BERCESTE VE İZAHI – 153–

BERCESTE VE İZAHI – 153–

​1. Beyit: Haşmet’in Pervâne ve Mum İmtihanı
​İktibas:
​ياقار اهل دلڭ شمع شب آرايش جگرگاهن
چراغ بزم نادانه يانار پروانه در دنيا
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Yakar ehl-i dilin şem’-i şeb-ârâyiş cigergâhın
Çerâğ-ı bezm-i nâ-dâna yanar pervânedir dünyâ
​Haşmet
​Dünya, gönül ehli insanların ciğerini geceyi süsleyen bir mum gibi yakar.
Dünya, cahillerin meclisinin ışığı olmak için yanıp duran pervaneye benzer.
Cahillerin meclisini aydınlatabilmek için yanar, uğraşır durur.

​Makale: Aşkın Ateşi ve Cehaletin Işığı
​Divan şiirinin hikmet dolu dünyasında, şairler kâinatı ve hadiseleri derûnî bir nazarla okuyarak, zahirî mananın ötesindeki hakikatleri mısralara dökerler. Haşmet’in bu beyti de, dünya hayatının iki farklı yüzünü, ariflerin ve cahillerin bu hayattaki yerini tasvir eden veciz bir eserdir. Beyit, merkezine “yanmak” fiilini alarak, bu fiilin aşk ve cehalet bağlantısındaki zıt tecellilerini ortaya koyar.
​Mısranın ilkinde, “ehl-i dil” yani gönül ehli olan ariflerin, Allah dostlarının hali tasvir edilir. Onların ciğergâhı, yani en derûnî varlıkları, “geceyi süsleyen bir mum (şem’-i şeb-ârâyiş)” gibi yanmaktadır. Mum, yapısı itibarıyla etrafını aydınlatmak için kendi varlığını eriten, tüketen bir semboldür. Ehl-i dilin durumu da böyledir. Onlar, ilahî aşkın ateşiyle yanarlar. Bu yanış, bir şikâyet değil, bir vuslat arzusunun, bir arınma sürecinin ve hakikate ulaşma gayretinin en samimi ifadesidir. Onların bu derûnî yanışı, dışarıdan bakanlar için belki bir ızdırap gibi görünse de, hakikatte manevî bir aydınlanma ve tekâmül sürecidir. Bu ateş, nefsin karanlıklarını aydınlatır, kalbi masivadan (Allah’tan gayrı her şeyden) temizler. Bu yanış, Hz. Mevlana’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözüyle ifade ettiği manevî merhalelerin zirvesidir.
​Beytin ikinci mısrası ise denklemin diğer tarafını, “nâ-dân” yani cahillerin meclisini ve onların dünyadaki halini ortaya koyar. Dünya, bu defa “cahiller meclisinin kandili (çerâğ-ı bezm-i nâ-dân)” için yanan bir “pervâne”ye benzetilir. Pervâne, ışığa olan aşkı sebebiyle kendini ateşe atarak can veren bir başka mühim semboldür. Ancak burada pervânenin yanışı, ehl-i dilin yanışından farklı bir manaya bürünür. Pervâne, ışığın hakikatini bilmeden, sadece onun zahirî parıltısına aldanarak kendini feda eder. Dünya da, cahillerin meclisini, yani onların gelip geçici, sahte ve nefsanî arzularla dolu hayatlarını aydınlatmak için kendini helak eden bir pervâne gibidir. Cahiller, dünyanın bu aldatıcı ışığına kapılır, onun parıltısını hayatın gayesi zannederler. Onlar için yanan dünya, onların gafletini artırmaktan, onları oyalayıp hakikatten uzaklaştırmaktan başka bir işe yaramaz.
​Haşmet, bu beyitte derin bir tezat sanatı kullanarak, arif ile cahilin, hakikat ile gafletin arasındaki muazzam farkı gözler önüne serer. Arif, hakikat için kendi içinde yanarken; dünya, cahilin gafleti için pervâne misali yanar durur. Biri derûnî bir aydınlanma için yanar, diğeri ise zahirî ve sahte bir aydınlanma uğruna tükenir. Bu beyit, insana şu soruyu sordurur: Sen, bu dünya sahnesinde, hakikat aşkıyla yanıp etrafına mana ışığı saçan bir mum musun, yoksa cahillerin gelip geçici meclisini aydınlatan ve sonunda kendini bu uğurda tüketen bir pervâne mi?
​Özet:
Haşmet bu beytinde, gönül ehli olan ariflerin, ilahî aşk ateşiyle bir mum gibi yanarak manen aydınlandığını ve kemale erdiğini ifade eder. Buna karşılık dünya ise, cahillerin gelip geçici ve aldatıcı meclislerini aydınlatmak için kendini feda eden bir pervâneye benzer. Beyit, hakikat için yanmak ile gaflet uğruna tükenmek arasındaki derin farkı, mum ve pervâne sembolleri üzerinden etkileyici bir şekilde ortaya koyar.

​2. Beyit: Hanif’in Vuslat Yolu ve Lâhût Âlemi
​İktibas:
​بر گلڭ بيك خارى بر يارڭ نيجه اغيارى وار
عالم لاهوته باقسين اوزكه سيران ايستين
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Bir gülün bin hârı bir yârın nice ağyârı var
Âlem-i lâhûta baksın özge seyrân isteyen
​Hanif
​Güle meftun olan binlerce diken, bir yâre sevdalı nice âşık var.
Özge seyran isteyen Allah Teâlâ’nın zâtına mahsus olan ilk ve en yüce âleme yani lâhût âlemine baksın.

​Makale: Dikenden Güle, Mâsivâdan Lâhût’a Seyran
​Hanif’in bu beyti, tasavvufî düşüncenin merkezinde yer alan bir hakikati, fani olandan Bâki olana yönelişin lüzumunu ve hakiki seyranın (gezinme, temaşa etme) ne olduğunu veciz bir şekilde ifade eder. Şair, dünya hayatındaki sevgi ve güzelliklerin yapısını tahlil ederek, insanı daha yüce bir temaşa alanına, “âlem-i lâhût”a davet eder.
​Beytin ilk mısrası, dünyevî güzelliklerin ve sevgilerin tabiatını ortaya koyar: “Bir gülün bin hârı bir yârın nice ağyârı var.” Gül, güzelliğin, aşkın ve maşukun en yaygın sembolüdür. Ancak o güle ulaşmak isteyen, binlerce dikenin (hâr) zahmetine katlanmak zorundadır. Diken, güle giden yoldaki engelleri, zorlukları ve acıları temsil eder. Aynı şekilde, dünyevî bir sevgiliye (yâr) gönül veren kişi, onun etrafında nice “ağyâr” (rakip, yabancı, sevgiliye ortak olanlar) ile mücadele etmek mecburiyetindedir. Bu durum, dünyevî sevginin ve güzelliğin hiçbir zaman saf, mutlak ve engelsiz olmadığını gösterir. Her güzelliğin bir bedeli, her sevginin bir rakibi, her vuslatın bir zorluğu vardır. Bu, dünya hayatının (nasut âleminin) temel yapısıdır; zıtlıklar, rekabet ve eksiklikler üzerine kuruludur.
​Bu tespiti yaptıktan sonra şair, ikinci mısrada hakiki ve “başka” bir temaşa (özge seyrân) arayanlara yolu gösterir: “Âlem-i lâhûta baksın özge seyrân isteyen.” Âlem-i lâhût, tasavvuf ıstılahında, maddî âlemin ötesinde, ilahî Zât’ın tecellilerinin bulunduğu, beşerî sıfatların ve maddî kayıtların olmadığı en yüce manevî âlemdir. Burası, rekabetin, dikenlerin, ağyârın olmadığı, güzelliğin mutlak ve sevginin saf olduğu bir makamdır. Şair, dünyevî gülün dikeninden, fani sevgilinin rakiplerinden yorulan ruha seslenir: “Eğer sen, hiçbir engelin, hiçbir rakibin, hiçbir eksikliğin olmadığı, saf ve mutlak bir güzelliği temaşa etmek istiyorsan, yüzünü maddeden manaya, mahlûktan Hâlık’a çevir ve âlem-i lâhût’a bak.”
​Bu beyit, sadece bir tavsiye değil, aynı zamanda bir hikmet dersidir. İnsanın fıtratı, mutlak güzelliği ve sonsuz sevgiyi aramaya programlanmıştır. Ancak bu arayışını fani ve sınırlı varlıklara yönelttiğinde, her zaman hayal kırıklığına, acıya ve yetersizliğe mahkûm olur. Çünkü gül solar, sevgili vefasızlık edebilir, güzellikler geçicidir. Hanif, bu çıkmaz sokağı işaret ederek, hakiki tatminin ancak ve ancak yönelişin kaynağa, yani Allah’ın Zâtî tecellilerinin bulunduğu lâhût âlemine çevrilmesiyle mümkün olacağını hatırlatır. Bu bakış, kalbin nazarıdır ve bu seyran, ruhun mi’racıdır.
​Özet:
Hanif, bu beytinde dünyevî güzelliklerin (gül) ve sevgilerin (yâr) her zaman dikenler ve rakipler gibi kusur ve engellerle çevrili olduğunu belirtir. Gerçek, kusursuz ve başka bir manevî temaşa ve huzur arayanların ise yüzlerini maddî âlemden çevirip, Allah’ın Zât’ına mahsus olan ve hiçbir eksikliğin bulunmadığı “lâhût âlemi”ne bakmaları gerektiğini öğütler.

​3. Beyit: Ulvi’nin Varlığında Yok Olmak Sanatı
​İktibas:
​عرض حال ايتمكه جانا سنى تنها بولامام
سنى تنها بوليجق كدمى اصلا بولامام
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam
Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam
​Ulvi
​Ey benim canım! Ben sana hâlimi arz etmek istiyorum; ama bir türlü seni yalnız bulamıyorum. Seni yalnız bir hâlde bulduğumda da kendimden geçiyor, bu sefer kendimi bulamıyorum.

​Makale: Vuslat Anında “Ben”liğin Kayboluşu
​Ulvi’nin bu fevkalade beyti, tasavvufî aşkın en nazik ve en derin merhalelerinden birini, “fena fi’l-mahbub” yani sevgilinin varlığında kendi varlığından fani olmayı (yok olmayı) müthiş bir belagatle tasvir eder. Beyit, âşığın, maşukuyla baş başa kalma arzusunun paradoksal yapısını ve bu vuslat anının getirdiği derûnî hali dile getirir.
​Âşık, sevgilisine (cânân) halini arz etmek, derdini dökmek, aşkını anlatmak istemektedir. Bu, en tabiî ve en insani arzudur. Ancak bu arzunun gerçekleşmesi için bir şart vardır: Sevgiliyi “tenha” bulmak. İlk mısra, bu şartın imkânsızlığını dile getirir: “Arz-ı hâl etmeye cânâ seni tenhâ bulamam.” Bu mısranın zahirî manası, sevgilinin etrafının her zaman kalabalık olması, rakiplerin (ağyâr) veya başka engellerin sürekli var olmasıdır. Tasavvufî açıdan bakıldığında ise bu “tenha bulamama” hali, âşığın zihninin ve kalbinin masiva ile, yani Allah’tan gayrı her şeyle dolu olmasıdır. Zihin ve kalp bu fani meşgalelerden arınmadıkça, maşuk-ı hakiki olan Allah ile hakiki manada bir baş başa kalma (halvet) durumu gerçekleşemez.
​İkinci mısra ise meselenin en can alıcı noktasını, âşığın ulaştığı manevî zirveyi ifade eder. Âşık, farz-ı muhal, bütün engelleri aşarak sevgiliyi tenha bulduğu o eşsiz anda, bambaşka bir durumla karşılaşır: “Seni tenhâ bulıcak kendimi aslâ bulamam.” Bu, vuslatın zirvesidir. Sevgilinin tecellisi o kadar ezici, o kadar mutlak, o kadar kuşatıcıdır ki, o anda âşığın kendi “ben”liği, enaniyeti, varlık hissi tamamen ortadan kalkar. Artık ortada halini arz edecek bir “ben” kalmamıştır. Geriye sadece maşukun mutlak varlığı kalmıştır. Âşık, maşukun varlık okyanusunda bir damla gibi eriyip gitmiştir.
​Bu hal, aklın ve mantığın sınırlarını aşan bir tecrübedir. Dışarıdan bakıldığında bir çelişki gibi görünen bu durum, aşkın derûnî mantığı içinde tam bir tutarlılığa sahiptir. Âşığın amacı, “ben”liğini ortaya koymak değil, “ben”liğinden kurtularak maşukta yok olmaktır. Ulvi, bu iki mısra ile hem vuslata giden yoldaki engelleri (masiva), hem de vuslatın nihai hedefini (fenafillah) mükemmel bir şekilde özetlemiştir. Hâlini arz etmek için sevgiliyi arayan âşık, sevgiliyi bulduğunda arz edilecek bir “hâl” ve o hali arz edecek bir “kendilik” kalmadığını idrak eder. Bu, şikâyetin bittiği, talebin sona erdiği, âşığın maşukta, iradenin muradda yok olduğu mutlak teslimiyet ve birlik (tevhid) makamıdır.
​Özet:
Ulvi, bu beyitte âşığın yaşadığı derin bir paradoksu anlatır. Âşık, sevgilisine halini anlatmak için onu yalnız yakalamak ister, ancak kalabalıklar (masiva) yüzünden bunu başaramaz. Ne zaman ki sevgiliyi yalnız bulma imkânına kavuşur, bu defa da sevgilinin ezici tecellisi karşısında kendi “ben”liğini tamamen kaybeder ve ortada halini arz edecek kimse kalmaz. Beyit, ilahî vuslat anında enaniyetin yok oluşunu (fenafillah) veciz bir şekilde ifade eder.

​4. Beyit: Nâbi’nin Rızık ve Tevekkül Hikmeti
​İktibas:
​اولسه خلقڭ رزقى حاصل ورزش تدبيردن
كودكان بى زبان محروم اولوردی شيردن
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Olsa halkın rızkı hâsıl verziş-i tedbîrden
Kûdekân-ı bî-zebân mahrûm olurdu şîrden
​Nâbi
​Eğer insanların rızkı yalnızca çalışıp çabalama yoluyla verilmiş olsaydı, kundaktaki dilsiz çocuklar sütten mahrum kalırdı.

​Makale: Tedbiri Aşan Hakikat: Rezzâk’a İman
​Hikemî şiirin (hikmetli şiir) en büyük ustalarından biri olan Nâbi, bu beytinde insanlık tarihinin en temel meselelerinden biri olan rızık konusunu ele alarak, materyalist ve sadece sebeplere dayalı bir bakış açısını sarsan, sarsılmaz bir ispat sunar. Beyit, tevekkülün ve rızkı verenin yalnızca Allah (er-Rezzâk) olduğu hakikatinin ne kadar açık ve basit bir delile dayandığını gösterir.
​Nâbi, bir an için rızkın sadece “verziş-i tedbîrden” yani aklını kullanma, plan yapma, çalışma ve çabalama gibi beşerî gayretlerden elde edildiği fikrini bir hipotez olarak ortaya atar: “Olsa halkın rızkı hâsıl verziş-i tedbîrden…” Bu, modern dünyanın ve materyalist düşüncenin temel kabulüdür: “Çalışan kazanır, çabalamayan aç kalır.” Nâbi, bu fikrin mutlak doğru olup olmadığını test etmek için mantıkî bir sonuç çıkarır ve bu sonucun ne kadar akıl dışı olduğunu gösterir.
​Eğer rızık sadece tedbir ve gayretle elde edilseydi, o zaman bu vasıflardan en yoksun olan varlıkların rızıktan tamamen mahrum kalması gerekirdi. Nâbi, bu noktada en dokunaklı ve en güçlü delili sunar: “Kûdekân-ı bî-zebân mahrûm olurdu şîrden.” “Kûdekân-ı bî-zebân,” yani “dilsiz, konuşamayan çocuklar,” kundaktaki bebekler… Bu bebeklerin ne rızık talep edecek dilleri vardır, ne de o rızkı elde etmek için plan yapacak (tedbir) veya çabalayacak (verziş) güçleri. Onlar, acziyetin ve muhtaçlığın en saf, en somut timsalidir. Eğer rızık teorisi sadece çalışmaya dayalı olsaydı, bu aciz varlıkların, hayatlarının en temel gıdası olan sütten (şîr) mahrum kalmaları ve helak olmaları gerekirdi.
​Ancak kâinattaki nizam bunun tam tersini göstermektedir. En aciz, en güçsüz varlık olan bebeğin rızkı, en tatlı, en hazmı kolay ve en mükemmel şekilde, o istemeden, o çabalamadan, tam vaktinde ve en şefkatli yolla (anne göğsü) ona ulaştırılmaktadır. Bu hadise, rızkı gönderen kudretin, sebepleri ve tedbirleri aşan, rahmeti ve keremi sonsuz bir kudret olduğunun inkâr edilemez bir isbatıdır.
​Nâbi bu beyitle, insanın kendi aklına, gücüne ve tedbirine olan aşırı güvenini sarsar. Elbette çalışmak ve tedbir almak, Allah’ın kâinata koyduğu sebep-sonuç (sünnetullah) nizamına uymak açısından bir vazifedir. Ancak rızkı getirenin bu sebepler olmadığını, sebepleri de yaratan ve neticeyi halk eden Rezzâk-ı Hakiki’nin Allah olduğunu unutmamak gerekir. Bebek ve süt misali, bu hakikatin her gün, her evde yaşanan canlı bir mucizesidir. Bu beyit, insana haddini bildirir ve onu, enaniyetten tevekküle, gafletten şükre davet eder.
​Özet:
Nâbi, rızkın sadece insanın kendi çalışması ve tedbiriyle elde edildiği fikrini çürütmek için güçlü bir delil sunar. Eğer öyle olsaydı, hiçbir çaba ve tedbir gücü olmayan kundaktaki dilsiz bebeklerin sütten mahrum kalacağını söyler. Bebeklerin en mükemmel şekilde rızıklandırılması, rızkı verenin sebepleri aşan bir rahmet sahibi, yani Allah olduğunun açık bir isbatıdır.

​5. Beyit: Şeyh Gâlib’in Aşk İmametine Dair
​İktibas:
​بز كيم خطيب منبر دارا جماعتز
مجنون اولور نماز و نيازه اماممز
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Biz kim hatîb-i minber-i dâra cemâ’atiz
Mecnûn olur namâz u niyâza imâmımız
​Şeyh Gâlib
​Biz, ene’l-Hak diyerek darağacını minbere çıkmış ve onun hatibi olmuş Hallâc-ı Mansûr’a cemaat olmuşuz. Bu yüzden ancak aşkı uğruna kendinden geçen Mecnun namaz ve niyazımızda bizim imamımız olabilir.

​Makale: Darağacı Minberinden Aşk Mihrabına
​Divan şiirinin son büyük üstadı Şeyh Gâlib, bu beyitinde tasavvuf yolunun ve ilahî aşk davasının en cüretkâr ve en sembolik iki ismini, Hallâc-ı Mansûr ve Mecnun’u bir araya getirerek kendi meşreplerini ve yollarını tanımlar. Beyit, zahirî fıkhın ve şeriatın sınırlarını aşan, “aşk şeriatı”nın ne olduğunu ortaya koyan bir manifestodur.
​İlk mısra, cemaatin kimliğini belirler: “Biz kim hatîb-i minber-i dâra cemâ’atiz.” Bu cemaat, sıradan bir cami cemaati değildir. Onların minberi, darağacıdır (dâr). Bu minberin hatibi ise, “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) dediği için Bağdat’ta idam edilen meşhur sufi şehidi Hallâc-ı Mansûr’dur. Mansûr, aşkın ve tevhidin verdiği sarhoşlukla (sekr) öyle bir hakikati dile getirmiştir ki, zahir ehli bunu küfür saymış ve onu ölüme mahkûm etmiştir. Ancak aşk ehli için Mansûr’un darağacı, hakikatin en yüksek sesle haykırıldığı bir minber, onun kanı ise bu davanın mürekkebi olmuştur. Şeyh Gâlib, “Biz o darağacı minberindeki hatibin cemaatiyiz” diyerek, kendi yolunun, canı pahasına hakikati söylemekten çekinmeyen, zahirî kınamalara ve tehlikelere aldırmayan bir aşk ve fedakârlık yolu olduğunu ilan eder. Bu, korkusuzluğun ve samimiyetin en uç noktasıdır.
​Böyle bir cemaatin imamı kim olabilir? İkinci mısra bu soruya cevap verir: “Mecnûn olur namâz u niyâza imâmımız.” Cemaatin imamı, yani önderi, yol göstericisi, aklın ve mantığın kurallarına göre hareket eden bir alim, bir fakih değil, Leyla’nın aşkıyla aklını yitirmiş, çöllere düşmüş Mecnun’dur. Mecnun, beşerî aşkın, fena fi’l-mahbub’un (sevgilide yok olma) en kâmil timsalidir. Aşk ehli için Mecnun’un bu hali, ilahî aşka giden yolda bir prototiptir. Nasıl ki Mecnun, Leyla’dan başka bir şey görmüyor, bilmiyor ve istemiyorsa, hakiki âşık da Allah’tan başka bir şey görmemeli, bilmemeli ve istememelidir.
​Şeyh Gâlib, bu beyitte, kendi tasavvufî anlayışlarının temelini ortaya koyar. Onların yolu, Mansûr gibi “hakikat” uğruna canını feda eden bir cüret ve Mecnun gibi “aşk” uğruna aklını ve varlığını feda eden bir teslimiyet üzerine kuruludur. Bu yolda “namaz ve niyaz” yani ibadet, kuru bir şekilden ibaret değildir. İbadetin imamı, yani ona ruh veren, onu yöneten ilke, Mecnun’un aşkıdır. Bu, aklı aşan, hesabı kitabı unutturan, âşığı tamamen maşuka yönelten bir ibadet anlayışıdır. Bu beyit, aklın ve naklin ötesinde, aşkın ve vecdin rehberliğini kabul edenlerin cesur bir ilanıdır.
​Özet:
Şeyh Gâlib, bu beytinde kendi manevî yolunu tanımlar. Onların, “Ene’l-Hak” diyerek darağacını minber edinen Hallâc-ı Mansûr’un cemaati olduğunu söyler. Böyle radikal bir hakikat ve fedakârlık cemaatinin ibadetlerindeki imamının ise, aklını aşkı uğruna yitirmiş olan Mecnun olabileceğini ifade eder. Bu, onların yolunun kuru akla değil, ilahî aşkın coşkunluğuna ve tam teslimiyete dayandığını gösterir.

