eden nihai bir hakikattir. Toprak, en fakir ile en zengini, en kudretli ile en acizi eşitler. Hırsla biriktirilen hazineler, orada hiçbir kıymet ifade etmez. Hâzık’ın bu mısraları, tarihin bize anlattığı ibretli hadiselerle de bağlantılıdır. Nice zenginler, hırs sebebiyle dostlarını kaybetmiş, nice krallar doyumsuzluk yüzünden memleketlerini harabeye çevirmiştir. Bu, insanın tabiatındaki açgözlülükle mücadele etmesi gerektiğine dair cihan şümul bir tenkittir.

​2. Yunus Emre’den Bir Beyit: Amelin Temelinde Marifetullah
​İktibas:
​Okudum bildim deme çok ta’at kıldım deme
Eri Hak bilmez isen abes yere yelmekdir

​İzah ve Açıklama:
​Yunus Emre, bu mısralarda zâhiri ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın “Hak”ı bilmek, yani Allah’a gerçek manada vâsıl olmak olduğunu belirtir. Çok ibadet etmek, çok ilim tahsil etmek zahiri amellerdir. Eğer insan bu amellerle enaniyetinden sıyrılamıyor ve Cenab-ı Hakk’ı hakiki manada tanımıyorsa, bütün bu çabaları boş ve faydasızdır.
​Makale:
​Anadolu hikmetinin en müstesna şahsiyetlerinden olan Yunus Emre, eserlerinde derûnî ve zâhirî hayatın zıtlık ve aykırılıklarını incelikle tasvir eder. Bu beyit, o zıtlık ve aykırılıklardan birini, yani şekilcilik ve öz arasındaki farkı açıkça ortaya koyar. İlim ve ibadet, İslam düşüncesinde hayati bir öneme sahiptir; lakin Yunus Emre, bu eylemlerin tek başına bir fazilet olmadığını vurgular. Hakiki manada bir fazilet, bunların Allah’ı bilmek ve tanımak (marifetullah) maksadıyla yapılmasıyla tahakkuk eder.
​Bu beyit, İslâm tasavvufundaki “İnsan-ı Kâmil” düşüncesinin de bir tezahürüdür. İlim tahsili ve ibadet, insanı Hak’ka yaklaştıran bir vasıtadır. Ancak eğer bu vasıtalar, insanı kendi enaniyetine hapseder ve onu Hak’tan uzaklaştırırsa, o zaman bu çabalar sadece kuru birer laftan ve boş birer gayretten ibaret kalır. Bu durum, tarihteki nice din âliminin ve zâhidin, ilimleri veya ibadetleriyle kibirlenip sapkınlığa düştüğü, hatta bu sebeple zilletle baş başa kaldığı vakalarla da bağlantılıdır. Yunus Emre, bu beytiyle okuyucuyu derûnî bir tefekküre davet eder: “Gerçekten kime ve niçin ibadet ediyorsun? İlmin ve amelin seni Yaradan’a mı, yoksa enaniyetine mi yaklaştırıyor?” Bu sualler, insanı Hak’ka doğru giden yolda daima uyanık tutmayı amaçlar. Bu düşünce, sadece felsefi bir bakış açısı değil, aynı zamanda mümin için hayatî bir uyarıdır.

​3. Ziya Paşa’dan Bir Beyit: Sırlar ve Nazar

​İktibas:
​En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnûn
Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın

​İzah ve Açıklama:
​Ziya Paşa, bu mısrada insanın derûnî sırlarının hiç ummadığı kişiler tarafından fark edilebileceği ve hatta açığa çıkabileceği hakikatini anlatır. İnsan, çevresindeki herkesi gaflette ve kör zannederken, aslında kendi sırlarının başkalarının bakışı ve nazarı altında olduğunu unutmamalıdır.
​Makale:
​Ziya Paşa’nın bu beyti, insan ilişkilerinin karmaşık yapısını ve enaniyetin bir başka veçhesi olan kibir ve aldanmayı tasvir eder. İnsan tabiatı, zaman zaman başkalarının kendisinden daha az akıllı veya daha az dikkatli olduğunu sanma eğilimindedir. Bu yanlış inanç, kişinin kendi sırlarını ve kusurlarını saklayabileceği yanılmasına sebep olur. Lakin hayatın bağlantıları ve hikmeti, bazen en beklenmedik anda en derûnî sırların açığa çıkmasına vesile olur.
​Beyitteki “kör âlem” ifadesi, insanın kendini diğerlerinden üstün görme ve herkesin kendi zaaflarına karşı kör olduğunu düşünme hatasını tasvir eder. Bu durum, psikolojik bir olgu olmasının yanı sıra, sosyolojik ve ahlaki bir tenkiti de ihtiva eder. Tarih boyunca nice hükümdar, vezir ve diplomat, başkalarını küçümseyerek gizli planlar yaparken, en ummadığı bir kişi tarafından ifşa edilmiş ve zilletle karşı karşıya kalmıştır. Bu beytin muhtevası, sadece tarihi vakalarla değil, aynı zamanda gündelik hayattaki ilişkilerle de bağlantılıdır. Söylediklerimiz, yaptıklarımız, hatta suskunluğumuz bile başkaları tarafından dikkatle nazara alınır ve biz farkında olmasak da derûnî yapımız dışa vurur. Bu, insanın her an bir nazar ve bakış altında olduğu ve bu sebeple hal ve hareketlerine dikkat etmesi gerektiği hususunda ibret verici bir derstir.

​4. Hz. Mevlânâ’dan Bir Beyit: Gönül Yarası
​İktibas:
​Hâr der-pâ şod çonîn duşvâr yâb
Hâr der-dil çon beved v-â-deh cevâb

​İzah ve Açıklama:
​Hz. Mevlânâ, bu Farsça mısralarda insanın gönül yaralarını, ayağa batan bir diken örneği üzerinden tasvir eder. “Ayağa batan bir dikenin bile bulunması bu kadar güç oluyorken, gönüle batan diken nasıl bulunur?” diye sorar. Bu beyit, gönül yarasının ne kadar derûnî, görünmez ve bulunması zor bir şey olduğunu izah eder.
​Makale:
​Hz. Mevlânâ, düşünce ve hikmetinin merkezine insanı ve onun derûnî alemini koyar. Bu beyit de, onun bu derin bakış açısının bir numunesidir. İnsanın ayağına batan bir diken, zahiri bir acıdır ve bir süre sonra yeri bulunur ve çıkarılır. Lakin gönüle batan bir diken, yani kalp yarası, ne bir gözle görülebilir ne de bir el ile tutulabilir. Bu yara, derûnî âlemde saklı kalır ve kişinin hayatını derinden etkiler.
​Bu mısra, edebiyatta ve tasavvufta sıkça işlenen “gönül sırrı” temasının en etkileyici tasvirlerinden biridir. İnsan, etrafındakilere ne kadar neşeli ve huzurlu görünse de, derûnî âleminde taşıdığı kederler ve acılar onu derinden etkilemeye devam eder. Bu durum, Hz. Mevlânâ’nın hikmetinin ve düşüncesinin en önemli unsurlarından biri olan insan ruhunun derinliği ve karmaşıklığı ile bağlantılıdır. Gönül yaralarının tedavisi, zahiri ilaçlarla değil, ancak derûnî bir tefekkür ve manevi bir terakki ile mümkündür. Beyitteki “Cevabını sen ver” ifadesi, okuyucuyu kendi gönül âlemine dönmeye ve kendi yaralarını keşfetmeye davet eder. Bu, herkesin derûnî âleminde gizli olan ve ancak kişinin kendisinin farkına varabileceği sırlar ve acılar bulunduğunun bir isbatıdır.
​Makale Özeti
​Bu makalede, farklı şairin hikmetli beyitleri üzerinden insan enaniyetinin ve tabiatının farklı veçheleri ele alınmıştır. Hâzık’ın beyitiyle, hırs ve kanaatsizliğin insanı zilletten kurtaramayacağı ve hakiki huzurun maddi varlıkta değil, kanaatle mutmain olmakta olduğu vurgulanmıştır. Yunus Emre’nin beyti, ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın Hak’kı bilmek ve marifetullah olduğunu tasvir etmiştir. Ziya Paşa’nın beyti, derûnî sırların en umulmadık şekilde açığa çıkabileceği ve insanın kendisini başkalarından üstün görme yanılgısından sakınması gerektiği uyarısını taşır. Son olarak, Hz. Mevlânâ’nın beyti, gönül yarasının zahiri yaralardan daha derûnî ve görünmez olduğunu, bu yaranın ancak derûnî bir nazarla bulunabileceğini anlatır. Bütün bu mısralar, insanın derûnî ve zâhirî âlemi arasındaki zıtlık ve aykırılıkları ve bu iki âlemin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu hikmetli bir şekilde tasvir eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 107

BERCESTE VE İZAHI – 107

​Şeyhülislam Bahâî’nin Sabır ve Devamlılık Beyiti

​“Ne teshîr etdi gülzârı ne urdu âteşe hârı
Yine durmaz okursun rûz u şeb evrâdın ey bülbül”

​Bu beyit, Bülbül’ün Gül’e olan aşkını bir tenkit ve ibret vesilesi olarak kullanır. Bülbül, güle ulaşamasa da, dikeni onu yaralasa da, güller solup gitse de, gecesini gündüzüne katarak ötmekten vazgeçmez. Bu tasvir, gayretin, neticenin aksine, sürece odaklanması gerektiğini anlatır. Bülbül, meyve alamasa da, feryadından vazgeçmez.
​Bu manzume, ibretli bir bakış açısıyla bakıldığında, hayatın zorlukları karşısında sabır ve devamlılık faziletini vurgular. İnsan, bir maksat uğruna gayret gösterdiğinde, her daim istediği neticeyi alamayabilir. Bazen zahmetler boşa çıkabilir, beklentiler hüsrana uğrayabilir. Ancak Şeyhülislam Bahâî’nin ifade ettiği gibi, bu vaziyette dahi davasından ve gayretinden vazgeçmeyenler, hakikî fazilet sahibi olanlardır.
​Tarihî ve edebi açıdan, bu beyit, aynı zamanda Allah yolundaki âşıkların ve tabiat âşıklarının durumunu da tasvir eder. Bir derviş, ömrü boyunca rıza-i ilahi peşinde koşar ve bu yolda nice zahmetlere katlanır. Lakin o, bu gayretini asla terk etmez. Zira o, maksadına ulaşamasa dahi, bu yolda olmakla dahi bahtiyar olur. O, bülbül gibi, ruz u şeb (gece gündüz) zikrini ve tesbihini terketmez. Bu beyit, bize, hayatın zorlukları ve beklenmedik haller karşısında sabırlı ve azimli olmamız gerektiğini telkin eder.

​Usûlî’nin Gönül Âyinesi Beyiti
​“Sâf kılındsa gönül âyînesin âb gibi
Görünür nûr-ı ezel âbda mehtâb gibi”

​Bu beyit, gönlün manevi bir ayna gibi olduğunu, bu aynanın arındırıldığı takdirde, ezelî ve cihan şümul bir nuru aksettireceğini beyan eder. Gönül, su gibi berrak ve saf hale gelince, o nur, suda mehtabın aksi gibi görünür. Bu, bir tasavvufî ve hikmetli izahın ta kendisidir. Gönül, eğer şüphe, enaniyet ve maddi bağlardan arındırılırsa, o zaman hakikatler ona tecelli eder.
​Bu beyitteki mananın tabiata yansıyan bir isbatı da mevcuttur. Dış dünyada, bulanık bir su birikintisi ay ışığını aksettiremez. Fakat su berraklaştıkça, gökyüzündeki mehtabın tam bir aksini gösterir. İnsan kalbi de böyledir; maddi ve zahiri dünyanın kirlerinden arınmadıkça, derûnî bir tecelliye mazhar olamaz.
​Bu beyit, bize bir düşünce ve hikmet yolunu açar. Hayatımızdaki kafa karışıklıklarının, iç sıkıntılarının ve manevi bunalımların sebebi, çoğu zaman gönlümüzün bulanıklığıdır. Kendimizle baş başa kalıp, iç dünyamızı temizleyerek, düşünce ve hikmetle, hayatın gerçek manasını idrak edebiliriz. Kendimizi arındırmak, gönül tabir edilen bu derûnî aynayı cilalamak, hayatın nurlu yüzünü görmek için bir mecburiyettir.
​Cevrî’nin Onurlu Duruş Beyiti
​“Çarha kılma ser-fürû ikbâl için gayret budur
Hem gedâ hem pâdişâh-ı âlem ol devlet budur”

​Bu beyit, maddi çıkarlar ve menfaatler uğruna eğilip bükülmemeyi, onurlu ve dik bir duruş sergilemeyi teşvik eder. Şairin ifadesine göre, gerçek gayret, devrana boyun eğmemektir. Enaniyetini ve şahsiyetini muhafaza eden kişi, hem fakir, hem de bir âlemin padişahı gibi vakur ve müstağni bir hayat yaşar. Asıl devlet ve fazilet budur.
​Tarihî açıdan bakıldığında, nice padişahların veya devlet adamlarının, menfaat uğruna ilkelerinden taviz verdiklerini görürüz. Ancak tarihin büyük şahsiyetleri, makam ve mevkilerini, şahsiyetlerinin önüne koymayanlardır. Onlar, en zor zamanlarda dahi omurgalı bir duruş sergileyebilmişlerdir.
​Bu beyit, bize hayatın içinde karşılaşacağımız zor durumlarda, maddi kazanımlara aldanmayarak, şahsiyetimizi korumamız gerektiğini hatırlatır. Bir insanın değeri, makamıyla veya malıyla ölçülmez. Aksine, onun en zor zamanlarda bile dürüst ve onurlu kalabilme becerisiyle ölçülür. Bu beyit, enaniyetin boyunduruktan kurtulmuş, faziletli bir hayatın mümkün olduğunu isbat eder.
​Cinânî’nin Hayatın Geçiciliği Beyiti
​“Var mı bir ruhsâre kim hatt-ı siyeh-fâm olmaya
Dehr içinde hangi gün gördük ki o günün akşamı olmaya”

​Bu beyit, hayatın ve tabiatın kaçınılmaz bir gerçeğini, her güzelliğin bir kusurla yahut bir sonla nihayetleneceğini, her günün bir akşamı olduğunu ifade eder. İlk mısrada, siyah tüylerle, yani yaşlılıkla ve fânilikle tasvir edilen bir durum ele alınır. İkinci mısra, ise bu fani yapının cihan şümul ve kaçınılmaz bir hakikat olduğunu vurgular.
​Tarih boyunca nice sultanlar, nice güzel insanlar, nice güçlü devletler, nihayetinde yok olmuş ve hayatın faniliğine boyun eğmişlerdir. Bu durum, insanı derin bir düşünceye sevk etmelidir. Madem ki her şeyin bir sonu var, öyleyse hayatın fani yüzüne bağlanmak bir yanılmadır. Bu beyit, bize hayatın geçiciliğini idrak etmemiz gerektiğini anlatır.
​Bu hikmetli beyit, bizi derin düşünmeye davet eder. Hayatın geçici olduğunu kabullenmek, hayatımızı daha anlamlı kılabilir. Her günün akşamı varsa, her anın kıymetini bilmek ve bu anları boş şeylerle israf etmemek gerekir. Bu beyit, fani hayatın içinde baki olanı arama yoluna işaret eder.
​Özet
​Bu makalede ele alınan beyitler, hayatın farklı veçhelerini ve hikmetli derslerini tasvir eder. Şeyhülislam Bahâî, zorluklar karşısında dahi devamlılık ve sabır faziletini telkin eder. Usûlî’nin beyiti, gönül arınmasının, derûnî hakikatlere ulaşmanın yegâne yolu olduğunu izah ederken, Cevrî’nin mısraları, maddi menfaatlere boyun eğmeyen onurlu bir hayatın ehemmiyetini vurgular. Nihayet Cinânî’nin beyiti, hayatın fâniliğini ve her güzelliğin kaçınılmaz sonunu hatırlatarak, bizi bakî olana yöneltmeye davet eder. Bu beyitler, farklı açılardan hayata bir nazar sunarak, bize ibretli ve düşündürücü dersler verir ve bu hayatın içinde nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğine dair cihan şümul bir yol gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 106

BERCESTE VE İZAHI – 106

​Hayatın Mana ve Hikmeti Üzerine Bir Enaniyet ve Enbiya Nazarında Bir Tefekkür

​Hayat, insan için bir yolculuktan ibarettir. Bu yolculukta karşımıza türlü sözler, haller ve idrak meseleleri çıkar. Bu meselelere nazar ederken, insanın enesinin ve idrakinin rolü büyük bir ehemmiyet taşır. İnsan, kendi hakikatini ve tabiatın sırlarını keşfettikçe, hayatın manasına daha derin bir açıdan yaklaşır. Bu makalemizde, farklı beyit ve mısranın ihtiva ettiği hikmetlerden yola çıkarak, hayatın hakiki gayesini ve insanın bu gayedeki yerini tasvir etmeye çalışacağız.
​Gayret ve Ulaşma Hikmeti
​İnsanın hedeflerine ulaşmak için göstermesi gereken sebat ve gayreti konu edinir. Beliğ şöyle der:
​Maksûdına sa’y eyle tarîkında bulunca
Deryâya erer âb-ı revân gitse yolunca

​Bu beyit bize, bir gayeye ulaşmak için gösterilmesi gereken gayretin önemini tasvir eder. Şair, bir amaca sahip olan insana, o amacın yolunda çabalamasını ve gayret göstermesini tavsiye eder. Bu tavsiyenin isbatı ise bir su misaliyle verilir. Nasıl ki bir akarsu kendi yolunda sebatla ilerlediğinde muhakkak denize ulaşırsa, insan da kendi gayesi yolunda istikrarlı bir şekilde ilerlediğinde mutlaka hedefine varacaktır. Bu beyit, bir hedefe ulaşmak için sabır, azim ve sürekli bir çabanın gerekli olduğunu vurgular. Tembellik ve atalet, insanı hedeflerinden uzaklaştırır. Bu, aynı zamanda hayatın kendisinin bir seyr ve sülûk olduğunu ve bu yolculukta ilerlemenin bir ön şart olduğunu da ihtiva eder.

