BERCESTE VE İZAHI – 125–

BERCESTE VE İZAHI – 125–

​Makale
​BEYİT 1: YÛNUS EMRE – Dilin Hikmeti ve Sözün Fazileti
​Yunus Emre’nin o meşhur mısrası, dilin gücünü ve sözün ehemmiyetini en güzel biçimde tasvir eder:
​”Keçeli bilen kişinin yüzüni ağ ide bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ide bir söz”

​Bu mısra, sözün faziletine işaret eder. Birinci mısra, “söz söylemesini bilen kişinin sözü, yüzünü ak eder” buyurur. Bu beyit, dilin insan üzerindeki zahiri ve derûnî tesirini açıkça ortaya koymaktadır. Zira insan, söylediği sözlerle itibar kazanır veya kaybeder. Doğru ve yerinde söylenmiş bir kelam, kişinin şahsiyetini yüceltir, toplum içindeki mevkiini pekiştirir ve ona güvenilirlik kazandırır. Bu, sadece bir laf değil, aynı zamanda kişinin iç dünyasının bir ön planıdır. Aksi takdirde, düşüncesizce sarf edilen bir söz, insanın itibarını zedeler, yüzünü kara çıkarır ve onu zor vaziyetlere sokabilir. Nitekim ecdadımız, “Söz ağızdan çıkmadan önce kulunuz, çıktıktan sonra ise efendinizdir” diyerek bu hakikate işaret etmiştir.
​İkinci mısra ise bu hakikati bir adım ileri götürerek, “Sözü pişirip olgunlaştırarak söyleyen kişinin bir sözü ise işini sağ eder, yoluna koyar” demektedir. Sözü pişirmek, kelimeleri olgunlaştırmak, onları iyice düşünmek, tartmak ve öylece dile getirmektir. Bu, bir nevi kalpten süzülmüş, akıl süzgecinden geçmiş ve en doğru zamanı beklemiş sözdür. Bu tür bir söz, sadece kişinin itibarını korumakla kalmaz, aynı zamanda zor durumlarda kurtarıcı bir rol oynar, işlerin çözülmesine vesile olur ve hayatta başarıya giden yolu açar. Yunus Emre, bu mısralarıyla bizlere, her kelimenin bir emanet olduğunu, bu emaneti en iyi şekilde korumamız ve kullanmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.

​BEYİT 2: FENNÎ – İbret Nazarı ve Hikmet Arayışı
​Fennî’nin bu derin düşünceyi ihtiva eden mısrası, insanın tabiatındaki yetenekleri geliştirmesi ve hayattaki her şeyden ibret alması gerektiğini vurgular:
​”Sen çalış çeşminde istidâd peydâ etmeye
Ârife âyîne-i ibret-nümâdan çok ne var”

​Bu mısra, insanın hayat bağlantısındaki gayesini ve bu gayeye nasıl ulaşacağını tasvir eder. Birinci mısra, “Ey insan! Sen gözünde bir kabiliyet geliştirmeye bak. Onu daha iyi görebilir bir hale getirmeye çalış” der. Burada geçen istidâd peydâ etme, sadece zahiri görme yeteneğini değil, aynı zamanda derûnî bir bakış açısı, yani bir şeyin ardındaki hakikati ve mânâyı görebilme kabiliyetini de ihtiva eder. Bu, tabiata, insana, hadiselere karşı bir ibret nazarı geliştirmektir.
​İkinci mısra bu durumu daha da açıklar: “Allah’ın sırları kendisine açılmış ve manevi gerçekleri görüp anlayan bir ârif için bu dünyadaki pek çok şey ibret vesilesidir. Ârife bu dünyada ibretten çok ne var?” Gerçekten de, hikmet nazarıyla bakan bir ârif için, tabiatın her bir zerresi, yaşanan her hadise ve her türlü hadise bir ibret levhasıdır. Her biri, yaratanın kudretine, sanatına ve hikmetine işaret eder. Bu açıdan, her düşen yaprak, her açan çiçek, her doğan ve batan güneş, bir ibret vesilesidir. Fennî’nin bu mısraı, bize, hayatı sadece bir seyirci olarak değil, bir öğrenci olarak yaşamamız gerektiğini, her anın ve her olayın bize öğreteceği bir şey olduğunu hatırlatır.

​Özet
​Bu makalede, divan ve halk edebiyatımızın seçkin beyiti ele alınmış, her biri kendi özel bağlantısı içinde izah edilmiştir. Yunus Emre, sözün insanı yücelten ve işleri yoluna koyan gücüne işaret ederek, dilin faziletini vurgulamıştır. Fennî, hayattaki her şeyden ibret alma ve bir şeyin ardındaki hikmeti görme kabiliyetini geliştirmenin ehemmiyetini dile getirmiştir. Son olarak, Bu beyitler, dilimizin ve edebiyatımızın ne kadar zengin olduğunu ve her bir mısraın derin bir hikmet ve anlam ihtiva ettiğini gözler önüne sermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 123–

BERCESTE VE İZAHI – 123–

​Hikmet ve Edeb Deryasından Damlalar: Beyitlerin Derûnî İzahı
​1. Niyâz ve Sabır Bağlantısı: Düşmanlara Pay Bırakmamak
​İlk beyit Niyazi Mısri’ye ait olup, tabiatın ve hayatın hakikatini tasvir etmektedir. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hengâm-ı visâl âkıbet ağyâra da kalmaz
Encâma erer mevsim-i gül hâra da kalmaz

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insan hayatındaki kavuşma ve mutlu anların, bir nevi “visâl mevsimi” olarak telakki edilmesi gerektiği hikmetini taşır. Tıpkı baharın nihayetinde güllerin açması gibi, visâl vakti de muhakkak bir neticeye erer. Bu kavuşma anı ve onun getirdiği fazilet, düşmanların yani “ağyârın” eline düşmez. Visâl, ancak ona sabırla ve sebatla erişenlerin nasibidir. İkinci mısra, bu fikri tabiat kanunlarıyla pekiştirir. Gül mevsimi (mevsim-i gül), baharın zirvesini ve nihayetinde sona ereceğini ifade eder. Bu güzellik, dikenlere (hâr) kalmaz; yani o güzelliği zedeleyecek ve ondan istifade edemeyecek olanlara ait değildir. Bu, hayatın imtihanlarla dolu olduğu ve hakiki fazilet ve güzelliklerin, onlara lâyık olmayanlar tarafından gasbedilemeyeceği gerçeğini işaret eder. Mevlâ, visâl ehlini korur ve bu visâli ancak temiz kalplere bahşeder. Makam ve mevki gibi dünya nimetleri de aynı şekilde gelip geçicidir. Bu fani hayatın hakikatine nazar edildiğinde, insanın visâli, yani Hakka vuslatı gaye edinmesi lüzumu anlaşılır.

​2. Fâkirliğin Fazileti ve Hayâlî Bey’in Hikmeti
​Beyit, divan şairi Hayâlî Bey’e aittir. Bu beyit, fakirliğin zahirî bir yoksunluk değil, bilâkis bir fazilet olabileceği düşüncesini tasvir eder. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hayâlî fakr şâlına çekenler cism-i uryânı
Anınla fahr ederler atlas u dîbâyı bilmezler

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, bir zühd ve kanaat düşüncesi taşır. Hayâlî Bey, “fakr şâlına” yani fakirlik pûşîdesine, elbisesine bürünenlerin, yani yokluk içinde yaşayanların, bedenlerini çıplaklıktan koruyan bu halleriyle fahrettiklerini söyler. Bu fakirler, atlas ve ipek gibi kıymetli kumaşları bilmezler; çünkü onların kalbi, maddî zenginliklerin ötesinde bir fazilete ve rızaya erişmiştir. Bu, dünya malına tamah etmeyen, elindekiyle kanaat eden ve nefsini terbiye eden insanların halidir. Onlar için asıl fazilet, dünya nimetlerinin geçici cazibesinden uzak kalmaktır. Bu beyit, tasavvufî bir yaklaşım sergileyerek, zenginliğin sadece maddi şeylerde aranmaması, asıl zenginliğin gönül zenginliği ve kanaat olduğu hikmetini öğretir. Bu durum, günümüzde dahi geçerli olan bir düşüncedir: Gerçek huzur ve mutluluk, sahip olunan eşyalarda değil, kişinin iç huzurunda ve kanaatkâr enaniyetindedir.

​3. Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan Tevekkül Dersi
​Son beyit, İslâm düşünür ve mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne aittir. Bu beyit, hayatın en büyük hakikatlerinden biri olan tevekkül ve kaza-i ilahîyi izah eder. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Ârif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ünlü kasidesinin bir parçasıdır ve hayatın her ânına tevekkülle bakılması gerektiğini ifade eder. “Hak şerleri hayr eyler” mısraı, Rabbimizin, bizce kötü görünen (şer) hadiseleri dahi, nihayetinde bir hayra (iyiliğe) çevirdiğini beyan eder. Bu, aklımızın ve bakışımızın sınırlı olduğunu ve Rabbimizin hikmetini tam olarak kavrayamayacağımızı gösterir. “Zannetme ki gayr eyler” diyerek, bu hakikatin aksini düşünmenin bir yanılma olduğunu hatırlatır. Hakikî arif (bilge) kişi, bu durumu bir tenkid ve şikayet vesilesi olarak görmez, bilâkis O’nun fiillerini bir hikmet ve fazilet nazarıyla “seyr” eder. Bu bakış açısı, insana sabır ve teslimiyet kazandırır. Kasidenin son mısraları, bu düşüncenin özetidir: “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” Bu ifade, bir müminin, başına gelen her hadiseye karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde olması gerektiğini vurgular. Bu hikmet, Kur’an’ın Bakara Sûresi 216. Ayetinde geçen: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olur. Allah bilir de siz bilmezsiniz…” hakikatini teyit eder. Bu beyit, insanın kendi acizliğinin farkında olması ve İlahi kudrete sarsılmaz bir imanla bağlanması gerektiğini öğretir.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede, farklı beyit üzerinden hayatın ve maneviyatın farklı açılarından hikmetli ve düşündürücü tasvirler yapılmıştır. İlk beyit, visal ve sabrın faziletini, her güzelliğin lâyık olana nasip olacağını vurgular. İkinci beyit, fakirliğin maddi bir yoksunluk değil, bilâkis manevi bir zenginlik ve kanaat hali olduğunu gösterir. Son beyit ise, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ifadeleriyle, hayatın her olayına tevekkülle bakılması, Rabbimizin her işinin bir hikmete binaen ve nihayetinde hayırla neticelendiği gerçeğini öğretir. Bu beyitlerin her biri, insanın enaniyetini terbiye etmesi ve Rabbine tam bir teslimiyetle bağlanması gerektiğini öğütleyen derinlikli dersler ihtiva eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 122

BERCESTE VE İZAHI – 122

​Fazilet Yolu: İnsanın Enaniyetinden Hayatın Hikmetine
​Hayat, kimi zaman gürültü içinde savrulan, kimi zaman ise sükûnetin derinliklerinde kaybolan bir yolculuktur. Bu yolculukta insan, pek çok dert, tasavvur ve gayretle karşılaşır. Ancak hakiki faziletin ve hikmetin nerede saklı olduğunu idrak etmek, bu yolculuğun en mühim gayesidir. Beyitler, bu gayeye ulaşmak için bize ışık tutmaktadır.

​1. Açı: İnsanın Dışavurumu ve Derûnî Sükûneti
​Neyzen Tevfik’in şu beyitleri, insanın haysiyet ve onur meselesini ele alır:
​”Her ne yap yap becerip izzet-i nefsinle geçin
Kimseden bekleme yardım iki el bir baş için”

​Bu beyit, insanı enaniyetin ve zahiri destek arayışının ötesine geçmeye dâvet eder. Hakiki izzet-i nefis, başkalarının nazarından gelecek yardımla değil, bizzat kişinin kendi gayretiyle kazanılır. Bu mısralar, bize başkalarına muhtaç olmadan, kendi emeğimizle hayatımızı idâme etmemiz gerektiği düşüncesini telkin eder. Tarih boyunca nice büyük zatlar, bu düsturla hareket etmişlerdir. Zira bilirler ki, cihan şümul bir faziletin isbatı, kişinin kendine olan itimadıdır. Başkasının eline bakan, kendi iradesinden feragat eden bir insan, zamanla kendi kimliğini ve şahsiyetini yitirir. Bu beyit, aynı zamanda bizi tabiatın işleyişi hakkında düşündürmektedir: Her canlı kendi hayatını idâme ettirmek için mücadele eder. İnsan da bu mücadelenin bir parçasıdır.

​2. Açı: Kelâm ve Sükûtun Hikmeti
​Nâbî’nin aşağıdaki beyiti, konuşmanın ve susmanın inceliklerini tasvir eder:
​”Olur insânda zebân bir iki gûş
Sen dahi söyle bir ol iki hâmûş”

​Bu beyit, insanda bir dilin ve iki kulağın olmasının derin bir hikmetini ön plana çıkarır. Bu zıt gibi görünen durum, aslında hayatın en mühim derslerinden biridir: Duyma, konuşmaktan daha mühimdir. Nâbî, bize çok konuşmak yerine çok dinlememizi tavsiye eder. Bir insanın söylediklerinden daha çok, duyduklarıyla olgunlaştığına işâret eder. Hayatın içinde pek çok yanılma ve zıtlıklar vardır. İnsan bu zıtlıkları, çok konuşarak değil, sükûnetle dinleyerek ve idrak ederek aşar. Sükût, sadece susmak değil, aynı zamanda nazar etmektir, tefekkür etmektir. Bir düşünce âlimi, “Hakikati öğrenmek istiyorsan, kelâmdan çok sükûta kulak ver” demiştir. Bu mısra, edebî bir nazardan ziyade, insanı derûnî bir tefekkür ve hikmet yoluna dâvet eder.

​3. Açı: Sanat ve Kemalâtın Esası
​Lâedrî’ye ait olan bu beyit, bir işin yapısında bulunan mükemmelliğin anahtarını verir:
​”Tahsil-i kemâlât kem âlât ile olmaz”

​Bu mısra, bize “eksik veya kötü âletlerle mükemmel işler elde edilemeyeceği” düşüncesini telkin eder. Bu, sadece bir sanat veya meslek için değil, hayatın tamamı için geçerli bir kaidedir. Bir öğrencinin bilgiye tahsil etmesi, bir sanatkârın mükemmel bir eser ortaya koyması, hatta bir insanın kendi nefsini terbiye etmesi bile ancak kaliteli âletlerle mümkündür. Bu âletler, sadece maddî unsurları değil, aynı zamanda manevî ve derûnî unsurları da ihtiva eder: Doğru bilgi, sağlam bir irade, faziletli bir ahlâk gibi. Eğer bir işin muhtevası bozuksa, neticesi de bozuk olur. Bu beyit, bizi, her ne iş yaparsak yapalım, o işin kalitesine ehemmiyet vermeye ve kaliteden taviz vermemeye dâvet eder.

​4. Açı: Hayatın Güzelliği ve Hüzün
​Keçecizâde İzzet Molla’nın beyiti, hayatın beklenmedik tecellîlerini tasvir eder:
​”Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehi gülsitân harâb”

​Bu beyit, bizleri hayatın zıt ve aykırı yanlarını görmeye dâvet eder. “Bahâr mevsimine geldik ki âlemde bülbül susmuş, havuz boşalmış ve gülistan harap olmuş” der. Bahar, umûmiyetle hayatın tazelendiği, kuşların şakıdığı bir mevsimdir. Ancak şâir, bu tabiat tasvirini tam tersi bir şekilde yapar. Bu beyit, hayatta her şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığını, bazen en güzel zamanlarda bile iç derinlikte bir hüznün ve boşluğun olabileceğini tasvir eder. Bu durum, bize hem tefekküre hem de tebessüm etmeye dâvet eder: Her anın kendine mahsus bir muhtevası vardır. Bu muhteva, bazen neşeyi, bazen hüznü, bazen de hem neşeyi hem de hüznü bir arada ihtiva edebilir.

​5. Açı: Hakiki Gayenin Peşinde
​Yûnus Emre’nin bu mısraları, insanın bu dünyadaki varlık sebebini tasvir eder:
​”Ben gelmedim da’vî için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim”

​Bu beyit, insanın bu dünyaya gelmesinin asıl gayesinin tartışma ve çekişme olmadığını, aksine sevgi ve muhabbet olduğunu ön plana çıkarır. Yûnus, “Ben iddiâ için değil, sevgi için geldim” der. Hayatın en kıymetli hazinesi olan gönüller, sevgiyle ve muhabbetle imâr edilir. İnsanların en büyük fazileti, başka bir insanın gönlüne dokunabilmesidir. Zira Allah Teâlâ’nın tecelli edeceği yegâne mekân, insanın gönlüdür. Bu beyit, bizi enaniyet ve kavgadan uzak durmaya, bunun yerine başka insanların gönüllerini kazanmaya ve bu sayede kendi gönlümüzü de zenginleştirmeye dâvet eder. Bu, hayatın ve düşüncenin en mühim hikmetlerinden biridir.

​Makalenin Hülasası
​Hayat, insanın derûnî bir yolculuğudur. Neyzen Tevfik’in beyiti, bu yolculukta kişinin kendi haysiyetine sahip çıkmasını ve başkalarına muhtaç olmadan ayakta durmasını telkin eder. Nâbî, kelâm ve sükûtun dengesini tasvir ederek, dinlemenin konuşmaktan daha büyük bir fazilet olduğunu telkin eder. Lâedrî, her işte kalitenin esas olduğunu ve kaliteli neticelerin ancak kaliteli âletlerle elde edilebileceğini ön plana çıkarır. Keçecizâde İzzet Molla ise hayatın zıtlıklarını tasvir ederek, en güzel anlarda bile hüznün ve boşluğun olabileceğini belirtir. Ve son olarak Yûnus Emre, bu dünyaya gelişimizin en mühim gayesinin iddialar ve dâvâlar değil, gönüller yapmak olduğunu ve hakiki faziletin sevgi ve muhabbette saklı olduğunu telkin eder. Bu kıymetli beyitler, insanın hayatını mana ve hikmetle doldurabilmesi için birer rehberdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 121–

BERCESTE VE İZAHI – 121–

​İrfân ve Âriflerin Fazileti: Ne Yapmalı, Ne Yapmamalı?
​Birinci beyit: Lâedrî’den
​Olanlar ni‘met-i irfân ile dil-sîr ü perverde
​Le’îme arz-ı hâcetden olur vâreste her yerde

​İzah: Bu mısralar, irfân ni’metiyle gönülleri doygun ve terbiye olmuş âriflerin, bayağı insanlardan taleplerde bulunmaktan kurtulduklarını tasvir ediyor. Bu, mânevî bir doygunluğa erişmiş kişinin, maddî ihtiyaçlarını veya mânevî hâllerini sıradan insanlara anlatma gereği duymadığını gösterir. Zira, bu tür bir arz-ı hâl, hem mânevî hazneyi israf eder hem de muhatabın sığ bakışından dolayı bir fayda sağlamaz. Ârif, kendi iç dünyasının zenginliğiyle kifayet eder ve dışa bağımlılıktan zahiri olarak da, derûnî olarak da azade olur. O, faziletin kaynağını kendi ene’sinde değil, kalbinin inceliğinde ve tefekküründe bulur. Bu da onu, bayağılığın getirdiği kederden ve enaniyetin tuzağından kurtarır.