​6. Beyit: Fennî’nin Arif ve Kılavuz Değeri
​İktibas:
​اوپردم پايينى كيرسه اله بر عارف بالله
بولورده ره نمونڭ قدرينى گمراه بيلمز مى
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Öperdim pâyini girse ele bir ârif-i Billâh
Bulur da reh-nümûnun kadrini güm-râh bilmez mi
​Fennî
​Allah Teâlâ’yı hakkıyla tanımış ve velilik mertebesine ulaşmış bir kimsenin -eğer mümkün olsa- ayağını öpmek suretiyle ona tazimde bulunurdum.
Yolunu kaybetmiş bir insan kendisine sağlam bir kılavuz bulur da onun kadrini kıymetini hiç bilmez mi?

​Makale: Karanlık Yolda Bir Rehberin (Mürşid) Kıymeti
​Fennî’nin bu beyti, maneviyat yolculuğunun en hayatî unsurlarından birine, kâmil bir mürşide, yani bir “ârif-i Billâh”a duyulan ihtiyacı ve ona gösterilmesi gereken hürmeti güçlü bir teşbihle anlatır. Beyit, yolunu kaybetmiş birinin (güm-râh) bir yol göstericiye (reh-nümûn) olan iştiyakı üzerinden, manevî rehberliğin paha biçilmez değerini vurgular.
​İlk mısra, şairin bir “ârif-i Billâh”a, yani Allah’ı hakkıyla tanıyan, marifetullaha ermiş kâmil bir insana olan derin hasretini ve ona duyduğu azami saygıyı ifade eder: “Öperdim pâyini girse ele bir ârif-i Billâh.” “Pây öpmek” (ayak öpmek), edebiyatımızda en yüksek derecede tevazu, teslimiyet ve hürmetin ifadesidir. Şair, eğer eline böyle bir fırsat geçse, böyle kâmil bir zâtı bulabilse, ona en derin saygısını göstermekten çekinmeyeceğini söyler. Bu, sadece bir arzu değil, aynı zamanda böyle bir rehberin ne kadar nadir ve kıymetli olduğunun da bir itirafıdır. Ârif-i Billâh, karanlık ve tehlikelerle dolu olan maneviyat yolunda, yolcunun elinden tutacak, ona ışık olacak, onu hedefe salimen ulaştıracak kişidir.
​İkinci mısra, bu derin hürmetin sebebini aklî ve mantıkî bir zemine oturtur. Şair, retorik bir soru sorarak, bu durumun ne kadar tabiî olduğunu ispatlar: “Bulur da reh-nümûnun kadrini güm-râh bilmez mi?” “Güm-râh,” yolunu kaybetmiş, şaşkın, nereye gideceğini bilmeyen kimse demektir. “Reh-nümûn” ise yol gösteren, kılavuz, rehberdir. Şimdi tasavvur edelim: Uçsuz bucaksız bir çölde, gece karanlığında, susuz ve yönsüz kalmış bir insan… Tam ümidini yitirmişken, yolu ve suyun yerini bilen güvenilir bir kılavuz karşısına çıksa, o yolunu kaybetmiş kişi, bu kılavuzun kıymetini bilmez mi? Elbette bilir. Ona minnettar olur, her dediğine itaat eder, onu can simidi gibi görür.
​İşte Fennî, bu somut misal üzerinden manevî bir hakikati anlatır. Bizler de bu dünya çölünde, nefsin ve şeytanın tuzaklarıyla dolu bir yolda, hakikate ulaşmaya çalışan “güm-râh”lar, yani yolunu kaybetmiş yolcularız. Ârif-i Billâh ise bu yolun uzmanı, tehlikelerini bilen, menzile nasıl ulaşılacağını gösteren “reh-nümûn”dur. Hal böyleyken, aklı başında bir maneviyat yolcusunun, bulduğu kâmil mürşidin kadrini bilmemesi, ona teslim olup hürmet göstermemesi mümkün müdür? Bu beyit, mürşide itaatin ve hürmetin, körü körüne bir bağlılık değil, aksine, yolunu kaybetmiş birinin, yol gösteren kılavuza duyduğu aklî ve fıtrî bir minnet ve teslimiyet olduğunu fevkalade bir şekilde ortaya koyar.
​Özet:
Fennî, bu beytinde, Allah’ı hakkıyla tanıyan kâmil bir veli (ârif-i Billâh) bulabilseydi, ona en derin hürmetle ayağını öpeceğini söyler. Bu durumu, yolunu tamamen kaybetmiş (güm-râh) bir kimsenin, kendisine yol gösteren bir kılavuz (reh-nümûn) bulduğunda onun kıymetini bilmesinin ne kadar tabiî ve zaruri olduğu misaliyle açıklar. Beyit, maneviyat yolunda kâmil bir mürşidin değerini ve ona duyulması gereken teslimiyeti vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 152–

BERCESTE VE İZAHI – 152–

​1. Beyit: Süleyman Çelebi
​Beytin İktibası
​الله آدڭ هر کیم اول آنا
هر ایشی آڭا ایده الله آڭا
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana
​Süleyman Çelebi
​Eğer bir insan herhangi bir işe başlarken Allah’ın adını anarsa, Allah Teâlâ o kuluna her işi kolaylaştırır.

​İzah ve Şerh
​Bu beyit, Süleyman Çelebi’nin “Vesîletü’n-Necât” yani halk arasında bilinen adıyla Mevlid-i Şerif’inin giriş kısmında yer alan ve İslam medeniyetinin temel bir prensibini tasvir eden hikmetli bir mısradır. Beyitin merkezinde “Besmele” yani “Bismillahirrahmanirrahim” düsturu bulunmaktadır.
• ​”Allâh adın her kim ol evvel ana”: Mısra, bir işe teşebbüs eden kimsenin, her şeyden evvel Allah’ın ismini zikretmesi, O’nun adıyla başlaması gerektiğini ifade eder. Bu, sadece bir sözü tekrar etmek değil, aynı zamanda kişinin aczini ve fakrını idrak ederek, kudreti sonsuz olan Allah’a sığınması, O’ndan yardım talep etmesi manasına gelir. Bu, yapılan işin fani ve şahsi bir fiil olmaktan çıkıp, Allah’ın namıyla ilahi bir boyut kazanmasını temin eder.
• ​”Her işi âsân ede Allâh ana”: İkinci mısra, bu teslimiyetin ve başlangıcın neticesini haber verir. Allah’ın adıyla işe başlayan bir kula, Cenâb-ı Hak o işi kolaylaştırır, zorlukları ortadan kaldırır ve o işi bereketli kılar. Buradaki “âsân etmek” (kolaylaştırmak), sadece zahirî engellerin kalkması değil, aynı zamanda o işin neticesinin de hayırlı kılınmasıdır. Buna “Tevfîk-i İlâhî” yani ilahi muvaffakiyet denir.
​Bu beyit, “Besmelesiz başlanan her mühim işin sonu güdüktür, bereketsizdir” meâlindeki Hadîs-i Şerif’in edebi bir tefsiri gibidir.
​Makale: Kâinatın Anahtarı ve Her Hayrın Başı: Besmele
​Hayat, sonsuz bir faaliyetler silsilesidir. İnsan, nefes alıp vermekten en karmaşık sanat eserlerini vücuda getirmeye kadar daimî bir fiil halindedir. Ancak bu fiiller, hangi niyet ve hangi başlangıçla yapıldığına göre kıymet kazanır veya kaybeder. Kimi işler sahibine dünyada bir menfaat sağlasa da ahirette bir yük olur; kimi işler ise hem dünyayı imar eder hem de ebedî bir saadetin sermayesi haline gelir. Bu iki netice arasındaki en temel fark, işin başlangıcındaki “anahtar” kelimededir: Allah’ın adı. Süleyman Çelebi, asırlar ötesinden bu hakikati ne kadar sâde ve derin bir şekilde dile getirmiştir:
​Allâh adın her kim ol evvel ana
Her işi âsân ede Allâh ana

​Bu beyit, her işin başında “Bismillahirrahmanirrahim” demenin sadece bir adet olmadığını, aksine bir dünya görüşü, bir teslimiyet ve bir kuvvet kaynağı olduğunu ilan eder. Besmele çeken bir kul, “Ben bu işi kendi gücümle, kendi ilmimle değil, Kâinatın Sahibi olan Rahman ve Rahim Allah’ın namıyla, O’nun izni ve kuvvetiyle yapıyorum” demiş olur. Bu şuur, insanın enaniyetini kırar, onu kibirden muhafaza eder. Zira en büyük felaket, kişinin kendi nefsine dayanması ve gücünü kendinden bilmesidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, besmele “öyle bir define-i mübarekedir ki, senin hadsiz aczin ve fakrın, seni hadsiz kudrete, rahmete raptedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında seni en makbul bir şefaatçi yapar.” (Sözler, Birinci Söz, s. 17, RNK Neşriyat).
​Bir tohumun toprağa atılması, bir kalemin kâğıda dokunması, bir âlimin kitaba başlaması veya bir komutanın sefere çıkması… Bütün bu işler, Allah’ın adıyla başlandığında ibadet hükmüne geçer. O vakit, karıncanın ateşi söndürmek için su taşıması gibi, kulun cüz’i ve küçük kuvveti, Küllî ve Mutlak bir Kudret’in tecellisine mazhar olur. Engeller ortadan kalkar, zorluklar kolaylaşır ve netice bereketlenir. Çünkü işin sahibi artık o kul değil, kulun namına hareket ettiği Rabb’idir. Süleyman Çelebi’nin bu beyti, bize fani hayatımızı baki kılmanın, küçük amellerimizi büyük neticelere vesile etmenin ve her an Allah ile beraber olma şuurunu kazanmanın en basit ve en tesirli yolunu öğretmektedir.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Süleyman Çelebi’nin beytinden hareketle, bir işe Allah’ın adıyla (Besmele) başlamanın hikmetini ele almaktadır. Besmele’nin, insanın aczini itiraf edip ilahi kudrete sığınması anlamına geldiği, bu sayede en zor işlerin kolaylaştığı ve bereketlendiği vurgulanmaktadır. Bir işe Allah’ın adıyla başlamanın, o işi şahsi bir fiil olmaktan çıkarıp ibadet seviyesine yükselttiği ve insanın enaniyetini kırarak onu ilahi yardıma mazhar kıldığı anlatılmaktadır.

​2. Beyit: Alvarlı Muhammed Lutfi (Efe Hazretleri)
​Beytin İktibası
​بو داری بنم باشه دار ایلمه يا رب
اغيار المين كوكلمه بار ایلمه يا رب
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab
​Alvarlı Muhammed Lutfi
​Ey Rabbim! Bu dünya yurdunu benim başıma dar eyleme.
Ey Rabbim! Senin dostlarından başkasının elemini, derdini gönlüme yük etme.

​İzah ve Şerh
​Alvarlı Efe Hazretleri’nin bu niyaz dolu beyti, müminin dünya ve insanlarla olan alakasını düzenleyen iki temel dua ve talebi ihtiva eder. Beyit, hem zahirî (dış) hem de derûnî (iç) bir huzur arayışının ifadesidir.
• ​”Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab”: “Dâr” kelimesi yurt, ev, dünya manalarına gelir. Şair burada, imtihan yurdu olan dünyanın, çekilmez sıkıntılarla, musibetlerle ve zorluklarla kendisi için bir zindana dönüşmemesini Allah’tan niyaz etmektedir. Bu, maddi ve manevi ferahlık talebidir. Hayatın meşakkatleri karşısında sabır ve tahammül gücü istemektir.
• ​”Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab”: Bu mısra, duanın derûnî ve daha hassas olan kısmıdır. “Ağyâr”, kelime manasıyla “yabancılar, başkaları” demektir. Tasavvufi ıstılahta ise “mâsivâ” yani Allah’tan gayrı her şey, özellikle de Allah’ı unutturan, O’na yabancı olan insanlar ve meşgaleler için kullanılır. “Bâr etmek” ise yük etmek, ağırlık vermek demektir. Şair, “Yâ Rab! Senin dostların haricindeki insanların (ağyâr) kederini, onların sebep olduğu sıkıntıları kalbime bir yük yapma” diye dua etmektedir. Bu, kalbi mâsivâdan temizleme, gönlü sadece Allah ve O’nun sevdikleriyle meşgul etme arzusudur.
​Makale: Gönül Yurdunu Ağyârdan Muhafaza Etmek
​İnsanın biri zahirî, diğeri derûnî olmak üzere iki âlemi vardır. Zahirî âlemi “dünya yurdu” (dâr), derûnî âlemi ise “gönül”dür. Müminin saadeti, bu iki yurdun da selamet ve huzur içinde olmasına bağlıdır. Alvarlı Efe Hazretleri, bu hakikati bir dua kalıbında ne güzel tasvir etmiştir:
​Bu dârı benim başıma dar eyleme yâ Rab
Ağyâr elemin gönlüme bâr eyleme yâ Rab

​İlk mısra, insanın fıtratındaki bir ihtiyaca işaret eder: dünyada huzurla ve sıkıntısız bir hayat sürme arzusu. Zira dünya, ahiretin tarlasıdır ve bu tarlayı sürebilmek için asgari bir sükûnete ihtiyaç vardır. Dünya zindan kesildiğinde, kulluk vazifelerini ifa etmek de zorlaşır. Bu sebeple Allah’tan, dünya yurdunu geniş ve yaşanılır kılmasını istemek, meşru ve fıtrî bir duadır.
​Ancak beyitin ikinci mısrası, meselenin daha derin bir boyutuna, yani kalp selametine işaret eder. Dünya ne kadar geniş ve ferah olursa olsun, eğer insanın gönlü “ağyâr”ın, yani Allah’tan uzak olanların elemiyle, dedikodusuyla, hasediyle veya sevgisiyle işgal edilmişse, o geniş dünya kişiye dar gelir. Asıl zindan, başkalarının dertlerini kendine dert edinen, fani sevgililerin peşinde koşan, insanların ne diyeceğine Allah’ın ne diyeceğinden daha fazla ehemmiyet veren bir kalbe sahip olmaktır. Bu kalp, ağır bir yükün altındadır. Alvarlı Efe, bu yükten kurtulmak için Rabbine sığınır. Gönlünün, sadece Allah’ın ve O’nun sevdiklerinin (yârân) sevgisiyle ve derdiyle meşgul olmasını diler. Çünkü Allah dostlarının elemi bile, kişiyi Allah’a yaklaştıran nurlu bir hüzündür. Ağyârın elemi ise insanı fıtrattan uzaklaştıran karanlık bir yüktür. Bu beyit, bize zahirî ferahlıkla beraber, asıl huzurun kalbi mâsivânın işgalinden kurtarıp sadece Sahib-i Hakikisine tahsis etmekle mümkün olacağını öğretir.
​Makalenin Özeti
​Makale, Alvarlı Efe’nin beytini merkez alarak, insanın hem zahirî (dünya) hem de derûnî (gönül) huzur arayışını tahlil etmektedir. Dünyevi sıkıntılardan kurtulma duasının meşru olduğu, ancak asıl ve kalıcı huzurun, kalbi “ağyâr”ın (Allah’tan gayrı her şeyin) elem ve meşgalelerinden arındırarak sadece Allah’a ve O’nun sevdiklerine hasretmekle mümkün olacağı fikri işlenmektedir. Gerçek özgürlüğün, gönlü fani yüklerden kurtarmak olduğu vurgulanır.

​3. Beyit: Bâkî
​Beytin İktibası
​منت خدايه دولت دنيا فنا بولور
باقی قالور صحيفهٔ عالمده آدمز
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız
​Bâkî
​Dünyadaki devlet, zenginlik, mutluluk bir gün yok olup gider.
(Ey Bâkî!) Allah’a şükürler olsun ki âlem sayfasında bizim adımız sonsuza kadar kalır.

​İzah ve Şerh
​”Sultânü’ş-Şuarâ” (Şairlerin Sultanı) olarak anılan Bâkî’nin bu beyti, onun sanatının ve dünya görüşünün bir özeti gibidir. Beyit, fani olan ile baki olan arasındaki zıtlık üzerine kurulmuş olup, şairin kendi mahlasıyla yaptığı tevriye sanatı ile zirveye ulaşmıştır.
• ​”Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur”: Şair, ilk mısrada dünyaya ait olan “devlet”in, yani zenginliğin, makamın, saltanatın ve her türlü maddi imkânın geçici olduğunu, bir gün mutlaka yok olacağını ifade ederek Allah’a şükretmektedir (“Minnet Hudâ’ya”). Bu, alışılmışın dışında bir bakış açısıdır. Genellikle insanlar varlık için şükrederken, Bâkî varlığın “fani oluşuna” şükretmektedir. Bu, onun dünyaya karşı olan müstağni tavrını ve derûnî bir idrak seviyesini gösterir.
• ​”Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız”: İkinci mısra, bu fani olana karşı kalıcı olanı koyar. “Sahîfe-i âlem”, dünya sayfası, yani tarih ve insanlığın hafızasıdır. Şair, bu fani dünyada her şey yok olup giderken, geriye bırakılan “iyi bir adın”, bir eserin, bir şöhretin kalıcı olacağını söyler. Burada “Bâkî” kelimesi hem “kalıcı, ebedî” manasına gelir, hem de şairin kendi mahlasıdır. Bu sanatla, “Benim adım (Bâkî), âlem sayfasında bâkî kalacaktır” diyerek hem kendi sanatının gücüne işaret eder hem de genel bir hakikati dile getirir.
​Makale: Fânî Devlete Karşı Bâkî Bir Nam
​İnsanoğlunun en büyük arzularından biri, ölümden sonra da hatırlanmak, yok olup gitmemektir. Bu “beka” arzusunu tatmin için kimileri Mısır firavunları gibi devasa mezarlar inşa etmiş, kimileri de büyük imparatorluklar kurarak adlarını tarihe yazdırmaya çalışmıştır. Servet biriktirmek, makam ve mevki peşinde koşmak, hep bu fani dünyada baki kalma arzusunun bir yansımasıdır. Ancak tarihin şahitliğiyle sabittir ki, nice sultanların saltanatı yıkılmış, nice zenginlerin serveti dağılmış ve nice güçlülerin namı unutulup gitmiştir. İşte bu noktada, Şairler Sultanı Bâkî, bizlere beka sırrının nerede saklı olduğunu gösteren hikmetli bir kapı aralar:
​Minnet Hudâ’ya devlet-i dünyâ fenâ bulur
Bâkî kalır sahîfe-i âlemde adımız

​Bâkî, dünyanın geçici “devlet”ine aldanmamak gerektiğini, asıl olanın “âlem sayfasında” kalıcı bir iz, güzel bir isim bırakmak olduğunu söyler. Onun bu beyitteki şükrü, paradoksal bir hikmet ihtiva eder. Dünyevi servetin ve makamın fani olması, aslında bir ilahi lütuftur. Zira eğer bunlar kalıcı olsaydı, insanlar bütün gayelerini bu fani metalara bağlayacak ve ebedî olanı tamamen unutacaklardı. Onların fani oluşu, insanı daha kalıcı değerler aramaya sevk eder.
​Nedir o baki kalan “ad”? Bu sadece şöhret manasına gelmez. Bu, bir âlimin geride bıraktığı bir kitap, bir hayırseverin yaptırdığı bir çeşme, bir sanatkârın meydana getirdiği ölümsüz bir eser, bir annenin yetiştirdiği hayırlı bir evlat ve en nihayetinde, bir kulun Allah katında kazandığı “abd-i sâlih” (salih kul) unvanıdır. Bâkî, kendi şiirinin gücüyle adının tarihte kalacağına inanmakla beraber, aslında bütün insanlığa bir hedef göstermektedir: Ey insan, enerjini ve gayretini fani olacak şeyler için tüketme! Öyle bir hayat sür ki, sen bu âlemden göçüp gittikten sonra da adın hayırla, rahmetle ve takdirle anılsın. Zira Karun’un hazineleri toprak altında kalmış, ama bir Veysel Karânî’nin adı gönüllerde baki kalmıştır. İşte gerçek devlet ve bitmeyen saltanat budur.
​Makalenin Özeti
​Makale, Bâkî’nin beytinden yola çıkarak, insanın ölümsüzlük arayışını ve bu arayışın doğru hedefini tahlil etmektedir. Dünyevi zenginlik ve makam gibi geçici değerler (“devlet-i dünya”) yerine, tarihte ve insanların hafızasında kalıcı olan “iyi bir ad” bırakmanın ehemmiyeti üzerinde durulmaktadır. Beyitteki “dünyanın fani oluşuna şükretme” fikri, bunun insanı daha kalıcı ve manevi değerlere yönelten bir lütuf olduğu şeklinde yorumlanmaktadır. Gerçek kalıcılığın, eser, hayır ve güzel ahlak ile mümkün olduğu vurgulanmıştır.

​4. Beyit: Nâbî
​Beytin İktibası
​الهی مستقیم ايت خاطرم غيره تشوقدن
خم اولدی قامتم ارباب دنیایه تملقدن
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan
​Nâbî
​Ey Rabbim! Beni başka kapılarda süründürme, başkalarına yaltaklık etmek zorunda bırakma, zillete düşürme. Bana istikamet nasip et. Zira dünya ehline eğilmekten belim büküldü.