​Dünyanın Geçiciliği ve Emel Tuzağı
​Beyitte Lâedri, dünyanın gelip geçiciliğini ve insanı aldatan boş arzulara dikkat çeker:
​Bağlıdır dâmân-ı haşre rîşte-i tûl-ı emel
Hây u hûy-ı ehl-i dünyâ bitmeden dünyâ biter

​Bu beyitte şair, sonsuz arzular ipliğinin kıyamet eteklerine bağlı olduğunu ifade eder. İnsanların bitmek bilmeyen istekleri ve boş uğraşları, onların sonu gelmeyen hayal ve arzularına bağlıdır. Şair, dünya ehlinin hay huyunun, yani boş konuşmalarının ve anlamsız çabalarının daha bitmeden, dünyanın kendisinin sona ereceğini söyler. Bu, insanlara dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu ve asıl ahiret hayatına hazırlanmaları gerektiğini hatırlatan bir tenkit ve nasihattir. Dünya malı, makamı ve şöhreti peşinde koşanların, bu arayışları daha tamamlanmadan, kendilerini ebedî bir hayatın kapısında bulacaklarını tasvir eder. Bu beyit, insanları yanılma ve yanlış inançtan uzak durmaya, asıl gayenin ne olduğuna yönelmeye davet eder.

​Ahiret Hazırlığı ve İbadetin Fazileti
​Beyitte Süleyman Çelebi, insanlara hayırlı işler yapmayı ve ahiret için hazırlık yapmayı öğütler:
​Hayr u tâ’ati özüne pîşe kıl
Âhiret ahvâlini endîşe kıl

​Süleyman Çelebi, bu mısralarda insanlara faziletli bir hayat sürmenin yolunu gösterir. İnsan, ahirette başına gelecek olan durumları düşünmeli, bu bakış açısıyla hayırlı işler yapmayı ve ibadeti kendisine bir meslek, bir yaşam biçimi haline getirmelidir. Bu, hayatı sadece bu dünya ile sınırlı görmemek, ebedî hayata hazırlık yapmak demektir. Şair, bu iki mısra ile insanları sadece amel etmeye değil, aynı zamanda bu amellerin neticesini düşünerek şuurlu bir şekilde hayat sürmeye davet eder. Bu, düşünce ve hikmetin sadece teorik bir mesele olmadığını, aynı zamanda pratik bir hayat biçimine dönüşmesi gerektiğini vurgular.

​Gönül Temizliği ve Kaza-i İlahi
​Son beyitte Nigâhî, gönül temizliğinin ehemmiyetine ve Hak’tan gelen her türlü belaya karşı gösterilmesi gereken tavır ve sabırı dile getirir:
​Pâk edüp dil levhini cehd eyle durma âdem ol
Her belâ bir cilvedir Hak’dan bil anı hurrem ol

​Bu beyitte şair, insana önce gönül levhasını temizlemesini ve hakiki bir insan olmayı hedeflemesini öğütler. Gerçek insanlık, iç âlemini nefsani kirlerden arındırmakla başlar. İnsan bu çabayı gösterdikten sonra, başına gelen her belanın Allah’tan gelen bir tecelli ve cilve olduğunu bilmeli, bu durumu bir mutluluk ve huzur vesilesi olarak görmelidir. Bu bakış, bir yanılma değil, imanın bir gereğidir. Kaza-i ilahiyeye rıza göstermek, derûnî bir huzur ve fazilet kaynağıdır. Şair, bu beyitle insanın başına gelen musibetlere karşı zıt bir tavır sergilememesini, aksine onları bir lütuf olarak kabul etmesi gerektiğini tasvir eder. Bu hal, insanın Allah’a olan tevhid ve tevekkül bağını kuvvetlendirir.

​Makalenin Hülasası
​Hayatın manası, derûnî bir yolculuk ve iç terbiye ile ancak anlaşılabilir. Birinci Beyit bir hedefe ulaşmak için sebatın önemini tasvir eder. Ikinci beyit, dünyanın gelip geçici olduğunu ve boş emellerin insanı yoldan çıkardığını tenkit eder. Üçüncü beyit, ahiret hayatına hazırlığın bir fazilet ve hikmet olduğunu vurgular. Son beyit, gönül temizliğinin ve Allah’tan gelen her belaya karşı gösterilecek rızanın, gerçek insanlığın bir delili olduğunu tasvir eder. Bu beyitler, hayatın bir bütün olarak, maddi ve manevi yönleriyle ele alınması gerektiğini ve gerçek mutluluğun, ancak Allah’a yönelmekle bulunabileceğini gösterir. Düşünce ve hikmetin yolunda olan bir insan, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve fazilete ulaşacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 105

BERCESTE VE İZAHI – 105

​1. Yunus Emre’nin Hikmeti: “Yunus Emre der hoca gerekse var bin hacca / Hepisinden iyice bir gönüle girmekdir”

​Yunus Emre, Türk tasavvuf edebiyatının en büyük şahsiyetlerinden biridir. Onun düşüncesinin merkezinde, Hak Teâlâ’ya ulaşmak için zahiri ibadetlerin ötesinde, kalbî ve derûnî bir temizliğin, yani gönül yapmanın ve gönüllere girmenin ehemmiyeti vardır. İktibas edilen bu beyitte, Yunus, Hacc gibi büyük bir farzı dahi gönül yapma faziletiyle kıyaslamaktadır.
​Bu beyitteki “hoca” kelimesi, sadece dinî ilimleri tahsil etmiş bir kişiye değil, aynı zamanda hayatın zahirine takılıp kalmış, hakikatten mahrum kalmış herkese hitap eder. Yunus Emre, Hak Teâlâ’nın Ka’be’sini ziyaret etmek ne kadar önemliyse, O’nun tecellîgâhı olan insan gönlüne hizmet etmenin de o kadar önemli olduğunu anlatır. Gönül, Hak Teâlâ’nın nazargâhıdır. Bir Hadis-i Kudsî’de, “Ben ne göklere sığdım, ne de yere sığdım; ancak mü’min kulumun kalbine sığdım” buyrulması, gönül yapısının ne kadar kıymetli olduğunu isbat eder.
​Bu mısralar, bize modern hayatın telaşında unuttuğumuz bir hakikati hatırlatır: Hakiki kulluk, sadece zahiri ibadetlerle sınırlı değildir; asıl mesele, insanların enaniyetlerini bir kenara bırakarak başka gönüllere dokunabilmesi, onlara iyilik ve muhabbet tohumları ekebilmesidir. Zira; Bir mü’minin kalbini kırmak, Ka’be’yi yıkmak gibi büyük günahtır” denilmiştir. Bu açıdan, Yunus’un bu beyitleri, felsefi bir derinlik ve cihan şümul bir hikmet taşır.

​2. Mehmet Âkif Ersoy’un Niyazı: “Medyûndur o ma’sûma bütün bir beşeriyyet / Yâ Rab bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret”

​İstiklal Şairi Mehmet Âkif Ersoy, İslam düşüncesi ve ahlakını eserlerine yansıtan, dertli ve hakikat âşığı bir şahsiyettir. Bu beyitte, “o ma’sûm” diyerek işaret ettiği zat, şüphesiz ki kâinatın en masumu, Efendimiz Hazreti Muhammed Mustafa’dır (sav). Âkif, bütün insanlığın, Peygamber Efendimiz’e karşı bir borcu olduğunu haykırır. Bu borç, sadece O’nun getirdiği İslâm nuru sayesinde karanlıklardan kurtulmuş olmamızdan değil, aynı zamanda O’nun üstün ahlakı, sabrı ve cihan şümul rahmetinden kaynaklanır.
​Âkif, bu borcun sadece sözde kalmaması, bilakis mahşer gününde bir kurtuluş vesilesi olması için Hak Teâlâ’ya niyazda bulunur. “Bu ikrâr ile haşret” ifadesi, sadece borçlu olduğumuzu itiraf etmek değil, bu borcun bilincinde olarak hayatımızı O’nun sünnetine göre tanzim etme azmimizi ifade eder. Bu, kuru bir iddiadan ziyade, bir ömür boyu sürecek bir ahde vefa çağrısıdır. Âkif’in bu mısraları, bizlere Efendimiz’in (sav) hayatına, hikmetine ve mücadelesine daha derûnî bir nazarla bakmamız gerektiğini hatırlatır. O’nun hayatı, sadece tarihi bir vakıa değil, her çağ ve her devir için geçerli bir hayat düsturudur.

​3. Vasıf’ın Hasreti: “Erbâb-ı lutf u himmet o da bir zamân imiş / Biz görmedik inâyet o da bir zamân imiş”

​Divan edebiyatının son dönem şairlerinden Vasıf, bu mısralarıyla yaşadığı dönemin değer ve fazilet erozyonuna bir ağıt yakar. “Lutf u himmet erbâbı”, yani lütufkâr, cömert, yardımsever ve yüksek fazilet sahibi kimseler, onun nazarına göre artık geçmişte kalmıştır. Şair, bu değerlerin bir zamanlar var olduğunu ancak kendisinin bunlara şahit olamadığını, adeta o iyiliklerin ve inayetin yaşandığı bir çağa yetişemediğini söyler.
​Bu beyit, her çağda görülebilecek bir hayıflanmanın, geçmişe yönelik bir hasretin dışavurumudur. İnsanlık, bazen kendisini yaşadığı çağın kötülükleri karşısında çaresiz ve yalnız hisseder. Vasıf da bu duyguları en zarif şekilde dile getirir. Bu mısralar, bize tarihin tekerrür ettiğini, her dönemin kendi zıtlıklarını ihtiva ettiğini gösterir. Ancak bu beyit aynı zamanda bir tenkit de ihtiva eder: Toplumsal yozlaşma ve ahlaki çöküş karşısında, “Artık iyilik kalmadı” diyerek vazgeçmek yerine, o geçmişteki “lutf u himmet” erbâbının yolundan gitmek ve o değerleri yeniden diriltmek için gayret etmemiz gerektiği dersini verir.

​4. Nâbî’nin Zahiri Yansıtması: “Rüyından olur sinesinin safveti zâhir / Ma’lûm olur ahvâli nehârın seherinden”

​Hikmet şairi Nâbî, bu beytiyle insanın derûnî yapısı ile zahiri durumu arasındaki sıkı bağlantıyı tasvir eder. Beyitte, bir kişinin yüzünün, kalbinin saflığını ve temizliğini yansıttığı ifade edilir. Tıpkı seher vaktinin, o günün nasıl geçeceğine dair bir fikir vermesi gibi, bir insanın yüzü de onun derûnî halinin aynasıdır.
​Bu beyit, bizlere Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet’in üzerinde durduğu “iç ve dış bütünlüğü” düşüncesini hatırlatır. Nitekim Hak Teâlâ, “O gün, nice yüzler parlar, sevinçlidirler” (el-Gâşiye, 88/8-9) buyurur. Gerçek güzellik, sadece dış bir görünüşle sınırlı değildir; asıl güzellik, kalbin nurlanmasıyla ortaya çıkar ve kişinin simasına yansır. Bu beyit, ahlakın ve faziletin sadece sözde kalmaması, kalpten gelmesi ve davranışlara sirayet etmesi gerektiğini anlatır. Nâbî, bir bakıma, riyakârlığı tenkit eder ve samimiyetin önemini vurgular. Kalbi temiz olanın yüzü ve hali de temiz olur. Bu, ahlaki bir kaide ve ibretli bir bakıştır.

​Makale Özeti
​Bu makale, farklı divan şairinin mısra ve beyitleri üzerinden, hayatın ve düşüncenin çeşitli açılarından ibretli ve düşündürücü tasvirler sunmaktadır. Yunus Emre’nin beyti, Hak Teâlâ’ya ulaşmada gönül yapısının ve insanlara hizmetin ehemmiyetini; Mehmet Âkif Ersoy’un niyazı, bütün insanlığın Peygamber Efendimiz’e (sav) olan borcunu ve bu borcun bilincinde olmanın kıymetini anlatır. Vasıf’ın mısraları, toplumsal değerlerdeki erozyona bir tenkit ve geçmişe bir hasret barındırırken, Nâbî’nin beyiti, kişinin derûnî ve zahiri hallerinin birbiriyle olan bağlantısını tasvir eder. Her bir beyit, kendi özelinde bir hikmet ve ders ihtiva ederek, bizi hayat ve insanlık üzerine yeniden düşünmeye davet eder. Bu metinler, bize sadece edebî bir zevk vermekle kalmaz, aynı zamanda iç bir yolculuğa çıkarır ve hayatı daha derin bir nazarla görmemizi sağlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 104–

BERCESTE VE İZAHI – 104–

Şeyhülislâm Yahyâ – “Hüdâ Kerîm’dir elbet eylemez mahrûm”

​Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu beyiti, hayatın en derin hakikatlerinden birine, Allah’ın Kerîm sıfatına ve kulun bu sıfatla olan bağlantısına nazar eder. Beyit, insanın Allah’a olan tevekkülünü ve duanın gücünü tasvir eder. “Hüdâ Kerîm’dir elbet eylemez mahrûm” mısraı, Allah’ın cömertliğinin ve merhametinin sonsuzluğunu ve O’na yönelen hiçbir kulun boş çevrilmeyeceğini vurgular. “Murâdına erişir her kişi Hûdâ diyerek” mısraı ise bu hakikati ispat eder; çünkü bir insan samimiyetle Allah’a yönelip O’ndan bir şey istediğinde, Kerîm olan Allah, onu isteğinden mahrûm bırakmaz.
​Bu beyit, insanlara ümitsizliğe düşmeme ve en zor anlarda bile Allah’a sığınma dersi verir. Tarih boyunca, nice büyük zatlar, bu inançla hareket etmiş, imkânsız gibi görünen durumlarda bile Allah’a güvenmişlerdir. Mesela, Hz. Yunus’un balığın karnında “Lâ ilâhe illâ ente sübhâneke innî küntü minez-zâlimîn” diyerek Allah’a yönelişi, en çaresiz anlarda bile O’na güvenenlerin nasıl kurtuluşa erdiğinin en büyük isbatıdır. Kerim olan Allah, O’na sığınanı asla yalnız bırakmaz. Bu, sadece bir inanç değil, aynı zamanda manevi bir kanundur.

​Şeyh Gâlib – “Her zilletin elbette bir izzet var içinde”

​Şeyh Gâlib’in bu hikmetli mısrası, her zorluğun içinde bir kolaylığın ve faziletin saklı olduğunu belirtir. “Her zilletin elbette bir izzet var içinde” mısraı, zahiri olarak düşüş, horlanma ve meşakkat gibi görünen durumların, derûnî olarak bir yükselişe ve şerefe vesile olduğunu anlatır. “Seyret çeh-i Ken’an’ı ne devlet var içinde” mısraı ise bu düşünceyi Hz. Yusuf kıssasıyla örneklendirir. Hz. Yusuf, kardeşleri tarafından Kenan ilinde kuyuya atılma zillettini yaşamıştır. Ancak bu zillet, onun Mısır’a gitmesine, oradan da Mısır’ın azizi olmasına, yani en büyük izzete kavuşmasına vesile olmuştur.
​Bu beyit, enaniyet ve gururdan uzak durmayı, her meşakkati bir imtihan ve yükseliş fırsatı olarak görmeyi tavsiye eder. Bir insan, yaşadığı zorluklardan dolayı şikâyet etmek yerine, o zorluğun içinde saklı olan dersleri ve faziletleri ararsa, hem ruhsal hem de manevi açıdan olgunlaşır. Hayat, zıtlarla dolu bir yolculuktur. Karanlık olmadan aydınlığın, hüzün olmadan sevincin kıymeti anlaşılmaz. Bu beyit, bu zıtlıkların aslında birbirini tamamladığını ve bizi daha kâmil bir insana dönüştürdüğünü gösterir.

​Nef’î – “Ehl-i dil dir diyemem sinesi sâf olmayana”

​Nef’î’nin bu beyiti, gönül ehlinin ne olduğunu ve bir insanın nasıl gönül ehli olamayacağını açıklar. “Ehl-i dil dir diyemem sinesi sâf olmayana” mısraı, kalbi temiz olmayan, kin, haset ve düşmanlık gibi kötü duygular taşıyan birine gönül ehli denilemeyeceğini ifade eder. “Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil” mısraı ise, gönül ehli olmanın bir başka önemli şartını belirtir: Gönül ehli olan insanlar, birbirlerinin halinden anlar, birbirlerine karşı anlayışlı ve hoşgörülü olurlar. Gönül ehli olanların birbirine yabancı kalması ve birbirini tanımaması, insaf ile bağdaşmaz.
​Bu beyit, insan ilişkilerinde samimiyetin, merhametin ve anlayışın önemini vurgular. Gerçek dostluk ve kardeşlik, kalplerin saf ve temiz olmasıyla kurulur. Bir insan, dışarıdan ne kadar iyi görünürse görünsün, kalbi kötü duygularla doluysa, manevi olarak eksiktir ve gönül ehli olamaz. Bu beyit, bize insanlara karşı daha anlayışlı, daha hoşgörülü ve daha adaletli olmamız gerektiğini hatırlatır. Çünkü gönül ehli olmanın ilk şartı, kalbi kin, nefret ve enaniyetten temizlemektir.