​Gerçek Huzurun Sırrı: Kanaat ve Bağımsızlık
​Beyit: Hazret-i Mevlânâ’dan
​Ân kes ki zi-çerh nîm-nânî dâred
​Vez-behr-i mokâm âşyânî dâred
​Nî tâlib-i kes boved, ne matlûb-i kesî
​Gû: Şâd bezî ki hoş cihânî dâred

​İzah: Hazret-i Mevlânâ, bu mısralarda hayatın temel huzurunun neye bağlı olduğunu hikmetli bir şekilde anlatıyor. “Kime ki felekten yarım ekmek nasip olmuşsa, ve barınmak için bir yuvası varsa…” diye başlar. Bu, asgari düzeyde geçimini sağlayan, kanaatkâr insanın hâlidir. O insan, kimseden bir şey talep etmez, kimsenin de talebine boyun eğmez. Ne isteyicidir, ne de istenen. İşte bu bağımsızlık ve kanaatkârlık onu kimseden beklenti içine girmekten kurtarır. Bu, enaniyetin ve dünyaya olan bağımlılığın getirdiği sıkıntıların tamamen dışında bir durumdur. Böylesi bir insan için “Şâd yaşa ki, ne hoş bir âlemin var!” denilir. Zira onun mutluluğu, dış etkenlere değil, kalbinin derûnî zenginliğine ve hayatın kendisine olan şükrüne bağlıdır. Bu beyit, faziletin ve düşüncenin insanı nasıl bir huzura kavuşturduğunu isbat eder.

​Makalenin Özeti
​Bu makale, farklı berceste beyitten hareketle, hayatın ve insanlığın temel açılarını ele almaktadır. İlk olarak, irfân ile doygunluğa erişmiş âriflerin, zahiri bağımlılıklardan nasıl kurtulduğunu ve fazilet kazandığını gösterdik. Ardından, Son olarak Hazret-i Mevlânâ’nın hikmetli beyiti, hayatın maddî beklentilerden ziyade, derûnî bir kanaat ve bağımsızlıktan geçtiğini vurgulayarak makaleyi tamamladı. Bu beyitler, irfânın insanı nasıl yücelttiğini, enaniyetin ve yanlış inançların tuzaklarından koruduğunu, hayatın hakiki mânasını ise sadece derûnî zenginlikle bulunabileceğini tasvir etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 120–

BERCESTE VE İZAHI – 120–

​Hayatın Akışı ve Kaderin Sırrı
​”Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Gafil olma akıbet bir yer yer seni”
“Seni yer yer gezdiren, dolaştıran kısmetindir. Gafil olma! Bir gün seni de yiyecek ve kabre gireceksin.”

​İnsanoğlunun hayat yolculuğu, tıpkı bir nehrin akışı gibidir. Bu akış, bilinmez vadilerden, sarp kayalıkların arasından ve bazen de engin ovalardan geçer. Her birimizin bu yolda yürümesi, yeni menzillere varması, farklı hadiselerle karşılaşması, birer kısmet ve kader cilvesidir. Şair, bu hikmetli mısralarıyla bize bu gerçeği tasvir ederken, aynı zamanda mühim bir ihtar da verir.
​Bazen hayatın akışı bizi hiç beklemediğimiz yerlere sürükler. Planlarımızın dışında gelişen olaylar, bize yeni kapılar açar veya bazen de bizi bir çıkmaza sevk eder. Bu durumlar karşısında enaniyetimiz, her şeyi kontrol etme vehmine kapılır ve bu akışı kabullenmekte zorlanırız. Oysa, tabiatın ve kainatın her zerresinin bir nizam ve intizam içinde hareket ettiğini idrak etmeliyiz. Her rüzgarın bir yönü, her damlanın düşeceği bir zemin vardır. Bizim de hayatımız, biz farkında olmasak da, ilahi bir takdirin çizdiği yolda ilerler.
​Fakat şairin en mühim uyarısı, beyitin ikinci mısraında saklıdır: “Gafil olma akıbet bir yer yer seni.” Bizi gezdiren, dolaştıran kısmetimiz olduğu gibi, son durak da bizi beklemektedir. Bu, hiç kimsenin kaçamayacağı, er ya da geç varacağı o son menzildir: kabir. Hayatın bu bitimsiz koşuşturması içinde, varacağımız son noktayı unutmak en büyük yanılmadır. Mal, makam, şöhret gibi geçici değerlerin peşinde koşarken, her şeyin bir sonu olduğunu ve o sonun bizleri beklediğini idrak etmemiz elzemdir. Zira asıl gaye, ebedi hayata hazırlanmak ve kabre yüz akıyla girmektir. Bu beyit, bize hayatı tam manasıyla yaşarken, bir yandan da ahirete nazar etmemiz gerektiğini hatırlatır.

​Hakikatin Derûnî Yüzü
​”Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş”
“Dostun yüzünü görmek için sağa sola bakıp duruyordum. Ben onu dışarıda arıyordum, oysa o canımın içinde can imiş.”

​Bu mısralar, mutasavvıfların en mühim kaidelerinden birini dile getirir: Hakikatin, dış veya zahiri dünyada değil, insanın kendi derûnî aleminde saklı olduğu. Niyâzî-i Mısrî, Dost’a, yani Cenab-ı Hakk’a kavuşmak için zahiri sebeplerin peşinden koşan bir dervişin halini tasvir eder. O, Dost’u dışarıda, yani tabiatta, insanlarda, hadiselerde arar. Sağ ve soluna bakıp durur, fakat aradığını bir türlü bulamaz. Çünkü o, en yakın olanı, en derinde olanı görmekten gafil kalmıştır.
​Bu beyit, derin bir irfan dersi ihtiva eder. İnsan, nefsini ve ene’sini temizlemediği müddetçe, kalbi aynası paslı kaldığı sürece, hakikati dışarıda aramaya devam eder. Dış dünyadaki bütün deliller, bütün ayetler, aslında insanın iç dünyasına birer kapı açmak içindir. Asıl marifet, bu kapıdan içeri girmektir. Can, yani ruh, hakikatin tecelli ettiği en mühim mahalledir. Cenab-ı Hak, “Ben yere göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” kudsî hadisiyle bu gerçeği işaret etmiştir.
​İnsanın enaniyetine düşmesi, kendisini dış dünyaya kaptırması, onu kendi derûnî hakikatinden uzaklaştırır. Dışarıda aradığı her şey, aslında kendi içindeki boşluğu doldurmaya çalıştığı bir yanılmadır. Mısrî, bu yanılmanın farkına varır ve hakikatin ta kendisinin, kendi canının içinde olduğunu idrak eder. Bu idrak, bir devrimdir. Dış arayışlardan vazgeçip, içe dönmenin, nefsi bilmenin ve nihayetinde Rabbini bulmanın başlangıcıdır. Bu, zahirden batına bir seferdir.

​Dünya Zevklerinin Geçiciliği ve Vefa Hasreti
​”Gün gelir elbet geçer eyyâm-ı gülzâr-ı emel / Bir vefâ âğûşuna hasret sana ikbâl eder”
“Emel gülbahçesinin günleri, gün gelecek ve elbette geçip gidecek. Daha sonra vefalı bir kucağa hasret duyacağın günler seni karşılayacak.”

​Bu mısralar, fani dünyanın ve içindeki geçici zevklerin muhtevasını anlatır. Şair, emellerimizi, arzularımızı, umutlarımızı birer gülbahçesi gibi tasvir eder. Bu bahçe, göz kamaştırıcı güzelliklerle doludur; her türlü hayal ve arzu, burada bir gül gibi açar. Ancak şair, bu bahçenin ve içindeki güllerin ebedi olmadığını, bir gün solup gideceğini haber verir. Bu, dünyanın tabiatıdır. Dünya, vefasızdır. Ne malın mülkün, ne makamın şöhretin ve ne de güzelliğin bir garantisi vardır. Hepsi, bir bahar mevsimi gibi gelir ve geçer.
​İnsan, bu fanilikten gafil olarak, emel bahçesinin geçici zevklerine tutunur. Oysa ki, bu emellerin ömrü kısadır. Asıl acı olan, bu fani zevkler geçtikten sonra, insanın derin bir boşlukta kalmasıdır. Şair, bu boşluğu “vefâ âğûşuna hasret” olarak tasvir eder. Hayatın son demlerinde, insan, dünyalık her şeyden elini çekince, asıl vefayı ve ebediyeti arar. Bu vefa, ancak ve ancak Cenab-ı Hakk’ın katında bulunabilir. Dünya hayatının bitiminde, insan, aslında bu geçici bahçede değil, gerçek ve vefalı bir kucağa sığınma ihtiyacı hisseder.
​Bu beyit, bize dünyayı bir imtihan meydanı olarak görmemizi ihtar eder. Emellerimiz, hayallerimiz, bizi oyalamak için verilmiş geçici nimetlerdir. Asıl amacımız, bu nimetleri kullanarak, vefalı olana, yani Baki olana yönelmektir. Aksi takdirde, emel bahçesi solduğunda, geriye sadece bir hasret ve pişmanlık kalır.

​Makalenin Özeti
​Bu makale, farklı beytin muhtevasına odaklanarak, hayatın çeşitli yönlerine dair hikmetli bir nazar sunmaktadır. İlk olarak, “Kısmetindir gezdiren yer yer seni” beyiti üzerinden hayatın bir takdir ve kader akışı içinde olduğu vurgulanır. Aynı zamanda, bu akışın sonunda bizi bekleyen kaçınılmaz akıbet (ölüm) hatırlatılır ve gafletten sakınılması gerektiği ihtar edilir. İkinci olarak, “Sağ u solum gözler idim” beyitiyle, hakikatin dış arayışlarla bulunamayacağı, asıl ve derûnî hakikatin insanın kendi canında saklı olduğu belirtilir. Son olarak, fani dünyanın geçici zevklerinin sonunda bir pişmanlık bırakacağını ve hakiki güzelliğin, layıkıyla anlaşılamadığı için bir nevi yalnızlık ve gariplik içinde olduğunu anlatır. Makale, bu beyitlerin her birini kendi içinde bir bütünlükle ele alıp, hayat, ölüm ve hakikat gibi temel konulara dair derin bir tefekkür yolculuğu sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 119–

BERCESTE VE İZAHI – 119–

​1. Makale: Kabristanların Sükûtu ve Kalbin Feryadı
​İktibas:
​”Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna”
​Mehmet Akif Ersoy
​Sadece, kabristanın dehşet verici olan fiziki görüntüsüne bakma.
Bir müddet dur da onların sessizce ağlayıp inlemelerine kulak ver.

​İzah ve Açıklama:
​Mehmet Akif Ersoy’un bu mısraları, kabristana zahiri bir bakışın ötesine geçmeyi teşvik eden derin bir nazar sunar. Umumiyetle kabristan, ürkütücü, dehşet verici ve soğuk bir mekan olarak anlaşılır. Ancak şair, bizi bu yanlış inançtan sıyrılarak, o sessizliğin ardındaki hakikate kulak vermeye çağırır. Kabristan sadece bir mezarlık değil, aynı zamanda hayatın sonu ve ahiretin başlangıcıdır. Orada yatanlar, dünyalık hayatın telaşından uzaklaşmış, ancak yaptıkları amellerin karşılığını bekleyen ve içlerindeki ayrı bir acıyla sessizce inleyenlerdir.
​Şairin “nâle-i hâmûş” yani sessiz feryat ifadesi, çok güçlü bir tasvirdir. Bu, dille değil, hal ile anlatılan bir feryattır. Bu feryat, dünyadayken isyankar olanların, gaflet içinde bulunanların veya Allah’tan uzak bir hayat sürenlerin feryadıdır. Bu, sadece kulakla değil, aynı zamanda kalp ile duyulması gereken bir feryattır. Bize düşen, kabristana bir ölüm yeri gibi bakmak yerine, onu bir ibret ve ders yeri olarak nazar etmek, orada yatanların halini düşünmek ve kendi hayatımızın da bir gün sona ereceğini idrak etmektir. Bu mısralar, bize cihan şümul bir ders verir: Hayatın manası, dünya makamlarının zahiri parlaklığında değil, gönlün huzurunda ve ahirete hazırlıkta yatar.
​Makale:
​Kabristanlar, her ne kadar zahiren birer sessizlik mekânı olsalar da, hakikatte hayatın en gürültülü derslerinin verildiği yerlerdir. Mehmet Akif’in o mübarek mısraları, bu sessizliğin ardındaki feryadı işitmeye davet eder bizi. Orayı, sadece taşların, toprağın ve üzerlerinde anlamsız yazıtların bulunduğu bir yer olarak görenler, asıl dersi kaçırırlar. Oysa orada, her bir mezar taşının altında, bir hayat hikâyesi yatar; bir zamanlar arzu ve emelleri olan, belki de hırs ve dünya malı peşinde koşan, fakat bugün artık o fani yarışın sona erdiği insanlar.
​Bir kabristana girdiğimizde, öncelikle gördüğümüz dehşet, aslında kendi ölümümüzün bir yansımasıdır. Bu bir yanılmadır. Çünkü asıl dehşet, orada yatanların sessiz feryadını işitememektir. İmanlı bir kalp, o feryatları duyar. Kimisi dünyada geçirdiği vakti düşünerek pişmanlık içinde inlerken, kimisi de salih amellerinin getirdiği huzurla sessizce mutluluk duyar. Bu sessizliğin her bir iniltisi, aslında bir nasihattir. Bu nasihat, cihan şümul bir ders niteliğindedir. Kabirler, bize fani ve baki olanı ayırmayı, dünya malının geçiciliğini ve ahiret hayatının ebedi olduğunu öğretir.
​Bu düşünce ve hikmet içinde, kabristanlar sadece bir ölüm yeri olmaktan çıkar, birer manevi durak haline gelirler. Bu duraklarda, fazilet ve erdem dolu bir hayat yaşamanın önemi bir kez daha ortaya çıkar. Bu makaleden çıkarılacak ibret, hayatın sadece zahiri görünüşten ibaret olmadığıdır. Mehmet Akif’in de belirttiği gibi, asıl mühim olan, gönül gözüyle görmek, kalp kulağıyla duymaktır.
​Özet:
​Kabristanlar, zahiri dehşetleri aşarak derûnî anlamlarına bakılması gereken yerlerdir. Mehmet Akif Ersoy, bizden mezarlardaki sessizliği, orada yatanların pişmanlık ve hasret dolu feryatlarını dinlememizi ister. Bu, cihan şümul bir ibrettir ve bize hayatın fani olduğunu, erdem ve fazilet dolu bir ömür sürmenin ehemmiyetini hatırlatır. Asıl dehşet, orada yatanların sessiz feryadını duymazdan gelmektir.

​2. Makale: Makam ve Gururun Yanıltıcı Sonu
​İktibas:
​”O câh kim ola hem-dûş-ı ihtimâl-i zevâl
Teveccüh etse bile ibtihâcımız yokdur”
​Nâbi
​Bir gün yok olma ve elimizden gitme ihtimali olan dünyevi bir makam bize doğru yönelse bile bizim gönlümüz bundan dolayı mutlu olmaz, sevinmez.

​İzah ve Açıklama:
​Nabi’nin bu beyti, dünya makam ve mevkiinin gelip geçiciliğini, bu zahiri makamların insana asıl mutluluğu getiremeyeceğini tasvir eder. Şairin ifade ettiği “câh” yani makam, mevki ve şöhret, esasen her an yok olma ihtimalini içinde barındırır. “İhtimal-i zevâl” ifadesi, bu makamların fani ve dayanıksız yapısını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. İnsanlar, dünyalık makamlar için nice fedakârlıklarda bulunur, nice enaniyetlere kapılırlar; oysa Nabi, bu makamların ne kadar boş ve anlamsız olduğunu dile getirir.
​Hatta şair, böyle bir makamın kendisine yönelmesi durumunda bile sevinç ve mutluluk duymayacağını belirtir. Bu, dünyaya ve dünyalık makamlara karşı sahip olunması gereken bir düşünce ve hikmet duruşudur. Bu durum, bize, gerçek faziletin makamlarda değil, derûnî bir huzur ve kanaatte yattığını gösterir. Bu beyit, bize cihan şümul bir ders verir: Asıl mutluluk, fani şeylere bağlanmakta değil, baki olanı aramaktadır.
​Makale:
​Dünya hayatı, çoğu zaman insanları, gelip geçici makamların ve şöhretin zahiri cazibesine çeker. Oysa hikmet ve düşünce erbabı, bu makamların ne kadar kırılgan ve aldatıcı olduğunu bilirler. Nâbi’nin deyişiyle, bir makamın yok olma ihtimali dahi varsa, o makam asıl sevinci getiremez. İnsanın derûnî mutluluğu, dışarıdan gelen bir unvanla, bir makamla elde edilemez. Tam tersine, bu makamlar, çoğu zaman insanı enaniyet ve gurur gibi kötü hislere sevk eder.
​Tarih, bu türden makamların düşüş hikayeleriyle doludur. Nice padişahlar, krallar, kumandanlar, bir zamanlar ellerinde tuttukları tüm makam ve saltanatın bir gün nasıl yok olduğunu görmüşlerdir. Onların bu hayatı, bizim için birer ibret vesikasıdır. Bu makamlar, rüzgarda savrulan bir yaprak gibidir. Bugün elinizde olan makam, yarın sizden başkasına geçebilir veya tamamen yok olabilir.
​Dolayısıyla, bu beytin verdiği asıl ders, hayatın gayesini fani olanın peşinden koşmakta görmemektir. Asıl fazilet ve erdem, bir makam elde etmekten ziyade, o makamın getirebileceği kötü ahlaktan sakınmaktır. Kalbimizin, geçici bir sevinç için değil, ebedi bir huzur için atması gerekir. Bu makamların gelip geçici olduğunu idrak eden bir insan, gerçek hayat gayesini bulur ve enaniyetten uzak durur.
​Özet:
​Nabi, dünyevi makamların gelip geçici olduğunu ve asıl mutluluğu getiremeyeceğini ifade eder. Bir makamın yok olma ihtimali bile, ona bağlanmamamız için yeterli bir sebeptir. Bu beytin hikmeti, insanın fani makamlar peşinde koşmak yerine, kalbî huzur ve fazilet arayışında olması gerektiğini bize hatırlatır.