​İzah ve Şerh
​Hikemî şiirin (didaktik, öğretici şiir) en büyük ustalarından biri olan Nâbî, bu beytinde bir müminin sahip olması gereken en temel hasletlerden biri olan “istikamet” ve “izzet” mefhumlarını, bir pişmanlık ve dua ile dile getirmektedir.
• ​”İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan”: “Hâtır” kelimesi burada akıl, kalp, gönül manasındadır. “Müstakim etmek” dosdoğru kılmaktır. “Teşevvuk” ise şiddetli arzu ve heves duymaktır. “Gayr” ise Allah’tan başkası, yani mâsivâdır. Nâbî, “Allah’ım! Gönlümü, Senden başkasına heves etmekten, Senden başkasını arzulamaktan koru ve dosdoğru eyle” diye niyaz etmektedir. Bu, tevhîd-i kıble, yani yönünü, hedefini ve arzusunu sadece Allah’a çevirme talebidir.
• ​”Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan”: “Kâmet” boy, endam; “ham olmak” eğilmek, bükülmek demektir. “Erbâb-ı dünya” dünya ehli, yani makam ve servet sahipleridir. “Temelluk” ise yaltaklanmak, dalkavukluk etmektir. Şair, bu mısrada bir itirafta ve şikâyette bulunur: “Dünya sahiplerine yaltaklanmaktan, onların önünde eğilmekten boyum büküldü, izzetim zedelendi.” Bu, ilk mısradaki duanın sebebini açıklar. Kalp Allah’tan başkasına yönelince, beden de O’nun kullarına eğilmek zilletine düşer.
​Makale: İstikamet: Zilletten İzzete Giden Yol
​İnsanın şerefi ve izzeti, kime ve neye boyun eğdiğiyle doğrudan alakalıdır. Bütün kâinatın yaratıcısı olan, kudreti sonsuz Allah’a secde eden bir baş, artık hiçbir mahlûkun önünde eğilmez. Gönlünü sadece O’na bağlayan bir kalp, başkalarından bir beklenti içine girmez. Bu duruşun adı “istikamet”tir. İstikamet, sırat-ı müstakim, yani dosdoğru yol üzere olmaktır. Bu yolun yolcusu izzetlidir, onurludur. Yoldan sapanların akıbeti ise zillettir. Büyük şair Nâbî, bu hakikati kendi hayat tecrübesinin bir muhasebesi olarak acı bir dille ifade eder:
​İlâhî müstakim et hâtırım gayra teşevvukdan
Ham oldu kâmetim erbâb-ı dünyâya temellukdan

​Nâbî’nin bu feryadı, sadece şahsi bir pişmanlık değil, aynı zamanda bütün bir insanlığa derstir. O, gönlün Allah’tan başkasına (“gayra”) arzu duymasının, insanı nasıl dünya ehline (“erbâb-ı dünya”) yaltaklanma zilletine düşürdüğünü acı bir tecrübeyle tasvir eder. “Kâmetin bükülmesi”, sadece fiziki bir eğilme değil, ruhun, şahsiyetin ve izzetin bükülmesidir. Menfaat umarak bir makam sahibini övmek, bir zenginin kapısını aşındırmak, haksızlık karşısında gücü olandan çekinerek susmak… Bütün bunlar, kalbin istikametini kaybetmesinin zahirî neticeleridir.
​Her gün namazlarımızda defalarca Fatiha Suresi’nde “Bizi dosdoğru yola ilet” (İhdinâ’s-sırâta’l-müstakîm) diye dua etmemizin hikmeti burada gizlidir. İstikamet, sadece ibadetlerde değil, fikirde, ahlakta, ticarette, sanatta, kısacası hayatın her alanında Allah’ın rızasını esas almaktır. Kim Rabbine karşı duruşunu müstakim kılarsa, Allah onu mahlûkatına karşı dik ve izzetli kılar. Kimin kalbi fani makamlara ve servetlere meylederse, onun boynu er ya da geç o fanilerin önünde bükülmeye mahkûmdur. Nâbî’nin bu beyti, bize izzetin anahtarının da zilletin sebebinin de kalpteki yönelişte saklı olduğunu ihtar eden ebedî bir levhadır.
​Makalenin Özeti
​Makale, Nâbî’nin beytini esas alarak “istikamet” ve “izzet” kavramlarını incelemektedir. Kalbin Allah’tan başkasına yönelmesinin, kişiyi kaçınılmaz olarak dünya ehline yaltaklanma zilletine düşüreceği fikri işlenmektedir. Nâbî’nin “belinin bükülmesi” ifadesinin, sadece fiziki bir eğilmeyi değil, şahsiyetin ve onurun zedelenmesini de anlattığı belirtilmektedir. Gerçek izzet ve şerefin, sadece Allah’a kulluk edip O’ndan başkasına gönül bağlamamakla, yani istikamet sahibi olmakla mümkün olduğu vurgulanmaktadır.

​5. Beyit: Sâ’ib-i Tebrîzî
​Beytin İktibası
​برق را در خرمن مردم تماشا کرده است
آنکه پندارد که حال مردم دنیا خوش است
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur
​Sâ’ib-i Tebrîzî
​Halkın harmanındaki ışıltıyı, alevi seyreden kişi, dünya halkının hâlinin hoş olduğunu, onların eğlendiğini zanneder. Oysa onlar harmandaki yangını söndürmek için uğraşıyorlar.

​İzah ve Şerh
​İran şiirinin ve “Sebk-i Hindî” (Hint üslubu) akımının en büyük temsilcilerinden olan Sâ’ib-i Tebrîzî, bu Farsça beytinde, hadiselerin zahirine bakarak aldanmanın tehlikesini ve empati (halden anlama) yoksunluğunu çarpıcı bir misalle anlatır.
• ​”Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest”: “Berk” şimşek, yıldırım; “hirmen” harman, yani hasat yığını; “merdum” ise halk, insanlar demektir. “Temâşâ kerden” ise seyretmek, izlemek manasındadır. Mısranın düz manası şöyledir: “(Birisi) halkın harmanına düşen yıldırımı (bir şenlik gibi) seyretmektedir.” Harman, köylünün bütün bir yıllık emeğidir. Oraya yıldırım düşmesi, büyük bir felakettir. Ancak uzaktan bakan biri, bu alevleri bir eğlence, bir ateş oyunu zannedebilir.
• ​”Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur”: “Pindâred” zanneder, sanır demektir. “Hâl-i merdum-i dünya” dünya insanlarının hali, “hoş” ise iyi, güzel demektir. Mısra, ilk mısradaki seyirciyi tanımlar: “Kim ki dünya insanlarının halinin iyi ve hoş olduğunu zanneder, (işte o, harmana düşen yıldırımı eğlence sanan kişi gibidir).”
​Şair, dünyanın zahirî parıltısının, şenliklerinin, koşuşturmasının ardında büyük acılar, dertler ve felaketler olabileceğini; insanların bu acıları dindirmek için çırpındığını, fakat dışarıdan bakan gafil bir nazarın bu çırpınışı bir eğlence veya normal bir hayat akışı olarak görebileceğini ifade eder.
​Makale: Başkalarının Yangınını Seyretmek
​Nazar, yani bakış, basit bir görme fiili değildir; aynı zamanda bir idrak ve mana verme biçimidir. Bir hadiseye nereden ve nasıl bakıldığı, o hadisenin mahiyetini anlama veya tamamen yanlış anlama neticesini doğurur. İnsanların hallerini, toplumların vaziyetini anlamak için de yüzeysel bir nazardan daha fazlasına, kalbî bir basirete ihtiyaç vardır. Aksi takdirde insan, başkalarının felaketini bir temaşa nesnesi haline getirme gafletine düşebilir. Sâ’ib-i Tebrîzî, bu derin hakikati bir çiftçinin harmanına düşen yıldırım misaliyle ne kadar dokunaklı bir şekilde gözler önüne serer:
​Berk-râ der-hirmen-i merdum temâşâ kerdeest
Ân ki pindâred ki hâl-i merdum-i dünyâ hoştur

​Bu beyit, empati yoksunluğunun ve vurdumduymazlığın en edebi tenkitlerinden biridir. Bir yanda bütün bir senenin emeği, umudu olan harmanı yanan bir çiftçinin feryadı, çaresizliği ve yangını söndürme telaşı vardır. Diğer yanda ise bu yangından yükselen alevleri, uzaktan bir şenlik ateşi veya bir ışıltı zanneden gafil bir seyirci… Bu seyirci, “dünya ehlinin halinin hoş olduğunu zanneden” kişidir. O, haberlerde izlediği savaş görüntülerinin, istatistiklerde okuduğu açlık rakamlarının, yanından geçip gittiği dertli bir insanın içindeki fırtınaların hakikatini idrak edemez. Çünkü o, sadece zahire bakar. Gördüğü hareketliliği, canlılık ve eğlence zanneder. Hâlbuki o hareketlilik, çoğu zaman bir can pazarı, bir imdat çağrısıdır.
​Sâ’ib’in bu beyti, bize insanlara ve hadiselere yaklaşırken aceleci ve yüzeysel hükümler vermekten kaçınmamız gerektiğini ihtar eder. Bir insanın gülümsemesinin ardında ne büyük hüzünler saklanabileceğini, bir toplumun şatafatlı vitrinlerinin arkasında ne derin çürümeler olabileceğini düşünmeye davet eder. Bize düşen, başkalarının harmanındaki yangını seyretmek değil, o yangını söndürmek için bir kova su taşımaya gayret etmektir. Bu ise ancak “onun yerinde ben olsaydım” diyebilen, başkasının acısını kendi acısı gibi hissedebilen bir kalp ile mümkündür.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beytinden hareketle, olayların dış görünüşüne aldanarak verilen yüzeysel hükümleri ve empati yoksunluğunu eleştirmektedir. Başkalarının yaşadığı felaket ve acıların (“harmanaki yangın”), uzaktan bakan gafil bir göz tarafından bir eğlence veya normal bir durum olarak anlaşıbileceği tehlikesine dikkat çekilmektedir. Makale, insanlara ve toplumsal hadiselere yaklaşırken basiretli olmanın, zahirin ardındaki derûnî hakikati anlamaya çalışmanın ve başkalarının derdiyle dertlenmenin ehemmiyetini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 151–

BERCESTE VE İZAHI – 151–

​1. Beklentilerin Ağırlığı ve Hayal Kırıklığının Zehri
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​هر كيمك اقبالی ياتسه قاسمی
آب شكر ايچسه زهر مار اولور

​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Her kimin ikbâli yatsa Kâsımî
Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Ey Kâsımî! Eğer bir kimsenin beklentileri gerçekleşmezse, ulaşmak istediği hedeflere ulaşamazsa şekerli su bile içse ona sanki yılan zehiri içmiş gibi gelir.

​İzah ve Tahlil
​Bu beyit, insanın derûnî (iç) hali ile zahirî (dış) dünyayı nasıl anladığı arasındaki kopmaz bağlantıyı tasvir eder. Şair Kâsımî, “ikbâl” kelimesini kullanarak sadece talihi ve başarıyı değil, aynı zamanda insanın umutlarını, beklentilerini ve hayallerini de kasteder. “İkbâli yatmak” tabiri, bu beklentilerin boşa çıkması, talihin yüz çevirmesi ve kişinin hedeflerine ulaşamaması manasına gelir.
​Beyitin kilit noktası, bu derûnî hayal kırıklığının, en basit ve en tatlı zahirî tecrübeyi dahi nasıl zehirlediğidir. “Âb-ı şekker” (şekerli su), hayatın en temel ve saf lezzetlerinden birini temsil eder. Ancak beklentileri yıkılmış bir insan için bu tatlı su dahi “zehr-i mâr” (yılan zehiri) haline gelir. Burada suyun yapısı değişmez; değişen, onu tadan kişinin duygusudur. Bu, insanın iç dünyasındaki fırtınaların, dış dünyadaki güneşi nasıl perdelediğinin mükemmel bir edebi ifadesidir.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İnsanın hayat serüveni, bitip tükenmeyen bir beklentiler silsilesidir. Henüz çocukken kurulan hayallerden, gençlikteki idealist hedeflere, yetişkinlikteki kariyer ve aile planlarına kadar hayatımız, umutlarımızın şekillendirdiği bir yoldur. Bu beklentiler, hayat ağacının dalları gibidir; bizi ileriye, yukarıya doğru uzanmaya teşvik eder. Lakin Kâsımî’nin mısralarında billurlaşan acı hakikat şudur ki, bu dallar kırıldığında, ağacın kökleri dahi acı çeker.
​Beyitte geçen “Her kimin ikbâli yatsa…” ifadesi, bu durumu cihanşümul (evrensel) bir kaide olarak ortaya koyar. İster sultan olsun ister gedâ, nefs taşıyan her insan bu tecrübeye açıktır. Umutların ve beklentilerin gerçekleşmemesi, sadece birer haricî kayıp değildir; bu, insanın varoluşuna dair derûnî bir sarsıntıdır. Bu sarsıntı, kişinin dünyaya baktığı nazarını (bakışını) bulandırır. Artık en leziz nimetler tatsız, en güzel manzaralar renksiz ve en samimi teselliler anlamsız gelir. İşte o vakit, “Âb-ı şekker içse zehr-i mâr olur.”
​Bu hal, modern psikolojinin “anlamada seçicilik” veya “bilişsel çarpıtma” dediği durumun edebi bir tasviridir. Zihin, yaşadığı menfi (negatif) bir tecrübenin tesiriyle, etrafındaki bütün müspet (pozitif) unsurları görmezden gelmeye veya onları da menfi bir surette yorumlamaya başlar. Hayal kırıklığının zehri, sadece kalbe değil, akla ve göze de sirayet eder.
​Bu beyitten alınacak en büyük ibret, mutluluğun ve huzurun, haricî şartlardan ziyade derûnî bir teslimiyet ve rıza haline bağlı olduğunun isbatıdır. Eğer insan, mutluluğunu tamamen hedeflerinin gerçekleşmesine bağlarsa, ikbâli her yattığında zehir içmeye mahkûm olur. Hakiki fazilet (erdem), beklentiler gerçekleşmediğinde dahi, kaderin tecellisine rıza göstererek, önündeki şekerli suyu zehir olarak değil, bir imtihan vesilesi ve şükür nimeti olarak görebilme sanatıdır. Zira imtihan sadece zorlukla değil, bazen de zorluk anında nimete karşı nankörlük etmemekle olur. Hayat, beklentilerimizle değil, imtihanlarımızla şekillenir ve mana kazanır.
​Hülâsa (Özet)
​Kâsımî’nin beyti, insanın iç dünyasındaki hayal kırıklıklarının, dış dünyadaki en tatlı gerçekleri bile nasıl zehirleyebileceğini anlatır. Ulaşılamayan hedefler ve boşa çıkan umutlar, kişinin algısını o denli bozar ki, şekerli su dahi yılan zehri gibi gelir. Bu, mutluluğun dış şartlara değil, içsel bir rıza ve teslimiyet haline bağlı olduğunu gösteren hikmetli bir tesbittir.

​2. Gam Yurdu Olan Dünyada Bahta Sitemin Beyhudeliği
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​كردون ستم بخت سياه ايتمكه دكمز
بالله بو غمخانه بر آه ايتمكه دكمز

​Latin Harfleriyle:
​Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez
Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Bu dünya bir insanın kara bahtı için sitem etmesine değmez. Gam, elem yurdu olan bu dünya billahi bir kez ah etmeye bile değmez.

​İzah ve Tahlil
​Keçecizâde İzzet Molla, bu beytinde dünyaya ve kader tecellilerine karşı takınılması gereken ulvî tavrı ortaya koyar. Beytin anahtar kelimeleri “gerdûn” (felek, kader, dünya), “sitem-i baht-ı siyâh” (kara bahta sitem etmek) ve “gam-hâne”dir (gam evi).
​Şair, dünyanın yapısını “gam-hâne” olarak tasvir ederek temel bir tespitte bulunur. Dünya, tabiatı icabı bir zevk ve safa yurdu değil, bir imtihan, çile ve hüzün mekanıdır. Bu temel tespitten hareketle, böyle bir yerde “kara baht”tan şikâyet etmenin abesle iştigal olduğunu belirtir. Ateşin yakmasından veya suyun ıslatmasından şikâyet etmek ne kadar mantıksızsa, gam evinde gamla karşılaşmaktan şikâyet etmek de o kadar anlamsızdır. İkinci mısradaki “Billâh” yemini ve “bir âh etmeğe değmez” ifadesi, bu fikri en kuvvetli şekilde perçinler. Şair, sadece sitem etmenin değil, en küçük bir şikâyet belirtisi olan “âh” çekmenin bile bu fani dünya için lüzumsuz bir çaba olduğunu vurgular.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dünyayı bir saadet ve istirahat yurdu zannetmesidir. Bu yanılma, onu kaçınılmaz olarak siteme ve isyana sürükler. Zira “gam-hâne” olarak yaratılmış bir mekândan, “gül bahçesi” performansı beklemek, en başta o mekânın yaratılış hikmetine aykırı bir duruştur. Keçecizâde İzzet Molla, bu derin hakikati iki mısraya sığdırarak, insana bir nevi “kader okuryazarlığı” dersi verir.
​”Gerdûn sitem-i baht-ı siyâh etmeğe değmez.” Bu mısra, kaderi tenkit etmenin anlamsızlığını ifade eder. Kader, İlahi bir takdirdir ve ona yöneltilen her sitem, dolaylı olarak o takdirin sahibine yönelir. Kara baht olarak görülen şey, çoğu zaman imtihanın bir parçası, günahlara kefaret veya manevi dereceleri artıracak bir vesiledir. Hadis-i Şerif’te buyrulduğu gibi, “Müminin her işi hayırdır.” Bu nazara sahip bir kimse için “baht-ı siyâh” yoktur; sadece rengi ve deseni farklı imtihanlar vardır. Dünyanın geçici ve değersiz yapısı düşünüldüğünde, onun fani cilveleri için ebedî hayata zarar verecek bir sitem tavrına girmek, akıl kârı değildir.
​İkinci mısra, bu fikri daha da derinleştirir: “Billâh bu gam-hâne bir âh etmeğe değmez.” Ah etmek, acının ve çaresizliğin en basit dışavurumudur. Şair, yemin ederek, bu gam evinin, bu en küçük tepkiye bile layık olmadığını söyler. Neden? Çünkü “âh” etmek, enerjiyi şikâyete harcamaktır. Hâlbuki mümin, enerjisini sabra, şükre ve çözüm aramaya sarf etmelidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “Şekvâ (şikâyet) kapısıyla belâlar insana yol bulur.” Şikâyet etmek, acıyı hafifletmez, bilakis onu derinleştirir ve insanın derûnî direncini kırar. Bu dünya, içinden geçip gidilen bir misafirhanedir. Misafirhanenin duvarındaki bir çizik için “âh” edip vaveyla koparmak, misafirlik adabına yakışmaz. Asıl vatan olan ahiretin yanında bu dünya, bir “âh”a bile değmeyecek kadar küçük ve geçicidir.
​Bu beyit, bir çaresizlik veya dünyadan el etek çekme felsefesi değil, aksine muazzam bir manevi güç ve metanet telkinidir. Dünyanın hadiseleri karşısında sarsılmamayı, hadiselerin üstüne çıkarak onları İlahi hikmet nazarıyla okumayı öğretir. Bu, belayı verenin hatırına belaya sabretme, imtihanı gönderenin rızası için “âh” etmeden o imtihanı göğüsleme faziletidir.
​Hülâsa (Özet)
​Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın tabiatının bir “gam evi” olduğunu hatırlatarak, böyle bir yerde kara bahttan şikâyet etmenin ve hatta “ah” çekmenin bile anlamsızlığını vurgular. Bu beyit, dünyanın geçici ve imtihanlarla dolu yapısını kabul ederek, hadiseler karşısında sitem yerine sabır ve metanet göstermenin daha ulvî bir tavır olduğunu ifade eden derin bir hikmet dersidir.

​3. Ölümsüzlük Arayışının Çaresizliği: Lokman’ın Mâcerası
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​فلك طاسنده معجون حياته سعی ايدن لقمان
اريتدی مايهٔ عمرك مماته بولمادی درمان

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün Mefâ‘îlün
Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân
Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Felek tasında ölümsüzlük ilacını bulabilmek için çalışıp çabalayan Lokman, bu uğurda ömrünü tüketti; ama ölüme bir çare bulamadı.

​İzah ve Tahlil
​”Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, insanın ölüm karşısındaki acziyetini, tarihi ve efsanevi bir şahsiyet olan Lokman Hekim üzerinden anlatır. Lokman, hikmetin ve hekimliğin pîri olarak kabul edilir. Beyit, böyle bir zirve şahsiyetin bile en temel insani kader olan ölüm karşısında çaresiz kaldığını vurgular.
​”Felek tâsı,” dünyanın veya kaderin bir pota, bir imtihan kazanı olduğunu ima eder. Lokman, bu kazanın içinde “ma’cûn-ı hayât” yani hayat macununu, ölümsüzlük iksirini bulmaya “sa’y eden” (çabalayan) biri olarak tasvir edilir. İkinci mısra ise bu çabanın trajik sonucunu ortaya koyar. Lokman, bu uğurda “mâye-i ömrün” yani ömür sermayesini “eritdi” (tüketti) fakat “memâta” (ölüme) bir “dermân” (çare) bulamadı. Bu, hedefin kendisinin, hedefe ulaşmak için harcanan en değerli sermayeyi, yani hayatın kendisini yok ettiğini gösteren ironik ve ibretli bir tablodur.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​Tarih boyunca insanoğlunun en büyük arayışlarından biri ölümsüzlük olmuştur. Gılgamış’tan Simurg efsanelerine, simyacıların iksir denemelerinden günümüzün teknolojik vaatlerine kadar bu arayış, farklı suretlerde hep var olmuştur. Lâedrî’nin beyti, bu beyhude çabanın özünü, hikmetin sembolü Lokman Hekim üzerinden gözler önüne serer.
​”Felek tâsında ma‘cûn-ı hayâta sa‘y eden Lokmân…” Bu mısra, insanın haddini aşan kibrini ve çaresizliğini bir arada sunar. En bilge hekimin dahi, kaderin ve tabiatın kanunlarını değiştirmeye cüret etmesi, büyük bir yanılgıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Her can ölümü tadacaktır.” (Âl-i İmrân, 3/185) buyrularak bu hakikat kesin bir dille ifade edilmiştir. Ölüm, bir son veya bir hastalık değil, yaratılışın bir kanunudur. Dolayısıyla ona “derman” aramak, yerçekimine derman aramak kadar abestir. Lokman’ın bu arayışı, insanın kendi faniliğini kabul edemeyişinin trajik bir sembolüdür.
​Asıl ibretli olan ise ikinci mısradır: “Eritdi mâye-i ömrün memâta bulmadı dermân.” Ömür, insana verilmiş en kıymetli sermayedir (“mâye-i ömrün”). Bu sermaye, ebedî bir hayatı kazanmak için kullanılmalıdır. Beyitteki Lokman ise, bu sermayeyi fani hayatı uzatma gibi imkânsız bir hedefe harcayarak “eritmiş,” yani ziyan etmiştir. Bu, büyük bir tezat ve ibret vesilesidir. İnsan, ölümsüzlüğü ararken elindeki hayatı tüketmektedir. Sonsuz hayatı kazanma fırsatı varken, sonlu hayatı birkaç sene uzatabilme hayaliyle vaktini, enerjisini ve nihayetinde ömrünü heba etmektedir.
​Bu beyit, bize şu hikmeti fısıldar: Gerçek bilgelik, ölüme çare aramak değil, ölüme hazırlanmaktır. Ölümü bir yok oluş değil, bir “terhis-i hayat” (hayat vazifesinden terhis olma), bir “tebdil-i mekân” (mekân değiştirme) ve Sevgili’ye (Allah’a) kavuşma kapısı olarak görmektir. Mâye-i ömrü, bu fani dünyada birkaç fazla nefes almak için değil, o ebedî âlemde sonsuz bir nefese kavuşmak için harcamaktır. Lokman’ın bulamadığı derman, aslında hekimlerin reçetelerinde değil, peygamberlerin tebliğlerindedir. O derman, iman ve salih ameldir. Hayatın gayesi ölümsüz olmak değil, “ölümsüz eserler” bırakarak ve Allah’ın rızasını kazanarak bu dünyadan göçmektir.
​Hülâsa (Özet)
​Bu beyit, hikmetin pîri Lokman Hekim’in bile ölümsüzlük iksirini ararken kendi ömür sermayesini tükettiğini ve ölüme bir çare bulamadığını anlatır. Bu, insanın ölüm karşısındaki acziyetinin ve ölümsüzlük arayışının beyhudeliğinin ibretli bir tasviridir. Asıl hikmetin, ölüme çare aramak yerine, verilen ömrü ebedî hayatı kazanmak için kullanmak olduğu dersini verir.