​Fuzûlî – “Beni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı”

​Fuzûlî’nin bu beyiti, zahiri bir aşk şikâyeti gibi görünse de, derûnî olarak kulun Allah’a olan aşkını ve bu aşkın getirdiği zorlukları tasvir eder. “Beni cândan usandırdı cefâdan yâr usanmaz mı” mısraı, aşığın çektiği çilenin artık canına yettiğini, ancak sevdiğinin (Yaradanın) bu eziyetten usanmayacağını dile getirir. “Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı” mısraı ise, aşığın ahının ne kadar yakıcı olduğunu ve bu yakıcılıkla feleklerin yandığını, ama yine de aşığın muradının, yani vuslat mumunun yanmadığını anlatır.
​Bu beyit, ilahi aşkın zorluğunu ve bu yolda çekilen çilenin ne kadar büyük olduğunu gözler önüne serer. Aşk, sadece mutluluk ve sevinçten ibaret değildir, aynı zamanda sabır, çile ve fedakârlık da ister. Gerçek bir âşık, sevdiğine kavuşmak için her zorluğa katlanır. Fuzûlî, bu beyitle, aşkın ne kadar yakıcı ve sabır gerektiren bir duygu olduğunu, ancak bu sabrın sonunda vuslatın mümkün olduğunu anlatır. Aşk yolunda çekilen her çile, aslında aşığın daha kâmil bir hâle gelmesini sağlar.

​Yenişehirli Avnî – “Cehaletimi bilmeyecek mertebe câhil değilim”

​Yenişehirli Avnî’nin bu beyiti, insanın kendini bilmesinin ve nefis muhasebesi yapmasının önemini vurgular. “Cehlîmi bilmeyecek mertebe câhil değilim” mısraı, bir insanın en büyük faziletinin kendi eksikliklerinin ve bilgisizliklerinin farkında olması olduğunu ifade eder. Enaniyet sahibi insanlar, her şeyi bildiklerini zannederken, hikmet sahibi insanlar kendi noksanlarının farkındadırlar. “Bilirim rütbe-i noksânımı kâmil değilim” mısraı ise, bu farkındalığı pekiştirir. Kâmil bir insan, kendini her zaman tamamlanmaya muhtaç görür ve bu yüzden sürekli öğrenmeye ve gelişmeye açık olur.
​Bu beyit, tevazu ve alçakgönüllülük üzerine bir derstir. Gerçek bilgelik, ne kadar az bildiğinin farkında olmaktır. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü bu beyitle aynı açıda değerlendirilebilir. İnsan, kendi cehaletinin farkına vardığında, öğrenmeye başlar. Kendi eksikliklerini bilmeyen bir kişi ise, ilerleyemez. Bu beyit, bize kendimizle yüzleşmeyi, kusurlarımızı kabul etmeyi ve daha iyi bir insan olmak için çabalamayı öğretir.

​Özet ve Sonuç
​Bu makalede, beş farklı şairin hikmetli beyitleri üzerinden hayatın derûnî ve zahiri hakikatlerini ele aldık. Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyiti, Allah’ın Kerîm sıfatını ve tevekkülün kıymetini tasvir ederken, Şeyh Gâlib’in beyti, her zorluğun içinde bir kolaylığın ve faziletin saklı olduğunu Hz. Yusuf kıssasıyla ispat eder. Nef’î’nin beyti, gönül ehli olmanın kalbi temizlemekten geçtiğini belirtirken, Fuzûlî’nin beyti ilahi aşkın çileli yolunu gözler önüne serer. Son olarak, Yenişehirli Avnî’nin beyti, gerçek bilgeliğin kendi cehaletini ve noksanlarını bilmekten geçtiğini öğütler. Bu beyitler, farklı açılardan hayatı tasvir ederken, aslında aynı ana hakikati işaret eder: Gerçek fazilet, enaniyetten arınmak, kalbi temizlemek, zorluklara sabretmek ve daima Allah’a tevekkül etmekle elde edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 103–

BERCESTE VE İZAHI – 103–

​Derûnî Bir Seyr-ü Sefer: Dört Beytin Hikmeti ve Sırrı

​Bu dört beyit, insan hayatının muhtelif veçhelerini ve en derin hakikatlerini tasvir eden birer inci gibidir. Her biri, kendi içinde bir alemi ihtiva etmekte, okuyana bir yol göstermekte ve onu derûnî bir tefekküre davet etmektedir. Beyitler, bizi zahiri mevcudattan batınî hakikatlere, enaniyetin dar hudutlarından tevazuun cihan şümul vüs’atına, geçici sevda ve heveslerden baki ve cihan şümul bir aşka doğru yönlendirmektedir.

​1. Beyit: Mevlâna Hazretlerinden Bir Nazar
​Ta der taleb-i govher-i kânî, kânî
Ta der-heves-i lokme-yi nânî, nânî
İn nukte-yi remz eger bedânî, dânî
Her çîz ki der-costen-i ânî, ânî

​Meali:
Madendeki inciyi aradıkça, madensin sen.
Ekmek lokmasının derdine düştükçe, ekmeksin sen.
Bu gizli manayı bilirsen, âlimsin sen.
Neyi arıyor, neyin peşinden gidiyorsan, osun sen.
​İzah ve Açıklama:
Bu mısralar, Hazret-i Mevlâna’nın derin bir hikmetini taşır. İnsanın kimliği ve yapısı, arayışlarıyla şekillenir. Beyit, bize yöneldiğimiz gayenin bizzat kendimiz olduğunu, neyin peşinde koşuyorsak ona dönüştüğümüzü anlatmaktadır. Eğer bir insan, sadece dünyanın geçici nimetleri ve nefsinin arzuları peşindeyse, o da o arzular kadar basit ve fanidir. Zahiri lezzetlerin peşinde koşan bir ruh, manevî cevherini kaybeder ve dünyevî bir ekmek lokması gibi kıymetsizleşir. Fakat bir insan, manevî cevherler peşinde, ilahi hakikatlerin derûnî madeninde arayışa çıkarsa, o da o aradığı inci gibi kıymetli ve fani olmayan bir varlık haline gelir. Enaniyetin ve maddiyatın dar hudutlarından kurtulup, cihan şümul manalara yönelmek, insanın zatını ulvîleştiren en büyük fazilettir.

​2. Beyit: Murâdî Hazretlerinden Tavsiye
​Kibri terk edip dilâ eyle tevâzû’ pîşesin
Çün bilirsin kim binâsı haymenin gilden durur

​Meali:
Ey insan! Kibri terk ederek tevazuyu kendine bir karakter haline getir.
Sen de biliyorsun ki büyük ve gösterişli bir çadır topraktan yapılmıştır.
​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, insan enaniyetine karşı derin bir tenkit ve tevazu faziletine bir davettir. Beyitte, kibir ve gururun asılsız bir yanılma olduğu, insanın yapısının temelde topraktan geldiği hatırlatılır. Şair, büyük ve görkemli bir çadırın dahi basit topraktan yapıldığını misal vererek, insanın ne kadar büyük makamlara erişirse erişsin, aslının mütevazı ve basit bir madde olduğunu hatırlatır. Bu hikmetli mısralar, her türlü kibir ve enaniyetin anlamsızlığını gösterir. İnsan, kendi gerçek yapısını idrak ettiğinde, kendini üstün görme halinden uzaklaşır ve tevazu, onun en tabiî tavrı haline gelir. Bu beyit, zahiri makamların ve geçici şan ve şöhretin değil, derûnî bir fazilet olan tevazunun gerçek kıymetini vurgulamaktadır.

​3. Beyit: Seyyid Seyfullâh Hazretlerinden Aşk ve Bağlantı

​Aşkını yâr et bana yâ Rab dahî yâr istemem
Gönlümün şehrinde andan gayrı dildâr istemem

​Meali:
Ey Rabbim! Bana senin aşkını yâr et. Başka bir yâr istemiyorum.
Gönlümün şehrinde ondan başka bir dildar istemiyorum.
​İzah ve Açıklama:
Bu beyit, ilahi aşka ulaşan bir aşığın en saf ve en samimi niyazını tasvir eder. Bu dua, zahiri ve geçici bütün sevdalardan sıyrılıp, tek ve baki bir Sevgili’ye yönelmenin isbatıdır. Şair, gönlünü bir şehir gibi tasvir eder ve bu şehrin tek hükümdarının ve tek sevgilisinin Allah’ın aşkı olmasını ister. Bu, sadece bir aşk beyanı değil, aynı zamanda manevî bir duruşun ve şuurun ilanıdır. Gönlün, Allah’ın aşkından başka hiçbir sevdaya yer vermemesi, en yüksek derece manevî bir fazilettir. Bu mısralar, bize gerçek huzur ve sükûnun, sadece ilahi aşka bağlanmakla mümkün olabileceğini gösterir. Geçici olanın peşinde koşmak yerine, cihan şümul ve sonsuz bir Sevgili’ye yönelmek, ruhun gerçek hürriyetine kavuşması demektir.

​4. Beyit: Şeyh Gâlib Hazretlerinden Huzur ve Sükûn Arayışı
​Merd-i bî-kayda belâ-keşlikdedir ârâm-ı dil
Yoksa çokdan terk ederdim cânı cânânı da

​Meali:
Bir yere bağı, bağlantısı olmayan kişinin gönül rahatlığı, bela çekmektedir.
Eğer böyle olmasaydı çoktan canı da cananı da terk ederdim.
​İzah ve Açıklama:
Şeyh Gâlib, bu beyitte manevî bir bağlantının, yani bir mürşide veya ilahi bir hakikate bağlı olmanın önemini vurgular. “Merd-i bî-kayd,” yani hiçbir bağ ve bağlantısı olmayan insan, zahiren hür gibi görünse de, aslında iç dünyasında bir huzursuzluk ve sıkıntı çekmektedir. Bu durum, ruhen bir belaya maruz kalmak demektir. Şair, kendi derûnî huzurunu ve istikrarını, manevî bir “bağ”a borçlu olduğunu itiraf eder. Eğer bu bağ olmasaydı, yani bu manevî bağlantıdan mahrum olsaydı, hayatın getirdiği zorluklar ve sıkıntılar karşısında, sadece zahiri olanı değil, manevî olanı da terk edip hayattan ümidini kesebileceğini ifade eder. Bu beyit, insanın sadece maddi ve zahiri bağlarla değil, manevî bir dayanak ve bağ ile kaim olabileceğini, ruhun ancak bu bağlantıyla huzur bulacağını anlatır.

​Makalenin Özeti

​Bu makale, farklı beyit üzerinden insan hayatının derûnî meselelerini, yani arayışın mahiyetini, enaniyetin ve tevazuun yapısını, ilahi sevdanın derinliğini ve manevî bir bağlantının ehemmiyetini ele almaktadır. Her bir beyit, kendi özelinde bir hikmeti ihtiva ederken, bütünüyle birleşerek insanın kendini ve varoluşunu idrak etmesi için bir yol haritası sunar. Bu beyitler, bize zahiri ve fani olanın peşinde koşmaktan ziyade, derûnî ve baki olanı aramamızı, enaniyetten sıyrılarak tevazuya bürünmemizi, geçici sevdalardan kurtularak ilahi aşka yönelmemizi ve manevî bir bağ kurarak ruhsal huzura kavuşmamızı öğütlemektedir. Bu düşünce, hikmetli ve edebi bir yolla, hayatın en temel sorularına cevaplar sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 102–

BERCESTE VE İZAHI – 102–

​1. Çarha Baş Eğme, Nefse Yüz Tutma: Baki’den Hayatın En Yüce Fazileti
​İktibas:
Çarha baş eğme gönül hergiz dahi ac olmadan
Yeğdir ölmek merd olan nâ-merde muhtâc olmadan
​Açıklama:
Bu beyit, Osmanlı Divan Edebiyatı’nın büyük şairi Bâkî’ye aittir. Mısranın derin tasvirine bakıldığında, şairin insana en önemli hayat derslerinden birini sunduğu anlaşılır. “Çarha baş eğme” ifadesiyle, dünya ve zamanın akışı içinde karşılaşılan zorluklara, feleğin cilvelerine, hayattaki imtihanlara karşı eğilmemek, boyun bükmemek gerektiği anlatılır. “Gönül” kelimesiyle hitap ederek, insanın iç dünyasına, kalbine seslenir. İnsan, ne kadar aç kalırsa kalsın, zor durumda ne kadar bulunursa bulunsun, izzet ve şahsiyetini kaybetmemelidir.
​İkinci mısra, bu düşüncenin en keskin ifadesidir: “Yeğdir ölmek merd olan nâ-merde muhtâc olmadan.” Yani, yiğit ve mert bir insanın, karakteri ve sözü güvenilmez, namert birine muhtaç olmasından ve ona el açmasındansa, açlıktan ölmesi daha hayırlı ve tercih edilesidir. Burada fazilet ve şeref, hayatın kendisinden daha yüce tutulmuştur. Bu beyit, ahlaki bir duruşun ve insanın kendi onuruna sahip çıkmasının bir timsalidir. Tarihte ve edebiyatta, bu tür bir duruş sergileyen pek çok kahraman vardır. Bu, sadece maddi bir muhtaçlık değil, aynı zamanda manevi ve ahlaki bir zayıflığa düşmeme çağrısıdır.

​2. Nur-u Çeşm-i Enbiya: Lâedri’den Kainatın Göz Nuru
​İktibas:
Nâzenin-i Hazret-i Hak sadr u bedr-i kâ’inât
Nûr-ı çeşm-i enbiyâ çeşm-i çerâğ-ı mâ toyî
​Açıklama:
Bu beyit, şairi bilinmediği için “Lâedrî” olarak geçer. Beyit, Hazret-i Muhammed’e (sav) yönelik bir na’t (övgü şiiri) niteliğindedir. İlk mısrada, Allah Teâlâ’nın nazlı ve kıymetli kulu olduğu, kâinatın göğsü ve dolunayı olduğu ifade edilir. “Sadr-ı kâ’inât” ifadesi, Hz. Peygamber’in (sav) varlıklar arasındaki yüksek mertebesini, öncülüğünü ve yüceliğini tasvir eder. İkinci mısrada ise, onun peygamberlerin gözünün nuru olduğu, hatta bizim gözümüzün nuru, ışığı olduğu belirtilir.
​Bu beyit, Hz. Peygamber’e (sav) duyulan derin bir sevginin, saygının ve bağlılığın ön plana çıkmış halidir. Peygamberlerin bile göz nuru olması, onun peygamberler silsilesindeki müstesna ve yüksek makamını işaret eder. Bu beyitteki derin bağlılık ve tazim, İslam edebiyatında na’t türünün en güzel misallerinden biridir. Bu tür beyitler, Müslümanların kalplerinde peygamber sevgisini pekiştirmeyi ve bu sevgi bağlantısı ile manevi hayatlarını kuvvetlendirmeyi hedefler.

​3. Düşünce-i Aşk: Hz. Mevlânâ’dan Benlikten Kurtuluş Yolu
​İktibas:
Reftem be-tabîb ü goftem: Ey binâyî
Oftâde-yi aşk-râ çi fermâyî?
Terk-i sıfet ü mehv-i vücûdem fermûd
Ya’nî ki zi-her çi hest bîrûn âyî
​Açıklama:
Bu beyitler, Mesnevî’den bir hikâye ile bağlantılı olup, Hz. Mevlânâ’ya aittir. Farsça kaleme alınmış bu beyitlerde, bir kişi aşk derdine şifa aramak üzere bir hekime gider. “Hekime gidip dedim ki: Ey hikmeti gören hekim! Aşk derdine düşen bir kişiye ne buyurursun?” diye sorar. Hekim, yani manevi tabip, bu sorunun cevabını verir: “Huy’larını terk etmeyi ve varlığından silinmeyi emretti. Yani her neyden varsa hepsinden vazgeç gitsin, dedi.”
​Bu beyitteki “hekim”, zahirî bir tabip değil, manevi bir mürşit, bir ariftir. “Aşk” ise, ilahi aşktır. Bu aşkın ilacı, insanın kendi benliğinden, nefsinden ve maddi dünyaya ait tüm sıfatlarından vazgeçmesidir. “Terk-i sıfet” (huyları terk etmek) ve “mehv-i vücûd” (varlıktan silinmek) ifadeleri, tasavvufun en önemli kavramlarından olan fena (yok olmak) düşüncesine işaret eder. Gerçek varlığa, yani Allah’a ulaşmak için, sahte ve fani olan benlikten kurtulmak gerekir. Bu, insanın nefsini terbiye etmesi, enaniyetini yok etmesi ve böylece gerçek aşkın makamına ermesi demektir. Bu beyit, nefisle mücadele ve ruhi arınma yolunu tasvir eder.