​3. Makale: Günahın Karanlığı ve İhsan Sahibinin Işığı
​İktibas:
​”Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbime cilâ ister”
​Es’ad-ı Erbilî
​Gönlümün, kalbimin safasına zulmet veren, onun berraklığını bozan işlediğim günahlardır.
Ey ihsan kaynağı Efendim (s.a.v.)! Kalbimin karanlığı senden bir cila istiyor.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insanın kendi derûnî halini, kalp ve ruh yapısını tasvir eden, derin bir manevi halin dışavurumudur. Şair, kalbinin safiyetini, yani berraklığını bozanın, kendi işlediği günahlar olduğunu kabul eder. “Jeng-i günâh” yani günahın pası ifadesi, günahın kalbin üzerini nasıl kapladığını, onu nasıl kararttığını tasvir eder. Bu, insanın kendi kusurlarını idrak etmesi ve bu kusurlar yüzünden kalbinin ne kadar perişan olduğunu görmesidir.
​Beytin ikinci mısrası, bu durumdan kurtulmanın tek çaresini gösterir. Şair, “ihsan kaynağı” olan Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) yardım ve şefaat diler. Kalbinin karanlığının, ancak O’nun manevi cilası ile temizlenebileceğini belirtir. Bu, imanın bir gereğidir: Bir mümin, günahlarından arınmak için, Allah’ın rahmetine ve Efendimiz’in şefaatine sığınır.
​Makale:
​Kalp, insanın derûnî dünyasının merkezi, en kıymetli hazinesidir. Oysa bu hazine, hayat boyunca işlenen günahlarla kirlenir, paslanır ve zulmetle dolar. Es’ad-ı Erbilî’nin de dediği gibi, kalbin safiyetini bozan, dış etkenler değil, bizzat kendi günahlarımızdır. Günah, sadece bir fiil değil, aynı zamanda kalpte bir iz bırakan, onun nurunu silen bir lekedir. Bu zulmet, insanın Rabbine olan bağlantısını zayıflatır ve kalbi karartır.
​Bu kararan kalp, bir ayna gibi, artık hakikatleri yansıtamayacak hale gelir. İşte bu noktada, insanın acizliği ve Allah’ın rahmetine olan ihtiyacı ortaya çıkar. Şair, bu derûnî karanlıktan kurtulmak için en büyük ışığa, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) manevi ihsanına yönelir. Bu, bir nevi tevbe ve yakarıştır.
​Bu beyit, bizlere büyük bir ibret dersi verir. Kendi kusurlarımızı, günahlarımızı kabul etmemiz, enaniyetten sıyrılarak kalbimizin pasını gidermek için Yaratıcı’dan ve O’nun elçisinden yardım istememiz gerektiğini anlatır. Bu beyit, faziletli bir hayat sürmek için, kalbi sürekli temiz tutmak ve manevi bir uyanış içinde olmak gerektiğini vurgular.
​Özet:
​Es’ad-ı Erbilî, kalbinin berraklığını bozanın kendi günahları olduğunu ifade eder. Günahlar, kalbi bir pas gibi karartır. Şair, bu derûnî zulmetten kurtulmak için, ihsan kaynağı olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) manevi cilasına muhtaç olduğunu söyler. Bu beyit, bize kalp temizliğinin ehemmiyetini ve manevi arınma için yardım dilemenin faziletini öğretir.

​4. Makale: Gönlün Sırları ve Başka Bir Anlayış
​İktibas:
​”Herkesî ez-zann-ı hod şod yâr-i men
Ez-derûn-i men necost esrâr-i men”
​Hz. Mevlânâ
​Herkes kendi anlayışına göre benim dostum oldu.
Ama kimse gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenmedi.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte, Hz. Mevlânâ, insanlar arasındaki derûnî bağlantının ne kadar yüzeyel olabileceğini tasvir eder. Mevlânâ’nın ifade ettiği gibi, insanlar genellikle başkalarını kendi düşünce ve yanılmaları üzerinden tanırlar. “Herkes kendi zannına göre benim dostum oldu” mısrası, insanların dış görünüşe ve kendi düşüncelerine göre bir yargıya vararak ilişki kurduğunu, ancak hakiki anlayışa ulaşamadığını gösterir.
​Asıl hikmetli olan kısım ise ikinci mısradır: “Ama kimse benim derûnî sırrımı aramadı, öğrenmedi.” Bu mısra, insanların yüzeysel ilişkilerle yetindiğini, bir başkasının kalbindeki ve ruhindeki derin sırları, duyguları ve düşünceleri öğrenmek için çaba sarf etmediğini dile getirir. Mevlânâ’nın bu sözleri, derûnî hayatın dış görünümlerden ne kadar farklı olabileceğini ve hakiki dostluğun ancak derûnî bir anlayış ile kurulabileceğini vurgular.
​Makale:
​İnsan ilişkileri, çoğu zaman bir yanılma üzerine kuruludur. Birbirimize bakarak, kendi zannımıza ve önyargılarımıza göre bir profil çizeriz ve bu profile uygun bir bağlantı kurmaya çalışırız. Ancak Hz. Mevlânâ’nın da hikmetli sözleriyle ifade ettiği gibi, bu zahiri anlayış, hakiki bir dostluğun ve bağlantının önündeki en büyük engeldir. Herkes, karşısındaki kişiyi kendi düşünceleriyle, kendi beklentileriyle tasvir eder; oysa o insanın kalbinde ve ruhunda yatan sırlar, bu dış görünümden tamamen farklı olabilir.
​Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret, hakiki dostluk ve yakınlığın, zahiri olanın ötesine geçerek, derûnî olanı aramaktır. Bir insanın kalbine ulaşmak, onun sırlarını anlamak ve onunla derûnî bir bağlantı kurmak, gerçek fazilet ve erdemdir. Bu, sadece bir dostluk meselesi değil, aynı zamanda hayatın genel bir düşüncesidir. İnsanlar, olaylara aynı yüzeysel bakış açısı ile yaklaşırlar. Bu yanılma, hem bireysel hem de toplumsal hayatımızda zıtlıklar ve aykırılıklar meydana getirir.
​Hakiki hayat, zahiri görünüşün ardındaki derûnî manayı anlamakla başlar. Hz. Mevlânâ’nın beyti, bizleri bu derinliğe davet eder. Birbirimize daha derûnî bir bakış atmaya ve birbirimizin kalp sırlarını anlamaya çalışmaya davet eder.
​Özet:
​Hz. Mevlânâ, insanların birbirlerini kendi yanılma ve zannlarına göre tanıdıklarını, ancak kimsenin diğerinin derûnî sırlarını öğrenmeye çalışmadığını dile getirir. Bu, zahiri görünüşün ötesine geçerek derûnî bir bağlantı kurmanın ehemmiyetini vurgular. Hakiki dostluk ve hayat, derûnî manaları anlamakla mümkündür.

​5. Makale: İkbalin Coşkusu ve Hayatın Zorlukları
​İktibas:
​”Cûşiş-i ikbâl eyler hâl-i pîrânı tebâh
Ekserî vîrânlığı seyl-âbdandır püllerin”
​Çelebizâde Âsım
​Eğer ikbalin coşkun, isteğin varsa yaşlılığın çok zor olur, yorulur, perişan olursun.
Köprüler genellikle altından akan nehrin coşkusundan dolayı yıkılır.

​İzah ve Açıklama:
​Çelebizâde Âsım’ın bu beyti, hayatın düşünce ve hikmet dolu bir izahını sunar. “Cûşiş-i ikbâl” ifadesi, dünyevi şöhretin, makamın ve başarıların getirdiği coşkulu ve hızlı ilerleyişi tasvir eder. Şair, bu coşku ve hırsla dolu bir hayatın, bilhassa yaşlılık döneminde, insanı nasıl perişan ettiğini, yorduğunu ve halini “tebâh” yani harap ettiğini söyler.
​Beytin ikinci mısrası, bu düşünceyi çok çarpıcı bir benzetmeyle ispatlar. Köprülerin yıkılmasının asıl sebebi, altında usul usul akan su değil, coşkun akan seldir. Bu benzetme, hayatın sükun ve denge ile yaşanması gerektiğini gösterir. Aşırı hırs, tutku ve dünya malına olan aşırı bağlılık, tıpkı sel gibi, insanın hayat köprüsünü temelden sarsar ve yıkıma sebebiyet verir.
​Makale:
​Hayat yolculuğumuz, bir nehir kenarında inşa ettiğimiz bir köprüye benzer. Bu köprünün altından akan su, zamanın ta kendisidir. Eğer bu su, sakin ve dengeli bir şekilde akarsa, köprümüz sağlam kalır ve bizi hayatın öteki yakasına güvenle taşır. Ancak ikbalin coşkusu, şöhretin ve makamın hırsı, bu sakin nehri bir sele dönüştürür. İşte o zaman, bu coşku ve hız, köprümüzü yıkmaya başlar.
​Çelebizâde Âsım’ın beyti, bize, hayatın faziletli bir şekilde yaşanması için sükunet ve dengenin ne kadar önemli olduğunu anlatır. Gençlik ve orta yaşlarda, ikbal coşkusuyla dolu bir şekilde hayata sarılan ve düşünmeden hareket eden insanlar, yaşlılık döneminde bunun bedelini ağır bir şekilde öderler. Onların hayatı, adeta yıkılmış bir köprüye döner; yorgunluk, pişmanlık ve perişanlık içinde kalırlar.
​Bu makalenin ibretli yönü, dünya hayatının bir yarıştan ibaret olmadığını, asıl faziletin, sakin ve kanaatkar bir hayat sürmek olduğunu göstermesidir. Aşırı hırs ve tutku, insanın sadece dışsal hayatını değil, aynı zamanda derûnî huzurunu da yok eder. Bu beyit, bize, dünya malı ve şöhreti peşinde koşmak yerine, kalbî huzur ve manevi zenginlikler peşinde koşmanın daha doğru bir yol olduğunu hatırlatır.
​Özet:
​Çelebizâde Âsım, ikbalin getirdiği aşırı coşku ve hırsın, insan hayatını nasıl perişan ettiğini tasvir eder. Köprülerin coşkun sellerle yıkılması gibi, insan da aşırı hırslarının kurbanı olur. Bu hikmetli beyit, bizlere sakin, dengeli ve kanaatkar bir hayat sürmenin faziletini ve ehemmiyetini anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 118

BERCESTE VE İZAHI – 118

1. Râşid – Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı / Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı
​İktibas:
​”Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı
Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte, Râşid şairane bir lisanla hayatın en temel hakikatlerinden birini beyan eder: Kadere teslimiyet ve rıza. Beytin ilk mısrası, “gönül için kurtuluş, kazaya teslim olmaktan başkası değildir” der. Bu, insanın başına gelen her şeyin, ilahi bir takdirin neticesi olduğunu kabul etmesi ve buna boyun eğmesi gerektiği manasına gelir. İkinci mısra ise bu hakikati bir soruyla pekiştirir: “Takdir edilen işe, rıza göstermekten başka ne çare vardır?” Bu soru, bir cevabın arayışından ziyade, cevabın tekilliğini ve kesinliğini vurgular. İnsanoğlunun karşılaştığı olaylar karşısında verebileceği en hikmetli cevap, onlara razı olmaktır. Bu beyit, hem dinî hem de ahlakî bir muhtevayı ihtiva eder.
​Makale:
​Râşid’in bu hikmetli beyti, insanlık tarihinin en kadim ve en önemli meselelerinden biri olan kader ve irade-i cüziyye mevzusuna bir nazar ve bakış açısı sunar. Beyit, bir teslimiyet nazariyesini ortaya koyar. İnsan, kendi sınırlı iradesiyle tabiatın ve kainatın akışına hükmedemez. İnsan hayatı, birçok hadise ile sınanır ve her hadise, ilahi bir takdirin tezahürüdür. Bu hadiseler karşısında gönlün bulacağı tek kurtuluş yeri, takdire boyun eğmektir. Bu teslimiyet, bir pasiflik veya acziyet değildir; bilakis, hakikatlerin kabulüyle gelen bir ruhi kuvvet ve huzur halidir. Rıza makamı, en yüce faziletlerden biri olarak kabul edilmiştir.
​Tarihî ve edebî açıdan bakıldığında, bu düşünce, İslam medeniyetinin ve felsefesinin temel taşlarından biridir. Mevlana’dan Yunus Emre’ye, nice düşünür ve şair, bu teslimiyet ve rıza halini mısralarında dile getirmiştir. Bu, insanın kendi enaniyetini bir kenara bırakıp cihan şümul bir nizama intibak etmesinin bir beyanıdır. Zıt ve aykırı gibi görünen olaylar, sabır ve rıza ile karşılandığında, kişinin ruhsal tekamülüne hizmet eder. Bu beyit, bize, hayatın iniş ve çıkışlarında, olumlu veya olumsuz görünen her şeyde bir hikmet bulunduğunu düşündürür.
​İbretli bir açıdan ise, Râşid’in bu beyiti, bize, kontrol edemediğimiz şeyler için endişelenmenin anlamsız olduğunu hatırlatır. İnsan, üzerine düşen gayreti gösterdikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı ve gelen her sonuca rıza göstermelidir. Bu, hem bir iç huzur kaynağıdır hem de kişinin hayata karşı daha sağlam bir duruş sergilemesine olanak tanır. Keder ve tasa yerine rıza ve teslimiyet, gönlün huzur bulmasını sağlar.
​Özet:
​Râşid’in bu mısraları, kader ve teslimiyet hakikatine işaret eder. Gönlün huzur ve kurtuluşunun, ilahi takdire rıza göstermekten geçtiğini beyan eder. Bu teslimiyet, acziyet değil, aksine bir ruhi kuvvet ve olgunluk halidir. Makale, bu beyitin edebî, tarihî ve hikmetli muhtevasını ele alarak, insanın hayatın hadiseleri karşısında enaniyetini terk edip takdire razı olmasının ehemmiyetini vurgular. Bu durum, kişinin iç huzurunu temin eder ve hayatın zıt ve aykırı gibi görünen hallerine karşı sağlam bir duruş kazanmasını sağlar.

​2. Nâ’ilî – Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden / Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden
​İktibas:
​”Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden
Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden”

​İzah ve Açıklama:
​Nâ’ilî’nin bu hikmetli beyti, manevi bilgiye ulaşma yollarını açıklar. Şair, “Ehl-i hal zatlardan manevi yardım (himmet) olmadıkça, Hakk’ın sırları sadece dedikoduyla (kîl ü kâl) bilinmez imiş” der. Bu beyit, kuru bilgiye ve teorik konuşmalara (kîl ü kâl) karşı, manevî hallerin ve bu hallere vakıf olan kişilerin (ehl-i hâl) ehemmiyetini vurgular. Hakk’ın sırlarına vakıf olmak, yalnızca okumakla, tartışmakla veya duyduklarını tekrar etmekle mümkün değildir; bu sırların açığa çıkması için manevî bir yardım ve lütuf gereklidir.
​Makale:
​Nâ’ilî’nin bu beyti, bilginin mahiyetine ve elde ediliş biçimine dair derin bir düşünce ve hikmet beyanıdır. Beyit, zahiri bilginin sınırlarını ve derûnî bilgiyi elde etmenin şartlarını ortaya koyar. “Ehl-i hâl”, yani manevî makamlara erişmiş, ruhsal olgunluğa ulaşmış kimselerdir. Bu kimselerin himmeti, yani manevî yardımları ve yönlendirmeleri, hakikat yolcusu için elzemdir. Zira, Hakk’ın sırları, sadece akıl ve mantıkla, lafız ve kelime oyunlarıyla (kîl ü kâl) idrak edilebilecek şeyler değildir. Onlar, ruhen hissedilmesi, tecrübe edilmesi gereken hakikatlerdir.
​Bu beyitteki “kîl ü kâl” kelimeleri, boş konuşmayı, laf kalabalığını ve dedikoduyu temsil eder. Bu, kuru bilginin, tecrübeden mahrum teorik bilgilerin bir tenkitidir. Nâ’ilî, bu mısralarıyla, hakikate ulaşmanın yolunun, zahirî tartışmaların ötesinde, manevî bir rehberlik ve batini bir arayışla mümkün olduğunu isbatı ortaya koyar. Bu, manevî irşad ve rehberliğin ehemmiyetini vurgular.
​Tarihî açıdan, bu düşünce, tasavvuf geleneğinin temelini teşkil eder. Tasavvuf ehli, manevî makamlara ulaşmak için bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç duyulduğunu daima beyan etmiştir. Bu beyit, bu geleneğin edebiyattaki yansımasıdır. İbretli bir açıdan ise, bu mısralar, sadece bilgi biriktirmenin değil, aynı zamanda o bilginin ruhunu kavramanın da ne kadar önemli olduğunu düşündürür. Gerçek hikmet, sadece dış kaynaklardan edinilen bilgilerle değil, iç tecrübeler ve manevî yardımla kazanılır.
​Özet:
​Nâ’ilî’nin bu beyti, Hakk’ın sırlarının kuru bilgi ve dedikoduyla (kîl ü kâl) değil, manevî hallere sahip zatların (ehl-i hâl) himmeti ve yardımıyla bilinebileceğini beyan eder. Bu, manevî rehberliğin ve tecrübeye dayalı bilginin ehemmiyetini vurgular. Makale, bu beyitin hikmetli ve tasavvufi muhtevasını ele alarak, hakikate ulaşmanın yolunun sadece zahirî bilgilerle değil, aynı zamanda derûnî bir arayış ve manevî bir rehberlik ile mümkün olduğunu anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 117–

BERCESTE VE İZAHI – 117–

​1. Mısra-i Hâss: Fenni’den Bir İlâhî Münasebet ve İbret
​İktibas:
​Cânımı alma karîn-i şâh-ı “levlâk” olmadan
Ber-murâd eyle tenim âlûde-i hâk olmadan

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan derin sevgi ve bir kulun Rabbine olan niyazını ihtiva etmektedir. Şair Fenni, “Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” manasına gelen hadis-i kudsînin de bağlantısıyla, canını Rabbine teslim etmeden evvel iki önemli arzusunu beyan etmektedir. İlk arzu, Peygamber Efendimiz’e yakın olabilmektir. Bu, yalnızca fizikî bir yakınlık değil, manevî bir yakınlık, O’nun şefaatine nâil olma, O’nun ahlâkına ve hayatına intibak edebilme arzusudur. Bu istek, O’nun ümmeti olmanın en büyük şereflerinden birine ulaşma gayretini gösterir. İkinci arzu ise, “ber-murâd olmak” yani muradına ermektir. Şair, bedeninin toprağa karışmasından önce, yani bu hayatın nihayetine ermeden evvel, tüm dileklerinin ve arzularının kabul edilmesini istemektedir. Bu, bir âhiret yurduna yönelişin bir yansımasıdır. İnsan, bu fani hayatta birtakım gaye ve beklentilerle yaşar. Mühim olan, bu gayelerin ve beklentilerin, Allah’ın rızasına muvafık olmasıdır. Bu beyitteki talep, sadece dünyevî muradlara erişmek değil, bilakis manevî muradlara erişebilmektir.