​4. Kâbe’den Üstün Olan Gönül
​Beyitin İktibası
​Osmanlıca:
​خطائی حال چاغنده
حق كوكل آلچاغنده
يوز بيك كعبه ياپقدر
بر كوكل آل چاغنده

​Latin Harfleriyle:
​Hatâyî hâl çağında
Hak gönül alçağında
Yüz bin Ka’be yapmakdır
Bir gönül al çağında

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Hatâyî, hâl ehli bir ârif olmuştur. Hak, bir ârifin gönlünde tecellî etmiştir. Bir gönül almak, bir gönle girmek, yüz bin kez Kâbe yapmak gibidir. Sen de henüz yaşıyorken bir gönül almaya bak.

​İzah ve Tahlil
​Şah İsmail Hatâyî’ye ait bu dörtlük, tasavvuf düşüncesinin temel direklerinden birini teşkil eden “insanın kutsallığı” ve “gönül” kavramını merkezine alır. Beyit, şekilsel ibadet ile ahlaki ve derûnî erdem arasında bir mukayese yapar ve ikincisinin üstünlüğünü kesin bir dille vurgular.
​”Hâl çağı,” tasavvufta kişinin manevi bir cezbeye, ilahi bir tecrübeye ulaştığı anı ifade eder. Şair, bu manevi sarhoşluk ve vecd halinde iken söylediğini belirtir. “Hak gönül alçağında” mısraı, tevazu sahibi, alçak gönüllü kişinin kalbinde Allah’ın tecellilerinin bulunduğunu ifade eder. Meşhur “Ben yere göğe sığmadım, mümin kulumun kalbine sığdım” Kudsî Hadisi’ne bir telmihtir (göndermedir).
​Dörtlüğün zirvesi son iki mısradır. “Yüz bin Ka’be yapmakdır / Bir gönül al çağında.” Burada muazzam bir mübalağa sanatı ile “bir gönül almanın” sevabı, “yüz bin Kâbe inşa etmenin” sevabıyla kıyaslanır ve ona denk, hatta ondan üstün tutulur. Kâbe, İslam’ın en mukaddes mekanı, Müslümanların kıblesidir. Ancak Hatâyî’ye göre, Allah’ın tecelligâhı olan bir “insan gönlü” (kalbi), taştan yapılmış bir binadan daha mukaddestir. Bu, insanın “eşref-i mahlûkat” (yaratılmışların en şereflisi) oluşunun en net ifadelerinden biridir.
​Hikmet, İbret ve Tefekkür Makalesi
​İslam medeniyetinin derûnî boyutunu teşkil eden tasavvuf, dini sadece zahirî ritüellerden ibaret görmeyip onun özüne, ruhuna ve ahlaki gayesine odaklanır. Hatâyî’nin bu nefesi, bu odaklanmanın en veciz ve en sarsıcı örneklerinden biridir. Bu mısralar, dinin merkezine şekli değil, insanı ve insanın kalbini koyar.
​Yunus Emre’nin “Bir kez gönül yıktın ise / Bu kıldığın namaz değil” mısralarıyla aynı hikmet pınarından beslenen bu dörtlük, bize ibadet ve ahlak bütünlüğünü hatırlatır. Hacca gitmek, Kâbe’yi tavaf etmek veya yeni bir Kâbe inşa etmek şüphesiz büyük sevaplardır. Ancak bütün bu ibadetlerin gayesi, insanı daha iyi, daha ahlaklı, daha merhametli bir kul yapmaktır. Eğer bir kimse, bir yandan Kâbe’ye yüz sürerken diğer yandan bir insanın kalbini kırıyor, bir yetimin gönlünü incitiyorsa, o ibadetlerin ruhunu ve gayesini anlamamış demektir. Zira Kâbe’nin sahibi olan Allah, o kırılan kalpte de nazar etmektedir.
​”Hak gönül alçağında” ifadesi, ilahi tecellilerin kibir ve enaniyet (egozim) ile dolu kalplerde değil, tevazu ile alçalmış kalplerde barınacağını öğretir. Gönül, ancak “alçak” olduğu zaman ilahi feyizleri alabilecek bir kap haline gelir.
​”Bir gönül al çağında” tavsiyesi ise, hayat sermayesi (“çağ”) tükenmeden, fırsat varken yapılması gereken en acil ve en kıymetli amelin “gönül kazanmak” olduğunu belirtir. Bir insanın gönlünü kazanmak, onun duasını almak, ona Allah’ı sevdirmek, onun derdine derman olmak; işte bütün bunlar, taş ve topraktan binalar inşa etmekten daha kalıcı ve daha makbul bir “manevi imar” faaliyetidir. Çünkü binalar yıkılabilir, ama Allah rızası için kazanılmış bir gönül, ebedî âlemde sahibine şefaatçi olabilir.
​Bu beyit, bizi ibadetlerimizin muhtevasını sorgulamaya davet eder. Namazlarımız bizi kötülükten alıkoyuyor mu? Oruçlarımız bizi takvaya ulaştırıyor mu? Haccımız bizi daha merhametli yapıyor mu? Eğer cevap müspet ise, o ibadetler “gönül yapmak” ile birleşmiş demektir. Değilse, o ibadetler, ruhsuz birer ceset, içi boş birer şekilden ibaret kalma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Hakiki dindarlık, Kâbe’ye hürmetle birlikte, Kâbe’nin Rabbi’nin eseri olan insana, bilhassa onun gönlüne hürmet etmeyi gerektirir.
​Hülâsa (Özet)
​Hatâyî, tasavvufi bir vecd halinde, Allah’ın tecelligâhının mütevazı ve arif bir insanın gönlü olduğunu söyler. Bir insanın gönlünü kazanmanın, yüz bin kez Kâbe inşa etmekten daha kıymetli bir amel olduğunu vurgular. Bu dörtlük, ibadetin ruhunun ahlak olduğunu ve dinin merkezine şekli ritüellerden ziyade, Allah’ın en şerefli eseri olan insanın kalbine hürmet etmeyi koyan derin bir hikmet içerir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 150–

BERCESTE VE İZAHI – 150–

​Birinci Beyit ve Tahlili: Nâbî’den Hayatın Istırabına Dair Bir Nazar
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
بو دوراندہ صفای خاطرہ نائلمشدر
فلكدن داغ بر داغ اولمادق بر دلمی قالمشدر
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Bu devrânda safâ-yı hâtıra nâ’il mi kalmışdır
Felekden dâğ-ber-dâğ olmadık bir dil mi kalmışdır
​Şair:
Nâbî
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada işleri yolunda giden, gönlünün her istediği murada nail olmuş bir insan mı kalmıştır? Felekten yara üstüne yara almayan bir gönül mü kalmıştır?

​İzah ve Şerh
​Hikemî (didaktik, hikmetli) şiirin en büyük üstatlarından biri olan Nâbî, bu beyitinde hayatın ve dünyanın yapısına dair cihan şümul bir hakikati dile getirmektedir. İlk mısrada, “Bu devirde gönül rahatlığına, tam bir huzura ermiş kimse kalmış mıdır?” diye sorar. Buradaki “safâ-yı hâtır”, sadece geçici bir keyif hali değil, her türlü kederden, endişeden ve hayal kırıklığından arınmış, tam bir sükûnet halidir. Nâbî, bu mükemmel hale ulaşmanın bu devirde, yani bu fâni dünyada imkânsız olduğunu bir sual ile ortaya koyar.
​İkinci mısra, bu imkânsızlığın isbatını ve sebebini tasvir eder: “Felekten yara üstüne yara almamış bir gönül mü kalmıştır?” “Felek” kelimesi, klasik edebiyatta devranı, zamanın akışını, kaderi ve talihi temsil eder. “Dâğ-ber-dâğ olmak” ise yara üstüne yara almak, acıların katmerlenmesi demektir. Şair, feleğin tabiatı icabı her gönle mutlaka bir yara açtığını, hatta mevcut yaraların üzerine yenilerini eklediğini ifade eder. Bu, hayatın imtihanlarla dolu yapısının bir neticesidir. Dolayısıyla, mademki her gönül yaralıdır, o halde tam bir gönül huzuruna kavuşmak da mümkün değildir.
​Makale: Dâr-ı İmtihan Olan Dünyada Safâyı Aramak
​İnsanoğlu, yaratılış itibarıyla daima bir saadet ve huzur arayışı içindedir. Ene ve enaniyetin bir cilvesi olarak her şeyin kendi arzusuna göre şekillenmesini, hayatın pürüzsüz bir nehir gibi akmasını temenni eder. Ancak bu arzu, hayatın ve tabiatın yapısıyla zıt bir mahiyet arz eder. Zira içinde bulunduğumuz bu âlem, bir safa ve istirahat yurdu değil, bir imtihan, tecrübe ve tekâmül meydanıdır. Üstat Nâbî’nin feleğin sillesiyle “dâğ-ber-dâğ” olmamış bir gönül tasavvur edememesi, bu temel hakikatin edebi bir ön planıdır.
​Tarih sahifeleri, en büyük peygamberlerden en kudretli hükümdarlara, en zenginlerden en âlim zatlara kadar herkesin hayatının çetin imtihanlar, derin hüzünler ve beklenmedik musibetlerle dolu olduğunu gösterir. Hz. Eyyûb’un (a.s.) sabrı, Hz. Yûsuf’un (a.s.) kuyu ve zindan çilesi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) Tâif’te taşlanması, çektiği açlık ve sevdiklerinin vefatıyla duyduğu hüzün, bu hakikatin en parlak misalleridir. Eğer bu dünya bir safa yurdu olsaydı, Allah’ın en sevgili kulları bu çileleri çekmezlerdi. Demek ki, derûnî hikmet, zahirî hadiselerin arkasında gizlidir. Musibetler ve yaralar, insanı olgunlaştıran, hamlıktan kurtarıp pişiren birer ateş, gönlü saflaştıran birer potadır.
​Felekten şikâyet etmek, divan şairlerinin sıkça başvurduğu bir edebi gelenek olmakla birlikte, Nâbî gibi hikmet ehli şairlerin dilinde bu, basit bir sızlanmanın ötesinde, dünyanın fâni yapısını tenkit ve ebedi âleme bir işarettir. Gönül, ancak bu dünyada bir misafir olduğunu, asıl vatanının burası olmadığını idrak ettiğinde hakiki huzura bir nebze olsun yaklaşabilir. Yaraları birer ikaz, acıları ise Rabbine daha çok yalvarmak için birer vesile olarak gördüğünde, feleğin attığı taşlar onu yıkmak yerine, iman kalesini daha da sağlamlaştıran harçlara dönüşür. Zira mü’min bilir ki, her yaranın üstünde bir merhem, her derdin üstünde bir derman ve her imtihanın sonunda bir mükafat veya hikmet vardır. Asıl “safâ-yı hâtır”, hadiselerin zahirî sarsıntılarından etkilenmeyen, her şeyin dizgininin Cenâb-ı Hakk’ın elinde olduğunu bilmekle elde edilen derûnî bir teslimiyettir.
​Özet
​Nâbî, bu beytinde, fâni dünyada tam bir huzur ve mutluluğa erişmenin imkânsız olduğunu, zira kaderin ve zamanın her gönülde mutlaka yaralar açtığını ifade eder. Bu tespitten hareketle yazılan makale, dünyanın bir safa yurdu değil, bir imtihan meydanı olduğunu; peygamberlerin hayatından misallerle isbat eder. Makaleye göre, hayattaki zorluklar ve acılar, insanı olgunlaştıran ve Allah’a yaklaştıran birer vesiledir. Gerçek huzur, olayların zahirine takılmadan, her şeyin Allah’ın kontrolünde olduğunu bilerek O’na teslim olmaktan geçer.

​İkinci Beyit ve Tahlili: Leylâ Hanım’dan Peygamber Aşkının Dîvâneliği
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
كيدوب بوينمده زنجيرمله بن اول روضۀ پاكه
كورنلر هب بنى ديوانه صانسين يا رسول الله
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Latin Harfleriyle:
Gidip boynumda zincirimle ben ol ravza-i pâke
Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh
​Şair:
Leylâ Hanım
​Günümüz Türkçesiyle:
Ey Allah’ın Resûlü! Boynumdaki kulluk zincirimle senin temiz ravzana gideyim. Beni bu hâlimle görenler hep deli divane sansınlar.

​İzah ve Şerh
​Kadın divan şairlerinden Leylâ Hanım, bu samimi ve coşkun beytinde, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan derin muhabbetini ve teslimiyetini dile getirmektedir. İlk mısrada geçen “Ravza-i Pâk” (tertemiz bahçe), Resûlullah’ın Medine’deki mübarek kabri ile minberi arasındaki bölümdür ve O’na ait olan her şey gibi pak ve mukaddestir. Şaire, o mübarek mekana “boynunda zincirle” gitmek arzusundadır. Buradaki “zincir”, birkaç katmanlı bir manaya sahiptir. Zahirî manada bir delilik alameti iken, derûnî manada tam bir kulluk, kölelik ve O’nun aşkına kayıtsız şartsız bağlılığın bir nişanıdır.
​İkinci mısra, bu aşkın dışavurumundan ve başkalarının nazarındaki yansımasından çekinmediğini, hatta bunu arzuladığını gösterir. “Görenler hep beni dîvâne sansın yâ Resûlallâh” diyerek, bu aşkın aklı ve mantığı aşan, insanı kendinden geçiren bir cezbeye ulaştığını ifade eder. Halkın kınaması veya “deli” demesi, âşığın nazarında bir ehemmiyet taşımaz. Bilakis bu, aşkının şiddetinin ve samimiyetinin bir isbatı olarak kabul edilir. Aşk, öyle bir haldir ki, aklın zahirî ölçüleriyle tartılamaz. Leylâ Hanım, bu haliyle Efendimiz’in huzuruna kabul edilmeyi ummaktadır.
​Makale: Aklın Sınırlarını Aşan Aşk: Dîvânelik ve Teslimiyet
​Aşk, mahiyeti itibarıyla aklı ve mantığı aşan, kalbi ve ruhu hükmü altına alan bir haldir. Beşerî aşklarda dahi bu durum gözlemlenirken, mevzu bahis Allah ve Resûlü’nün aşkı olduğunda, bu hal en ulvi mertebesine ulaşır. Leylâ Hanım’ın, boynunda bir teslimiyet zinciriyle Ravza’ya gitme ve bu uğurda “dîvâne” addedilme arzusu, Aşk-ı Nebî’nin nasıl bir vecd ve istiğrak hali olduğunu tasvir eden muhteşem bir levhadır.
​İnsanların “akıl” dedikleri terazi, çoğu zaman madde âleminin ağırlıklarını tartmak üzere ayarlanmıştır. Mana âleminin, aşkın, imanın ve teslimiyetin ağırlığı bu teraziye sığmaz. Bu sebeple, maneviyat yolcusunun halleri, zahirî nazarlara “dîvânelik” veya “akıl dışılık” olarak görünebilir. Mecnûn’un Leylâ için çöllere düşmesi, aklın nazarında bir cinnet iken, aşkın lisanında bir sadakattir. Benzer şekilde, Sahabe-i Kiram’ın canlarını, mallarını ve bütün sevdiklerini Allah Resûlü’nün yoluna feda etmeleri, materyalist bir bakış açısıyla izah edilemeyecek bir “dîvânelik”tir. Onlar için en büyük akıl, en kârlı ticaret, fâni olanı Bâkî olan uğruna feda etmekti.
​Leylâ Hanım’ın boynundaki “zincir”, modern insanın kaçtığı “bağlılığın” en şerefli sembolüdür. İnsan, tabiatı gereği bir şeye bağlanmak zorundadır. Ya fâni ve değersiz şeylere bağlanıp onların esiri olur ya da ipi Bâkî olan bir Zat’ın elinde olan bir ipe, Hablullah’a (Allah’ın ipine) ve O’nun Resûlü’ne bağlanarak hakiki hürriyete kavuşur. O zincir, nefsin ve dünyanın esaretinden kurtulup, en şerefli kapıya kul olmanın getirdiği bir hürriyet madalyasıdır. Başkalarının “dîvâne” demesi, o madalyanın parlaklığını azaltmaz, bilakis artırır. Çünkü bu, âşığın, maşukundan başka her şeye karşı kör, sağır ve “akılsız” olduğunun bir ilanıdır. Bu, aklın iptali değil, aklın daha yüce bir hakikat olan Aşk’ın hizmetine girmesidir.
​Özet
​Leylâ Hanım, beytinde Hz. Peygamber’e olan aşkını, O’nun Ravza’sına boynunda bir teslimiyet zinciriyle gitme ve bu haliyle insanlar tarafından “divane” olarak görülme arzusuyla dile getirir. Makalede, ilahi aşkın aklın zahirî ölçülerini aştığı, bu yüzden dışarıdan “delilik” gibi görünebileceği anlatılmaktadır. “Zincir” sembolünün, nefsin esaretinden kurtulup Allah ve Resûlü’ne tam teslimiyetle elde edilen hakiki hürriyetin bir nişanı olduğu vurgulanır. Bu “dîvânelik”, aklın inkârı değil, onun aşka ve maneviyata hizmet etmesidir.

​Üçüncü Beyit ve Tahlili: Şeyhülislâm Yahyâ’dan Hicranın Dili
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
جهانده عاشق مهجوره صانما راحت اولور
نلر چكر بو كوكل سویلسه م شكايت اولور
​Vezin:
Mefâ’îlün Fe’ilâtün Mefâ’îlün Fe’ilün
​Latin Harfleriyle:
Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur
Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur
​Şair:
Şeyhülislâm Yahyâ
​Günümüz Türkçesiyle:
Bu dünyada sevdiğinden ayrılmış âşığa rahat vardır zannetme. Bu gönlün neler çektiğini söylesem şikâyet olur.