​4. Şefaat-i Mustafa: Muhibbi’den Cihanşümul Şefaat Bağlantısı
​İktibas:
Umaram her bir adın başka şefâ’at eyleye
Ahmed ü Mahmud Ebü’l-Kâsım Muhammed Mustafâ
​Açıklama:
Bu beyit, Muhibbi mahlasını kullanan Kanuni Sultan Süleyman’a aittir. Mısrada, şairin Hz. Peygamber’e (sav) olan derin bağlılığı ve şefaate olan ümidi dile getirilir. “Umaram her bir adın başka şefâ’at eyleye” diyerek, Hz. Peygamber’in (sav) farklı isimlerinin (Ahmed, Mahmud, Ebü’l-Kâsım, Muhammed, Mustafa) her birinin kıyamet gününde ayrı ayrı şefaat edeceğini umduğunu ifade eder. Bu, Hz. Peygamber’in (sav) makamının ne kadar yüksek ve şefaatinin ne kadar cihanşümul olduğunu gösterir.
​Bu beyit, edebi ve ibretli bir mesaj taşır. Bir cihan imparatorunun bile, bu denli alçakgönüllülük ve derin bir imanla, hesap gününde Peygamber’in şefaatine sığınması, makamın ve gücün ne kadar fani olduğunu, asıl kurtuluşun maneviyatta olduğunu hatırlatır. Bu, aynı zamanda, Müslümanlar arasında Hz. Peygamber’e (sav) olan sevgi ve saygının, onun isimlerinin her birine gösterilen hürmetin bir yansımasıdır.

​5. Aşk Tekkesi: Fehîm’den Hakiki Aşıklık Makamı
​İktibas:
Niceler tâlib-i feyz-i muhabbet olmak isterler
Senin ol tekke-i uşşâka mihmân olduğun var mı
​Açıklama:
Bu mısralar, Fehîm-i Kadîm’e aittir. İlk mısrada, pek çok insanın ilahi aşkın feyzine, yani bereketine ve maneviyatına talip olduğu ifade edilir. Ancak bu talep, çoğu zaman sözden ibarettir. İkinci mısra ise asıl soruyu sorar ve muhatabını düşünmeye sevk eder: “Senin âşıkların tekkesine hiç misafir olduğun var mı?”
​Buradaki “tekke-i uşşâk” (aşıkların tekkesi) ifadesi, zahirî bir mekân değil, hakiki aşıkların manevi halini ve makamını tasvir eder. Bu, lafla değil, hal ile gösterilen bir makamdır. Gerçek aşıklar, aşk yolunda her türlü zorluğa göğüs germiş, nefsini terbiye etmiş ve muhabbetin en derûnî hallerine ulaşmış kişilerdir. Şair, bu beyit ile, kuru kuruya aşk talep edenlere bir tenkit yöneltir ve onlara bu yolda ne kadar samimi olduklarını sorgulatır. Bu beyit, hakiki aşkın zahiri bir gösterişten ziyade, derûnî bir tecrübe ve fedakârlık gerektirdiğini ibretli bir şekilde anlatır.

​Genel Makale: Enaniyetten Kurtuluş ve Aşk-ı İlahi Yolculuğu
​Hayat, enaniyet ve fanilik içinde boğulan insanın, hakiki varoluşu ve anlamı arayışının zorlu bir yolculuğudur. Bu yolculukta karşımıza çıkan pek çok zıtlık, bizi ya yüceltir ya da aşağı çeker. Yukarıda izahını yaptığımız kıymetli mısralar, bu yolculuğun farklı menzillerini, farklı yönlerini tasvir eden birer pusula gibidir.
​Bâkî’nin beyiti, enaniyetten arınmış bir duruşu ve fazileti ön plana çıkarır. “Çarha baş eğmeme” duruşu, nefse ve dünyaya ait her türlü zilletten kaçınmanın bir isbatıdır. Hayatta, sadece fiziksel açlık değil, aynı zamanda manevi bir açlık da vardır. Bu mısralar bize, şahsiyet onurunun, geçici ve dünyevi kazançlardan daha değerli olduğunu telkin eder. Bu, insanın kendi iç âleminde bir savaş vermesi, nefsine boyun eğmemesi ve kendi onurunu koruması demektir.
​Hz. Mevlânâ’nın beyitleri ise bu enaniyetten kurtuluşun, ruhi terakkinin nasıl bir yol izleyeceğini açıklar. Manevi hekimin buyruğu, benlikten ve tüm huylardan vazgeçmektir. Bu, zahiri heveslerden ve benlik tasvirlerinden kurtulup, kendi varlığımızı yok ederek asıl varlığa, yani Allah’a ulaşmaktır. Bu yolculukta, Fehîm’in de işaret ettiği gibi, aşık olmak sadece bir sözden ibaret değildir. “Âşıkların tekkesine misafir olmak” tabiriyle, aşk yolunda gereken meşakkati çekmek, bu uğurda nefsini feda etmek ve bu tekkede pişenlerden olmak şarttır. Zira gerçek aşk, ancak enaniyet ateşinde yanmış gönüllerde yeşerir.
​Bu zorlu yolculukta, insana kılavuzluk edecek ve ruhunu besleyecek yegâne kaynaklar, peygamberlerin ve salihlerin hayatıdır. Lâedrî’nin na’tı, Hz. Peygamber’i (sav) sadece bir tarihi şahsiyet olarak değil, “nûr-ı çeşm-i enbiyâ” ve “çeşm-i çerâğ-ı mâ” yani hem peygamberlerin hem de bizim gözümüzün nuru olarak tasvir eder. Onun varlığı, bu yolculukta karanlıkta kalmış ruhlara ışık tutar. Nihayet, Muhibbi’nin beyiti, bu manevi yolculuğun sonunda, her şeyin şefaat ile tamamlanacağına olan derin inancı gösterir. Bütün isimleri ile ayrı ayrı şefaat edeceğine olan bu ümid, insanın dünya hayatındaki zorlu imtihanlarına ve enaniyetle olan mücadelesine bir anlam katar ve ona teselli verir.
​Bütün bu mısralar, birbirinden bağımsız görünse de, aslında birbirini bütünleyen, hikmetli bir düşüncenin parçalarıdır. Biri onurun faziletinden bahsederken, diğeri ilahi aşkın yolunu gösterir; biri manevi önderin yüceliğini tasvir ederken, diğeri bu yolun sonunda bekleyen cihanşümul merhamete işaret eder.
​Özet:
Bu makalede, Bâkî, Lâedrî, Hz. Mevlânâ, Muhibbi ve Fehîm’in mısraları izah edildi. Beyitler, insanın enaniyetten kurtuluş, şeref ve fazilet, ilahi aşk, peygamber sevgisi ve şefaat gibi temel manevi konuları kapsayan bütün bir düşünceyi ihtiva eder. Bâkî’nin beyiti, nefsine ve dünyaya boyun eğmeme faziletini anlatırken, Mevlânâ’nın beyitleri enaniyetten arınmanın ve ilahi aşka ulaşmanın yolunu gösterir. Fehîm’in mısraları bu yolda samimi olmanın önemine vurgu yapar. Lâedrî ve Muhibbi’nin beyitleri ise, bu yolculukta insanlığa ışık tutan Hz. Peygamber’in (sav) yüce makamına ve kıyametteki şefaatine olan derin inancı tasvir eder. Bu mısralar, okuyucuyu hayatın anlamı ve manevi yolculuğu hakkında düşündürmeye sevk eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 101

BERCESTE VE İZAHI – 101

​Makam ve Enaniyet: Güneşin Zevali
​”Gırre olma kemâle kim şemsin irtifâ’ı zevâle dâ’irdir” (Es’ad)
​Bu mısra, insanlara önemli bir hikmeti nazara verir: Makam, mevki ve kudretin en yüksek noktasına ulaştığında dahi enaniyet ve kibirden uzak dur. Çünkü bu zirveye erişmek, aynı zamanda zevalin, yani düşüşün başlangıcıdır. Tıpkı güneşin en tepede parladığı anın, yavaş yavaş batışa ve zevale dönmesinin kaçınılmaz olduğu gibi. Bu beyit, tabiatta cereyan eden cihan şümul bir hakikati, insan hayatının ve makamının geçiciliğini tasvir etmek için kullanır.
​Tarihte, gücün ve şöhretin zirvesine çıkıp, bu yanlış inanç ile hareket eden nice hükümdar ve kumandan, enaniyetlerinin kurbanı olmuşlardır. Misal olarak, Büyük İskender’in yahut Napolyon’un hikayeleri, bu düşüşün ne kadar acı olabileceğini gösterir. Kudretin sarhoşluğu, insana her şeye malik olduğunu zannettirir. Ancak bu zan, çoğu zaman en büyük yanılmadır. Bu hikmet, insanlara sürekli bir tevazu ve halden anlama çağrısı yapar.

​Kalemin Gücü ve Hatasının Akıbeti
​”Kalem olsun eli ol kâtib-i bed-tahririn
Ki fesâd-ı rakamı sürûmu şûr eyler
Gâh bir harf sukûtuyla kılar nâdiri nâr
Gâh bir nokta kusuruyla gözü kör eyler” (Fuzûlî)
​Fuzûlî, bu beyitleriyle kötü yazan bir katibin kalemi ile eli arasındaki bağlantıya odaklanır ve bu bağlantıyı dilin ve yazının gücü üzerinden izah eder. Kötü bir yazarın eli de kalemi de kurusun; çünkü onun fesat ve kusurlu yazısı (rakamı), bir toplumda kargaşa ve galeyan çıkarabilir. Fuzûlî bu derin tasvirinde, kelimelerin ve harflerin nasıl bir cihan şümul etki oluşturabiĺeceğini gözler önüne serer.
​Bu beyitler, dilin ve kelimelerin ne kadar tehlikeli olabileceğini gösterir. Bir harfin bile eksik yazılması, “nâdir” (ender) kelimesini “nâr” (ateş) haline getirebilir ve o ateş, bir toplumda fitneye sebep olabilir. Aynı şekilde, bir noktanın yerinde olmaması, “gözü” kör edebilir. Bu durum, sadece yazı yanlışlarını değil, aynı zamanda düşünce hatalarının ve dil sürçmelerinin de ne denli büyük sonuçlar doğurabileceğini anlatır.

​Ölüm, Hayat ve Kabrin Önemi
​”Âhir bir gün ölürsün ölüm vardır bilirsin
Kamulardan ayrılıp varıp sinde yatdın tut” (Yunus Emre)
​Yunus Emre’nin bu mısraları, hayata dair en büyük ve en sarsıcı hakikati, yani ölümü, insanın yüzüne vurur. Bu nasihatte, insana öleceği gerçeği hatırlatılır ve bunun bir sır değil, bilinen bir gerçek olduğu ifade edilir. İkinci mısra ise, düşünce ve hikmet dolu bir tefekkür davetidir: “Henüz yaşıyorken, dünyadaki her şeyden ayrılıp kabirde yattığını hayal et.”
​Bu düşünce alıştırması, insanın fani hayata olan bağlılığını tenkit eder ve onu asıl hayata, yani ölümden sonrasına hazırlamaya çağırır. Yunus Emre’nin bu beyiti, makalenin diğer kısımlarıyla da bağlantılıdır. Zira makamın, şöhretin fani olduğu ve nihayetinde herkesin kabre gireceği gerçeği, tüm fani heveslerin boşluğunu isbat eder. Bu mısralar, insana hayatını yeniden gözden geçirme, önceliklerini sorgulama ve asıl olanla meşgul olma çağrısı yapar.

​İnsanlığa Huzur Getiremeyenlerin Akıbeti
​”Ne kendi eyledi râhat ne halka verdi huzûr
Yıkıldı gitti cihândan dayansın ehl-i kubûr” (Lâedrî)
​Bu beyit, hem kendine hem de başkalarına huzur getirmeyen, rahat vermeyen bir insanın tasviridir. Bu kişi, hayatta iken ne kendine ne de çevresine bir fayda sağlamış, sadece huzursuzluk ve kargaşa oluşturmuştur. Sonunda, bu cihandan çekip gitmiştir. Lâedrî, bu durumun vehametini vurgulamak için müthiş bir istiare kullanır: “Kabir ehli, bu kişinin kendilerine gelmesine dayansınlar.” Bu, ölen kişinin kötülüğünün ve huzursuzluğunun öyle büyük olduğu ki, dünyadan sonraki alemi bile rahatsız edebileceği şeklinde mübalağalı bir tasvirdir.
​Bu beyit, makalenin genel ahengine uygun olarak, hayatın sadece bireysel bir varoluş olmadığını, başkalarına karşı da sorumluluklar taşıdığımızı anlatır. Başkasına huzur vermeyen, kendine de huzur bulamaz. Bu, aynı zamanda makam ve enaniyet sahibi olup halka zulmedenlere bir tenkittir. Böyle kişilerin sonu, sadece bu dünyada değil, öteki alemde de huzursuzluktur.
​Özet
​Bu makale, farklı şairlerin derin hikmetler veren beyitlerini ele alarak, hayatın çeşitli veçhelerini aydınlatmaya çalışır. Es’ad’ın beyiti, makam ve gücün geçiciliğini ve kibirden uzak durmanın faziletini vurgularken; Fâmî’nin mısraları, bazı acıların en iyi çaresinin, o acının son bulması olduğunu anlatır. Fuzûlî’nin beyitleri, dilin ve kelimelerin ne kadar güçlü, bir o kadar da tehlikeli olabileceğini gösterir. Yunus Emre’nin hikmetli sözleri, ölüm gerçeğini hatırlatarak hayatın anlamı üzerine tefekkür etmeye davet ederken; Lâedrî’nin mısraları, başkalarına huzur vermeyenlerin, ne bu dünyada ne de öteki alemde huzur bulamayacağını ifade eder. Tüm bu beyitler, insanın fani hayatını ve ebedi istikbalini göz önünde bulundurarak, tevazu, doğruluk ve hakikat üzere bir hayat sürmesi gerektiğini öğütler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 100

BERCESTE VE İZAHI – 100

Klasik Edebiyatın Aynasında İnsan, Hikmet ve Dünya Bağlantısı: Hayatın Derûnî Anlamı
Klasik Türk ve Fars edebiyatı, insan hayatının ve varoluşunun temel meselelerini işlerken, sadece estetik bir dil kullanmakla kalmaz, aynı zamanda cihan şümul bir hikmetin de kapılarını aralar. Şairlerin kaleme aldığı her mısra, aslında ruhun en derûnî katmanlarına seslenen birer ibret levhası ve birer düşünce pınarıdır. Bu makale, sabır ve teslimiyet, ilahi aşk, hikmet ve cahiliyet meselelerini ele alarak, bu kadîm metinlerin bugüne ışık tutan yönlerini tasvir edecektir.

1. İlahi Güç ve Kudret: Aziz Mahmud Hüdâyî
İktibas: “Ey katreyi ummân eden / Ey nutfeyi insân eden / Ey derdlere dermân eden / Senden meded senden meded” (Aziz Mahmûd Hüdâyî)
İzah ve Açıklama: Aziz Mahmûd Hüdâyî’nin bu mısraları, Allah’ın mutlak kudretini ve sınırsız hikmetini terennüm eder. Şair, bir damlayı ummana, bir nutfeyi (meni damlasını) ise kâmil bir insana dönüştüren kudretin ancak O’na ait olduğunu dile getirir. Aynı zamanda, her türlü derdin ve sıkıntının dermanını veren de yine O’dur. Bu mısralar, insanın acziyetini ve Allah’ın büyüklüğünü karşılaştıran derin bir tefekkürün ürünüdür. İnsan, ne kadar çaresiz kalırsa kalsın, yaratıcısından yardım dilemelidir. Bu mısralar, insanın dünya hayatında karşılaştığı zorluklar karşısında tek sığınacağının ve yardım isteyeceğinin Yüce Yaratıcı olduğunu vurgular. İnsanı var eden, dertlerine derman veren ve umutsuzlukları aydınlığa çıkaran tek güç O’dur.

2. Hakiki Ârif ve Dünya: Fuzûlî
İktibas: “Hikmet-i dünyâ vü mâ-fîhâ bilen ârif değil / Ârif oldur bilmeye dünyâ vü mâ-fîhâ nedir” (Fuzûlî)
İzah ve Açıklama: Fuzûlî, bu beyitinde ârifliğin (hakikati idrak etme) ne olduğunu eşsiz bir şekilde tanımlar. Ona göre, dünya ve içindekilere dair zahiri bilgileri bilmek kişiyi ârif yapmaz. Gerçek ârif, dünya ve içindekilerin ne olduğunu dahi bilmeyen, yani onlara gönül bağlamamış ve onlardan tamamen gafil olan kişidir. Bu mısralar, tasavvuf düşüncesindeki dünya gâfil ve ondan yüz çevirme anlayışının edebi bir ifadesidir. Dünya ve mal mülk gibi geçici şeylere dalmak, insanı asıl hikmetten, yani Allah’ı bilmekten ve O’nun aşkından alıkoyur. Fuzûlî, bu beyitle, hakiki bilginin zahiri malumatla değil, kalbin temizliği ve dünyanın fâni bağlantısından kurtulmakla elde edileceğini öğütler. Gerçek ârif, nefsani arzulardan ve dünya sevgisinden sıyrılarak hakikate ulaşır.