​2. Mısra-i Hâss: Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hayatın Yapısı Üzerine Bir Nazarı
​İktibas:
​Bu bir devvâr-ı gaddârdır gözü gördüğünü hep yer
Ne şâh u ne gedâ bunda ne bir ferd pâydâr olmuş

​İzah ve Açıklama:
​Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri’nin bu beyitleri, hayatın geçiciliğine ve dünya tabiatının aldatıcı yapısına dair derin bir düşünceyi tasvir eder. Beyitte, dünya, “devvâr-ı gaddâr” olarak nitelendirilmektedir. “Devvâr,” dönen ve “gaddâr,” acımasız, zalim demektir. Dünya, gözü gördüğü her şeyi yiyip bitiren, yok eden acımasız bir değirmen gibidir. İnsanları, makamları, malları ve tüm güzellikleri bir bir yok eder. İkinci mısra, bu hakikatin evrensel bir kaidesini ifade eder: “Ne sultan ne dilenci ne de herhangi bir insan bu dünyada ebediyen kalıcıdır.” Dünya hayatı, sultanı da dilenciyi de aynı acımasız döngüye tabi kılar. Hiç kimse, makamı, mevkii, zenginliği veya fakirliği ne olursa olsun, bu dünyada kalıcı değildir. Bu beyit, bize hayatın fani olduğunu ve asıl hayatın âhiret yurdunda olduğunu hatırlatır. Bu sebeple, insanın dünya hırsından ve mal sevgisinden sıyrılıp, ebedi hayata yönelik salih amellerde bulunması gerektiği düşüncesini telkin eder.

​Özet
​Bu makale, farklı beyitin izah ve açıklamalarını ihtiva etmektedir. İlk beyitte, Fenni’nin Peygamber Efendimiz’e olan derin sevgi ve bu hayatta muradına erme isteği, ilahî bir münasebet açısından tenkit edilmiştir. Ikinci beyitte, Alvarlı Muhammed Lütfi’nin dünyanın aldatıcı ve fani yapısı üzerine olan nazarları ve insanın bu hayatta kalıcı olmadığı hakikati ele alınmıştır. Her bir beyit, kendi konusu içinde bir bütünlük arz etse de, hepsinin ortak noktası, hayat, aşk, tabiat ve insanlık durumları üzerine derin ve düşündürücü bir bakış açısı sunmalarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 116

BERCESTE VE İZAHI – 116

​1. Senih-i Mevlevi’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Zâr zâr et kâ’ilim âzâra Allâh aşkına
Yâre aç tek olma yâr ağyâra Allâh aşkına
​Beni ağlat, inlet tüm eziyetlerine razıyım.
Tek sinemde yaralar aç da Allah aşkına başkasına yâr olma.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tasavvufi aşkın zirvesini tasvir etmektedir. Beyitte geçen “yâr” (sevgili) kelimesi, zahiri manada dünyevi bir sevgiliyi anlatıyor gibi görünse de, derin manasıyla Cenab-ı Hakk’a işaret etmektedir. Âşık, Maşuk’tan gelen her türlü kederi, eziyeti ve mihneti razılıkla karşılamaktadır. Bu rıza hali, âşığın, Maşuk’a olan bağlılığının ve sadakatinin derecesini ortaya koyar. “Tek sinemde yaralar aç da Allah aşkına başkasına yâr olma” mısraı, âşığın kalbinin sadece ilahi aşk ile dolu olmasını istediğini, bu kalpte O’ndan başkasına yer olmadığını beyan eder. Bu durum, tevhid inancının aşka bürünmüş halidir; yani kalp Allah’tan gayrı hiçbir şeye meyl etmemelidir. Âşık, bu manevi duruşuyla “ağyâr”a (başkalarına) yani dünyevi sevgililere ve nefsani arzulara kapılarını kapattığını, kalbinin tek sahibinin Maşuk olduğunu dile getirir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Aşkın Feda Sırrı: Bir Demet Gül, Bir Sürü Diken
​Tasavvuf düşüncesinde, aşkın zahiri ve derûnî yüzü daima ele alınmıştır. Zahiri olan, insani ilişkilerdeki duygu yoğunluğu iken, derûnî olan, insanın Rabbi’ne karşı duyduğu sonsuz meyil ve iştiyaktır. Senih-i Mevlevi’nin bu mısraları, bu derin meyil ve iştiyakın en can alıcı tasvirlerinden birini sunmaktadır. “Zâr zâr et kâ’ilim âzâra Allâh aşkına,” mısraı, âşığın maruz kaldığı her eziyetin, aslında kendisini Maşuk’a yakınlaştıran bir lütuf olduğuna dair sarsılmaz bir inancın ve teslimiyetin ifadesidir.
​Tarihî bağlamda, bu anlayışın kökleri, Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) haykırışına ve derisinden kan akarken dahi nefsinden değil, Hakk’tan bahsetmesine kadar uzanır. O, bu sözle enaniyetinden sıyrılıp ilahi aşka gark olduğunu ilan etmiş, bu teslimiyetin bedelini hayatıyla ödemiştir. Bu beyitteki ifade, benzer bir teslimiyetin edebi bir tasviridir. Âşık, canına ve kalbine gelecek her türlü cefaya razı olmaktadır; zira biliyor ki bu cefa, aslında Maşuk’tan gelen bir ihsandır.
​Edebiyat tarihimizde bu tema, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun mesnevisinde en geniş muhtevasını bulur. Mecnun, Leylâ’nın aşkı ile öyle bir hale gelir ki, çöllerde gezerken gördüğü tüm hayvanları dahi Leylâ’nın suretinde görür. Onun bu durumu, sadece dünyevi bir aşktan ziyade, tasavvufi bir aşkın sembolü haline gelir. O, Leylâ’nın aşkıyla yokluğa ermiş, böylece gerçek varlık olan Hakk’a yaklaşmıştır.
​Bu beyit, bir ibret vesilesidir. Bize şunu fısıldar: Kalbinizin kapısını açtığınız yegâne sevgi, en yüce ve en nihai olan olmalıdır. Zira fani olan sevgiler, bir gün son bulacak, sizi terk edecektir. Ancak ilahi aşk, sonsuz ve bakidir. Bu makamda âşık, Maşuk’un bahçesindeki bir gülü değil, gülü sevenin aşkını ister. Bu aşk, dikenlere dahi razı olmaktır; çünkü bilir ki dikenler de o gülün parçasıdır. Gözyaşları, feryatlar ve eziyetler, kalbin pasını silen birer arınma vesilesidir. Makalenin ana fikri, derûnî âlemin temizliği için zahiri zorluklara göğüs germe faziletidir.
​Özet: Bu beyit, ilahi aşka ulaşmanın zahiri eziyetlere rıza göstermekten geçtiğini tasvir etmektedir. Aşık, Maşuk’un (Allah’ın) yolunda çekilen her türlü sıkıntıya razı olup, kalbinde O’ndan başkasına yer vermeyeceğini beyan eder. Bu teslimiyet ve tevhîdî bakış açısı, insanın nefsinden arınarak gerçek varlık ve beka olan ilahi hakikate ulaşmasının bir yoludur.

​2. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Sun sağarı bana mestâne desinler
Uslanmadı gitdi kor o divâne desinler
​Ey saki! Bana aşk kadehini sun, varsın sarhoş desinler.
Görün, o deli uslanmadı gitti desinler.

​İzah ve Açıklama:
​Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin bu mısraları, yine tasavvufi bir derinlik ihtiva etmektedir. Burada geçen “sâkî”, ilahi aşk şarabını sunan bir mürşid-i kâmile yahut doğrudan Cenab-ı Hakk’a işaret eder. “Sarhoş” ve “divâne” (deli) kelimeleri ise, zahiri mananın aksine, ilahi aşkla kendinden geçmiş, dünya ve nefsani arzuların ötesine geçmiş kimseleri tasvir etmektedir. Âşık, halkın kendisine ne diyeceğinin kaygısını taşımaz; çünkü onun için önemli olan tek şey, ilahi aşkın coşkusuyla Hakk’a ulaşmaktır. “Uslanmadı gitti” ifadesi, dünya hayatına, makam ve mevkiiye, kuru akla ve mantığa boyun eğmediğini, ilahi aşk yolunda yürümeye devam ettiğini dile getirmektedir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Akıl Hapsinden Aşkın Deliliğine: Bir Divânenin Özgürlüğü
​Tasavvuf düşüncesi, kuru akla ve mantığa karşı daima aşkı ve kalbi öne çıkarmıştır. Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu beyiti, bu düşüncenin en güzel tasvirlerinden birini sunar. Şair, dünya aklının ve toplumun koyduğu normların dışına çıkıp ilahi aşkın sarhoşluğuna talip olmaktadır. O, bu yolda yürürken kendisine “deli” yahut “uslanmaz” denilmesini umursamaz; zira onun gözünde bu sıfatlar, birer övgüden ibarettir. Divâne olmak, dünya kaygılarından, kuru akılcılıktan ve nefsanî hesaplardan kurtulmak, ilahi aşkın coşkusuyla hayata bambaşka bir açıdan bakmaktır.
​Edebiyatımızda divanelik teması, tasavvufi hikmetin bir yansımasıdır. Leylâ’nın aşkıyla divâneye dönen Mecnûn’un durumu, bu deliliğin en edebi misalidir. Mecnûn, aklın kurallarına göre yaşayan insanlardan uzaklaşır, çölde kendi hayatını inşa eder ve bu haliyle hem kendi özgürlüğünü ilan eder hem de hakikate daha da yaklaşır. Bu hikayede, akıl hapsinden kurtulup aşkın deliliğine sığınmanın ne kadar kutlu bir yol olduğu vurgulanır.
​Tarihî açıdan, bu divanelik, sadece şairlerin değil, aynı zamanda sûfîlerin de hayatında karşımıza çıkar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra dünya hayatındaki yerini, itibarını terk etmiş, aşkın sema’ına ve coşkusuna kapılmıştır. Onun bu dönüşümü, birçok kişiye garip ve akıl dışı gelmiş, hatta “uslanmadı gitti” dedirtmiştir. Lakin onun bu hali, İslam ve tasavvuf tarihinde yeni bir yolun, bir meşrebin açılmasına vesile olmuştur.
​İbretlik yönüyle bu beyit, bizi düşünmeye sevk eder: Hayatın gerçek manasını, sadece toplumun beklentilerini karşılayarak ve kuru akılla mı bulabiliriz? Yoksa kalbimizin sesini dinleyerek, aşkın coşkusuyla mı yaşamalıyız? Bu beyit, bize cesaret aşılar. Dış dünyanın gürültüsünden uzaklaşıp, içimizdeki sesin peşinden gitmenin, ilahi aşka giden yolda en önemli adımlardan biri olduğunu gösterir. Bu makalenin ana fikri, dünyanın kuru gerçeklerinden kurtulup aşkın deliliğine sığınarak hakikate ulaşma yoludur.
​Özet: Beyit, ilahi aşka kendini adamış bir âşığın, toplumun “deli” ve “uslanmaz” gibi yaftalamalarını umursamadığını, aksine bu halleri bir şeref olarak kabul ettiğini anlatır. Bu durum, kuru akıl ve dünyevi hesapların ötesine geçerek, sadece kalbinin sesini ve aşkın coşkusunu takip etmenin ilahi hakikate ulaşmada ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.

​3. Nesimî’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Fânî cihâna bakma geçer ömrü sevme kim
Ömrün zevâli var u cihânın bekâsı yok
​Fani dünyaya bakma, geçip gidecek olan ömrü sevme.
Çünkü ömrün zevali var ve bu dünyanın bekası yok.

​İzah ve Açıklama:
​Nesimî’nin bu beyiti, tasavvufun ve hikmet düşüncesinin temel taşlarından birini, yani dünya hayatının fani oluşu (geçiciliği) gerçeğini işlemektedir. “Fânî cihân” (geçici dünya) ve “bekâsı yok” (kalıcılığı yok) ifadeleriyle, dünya malına, makamına ve zevklerine bağlanmanın yersizliğini vurgulamaktadır. Aynı şekilde, “ömrü sevme” ifadesi, kişinin kendi enaniyetine ve bu enaniyetin sebep olduğu dünyevi arzulara kapılmamasını, asıl hayatın ötesinde olduğunu anlatır. Bu beyit, insanı dünyaya aşırı bağlanmaktan ve bu fani hayattan beklentiler beslemekten men ederek, asıl olan ahiret hayatına yönelmeye çağırır.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Bekâya Giden Yolculuk: Bir Fani Aynanın Önünde Durmak
​İslam düşüncesi ve tasavvufi hikmet, insanı daima fani olanın değil, baki olanın peşinden gitmeye teşvik etmiştir. Nesimî’nin bu beyiti, bu yolda atılması gereken ilk adımın, dünya hayatının bir yanılma, bir yansıma olduğunu fark etmek olduğunu anlatır. Dünya, bir ayna gibidir; her şey gelip geçicidir. Güzellikler, makamlar, servetler ve hatta en sevdiklerimiz dahi bir gün bu aynadan silinip gidecektir. “Ömrün zevâli var u cihânın bekâsı yok” mısraı, bu acı ama hakikatli gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vurur.
​Tarihî açıdan, bu fani dünya görüşü, birçok medeniyetin ve düşünce akımının da temelini oluşturmuştur. İnsanlık tarihi boyunca, kudretli padişahlar, zengin krallar, büyük komutanlar gelmiş ve gitmiştir. Onların sarayları, zaferleri ve servetleri, bugün sadece kitap sayfalarında birer hikayeden ibarettir. Bu durum, dünya hayatının geçiciliğinin en somut isbatıdır. Nesimî’nin bu beyiti, bu tarihi tekrarın bir özetidir; bize, ne kadar güçlü olursak olalım, bu hayatta bir misafir olduğumuzu hatırlatır.
​Edebiyatımızda, bu tema sayısız mısrada işlenmiştir. Baki’nin “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraı da aynı hakikati farklı bir edebi tasvirle dile getirir. Fani dünyada kalıcı olan tek şey, geride bırakılan güzel bir sestir; bu, ya güzel bir amel, ya da ilahi aşk yolunda çekilen bir feryattır.
​İbretlik yönüyle, bu beyit bizlere, dünyevi şeylere olan bağlılığımızın aslında bizi bir yanılmaya sürüklediğini gösterir. Bu yanılma, bizi gerçek hayatın gayesinden uzaklaştırır. İnsan, nefsanî arzuların ve dünyevi zevklerin peşinden koştukça, aslında kendi özünden, kendi ruhundan uzaklaşır. Bu makalenin ana fikri, fani olanın değerini bilmek, ancak asıl kıymetin baki olana ait olduğunu idrak etmektir. Zira dünya bir köprüdür, üzerinden geçilir ama üzerinde ev kurulmaz.
​Özet: Bu beyit, dünyanın ve üzerindeki her şeyin fani (geçici) olduğunu vurgular. İnsanları, ömrün zevalinin ve dünyanın bekasının olmamasından dolayı, dünyevi zevklere ve mallara aşırı bağlanmaktan kaçınmaya çağırır. Asıl hayatın ve bekâ’nın ancak ahirette olduğu, bu sebeple manevi hayata yönelmek gerektiği anlatılır.

​4. Lâedri’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Hevâya düşdün ey dil meclis-i takvâya gelmezsin
Gözün aç gâfil olma bir dahi dünyaya gelmezsin
​Ey gönül! Hevanın, arzu ve isteklerinin peşine düştün, artık takva meclislerine, sohbet meclislerine gelmez oldun.
Gözünü dört aç, gafil olma! Bu dünyadan göçtükten sonra bir daha dönemeyeceğini sakın unutma!