​İzah ve Şerh
​Zarif ve lirik şiirleriyle tanınan Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde aşkın en temel ıstıraplarından biri olan “hicran” yani ayrılık acısını ele almaktadır. İlk mısra, kesin bir hükümle başlar: “Cihânda âşık-ı mehcûra sanma râhat olur.” Yani, sevdiğinden ayrı düşmüş (mehcûr) bir âşığın bu dünyada huzur bulabileceğini, rahata erebileceğini aklından bile geçirme, der. Bu, aşkın tabiatında vuslat (kavuşma) arzusunun yattığının ve bu arzu gerçekleşmediği müddetçe âşığın daima bir azap ve ıstırap içinde olacağının ifadesidir.
​İkinci mısra, bu ıstırabın derinliğini ve ifade edilemezliğini ortaya koyar. Şair, gönlünün çektiği acıları anlatmaya kalksa, bu sözlerin bir “şikâyet” olarak anlaşılacağını söyler. Bu mısrada ince bir hikmet gizlidir. Birincisi, hakiki ve derin acı, kelimelere sığdırılamayacak kadar büyüktür; anlatılmaya çalışıldığında basit bir sızlanmaya, bir şikâyete dönüşerek kıymetini ve derinliğini kaybeder. İkincisi, gerçek âşık, sevgilinin hükmüne ve takdirine razıdır. Ayrılığı takdir eden yine O’dur. Dolayısıyla ayrılığın acısını dile getirmek, O’nun takdirinden şikâyet etmek gibi olacağından, âşık edeben susmayı tercih eder. Istırabını kendi derûnunda yaşar.
​Makale: Sükûtun Feryadı: Ayrılık Acısı ve Şikâyet Etmemenin Fazileti
​Ayrılık, varlığın en derin yaralarından biridir. İnsan, ruhlar âleminde Rabbine verdiği sözden bu yana bir ayrılık içindedir ve hayatı boyunca bir vuslat, bir bütünleşme arzusuyla yaşar. Bu cihan şümul hakikat, beşerî aşklarda da kendini gösterir. Şeyhülislâm Yahyâ’nın tasvir ettiği “âşık-ı mehcûr”, sadece bir kadından veya erkekten ayrı düşmüş bir kimse değil, aynı zamanda ruhunun aslî vatanından, ilahi menbaından ayrı düşmüş her insanın bir sembolüdür. Bu yüzden sevdiğinden ayrı düşene bu cihanda rahat yoktur. Çünkü her ayrılık, o en büyük ayrılığın bir yansımasıdır ve gönülde sürekli bir sızı bırakır.
​Âşığın çektiği acıyı “söylesem şikâyet olur” diyerek dile getirmekten çekinmesi, yüksek bir ahlakın ve derin bir teslimiyetin faziletini gösterir. Günümüz insanı, en küçük sıkıntısını dahi sosyal mecralarda ilan etmeyi, sürekli bir şikâyet ve sızlanma hali içinde olmayı modern bir hak olarak görürken, kadim hikmet bize sabrı ve sükûtu telkin eder. Çünkü şikâyet, acıyı hafifletmez, bilakis onu sıradanlaştırır ve sahibinin vakarını zedeler. Hakiki ıstırap, bir feryat değil, derin bir sükûttur. Hz. Yakub’un (a.s.), oğlu Hz. Yûsuf’un (a.s.) hasretiyle gözleri kör olurken, Kur’an’ın ifadesiyle şöyle demesi bu hikmetin zirvesidir: “…Artık bana düşen, güzel bir sabırdır…” (Yûsuf, 12/18). O, derdini insanlara şikâyet ederek değil, sadece Allah’a arz ederek “güzel bir sabır” göstermiştir.
​Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyti, bize acıyla başa çıkmanın edebi ve ahlaki bir yolunu gösterir. Derdini söylemek, eğer bir çare bulmak veya bir başkasına ibret olması için değilse, sadece sızlanmak maksadıyla ise, bu hem ilahi takdire karşı bir hoşnutsuzluk iması taşır hem de insanın kendi derûnî gücünü zayıflatır. Âşığın büyüklüğü, çektiği hicran ateşinin büyüklüğü kadar, o ateşi kimseye belli etmeden, şikâyete dönüştürmeden taşıyabilme kabiliyetindedir. O ateş, onu yakarken aynı zamanda pişirir ve saflaştırır. Sessizce çekilen çile, sahibini manen yücelten bir ibadete dönüşür.
​Özet
​Şeyhülislâm Yahyâ, sevdiğinden ayrı düşen bir âşığın dünyada asla huzur bulamayacağını, gönlünün çektiği derin acıları dile getirmesi durumunda ise bunun basit bir şikâyete dönüşeceğini ifade eder. Bu beyitten ilhamla kaleme alınan makale, ayrılık acısının evrensel bir insanlık hali olduğunu ve köklerinin ruhun aslî vatanından ayrı düşmesine dayandığını anlatır. Makalede, acıyı sükûtla ve sabırla karşılamanın, onu şikâyete dönüştürmemenin ahlaki bir fazilet olduğu, Hz. Yakub örneğiyle vurgulanır. Hakiki ıstırabın, insanı manen olgunlaştıran ve yücelten sessiz bir imtihan olduğu belirtilir.

​Dördüncü Beyit ve Tahlili: Kirâmî’den Fânilik ve Tevazu Dersi
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
چرخه طايانما هر نه قدر استوار ايسه
خاكك افندى آلتيده وار اوستى وار ايسه
​Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Latin Harfleriyle:
Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise
Hâkin efendi altı da var üstü var ise
​Şair:
Kirâmî
​Günümüz Türkçesiyle:
Ne kadar sağlam olursa olsun bu fani dünyaya güvenme. Ey efendi! Toprağın her ne kadar üstü varsa altı da var.

​İzah ve Şerh
​Bu son derece hikmetli ve ibretli beyit, dünyanın geçiciliği (fânilik) ve bu hakikat karşısında insanın alması gereken tevazu tavrı üzerine kuruludur. Şair Kirâmî, ilk mısrada muhatabına seslenir: “Çarha dayanma her ne kadar üstüvâr ise.” “Çarh”, felek, dünya, devran demektir. “Üstüvâr” ise sağlam, dayanıklı, istikrarlı manasındadır. Şair, dünyanın zahiren ne kadar sağlam, düzenli ve güvenilir görünürse görünsün, ona bel bağlanmaması gerektiğini öğütler. Çünkü bu sağlamlık aldatıcıdır ve her an değişebilir.
​İkinci mısra, bu öğüdün ardındaki sarsıcı gerekçeyi ortaya koyar: “Hâkin efendi altı da var üstü var ise.” “Hâk”, toprak demektir. Şair, “Ey efendi!” diye hitap ettiği insana, şu an üzerinde gezdiği, sahibi olduğunu zannettiği toprağın bir de “altı” olduğunu hatırlatır. Hayattayken toprağın üstündeyiz, onu eker, biçer, üzerinde binalar yükseltiriz. Ancak ölümle birlikte toprağın altına gireceğiz. Toprağın üstü ne kadar gerçekse, altı da o kadar gerçektir. Bu ifade, hem fâniliği hem de makam ve mevki ile gururlanmamanın lüzumunu ders veren, son derece beliğ bir ifadedir.
​Makale: Toprağın Üstü ve Altı: Varlık ve Hiçlik Arasında Bir Hayat
​İnsanın en büyük yanılmalarından biri, içinde yaşadığı hayatın ve üzerinde yürüdüğü toprağın ebedi ve sarsılmaz olduğu zannıdır. Servetine, makamına, gücüne veya ilmine güvenerek kendini tabiatın ve zamanın yıkıcı tesirinden masun görür. Kirâmî, “Çarha dayanma” diyerek bu derin gaflete karşı insanı ikaz eden bir hikmet tokadı atar. Dünya, zahiren ne kadar sağlam temeller üzerine kurulu görünse de, onun yapısında fânilik ve zeval mayası vardır. Tarih, nice kudretli imparatorlukların, nice sarsılmaz sanılan kalelerin ve nice mağrur medeniyetin nasıl bir anda “hâk ile yeksan” yani toprakla bir olduğunu gösteren ibretli sahnelerle doludur.
​Beytin ikinci mısrasındaki “Hâkin efendi altı da var üstü var ise” ifadesi, tevazunun en veciz derslerinden biridir. Bugün toprağın üstünde gururla yürüyen “efendi”, yarın o toprağın altında sessiz ve hareketsiz yatacaktır. Bugün ayakları altında ezdiği toprak, yarın bedenini çürüten bir örtü olacaktır. Bu hakikat, varoluş bir gerçektir ve hiçbir felsefe veya ideoloji onu değiştiremez. Bu düşünce, insanı enaniyetten ve kibriyadan kurtaracak en tesirli ilaçtır. Toprağın üstünde olmak bir lütuf ve bir imtihan vesilesi ise, toprağın altına girecek olmak da bir hazırlık ve muhasebe sebebidir.
​Bu beyit, bize hayatı doğru bir açıdan okumayı öğretir. Hayat, toprağın üstü ile altı arasına gerilmiş ince bir çizgiden ibarettir. Bu kısa müddet içinde yapılacak en akıllıca iş, toprağın üstünü, altı için bir tarla olarak kullanmaktır. Buraya ne ekilirse, orada o biçilecektir. Buraya gurur ve zulüm ekenler, orada zillet ve azap biçeceklerdir. Buraya tevazu, iman ve salih amel ekenler ise, orada ebedi saadet ve rahmet hasat edeceklerdir. Dolayısıyla, ayağımızın altındaki toprağa her baktığımızda, sadece onun üstünü değil, bir gün gireceğimiz altını da hatırlamalıyız. Bu nazar, bakışımızı ve dolayısıyla bütün hayatımızı değiştirecek bir hikmet anahtarıdır.
​Özet
​Kirâmî, bu beytinde dünyanın sağlam görünüşüne aldanmamak gerektiğini, çünkü üzerinde yaşadığımız toprağın bir “üstü” olduğu gibi, ölümle gidilecek bir “altı” da olduğunu hatırlatarak fânilik ve tevazu dersi verir. Makalede, bu beytin insanın güç ve makamla gururlanma yanılgısına karşı güçlü bir ikaz olduğu işlenir. Hayatın, toprağın üstü (yaşam) ile altı (ölüm) arasında kısa bir yolculuk olduğu, bu sebeple insanın bu dünyadaki vaktini ahirete hazırlık için bir fırsat olarak görmesi gerektiği vurgulanır. Toprağın altını düşünmenin, insanı kibirden arındıran ve ona hakiki istikameti gösteren
bir tefekkür biçimi olduğu belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
27/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 149–

BERCESTE VE İZAHI – 149–

​Birinci Beyit: Hayâlî Bey’den Aşk ve Şevk Üzerine
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​عشق بر شمع الهیدر بنم پروانه‌سی
شوق بر زنجیردر کوکلم آنك دیوانه‌سی

​Vezin:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

​Latin Harfleriyle:
​Aşk bir şem’-i ilâhîdir benim pervânesi
Şevk bir zincirdir gönlüm anın dîvânesi
​Hayâlî Bey

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Aşk ilâhî bir mum gibidir. Bense onun etrafında dönüp duran, ona âşık pervane gibiyim. Şevk bir zincir gibidir. Gönlüm ise onun delisi.

​Makale: İlâhî Aşkın Ateşi ve Şevkin Zinciri
​Divan şiirinin engin semasında parlayan yıldızlardan biri olan Hayâlî Bey, bu beyitinde aşk ve şevk mefhumlarını, tasavvufî bir derinlik ve edebi bir zarafetle tasvir etmektedir. Beyit, kâinatın ve varoluşun temelindeki en büyük hakikat olan İlâhî Aşka açılan bir pencere gibidir.
​”Aşk bir şem’-i ilâhîdir benim pervânesi” mısrası, bu pencerenin ilk kanadıdır. Burada aşk, sıradan ve beşerî bir duygu olmaktan çıkarılıp, kaynağı doğrudan doğruya Cenâb-ı Hak olan “ilâhî bir mum” (şem’-i ilâhî) olarak tavsif edilir. Mum, yapısı itibarıyla etrafını aydınlatırken kendi kendini tüketen, yandıkça ışık saçan bir varlıktır. İlâhî aşk da böyledir; âşığın benliğini, enaniyetini eritir, onu yakarak saflaştırır ve etrafına hakikat nurunu saçmasına vesile olur. Âşık, bu ilâhî mumun etrafında dönen bir “pervane”dir. Pervanenin muma olan aşkı, aklın ve mantığın ötesinde bir cezbedir. Pervane, ışığın cazibesine kapılarak ateşe atlar ve kendini feda eder. Bu, tasavvuftaki “fenâfillah” mertebesinin, yani kulun kendi varlığını Allah’ın varlığında yok etmesinin en güzel sembollerinden biridir. Âşık, maşukunun nurunda fani olmayı, O’nda bekâ bulmayı arzular. Bu, aklın değil, aşkın ve teslimiyetin yoludur.
​İkinci mısra, “Şevk bir zincirdir gönlüm anın dîvânesi”, bu derûnî manzarayı daha da derinleştirir. Vuslata duyulan şiddetli arzu olan “şevk”, bir “zincir” olarak tasvir edilir. Bu zincir, zahiren bakıldığında âşığı bağlayan, onu esir alan bir nesne gibi görünebilir. Ancak hakikatte bu, âşığın gönlünü maşuktan başkasına meyletmekten alıkoyan mukaddes bir bağdır. Bu zincir, gönlü dünya meşgalelerinden, fani sevgilerden korur ve onu sadece ilâhî vuslat hedefine kilitler. Bu zincire vurulmuş olan “gönül” ise bir “divane”dir. Yani aklın hesaplarını, dünyanın kâr-zarar mantığını bir kenara bırakmış, yalnızca şevkinin esiri olmuştur. Bu divanelik, Mecnun’un Leylâ için çöllere düşmesi gibi, aklın idrak sınırlarını aşan bir teslimiyetin ve sadakatin ifadesidir. Bu zincir, âşığın ayağına vurulmuş bir pranga değil, onu maşukuna ulaştıracak olan sadakat yularıdır.
​Hayâlî Bey, bu beyitiyle bizlere aşkın yakıcı ve aydınlatıcı yapısını, şevkin ise bu yolda istikameti muhafaza eden bağlayıcı gücünü anlatır. Aşk mumu yanmadan yol aydınlanmaz, şevk zinciri olmadan ise pervane olan gönül, istikametini kaybedebilir. Bu beyit, asırlar ötesinden bizlere, hakiki aşkın hem bir fedakârlık hem de sarsılmaz bir sadakat gerektirdiğini fısıldamaktadır.
​Özet
​Hayâlî Bey’in bu beyiti, İlâhî Aşk’ı etrafını aydınlatırken kendini tüketen bir muma, âşığı ise bu mumun etrafında dönerek kendini feda eden bir pervaneye benzetir. Vuslata duyulan şiddetli arzu olan şevk ise, âşığın gönlünü Allah’tan başkasına yönelmekten alıkoyan bir zincir olarak tasvir edilir. Bu zincire bağlı olan gönül, aklın ölçülerini aşmış bir “divane” gibi, tam bir teslimiyetle maşukuna yönelmiştir. Beyit, aşkın fedakârlık, şevkin ise sadakat ve istikamet olduğunu veciz bir şekilde ifade eder.

​İkinci Beyit: Necâtî Bey’den Mutlak Yalnızlık Üzerine
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​بنى آغلاك بنى كم اوستمه كلمز اوليجك
بر آوچ طوپراق آتار باد صبادن غيرى

​Vezin:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün

​Latin Harfleriyle:
​Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek
Bir avuç toprak atar bâd-ı sabâdan gayrı
​Necâtî Bey

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Siz asıl bana ağlayın! O kadar yalnızım ki öldüğümde cenazemi kaldıracak, mezarıma gelecek kimse yok. Sabah rüzgârından başka mezarıma bir avuç toprak atacak da yok.

​Makale: Fani Dünyada Kimsesizliğin Feryadı
​Divan şiirinin sade ve samimi sesi Necâtî Bey, bu dokunaklı beyitinde insan hayatının en çıplak ve sarsıcı hakikatlerinden birini, mutlak yalnızlığı, ölüm anındaki kimsesizlik üzerinden dile getirir. Beyit, dünyevi dostlukların, kalabalıkların ve alâkaların ne denli geçici olduğunu, insanın en nihayetinde bu fani hayattan tek başına ayrılacağı gerçeğini bir feryat şeklinde yüzümüze vurur.
​”Beni ağlan beni kim üstüme gelmez ölicek” mısrası, bir şairin değil, kimsesiz bir insanın çığlığıdır. Şair, etrafındakilere seslenerek, başkalarının dertlerine değil, asıl kendi hâline ağlamaları gerektiğini söyler. Zira onun yalnızlığı o kadar derindir ki, öldüğü vakit cenazesine iştirak edecek, mezarının başına gelecek tek bir kişi dahi olmayacaktır. Bu ifade, sosyal bir varlık olan insanın en büyük korkularından birini, unutulmuşluk ve terk edilmişlik hissini en keskin şekilde tasvir eder. Hayattayken etrafında görünen kalabalıkların aslında ne kadar sahte ve vefasız olabileceğinin ibretli bir tenkididir.
​İkinci mısra, bu trajik yalnızlık tablosunu daha da dokunaklı bir hâle getirir: “Bir avuç toprak atar bâd-ı sabâdan gayrı”. Bu mısra, şairin yalnızlığının boyutunu cihan şümul bir seviyeye taşır. Onun mezarına bir avuç toprak atacak olanlar, insanlar değil, tabiatın kendisidir. Sadece ve sadece seher vakti esen latif “sabah rüzgârı” (bâd-ı sabâ), vefalı bir dost gibi gelip onun mezarının üzerine bir avuç toprak serpecektir. Bu, inanılmaz derecede güçlü bir hayaldir. Bir yanda insanların mutlak vefasızlığı, diğer yanda ise rüzgârın cansız olmasına rağmen gösterdiği kadirşinaslık. Bâd-ı sabâ, Divan şiirinde genellikle sevgiliden haber getiren bir postacı, bir müjdeci olarak tasvir edilir. Ancak burada, şairin son ve tek yoldaşı, cenazesini kıldıran son cemaati rolünü üstlenmiştir.
​Necâtî Bey, bu beyitiyle sadece kendi şahsi yalnızlığını değil, aynı zamanda insanın bu dünyadaki garip ve fani yolculuğunu anlatır. İnsan, ne kadar mal-mülk, makam ve dost biriktirirse biriktirsin, kabre tek başına girer. Onu o son yolculukta yalnız bırakmayacak olan, dünyadayken yaptığı ameller ve Rabbi ile kurduğu bağdır. Bu beyit, dünyaya ve içindekilere bel bağlamanın boşluğunu, vefasızlığını ve en hakiki dostun ancak Allah olduğunu hatırlatan ibretli bir nasihattir. Şairin feryadı, aslında her birimizin derûnunda taşıdığı o ebedî yalnızlık hissinin edebi bir dışavurumudur.
​Özet
​Necâtî Bey, bu beyitinde derin bir yalnızlığı ve kimsesizliği dile getirir. Başkalarına, asıl kendi hâline ağlamaları gerektiğini çünkü öldüğünde mezarının başına gelecek kimsenin olmayacağını söyler. Bu yalnızlık o kadar derindir ki, mezarına bir avuç toprak atacak vefalı bir dost olarak insanlardan hiç kimse yoktur; bu vazifeyi sadece “sabah rüzgârı” yerine getirecektir. Beyit, dünyevi dostlukların geçiciliğini, insanın fani hayattaki mutlak yalnızlığını ve vefasızlık temasını dokunaklı bir şekilde işleyen ibretli bir feryattır.

​Üçüncü Beyit: Lâedrî’den Kader ve Tedbir Hakkında
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​اولماينجه تا نوشته فهرس تقدیرده
مطلب و مقصد بولونماز نسخهٔ تدبیرده

​Vezin:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün

​Latin Harfleriyle:
​Olmayınca tâ nüvişte fihris-i takdîrde
Matlab u maksad bulunmaz nüsha-i tedbîrde
​Lâedrî (Söyleyeni Bilinmeyen)

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Bir insan için herhangi bir şey kendisine ezelde takdir edilmemiş, yani kaderine yazılmamışsa; o insanın amaçladığı ve arzuladığı herhangi bir şeye yalnızca dünyevî tedbirler alarak ulaşması mümkün değildir.

​Makale: Takdir Fihristi ve Tedbir Nüshası
​Şairinin kim olduğu bilinmeyen (Lâedrî) bu hikmet dolu beyit, İslam düşüncesinin en temel ve hassas konularından biri olan kader ve tedbir arasındaki ilişkiyi, son derece veciz ve edebi bir üslupla izah etmektedir. Beyit, insanın iradesi ve çabasının sınırlarını, İlâhî takdirin kuşatıcılığı karşısındaki yerini muazzam bir benzetmeyle ortaya koyar.
​Beyitin ilk mısrası, “Olmayınca tâ nüvişte fihris-i takdîrde”, meselenin temelini oluşturur. Burada “takdir”, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ilmiyle olacak her şeyi bilip Levh-i Mahfuz’da kaydetmesi manasındadır. Şair, bu ezelî kaydı, bir kitabın içindekiler bölümü olan “fihrist”e benzetir. Bir şeyin, bir olayın veya bir neticenin “takdir fihristinde yazılmış” (nüvişte) olması, onun varlık sahasına çıkabilmesinin ön şartıdır. Eğer bir şey, o ezelî planda, o ilâhî programda yer almıyorsa, onun gerçekleşmesi mümkün değildir. Bu fihrist, kâinatın ve bütün mahlukatın başından sonuna kadar geçireceği bütün maceraların ana planıdır.
​Bu temel üzerine inşa edilen ikinci mısra, insanın bu plandaki yerini belirler: “Matlab u maksad bulunmaz nüsha-i tedbîrde”. İnsanın aldığı önlemler, yaptığı planlar, gösterdiği çaba ve gayretler, “tedbir nüshası” olarak isimlendirilir. Nüsha, asıldan kopya edilmiş suret demektir. Bu durumda, insanın bütün tedbirleri ve planları, ancak ve ancak asıl olan “takdir fihristi”nde bir karşılığı varsa bir “matlab” (talep edilen şey) ve “maksad”a (ulaşılmak istenen hedefe) dönüşebilir. Eğer arzulanan netice, o ilâhî fihristte kayıtlı değilse, insanın yazdığı tedbir nüshası boş bir kâğıttan ibaret kalır. İnsan ne kadar çabalarsa çabalasın, takdirde olmayan bir şeyi olduramaz.
​Bu beyit, insanı atalete ve tembelliğe sevk eden bir cebir anlayışını değil, Ehl-i Sünnet’in hikmetli kader ve tevekkül anlayışını yansıtır. Zira insana düşen, “tedbir nüshasını” en güzel şekilde yazmaktır. Yani sebeplere sarılmak, çalışmak, gayret etmek, üzerine düşen bütün vazifeleri yerine getirmektir. Bu, kulluğun bir gereğidir. Ancak neticeyi yapacak olanın, o tedbire bir “maksad” ve “matlab” değeri verecek olanın yalnızca Allah olduğunu bilmek, imanın bir gereğidir. Tedbir almak kulun vazifesi, takdir etmek ise Allah’ın şanıdır. Kul, tedbirini alır, sonra takdire rıza gösterir ve Rabbine tevekkül eder.
​Bu beyit, modern insanın her şeyi kendi aklı ve planıyla kontrol edebileceği yönündeki enaniyetine ve kibrine karşı hikmetli bir cevaptır. İnsana haddini bildirir; onun kâinattaki yerinin, büyük bir planın cüz’î bir parçası olduğunu hatırlatır. Tedbirin lüzumunu inkâr etmeden, takdirin mutlak hâkimiyetini tasdik eden bu beyit, dengeli bir hayat ve düşünce için eşsiz bir düsturdur.
​Özet
​Bu Lâedrî beyit, kader ve insan iradesi arasındaki ilişkiyi izah eder. İlâhî takdiri bir kitabın “fihristi”ne, insanın aldığı önlemleri ve çabalarını ise o fihristten yazılan bir “nüsha”ya benzetir. Bir şey, ezelde Allah tarafından “takdir fihristi”ne yazılmamışsa, insanın sadece kendi “tedbir nüshası” ile o arzuya ve gayeye ulaşmasının mümkün olmadığını ifade eder. Beyit, insanı sebeplere sarılmaya (tedbir) teşvik ederken, neticenin Allah’ın takdirine bağlı olduğunu bilerek O’na tevekkül etmenin (takdir) gerekliliğini vurgulayan hikmetli bir düsturdur.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 148–

BERCESTE VE İZAHI – 148–

​1. Hz. Mevlânâ’nın Beyti Üzerine Bir Tahlil: Teceddüdün Lüzumu
​Beytin İktibası
​Farsça Metin:
​هر روز خوشست منزلى بسپردن
چون آب روان فارغ از افسردن
دى رفت و حديث دى چو دى هم بگذشت
امروز حديث تازه بايد كردن

​Latin Harfleriyle:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fâ’
​Her rûz hoşest menzilî besporden
Çun âb-ı revân-ı fâriğ ez-efsorden
Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt
İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden
​Hz. Mevlânâ

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Her gün bir menzilden kalkmak, her gün bir konaktan göçmek, donmamak için akarsu gibi akıp gitmek ne hoş.
Düne ait söz, dünle birlikte geçip gitti.
Bugün yeni şeyler söylemek lâzım.