3. Cahiliyet ve Makam: Bağdatlı Rûhî
İktibas: “Evc-i feleğe basdı kadem câh ile câhil / Erbab-ı kemâlin yeri yok zîr-i felekde” (Bağdatlı Rûhî)
İzah ve Açıklama: Bağdatlı Rûhî, bu mısrada devrinin vefasızlığını ve düzenin bozukluğunu tenkit eder. Cahil ve bilgisiz insanlar, haksız yere makam ve mevki sahibi olurken, kemâl sahibi, yani ilim ve fazilet ehli insanların bu makamlarda yeri yoktur. Bu durum, cahillerin feleğin en yüksek zirvesine ulaşmasını, hikmet ve fazilet ehlinin ise dünya hayatının en alt katmanlarında kalmasını tasvir eder. Bu beyit, sadece bir tarihi tenkit değil, aynı zamanda cihan şümul bir toplumsal gerçeğin de tasviridir. Bu durum, her çağda ve her toplumda kendini gösteren bir yanlış inanç ve aykırılıktır. İnsanlık tarihi boyunca, liyakatsizliğin ve cehaletin makam sahibi olduğu, ehliyet ve faziletin ise hak ettiği yeri bulamadığı zamanlar olmuştur. Bağdatlı Rûhî, bu beyitiyle bu üzücü duruma bir tenkit yöneltir ve bizlere liyakatli insanlara kıymet vermenin faziletini hatırlatır.
Özet
Bu makale, farklı şairlerin mısralarından yola çıkarak, hayatın derin ve derûnî anlamlarını ele almıştır. Aziz Mahmûd Hüdâyî, Allah’ın sınırsız kudretini ve O’na olan ihtiyacımızı vurgularken, Fuzûlî hakiki ârifin dünya malından tamamen uzak durması gerektiğini anlatır. Son olarak, Bağdatlı Rûhî, cahiliyetin yükselişini tenkit ederek, liyakat ve faziletin değerini hatırlatır. Bu mısralar, klasik edebiyatın sadece edebi bir zenginlik değil, aynı zamanda hayatın ve varoluşun temel meseleleri üzerine derin bir düşünce ve hikmet hazinesi olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
20/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 99

BERCESTE VE İZAHI – 99

​Kadîm Hikmetlerin Derûnî ve Zahiri Manzarası: Hayat ve Hakikat Bağlantısında Klasik Edebiyatın İbretleri
​İnsanlık tarihi boyunca hayatın en derin ve en mühim meseleleri, sanat ve edebiyatın aynasında daima birer tasvir bulmuştur. Klasik Türk Edebiyatı, özellikle de Dîvan Edebiyatı, bu derin meseleleri işlerken kullandığı semboller ve incelikli ifadelerle okuyucuya cihan şümul hakikatleri sunmuştur. Her biri birer âbide olan bu mısralar, sadece estetik bir haz vermekle kalmaz, aynı zamanda ruhun en derûnî katmanlarına seslenen birer ders ve ibret levhası olur. Bu makalede, farklı şairlerin beyitlerinden yola çıkarak, sevgi, sabır, teslimiyet ve hakikat arayışı gibi meseleleri ele alacağız.
​1. “Handân ol gönül ki visâl ihtimâli var / Firkat kemâle erdi kemâlin zevâli var” – Taşlıcalı Yahyâ Bey
​Bu beyit, ayrılığın en son haddine ulaştığını ve dolayısıyla kavuşma ihtimalinin yaklaştığını, bu sebeple gönlün sevinçle dolması gerektiğini anlatır. Burada bir ibret, bir hikmet gizlidir: Hayatta her şeyin bir zirvesi, bir kemâl noktası vardır ve her kemâlin de bir zevâli, bir sonu muhakkaktır. Bu beyit, tabiat kanunlarının ve hayatın tekrarının edebi bir ifadesidir. En şiddetli fırtınaların bile sonunda dineceği, en uzun gecenin dahi nihayet bir sabaha ulaşacağı hakikatini hatırlatır. Bir çilekeş için bunun zirveye varması, artık daha fazla acı çekilmeyeceği anlamına gelir. Bu, çilekeş ve firak bir bekleyişin müjdecisidir; sabrın sonunda visalin geleceğine olan inancın tasviridir. Bu beyit, bizlere en zor anlarda dahi ümidi yitirmememiz gerektiğini, her zorluğun bir bitişi olduğunu ve bu bitişin aynı zamanda yeni bir başlangıç olduğunu hatırlatır.

​2. “Harâbât ehline dûzah azâbın anma ey zâhid / Ki bunlar ibn-i vakt oldu gam-ı ferdâyı bilmezler” – Hayâlî Bey
​Hayâlî Bey’in bu mısrası, zahiri bir ibadetle yetinen zahid’e (bu anlamda mutaassıp) karşı, hakikatin derûnî yolunu tutan harâbât ehlinin (tasavvuf düşüncesinde manevi sarhoşluğa ulaşmış dervişler) durumunu tasvir eder. Zahid cehennem azabı korkusuyla ibadet ederken, harâbât ehli (tasavvuf ehli) gelecek kaygısından azadedir. Onlar, ibn-i vakttir, yani vaktin, anın çocuğudur. Bu, anın kıymetini bilmek ve içinde bulunulan zamanda Allah’la bağlantıda olmak demektir. Onlar, geçmişin pişmanlığıyla ve geleceğin endişesiyle değil, içinde bulundukları ânın manevî sarhoşluğuyla ve neşesiyle hayatı idrak ederler. Bu beyit, dinin sadece zahiri kurallardan ibaret olmadığını, asıl olanın kalbin Allah ile olan bağlantısı ve O’nun aşkında fena bulmak olduğunu öğütleyen derin bir tenkittir. Cehennem korkusuyla cennet arzusuyla ibadet edenlerin, Allah’ın muhabbetiyle ve O’nun rızası için ibadet edenleri anlayamayacağı hakikatini ortaya koyar.

​Özet
​Bu makale, farklı şairlerin beyitlerinden yola çıkarak, hayat ve hakikat bağlantısını ele almıştır. Taşlıcalı Yahyâ, her kemâlin bir zevâli olduğu hikmetiyle zorlukların bitişinin müjdesini verirken, Hayâlî Bey zahiri ibadetle yetinen zahid’i tenkit ederek anın kıymetini vurgular. Tüm bu beyitler, farklı açılardan hayatın derin manalarını ve cihan şümul boyutlarını ve insanın derûnî yolculuğunu gözler önüne seren ibretli ve düşündürücü birer tasvir mahiyetindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 98 –

BERCESTE VE İZAHI – 98 –

​1: Mehmet Âkif Ersoy – “Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok…”
​Beyit:
​Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok vâyesi
​Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermâyesi

​İzah ve Açıklama:
​Mehmet Âkif Ersoy’un bu beyti, cahil, bencil ve görgüsüz insan tipini tasvir eder. “Şark” (Doğu) ve “Garp” (Batı) kelimeleri, farklı medeniyetleri ve bilgi kaynaklarını sembolize eder. Şair, bu insanın ne Doğu’nun irfanından, hikmetinden, ne de Batı’nın ilmî ve teknolojik birikiminden faydalandığını söyler. Böyle bir insanın “görgüsü”nden nasibi olmadığı için, bütün sermayesi ve kimliği, utanmaz bir yüz ve yaşarmayan, yani acı çekmeyen ve ibret almayan bir gözden ibarettir. Bu, toplumun ahlâkî ve kültürel çöküşüne dair derin bir eleştiridir.
​Makale:
​İrfan Yoksunu Bir Neslin Dramı: Utanmaz Yüzler, Yaşarmayan Gözler
​Mehmet Âkif Ersoy, Asr-ı Saadet’ten sonra İslâm toplumunun içine düştüğü cehalet ve ahlâkî buhranı en keskin dille eleştiren mütefekkirlerimizden biridir. Onun “Şarka bakmaz garbi görmez görgüden yok vâyesi / Bir utanmaz yüz yaşarmaz göz bütün sermâyesi” beyti, sadece bir dönem eleştirisi değil, aynı zamanda her devirde var olan ve varlığını sürdüren irfan yoksunu bir insan tipinin karakteristik tasviridir.
​Bu beyitteki “Şark” ve “Garp” mefhumları, medeniyet ve bilgi kaynaklarına atıftır. Doğu, İslâm medeniyetinin, irfanın, maneviyatın ve ahlâkın kaynağını temsil ederken, Batı, modern bilimin, tekniğin ve dünyevî ilerlemenin sembolüdür. Âkif, her iki kaynaktan da istifade etmeyi reddeden bir zihniyeti eleştirir. Bu zihniyet, ne kendi tarihinden ve inancından ders alır, ne de başkasının ilminden istifade etmeyi bilir. Neticede, bu iki yönlü cehalet, onu “görgüden nasipsiz” bir hâle getirir.
​Böyle bir insan tipinin en büyük sermayesi, utanmaz bir yüz ve yaşarmayan bir gözdür. Utanma duygusu, İslâm ahlâkının temel direklerinden biridir. Hazret-i Peygamber (s.a.v.)’in “Hayâ imandandır” hadîs-i şerifi, utanmanın, insanın iç âlemindeki imanın bir tezahürü olduğunu gösterir. Utanma duygusunu yitiren bir yüz, her türlü ahlâksızlığa ve hataya pervasızca yönelebilir. Yaşarmayan göz ise, kalp katılığının ve ibretsizliğin bir göstergesidir. Kur’an-ı Kerim’de, “Hani, kalpleri katılaştı, taş gibi oldu; hatta taştan da daha katı” (Bakara, 74) âyeti, kalbi katılaşmış, gözü yaşarmayan ve ibret almayan insan tipini tasvir eder. Âkif’in beyti, bu duruma düşen bir milletin geleceğinin ne kadar karanlık olduğunu vurgular. Bu beyit, bize, geçmişimizi, inancımızı ve irfanımızı ihmal etmeden, aynı zamanda dünyadaki ilmî ve teknolojik gelişmelere de açık olmamız gerektiğini hatırlatır. Zira hakikî medeniyet, hem Doğu’nun hikmetini hem de Batı’nın ilmî birikimini mezcederek elde edilir.

​Makale 2: Hazmî – “Devâm üzre kimin bahtında ey dil tâb ü fer kalmış”
​Beyit:
​Devâm üzre kimin bahtında ey dil tâb ü fer kalmış
​Kimin âfâk-ı ikbâlindeki nûr-ı seher kalmış

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, fânî dünya hayatının gelip geçiciliğini ve mutlulukların, başarıların ve neşenin kalıcı olmadığını sorgular. “Tâb ü fer” (ışık ve parlaklık) ve “nûr-ı seher” (seher vakti nuru) gibi metaforlarla, şair, kime ait olan bahtiyarlığın, şöhretin veya gençliğin sürekli devam ettiğini sorar. Bu, insanın ömrünün ve dünyevî zevklerinin geçiciliğini ve bu geçicilik karşısında bir anlık şöhret veya mutlulukla gururlanmanın beyhudeliğini vurgular.
​Makale:
​Hayatın Fânîliği Karşısında Bahtiyarlık ve Gurur
​Hazmî’nin bu beyiti, insanoğlunun en temel meselelerinden biri olan fânîlik mefhumuna ayna tutar. İnsan, genellikle içinde bulunduğu nimet ve saadet hâlinin kalıcı olduğunu zannederek bir gaflete kapılır. Oysa, Hazmî’nin de sorduğu gibi, “Kimin bahtında tâb ü fer (ışık ve parlaklık) sürekli kalmış?” Hayat, sürekli değişen, dönüşen ve akıp giden bir süreçtir. Dün zirvede olan, bugün diplerde olabilir; dün gülü seven, bugün gülü terkedebilir. Bu durum, insanı, elde ettiği her nimetin bir emanet olduğu hakikatine yönlendirmelidir.
​Bu beyit, aynı zamanda, gençlik, güzellik, zenginlik ve şöhret gibi geçici nimetlerle övünmenin beyhudeliğini de dile getirir. Bir seher vaktinin nuru gibi parlayan bu nimetler, günün sonunda yerini gecenin karanlığına bırakabilir. Bu bağlamda, Müslüman bir şairin bu beyiti, dünyevî nimetlere aşırı bir şekilde bağlanmamanın ve asıl gayenin ebedî âlem için hazırlık yapmak olduğunun bir hatırlatıcısıdır. “Âfâk-ı ikbâl” (ikbal ufukları) ifadesi, şöhret, başarı ve makam gibi dünyevî emelleri sembolize eder. Şairin, bu ikbal ufuklarındaki “seher nuru”nun da kalıcı olmadığını vurgulaması, insana, bütün gayretini ve çabasını ebedî bir saadet için sarf etmesi gerektiğini telkin eder.
​Bu beyit, bize Kur’an-ı Kerim’in “Dünya hayatı, ancak bir oyun ve bir oyalanmadan ibarettir…” (Ankebût, 64) âyetinin muhtevasını hatırlatır. İnsanın bu dünyada elde ettiği her şey, bir imtihan vesilesidir ve zâil olmaya mahkûmdur. Asıl kazanç, bu fânî nimetleri, Bâkî olan Zât’ın rızasına uygun bir şekilde kullanabilmektir. Bu beyit, dünya malıyla gurur duyan, gençliğine ve güzelliğine aldanan her insana bir nasihat niteliği taşır.

​Makale 3: Taşlıcalı Yahyâ – “Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var”
​Beyit:
​Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var
​Bu metâ‘-ı vuslata aldanmanuz hicrânı var

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte Taşlıcalı Yahyâ, dünyanın gelip geçici ve aldatıcı tabiatını tasvir eder. “Âlemin” (dünyanın) bir “safâsı” (huzuru, neşesi) olmadığını, aksine “derd-i bî-dermânı” (dermanı olmayan dertleri) olduğunu söyler. İkinci mısrada ise, dünyadaki kavuşma nimetlerine (metâ‘-ı vuslat) aldanmamayı öğütler, zira bunların ardında kaçınılmaz bir ayrılık (hicrân) yatar. Bu beyit, dünya nimetlerinin cazibesine kapılan insanları uyarır ve onlara dünya hayatının hakikatini gösterir.
​Makale:
​Dünya Bir İmtihan Yurdu: Aldanma ve İbret
​Taşlıcalı Yahyâ’nın “Âlemin yokdur safâsı derd-i bî-dermânı var” beyti, dünya hayatının hakikatine dair derin bir tefekkürün mahsulüdür. Bu dünya, bir saadet yurdu değil, bir imtihan mekânıdır. Buradaki nimetler ve mutluluklar, görünürde cazibedar olsalar da, asıl maksatları insana imtihan vesilesi olmaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de de dünya hayatı için “aldatıcı metâ‘” (Ali İmrân, 185) ifadesi kullanılır. Dünya, sunduğu zevklerle insanı aldatır ve onu ebedî âlemden gafil kılar.
​Beyitteki “derd-i bî-dermân” (dermanı olmayan dert) ifadesi, dünya hayatının tabiî bir özelliği olan musibetleri, hastalıkları ve kayıpları işaret eder. İnsanın bu dünyada başına gelen musibetler, bazen o kadar ağır olur ki, âdeta dermanı bulunmaz. Ancak bu durum, inanan bir insan için bir üzüntü vesilesi değil, bir ibret ve sabır imtihanıdır. “Bu metâ‘-ı vuslata aldanmanuz hicrânı var” uyarısı, dünya hayatında elde edilen her şeyin (mal, mülk, makam, sevilenler) bir gün elden çıkacağını ve nihayetinde bir ayrılığın (hicran) yaşanacağını hatırlatır.
​Bu beyit, insanı, dünya nimetlerine aşırı bir şekilde bağlanmaktan sakındırır. Eğer bir insan, dünyanın fânî nimetlerini ebedî zannedip onlara tutunursa, kaçınılmaz bir şekilde yaşayacağı ayrılık acısıyla yıkılır. Edebiyatımızda, bu tema sıkça işlenmiştir. Mesela, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnûn’unda, Mecnûn’un Leylâ’dan değil, dünyanın kendisinden yüz çevirmesi ve hakikî vuslatı arayışı, bu hakikatin en güzel tasviridir. Dünyadaki vuslatlar geçicidir; asıl vuslat, Hakk’a kavuşmadır. Bu beyit, bize dünya nimetlerinin birer tuzak olduğunu ve asıl gayenin ebedî âlemdeki saadete ulaşmak olduğunu telkin eder.