​İzah ve Açıklama:
​Lâedri’ye (şairi bilinmeyen) ait bu beyit, bir nasihat niteliği taşır. Şair, insanın nefsanî arzularına (“hevâ”) kapılarak takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) meclislerinden uzaklaşmasını eleştirir. İnsan, fani olan dünyaya, nefsinin isteklerine öylesine kapılır ki, aslında asıl amacı olan Hakk’a ibadet etmekten ve hakikat arayışından vazgeçer. “Gözün aç gâfil olma” uyarısı, insanın bu gafletten uyanmasını, uykudaymış gibi yaşadığı bu dünyadan ahiret için bir hazırlık yapması gerektiğini vurgular. “Bir dahi dünyaya gelmezsin” ifadesi, bu hayatın tek bir şans olduğunu, kıymetinin bilinmesi gerektiğini hatırlatan ibretlik bir ikazdır.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Gaflet Uykusu ve Hayatın Kıymeti: Bir Misafirin Uyanışı
​İnsanın en büyük imtihanı, nefsine ve dünyevi arzulara (heva) karşı verdiği mücadeledir. Lâedri’nin bu beyiti, bu mücadelenin en kritik anına, yani insanın gaflete düştüğü ana işaret eder. Gaflet, insanın hayatı bir oyun ve eğlence olarak görmesi, ahiret hayatını ve varoluşunun gayesini unutması halidir. Beyit, bu gaflet uykusundan uyanmamız için bizi şiddetli bir şekilde uyarır.
​Tarihî ve edebi açıdan, bu uyarının sayısız misalini bulmak mümkündür. İnsan, Firavun gibi kudretli bir hükümdar da olsa, Kârûn gibi zengin bir tüccar da olsa, ömrünün ve bu fani dünyanın bir sonu olduğunu unutmuştur. Bu unutkanlık, onların helakına ve tarihin sayfalarında birer ibret dersi olarak yer almalarına sebep olmuştur. Lâedri’nin beyiti, bu gibi örneklerden ilham alarak, “bir daha dünyaya gelmezsin” gerçeğini göz önüne sermemizi sağlar.
​Bu makalenin asıl hikmeti, hayatın bir kerelik bir imtihan olduğu gerçeğidir. İnsan, nefsini terbiye etmedikçe, bu imtihanı başarıyla geçemez. Takva meclislerinden, yani hak ve hakikatin konuşulduğu, ilmin ve hikmetin paylaşıldığı ortamlardan uzak durması, kişinin manevi hayatının fakirleşmesine sebep olur. Bu beyit, bizi, hayatımızı sadece nefsinin isteklerini tatmin etmekle geçiren birer misafir değil, bu dünyanın bir imtihan alanı olduğunu idrak eden birer yolcu olmaya çağırır.
​Gafletten uyanmak, sadece dünyadan el etek çekmek değil, aksine hayatın her anını bir ibadet bilinciyle yaşamaktır. Her nefes alıp verişimizde, her attığımız adımda, bu fani hayatın bir gün sona ereceğini hatırlamak ve bu doğrultuda hareket etmek gerekir. Bu makalenin ana fikri, hayatın kıymetini bilmek, gafletten uyanmak ve manevi hayatımızı zenginleştirmek için çaba göstermektir.
​Özet: Beyit, insanın nefsanî arzularının peşinden gitmesinin, onu manevi hayatından ve hakikat meclislerinden uzaklaştırdığını anlatır. İnsanları bu gafletten uyanmaya, dünyanın fani olduğunu ve bu hayata bir daha dönülmeyeceğini hatırlamaya davet eder. Bu, hayatın kıymetini bilmek ve asıl gayeye odaklanmak için bir ikazdır.

​5. Nev’izâde Atâyî’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Kaçıp gamdan diyâr-ı aşk ser-gerdânıyız cânâ
Anınçün her gece bir tekyenin mihmânıyız cânâ
​Ey benim canım! Gamdan kaçıyoruz. Aşk diyarında başımız dönmüş, perişan bir vaziyetteyiz.
Ey benim canım! Ondan dolayı her gece bir tekkeye misafir oluyoruz.

​İzah ve Açıklama:
​Nev’izâde Atâyî’nin bu beyiti, dünyevi sıkıntı ve kederlerden kurtulmanın yolunun ilahi aşkta olduğunu ifade eder. “Gam” kelimesi, dünya hayatının sebep olduğu maddi ve manevi sıkıntıları, “diyâr-ı aşk” ise, ilahi aşkın hüküm sürdüğü manevi alemi temsil eder. Âşık, bu gam diyarından kaçarak aşk diyarına sığınır. “Ser-gerdân” (başı dönmüş, şaşkın) ifadesi, bu aşkın sarhoş edici ve şaşırtıcı tesirini gösterir. “Tekye” ve “mihmân” (misafir) kelimeleri ise, âşığın bu manevi yolculukta bir mürşidin rehberliğine, bir tarikatın usûl ve erkânına sığındığını tasvir eder. Bu durum, ilahi aşka ulaşmanın tek başına değil, bir mürşidin nezaretinde, manevi bir topluluk içinde daha kolay ve doğru olduğunu gösterir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Gamdan Aşk’a Sığınmak: Bir Yolcunun Tekke Misafirliği
​İnsan hayatı, daima gam ve kederle doludur. İnsan, bu gamdan kaçmak için bazen yanlış yollara sapar, fani zevklerde avunur. Ancak Nev’izâde Atâyî, bu beyitinde, gamdan kurtulmanın yegâne yolunun ilahi aşk olduğunu beyan eder. Bu aşk, insanın ruhunu huzura kavuşturan, kalbine sekinet veren bir limandır. Gamdan kaçıp bu aşk diyarına sığınmak, aslında insanın kendi özüne, ruhunun derinliklerine dönmesidir.
​Edebiyatımızda, bu sığınma teması, sûfî şairler tarafından sıklıkla işlenmiştir. Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” feryadı, dünya gamlarından ve sıkıntılarından kaçıp sadece Maşuk’a sığınma arzusunun en saf ifadesidir. Bu sığınma, insana hem dünya gamını unutturur, hem de onu manevi bir yükselişe hazırlar.
​Tarihî açıdan, tekkeler, dervişler ve mürşidler, bu aşk yolunun yolcuları için birer rehber ve barınak olmuştur. Tekkeler, sadece birer ibadethane değil, aynı zamanda manevi ilmin ve terbiyenin verildiği, insanın nefsini terbiye ederek ilahi aşka hazırlandığı mekânlardır. Bu mekânlar, gamlı ve kayıp ruhların, hakikati bulduğu sığınaklardır.
​İbretlik yönüyle bu beyit, bizlere, hayatımızda karşılaştığımız sıkıntıların ve kederlerin, aslında bizi daha yüce bir amaca yöneltmesi gerektiğini hatırlatır. Bu zorluklar, birer engel değil, bizi ilahi aşka giden yolda kamçılayan birer sebep olabilir. Gamdan kaçarken fani zevklere sığınmak yerine, kalbimizi ilahi aşka açarsak, gerçek huzuru bulabiliriz. Beyit, insanın bu manevi yolculukta yalnız olmadığını, bir rehbere ve manevi bir topluluğa (tekkeye) sığınmanın önemini vurgular. Bu makalenin ana fikri, dünyanın gam ve kederinden kaçıp ilahi aşkın huzuruna sığınmanın, manevi bir topluluk içinde gerçekleşebileceğidir.
​Özet: Beyit, dünyevi gam ve sıkıntılardan kaçmanın yolunun ilahi aşkta olduğunu anlatır. Âşık, gamdan kaçıp aşk diyarına sığınarak perişan bir hale gelse de, bu hali bir şeref olarak görür. Her gece bir tekkeye misafir olması, bu manevi yolculukta bir rehber ve manevi bir topluluğun (cemaatin) önemine işaret eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 115

BERCESTE VE İZAHI – 115

​1. Fennî: İnsan-ı Kâmil Olma Yolculuğu
​ Fennî’nin kaleme aldığı, hayatın mahiyetini ve insanın vazifesini anlatan derin bir nasihattir.
​Aslı:
شو میدانه نیچوندر بو کلیش ابتداکسك تهقیق
بوتون افعالی ایله کتابه و سنته تطبیق
کونل ییقما کونل یاپ جنس و مذهب ایتیوپ تفریق
ایدبر بو حق سوزی پرده بشر کرکده ملک تصدیق
مظالم ادمییتله دکدر قابل توفیق
صافین بر دیدمی آغلانما خاندان اولمق ایسترسک
دوقومما خاطر موره سلیمان اولمق ایسترسک

​Transkripsiyon:
Şu meydana niçindir bu geliş etdinsin ger tahkîk
Bütün ef’âlini eyle Kitâb’a vü Sünnet’e tatbîk
Gönül yıkma gönül yap cins ü mezheb itmeyip tefrîk
Eder bu hak sözü perde beşer gerekde melek tasdîk
Mezâlim âdemiyyetle değildir kâbil-i tevfîk
Sakın bir dîdeyi ağlatma handan olmak istersen
Dokunma hâtır-ı mûra Süleymân olmak istersen

​Açıklama:
Bu dünyaya niye geldiğinin hakikatini detaylı bir şekilde araştır.
Bütün fiillerini Kur’ân’a ve Sünnet’e uygun olarak yap.
Cins ve mezhep ayrımı yapma. Gönül yıkma, gönül yap.
Yeryüzünde insanlar gökyüzünde de melekler bu hak sözü tasdik ederler.
İnsanlık zulümle, işkenceyle asla bir başarı elde edemez.
Eğer bu dünyada gülmek istiyorsan sakın bir gözü ağlatma.
Eğer Hz. Süleyman gibi kudretli bir hükümdar olmak istiyorsan karıncanın dahi hatırını gözet.

​Bu beyitler, insanın hayat bağlantısını ve dünya üzerindeki mesuliyetini izah eder. Fennî, ilk mısrada insanın tabiatıyla varoluş bir soruyla yüzleşmesini öğütler: “Bu meydana niçindir bu geliş?” Bu, insanın kendini bilme ve varoluşun hikmetini arama yolculuğunun başlangıcıdır. Bu yolculukta kılavuz ise Kur’an ve Sünnet’tir. Bütün ef’âlin bu düstura göre olması, insanın fiillerine bir nizam ve ahenk vermesini sağlar.
​Şair, insanın en mühim faziletlerinden biri olan merhamete de dikkat çeker. “Gönül yıkma, gönül yap” mısraı, insana gönül yapmanın, gönülleri kazanmanın ve ayrılıkları bırakmanın ehemmiyetini hatırlatır. Düşünce ve hikmet sahibi bir insan, cinsiyet, ırk veya mezhep gibi zahiri farklılıklara takılmaz. Çünkü enaniyetten ve ayrılıktan münezzeh bir fazilet, ancak gönül yapma sanatıyla elde edilir. Zulüm ve işkencenin insanlık faziletiyle aykırı olduğunu belirterek, adaletin ve merhametin insanı yücelten birer özellik olduğunu vurgular. Son iki mısra ise, teşbihi bir şekilde insanın merhamet ve adaletteki sınırı aşmaması gerektiğini anlatır. Karıncanın dahi hatırını gözetmek, Hz. Süleyman’ın sahip olduğu kuvvet ve merhamet faziletini birlikte taşımaktır. Bu, cihan şümul bir düsturdur: büyük olmanın yolu, küçükleri gözetmekten geçer.

​2. Hz. Mevlânâ: Hz. Mevlânâ’nın mısralarıyla insanı Hak erleriyle sohbet etmeye ve onlardan feyz almaya davet eder.
​Aslı:
خواهی که درین زمانه فردی گردی
یا در ره دین صاحب دردی گردی
این را به جز از صحبت مردان مطالب
مردی گردی، چو گرد مردی گردی

​Transkripsiyon:
Hâhî ki derîn zemâne ferdî gerdî
Yâ der reh-i dîn sâhib-i derdî gerdî
Înrâ be-cüz-ez-sohbet-i merdân metaleb
Merdî gerdî, çü gîrd-i merdî gerdî

​Açıklama:
Bu zamanda adam gibi adam olmak istersen
Ya da din yolunda aşk derdine düşmek istersen
Bunları, Hak erlerinin sohbetinden başka yerde arama.
Hak erleriyle birlikte olursan sen de Hak dostu olursun.

​Hz. Mevlânâ, bu beyitte derûnî kemalâtın yolunu tasvir eder. Çağımızda “adam gibi adam” olmak, yani kâmil bir şahsiyet kazanmak veya dinin yolunda aşk derdine düşmek isteyenlere bir çare sunar: Hak erlerinin, yani Cenab-ı Hakk’a yakın olan, mâneviyatı yüksek şahsiyetlerin sohbetlerine iştirak etmek. Bu, insanın ene ve enaniyetini kırmasına, nefsini terbiye etmesine ve ruhen tekâmül etmesine vesile olur.
​Bu beyit, insan-ı kâmil olmanın, yani fazilet sahibi bir şahsiyet kazanmanın en mühim basamaklarından birinin, sıhhatli ve bereketli bir çevre edinmek olduğunu gösterir. Çevre, insanın ahlakını ve manevi yapısını büyük ölçüde etkiler. İnsan, kiminle düşüp kalkarsa, onun ahlak ve fikirlerinden teessür alır. Bu yüzden, Hak erlerinin etrafında olmak, onların fikir ve düşünce tarzından feyz almak, kişinin kendi nefsine ve hayatına bir nazar ve bakışla bakmasını sağlar. Bu beyit aynı zamanda, yalnızlığın zararlarını ve toplumsal bağlantının ehemmiyetini de vurgular. Hakikat, bu birliktelikten ve sohbetten doğar.
​Makalenin Özeti
​Bu beyitler, Fennî ve Hz. Mevlânâ gibi büyük şair ve düşünce adamlarının dilinden süzülmüş derin manaları ihtiva etmektedir. Fennî’nin beyitleri, insanın bu dünya hayatındaki vazifesini ve maksadını izah eder. Hak ve adalete uygun fiillerde bulunmak, gönül yıkmamak ve enaniyetten kaçınmak, insan-ı kâmil olmanın temelidir. Hz. Mevlânâ’nın beyitleri ise, mânevi tekâmül ve fazilet kazanmanın yolunun, Hak erlerinin sohbetlerine katılmaktan geçtiğini beyan eder. Bu beyitler, hayatın hikmeti ve manevi terakki gibi mühim meseleleri ele alarak, insana hem ahlaki hem de derûnî bir yol haritası sunar. Bu beyitler, yalnızca edebi mısralar değil, aynı zamanda hayatın derin manalarını barındıran düşünce hazineleridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 114

BERCESTE VE İZAHI – 114

​Makam ve Meziyetin Perdesi: Günah ve Sevap İhtiva Eyleyen İnsan

​İktibas:
​Cihânda devlet eder aybın âdemin mestûr
​Günâh ederse de farzâ sevâbdır derler
​Râşid

​İzah ve Açıklama
​Bu beyitte Râşid, makam ve mevki sahibi olan bir kişinin toplumdaki yerini ve bu konumun getirdiği zahiri itibarını tasvir ediyor. Cihan, yani bu dünya hayatında, bir adamın aybı yani kusurları ve eksiklikleri makamı ve devleti sayesinde örtülür. Devlet sahibi olmak, yalnızca maddi zenginliği veya siyasi gücü ifade etmez; aynı zamanda toplum içinde saygı duyulan, sözü dinlenen bir mevkii işgal etmeyi de ihtiva eder.
​Beytin ikinci mısraı bu durumu daha da derinleştiriyor: “Günâh ederse de farzâ sevâbdır derler.” Yani, öyle bir mevki sahibidir ki, faraza bir günah işlese bile, insanlar onun bu fiilini makamına hürmeten veya onun sözünden çekindikleri için sevap olarak değerlendirirler. Bu beyit, insan fıtratının ve toplumun aykırı bir cihetini ortaya koyuyor. İnsanlar, kuvvetli ve makam sahibi olanın fiillerini tenkit etmekten çekinir, hatta günahlarını bile meşru gösterme eğiliminde olurlar. Bu durum, adaletin değil, zahiri gücün hükmettiği bir sosyal yapının hazin bir tasviridir. Bu, aynı zamanda enaniyetin nasıl bir perde çekebileceğini, kişinin hatalarını başkalarına dahi doğru gösterme gücünü nasıl ele geçirebileceğini gösterir.

​Hikmet ve Düşündürücü Bağlantısı
​Bu mısralar, sadece tarihi bir tasvir değil, cihan şümul bir hakikatin ifadesidir. Mevki ve kuvvetin, insanlık üzerindeki aykırı tesirine bir nazar çeker. İnsanlar, hakikatin faziletini değil, kuvvetin heybetini nazara alır ve ona göre hareket ederler. Bu beyit, bizi asıl meziyetin ve makamın insanın kalbini ve ahlakını süsleyen faziletler olduğunu düşünmeye sevk eder. Zahiri makamlar fani ve geçicidir. Oysa faziletin makamı bâki ve cihan şümuldür.

​Rahatın Zıttı: Huzura Ulaşmak
​İktibas:
​Terk-i râhat eyle râhât andadır
​Keçecizâde İzzet Molla

​İzah ve Açıklama
​Keçecizâde İzzet Molla’nın bu tek mısralık beyiti, derin bir hikmet ve düşünceyi ihtiva eder. “Terk-i râhat eyle râhât andadır” mısrası, rahatını terk et ki, gerçek rahatı bulasın demektir. Bu mısraın zahiri manası, tembellik ve uyuşukluğu bırakıp çalışmak ve gayret etmekle huzura erişileceğidir. Ancak bu beyit, sadece dünya işleri için değil, hayatın bütün halleri için geçerli cihan şümul bir düsturdur.
​Buna göre, rahatlık ve konfor arayışı, kişiyi gelişimden, ilerlemeden ve hakiki faziletlerden alıkoyar. Bir insan, sürekli kolay ve zahmetsiz olanı aradığında, enaniyetine yenik düşer ve bu durum onu hem maddi hem de manevi olarak tembelleştirir. Hakiki huzur, zorluklara göğüs germekten, zahmet çekmekten ve nefsinin arzularını dizginlemekten neşet eder. Bir nevi, bu beyit insanın kendi nefsine karşı bir mücadele vermesini ve bu mücadelenin sonunda kazandığı huzurun, hiçbir zahiri rahatlığın yerine geçemeyeceğini tasvir eder.
​Hikmet ve Düşündürücü Bağlantısı
​Bu beyit, modern hayatın konfor düşkünlüğüyle zıt bir duruş sergiler. Terk-i rahat, sadece bir zahmetten kaçınmak değil, aynı zamanda ruhun tekamülü ve nefs terbiyesi için gerekli bir adımı atabilmektir. Bu mısra, bize hayatın asıl gayesinin sadece rahat ve konfor peşinde koşmak olmadığını, bilakis, gayret ve mücadelenin içindeki fazilet ve huzuru keşfetmek olduğunu hatırlatır. Bu mısradan hareketle denilebilir ki, bir insan, dünya hayatındaki imtihan ve meşakkatleri terk ettiğinde, ahiret hayatında da gerçek huzuru ve rahatlığı bulamayacaktır.