​İzah ve Tahlil
​Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’ye atfedilen bu Farsça beyit, hayatın dinamik yapısını ve sürekli bir teceddüt (yenilenme) içinde olmanın ehemmiyetini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Beyit, felsefi derinliği olan bir hayat düsturu sunar.
​İlk mısralarda, hayat bir yolculuğa benzetilir. Bu yolculukta her gün yeni bir menzile doğru hareket etmek, bir önceki konaktan ayrılmak “hoş” olarak nitelendirilir. Burada donukluk, atalet ve tekdüzelik tenkit edilir. Misal olarak “âb-ı revân” yani akan suyun verilmesi son derece manidardır. Akan su, duru, taze ve hayatiyet doludur; duran su ise zamanla bozulur, kokar ve hayat verme vasfını yitirir. İnsanın da manen ve fikren donmaktan, yani atalete düşmekten kurtulması için sürekli bir akış ve hareket hâlinde olması gerektiği vurgulanır.
​Sonraki mısralar ise bu fikri zaman zaviyesinden ele alır: “Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt” (Dün gitti ve düne ait söz de dün gibi geçti). Bu ifade, geçmişe takılıp kalmanın anlamsızlığını ortaya koyar. Dün, tecrübeleriyle, dersleriyle ve hatıralarıyla geride kalmıştır. Dünün sözünü, dünün anlayışını bugüne olduğu gibi taşımak, akan nehirde aynı suyla ikinci kez yıkanmaya çalışmak gibidir. Geçmiş, bir ibret nazarıyla bakılacak bir levhadır, fakat ayaklara vurulacak bir pranga değildir.
​Beytin zirve noktası ve ana mesajı son mısrada verilir: “İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden” (Bugün yeni, taze bir söz söylemek gerekir). Bu, sadece lafız olarak yeni bir söz söylemek değil, aynı zamanda yeni bir anlayışa, yeni bir bakışa, yeni bir hale bürünmek demektir. Kâinat her an yeniden yaratılırken, her an ilahi tecelliler tazelenirken, insanın fikren ve ruhen sabit kalması, tabiatın ve hilkatin yapısına aykırıdır. Bu mısra, insanı taklitten tahkike, ataletten faaliyete, geçmişin esaretinden anın ve geleceğin inşasına davet eden bir çağrıdır.
​Hikmetli Makale: Akan Su Misâli Hayat ve Taze Sözün Kudreti
​Tabiat, dikkatli bir nazar ile bakıldığında, en büyük muallimdir. O, insana sürekli olarak değişimin ve hareketin hayatın esası olduğunu fısıldar. Donmuş bir göl ölüme, akan bir nehir ise hayata işarettir. Hz. Mevlânâ, bu cihan şümul hakikati ruhunun derinliklerinde hissetmiş ve onu hikmet dolu bir beyitle ebedileştirmiştir:
​Her rûz hoşest menzilî besporden
Çun âb-ı revân-ı fâriğ ez-efsorden
Dî reft u hadîs-i dî çü dî hem bogzeşt
İmrûz hadîs-i tâze bâyed kerden

​Bu mısralar, bize hayatı durağan bir varlık sahası olarak değil, sürekli bir oluş ve akış süreci olarak görmemiz gerektiğini telkin eder. Düne takılıp kalan, geçmişin zaferleriyle avunan veya mağlubiyetlerinin yasını tutan bir zihin, tıpkı bir bataklık gibi kokmaya ve çürümeye mahkûmdur. Zira dün, bütün muhtevasıyla birlikte geçip gitmiştir. Dünün güneşiyle bugünün çamaşırı kurutulmaz. Dünün bilgisi, bugünün meselelerini çözmek için kâfi gelmeyebilir. Bu sebeple Hz. Mevlânâ, “Bugün yeni şeyler söylemek lâzım” diyerek insanı fikrî ve ruhî bir teceddüde davet eder.
​Bu “taze söz,” sadece dilde bir yenilik değil, kalpte, fikirde ve amelde bir yenilenmedir. Her yeni gün, Allah’ın insana bahşettiği yeni bir imkân, yeni bir tefekkür sahası ve yeni bir başlangıçtır. Kâinat, her an “teceddüd-i emsal” ile, yani varlıkların sürekli olarak yenilenmesiyle ayakta dururken, eşref-i mahlûkat olan insanın bu ilahi kanunun dışında kalması düşünülemez. İlimde, sanatta, hikmette ve fazilette her gün bir önceki günden daha ileriye gitme gayreti, bu taze sözü söyleme arayışının bir neticesidir.
​Tarih sahnesinden silinen nice medeniyetin ve fikrî akımın ortak vasfı, kendilerini yenileyememeleri, zamanın getirdiği yeni suallere eski cevaplarla karşılık vermeye çalışmalarıdır. Onlar, akan suyun diriltici tesirinden mahrum kalarak ataletin girdabında boğulmuşlardır. Hz. Mevlânâ’nın bu hikmetli uyarısı, sadece fertler için değil, aynı zamanda toplumlar ve medeniyetler için de bir hayat düsturudur. Canlı kalmak, taze kalmak ve ileriye gitmek isteyen her fert ve her toplum, geçmişin tecrübesini bir temel olarak almalı, fakat nazarını ve gayretini bugünün taze sözünü söylemeye ve geleceği inşa etmeye teksif etmelidir.
​Özet
​Hz. Mevlânâ, bu beyitlerde hayatın sürekli bir akış ve yenilenme içinde olduğunu vurgular. İnsanın, donukluktan ve ataletten kaçınarak tıpkı bir akarsu gibi daima hareket hâlinde olması gerektiğini belirtir. Geçmişin geride kaldığını ve düne ait sözlerin geçerliliğini yitirdiğini ifade ederek, her yeni günde yeni bir anlayışla, taze bir fikir ve sözle hayata devam etmenin lüzumunu öğütler. Bu, fikrî ve ruhî tekâmül için teceddüdün şart olduğunu anlatan bir hayat felsefesidir.

​2. Hayâlî Bey’in Beyti Üzerine Bir Tahlil: Kanaat ve Tecerrüd Kanatları
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​سخن شهبازيم مرغان قدسه شكار مدر
قناعتله تجردن خيالى پر و بالم وار

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Suhan şehbâzıyım murgân-ı kudse şikârımdır
Kanâ’atle tecerrüdden Hayâlî perr ü bâlim var
​Hayâlî Bey

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Söz avlayan bir doğan kuşu gibiyim, kutsal kuşlar olan derin mânâları avlıyorum.
Kanaat ve dünyaya ait her şeyden vazgeçip Allah’a yönelmiş olma duygusundan oluşan hayali kol ve kanadım var.

​İzah ve Tahlil
• ​Divan şairlerinden Hayâlî Bey’in bu muhteşem beyti, şairin kendi sanatını, ilham kaynağını ve dünyaya bakışını tasvir eden bir “fahriye” örneğidir. Beyit, son derece zengin ve katmanlı bir mana ihtiva etmektedir.
​İlk mısrada şair, kendini bir “suhan şehbâzı” olarak tanımlar. “Suhan,” söz, “şehbâz” ise akdoğan, yani en yırtıcı ve asil avcı kuşlardan biridir. Bu benzetmeyle şair, sıradan bir söz ustası olmadığını, aksine söz ve mana âleminin en usta avcısı olduğunu ifade eder. Onun avı (“şikârı”) ise sıradan avlar değil, “murgân-ı kuds” yani kutsal kuşlardır. Bu kutsal kuşlar, ilahi ilhamlar, derin manalar, latif hikmetler ve gayb âleminden gelen sırlardır. Dolayısıyla Hayâlî, maddî âlemin değil, mana âleminin avcısı olduğunu ve en değerli, en ulvi manaları avladığını beyan eder.
​İkinci mısra, bu avı nasıl gerçekleştirdiğini, bu yüce mertebeye nasıl ulaştığını açıklar. Şairin bu av için kullandığı kanatlar, maddî kanatlar değildir. Onun kanatları (“perr ü bâl”), iki temel faziletten müteşekkildir: “kanaat” ve “tecerrüd.” Kanaat, elindekine razı olmak, dünya malına ve hırsına sırt çevirmektir. Tecerrüd ise, maddî bağlardan ve kesretten soyutlanıp Vahdet’e, yani Allah’a yönelmektir. Bu iki fazilet, şairin ruhunu dünyevi ağırlıklardan kurtarır, onu hafifletir ve mana semalarında uçuracak kanatlara dönüştürür. “Hayâlî” kelimesi hem şairin mahlası olarak hem de “hayale ait, hayalden ibaret” manasında kullanılarak bir tevriye sanatı yapılmıştır. Yani onun kanatları maddî değil, hayal ve mana âlemine aittir ve bu kanatları ona kanaat ve tecerrüd faziletleri vermiştir.
​Bu beyit, gerçek sanatın ve hikmetin, maddî hırslardan ve dünyevi bağlardan arınmış bir kalpte tecelli edebileceğinin en güzel edebi isbatlarından biridir.
​Hikmetli Makale: Mana Âleminin Avcısı ve Kanaat Kanatları
​İnsanın kıymeti, himmeti ve gayesi nispetindedir. Kiminin bütün gayesi şu fani dünyanın geçici metaını toplamak, kiminin himmeti ise baki olan mana âleminin incilerini avlamaktır. Büyük şair Hayâlî Bey, kendi duruşunu ve sanatının kaynağını ortaya koyduğu o eşsiz beytinde, kendini ikinci zümreden sayarak şöyle seslenir:
​Suhan şehbâzıyım murgân-ı kudse şikârımdır
Kanâ’atle tecerrüdden Hayâlî perr ü bâlim var

​Bu mısralar, sadece bir şairin övünmesi değil, bir hayat felsefesinin ve bir hikmet yolculuğunun beyanıdır. Hayâlî, kendini söz ve mana âleminin asil bir avcısı olan “şehbâz”a benzetir. Onun av sahası, bu daracık dünya değil, sonsuz mana semalarıdır. Avladıkları ise etten kemikten mahluklar değil, ilahi ilhamların ve derin hakikatlerin timsali olan “kutsal kuşlar”dır. Bu, sanatın ve düşüncenin, zahiri kabuktan sıyrılıp derûnî öze, hakikatin kendisine yönelmesi gerektiğinin altını çizer. Sanatkâr, görünenin ardındaki görünmeyeni, söylenenin ardındaki söylenmeyeni avlayan bir mana avcısı olmalıdır.
​Peki, bu yüce av için gerekli olan vasıta nedir? İnsanı bu dar dünya kafesinden kurtarıp mana semalarında uçuracak olan kanatlar nelerdir? Hayâlî Bey, bu sualin cevabını da aynı beyit içinde verir: “kanaat” ve “tecerrüd.” Hırs, tamah ve dünya sevgisi, ruhun ayaklarına bağlanmış en ağır prangalardır. Bu prangalarla mana âleminde uçmak mümkün değildir. İşte kanaat, bu prangaları kıran bir makas gibidir. Elindekiyle yetinme, aza razı olma fazileti, insanı dünya malının kölesi olmaktan kurtarır ve onu hür kılar.
​Tecerrüd ise, bu hürriyeti bir adım öteye taşıyarak ruhu bütün masivadan, yani Allah dışındaki her şeyden soyutlama hâlidir. Kalbi fani sevgilerden arındırıp sadece Baki olanın sevgisine ve tefekkürüne açmaktır. İşte bu iki ahlaki esas, yani kanaat ve tecerrüd birleştiğinde, ruha öyle manevi kanatlar takar ki, o ruh artık mana âleminin en yüksek zirvelerine pervaz edebilir. Hayâlî’nin “hayali kanatları” bu manevi yükselişin bir ifadesidir. Bu, bize göstermektedir ki, büyük eserler, büyük fikirler ve derin hikmetler, ancak dünyevi hırslardan arınmış, kanaatle zenginleşmiş ve tecerrüdle safileşmiş kalplerden sadır olabilir.
​Özet
​Hayâlî Bey, bu beytinde kendini söz ve mana âleminin kutsal hakikatlerini avlayan asil bir avcı kuşuna (“şehbâz”) benzetir. Bu yüce avı gerçekleştirmesini sağlayan kanatlarının ise maddî olmadığını, “kanaat” ve dünyevi bağlardan “tecerrüd” (soyutlanma) gibi iki büyük faziletten meydana geldiğini söyler. Beyit, gerçek sanatın ve hikmetin, maddî hırslardan arınmış, kanaat sahibi ve maneviyata yönelmiş bir ruhta tecelli edebileceği fikrini işler.

​3. Lâedrî’nin Beyti Üzerine Bir Tahlil: Muhâlif Rüzgâr ve Harman Misâli
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​مال و ملكه مغرور اولما ديمه وارمی بن کبی
بر مخالف روزکار اسر صورور خرمن کبی

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Mâl ü mülke mağrûr olma deme var mı ben gibi
Bir muhâlif rüzgâr eser savurur harman gibi
​Lâedrî

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Malım mülküm var diye gururlanıp benim gibi var mıdır deme.
Bir gün rüzgâr beklemediğin yönden eser ve bütün varını harmanının savrulması gibi savurup götürür.

​İzah ve Tahlil
​”Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) kaydıyla anılan bu beyit, halkın ortak hafızasında ve hikmetinde yer etmiş, cihan şümul bir hakikati dile getiren son derece etkili bir eserdir. Beyit, insanın en büyük zaaflarından olan mal ve mülk ile gururlanma (mağrur olma) ve kibirlenme üzerine kuruludur.
​İlk mısra, doğrudan bir ihtar ve nehiy (yasaklama) ile başlar: “Mâl ü mülke mağrûr olma.” Bu, beyitin ana fikridir. İnsanın, elindeki servete, makama ve güce aldanmaması gerektiği vurgulanır. Ardından bu gururun en yaygın dışavurumu olan “deme var mı ben gibi” (benim gibi olan var mı?) sözüyle kibir tenkit edilir. Bu ifade, Karun’dan beri nice servet sahibinin düştüğü büyük bir yanılmadır. Kendini sahip olduğu mülk ile tanımlama ve başkalarından üstün görme hatasıdır.
​İkinci mısra, bu gururun ve kibrin ne kadar boş ve temelsiz olduğunu çarpıcı bir benzetme (teşbih) ile ortaya koyar. Bütün o biriktirilen mal ve mülk, bir “harman”a benzetilir. Harman, çiftçinin bütün bir yıl boyunca emek verip tarladan topladığı, değerli ve birikmiş ürünüdür. Ancak bu harman, ne kadar büyük olursa olsun, tek bir şeye karşı son derece savunmasızdır: rüzgâr. “Bir muhâlif rüzgâr,” yani beklenmedik bir yönden esen sert bir rüzgâr, o koca harmanı bir anda “eser savurur harman gibi.” Bu rüzgâr; ölümü, iflası, bir felaketi, bir hastalığı veya makamdan düşmeyi temsil edebilir. Netice itibarıyla, insanın senelerce biriktirdiği, üzerine titrediği ve gururlandığı her şey, bir anda yok olup gidebilir.
​Bu beyit, dünya hayatının ve ona ait olan her şeyin geçiciliğini (fena), insanın ne kadar aciz olduğunu ve gururun ne denli anlamsız bir duygu olduğunu hikmetli bir lisanla anlatır. Teşbihin gücü, soyut bir ahlaki ilkeyi, herkesin anlayabileceği somut bir tabiat manzarasıyla birleştirerek mesajı zihinlere ve kalplere nakşetmesidir.
​Hikmetli Makale: Gurur Harmanını Savuran Rüzgâr
​İnsanoğlu, topraktan yaratıldığını unutarak toprağa sahip olma, onu biriktirme ve biriktirdikleriyle övünme gibi bir yanılgıya düşer. Elde ettiği mal, ulaştığı makam ve kazandığı güç, ona sahte bir ebediyet ve üstünlük hissi verir. Kibrin en tehlikeli fısıltısı olan “Benim gibi var mı?” sualini kendi kendine sormaya başlar. İşte tam bu noktada, kadim hikmet, söyleyeni bilinmese de sözü çağları aşan bir beyitle onu ikaz eder:
​Mâl ü mülke mağrûr olma deme var mı ben gibi
Bir muhâlif rüzgâr eser savurur harman gibi

​Bu beyit, hayatın en temel ve en sık unutulan hakikatlerinden birini hatırlatır: fânilik. İnsanın büyük bir emekle, hırsla ve gayretle yığdığı servet ve şöhret, bir harman yığınından farksızdır. O harmanın sahibi, yığınına bakar, onun büyüklüğüyle gururlanır ve kendini güvende hisseder. Oysa bütün o emek, bütün o birikim, tabiatın tek bir hadisesine, “muhâlif bir rüzgâr”a bağlıdır. Nereden ve ne zaman eseceği belli olmayan o sert rüzgâr çıktığında, daneyi samandan ayırdığı gibi, hakikati de yanılgıdan ayırır. O an, insanın gururlandığı her şeyin ne kadar temelsiz, ne kadar geçici olduğu acı bir şekilde ortaya çıkar.
​Tarih, harmanları bir anda savrulmuş nice Karunların ibretlik hikâyeleriyle doludur. Gemi batmaz denen nice imparatorluklar, yıkılmaz denen nice saltanatlar, bitmez denen nice servetler, bir muhâlif rüzgârla tarihin tozlu sayfalarına karışıp gitmiştir. Bu rüzgâr, bazen bir savaş, bazen bir ekonomik buhran, bazen bir tabii afet, bazen de ansızın kapıyı çalan bir ecel olmuştur. Sebebi ne olursa olsun, netice değişmemiştir: Gururun sonu hüsran, mülkün hakiki sahibinin Allah olduğu gerçeğiyle yüzleşmektir.
​Bu beyit, bizlere mülkün bir emanet olduğunu hatırlatır. Emanete hıyanetlik ise onunla gururlanmak, onu vereni unutup kendini malik zannetmektir. Hakiki fazilet, servete sahip olmak değil, servetin insana sahip olmasına izin vermemektir. Elindeki imkânları bir harman gibi yığıp onunla kibirlenmek yerine, o harmanı ihtiyaç sahiplerine dağıtarak rüzgârın savuramayacağı ebedi âleme göndermektir. Zira muhâlif rüzgâr estiğinde ayakta kalacak tek şey, emanete sadakatle ve şükürle yapılan salih amellerdir.
​Özet
​Bu anonim beyit, mal ve mülke duyulan gururun anlamsızlığını ve tehlikesini vurgular. İnsanın sahip olduğu zenginlikler, bir harman yığınına benzetilir. Ne kadar büyük ve etkileyici olursa olsun, bu yığının beklenmedik bir yönden esecek sert bir rüzgârla (“muhâlif rüzgâr”) bir anda dağılıp yok olabileceği belirtilir. Beyit, dünya malının geçiciliğini, kibrin boşluğunu ve her an her şeyin kaybedilebileceği gerçeğini hatırlatan kuvvetli bir ahlaki ve hikmetli ihtardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 147–

BERCESTE VE İZAHI – 147–

​1. Aşkın Cihan Şümul Nazarı: Varlığın Her Zerresinde Maşuku Görmek
​Beyit İktibası
​اَکَر مَخفی اَکَر پیدا و کر عاقل اَکَر شیدا
سنك شوقك ايله جانا جهان عاشق عیان عاشق
​Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Eğer mahfî eğer peydâ vü ger âkil eğer şeydâ
Senin şevkin ile cânâ nihân ayân âşık
​Neccârzâde Rızâ
​Açıklaması: Ey Efendim! Senin şevkinle bazen gizliden bazen de açıktan; ister akıllı olsun isterse de çılgın; görünür ve görünmez her ne var ise hepsi sana âşıktır.