​Özet
​Bu makaleler, fânî dünya hayatının farklı veçhelerini ve bu hayatın içinde insanın karşılaştığı hakikatleri ele almaktadır. Mehmet Âkif Ersoy’un beyti, bilgi ve irfandan nasipsiz, ahlâkî çöküntüye uğramış bir insan tipini eleştirir ve hakikî medeniyetin Doğu’nun hikmeti ile Batı’nın ilmî birikimini mezcederek elde edileceğini vurgular. Hazmî’nin beyti, bahtiyarlık, şöhret ve güzellik gibi dünyevî nimetlerin kalıcı olmadığını sorgulayarak, insanın gururdan uzak durması ve asıl gayesini ebedî saadet olarak belirlemesi gerektiğini telkin eder. Son olarak Taşlıcalı Yahyâ’nın beyti, dünyanın bir aldatmaca yurdu olduğunu, dermanı olmayan dertlerle dolu olduğunu ve buradaki her nimetin bir ayrılıkla nihayetleneceğini hatırlatarak, insana dünya nimetlerine karşı uyanık olmayı öğütler. Bu üç beyit ve makaleler, birbirinden farklı konuları ele alsa da, hepsi ortak bir paydada buluşur: Dünya hayatının fânîliği ve insanın ebedî saadeti arayışında bu fânîlikten ibret alması gerektiği hakikati.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 97 –

BERCESTE VE İZAHI – 97 –

​1. Kütahyalı Rahimi – Uyku ve Uyanıklık
​İktibas:
​”Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb
Açılmaz bab-ı Hakdan ana bir bâb”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Kütahyalı Rahimi’nin kaleminden çıkmış olup, insanın ilahi lütuflara ve manevi fethe ulaşabilmesi için nefsani arzularından ve konforundan feragat etmesi gerektiğini anlatır. “Râhat-ı hâb” (uyku rahatlığı), mecazi bir ifade olup, insanın dünyevi zevklere ve tembelliğe olan düşkünlüğünü simgeler. “Bab-ı Hak” (Hakk’ın kapısı) ise, ilahi hakikatlere, manevi makamlara, ilme ve hikmete açılan yolları temsil eder. Şairin ifadesiyle, bir insan rahatlık ve miskinliği terk etmedikçe, yani çaba, gayret ve fedakârlık göstermedikçe, ona Hakk’ın dergâhından hiçbir kapı açılmaz. Bu, hem ilahi rızaya erme hem de dünyevi alanda başarılı olma mücadelesinin temel kaidesidir. Büyük neticelere ulaşmak isteyenler, küçük fedakârlıklara katlanmayı göze almalıdır.
​Makale: Uyku ve Uyanıklık, Miskinlik ve Mücahede
​İnsan hayatı, fâni dünyanın fâni lezzetleri ile bâki âlemin bâki saadeti arasında bir imtihan meydanıdır. Bu meydanda muzaffer olmak isteyenlerin en büyük düşmanı, kendilerinde gizli duran miskinlik ve gaflettir. Kütahyalı Rahimi’nin ibret dolu beyti, bu hakikate işaret eder. “Kişi terk etmeyince râhat-ı hâb, açılmaz bab-ı Hak’dan ana bir bâb.” Bu, sadece bedenin uykusunu terk etmekle sınırlı bir mesele değildir. Asıl terk edilmesi gereken, ruhun ve aklın gaflet uykusudur.
​Tarih şahittir ki, büyük medeniyetler, büyük âlimler, büyük sanatçılar ve büyük komutanlar, yataklarından erken kalkmayı ve daha önemlisi, ruhlarını uyanık tutmayı bilenlerdir. Fatih Sultan Mehmed’in İstanbul’u fethi, sadece askeri bir deha ile değil, gecenin bir yarısı kalkıp, ibadetle ve tefekkürle meşgul olan bir ruhun uyanıklığı ile mümkün olmuştur. Mevlâna, Hâfız, Sa’dî gibi şair ve mutasavvıfların eserleri, uyku ve tembellikten uzak, sürekli bir ilahi aşk ve irfan arayışının mahsulüdür. Onlar, dünyevi lezzetleri ve uykunun rahatlığını terk etmeseydi, insanlık asırlar boyunca onlardan hikmet ve feyiz alamazdı.
​Hayatın muhtelif sahalarında muvaffakiyet arayanlar için bu beyitteki hikmet, bir düstûr teşkil eder. Bir talebe, ilim tahsilinde ilerlemek istiyorsa, ders çalışmanın zorluklarına katlanmalı; bir esnaf, rızkını genişletmek istiyorsa, erkenden dükkânını açmalı; bir sanatçı, şaheserler ortaya koymak istiyorsa, uzun geceler boyunca eserine emek vermeli; bir mümin, Hakk’ın rızasına ulaşmak istiyorsa, gece namazına kalkmanın ve nefsini terbiye etmenin zorluklarına göğüs germelidir. Bu mücahede, zorluklarla mücadele etmek, ruhun uyanışını sağlamak ve insana, Hakk’ın dergâhından açılan kapıların anahtarı olmaktır. Her bir mücahede, ruhun pasını temizler, miskinliği kovar ve insanı, hayattan ve manevi âlemden alacağı nasibe hazırlar. Zira Hakk’ın lütfu, ancak gayret gösterenlere bahşedilir.
​İslam tasavvufunda, bu uyanıklık hâline “yakaza” denilir. Yakaza hâlindeki bir kalp, Rabbine daima açık bir kapı gibidir. Dolayısıyla, Kütahyalı Rahimi’nin bu beyti, sadece bir nasihat değil, aynı zamanda manevi bir yol haritasıdır. O, insana, fâni dünyada bâki bir makama erişmenin sırrını ifşa eder: Rahatlığı terk et ki, gerçek rahatlığa erişesin.
​Özet:
Kütahyalı Rahimi’nin beyti, ilahi ve dünyevi muvaffakiyetin temel şartının, nefsani rahatlığı terk etmek olduğunu beyan eder. Kişi, tembelliği ve konforu bırakıp gayret ve fedakârlık göstermedikçe, Hakk’ın ona lütuf kapılarını açmayacağı vurgulanır. Makale, bu hikmetin tarihî ve güncel misallerle izahını yaparak, miskinliğin insan ve toplum hayatındaki menfi tesirlerini ve mücahedenin hayati ehemmiyetini ortaya koyar.

​2. Lâedri – Şöhret ve Fanilik
​İktibas:
​”Ne kadar şâyî olsa da şânın
Akıbet iki taşdır nişânın”

​İzah ve Açıklama:
​”Lâedri,” yani “bilinmez” anlamına gelen bu beytin şairi meçhul olsa da, muhtevası gayet açıktır. “Şân” şöhret ve itibar, “şâyî olmak” ise yayılmak ve meşhur olmak manasındadır. Beyit, bir insanın şöhretinin ne kadar geniş kitlelere ulaşırsa ulaşsın, bu fânî dünyanın sonunda ondan geriye kalan tek şeyin mezar taşları olduğunu ifade eder. Bu, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğine dair ibretli bir hatırlatmadır. Hayatın mutlak sonu olan ölüm, tüm şöhret ve itibarı ortadan kaldırarak insanı asıl mevkii olan toprağa döndürür. Bu iki taş, insanın fâniliğini ve dünyevi hırsların beyhûdeliğini anlatan en sade ve en çarpıcı semboldür.
​Makale: Şöhretin Fânî Sesi ve Hakk’ın Bâki Sedası
​Dünya, şöhret ve itibara düşkün nefislerin en büyük imtihanıdır. İnsanlık tarihi, adına krallıklar kurulan, büyük zaferler kazanılan, ama neticede iki taş arasına gömülüp unutulan nice şahsiyetlerle doludur. Lâedri’nin bu veciz beyti, insana bu mukadder sonu hatırlatarak, fânîye tutunmanın abesiyetini düşündürür.
​Şöhret, bir girdap gibidir; insanı içine çektikçe asıl maksadından uzaklaştırır. Edebi mahfillerde, san’at ve ilim çevrelerinde yahut siyaset sahasında yükselen her şahsiyet, şânının ne kadar yaygınlaşırsa yayılsın, ahir ve akıbetinin iki taştan ibaret olduğunu idrak etmelidir. Şöhretin peşinde koşanlar, genellikle gerçek değeri ve ebedi hayattaki makamlarını ihmal ederler. Oysa asıl makam, iki taşın işaret ettiği yerdedir.
​Hikmetli olan, şânın fâniliğini bilip, bâki bir esere yönelmektir. Şöhretin peşinde koşmak yerine, insanlığa faydalı eserler bırakmak, ilahi rızaya uygun bir hayat sürmek, hakikat arayışında sebat etmek, bir fani için en büyük şereftir. Zira, adın unutulsa da eserin ve amelin bâki kalır. Mevlânâ’nın, Fuzûlî’nin isimleri, eserlerinin asırlar boyunca insanlığa sirayet etmesiyle anılır.
​Tarihi olarak bakıldığında, nice hükümdarın ihtişamlı saltanatları, nice komutanın şanlı zaferleri, zamanın rüzgarında silinip gitmiştir. Mısır’ın görkemli piramitleri dahi, o firavunların fâniliğini haykıran birer anıttan başka bir şey değildir. Her ne kadar o piramitler koca taşlardan müteşekkil olsa da, beyitteki “iki taş”, o ihtişamın da bir gün iki basit taş gibi değersizleşeceğini ihtiva eder.
​Sonuç olarak, Lâedri’nin bu beyti, bir şairin fânîye sitemi ve bâki olana davetidir. Bir insanın hayatı, iki taş arasında nihayete erer. Mesele, bu iki taş arasına ne sığdırabildiğidir.
​Özet:
Bu beyit, şöhretin ve dünyevi itibarın geçici ve fâni olduğu hakikatini vurgular. İnsanın şanı ne kadar yaygın olursa olsun, nihayetinde mezar taşları onu beklemektedir. Makale, bu beytin muhtevasına binaen, fânî şöhretin peşinde koşmanın beyhûdeliğini ve asıl gayenin bâki ameller ve kalıcı eserler bırakmak olduğunu izah eder.

​3. Keçecizâde İzzet Molla – Fısk ve Müdâhene
​İktibas:
​”Meşhûrdur ki fısk ile olmaz cihân harâb
Eyler anı müdâhane-i âlimân harâb”

​İzah ve Açıklama:
​Keçecizâde İzzet Molla’nın bu meşhur beyti, müthiş bir sosyal ve ahlaki eleştiri ihtiva eder. “Fısk,” Allah’ın emirlerine karşı gelme ve günah işleme hâlidir. “Âlimân” ise âlimler demektir. “Müdâhene” ise, ikiyüzlülük, yaltaklanma ve dalkavukluktur. Beyit, dünyanın günah işlemekle, yani ahlaksızlık ve sefahatle yıkılmayacağını, asıl yıkılışın âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yozlaşmasıyla geleceğini ifade eder. Bu, toplumun en üst seviyesindeki bilgi ve hikmet sahiplerinin, makam ve mevki için hakikatten sapmalarının, yalanı ve yanlışı desteklemelerinin, fısktan çok daha tehlikeli ve yıkıcı olduğunu vurgular. Zira cahil halk, ahlaksızlığın neticesini görebilirken, âlimlerin müdâhenesiyle hakikat kaybolur, doğru ile yanlış birbirine karışır ve toplumun temelleri sarsılır.
​Makale: İlmin Mes’uliyeti ve Müdâhenenin Zilleti
​Bir toplumun ayakta kalması, sadece maddi kuvvetine bağlı değildir; asıl omurgasını, ahlaki ve manevi değerleri teşkil eder. Bu değerlerin muhafızı ise, ilim ve hikmet sahipleri, yani âlimlerdir. Keçecizâde İzzet Molla’nın asırlar öncesinden yankılanan bu beyti, âlimlerin bu hayati rolüne ve aynı zamanda en büyük zafiyetlerine dikkat çeker. “Dünyayı günah işlemek harâb etmez, onu âlimlerin müdâhenesi harâb eder.”
​Bu söz, basit bir iddia değil, tarihin ve sosyal hayatın en derin gerçeğidir. Fısk ve günah, toplumda bir yara gibidir; görünür ve çoğu zaman tedavi edilebilir. Fakat âlimin ikiyüzlülüğü, toplumu içeriden çürüten gizli bir hastalıktır. Bir âlim, makam, para veya şöhret karşılığında bildiği hakikatten taviz verdiğinde, o toplumun pusulası şaşar. Haksızlıklar meşruiyet kazanır, zalimler alkışlanır, batıl hak gibi gösterilir. Bu durum, toplumda güveni yok eder, ahlaki çöküşü hızlandırır ve en sonunda o cemiyeti temellerinden yıkar.
​Tarihî vak’alar, bu gerçeği sıkça teyid eder. Birçok devletin ve medeniyetin yıkılışında, yöneticilerin fıskından ziyade, onlara “hakikattir” diye dalkavukluk eden âlimlerin rolü olmuştur. Bunlar, iktidarın zulmüne karşı susarak veya zulmü meşrulaştıran fetvalar vererek halkın direncini kırmış, adalet duygusunu zaafa uğratmışlardır. Oysa âlim, halkın ve Hakk’ın vicdanıdır. O, makama değil, ilme ve hakikate sadık kalmakla mes’uldür.
​Âlimlerin müdâhenesinin tehlikesi, cahillerin işlediği günahtan daha büyüktür, zira müdâhene, günahı meşrulaştırır. Cahil günah işler ve günahının farkındadır; tevbe kapısı ona daima açıktır. Ama âlim, yanlışını doğru gibi sunarak hem kendini aldatır hem de bir toplumu aldatır. Bu yüzden, İzzet Molla’nın uyarısı, sadece âlimlere değil, her türlü bilgi ve güç sahibi kişiye yöneliktir. Bir toplumun bekası, ancak ve ancak hakikate bağlı, cesur ve müdâhaneden uzak âlimlerin varlığıyla mümkündür.
​Özet:
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, dünyanın fısk ve günahla değil, âlimlerin ikiyüzlülüğü ve yaltaklanmasıyla harap olacağını ifade eder. Makale, bu beytin muhtevasını ele alarak, ilim ve hikmet sahiplerinin ahlaki mes’uliyetinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu vurgular. Âlimlerin müdâhenesinin, fısktan daha tehlikeli bir yıkıma yol açtığı ve toplumun temelindeki güveni sarsarak çöküşü hızlandırdığı belirtilir.

​4. Hz. Mevlânâ – Ham ve Puhte
​İktibas:
​”Der-neyâbed hâl-i puhte hîç hâm
Pes sühan kûtâh bâyed ve’s-selâm”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beytidir ve Mesnevi’nin muhtevası hakkında mühim bir ipucu verir. “Puhte” pişmiş, olgunlaşmış ve kemale ermiş kimseyi, “hâm” ise çiğ, ham ve tecrübesiz olanı temsil eder. Beyit, “Pişmiş (olgun) olanın hâlinden, ham (olgunlaşmamış) olan hiç anlamaz” diyerek, manevi makam ve tecrübelerin ancak o makama erişenlerce idrak edilebileceğini ifade eder. İkinci mısra olan “O hâlde sözü kısa kesmek gerekir, vesselâm” ile de, bu derin hakikatleri ham olanlara anlatmaya çalışmanın beyhûde olduğunu, zira onların idrak seviyesinin buna kâfi gelmeyeceğini belirtir. Mevlânâ, burada ilahi aşkın ve manevi hakikatlerin ancak hâl ile, yaşayarak anlaşılabileceğini vurgular.
​Makale: Hâl Ehlinin Sükûtu
​İnsan hayatı, fâni bedenin içinde saklı, fâni olmayan bir ruhun tekâmül serüvenidir. Bu serüvenin muhtelif menzilleri vardır ki, her menzil bir öncekinden daha derin bir idrak ve daha engin bir manevi tecrübe ister. Hazret-i Mevlânâ’nın “ham” ve “puhte” tasnifi, bu tekâmülün en veciz ifadesidir. Ham olan, manevi yolculuğunun başında, dünya ile olan bağlarını henüz çözememiş, aklı ve nefsiyle mutabık bir ruh hâlindedir. Puhte ise, bu bağları koparmış, nefsini terbiye etmiş ve ilahi aşkın ateşiyle pişerek kemale ermiş kimsedir.
​Bu iki hâl arasındaki fark, kuru bir odun parçası ile yanarak ışık saçan bir kor parçasının farkına benzer. Kuru odun, korun ne hissettiğini, nasıl bir ateşte yandığını ve nasıl bir ışık saçtığını idrak edemez. Aynı şekilde, ham olan da puhte olanın manevi hâllerini ve tecrübelerini anlayamaz. Bu yüzden Mevlânâ, “Sözü kısa kesmek gerekir” buyurur. Zira, manevi hakikatler, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derindir. Onlar, ancak yaşanarak hissedilir.
​Bu beyit, sadece tasavvufi bir kaideyi ihtiva etmekle kalmaz, aynı zamanda her türlü insani münasebette geçerli bir hikmet sunar. Bir müzisyenin bir bestede hissettiği derinliği, müzikten anlamayan birine; bir ressamın bir tablodaki mânayı, sanatla hiç ilgilenmeyen birine izah etmek ne kadar güçse, puhte bir ruhun hâlini, ham bir ruha anlatmak da o kadar zor ve beyhûdedir.
​Bu beyit, aynı zamanda irfan ehlinin neden bazen sükûtu tercih ettiğini de izah eder. Gerçekten derinliğe vâsıl olmuş bir kimse, bildiğini herkese anlatma lüzumu hissetmez. O, hakikati arayanlara rehberlik eder, lâkin idraki kıt olanlara zorla bir şeyler aşılamaya çalışmaz. Zira bilir ki, tohum, ancak verimli bir toprağa ekildiğinde yeşerir. Netice itibarıyla, bu beyit, bir olgunluk, bilgelik ve edep dersidir.
​Özet:
Hazret-i Mevlânâ’nın Mesnevi’sinin 18. beyti, manevi olarak olgunlaşmış (puhte) bir kimsenin hâlinin, olgunlaşmamış (ham) bir kimse tarafından idrak edilemeyeceğini ifade eder. Bu yüzden, derin hakikatlerin herkese anlatılmaya çalışılmasının yersiz olduğunu ve sözü kısa kesmenin daha hikmetli olduğunu belirtir. Makale, bu temel düsturu ele alarak, manevi tekâmül, hâl ehlinin sükûtu ve idrakin ehemmiyeti üzerine derin bir bakış sunar.