​Zehrin Panzehiri: Fazilet ve Merhamet
​İktibas:
​Semm-i âzâra edip şehd-i nevâzişle ivaz
​Hüner oldur sana zehr olana sen tiryâk ol
​Sâbit

​İzah ve Açıklama
​Sâbit’in bu beyiti, karşılıklı ilişkilerde fazilet ve merhametin önemini tasvir eder. “Semm-i âzâra edip şehd-i nevâzişle ivaz”, yani incitmeye, zehirlemeye karşı, tatlılıkla ve okşamayla karşılık ver demektir. Burada “semm-i âzâr” incitici, yaralayıcı söz ve davranışları, “şehd-i nevâziş” ise tatlı, şefkatli ve hoşgörülü muameleyi temsil eder. Beyit, birinin sana zehirli bir söz veya davranışla geldiğinde, senin ona bal gibi tatlı bir muameleyle cevap vermeni öğütler. Bu, olumsuzluğa pozitiflikle karşılık vermenin faziletidir.
​İkinci mısra, bu fazileti daha da vurgular: “Hüner oldur sana zehr olana sen tiryâk ol.” Gerçek hüner, gerçek fazilet ve meziyet, sana zehir olan kişiye senin panzehir olmandır. Bu mısra, bir reaksiyon vermenin ötesinde, olumsuzluğu dönüştürme, iyiliği ve fazileti yayma hikmetini ihtiva eder. Kötülüğe iyilikle, zehire panzehirle karşılık vermek, enaniyetini yenen ve fazilet sahibi olan birinin yapısıdır.
​Hikmet ve Düşündürücü Bağlantısı
​Bu beyit, İslâm ahlakının temel düsturlarından biri olan sabır ve bağışlamanın edebi bir tasviridir. Kötülüğe kötülükle cevap vermek kolaydır ve nefsin arzusudur. Ancak kötülüğe iyilikle cevap vermek, yüce bir ahlakın ve derûnî bir kuvvetin isbatıdır. Sâbit, bu beyitte, sadece şahsî ilişkiler için değil, cihan şümul bir ahlaki prensibi ortaya koyar. Zehirin panzehiri olmak, aykırılıkları ve zıtlıkları uyuma dönüştürme faziletine erişmektir.
​Aşkın Yolu: Gözyaşı ve Mücadele
​İktibas:
​Âgâhî karıştır kanı yaş ile
​Hak bulunmaz hayâl ile düş ile
​Eremem menzile bu gidiş ile
​Hemen aşk atına binip sürmeli
​Âgâhî

​İzah ve Açıklama
​Âgâhî’nin bu gazelinden alınan beyitler, hakikate ulaşma yolunu ve bu yolun meşakkatini tasvir eder. “Âgâhî karıştır kanı yaş ile” mısrası, bu yolda çekilen zahmet ve acıyı anlatır. Gözyaşı o kadar çoktur ki, adeta kanla karışmıştır. Bu, bir dervişin, bir âşıkın derûnî ızdırabını tasvir eder. “Hak bulunmaz hayâl ile düş ile” mısrası ise, hakikatin kuru kuruya düşünmekle, hayal etmekle veya düşler kurmakla elde edilemeyeceğini açıkça ortaya koyar. Hakikat, ancak zahmet ve mücadele ile bulunur. Bu, kuru bilgi ve teorik düşüncenin bir faydası olmadığını, asıl olanın fiili gayret olduğunu vurgular.
​”Eremem menzile bu gidiş ile” mısrası, kişinin mevcut durumuyla, yani sadece hayallerle, kuru ilimle veya pasif bir duruşla hedefe ulaşamayacağını ifade eder. Bu bir nevi öz-tenkit ve öz-farkındalık beyanıdır. Son mısra ise bu çıkmaza bir çözüm sunar: “Hemen aşk atına binip sürmeli.” Hakikate, menzile ulaşmanın tek yolu, akıl ve hayalin sınırlarını aşan, kuvvetli ve iradeli bir duygu olan sevgidir. Aşk, insanı o hedefe doğru hızla taşıyan, bütün engelleri aşmasını sağlayan kuvvetli bir at gibidir.
​Hikmet ve Düşündürücü Bağlantısı
​Bu beyitler, hikmetin sınırlarını zorlar. Âgâhî, sadece akıl ve mantıkla hakikate ulaşılamayacağını, bu yolda ancak derûnî bir aşkın rehberlik edebileceğini tasvir eder. Bu, kuru ilmin ve zahiri bilginin ötesine geçerek kalbî bir yönelişin önemini vurgular. Hakikate ulaşmak için çekilen ızdırap, gözyaşı ve kan dökme metaforları, bu yolun kolay olmadığını ve büyük bir adanmışlık gerektirdiğini gösterir. Bu beyitler, modern insanın arayışları için de bir ışık tutar. Sadece bilgi edinerek veya yüzeysel düşünerek manevî bir tekamüle erişilemeyeceğini, bunun için bir meşakkat ve aşk yolculuğuna çıkılması gerektiğini anlatır.
​Makalenin Özeti
​Bu makalede, farklı beyitler üzerinden hayatın ve insan olmanın çeşitli veçheleri ele alınmıştır. İlk beyitte, Râşid’in tasviriyle, zahiri makam ve mevkinin insan kusurlarını nasıl örttüğü ve bu durumun sosyal bir yanıltıcı olduğunu ortaya koyan bir tenkit yapılmıştır. İkinci beyitte, Keçecizâde İzzet Molla’nın hikmetiyle, gerçek rahatın ve huzurun, rahatlığı terk etmek ve gayret etmekle bulunacağı fikri işlenmiştir. Üçüncü beyitte, Sâbit’in fazilet dersiyle, kötülüğe karşı iyilikle, zehire karşı panzehirle mukabele etmenin yüce bir meziyet olduğu açıklanmıştır. Son olarak, Âgâhî’nin beyitleri, hakikate ulaşmanın sadece akıl ve hayalle mümkün olmadığını, bu yolda en büyük kılavuzun ve kuvvetin aşk olduğunu isbat etmiştir. Her bir beyit, kendi özel konusu içinde derin bir hikmet barındırmakla birlikte, hepsi birbiriyle bütünleşerek insanın manevî ve ahlaki tekamülü için birer rehber niteliğindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 113

BERCESTE VE İZAHI – 113

​Berceste Beyitlerin Derûnî İhtivaları: İnsan, Hayat ve Hakikat Arayışı
​Bu makalede, önümüze konulan beş farklı beyit üzerinden insan hayatının derûnî meselelerini ele alacağız. Her bir beyit, kendi içinde bir hakikat barındırır ve bu hakikat, bize cihan şümul düşünceler sunar. Bu beş mısra ve beyit, bizi adaletten muhabbete, gafletten tevhide ve dünyaya karşı takındığımız tavırlara kadar pek çok mevzuda tefekküre sevk etmektedir.

​1. Adalet, Fazilet ve Hakk’a İnkıyad
​İktibas:
​Dîğer sitâyişe bir şâh adl ü dâdı kadar
Sezâ-yı hürmet olur Hakk’a inkıyâdı kadar
​-Âsaf

​Bu beytin tasvir ettiği üzere, bir şahın veya yöneticinin medhedilmeye en layık olduğu husus, onun adaleti ve hukuka olan bağlılığıdır. Tarih boyunca, adaletle hükmeden nice sultanlar ve padişahlar, milletlerin nazarında yücelmiş, faziletleriyle anılmıştır. Mesela, Hz. Ömer’in (r.a.) adaleti, tüm zamanlara ders veren bir timsaldir. Onun, “Fırat kenarında bir kurt bile telef olsa, Ömer’den sorulur” sözü, adaletin ne denli mühim bir vazife olduğunu isbat eder. Bir yöneticinin adil olması, sadece tebaasına karşı bir mesuliyet değil, aynı zamanda Hak’ka karşı bir kulluk vazifesidir.
​Beytin ikinci mısrası, bu düşünceyi daha da derinleştirerek, bir insanın hürmet ve saygıya layık olmasının en mühim sebebini, Cenab-ı Hak’ka olan inkıyadına, yani tam bir teslimiyetine bağlar. Adalet, Hak’ka olan teslimiyetin bir neticesidir. Eğer bir kişi, yaratıcısına karşı boyun eğmişse, O’nun koyduğu hudutlara riayet ediyorsa, bu inkıyad onun bütün fiillerine yansır. O kişi, adaleti de, sevgiyi de, ilmi de Hak’tan bir emanet olarak görür ve hayatını bu emanetin hakkını vererek tanzim eder. Bu açıdan, adalet sahibi olmak, evvela Hak’ka karşı dürüst ve teslim olmuş olmanın bir zahiri ifadesidir.

​2. Gaflet, İlim ve Tevhid Işığı
​İktibas:
​Salâh-ı hâli mahv eyler dem-i pîrideki gaflet
Tecellî-i füyûzât-ı sabâha hâb olur mâni’
​-Antepli Aynî

​Bu beyit, insan ömrünün en mühim meselelerinden biri olan gaflet mevzuunu ele alır. İlk mısrada şair, yaşlılık deminde yaşanan gafletin, insanın halini ve salahiyetini perişan ettiğini dile getirir. Gençlik yıllarının o bitmeyen enerjisi ve gelecek hayalleri, bazen bizi ahiret ve manevi hakikatlerden uzaklaştırabilir. Ancak yaşlılık, bu hayallerin sonuna yaklaştığımızı, hayatın zahiri yüzünün giderek silikleştiğini gösteren bir levhadır. İşte bu demde dahi gaflette kalmak, insanın bütün bir hayatını heba etmesine yol açabilir. Zira insana verilen ömür, Hakk’ı bilmek, O’na kulluk etmek ve rızasını kazanmak için bir fırsattır. Gaflet ise bu fırsatı yitirmektir.
​İkinci mısra, bu düşünceyi daha anlaşılır bir şekilde tasvir eder: “Sabahın feyzinin tecellîsinden istifade etmeye uyku engel olur.” Bu ifade, bir teşbihin ötesinde derin bir hikmet barındırır. Sabah vakti, ilahi feyiz ve rahmetin yeryüzüne saçıldığı, tecelli ettiği bir zamandır. Hadis-i Şeriflerde de sabahın bereketi hususunda nice beyanlar mevcuttur. Uykuda kalmak, bu feyizden mahrum kalmak demektir. Bu, maddi bir uykunun yanı sıra, kalbin ve aklın gaflet uykusunda olması halini de temsil eder. İnsan, kendi nefsine ve dünyaya dalmışsa, kalbi uyanık değilse, en parlak hakikatler bile ona tesir edemez. Bu yüzden, gerçek uyanıklık, sabahın feyzine mazhar olmak için ruhî bir uyanıklık içinde olmaktır.

​3. Muhabbet, İman ve Peygamberin (s.a.v.) Varlığı
​İktibas:
​Muhabbetden Muhammed oldu hâsıl
Muhammedsiz muhabbetden ne hâsıl
​-Lâedri

​Bu mısra, Hazreti Peygamber’in (s.a.v.) varlığının ilahi muhabbetin bir neticesi olduğunu, aynı zamanda O olmadan da bu muhabbetin tam manasıyla tecelli edemeyeceğini dile getiren cihan şümul bir hikmet taşır. Ayette buyrulduğu üzere, “Ben cinleri ve insanları ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 51/56) Bu kulluğun, Allah’ı bilme ve O’na muhabbet besleme esasına dayandığı düşünüldüğünde, Hazreti Muhammed’in (s.a.v.) gönderilişi, bu muhabbetin hayat bulması, kemal bulması ve insanlığa ulaşması için bir vesile olmuştur. Allah Teâlâ, kullarına olan muhabbetinin bir isbatı olarak Resulünü göndermiş, O’nun vasıtasıyla cihan şümul bir nizam kurmuştur.
​İkinci mısra, “Muhammedsiz muhabbetden ne hâsıl?” sorusuyla, imanın en mühim rükünlerinden birine parmak basar. Allah’a olan muhabbet, Peygambere itaat ve muhabbet ile kaimdir. Bu, Kur’an’da da şöyle beyan olunur: “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân, 3/31) Yani, Allah’a duyulan muhabbetin doğruluğunun isbatı, Peygamberin yoluna tâbi olmaktır. O’nun getirdiği şeriat, O’nun ahlakı ve O’nun sireti olmadan, Allah’a yönelen sevginin kuru bir iddiadan başka bir şey olması muhtemeldir. Zira muhabbetin bir yolu, usulü ve âdâbı vardır ve bu yol bizzat Hazreti Peygamber (s.a.v.) Efendimizdir.

​4. Varlıktan Vazgeçiş ve Hak’la Bir Olma
​İktibas:
​Yağmâ edersen varlığın gider gönülden darlığın
Mahv eylesin ağyarlığın yâr olısar mihmân sana
​-Niyâzî-i Mısrî

​Niyâzî-i Mısrî’nin bu beyti, tevhid ve tasavvuf düşüncesinin merkezindeki bir mevzuya işaret eder. Beytin ilk mısrası, “varlığın yağmalanması” tabiriyle, enaniyeti ve nefsani arzulardan sıyrılmayı tasvir eder. İnsanın gönlü, kendi benliğinin, nefsini ilahlaştırmasının darlığı ile doludur. Bu darlıktan kurtulmanın tek yolu, insanın kendisini, arzu ve heveslerini yokluğa mahkûm etmesidir. Varlık, yani ene ve enaniyet, insan ile Allah arasındaki en büyük perdedir. Bu perde ortadan kalktığında, gönül darlığı da gider.
​İkinci mısra, bu manevi yolculuğun nihai gayesini gösterir: “Ağyarlığın (yabancılığın) yok olsun ki, o dost (Hak) sana misafir olsun.” “Ağyar”, “gayr” kelimesinden türemiş olup, “başka, yabancı” manasına gelir. Burada, Hak’tan başka olan her şey kastedilir. Bize yabancı olan, bizi Hak’tan uzaklaştıran her şey yok olduğunda, gönlümüz Hak için boş ve hazır hale gelir. İşte o zaman, ilahi bir misafirliğe nail olunur. Bu hal, tasavvufta “fenâfillah” olarak tasvir edilen, kişinin kendi varlığını ilahi varlıkta yok etmesi ve O’nunla bir olması halini anlatır. Hak’la olan bağlantı, ancak benlik perdesinin yırtılmasıyla tahakkuk eder.

​5. Dünya Sevgisi ve Akıbetin Düşündürücü Açıları
​İktibas:
​Gedâ-yı bî-nevâ ol devlet-i dünyâyı n’eylersin
Ölüm en son mukarrerdür kuru gavgâyı n’eylersin
​-Ulvi

​Bu beyit, insanı dünyaya karşı takındığı tutum ve açısını düşünmeye sevk eder. Şair Ulvi, fakir ve eli boş bir insan olsan bile, bu dünyanın makam ve iktidarına ne kadar değer veriyorsun diye sorar. Dünya malı, makamı ve iktidarı, fani ve geçici şeylerdir. İnsanlar, bu geçici varlıklar için birbirleriyle didişir, zıt ve aykırı düşüncelere kapılır ve hayatlarını bir kavga içinde geçirirler.
​İkinci mısra, bu manasız mücadelenin ne denli beyhude olduğunu çarpıcı bir şekilde ifade eder: “Ölüm en son mukarrerdür (kesinleşmiştir), kuru gavgayı neylersin?” Ölüm, hayatın bir parçası değil, hayatın sonu olarak kaçınılmaz bir hakikattir. Bu isbatı inkâr etmek mümkün değildir. İnsan, ne kadar mal ve mülk biriktirse, ne kadar makam sahibi olsa da, ölüm geldiğinde her şeyini geride bırakır. O halde, fani olan için yapılan kuru kavgaların, manasız çekişmelerin ne anlamı olabilir? Bu mısra, bize, dünyaya takılıp kalmaktansa, asıl yurdumuz olan ahirete hazırlık yapmamız gerektiğini, hayatı bu büyük hakikat nazarıyla yaşamamız gerektiğini hatırlatan bir ibrettir. Hayat, kuru bir gavgadan ibaret değildir; manası, hikmeti ve derinliği vardır. Bu manayı idrak etmek, ancak ölümün kaçınılmaz bir sonuç olduğu gerçeğini kabullenmekle mümkündür.
​Makale Özeti
​Bu makalede, beş farklı berceste beytin derûnî muhtevasını ele aldık. Her bir beyit, insan hayatının farklı bir açısına ışık tutmaktadır. Birincisi, yöneticinin fazileti olan adaletin, Hakk’a olan inkıyadın zahiri bir tezahürü olduğunu gösterdi. İkincisi, gafletin insanı manevi feyizlerden mahrum bıraktığını, hakiki uyanıklığın ruhen teyakkuzda olmakla mümkün olduğunu tasvir etti. Üçüncüsü, ilahi muhabbetin Hazreti Peygamber (s.a.v.) ile kaim olduğunu ve O’nsuz bir sevginin tam manasıyla tecelli edemeyeceğini izah etti. Dördüncüsü, nefs ve ene gibi varlık perdelerinin yok edilmesiyle tevhidin ve Hakk’a yakın olmanın mümkün olduğunu beyan etti. Son olarak, dünya malı ve makamı için yapılan kavgaların ölüm gerçeği karşısında ne denli manasız olduğunu, fani olana değil, baki olana yönelmenin hikmetini dile getirdi. Bu beyitler, bize bir bütün olarak hayatın mana ve hikmetini, Hakikat’in nuruyla görmemiz gerektiğini hatırlatmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 112

BERCESTE VE İZAHI – 112

​1: Nâbî’nin “Usandık” Redifli Gazelinden Bir Mısra
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Ber devlet içün çerhe temennâdan usanduk
Ber vasl içün ağyâre müdârâdan usanduk
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“Bir makam ve hayat bahtiyarlığı için feleğe yalvarmaktan usandık. Bir kavuşma için başkalarına yalandan yüz verip müdara etmekten usandık.”
​Bu mısralar, meşhur hikemî düşünce şairi Nâbî’ye aittir. Nâbî, yaşadığı devrin sosyal ve ahlaki yapısına derin bir nazar ile bakmış, hayatın zahiri ve derûnî bağlantılarını sorgulamıştır. Şairin bu beyitte dile getirdiği usanmışlık, şahsî bir hissiyattan öte, dönemin ahlaki çözülüşüne karşı gösterilen cihan şümul bir tepkidir.
​Bir Makale: Toplumsal Tenkit ve Fazilet Düşüncesi
​Nâbî’nin bu berceste beyti, divan edebiyatındaki hikmet düşüncesinin en güçlü ön plan dışavurumlarından biridir. Şair, bir dize yerine iki mısra ile öylesine geniş bir muhtevayı ihtiva eder ki, okuyan her ferd, o dönemin toplumsal hastalıklarının tasvirine şahit olur. Nâbî, hayatın çarkında bir mevki elde etmek veya bir arzularına kavuşmak için insanların dalkavukluk, riya ve müdara gibi kötü faziletlere ne kadar düştüğünü bir tenkit nazarıyla ele alır. O, bu eylemlerin insan ruhunu nasıl yorduğunu ve enaniyetini nasıl zedelediğini cevap olarak sunar.
​İnsanlık hayatı boyunca her devirde, maddî kazançlar uğruna, bir başkasına yalan yanlış inançlar sergileyerek yahut riyakâr bir tebessümle yanaşarak makam ve mevki elde etme çabası olmuştur. Nâbî’nin tenkidi, bu durumun sadece bir yanılma değil, aynı zamanda insanın aslî yapısı ve faziletlerinden kopuşunun isbatı olarak önümüze serilir. Şairin bu mısraları, tabiatı itibarıyla bir devr-i daim olan hayatta, asıl bahtiyarlığın, başka insanların lütfuna muhtaç olmadan, kendi iradesi ve faziletiyle yaşamak olduğunu hatırlatır. O, feleğe temennadan usanmıştır; çünkü en yüce makamların dahi, Allah’ın takdiri dışında bir müdara ile elde edilemeyeceğinin şuurundadır. Aynı şekilde bir vuslat için başkalarına müdara etmekten usanmıştır; zira saf ve hakiki bir kavuşma ancak saf kalplerin nasibidir. Bu mısralar, maddiyat ve makam hırsı sebebiyle zedelenen ruhlara bir tenkit ve aynı zamanda bir hikmet dersidir.