​İzah ve Makale
​Bu beyit, tasavvuf düşüncesinin ve divan şiirinin temel direklerinden olan “vahdet-i şuhûd” yani “şahit olunanların birliği” mefhumunun en latif tasvirlerinden birini sunar. Şair Neccârzâde Rızâ, maşuka (ki bu maşuk, en yüksek mertebede Cenâb-ı Hak’tır) öyle bir nazarla bakmaktadır ki, O’nun şevkinin tecellisi haricinde hiçbir şey görmemektedir.
​Beytin ilk mısrası, zahiren birbirine zıt gibi görünen mefhumları bir araya getirir: mahfî (gizli) ile peydâ (aşikâr), âkil (akıllı) ile şeydâ (aşk divanesi). İnsan ve kâinat, bu zıtlıkların bir ahenk içinde var olduğu bir tecelligâhtır. Akıl, her şeyi ölçüp biçerken; aşk, bütün ölçüleri ortadan kaldırır. Bazı hakikatler gizlilik perdesi ardında iken, bazıları güneş gibi ortadadır. Şair, bu zıtlıkları sayarak aslında varlık âlemindeki bütün kategorileri, bütün halleri ve bütün varlıkları kuşatmayı hedefler.
​İkinci mısra ise bu zıtlıkları birleştiren o muazzam kuvveti ve sebebi açıklar: “Senin şevkin ile cânâ…” Yani, bütün bu farklılıkların ve zıtlıkların ardındaki muharrik (harekete geçiren) kuvvet, Sensin; Senin sevgin ve Sana duyulan iştiyaktır. Bu şevk o kadar kuşatıcıdır ki, kâinattaki nihân (gizli) olan da, ayân (aşikâr) olan da aslında aynı aşkın farklı tezahürleridir. Akıllının sükûnetindeki tefekkür de, şeydanın cezbeli haykırışı da aynı kaynağa, aynı maşuka yönelmiş bir aşkın ifadesidir.
​Bu bakış açısı, varlığı cansız, manasız bir eşya yığını olarak görmeyi reddeder. Kâinat, her zerresiyle Yaradan’ını zikreden, O’na olan aşkını ve iştiyakını kendi lisan-ı haliyle beyan eden canlı bir kitaptır. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, “Her bir mevcut, lisan-ı hal ile Hâlıkının mevcudiyetine ve vahdaniyetine şehadet eder.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 249). Neccârzâde Rızâ’nın bu beyti de bu cihan şümul zikir ve aşk halini şairane bir lisanla tasvir etmektedir. Âşık için artık kâinatta maşuktan gayrı bir şey kalmamıştır. Her hadise O’ndan bir haber, her ses O’ndan bir name, her renk O’nun güzelliğinin bir cilvesidir. Akıl da bu aşk potasında erir ve hakiki vazifesi olan Kalbin emrine girerek, maşuku anlamaya çalışan bir hizmetkâra dönüşür. Şeydalık ise, bu hakikatin cezbesiyle aklın zahiri perdelerinden kurtulup doğrudan doğruya hakikate vasıl olmanın bir yoludur.
​Netice olarak bu beyit, âşık bir kalbin kâinatı nasıl okuduğunun, zıtlıklar arasında nasıl bir birlik (tevhid) nazarı kurduğunun ve her şeyde maşukun şevkini ve tecellisini nasıl müşahede ettiğinin mükemmel bir dışavurumudur.
​Özet
​Neccârzâde Rızâ’nın bu beyti, hakiki âşığın nazarında kâinattaki bütün zıtlıkların (gizli-aşikâr, akıllı-divane) ortadan kalktığını ve her şeyin, maşuka duyulan şevk ve iştiyak ile O’na yönelmiş bir aşkın tezahürü olduğunu ifade eder. Varlık, bu bakış açısıyla, her zerresiyle aynı aşkı terennüm eden bir bütünlük arz eder ve bu, tasavvuftaki tevhidî bakışın şairane bir tasviridir.

​2. Aşk Yolunun Çilesi: Demir Dağı Boynuna Almak
​Beyit İktibası
​بر دمیر طاغی دلوب بویننه آلق کﺒیدر
هر کیشی عاشق اولوردی اَکَر آسان اولسه
​Vezin: Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Bir demir dağı delip boynuna almak gibidir
Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa
​Taşlıcalı Yahyâ
​Açıklaması: Âşık olmak, bir demir dağı delip boynuna almak kadar zordur. Eğer kolay bir iş olsaydı zaten herkes âşık olurdu.

​İzah ve Makale
​Taşlıcalı Yahyâ, bu veciz ve hikmet dolu beytinde, “aşk” mefhumunu modern dünyanın romantik ve basite indirgenmiş telakkilerinden tamamen farklı bir zaviyeden, yani bir meşakkat, bir imtihan ve bir kahramanlık meydanı olarak tasvir etmektedir. Beytin merkezindeki teşbih (benzetme) son derece kuvvetlidir: “Bir demir dağı delip boynuna almak.” Bu, insanın tahammül sınırlarını zorlayan, hatta imkânsız gibi görünen bir işe cüret etmektir. Aşk, şaire göre, böylesine büyük bir gayret, sabır ve fedakârlık gerektirir.
​Demir dağ, maşukun kalbini, nefsin engellerini, ayrılığın acısını veya vuslata giden yoldaki sayısız çileyi temsil edebilir. Onu “delmek”, bütün bu zorlukların üstesinden gelmek; “boynuna almak” ise bu zorlukların getirdiği bütün yükü ve mesuliyeti bir madalya gibi, bir şeref nişanı gibi taşımaktır. Âşık, çektiği çilelerden şikâyet etmez; bilakis, maşuk uğruna çektiği her sıkıntıyı bir lütuf bilir. Bu, aşkın sıradan bir heves değil, bir iddia ve o iddiayı isbat etme cehdi olduğunu gösterir.
​İkinci mısra, bu hakikati bir de zıt açısıyla teyit eder: “Her kişi âşık olurdu eğer âsân olsa.” Bu mısra, bir tenkittir. Aşkı dilinden düşürmeyen, fakat en küçük bir zorlukta davadan vazgeçen sahte âşıklara bir ihtardır. Eğer aşk, rahat bir yatakta görülen tatlı bir rüya olsaydı, herkes bu rüyayı görmek isterdi. Lakin aşk, ateşten bir gömlektir. Onu giymeye talip olan, yanmayı peşinen kabul etmelidir. Fuzûlî’nin dediği gibi, “Aşk derdiyle hoşem el çek ilacımdan tabib / Kılma derman kim helakim zehri dermanındadır.” beyti de bu manayı destekler. Âşık, derdinin kendisini derman olarak görür.
​Tarih, bu beyitteki mananın sayısız misaliyle doludur. Ferhad’ın Şirin için dağları delmesi, Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, bu “demir dağı delme” cehdinin menkıbeleşmiş halleridir. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) Allah ve hakikat davası uğruna çektikleri sıkıntılar, en mukaddes aşkın en büyük çilelerle nasıl isbat edildiğinin en ali misalidir.
​Bu beyit, bize her kıymetli şeyin bir bedeli olduğunu hatırlatır. İlim, fazilet, sanat, hikmet ve en nihayetinde Allah’ın rızasına mazhar olmak gibi ulvi gayelerin hepsi, demir dağları delmeye benzer bir azim ve sabır ister. Kolay kazanılan, kolay kaybedilir. Lakin çileyle, emekle, gözyaşıyla elde edilen manevi mertebeler, sahibinin ruhuna silinmez bir damga gibi nakşolur.
​Özet
​Taşlıcalı Yahyâ, aşkın kolay bir heves olmadığını, bilakis “demir bir dağı delip boynuna takmak” kadar meşakkatli ve imkânsız görünen bir iş olduğunu vurgular. Beyit, aşkın ancak büyük fedakârlıklar ve çilelerle isbat edilebilecek yüce bir dava olduğunu, eğer kolay olsaydı herkesin âşık olacağını belirterek, sahte ve hakiki aşk arasındaki derin farkı ortaya koyar ve kıymetli olan her şeyin zorlu bir bedeli olduğuna işaret eder.

​3. Gamın Kaynağı: Hayal mi, Hakikat mi?
​Beyit İktibası
​خیالکدن کلور غم خاطره جاناندن کلمز
ستم هپ آشنا لردن کلور بیکاﻧه دن کلمز
​Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Hayâlinden gelir gam hâtıra cânândan gelmez
Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez
​Nâbî
​Açıklaması: Gam, sevgilinin bizzat kendisinden değil, hayalinden gelir. İnsana zulüm, eziyet daima dostlarından gelir, yabancılardan değil.

​İzah ve Makale
​Hikemî (hikmetli) şiir tarzının Osmanlı edebiyatındaki en büyük üstadı olan Nâbî, bu beytinde insan ruhunun en derûnî meselelerinden birine parmak basar: kederin ve acının hakiki kaynağı. Nâbî, keskin bir nazar ve tecrübeye dayanan tespitiyle, bizi zahiri sebeplerden daha derinde yatan batınî amillere yönlendirir.
​İlk mısra, “Hayâlinden gelir gam hâtıra cânândan gelmez,” aşk acısının psikolojisini tahlil eder. Âşığa ıstırap veren, sevgilinin (cânânın) bizatihi varlığı veya fiilleri değil, âşığın kendi zihninde kurduğu, büyüttüğü “hayal”dir. Bu hayal; beklentileri, kuruntuları, vuslat anlarının tasavvurunu ve ayrılık anlarının abartılı tasvirini ihtiva eder. Cânân belki kendi halinde mevcuttur, fakat âşık, onun her hareketini kendi hayal dünyasında bin bir manaya yorar. Ulaşamadığında duyduğu elem, aslında o hayale ulaşamamaktan kaynaklanır. Bu, insanın kendi cehennemini kendi zihninde nasıl inşa ettiğinin edebi bir isbatıdır. Gam, dışarıdan gelen bir ok değil, içeride, hayal potasında üretilen derûnî bir sızıdır. Bu tespit, insanın kendi düşünce ve tasavvurlarının esiri olabileceği hakikatini hatırlatır ki bu, modern psikolojinin de üzerinde durduğu bir meseledir.
​İkinci mısra, “Sitem hep âşinâlardan gelir bîgâneden gelmez,” ilk mısradaki derûnî tespiti, sosyal hayata dair cihan şümul bir kanun ile perçinler. İnsanı en çok incitebilenler, ona en yakın olanlardır. Bîgâne, yani yabancı birinin sözü veya fiili, derimizde yüzeysel bir çizik bırakırsa, bir âşinânın, bir dostun, bir yakının sitemi kalbimizde derin bir yara açar. Çünkü yabancıdan bir beklentimiz yoktur; ona karşı ruhumuz zırhlıdır. Lakin dosta, sevdiğimize karşı bütün kapılarımız açıktır, bütün kalkanlarımız inmiştir. Bu yüzden en büyük sitemler, zulümler ve hayal kırıklıkları en çok güvendiklerimizden ve sevdiklerimizden gelir. Bu, beşerî münasebetlerin trajik fakat gerçek bir yüzüdür.
​Nâbî, bu iki mısrayı bir araya getirerek muazzam bir bütünlük kurar. Nasıl ki derûnî dünyamızda bize en yakın olan “hayalimiz” gamın kaynağı ise, zahiri dünyamızda da bize en yakın olan “dostlarımız” sitemin kaynağıdır. Her ikisinde de yaranın sebebi, “yakınlık” ve “beklenti”dir. Cânânın hayaline ne kadar mana yüklüyorsak, o hayalden o kadar çok yara alırız. Dosta ne kadar çok değer veriyorsak, ondan gelecek en ufak bir sitemden o kadar çok etkileniriz.
​Bu beyit, insana hem bir teselli hem de bir ihtar sunar. Tesellidir, çünkü acılarımızın kaynağının kendi içimizde olduğunu bilmek, onu kontrol etme imkânını da beraberinde getirir. İhtardır, çünkü beşerî münasebetlerdeki bu kanunu bilmek, beklentilerimizi ayarlamamıza ve hayal kırıklıklarına karşı daha metanetli olmamıza yardımcı olur.
​Özet
​Nâbî, bu hikmetli beytinde, insanın çektiği kederin kaynağını tahlil eder. İlk mısrada, gamın sevgilinin kendisinden değil, âşığın zihnindeki “hayalinden” kaynaklandığını söyler. İkinci mısrada ise bu tespiti sosyal bir kaideyle destekleyerek, insana en büyük eziyetin yabancılardan değil, daima en yakınlarından, dostlarından geldiğini belirtir. Beyit, acının temelinde “yakınlık” ve “beklenti” olduğunu anlatarak insanın hem kendi iç dünyasına hem de sosyal münasebetlerine dair derin bir hakikati dile getirir.

​4. Cevherin Tecellisi: Tabut Dehşeti ve Yakut Zîneti
​Beyit İktibası
​شجﺭ در حد ذاتنده فقط دهشت ویریر تابوت
حجر در حد ذاتنده فقط زینت ویریر یاقوت
​Vezin: Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Şecerdir hadd-i zâtında fakat dehşet verir tâbût
Hacerdir hadd-i zâtında fakat zînet verir yâkût
​Lâedrî
​Açıklaması: Aslı ağaç olmasına rağmen tabut insana dehşet verir, onu korkutur. Özü her ne kadar taş olsa da yakut insana zinet verir, onu süsler.

​İzah ve Makale
​Bu son derece derinlikli ve felsefi beyit, varlıkların “zatı” (özü, cevheri) ile o zatın büründüğü “suret” (form, görünüş) ve kazandığı “mana” arasındaki ilişkiyi sorgular. Şair, iki çarpıcı misal üzerinden, bir şeyin aslından ziyade, onun hangi gaye için işlendiğinin ve hangi bağlamda sunulduğunun insan üzerindeki tesirini ortaya koyar.
​İlk mısra, ağaç (şecer) ve tabut arasındaki zıtlığa odaklanır. “Hadd-i zâtında” yani özü itibarıyla tabut, ağaçtan başka bir şey değildir. Ağaç, hayatın, tabiatın, büyümenin ve bereketi sembolüdür. İnsana huzur ve güven verir. Fakat aynı ağaç, belli bir formda yontulup ölümle, ayrılıkla ve fena ile ilişkilendirilen bir nesneye, yani **”tâbût”**a dönüştürüldüğünde, insana “dehşet verir”. Maddesi aynı kalmasına rağmen, yüklendiği mana sebebiyle uyandırdığı duygu tamamen zıt bir istikamete evrilir.
​İkinci mısra, bu fikri taş (hacer) ve yakut misaliyle daha da güçlendirir. “Hacer” yani taş, yeryüzündeki en sıradan, en kıymetsiz görülen nesnelerden biridir. Ancak bu taş, tabiatın laboratuvarında nadir bulunan, estetik bir güzelliğe ve parlaklığa sahip bir cevhere, bir **”yâkût”**a dönüştüğünde, en kıymetli “zînet” (süs) eşyalarından biri haline gelir. Özü yine taştır, fakat kazandığı sıfatlar ve nadirliği sebebiyle değeri ve tesiri bambaşka bir mertebeye yükselir.
​Bu iki misal, bize şu hikmeti ders verir: Varlıkların ve hatta insanların değeri, sadece onların ham maddelerinde veya özlerinde değil, o özün nasıl bir terbiye ve sanattan geçtiğinde, hangi manayı temsil ettiğinde ve hangi gaye için kullanıldığında gizlidir.
​Bu beyit, insan için de bir ayna vazifesi görür. İnsan da “hadd-i zâtında” topraktan yaratılmış bir varlıktır. Fakat bu basit öz, ilim, iman, ahlak, sanat ve ibadet gibi manevi unsurlarla işlendiğinde, “ahsen-i takvîm” sırrına mazhar, meleklerden üstün bir “yakut” haline gelebilir. Aynı insan, nefsine uyup kötü ahlak ve isyan ile özünü kirletirse, başkalarına dehşet veren, manen ölü bir “tabut” hükmüne de düşebilir.
​Risale-i Nur’da zikredilen “sanatlı bir eser, sanatkârı icab eder” (Mektubat, RNK Neşriyat, s. 223) kaidesi bu beyitle de bir bağlantı kurar. Ağacı tabut yapan da, taşı yakut haline getiren de bir irade ve sanattır. Birincisinde insan sanatı, ikincisinde ise ilahi sanat tecelli eder. Bize düşen, kendi varlığımızın hammaddesini, ilahi sanatın rızası istikametinde işleyerek, dehşet veren bir tabut değil, manevi bir zînet olan yakut haline getirme gayretidir.
​Özet
​Bu beyit, bir şeyin özü (cevheri) ile büründüğü form ve kazandığı mana arasındaki farkı vurgular. Özü itibarıyla hayatın sembolü olan ağacın, “tabut” formuna girince dehşet vermesi; özü itibarıyla sıradan bir “taş” olan yakutun ise en kıymetli süs (zînet) olması misalleriyle, değerin ve tesirin asıl maddeden ziyade, o maddenin işlenişine, gayesine ve temsil ettiği manaya bağlı olduğunu anlatır. Bu durum, insanın da kendi manevi istidadını işleyerek nasıl kıymet kazanabileceğine dair derin bir ibret dersi sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 146–

BERCESTE VE İZAHI – 146–

​1. Beyit: Hazret-i Mevlânâ
​Beytin İktibası
​Farsça Aslı:
​محرم اين هوش جز بيهوش نيست
مر زبان را مشترى جز گوش نيست

​Vezin: Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Okunuşu:
​Mahrem-i în hûş coz bî-hûş nîst
Mer zebân-râ moşterî coz gûş nîst

​Günümüz Türkçesiyle Manası:
​Bize Hak yolunu gösteren gerçek aşkın mahremi, dostu aklını yitirmiş âşıklardan başkası değildir.
Konuşan dile kulaktan başka müşteri, talip yoktur.

​İzah ve Tahlil
​Hazret-i Mevlânâ bu beyitinde, derûnî hakikatlerin ve ilahî sırların alıcısı ile o sırları taşıyan arasındaki hassas ve zarurî bir uyuma işaret etmektedir.
• ​Birinci Mısra: “محرم اين هوش جز بيهوش نيست” (Mahrem-i în hûş coz bî-hûş nîst)
• ​Mahrem: Sırdaş, bir sırra vakıf olan, en yakın dost.
• ​În hûş: “Bu akıl, bu şuur” manasına gelir ki, burada kasdedilen zahirî, dünyevî akıl değil, ilahî hakikatlere aşina olan “akl-ı küll” veya “ilhamî şuur”dur.
• ​Bî-hûş: “Aklı gitmiş, kendinden geçmiş, şuursuz” demektir. Fakat burada kasdedilen, cüz’î aklını ve enaniyetini Aşk’ın potasında eritmiş, beşerî hesapları terk etmiş kâmil âşıktır. Yani, “hûş”unu (aklını) Hakk’a teslim ederek “bî-hûş” (aklını O’nda yok etmiş) olandır.
• ​Mısranın tamamı, “Bu ilahî şuurun sırdaşı, ancak aklını (aşk ile) yitirmiş olandan başkası değildir” manasına gelir. Zahirî aklın zincirlerinden kurtulamayan, her şeyi hesap ve mantıkla çözmeye çalışan kimse, aşkın ve maneviyatın derûnî hallerine mahrem olamaz.
• ​İkinci Mısra: “مر زبان را مشترى جز گوش نيست” (Mer zebân-râ moşterî coz gûş nîst)
• ​Zebân: Dil, konuşan.
• ​Müşterî: Alıcı, talip.
• ​Gûş: Kulak, dinleyen.
• ​Bu mısra, “Konuşan dil için kulaktan başka bir alıcı, bir talip yoktur” der. Bu, zahirde basit bir hakikattir. Ancak birinci mısra ile birleştiğinde mana derinleşir. Nasıl ki sesin muhatabı kulak ise, ilahî sırları fısıldayan “aşk dilinin” muhatabı da ancak aklını ve enaniyetini terk etmiş olan “bî-hûş”un kalbidir.
​Beyit, mana alışverişinin ancak aynı frekansta, aynı halde olanlar arasında gerçekleşebileceğini tasvir eder. Söyleyenin halini anlamayan bir dinleyici, sadece kelimelerin kabuğunu işitir, mananın özüne nüfuz edemez.
​Hikmet, Edebiyat ve Tefekkür Dairesinde Bir Makale: “Sükûtun Müşterisi: Anlayan Bir Kalp”
​Hayat, zahirde seslerin ve kelimelerin bir tufanı içinde akıp gider. Her dil bir müşteri arar, her söz bir kulak arayışındadır. Lakin Hazret-i Mevlânâ, bu beyitinde bizi bu zahirî alışverişin ötesinde, mananın ve sırrın derûnî pazarına davet eder. Bu pazarda en kıymetli meta “hûş” yani ilahî şuur, bu metanın alıcısı ise “bî-hûş” yani cüz’î aklını Aşk’ta kaybetmiş kimsedir. Zira, “Mahrem-i în hûş coz bî-hûş nîst / Mer zebân-râ moşterî coz gûş nîst.”
​İnsan, çoğu zaman anlaşılamamaktan şikâyet eder. En derin hislerini, en ince düşüncelerini ifade edecek kelimeleri bulsa dahi, karşısındakinin sadece ses tellerinin titreşimini işittiğini, mananın ruhuna ise yabancı kaldığını hisseder. Bu, dilin değil, halin uyuşmazlığındandır. Mevlânâ’nın işaret ettiği hakikat budur: Mesele sadece konuşan bir dil ve işiten bir kulak meselesi değildir. Mesele, aynı manevî iklimde nefes alıp veren kalplerin buluşmasıdır. İlahî aşkla kendinden geçmiş, enaniyet zırhını parçalamış bir gönül, ariflerin bir fısıltısından ciltler dolusu mana çıkarabilirken; aklına ve nefsine esir olmuş bir zihin, en açık hakikatlerin bile uzağında kalır.
​Tarih boyunca büyük mürşidler, hakikat taliplilerini evvela “susmaya” ve “dinlemeye” davet etmişlerdir. Buradaki dinlemek, sadece kulakla yapılan bir fiil değil, bütün varlığıyla bir “gûş” haline gelmektir. Kalbin kulağını açmaktır. Çünkü hikmet ve sır, kelimelerin dar kalıplarına sığmaz; o, ancak haller arasında sükût ile teati edilen ilahî bir emanettir. “Bî-hûş” olmak, aklı iptal etmek değil, aklı daha yüce bir hakikatin hizmetine sunmaktır. Hesapçı, menfaatperest, her şeye şüpheyle bakan aklı susturup, teslimiyetle dinleyen, hayretle tefekkür eden ve aşkla idrak eden bir kalp şuurunu faaliyete geçirmektir.
​Netice olarak, hakikatin mahremiyeti, ona ancak layık olanın girebileceği bir kaleyi andırır. Bu kalenin anahtarı, dünyevî aklın prangalarını “aşk” ile kırmaktır. Ne zaman ki insan, kendi küçük aklının sınırlarını aşarak “bî-hûş” olma cesaretini gösterir, işte o zaman mananın dili ona konuşmaya başlar ve o dilin yegâne “müşterisi” olur.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Hazret-i Mevlânâ’nın beyitinden hareketle, manevî sırların ve hakikatlerin anlaşılmasının ancak söyleyen ile dinleyenin aynı “hal” üzerinde buluşmasıyla mümkün olacağını inceler. İlahî şuurun mahremi olabilmek için, cüz’î ve hesapçı aklı ilahî aşk potasında eriterek “bî-hûş” yani “kendinden geçmiş” bir hale gelmek gerektiğini vurgular. Nasıl ki konuşan dilin alıcısı kulak ise, mana dilinin alıcısı da ancak enaniyetini terk etmiş, teslimiyet içindeki bir kalptir.

​2. Dimağın Lezzeti: Fennî’nin Hayat Felsefesi
​İktibas:
​Dil-şikentlik yapma hiçbir şahsı etme telh-kâm
Lezzet-efzâ-yı dımâğ-ı âlem ol helvâ gibi
​Fennî
​Kalp kırıcı olmaktan ve insanları kederlendirmekten uzak dur. İnsanların hafızasında yedikçe lezzet artiran bir helva gibi ol.