​5. Hz. Mevlânâ – Yüz ve Ayna
​İktibas:
​”Ger şerm hemî ez-ân u în bâye dâşt
Pes ayb-ı kesân zîr-i zemîn bâye dâşt
Ver âyîne-vâr, nîk u bed benmâyî
Çon âyîne, rûy-ı âhenîn bâye dâşt”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitler Hazret-i Mevlânâ’ya aittir ve utangaçlık, kusur örtme ve dürüstlük üzerine müthiş bir ders verir. Birinci beyit “Eğer şu ondan, bu bundan utanacak olsa, o zaman insanların kusurları yerin altında kalmalıydı” der. Yani, bir insan utanma duygusuyla dolup taşsaydı, başkalarının ayıplarını ve kusurlarını ifşa etmekten hicap duyacağı için, o kusurlar toprağın altında gizli kalırdı. İkinci beyitte ise bu duruma bir istisna getirir: “Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden (sağlam) bir yüze sahip olman gerekir.” Burada, toplumun ve bireylerin kusurlarını açıkça ortaya koyacak kadar cesur olmanın, ayna gibi doğruyu yansıtan bir karaktere sahip olmanın, ayna gibi sert ve demir gibi sağlam bir “yüz” yani irade ve direnç gerektirdiğini ifade eder. Zira, hakikati söylemek, herkesin hoşuna gitmeyecek ve bunun bedeli olacaktır.
​Makale: Hakikat Aynası Olmak ve Cesaretin Bedeli
​İnsan, hayatı boyunca ya başkalarının kusurlarını örtmeye çalışan bir perde olur ya da hakikati cesaretle yansıtan bir ayna. Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyti, bu iki yol arasındaki ahlaki tercihe dair mühim bir muhteva ihtiva eder. İlk mısralar, toplumsal hayatta bir erdem olarak kabul edilen “ayıp örtme” hususuna değinir. Bir mümin, kardeşinin ayıbını, bir ayna gibi yüzüne vurmak yerine, onu gizlemeyi tercih etmelidir. Ancak, bu kaideye bir istisna getirilir ki, bu da bir aydınlanma ve irfan vazifesidir.
​”Eğer ayna gibi iyiyi de kötüyü de göstereceksen, o zaman ayna gibi demirden katı bir yüze sahip olman gerekir.” Bu, bir ilim, hikmet veya sanat ehlinden beklenen duruştur. Toplumun ve yöneticilerin kusurlarını cesaretle dile getirmek, yanlışları ve adaletsizlikleri göstermek, tıpkı ayna gibi, hiçbir şeyi saklamadan yansıtmak büyük bir ahlaki sorumluluktur. Fakat bu sorumluluğun bir bedeli vardır. Ayna, hakikati yansıttığı için bazen istenmeyen bir nesne hâline gelebilir. İnsanlar, kusurlarını görmek yerine, aynaya sitem etmeyi tercih edebilirler. Bu sebeple Mevlânâ, “demirden bir yüz” tavsiye eder. Bu, eleştirilere, kınamalara ve hatta zulme karşı sağlam durabilen, iradesi bükülmeyen, demir gibi bir cesaret ve metanetle donanmış bir karakteri simgeler.
​Tarihte, hakikat aynası olan nice şahsiyetler olmuştur. Hallac-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” diye haykırması, hakikati fâş etmesinden dolayı idi. İmam-ı Gazâlî’nin yaşadığı dönemin âlimlerini eleştirmesi ve onlara doğru yolu göstermesi, bir ayna gibi davranmasının neticesiydi. Bu şahsiyetler, hakikatin bedelini ağır ödediler ama isimleri ve duruşları asırlar boyunca baki kaldı.
​Öyleyse, hakikati ifşa etmek isteyen bir kimse, bu yolun zorluğunu bilmeli, kınayıcıların kınamasından korkmamalı ve demir gibi bir iradeye sahip olmalıdır. Aksi takdirde, ayna olma cesareti gösteremez, ya suskun kalır ya da yaltaklanarak müdâhene zilletine düşer. Mevlânâ’nın bu beyti, cesareti, dürüstlüğü ve hakikat uğruna gösterilmesi gereken fedakârlığı en veciz şekilde ifade eden bir rehber niteliğindedir.
​Özet:
Mevlânâ’nın bu beytinde, bir yandan başkalarının kusurlarını örtmek ahlaki bir erdem olarak sunulurken, diğer yandan hakikati yansıtan bir ayna gibi davranmanın cesaret gerektirdiği belirtilir. Makale, ayna metaforu üzerinden, hakikati söyleme cesaretini ve bu duruşun getirdiği zorlukları ele alır. Bir kimsenin hakikati yansıtacak kadar dürüst olabilmesi için, eleştirilere ve kınamalara karşı demir gibi sağlam bir iradeye sahip olması gerektiği izah edilir.

​Bütünsel Özet
​Bu beş makale, her biri ayrı bir hikmet ve ibret kaynağı olan beyitler üzerinden insanın manevi ve sosyal hayatına dair derin hakikatleri ele almaktadır. Kütahyalı Rahimi’nin beyti, fani rahatlık ve miskinliğin terk edilmesiyle ilahi lütuflara erişileceğini; Lâedri’nin beyti, şöhretin ve dünyevi makamların geçiciliğini ve asıl gayenin bâki amellerde olduğunu; Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, toplumun asıl çöküşünün fısktan ziyade âlimlerin müdâhenesinden geldiğini; Mevlânâ’nın “ham-puhte” beyti, manevi makamların ancak yaşanarak anlaşılabileceğini ve bu hakikatleri herkese anlatmanın beyhûde olduğunu; son olarak yine Mevlânâ’nın “ayna-yüz” beyti ise, hakikati cesaretle dile getirmenin getirdiği zorlukları ve bu duruş için gereken sağlam karakteri izah etmektedir. Bu makaleler, birbiriyle uyumlu bir şekilde, insanın dünyevi hırs ve zilletlerden uzaklaşıp, hakikate, gayrete ve ahlaki kemale yönelmesinin ehemmiyetini ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 96 –

BERCESTE VE İZAHI – 96 –

​Gül ve Bülbülün Feryadı: Hakikat ile Mecazın Bütünleşmesi
​İktibas:
​Gül gelse dâ’im ağlasa bülbül aceb değil
Zîrâ kimine ağla demişler kimine gül
​-Bâkî

​Bu beyit, Osmanlı şiirinin zirve şairlerinden Bâkî’ye ait olup, tabiatın en zarif unsurları olan gül ve bülbül üzerinden derin bir hikmeti terennüm etmektedir. Şair, gülün daima gülmesini, bülbülün ise sürekli ağlamasını yadırgamayacağımızı ifade eder. Bu durum, onların fıtratına, yani yaratılışlarına verilmiş olan bir role işaret eder. Gül, güzelliğin, mutluluğun ve cemalin sembolü iken, bülbül, aşığın, hasretin ve elem-i firkatın timsalidir.
​Bu beyitteki manevî muhteva, sadece bir tabiat tasviri değildir. Aslında, hayatın tecellilerini ve insanın kaderindeki farklı rolleri izah eder. Hayatta kimi insanlar, “gül” gibi daima neşeli, bahtiyar ve ferah bir hayat sürerken, kimileri de “bülbül” gibi dert, hüzün ve keder ile imtihan olunur. Bu hal, ilahi takdirin bir neticesidir. Her bir insan, bu dünya sahnesinde kendisine biçilen rolü ifa eder. Gülenin gülmesi, ağlayanın ağlaması garip ve yadırganacak bir şey değildir; çünkü her biri, bu muazzam ilahi senaryoda kendi vazifesini icra etmektedir.
​Hayat, hem gülün neşesini hem de bülbülün feryadını barındırır. Bu zıtlıklar, hayatın ahengini ve bütünlüğünü sağlar. Gülün güzelliği, bülbülün aşk dolu feryadıyla anlam kazanır. Bir diğeri olmasaydı, mevcudiyetleri bu denli derin bir manaya sahip olamazdı. Nitekim bu gibi zıtlıkların, Vâhidiyet hakikatinin tecellilerine işaret eder. Mesela, bu zıtlıkların esmâ-i hüsnânın cilveleri olduğu ve her birinin ayrı bir ismin tecellisini gösterdiği anlatılır. Hayat, Cenab-ı Hakk’ın kemal sıfatlarının tecelligâhıdır ve gül de bülbül de bu tecellînin farklı veçhelerini temsil eder. Dolayısıyla, neşeyi tecrübe eden de hüznü yaşayan da, ilahi bir takdirin ve hakikatin yansımasıdır.

​Cihanın Vefasızlığı ve Sadık Dostun Kıymeti
​İktibas:
​Ne mümkündür vefâ gelmek cihânın bî-vefâsından
Muhibb-i sâdıkı yeğdir kişinin akrabâsından
​-Lâedrî

​Bu beyit, dünyevî hayatın geçiciliğine ve vefasızlığına işaret ederken, hakiki dostluğun akrabalık bağlarından bile üstün olabileceği hakikatini dile getirmektedir. Cihanın, yani bu fani dünyanın, tabiatı icabı vefasız olduğunu, dolayısıyla ondan sadakat beklemenin abesle iştigal olduğunu ifade eder. Dünya, tıpkı bir gölgelik gibidir; sürekli değişir, aldatır ve fânîdir. O yüzden ona bel bağlamak, onun vefasına güvenmek, en büyük yanılmalardandır.
​Ancak beyit, bu vefasız dünyanın karşısına, insanlık âlemindeki en kıymetli hazinelerden biri olan “sadık dostu” koyar. Şair, “muhibb-i sadık”ın (sadık dostun), akrabadan bile daha üstün tutulması gerektiğini söyler. Akrabalık, kan bağı ile tesis edilmiş bir bağdır; lakin dostluk, gönül bağıyla kurulan bir bağdır. Bu gönül bağı, çoğu zaman kan bağından daha kuvvetli ve daha sağlam olabilir. Gerçek bir dost, kötü günde yanınızda duran, sizin için fedakârlık yapan ve çıkar gözetmeyen kişidir. Akrabalık, mecburiyetten kaynaklanabilirken, sadık bir dostun sevgisi tamamen ihtiyarî ve samimidir.
​Dünya uhuvvetinin zail olacağı, ancak İslâm uhuvvetinin ebedî ve baki kalacağı bir hakikattir. Hakiki dostluk, sadece bu dünyada değil, ahirette de devam eden bir bağdır. Bu dostluk, Allah rızası için kurulan bir muhabbet esasına dayanır.
Lâtif, zarif, nuranî, ulvî bir uhuvvet, pek sağlam ve sarsılmaz bir rabıta-i İslâmiye ve bir râbıta-i imanîye ile bağlı olan o ihvanların ebedî birer arkadaşı, ebedî birer dostu olacaklardır.

​Fedakârlığın Ölümsüz Mirası: Ziya Paşa’dan İnsanlık Dersi
​İktibas:
​Nev’-i insân haşre dek ta’zîm iderler adına
Kim fedâ-yı nefs iderse cinsinin imdâdına
​-Ziyâ Paşa

​Bu beyit, şair ve devlet adamı Ziyâ Paşa’ya ait olup, insanlığın en ulvi hasletlerinden biri olan fedakârlığı yüceltir. Beyitte ifade edildiği üzere, insanlık âlemi, haşir gününe kadar, yani sonsuza dek, kendi nefsini feda ederek hemcinsine yardım eden kişinin adını saygıyla anar. Bu, sadece bir şahıs tasviri değil, bir ahlakî kaidenin, bir medeniyet prensibinin ifadesidir.
​Hakiki fedakârlık, bir beklenti içerisinde olmadan, sırf insanlık namına yapılan bir eylemdir. Bu eylem, kişinin kendi menfaatlerini bir kenara bırakıp, başkasının dertlerine derman olmayı, onun hayatını kurtarmayı veya zor durumda olan birine el uzatmayı ihtiva eder. Bu beyit, bu tür bir fedakârlığın, dünyevî şan ve şöhretten daha değerli ve daha kalıcı olduğunu vurgular. İnsanların hafızasında yer eden, destanlara konu olan, nesilden nesile aktarılan, hep bu tür fedakârlık hikâyeleridir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki “îsâr” ahlakı ile tam bir mutabakat arz eder. “Onlar, kendi ihtiyaçları olsa dahi başkalarını kendilerine tercih ederler.” (Haşr Suresi, 59:9) mealindeki ayet, bu fedakârlık ve îsâr ahlakının İslâm’daki ehemmiyetini gözler önüne serer. Bu, sadece maddi bir yardımdan ibaret değildir; manevî alanda da nefsini feda etmek, başkasının kurtuluşu için çalışmak, bir nevi “îsâr”dır.
​Ziyâ Paşa’nın bu beyti, bize, ölümsüzlüğün ancak maddiyattan vazgeçmekle, başkaları için hayat yaşamakla elde edilebileceğini hatırlatır. Bir insanın adı, para, mevki veya şan ile değil, yaptığı fedakârlıklarla ebedîleşir. Bu, tarihin bize defaatle ispatladığı bir hakikattir. Gönüllerde taht kuran kahramanlar, hep nefislerini feda ederek insanlığa hizmet edenlerdir. Bu hizmetin karşılığı, ebedî bir saygı ve hatıradır.

​İkilikten Vahdete Yükseliş ve Fânî Dünyadan Kurtuluş
​İktibas:
​Ne gerdûndan sitem çekdim ne ahterden melâlim var
İkilikden bugün ferdem ne hasm ü ne cidâlim var
​-Hayâlî Bey

​Bu beyit, sufi şair Hayâlî Bey’e ait olup, tasavvufî bir muhtevayı ihtiva eder. Şair, felekten (talih) ve yıldızlardan (felek) herhangi bir şikâyeti ve kederi olmadığını ifade eder. Onun asıl vurgusu, ikinci dizededir: “İkilikden bugün ferdem”. Bu ifade, şairin ikilikten (düalizmden) kurtulup, vahdete (bütünlüğe, birliğe) ulaştığını dile getirir.
​Tasavvuf felsefesinde “ikilik,” varlığı Hak’tan ayrı görmek, yani zâtî bir varlığa sahip olduğunu düşünmektir. Bu, nefsin ve egonun bir tezahürüdür. İkilikten kurtulmak ise, varlığın hakiki sahibinin Allah olduğunu idrak etmek ve her şeyin O’nun tecellisi olduğunu anlamaktır. Bu hâl, mutlak bir teslimiyet ve huzur hâlidir. Bu makama ulaşan bir kişi için düşmanlık, çekişme ve mücadele gibi dünyevî kaygılar yok olur. Zira her şeyi O’ndan bilince, kimseyle bir düşmanlık gütmeye gerek kalmaz.
​Bu durum, Kur’an-ı Kerim’in muazzam bir ayetiyle de örtüşür: “Onlar, ‘Rabbiniz kimdir?’ diye sorulunca ‘O, göklerin ve yerin Rabbidir’ derler.” (Ra’d Suresi, 13:16) Bu ayet, tevhidin, yani birliğin esasıdır. Her şeyin tek bir yaratıcısı ve maliki olduğunu idrak etmek, insanı dünyevî ihtiraslardan ve ikilikten kaynaklanan çekişmelerden azad eder.
​Bu beyit, bize manevî bir seyr-ü sülûk (manevî yolculuk) dersi verir. Hakikate ulaşan bir kişi, dünya ile olan bağlarını koparır, nefsi emellerden arınır ve birliğin sırrına erişir. Artık onun için ne düşman vardır, ne de kavga. O, her şeyi O’nun tecellisi olarak görür ve O’na teslim olur. Bu teslimiyet, ona mutlak bir iç huzuru ve sükûnet bahşeder. Bu hâl, tasavvuf erbabı için en yüksek makamlardan biridir.

​Dünya Gurbeti ve Hayatın Kısa Sonu
​İktibas:
​Cümle halk ehl-i sefer dünyâ misâfir-hânedir
Bir mukîm âdem bulunmaz ne aceb kâşânedir
Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ
Pes buna mağrûr olan mecnûn değil de yâ nedir
​-Lâedrî

​Bu beyit, insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini en çarpıcı biçimde ifade eder. Şair, tüm insanların bu dünyada birer yolcu olduğunu ve dünyanın da bir misafirhane olduğunu söyler. Bu misafirhanede kalıcı hiç kimsenin bulunmadığına işaret eder. Bu durum, dünyanın ne tuhaf bir konak olduğunu gösterir.
​Hayatın hakikati, ölüm ile taçlanır. Şair, bu gerçeği ikinci beyitte daha net bir şekilde ortaya koyar: “Bir kefendir âkıbet ser-mâye-i şâh ü gedâ”. Yani, hem padişahın hem de fakirin nihai sermayesi, yani yanında götüreceği tek şey bir kefendir. Dünyevî unvanlar, zenginlikler ve makamlar ölüm karşısında hiçbir mana ifade etmez. Hükümdar da dilenci de aynı sonla karşılaşır ve aynı şekilde bir kefene sarılarak ebedî yolculuğa uğurlanır.
​Bu acımasız ve kaçınılmaz hakikat karşısında, bu fani dünyaya aldanan, kibirlenen ve gururlanan kişiye şair, “Mecnun” (deli) demekten başka bir şey bulamaz. Mecnun, hakikatten uzaklaşan, dünyevî heveslere takılıp kalan ve gerçekleri göremeyen kişidir. Bu beyit, insanlığa, gururdan ve kibirden uzak durmaları, dünyanın geçiciliğini idrak etmeleri ve asıl hedeflerinin bu fani dünyada kalıcı bir iz bırakmak değil, ahirete hazırlık yapmak olduğu mesajını verir.
​Bu muhteva, Kur’an’daki pek çok ayetle ve Risale-i Nur Külliyatı’ndaki pek çok hakikatle örtüşür. Mesela, “İnsanın fâni ömrünün baki bir ahirete sermaye olması” hakikati, bu beyit ile birebir aynı manayı taşır. Dünya, ahiretin bir tarlasıdır ve bu tarlaya ne ekilirse, ahirette o biçilir. Bu nedenle, dünya hayatı bir imtihan ve geçiş durağıdır. Bu hakikati idrak etmeyen ve dünyaya bel bağlayanlar, nihayetinde hüsrana uğrayacaklardır.