​2.: Çelebizâde Âsım’ın Aklı ve Güzelliği Ele Alan Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Hüsn olur nâkıs bulunca âdemin aklı tamâm
Çerh eder mi kimsenin âlemde her yanın tamâm
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“İnsanın aklı kâmil bir hâle gelince, zahiri güzelliği eksilir. Felek, dünyanın her yanını bir insan için mükemmel kılar mı?”
​Çelebizâde Âsım Efendi’nin bu beyti, güzellik ile aklın zıt ve aykırı bir bağlantısı olduğunu dile getirir. Beyit, sadece insanı değil, cihanı da bu açıdan ele alır.
​Bir Makale: Hikmet ve Güzellik Arasındaki Zıtlık
​İnsanın yapısı, zahiri bir görüntüden ve derûnî bir muhtevadan ibarettir. Çelebizâde Âsım Efendi, bu mısralar ile zahiri güzelliğin geçiciliğini ve akıl ile hikmetin ise daimi olan hayat bağlantısını tasvir eder. Beyit, bir başka gerçeği daha gözler önüne serer: “Çerh eder mi kimsenin âlemde her yanın tamâm.” Bu mısra, tabiatın ve feleğin, insan için her şeyi mükemmel kılmadığının bir isbatı gibidir. Hayat, eksiklikler ve faziletlerden müteşekkil bir bütündür ve asıl olgunluk, bu eksiklikleri kabul edebilmekten geçer.
​Makul ve hikmet sahibi bir insan, bilmenin ve tecrübenin getirdiği olgunlukla zahiri güzelliğin bir yanılma olduğunu anlar. Çünkü gerçek güzellik, ruhun ve aklın kemalindedir. Çelebizâde’nin bu beyti, bir yandan gençliğin verdiği coşku ve güzelliğin akıl ile nasıl zıt ve aykırı düştüğünü tasvir ederken, bir yandan da cihan şümul bir hakikati dillendirir: Dünyada her şeyin tam ve kâmil olması mümkün değildir. Enaniyetin bir tezahürü olan her şeyi mükemmel isteme arzusu, bu beytin verdiği hikmetli cevap karşısında anlamsız kalır. Bu durum, insanı maddî ve zahiri güzellikler yerine, aklın ve ruhun derûnî muhtevasına yönelmeye sevk eder. Bu makam, insanı kemal mertebesine taşıyan bir fazilettir.

​3.: Bahtî (I. Ahmed)’nin Zikir Hakkındaki Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Zikr eyle Hakk’ı her nefes
Allâh bes bâkî heves
Bes gayrıdan ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullâh ile
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“Her nefeste Hakk’ı zikret. Allah yeter, geri kalanı boştur. Allah’ın zikrini tekrar ederek başkalarından ümidini kes.”
​Bu beytin sahibi olan Bahtî, Osmanlı padişahı I. Ahmed’dir. Bir mısra yerine dört mısra ile kaleme aldığı bu şiir parçası, bir nasihatnâme muhtevası taşır. Şair, insanı Rabbine yönelmeye ve O’ndan başka her şeyden ümidini kesmeye davet eder.
​Bir Makale: Zikrullah ve Derûnî Huzur
​Bahtî mahlasıyla şiirler yazan I. Ahmed’in bu derin ve hikmetli mısraları, insanın derûnî hayatına bir nazar ve bakışın ön plan dışavurumudur. Şair, insanın tabiatının gereği olan dünyaya ve maddeye yönelik heveslerinin birer yanlış inanç olduğunu ve bu heveslerin ancak Allah’ı zikrederek terk edilebileceğini ifade eder. Zikrullah, ene ve enaniyetin zincirlerini kırıp, kalbi mâsivâdan arındıran bir anahtardır.
​Bu mısralar, modern hayatın karmaşasında kaybolan insan ruhuna bir yol bağlantısı sunar. İnsan, hayatın getirdiği hırs ve endişelerle yorulmuş, kendi varlığının ve tabiatının hakikatini unutmuştur. I. Ahmed’in şiiri, bu yanılmaya düşmüş ruhlara “Allah bes, bâkî heves” diyerek bir cevap verir. Bu ifade, derûnî bir huzur ve faziletin isbatı niteliğindedir. Başkalarından medet ummak, dünyaya bel bağlamak, insanı yoran ve nihayetinde bir hüsrana sürükleyen bir davranıştır. Şairin nasihati, bu kısır döngüden kurtulmanın yolunun, kalbi Allah’ın zikri ile mamur etmek olduğunu gösterir. Zikrin tekrarı, sadece dilin değil, kalbin de Allah’la sürekli bir bağlantı içinde olmasını sağlar. Bu sayede insan, başka şeylerden ümidini keserek, tek ve cihan şümul olan hakikate yönelir ve derûnî bir saadet ve huzur bulur.

​4.: Fitnat Hanım’ın Tevekkül Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Tevekkül bâdbânın kıl güşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir müsâ’id rüzgâr elbet
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“İhlas gemisine tevekkül yelkenini aç. Ümit denizinde elbet uygun bir rüzgâr eser.”
​Bu beyit, Osmanlı şairlerinden Fitnat Hanım’a aittir. Kadın şairlerin en önemlilerinden biri olan Fitnat Hanım, bu beytinde tevekkül ve ihlas düşüncesini alegorik bir tasvir ile anlatmıştır.
​Bir Makale: İhlas ve Tevekkülün Hikmeti
​Fitnat Hanım’ın bu mısraları, bir düşünce ve hikmet şaheseridir. Şair, insan hayatını bir gemi yolculuğuna benzetir. Bu gemi “ihlâs fülkü”, yani samimiyet gemisidir. Bu gemiyi seyir ettiren yelken ise “tevekkül bâdbânı”, yani Allah’a tam bir teslimiyet ve güven yelkenidir. Bu alegorik tasvir, insan hayatının derûnî muhtevasını ihtiva eder. İnsan, hayatta başarılı olmak, hedeflerine ulaşmak için sadece çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda kalbini ihlasla doldurmalı ve neticeyi Allah’a bırakarak tevekkül etmelidir.
​Tevekkül, yanlış bir inanç olarak tembellikle karıştırılır, oysa ki tevekkül, gerekli çabayı gösterdikten sonra enaniyet ve gururdan arınarak neticeyi Yaradan’a havale etme faziletidir. Şair, “Eser bahr-i emelde bir müsâ’id rüzgâr elbet” diyerek, bu tevekkül ve ihlasın bir cevap ve karşılığı olacağını söyler. Bu mısra, insanın ümitlerinin denizinde, bir gün mutlaka uygun bir rüzgârın eseceğinin, emeklerin karşılıksız kalmayacağının isbatı niteliğindedir. Bu hikmetli dize, tevekkülün sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat biçimi olduğunu gösterir. İhlas ve tevekkül, insanın derûnî hayatını sarsılmaz bir güç ve huzur ile dolduran cihan şümul bir fazilettir. Bu mısralar, sadece o dönemin değil, her devrin insanına yol gösteren, umut aşılayan ve gönül huzurunu öğreten bir nasihattir.

​Makale Özetleri ve Bütünlüğü
​Bu makaleler, Osmanlı edebiyatının farklı şairleri aracılığıyla insan hayatının derinliklerine dair hikmetli bir nazar sunmaktadır. Nâbî, zahiri riyaya ve dalkavukluğa karşı durarak insanın faziletini ve haysiyetini savunur. Çelebizâde Âsım, zahiri güzelliğin geçiciliğini ve asıl kemalin akılda olduğunu vurgulayarak derûnî bir olgunluğun yolunu gösterir. Bahtî (I. Ahmed), Allah’ın zikrinin, hayatın boş heveslerine karşı bir cevap olduğunu ve en büyük huzurun O’na tevekkülde yattığını ifade eder. Fitnat Hanım, ihlas ve tevekkülün birleşimiyle, ümit denizinde mutlaka istenilen rüzgârın eseceğini, bu faziletin bir karşılığı olacağını isbat eder.
​Tüm bu makaleler, insanın derûnî ve zahiri hayatı arasında kurduğu bağlantıları ele alır. Her biri, bireyin iç dünyasındaki huzuru, ahlaki duruşunu, Allah’la olan ilişkisini ve hakiki aşkın muhtevasını ayrı bir açıdan tasvir eder. Birbiriyle zıt ve aykırı gibi görünen temennalar, aslında aynı cihan şümul hakikatlere hizmet eder: Hayat, zahiri değil, derûnî bir muhteva ile yaşandığında anlam kazanır. Makam ve şöhret değil, fazilet ve hikmet peşinde olmak asıldır. Riyakârlık ve dalkavukluktan uzak durup, gönlü ihlas ve tevekkülle mamur etmek, insanı enaniyetten arındırır ve hakiki bahtiyarlığa ulaştırır. Tüm bu şairler, farklı konuları ele alsa da, insanın en kâmil haline erişebilmesi için nefsinin kötü faziletlerinden arınması ve kendini hakikatin peşine bırakması gerektiğini hikmetli bir dille anlatırlar. Bu makaleler, geçmişin edebi mirasından hareketle, günümüz insanına da ışık tutan, düşündürücü bir bütünlük sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 111

BERCESTE VE İZAHI – 111

​1. Laedri’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Devlet istersen kana’at, rahat istersen ölüm”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısra, insan hayatındaki iki temel arayışı, yani devlet (mutluluk, zenginlik, manevi yücelik) ve rahatı, birbirine zıt iki kavramla ilişkilendirir. Şair, gerçek mutluluğun ve zenginliğin dış şeylerde değil, kanaatte yattığını tasvir eder. Kanaat, elindekine razı olmak, hırstan ve aşırı dünya sevgisinden uzak durmak demektir. Bu mısraya göre, gönül zenginliği ve iç huzuruna ancak bu yolla erişilebilir. Diğer yandan, mutlak rahatı arayanların varacağı yerin ölüm olduğunu belirtir. Çünkü bu dünyada tam bir rahat, zahmetsiz ve sıkıntısız bir hayat mümkün değildir. Her hayatın içinde imtihanlar, dertler ve meşakkatler vardır. Ölüm ise bu dünya hayatının tüm zahmetlerinden kurtuluştur. Bu sebeple, şair, hayatın gerçek yapısını ortaya koyarak insana bir tercihte bulunmasını cevap verir: ya kanaat ile hayatın içindeki zorluklara rağmen bahtiyar olmak ya da mutlak rahatı arayarak ölüme varmak.
​—
​Makale: Kanaatin Kutsal Zenginliği ve Rahatın Yanıltıcı Yüzü
​Hayat, enaniyet ve arzuların sonsuz bir yarış alanı gibidir. İnsan, tabiatı gereği daima daha fazlasını ister; daha fazla servet, daha fazla şöhret, daha fazla kudret… Bu bitmek bilmeyen arayış, çoğu zaman insanı yorgun düşürür ve arzuladığı bahtiyarlığa bir türlü ulaştırmaz. Oysa ki, hikmet ehli Laedri’nin de tasvir ettiği gibi, gerçek devlet ve bahtiyarlık, maddenin değil, mananın kucağında, yani kanaatte saklıdır.
​Kanaat, sadece elindekine razı olmak değil, aynı zamanda kalbin maldan, mülkten ve dünya hırslarından azade olmasıdır. Bu, bir nefis terbiyesi, bir gönül zenginliğidir. Kanaat eden bir kimse, malı çok olmasa da kalbi daima müstağnidir. Zira o, sahip olduğu her şeyin geçici olduğunu bilir ve gerçek zenginliğin Rabbin ona bahşettiği nimetlere şükretmekte olduğunu idrak eder. Bu fazilet, insana dünya telaşının ve koşturmacasının üstünde bir sükunet bahşeder. Tarihe nazar ettiğimizde, bu gerçeği en iyi anlayanların, en büyük bahtiyarlığı bulanların, çoğu zaman dünya malına meyletmeyen alimler, dervişler ve salih kimseler olduğunu görürüz. Onlar, dünya rahatını değil, ahiret bahtiyarlığını öncelemişlerdir.
​Diğer yandan, insan, dünya hayatında mutlak bir rahat arayışına girdiğinde, bu arayışın onu bir yanılgıya sürüklediği aşikârdır. Zira dünya, zıtlıkların, zıtların ve aykırılıkların yurdudur. İmtihanlar, hastalıklar, musibetler, meşakkatler, hayatın ayrılmaz bir cüzüdür. Hiçbir insan, hayatı boyunca tek bir zahmet çekmeden yaşayamaz. Bu sebeple, tam bir rahatı beklemek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Asıl ibret, insanın bu zorluklar karşısındaki duruşudur. Bu zahmetler, insanın ahireti kazanması için birer imtihan ve olgunlaşma vesilesidir. Tam bir rahat, ancak dünya hayatının sona ermesiyle, yani ölümle mümkün olur. Bu sebeple, mısra, mutlak rahat arayışının fani olduğunu, asıl bahtiyarlığın, bu dünyanın zorlukları içinde bile bulunabilecek kanaat ve şükürde olduğunu hatırlatır. Kanaat, bu dünyanın fırtınaları içinde sığınılacak bir liman gibidir. İnsan, ancak bu limanda huzur bulabilir.
​Özet: Bu makalede, Laedri’nin mısrasından hareketle, gerçek bahtiyarlığın ve zenginliğin dış şeylerde değil, iç bir fazilet olan kanaatte bulunduğu tasvir edilmiştir. Tam bir rahatın ise dünya hayatında bulunamayacağı, bu arayışın ancak ölümle sona ereceği vurgulanmıştır. Makalede, kanaatin gönül zenginliği olarak insanın ruhuna bahşettiği sükunete işaret edilmiş ve dünya hayatının imtihanlarla dolu yapısı ele alınmıştır.

​2. Mir’âti’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Mir’âti sözlerin gizli mu’ammâ / Ulu’l-ebsâr olanlara hüveydâ / Elsiziz belsiziz dilsiziz ammâ / Gezeriz âlemde erkekçesine”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Mir’âti’nin hikmet ve mana dolu sözlerinin derinliğini tasvir eder. Şair, sözlerinin sıradan bir kimse için kapalı, bir muammâ olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr yani derin ve basiretli bir bakışa sahip olanlar için apaçık ve aşikar olduğunu belirtir. Bu, zahiri bakışın ötesinde, iç bir idrak gerektiren bir hakikatle ilgilidir. İkinci beyitte ise zıt bir tasvirle, kendilerini “elsiz, belsiz ve dilsiz” olarak nitelendirirler. Bu sıfatlar, onların dünya işlerinden, maddi güçten ve gösterişli konuşmalardan uzak olduklarını gösterir. Ancak, bu hallerine rağmen, yani bu zahiri eksikliklere rağmen, “âlemde erkekçesine gezdiklerini” ifade ederler. Burada geçen “erkekçesine” kelimesi, cinsiyetten öte, yiğitlik, cesaret, doğruluk ve vakarlı bir duruşu tasvir eder. Bu, onların manevi kuvvetinin, zahiri güçlerinin üstünde olduğunu, kalben sağlam ve kararlı olduklarını gösterir.
​—
​Makale: Kalbin Dili ve Basiretin Yürüyüşü
​Söz, bir dilin en mühim vasıtasıdır; lakin her söz, aynı ağırlığı ve derinliği taşımaz. Bazı sözler, sadece kuru birer harf yığınıyken, bazıları hikmet ve mananın ta kendisidir. Mir’âti’nin mısraları, sözün bu derin yapısını, basiret ve idrakin ehemmiyetini gözler önüne serer. O, hakikat ehlinin sözünün, alelade bir kula kapalı olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr, yani kalp gözü açık olanlar için bir aydınlık ve isbat olduğunu beyan eder. Bu tasvir, Kur’an-ı Kerim’in ve diğer kutsal kitapların muhtevasına benzer. Onların ayetleri de zahirde okunsa bile, gerçek manası ancak derin düşünce, tefekkür ve basiretle idrak edilebilir. Bu nedenle, hakikatin kapısını aralamak isteyen bir kimse, kuru ezberden ziyade, kalbinin gözünü açmakla yükümlüdür.
​Mısraların ikinci kısmı, bu manevi derinliğin, zahiri bir acziyetle nasıl bütünleştiğini gösterir. Şair, kendilerini “elsiz, belsiz, dilsiz” olarak tasvir eder. Bu, onların dünya hayatının karmaşasından, maddeye olan meylinden ve fani şeylere olan tutkusundan uzak durduklarını gösterir. El, eylem ve kudreti; bel, güç ve iktidarı; dil ise boş sözü tasvir eder. Onlar, bu dünya hırslarından azade olarak, asıl güç ve kudretin Allah’a ait olduğunu idrak etmişlerdir. Lakin bu zahiri acziyet, onları zayıf kılmaz. Aksine, “âlemde erkekçesine gezerler.” Bu kelime, sadece erkek cinsiyetini değil, yiğitlik, cesaret, hak yolunda kararlılık ve izzetli bir duruşu ihtiva eder. Bu hal, onların asıl kuvvetinin, zahiri değil, manevi olduğunu gösterir. Tıpkı kılıcı olmayan lakin sözüyle nice gönülleri fethedebilen İslâm alimleri ve tasavvuf büyükleri gibi. Onların sözü, kuvvetten ve iktidardan daha tesirli olmuştur. Bu, bize, gerçek kuvvetin enaniyetten, kibrin ve maldan değil, hak yolunda yürümekten ve kalbin safiyetinden geldiğini hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Mir’âti’nin mısraları üzerinden, hakikat ehlinin sözlerinin derinliği ve basiret sahibi kimseler tarafından idrak edilebileceği ele alınmıştır. Aynı zamanda, zahiri kuvvetten uzak, lakin manevi bakımdan güçlü ve izzetli bir duruşa sahip olan hak yolcularının hikmetli hayatları tasvir edilmiştir. Makalede, gerçek gücün maddi değil, manevi bir kaynaktan geldiği vurgulanmıştır.

​3. Tâhirü’l-Mevlevî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Olanlar gevher-i îmân ile gencûr-ı rûhânî / Ya illetden ya zilletden ya kılletden değil hâlî”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, imanın mü’mine bahşettiği manevi zenginliği ve bu zenginliğe rağmen dünya hayatının zahmetlerinden tamamen kurtulamayacağını tasvir eder. Şair, iman cevherine sahip olan kimseleri, manevi bir hazineye, yani “gencûr-ı rûhânî”ye sahip olanlara benzetir. Bu benzetme, imanın ne denli kıymetli ve korumaya değer bir hazine olduğunu ortaya koyar. Ancak, ikinci mısrada bu kimselerin dahi dünya hayatının üç temel sıkıntısından yani illetten (hastalıktan), zilletten (hor ve hakir görülmekten), veya kılletten (yoksulluk ve darlıktan) hali olmadığını, yani bu musibetlerden kurtulamayacağını ifade eder. Bu, imanın insanı dünyevi dertlerden tamamen azade etmediği, aksine bu dertlerin imtihanın bir parçası olduğunu vurgular. İnsan, imanla bu zorluklara karşı durabilme kuvveti bulur, lakin bu zorluklardan tamamen uzak kalamaz.
​—
​Makale: İmanın Kalkanı ve Hayatın İmtihanları
​İman, bir kalp için en kıymetli hazinedir. O, sadece bir inanç değil, aynı zamanda hayatın bütün zorluklarına karşı durabilen manevi bir kudrettir. Tâhirü’l-Mevlevî’nin mısraları, bu hakikati en güzel şekilde tasvir eder. İman sahibi bir kimse, adeta “ruhanî bir hazine”ye sahip gibidir. Bu hazine, fani dünyanın gelip geçici ziynetlerinden üstündür. Tıpkı bir padişahın hazinesi gibi, bu hazine de sahibine izzet, kuvvet ve şeref bahşeder. İnsanı ahiret yolculuğuna hazırlarken, bu dünya hayatındaki imtihanlara karşı da bir kalkan görevi görür.
​Ancak, imanın bu üstün faziletine rağmen, şair, iman sahibinin dahi bu dünyanın zahmetlerinden tamamen azade olmadığını belirtir. Hayatın üç ana musibeti; hastalık (illet), hor görülme (zillet) ve fakirlik (kıllet), her insan gibi iman sahibinin de karşısına çıkar. Bu gerçeğe nazar ettiğimizde, en büyük iman ehillerinin, en şiddetli imtihanlarla karşılaştığını görürüz. Hz. Eyyüb’ün (a.s) hastalığı, Hz. Yusuf’un (a.s) zindandaki zilleti ve Efendimiz (s.a.v.)’in yaşadığı kıtlık ve mahrumiyetler bu duruma ibretli birer isbattır. Bu zorluklar, iman cevherini koruma ve yüceltme vesilesi olmuştur. Hastalık, günahların affına, zillet, enaniyetin kırılmasına ve yoksulluk, sabır ve tevekkül faziletinin artmasına vesile olmuştur. Bu, bize, imanın amacının dünyevi dertlerden kurtulmak değil, dertler karşısında sabır, tevekkül ve rıza göstermek olduğunu öğretir. İnsan bu zorluklar karşısında imanının gücüyle ayakta kalır ve bu zorlukları manevi terakkinin birer basamağı haline getirir.
​Özet: Bu makalede, Tâhirü’l-Mevlevî’nin beyitleri üzerinden imanın manevi bir hazine olduğu ve bu hazineye sahip olanların dahi dünya hayatının dertlerinden, yani hastalık, hor görülme ve yoksulluktan azade olamayacakları tasvir edilmiştir. Bu musibetlerin iman sahipleri için birer imtihan ve manevi yükseliş vesilesi olduğu vurgulanmıştır.

​4. Basîrî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Zen merde civân pîre kemân tîrine muhtâc / Eczâ-yı cihân cümlesi birbirine muhtâc”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tabiatın ve cihanın temel bir kaidesini, yani karşılıklı ihtiyaç ve bütünleşmeyi tasvir eder. Şair, ilk mısrada bu gerçeği somut örneklerle destekler: kadın erkeğe, genç yaşlıya, yay oka muhtaçtır. Bu örnekler, hayatın zıtlıklarının ve farklılıklarının aslında birer bütünleyici unsur olduğunu gösterir. Bir bütünün parçaları gibi, her biri diğerinin varlığına muhtaçtır. İkinci mısrada ise bu kaidenin sadece insan ve nesneler için değil, “eczâ-yı cihân cümlesi” yani dünyanın bütün parçaları için geçerli olduğunu beyan eder. Bu mısra, cihan şümul bir hakikati tasvir eder: Hiçbir şey tek başına var olamaz, her şey birbiriyle bir bağlantı ve uyum içinde mevcudiyetini sürdürür. Bu, aynı zamanda kâinatın yaratılışındaki ince dengeyi ve tevhidi gösterir.
​—
​Makale: Cihanın Dokusu: Karşılıklı Muhtaçlık ve Uyum
​Hayat, tek başına var olabilen müstakil unsurlardan müteşekkil değildir. Aksine, her şey birbirine bağlı, birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Basîrî’nin beyitleri, bu cihan şümul hakikatin en zarif tasvirlerinden biridir. O, “kadının erkeğe, gencin yaşlıya, yayın oka muhtaç” olduğunu söylerken, aslında hayatın en temel zıtlıklarının ve ayrılıklarının, birer bütünleyici unsur olduğunu dile getirir. Kadın ve erkek, farklı yapı ve özelliklere sahip olmalarına rağmen, hayatı birlikte inşa ederler. Gençliğin enerjisi ve dinamizmi, yaşlılığın tecrübe ve hikmetiyle bütünleştiğinde bir toplumun varlığı ve gelişimi sağlanır. Bir yay, tek başına bir anlam ifade etmezken, bir okla birleştiğinde faaliyetini yerine getirir. Bu örnekler, bize her şeyin birbiriyle olan bağlantısını ve uyumunu gözler önüne serer.
​Bu bütünlük sadece insanlık ve nesnelerle sınırlı değildir. Şairin de ifade ettiği gibi, “cihanın bütün parçaları birbirine muhtaçtır.” Gökteki bulut, toprağın suyuna; güneşin ışığı, bitkinin büyümesine; bir hayvan, bir başka hayvanın yiyeceğine muhtaçtır. Bu zincirleme muhtaçlık, kâinatın mükemmel bir sistem içinde yaratıldığının isbatıdır. Hiçbir unsurun gereksiz olmadığı, her birinin kendi vazifesini icra ettiği ve diğerine hizmet ettiği bir ahenk mevcuttur. Bu hakikat, insanı enaniyetten ve kibrin yanlış inancından kurtarır. Zira insan, ne kadar kudretli olursa olsun, bir başkasına muhtaçtır. Bu durum, insanı acziyetini idrake ve yaratılışındaki hikmeti anlamaya sevk eder. Bütünleşme ve uyum, hayatın devamlılığı için zaruri bir kaidedir.
​Özet: Bu makalede, Basîrî’nin mısralarından hareketle, kainattaki her şeyin birbirine muhtaç olduğu ve karşılıklı uyum içinde varlığını sürdürdüğü ele alınmıştır. Makalede, insan ilişkilerinden başlayarak, tabiatın ve evrenin bütün unsurları arasındaki bu muhtaçlık ve bütünleşme tasvir edilmiştir. Bu durumun yaratılıştaki mükemmel ahenk ve hikmetin bir isbatı olduğu vurgulanmıştır.

​5. Aziz Mahmud Hüdâyî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Nefse uyup râh-ı Hak’dan taşra çıkmak yol mudur / Kibr ü ucb ile adın derviş takmak yol mudur / Matlabın a’lâ iken ednâya akmak yol mudur / Yâr-ı bâkî var iken ağyâra bakmak yol mudur”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin hikmet ve irşad dolu nasihatleridir. Şair, insana dört ayrı soru sorarak, hayatın temel yanlışlarını ve doğru yolun ne olduğunu tasvir eder. İlk olarak, nefsin isteklerine uyarak hak yolundan sapmanın doğru bir yol olmadığını belirtir. İkinci olarak, kalbinde kibir ve kendini beğenmişlik (ucb) varken zahirde dervişlik iddia etmenin, yani derviş adını taşımanın yanlış inancını dile getirir. Üçüncü soru, insanın maksadı ve hedefi en yüce olan Allah iken, geçici ve fani olan dünyaya yönelmesinin akıllıca bir hareket olmadığını vurgular. Son olarak, ebedi olan ve tek dost olan “Yâr-ı Bâkî”ye (Allah’a) iman ve gönül bağlamak varken, fani olan “ağyâra” (başkalarına, dünya sevgisine) yönelmenin yanlışlığını tasvir eder. Bu mısralar, insanın kalbine yönelerek, nefsini terbiye etmesi ve gerçek hedefine odaklanması gerektiğini anlatır.
​—
​Makale: Hakikat Yolunun Taşları ve Yanıltıcı Yokuşlar
​Hayat, insanı daima bir tercih ve imtihanla karşı karşıya bırakır. Her an, bir yol ayrımıdır: hakikat ve nefs, iman ve yanlış inanç, ebediyet ve faniyet arasında bir tercih yapmak durumundayız. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bu derin ve hikmetli mısraları, bu tercihlerde doğru yolu bulmak için bir pusula vazifesi görür. Şairin sorduğu her soru, insanı kendi iç dünyasına bir bakış atmaya, yaptıklarını ve hedeflerini sorgulamaya davet eder.
​İlk soru, nefsin tehlikeli yapısını tasvir eder. Nefs, daima insana kolay olanı, haz veren fani şeyleri fısıldar. Ancak bu fısıltılara kulak verenler, Hak’tan uzaklaşır ve yollarını kaybederler. Gerçek manada hayat bulan, nefsine kul olan değil, nefsini terbiye eden, onu Hak’ka tabi kılanlardır. Bu nedenle, Hak yolunda yürümek, nefsanî arzulara karşı bir cihadı ihtiva eder.
​İkinci soru, kalbin en büyük illetlerinden biri olan kibir ve ucb yanlış inancını ele alır. İnsan, nefsini terbiye etmeye başladığında, kendini üstün görme yanlışına düşebilir. Aziz Mahmud Hüdâyî, zahirde derviş gibi görünmenin, lakin kalpte kibir taşımanın bir yanılgı olduğunu belirtir. Dervişlik, alçakgönüllülük ve acziyetin idrakidir. Kibirle dolu bir kalbin, dervişlik makamına erişmesi imkânsızdır. Gerçekten de tarihe baktığımızda, Hak’ka en yakın olanların, enaniyetten en uzak olanlar olduğunu görürüz.
​Üçüncü ve dördüncü mısralar, insanın hayat gayesini sorgular. İnsanın yaratılış gayesi, en yüce olan Allah’ı tanımak ve ona yakınlaşmaktır. Ancak insan, çoğu zaman bu yüce gayeyi unutarak, “ednâya,” yani dünyaya ve geçici olan şeylere meyleder. Bu, bir hazineyi bir değersiz taşla takas etmek gibidir. Zira dünya, fani ve geçicidir. Asıl olan, ebedi hayatı kazanmaktır. Bu nedenle, “Yâr-ı Bâkî”ye yani ebedi olan Allah’a yönelmek varken, fani ve gelip geçici olan “ağyâra” gönül vermek, en büyük ziyanlardan biridir. Zira dünya sevgisi, kalbi paslandırır ve onu asıl gayesinden uzaklaştırır. Bu mısralar, bize, hayatın anlamının, fani olanı bırakıp baki olana yönelmekten geçtiğini bir kez daha hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin mısraları ele alınarak, nefsin arzularına uymanın, kibir taşımanın, fani dünyaya yönelmenin ve Allah’tan gayrı şeylere gönül vermenin yanlış inanç ve davranışlar olduğu tasvir edilmiştir. Makalede, doğru yolun, nefs terbiyesinden, tevazudan ve asıl hedef olan Allah’a yönelmekten geçtiği vurgulanmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 110

BERCESTE VE İZAHI – 110

​Aziz – “Ehl-i İrfân Söylemez Her Hâlini”
​İktibas:
​Ehl-i irfân söylemez her hâlini
Hâl olur izhârı var ihfası var

​İzah ve Açıklama:
​Aziz, bu iki mısralık beyitinde, hakiki irfan sahiplerinin, yani manevi bilgeliğe erişmiş kişilerin yapısını tasvir eder. “Ehl-i irfân söylemez her hâlini” diyerek, irfan sahibi olan ariflerin, içine doğan her şeyi, yaşadıkları her manevi tecrübeyi ve derûnî hallerini herkese açıp dökmediklerini ifade eder. Bu, bir nevi sır perdesi altında yaşamak, manevi tecrübeyi yüzeysel bakışlardan korumak demektir. Hakiki hikmet, zahiri gösterişten uzaktır.
​İkinci mısra, bu durumun bağlantısını ve sebebini açıklar: “Hâl olur izhârı var ihfası var.” Bazı haller, bazı manevi tecrübeler vardır ki, bunların bazen açıklanması (izhârı) gerekirken, bazen de gizlenmesi (ihfası) zaruridir. Bu, manevi yolculuktaki inceliklerden biridir. Herkesin her manevi hale hazır olmadığı, bazı gerçeklerin ancak belirli bir olgunluğa erişmiş olanlara beyan edilebileceği düşüncesi burada yatar. Arif, bu dengeyi kurabilen, neyi ne zaman ve kime anlatacağını bilen faziletli kişidir. Bu beyit, hakikat yolundaki bir kişinin yahut arifin, maneviyatın inceliklerine nasıl riayet etmesi gerektiği hususunda derin bir nazarı ve bakışı ihtiva eder.

​İbrahim Tennûri – “Hoşdur Bana Senden Gelen”
​İktibas:
​Hoşdur bana senden gelen
Yâ hil’at ü yâhud kefen
Yâ tâze gül yâhud diken
Kahrın da hoş lutfun da hoş

​İzah ve Açıklama:
​İbrahim Tennûri, bu dört mısradan müteşekkil şiirinde, tasavvufi aşkın ve Allah’a tam teslimiyetin zirvesini tasvir eder. Şair, Rabbinden gelen her şeyin kendisine hoş geldiğini beyan eder. Bu, kulun, Rabbinin takdirine tam bir rıza göstermesidir. “Yâ hil’at ü yâhud kefen” mısraı, bu rızanın ne denli cihan şümul olduğunu gösterir. Hil’at, padişahların kendilerine yakın gördükleri vezirlerine giydirdikleri kaftan veyahut en kıymetli bir giysidir. Kefen ise hayatın zahiri sonudur. Şair, Rabbinden gelenin bir nimet de olsa, bir ölüm haberi de olsa, her ikisine de aynı gönül rahatlığıyla razı olduğunu söyler. Bu, dünya hayatının gelip geçici hallerine takılmadan, her şeyin Rabbinin iradesinden geldiğini bilmenin verdiği iç huzurun isbatıdır.
​”Yâ tâze gül yâhud diken” mısraı da aynı manayı güçlendirir. Gül, güzelliği, sevinci ve nimeti temsil ederken, diken ise acıyı, mihneti ve zorlukları temsil eder. Arif, Rabbinden gelenin bir sevinç vesilesi de olsa, bir sıkıntı da olsa, her ikisini de aynı şekilde kabul eder. Zira bilir ki, her şeyin hikmetli bir bağlantısı vardır. Son mısra olan “Kahrın da hoş lutfun da hoş” ise bu teslimiyetin özetidir. Kahır, gazap ve celal tecellisidir; Lütuf ise rahmet ve cemal tecellisidir. Gerçek arif, Rabbinden gelen celal ve cemal tecellilerinin her ikisine de rıza gösterir ve her ikisinde de bir güzellik, bir hikmet arar. Bu beyit, kâmil bir kulun Allah’a olan tam teslimiyetini, her türlü hal ve şarta karşı duyduğu rızayı ve bu rızadan neşet eden derûnî huzuru tasvir eden muazzam bir örnektir.

​Özet
​Bu makalede ele alınan beyitler, Osmanlı şiirinin derin ve zengin muhtevasını tasvir etmektedir.

​Aziz’in beyti, manevi yolda ilerleyen ariflerin yapısını tasvir eder. Hakiki hikmetin ve manevi hallerin, her daim zahiri olarak beyan edilmediğini, bazı sırların gizlenmesinin fazilet olduğunu ifade eder.
​İbrahim Tennûri’nin beyti ise, tasavvufi aşkın en üst mertebesini, yani Allah’ın celal ve cemal tecellilerine tam bir rıza ile teslimiyeti işler. Hakiki kulun, Rabbinden gelen her şeye, iyi veya kötü görünen her duruma aynı gönül rahatlığıyla razı olması gerektiğini vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025