​Hülasa
​Bu makale, Osmanlı şiirinin derinliklerinden süzülmüş beş farklı beyit üzerinden, hayatın temel hakikatlerini, insanın fıtratını, fedakârlığın ehemmiyetini, vahdet bilincini ve dünyanın faniliğini izah etmektedir.
• ​Bâkî’nin beyti, hayatın gül ve bülbül gibi zıt tecellilerini, ilahi takdirin bir yansıması olarak ele alırken, her bir rolün bir hikmeti olduğunu vurgular.
• ​Lâedrî’nin beyti, dünyanın vefasızlığına karşı, sadık bir dostun kalıcı ve manevî kıymetini öne çıkarır.
• ​Ziyâ Paşa’nın beyti, nefsini feda ederek hemcinsine yardım edenlerin haşre dek anılacağını, yani gerçek ölümsüzlüğün fedakârlıkta saklı olduğunu beyan eder.
• ​Hayâlî Bey’in beyti, tasavvufî bir dille, ikilikten vahdete yükselen bir kişinin iç huzurunu ve dünyevî ihtiraslardan arınmışlığını dile getirir.
• ​Lâedrî’nin diğer beyti ise, dünya hayatının bir misafirhane olduğunu, herkesin ölüm karşısında eşit olduğunu ve bu gerçeği unutup gururlananların akılsızca davrandığını ikaz eder.
​Netice olarak, bu beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, hepsi aynı hakikate işaret ederler: Hayatın bir imtihan olduğu, fâni dünyanın geçici olduğu ve asıl gayenin manevî hakikatlere yönelerek ebedî bir saadete ulaşmak olduğu. Her bir beyit, insanı bu fani hayatta daha şuurlu olmaya, daha derin düşünmeye ve daha hikmetli davranmaya davet eden birer ahlâk ve irfan dersidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 95–

BERCESTE VE İZAHI – 95–

​1. Beyit: Yunus Emre – “Taş gönülde ne biter, dilinde ağı tüter…”
​İktibas:
​Taş gönülde ne biter dilinde ağı tüter
Nice yumuşak söylese sözü savaşa benzer
(Yunus Emre)

​Makale:
Yunus Emre’nin bu müstesna beyti, insan ruhunun ve kalbinin söz üzerindeki derin tesirini fevkalade bir şekilde ifâde eder. Gönül, insan şahsiyetinin, hislerinin ve maneviyatının merkezi gibidir. Gönül bir bahçe gibidir; eğer bu bahçede muhabbet, merhamet ve şefkat tohumları yeşerirse, dilden çıkan sözler de latif ve hayat verici olur. Ancak bu beyitteki gibi, gönül taşlaşır, katılaşır ve hissizleşirse, dilden çıkan her kelime zehirli bir hançer yahut bir kurşun misali yaralayıcı olabilir.
​Taş gönül, gafletin, kibrin ve katılaşmış ruhun sembolüdür. Bu gönül, başkalarının dertlerine kayıtsız kalır, sevgiye, şefkate ve merhamete kapalıdır. Böyle bir kalbe sahip olan kişi, ne kadar tatlı ve yumuşak bir dille konuşmaya çalışsa da, sözlerinin özündeki zehir, yani “ağı,” konuşmalarına sızar. O yumuşak görünüşlü sözler, aslında bir savaş narası gibi karşı tarafı rencide eder, yaralar ve düşmanlık tohumları eker. Zira samimiyetten mahrum bir dil, kalbin hakikatini gizleyemez. O dil, kalbin aynasıdır; kalpte ne varsa, dil onu dışarı vurur. Bu durum, Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Bedende bir et parçası vardır, o düzeldiğinde bütün beden düzelir, o bozulduğunda bütün beden bozulur. Dikkat edin, o kalptir” hadis-i şerifinin bir teyidi gibidir.
​Bu beyit, insanlara bir ibret levhası sunar: Dilimizden çıkan sözlerin tesirini kontrol etmek istiyorsak, evvela kalbimizi terbiye etmeliyiz. Kalbi kibirden, hasetten, kin ve nefretten arındırmalı, oraya sevgi, merhamet ve müsamaha ekmeliyiz. Bu manevî temizlik olmadan, dilden dökülen her kelime, en güzel sözler bile olsa, kaba ve yaralayıcı bir mana ihtiva eder. Nitekim Yunus Emre de başka bir beytinde “Söz ola kese savaşı, söz ola kestire başı” diyerek sözün kudretine işâret etmiştir. Ancak bu kudret, ancak temiz ve arınmış bir kalpten neşet ettiğinde müspet bir netice verir. Dolayısıyla, gönlümüzü yumuşatmak, dilimizi güzelleştirmenin yegâne yoludur.

​2. Beyit: İkbâl (2. Mustafa) – “Vakt-i seherde dâdımız / Arşa çıkar feryâdımız…”
​İktibas:
​Vakt-i seherde dâdımız
Arşa çıkar feryâdımız
Cürm ü hatâ mu’tâdımız
“Yessir lenâ hayre’l-umûr”
(İkbâl (2. Mustafa))

​Makale:
Bu beyit, bir sultanın, bir devlet adamının manevî derinliğini ve Rabbine olan niyazını ifâde etmesi bakımından fevkalade bir kıymet taşır. İkinci Mustafa’nın, bir Padişah olmasına rağmen, nefsini terbiye etme ve acizliğini itiraf etme çabası, makam ve mevkiden ziyade imanın ve kulluğun ehemmiyetini ortaya koyar. Beyitteki “seher” vakti, sükûnetin, tefekkürün ve manevî âlemlere açılan kapının sembolüdür. En tatlı uykuların ve en derin sessizliğin vakti olan seherde, bu dünya sultanının gönlünde kopan feryadın, Arş’a kadar yükseldiğini belirtmesi, O’nun ne denli içten bir duâya sahip olduğunu gösterir.
​Ancak bu duâda hüzünlü bir itiraf da vardır: “Cürm ü hatâ mu’tâdımız.” Yani, günah ve hatalarımız, ne yazık ki, alışkanlık haline gelmiştir. Bu itiraf, beşerî acziyetin, nefsî zaafın ve günaha karşı direnememe halinin açık bir beyanıdır. Bir sultanın, hem de en yüksek makamda iken, bu denli alçakgönüllü bir şekilde günahlarını itiraf etmesi, hakiki kulluğun ve tevbenin bir timsalidir. O, nefsine güvenmektense, Rabbinden yardım talep etmeyi seçmiştir.
​İşte bu itirafın akabinde, beyitin son mısrası, bu derin hüzne bir umut ışığı ve bir çözüm sunar: “Yessir lenâ hayre’l-umûr.” Bu, bir Kur’an-ı Kerim âyetinin (Mü’minûn Sûresi, 51) veya duâsının bir parçasıdır ve “Bize işlerin hayırlısını kolaylaştır” manasına gelir. Bu duâ, sadece günahların affını değil, aynı zamanda gelecekteki hayatta ve işlerde de doğru ve hayırlı olanı yapma gücünü istemektir. Bu beyit, bize makam ve mevkî ne olursa olsun, insanın en nihayetinde aciz bir kul olduğunu, hatalara düşebileceğini ve bu hatalardan kurtulmanın yegâne yolunun daima Allah’a sığınmak ve O’ndan yardım dilemek olduğunu hatırlatır. İnsan, ne kadar güçlü ve kudretli olursa olsun, manen zayıftır ve bu zayıflığını idrak ettiği an, gerçek manevî kudreti elde etmeye başlar.

​3. Beyit: Fa’iz – “Ne kesb-i mâl için sa’y u ne câha rağbetim vardır…”
​İktibas:
​Ne kesb-i mâl için sa’y u ne câha rağbetim vardır
Kanâ’at çok yaşasın, onun sâyesinde râhatım vardır
(Fa’iz)

​Makale:
Fa’iz’in bu beyti, dünya malı ve makam sevdasına kapılmış günümüz insanına derin bir hikmet dersi verir. “Kesb-i mâl”, yani mal kazanma gayreti ve “câh”, yani makam, şöhret veya mevki, insanlık tarihi boyunca çoğu zaman huzursuzluğun ve hırsın kaynağı olmuştur. Beytin ilk mısrası, şairin bu iki dünya kaygısından, yani mal ve makam hırsından uzak durduğunu ifâde eder. Bu, bir tür zühd ve dünyaya karşı takınmış bir mesafeli duruşun beyanıdır. Zira dünya malı ve makam, ne kadar elde edilirse edilsin, çoğu zaman doyurulamayan bir hırsı tetikler. İnsan birine kavuştuğunda, gözü hemen bir sonrakine dikilir. Bu sonsuz koşu, insanı sürekli bir yorgunluk ve huzursuzluk hâlinde bırakır.
​Beyitin ikinci mısrası ise bu huzursuzluğa karşı şairin bulduğu çözümü ve huzur kaynağını gösterir: “Kanâ’at çok yaşasın, onun sâyesinde râhatım vardır.” Kanaat, elde olanla yetinme, şükretme ve bu hâlden memnun olma duygusudur. Kanaat, bir şuur hâlidir; azla yetinme ve huzuru dış dünyada değil, kendi iç âleminde bulma erdemidir. Fa’iz’e göre, bu huzur, en büyük servetten ve en yüksek makamdan daha kıymetlidir. Zira kanaat, malın azlığında yahut çokluğunda değil, kalbin tatmininde ve ruhun sükunundadır. Bu sebeple “Kanaat tükenmez bir hazinedir” sözü, bu düşüncenin en veciz ifadesidir.
​Tarihî ve ibretli bir nazarla bakıldığında, nice hükümdarın, nice zenginin, makam ve servet hırsı sebebiyle huzursuz bir hayat yaşadığına şahid oluruz. Zenginliklerinin ve güçlerinin zirvesinde iken bile, daha fazlasına duydukları arzu, onları bir türlü tatmin etmez. Öte yandan, nice dervişin, nice sade hayat süren kişinin, kanaat ve tevekkül sayesinde ruhi bir huzur içinde yaşadığını görürüz. İşte bu beyit, bizlere hayatın hakiki gayesinin mal-mülk ve şan-şöhret peşinde koşmak değil, iç huzuru ve manevî doyumu yakalamak olduğunu hatırlatır. Zira dünya geçicidir, en değerli servet ise kalbin huzurudur.

​4. Beyit: Bâkî – “Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız…”
​İktibas:
​Fermân-ı aşka cân ile var inkıyâdımız
Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız
(Bâkî)

​Makale:
Bâkî’nin bu beyti, tasavvufî ve imanî bir duruşun en nadide örneklerinden biridir. Beyit, insanın Rabbine karşı takınması gereken teslimiyet ve tevekkül hâlini veciz bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrasında geçen “Fermân-ı aşk”, Allah’ın kulları için takdir ettiği, sevgi ve ilahî irade ile belirlenmiş olan her şey manasına gelir. “İnkıyâd”, boyun eğme ve teslim olma demektir. Şair, Allah’ın takdirine, yani “aşkın fermanına” can-ı gönülden boyun eğdiklerini, bu takdire karşı en ufak bir direniş göstermediklerini ifade eder.
​Bu beyit, İslâm tasavvufunda önemli bir yer tutan rıza makamına işâret eder. Rıza, başa gelen her ne olursa olsun, onu Allah’tan bilip şikâyet etmeme ve hatta memnuniyetle karşılama hâlidir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine ilahî hikmete duyulan derin bir güvenin ve imanın neticesidir. Eğer bir dert, bir sıkıntı, bir musibet gelirse, bu, kulun imtihanıdır ve Allah’ın bir takdiridir. Mü’min, bu takdire karşı isyan etmez, feryat etmez. Bilakis, bu durumun ardında bir hayır ve hikmet olduğunu bilir. Zira Kur’an-ı Kerim’de “Olur ki, hoşunuza gitmeyen bir şey, hakkınızda hayırlı olur” (Bakara, 216) buyrulmuştur.
​Beyitin ikinci mısrasında bu teslimiyet, daha da kuvvetli bir şekilde pekiştirilir: “Hükm-i kazâya zerre kadar yok inâdımız.” “Kaza”, Allah’ın ezelî ilminde takdir ettiği her şeydir. “İnâd” ise inatlaşma, karşı gelme demektir. Şair, İlâhî kazaya, yani Allah’ın takdirine, kıl kadar dahi bir karşı gelme ve itiraz etme hissine sahip olmadıklarını belirtir. Bu, imanın zirve noktasıdır. Zira insan, kendi nefsî arzularına ve sınırlı aklına göre en iyi kararları verdiğini zannederken, Allah’ın her şeyi kuşatan ilmi ve hikmeti, bazen istenmeyen hadiselerin bile en hayırlı sonuçları doğurabileceğini gösterir. Bu beyit, bize kadere iman etmenin ve Allah’ın takdirine boyun eğmenin, ruhsal huzura ve gerçek manevî kudrete ulaşmanın yegâne yolu olduğunu anlatır.

​5. Beyit: Neylî – “Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân verir”
​İktibas:
​Hîleyle iş gören kişi mihnetle cân verir
(Neylî)

​Makale:
Neylî’nin bu kısa ve özlü beyti, hile ve aldatma üzerine kurulu hayatların kaçınılmaz sonunu tasvir eden, derin bir ahlakî ve manevî uyarıdır. “Hîleyle iş gören kişi”, yani işlerini dürüstlükten, doğruluktan ve adaletten uzak, aldatmaca ve desise ile yürüten insandır. Bu tip kişiler, kısa vadede menfaat elde ettiklerini zannetseler de, kurdukları bu yapının temelinde yatan sahtelik, eninde sonunda kendilerine döner. Beyitteki “mihnetle cân verir” ifadesi, sadece fizikî bir ölümden bahsetmez; bu, aynı zamanda ruhsal bir ızdırabın, vicdanî bir azabın ve toplumsal bir dışlanmışlığın neticesidir.
​Hile, bir aldatmacadır. Hileyle iş yapan, kendi vicdanını aldatır. Başlangıçta bu aldatmaca tatlı görünebilir, kısa süreli kazançlar getirebilir. Ancak hilekârlık, bir yılanın zehri gibidir; önce yavaşça bedeni sarar, sonra bütün bir hayatı zehirler. Hileyle elde edilen mal, makam veya başarı, ne bir huzur verir ne de bir tatmin. Aksine, o kişi sürekli bir endişe ve korku içinde yaşar: “Acaba bu hilem ortaya çıkar mı?”, “Ne zaman maskem düşer?”. Bu endişe, içte bir mihnet, yani sıkıntı ve eziyet kaynağıdır.
​İnsanlık tarihi, hileyle iktidara gelen nice zalimin, en nihayetinde hem dünyada hem de ahirette bedelini ödediğini gösteren ibretli hikâyelerle doludur. Hileyle iş yapan, bir süre sonra güvenini kaybeder, dostları tarafından terk edilir ve tek başına kalır. Bu yalnızlık ve dışlanmışlık, onun en büyük mihnetidir. Son nefesinde bile, bu vicdanî yükün ağırlığıyla boğuşur ve huzur içinde ölemez. Bu beytin muhtevası, Kur’an-ı Kerim’deki “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve doğru sözlülerle birlikte olun.” (Tevbe, 119) ve “Dürüst olun ki kazanasınız.” (İbn Mâce, Ticaret, 5) gibi ayet ve hadislerin manasıyla örtüşür. Hile, bir mü’mine yakışmaz. Hakiki hayat, dürüstlük, doğruluk ve samimiyet üzerine kuruludur. Neylî, bu beytinde, bir ahlak ve vicdan manifestosu sunarak, insanları doğru ve erdemli bir hayat yaşamaya davet eder.

​Özet:
​Beyitler, farklı şairler tarafından farklı zamanlarda yazılmış olsa da, ortak bir manevî ve ahlakî eksende birleşir. Yunus Emre’nin beyti, dilin kalpten neşet ettiğini ve kalbin temizliğinin sözün tesirini belirlediğini vurgular. İkinci Mustafa’nın duası, en yüksek makamdaki bir kişinin dahi, günahlarını itiraf edip Allah’a sığınmasının ehemmiyetini ortaya koyar. Fa’iz, kanaatin mal ve makam hırsından daha değerli bir huzur kaynağı olduğunu belirtirken, Bâkî ise kader ve kazaya iman etmenin, ruhsal huzura ulaşmanın anahtarı olduğunu ifade eder. Son olarak Neylî, hileyle iş yapanların iç huzurdan mahrum kalacağını ve hayatlarının sonunun sıkıntılı olacağını hatırlatarak, dürüstlüğün ehemmiyetini dile getirir. Bu beyitler, dünya hayatında huzuru, manevî zenginliği ve doğru bir ahlakı arayanlara rehberlik eden müstesna nasihatlerdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025