​İzah ve Açıklama:
​Fennî Efendi, bu beyitte toplumsal ahlak ve insan ilişkileri üzerine derin bir ders verir. Beyit, iki temel öğüt üzerine kuruludur. İlk kısımda kalp kırmaktan ve insanları kederlendirmekten sakınılması gerektiği söylenir. Bu, İslâm ahlakının ve tasavvuf felsefesinin temel kaidelerindendir. İnsanın gönlü, Allah’ın nazargâhıdır. Bir gönlü kırmak, Hakk’ı incitmektir. Telh-kâm (acı ağızlı) olmak, sözlerle insanlara acı vermek, bu beyitte şiddetle reddedilir.
​Beytin ikinci kısmında ise olumlu bir benzetme kullanılır. İnsanlara karşı olan tavrın, yedikçe lezzeti artan bir helva gibi olması önerilir. Helva, tatlı ve lezzetli bir yiyecektir. Burada, insanın sözlerinin ve davranışlarının, muhatabında kalıcı, güzel ve her hatırladığında lezzet veren bir tat bırakması gerektiği anlatılır. Bu, sadece kalp kırmamakla kalmayıp, aynı zamanda insanların hayatına güzellik ve hoşluk katma sorumluluğuna işaret eder. Kâmil insan, dimağlarda hoş bir tat bırakan, sohbeti ve varlığı ile ferahlık veren kişidir. Bu beyit, sözün ve davranışın manevî gücünü ve bunların insan hafızasında bıraktığı izleri veciz bir şekilde ifade eder.

​3. Gönül ve Himmet: Fazlullah Efendi’nin Nasihatleri
​İktibas:
​Bir nefesdür olmâ ey dil nâ’ra-i cângâhdan
İste maksûdun hemişe Hazret-i Allâh’dan
Böyle ahz etdim bu nush-u bir dil-i âgâhdan
Ehl-i derde pey-rev ol d’ûr olmâ her dem âhdan
​Fazlullah Efendi
​Ey gönül! Bir nefeslik bile olsa yüreğinin narasından uzak ol. Arzuladığın bir şeyi her zaman Allah Teâlâ’dan iste. Ben kalp gözü açık, basiretli bir insandan şu öğüdü aldım: Dert ehli olan dervişlerin izinden git, peşlerinden ayrılma ve hiçbir zaman ah’tan uzak olma.

​İzah ve Açıklama:
​Fazlullah Efendi’nin bu beyitleri, tasavvufî bir edebi eser niteliğindedir ve manevî terbiyeye yönelik derin nasihatler ihtiva eder. İlk mısrada, gönlün nefisten (cângâhdan gelen nâ’ra) uzak durması gerektiği söylenir. Nefis, insanın içindeki arzuların ve kötü eğilimlerin kaynağıdır. Gönül, nefsanî arzulardan arındıkça, manevî bir berraklığa ulaşır.
​İkinci mısra, bu arınma sürecinin en önemli adımıdır: İnsan maksadını ve muradını daima Allah’tan istemelidir. Bu, tevekkül ve teslimiyetin en açık ifadesidir. İnsan, fani olanlardan bir şey beklemek yerine, bütün ihtiyaçlarını ve dileklerini doğrudan Âlemlerin Rabbi olan Allah’a yöneltmelidir.
​Üçüncü mısra, bu öğüdün kaynağını belirtir: Bu nasihat, kalp gözü açık, basiretli bir kişiden alınmıştır. Bu, sözün sadece lafızdan ibaret olmadığını, manevî bir otorite ve tecrübeden beslendiğini gösterir. Bu, tasavvufî irşatta mürşidin (rehberin) önemine de işaret eder.
​Son mısra ise bu nasihatlerin en can alıcı noktasıdır. “Ehl-i derd” olarak nitelenen, gönlü dert ve aşkla dolu olan, manevî bir seyre çıkmış dervişlerin izinden gidilmesi ve **”âh”**dan, yani dertten ve derin düşünceden uzaklaşılmaması öğütlenir. Âh, tasavvufta Allah’a yönelişin, O’na olan aşkın ve O’ndan uzak kalmanın verdiği ıstırabın bir sembolüdür. Bu dert ve âh, müridi (talibi) uyanık tutan, gafletten koruyan ve manevî ilerleyişini sağlayan bir faktördür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 145–

BERCESTE VE İZAHI – 145–

​1. Beyit: Niyâzî-i Mısrî
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​آشنای عشق اولاندن آه و زار اكسك دكل
کشتی بحر دمادم روزگار اكسك دكل

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Âşinâ-yı aşk olandan âh u zâr eksik değil
Keşti-i bahre dem-â-dem rûzgâr eksik değil
​Niyâzî-i Mısrî

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Denizde yüzen bir gemi için nasıl rüzgâr eksik olmuyorsa, aşka aşina olan insandan da ağlayıp inleme asla eksik olmaz.

​İzah ve Makale
​Tasavvuf düşüncesinin ve divan şiirinin en mühim simalarından olan Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde aşk ile ızdırabın ayrılmaz bir bütün olduğunu kuvvetli bir teşbihle (benzetme) ortaya koymaktadır. Mısrî, hakikate ulaşma yolunda çekilen çilenin, aslında o yolun fıtratında var olan bir gereklilik olduğunu beyan eder.
​Aşk, Ah ve Gözyaşı
​Şair, birinci mısrada bir kaide ortaya koyar: “Aşka âşinâ olandan,” yani aşkın ne olduğunu bilen, onunla tanışıklığı olan kimseden “âh u zâr,” yani inleme, ağlayıp sızlama eksik olmaz. Bu, tasavvufi düşüncenin temel direklerindendir. Aşk, özellikle de ilahî aşk, rahatlık ve huzur içinde yaşanan bir duygu değildir. O, bir yanma, bir arayış, bir hasrettir. Vuslat (kavuşma) ümidiyle firak (ayrılık) acısını bir arada barındırır. Âşık, Maşuk’undan (Allah) ayrı düştüğü bu fani dünyada sürekli bir hasret içindedir. Bu hasretin zahiri plandaki yansıması ise “âh” ve “zâr”dır. Ah, derûnî bir ızdırabın nefesle dışa vurumudur; zâr ise bu ızdırabın sebep olduğu ağlayıştır. Dolayısıyla Mısrî’ye göre, bir kimsede bu hâller yoksa, onun aşk ile gerçek bir tanışıklığı da yoktur.
​Bu “âh”, boş bir şikâyet değil, bilakis bir dua, bir yakarış ve bir zikirdir. Âşığın her “âh” çekişi, “Allah” demesi gibidir. O, çektiği ızdırapla Rabbine olan ihtiyacını ve O’na duyduğu iştiyakı dile getirir.
​Deniz, Gemi ve Rüzgâr
​Bu soyut kaideyi zihinlerde somutlaştırmak için Niyâzî-i Mısrî, ikinci mısrada muhteşem bir tasvir sunar. Aşkı bir “bahr”e, yani denize; âşığı ise o denizde yol alan bir “keşti”ye, yani gemiye benzetir. Bu benzetmede “rüzgâr” ise “âh u zâr”ın karşılığıdır.
​Denizde yol alan bir gemi için rüzgâr nasıl kaçınılmazsa, aşk denizindeki gönül gemisi için de ah ve iniltiler o derece kaçınılmazdır. Rüzgârın gemi için iki yönü vardır:
• ​Harket Ettirici Güç: Yelkenli bir gemi, rüzgâr olmadan ilerleyemez. Rüzgâr, gemiyi hedefine ulaştıran kuvvettir. Benzer şekilde, âşığın ahları, inlemeleri ve çektiği ızdıraplar da onu manevi yolculuğunda (seyr-i sülûk) duraksamaktan kurtaran, onu olgunlaştıran ve Rabbine yaklaştıran itici bir güçtür. Istırap, ruhu pişirir ve hamlıktan kurtarır.
• ​Tehlike ve Fırtına: Rüzgâr, aynı zamanda fırtınalara sebep olarak gemiyi batırma tehlikesi de taşır. Bu da aşk yolunun ne kadar çetin ve tehlikeli olduğunu gösterir. Âşık, bu yolda her an manevi bir fırtınaya yakalanabilir, ümitsizliğe düşebilir. Ancak sabır ve teslimiyetle bu rüzgârlara göğüs gerdiğinde, liman-ı selâmete, yani vuslata erebilir.
​Şairin “dem-â-dem” (her an, sürekli) ve “eksik değil” ifadelerini tekrar etmesi, bu durumun geçici bir hâl olmadığını, aşk var oldukça ızdırabın da var olacağını tekit eder. Bu beyit, bize aşkın statik bir duygu değil, sürekli dalgalanan bir denizde, rüzgârlara karşı yapılan dinamik bir yolculuk olduğunu hatırlatır.
​Özet
​Niyâzî-i Mısrî, aşk ile ızdırabın ayrılmazlığını denizdeki gemi ve rüzgâr misaliyle anlatır. Nasıl ki denizde seyreden bir gemi rüzgârdan mahrum kalamazsa, aşk yoluna girmiş bir gönül de ah etmekten ve gözyaşı dökmekten uzak kalamaz. Bu ah ve gözyaşları, bir yandan âşığı manen olgunlaştırıp hedefine ilerleten bir rüzgâr, diğer yandan ise bu yolun ne denli çetin olduğunu gösteren bir fırtına gibidir.

​2. Beyit: Kelâmî
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​جمله خلق اهل سفردر دور آدمدن بری
پنجهٔ موته طاقلمش کونده بيك كروان كیدر

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Cümle halk ehl-i seferdir devr-i Âdem’den beri
Pençe-i mevte takılmış günde bin kervan gider
​Kelâmî

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​İlk insan ve ilk peygamber olan Hz. Âdem’den bu yana bütün insanlar bir sefer hâlindedir. Ölümün pençesine takılmış günde bin tane kervan gitmektedir.

​İzah ve Makale
​Bu beyit, insan hayatının mahiyeti ve ölüm hakikati üzerine derin bir tefekkür sunmaktadır. Kelâmî, Kur’an-ı Kerim’de ve İslami düşüncede sıkça işlenen “hayat bir yolculuktur” ana fikrini, son derece dokunaklı ve sarsıcı bir üslupla dile getirir.
​Ezelden Ebede Bir Sefer
​Şair, ilk mısrada cihan şümul bir hakikati ifade eder: “Cümle halk ehl-i seferdir devr-i Âdem’den beri.” Yani sadece belli bir zümre değil, istisnasız bütün insanlar, ilk insan Hz. Âdem’den günümüze kadar bir “sefer” yani yolculuk hâlindedir. Bu, insanın varoluş bir durumudur. Bu seferin birkaç katmanı vardır:
• ​Ruhlar Âleminden Dünyaya: İnsanın yolculuğu, ruhlar âleminde (“bezm-i elest”) Allah’a verdiği söz ile başlar. Oradan ana rahmine, oradan dünyaya, çocukluğa, gençliğe, ihtiyarlığa ve nihayet kabre doğru devam eder.
• ​Dünyadan Ahirete: Dünya hayatı, bu uzun seferin sadece bir menzili, bir konaklama yeridir. Asıl hedef ve varış noktası ahiret hayatıdır. Dünya bir imtihan meydanıdır ve bu seferdeki amellerimiz, ebedî hayatımızı şekillendirecektir.
​Bu yolculuk fikri, insana fani olduğunu, dünyaya kazık çakamayacağını, her an bir yolcu gibi hazırlıklı olması gerektiğini hatırlatır. Hz. Peygamber’in (s.a.v) “Dünyada bir garip gibi, yahut bir yolcu gibi ol” hadis-i şerifi de bu hakikate işaret eder.
​Ölümün Pençesindeki Kervan
​İkinci mısra, bu seferin nasıl bir atmosferde devam ettiğini çarpıcı bir imgeyle gözler önüne serer: “Pençe-i mevte takılmış günde bin kervan gider.”
​Burada insanlık, bir “kervan”a benzetilmiştir. Kervan, birlikte yol alan, aynı hedefe doğru ilerleyen bir topluluğu ifade eder. Bütün insanlık da aynı kaderi paylaşan, ölüm hedefine doğru ilerleyen bir kervandır. Ancak bu sıradan bir kervan değildir; “pençe-i mevte takılmış” bir kervandır. Bu tasvir, yolculuğun kaçınılmaz sonunun ölüm olduğunu ve bu sondan kurtuluşun mümkün olmadığını anlatır. “Pençe” kelimesi, yırtıcı bir hayvanın avını yakalamasını akla getirir. Ölüm, avını bir defa yakaladı mı bir daha bırakmayan mutlak bir güçtür.
​”Günde bin kervan gider” ifadesi ise bu hakikatin her an, her saniye ve kitlesel bir şekilde yaşandığını gösterir. “Bin” kelimesi, burada kesretten kinaye olup çokluğu ifade eder. Her gün sayısız insan bu dünyadan göçüp gitmektedir. Bizler, yanı başımızdan sürekli eksilen bir kervanın yolcularıyız. Bu durum, hayatın ne kadar kısa ve ölümün ne kadar yakın olduğunu tefekkür etmeye davet eder.
​Bu beyit, bir yandan insanın bu dünyadaki yolculuğunun fani ve geçici olduğunu hatırlatırken, diğer yandan ölümün soğuk ve mutlak yüzünü “pençe” imgesiyle hissettirir. Ancak Müslüman için ölüm bir yok oluş değil, seferin bir başka menziline, sevgililer sevgilisi olan Allah’a vuslat için geçilen bir kapıdır. Bu sebeple beyit, bir karamsarlık telkininden ziyade, yolcu olmanın sorumluluğunu idrak etmeye yönelik hikmetli bir uyarıdır.
​Özet
​Kelâmî, Hz. Âdem’den beri tüm insanlığın bir yolculuk (sefer) hâlinde olduğunu belirtir. Bu yolculuk, “ölümün pençesine” takılmış bir kervanın ilerleyişine benzer. Her gün sayısız insanın bu kervanla göçüp gitmesi, hayatın geçiciliğini ve ölümün kaçınılmazlığını hatırlatan, insanı gafletten uyandıran ve asıl vatana hazırlık yapmaya teşvik eden ibretli bir tablodur.

​3. Beyit: Zâtî
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​نه كوزل واقعه در بوكه آچوب جان كوزینی
خواب غفلتده كچن عمرمی رؤيا كوردم

​Latin Harfleriyle:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Ne güzel vâkı’adır bu ki açup cân gözünü
Hâb-ı gafletde geçen ömrümü rü’yâ gördüm
​Zâtî

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Can gözü, yani gönül gözünü açıp gaflet uykusunda geçen ömrümün bir rüya olduğunu, gerçekte yaşanmadığını görmek ne güzel bir olaydır.

​İzah ve Makale
• ​yüzyılın büyük şairlerinden Zâtî, bu beytinde tasavvufun en temel meselelerinden biri olan “gafletten uyanış” anını, yani manevi idrakin zirvesini ifade eder. Beyit, bir pişmanlıktan ziyade, hakikate ermenin getirdiği derin bir hayret ve sevinci dile getirmektedir.
​Can Gözü ve Baş Gözü
​İnsanda iki türlü “göz” vardır. Biri, zahiri âlemi, yani madde dünyasını gören “baş gözü”dür. Diğeri ise manayı, hakikati ve derûnî âlemi gören “can gözü” veya “gönül gözü”dür (basiret). Çoğu insan, hayatını sadece baş gözünün gördükleriyle sınırlar. Mal, mülk, makam, şöhret gibi fani hedefler peşinde koşar. Bu durum, tasavvufta “hâb-ı gaflet” yani “gaflet uykusu” olarak isimlendirilir. Kişi uyanık olduğunu zanneder ama aslında ruhu derin bir uykudadır.
​Şairin bahsettiği “ne güzel vâkı’a” (ne güzel olay), işte bu gaflet uykusundan uyanıp “can gözünü” açtığı andır. Bu an, bir aydınlanma, bir keşif anıdır. Bu göz bir kere açıldığında, kişi artık olaylara ve varlığa bambaşka bir nazarla bakmaya başlar. Maddenin ötesindeki manayı, eşyanın ardındaki hakikati idrak eder.
​Ömrün Rüya Olması
​Can gözü açılan şair, geriye dönüp baktığında “hâb-ı gafletde geçen ömrünü” bir “rü’yâ” olarak görür. Bu, son derece derin bir tespittir. Rüyanın özellikleri nelerdir?
• ​Geçicilik ve Aldatıcılık: Rüya, ne kadar gerçekçi olursa olsun, uyanınca sona erer ve bir hayalden ibaret olduğu anlaşılır. Gaflet içinde geçen dünya hayatı da böyledir. Peşinde koşulan hırslar, yaşanan sevinçler ve çekilen kederler, ebedî hayatın hakikati karşısında bir rüyadan farksızdır. İnsan ancak ölümle veya manevi bir uyanışla bu rüyadan uyanır. Nitekim “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar” hadis-i şerifi de bu manaya işaret eder.
• ​Kontrol Dışılık: Rüyada insan, olayları kontrol ettiğini zannetse de aslında senaryo kendi iradesi dışındadır. Gafletteki insan da hayatının mutlak hâkimi olduğunu zanneder ancak hakikatte her şey Allah’ın takdiriyle cereyan etmektedir. Uyanış, bu teslimiyeti idrak etmektir.
​Şairin bu durumu “ne güzel vâkı’adır” diyerek sevinçle karşılaması, geçmişe yönelik bir teessüften çok, hakikate ulaşmanın verdiği bir neşedir. Çünkü zararın neresinden dönülse kârdır. Gaflette geçen bir ömrün ardından dahi olsa, hakikatin farkına varmak en büyük nimettir. Artık ömrünün geri kalanını bu uyanıklık şuuruyla yaşayacaktır.
​Bu beyit, her insanı kendi hayatını sorgulamaya davet eder: Acaba biz de bir “hâb-ı gaflet” içinde miyiz? Peşinde koştuğumuz şeyler, uyandığımızda bitecek bir rüyanın parçaları mı? “Can gözümüzü” açıp hakikati görmek için ne yapıyoruz? Zâtî’nin bu iki mısrası, bir şairin kaleminden çıkmış bir feryat değil, bir arifin ulaştığı hikmetin ifadesidir.
​Özet
​Zâtî, manevi bir uyanış anını “ne güzel bir olay” olarak nitelendirir. Bu uyanışla birlikte “can gözünü” yani kalp gözünü açmış ve geriye dönüp baktığında gaflet uykusunda geçirdiği bütün ömrünün bir rüyadan ibaret olduğunu idrak etmiştir. Beyit, dünya hayatının aldatıcı ve geçici mahiyetini ve asıl uyanıklığın manevi idrakle mümkün olacağını vurgulayan derin bir tasavvufi tefekkürdür.

​4. Beyit: Nâbî
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​ذلّت اربابی اولور باب الهی ده عزيز
خلق جامعده ال اوزره كوتورور پابوشن

​Latin Harfleriyle:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Zillet erbâbı olur bâb-ı ilâhîde azîz
Halk câmi’de el üzre götürür pâbûşun
​Nâbî

​Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
​Bu dünyada ezilen, hor ve hakir görülen gönlü kırık insanlar Hakk’ın kapısında aziz olurlar. Ne ilginçtir ki akşama kadar ayak altında ezilen pabuç, camide el üstünde taşınır.

​İzah ve Makale
​Hikemî şiirin (hikmetli şiir) üstadı olarak kabul edilen Nâbî, bu beytinde zâhir ile bâtın, dünya değeri ile ilahî değer arasındaki büyük zıtlığı muhteşem bir misalle gözler önüne sermektedir. Beyit, İslâm’ın tevazu (alçakgönüllülük) ve meskenet (tevazu ile gelen fakr hali) kavramlarına verdiği önemin edebi bir ifadesidir.
​Zillet ve İzzet Paradoksu
​Nâbî, ilk mısrada temel bir prensibi ortaya koyar: “Zillet erbâbı olur bâb-ı ilâhîde azîz.”
• ​Zillet Erbâbı: Bu tamlama, bu dünyada hor görülen, hakir sayılan, makam ve mevki sahibi olmayan, maddi olarak zayıf, alçakgönüllülükleri sebebiyle kendilerini ön plana çıkarmayan, nefsini (enaniyetini) ayaklar altına almış insanları ifade eder. Onlar, dünyanın parlak ve gösterişli sahnesinde görünmezler.
• ​Bâb-ı İlâhî: Bu, “Allah’ın kapısı” demektir. Hem bu dünyadaki manevi yakınlığı hem de ahiretteki ilahî huzuru ifade eder.
• ​Azîz: İzzetli, şerefli, değerli, yüce demektir.
​Dolayısıyla mısra, “Bu dünyada halk tarafından horlananlar, Allah’ın kapısında değerli ve şerefli olurlar” manasına gelir. Bu, Kur’an ve Sünnet’in temel mesajlarından biridir. Allah katında üstünlük, mal, mülk veya soy ile değil, takva iledir. Kibir ve enaniyet, insanı Allah’tan uzaklaştıran en büyük perdelerken; tevazu ve acziyetini bilmek, O’na yaklaştıran en mühim vasıtalardır. Allah, mütekebbirleri (büyüklenenleri) sevmez, ama gönlü kırıkları, mütevazıları sever. Bir kudsi hadiste ifade edildiği rivayet edilen “Ben, kalbi kırık olanların yanındayım” beyanı da bu hakikati teyit eder.
​Pabuç Misali
​Nâbî, bu soyut ve manevi prensibi, günlük hayattan aldığı son derece somut ve herkesin anlayabileceği bir misalle zihinlere nakşeder: “Halk câmi’de el üzre götürür pâbûşun.”
​Pabuç (ayakkabı), gündelik hayatta en hakir görülen eşyalardan biridir. Sürekli ayak altındadır, toza, çamura bulanır, ezilir. Onun yeri daima en aşağıdır. Bu yönüyle, dünyada hor görülen “zillet erbâbı”nı temsil eder.
​Ancak bu hakir pabuç, camiye, yani Allah’ın evine girileceği zaman bambaşka bir muamele görür. Kirli hâliyle Allah’ın evine basılamayacağı için, sahibi tarafından eline alınır, temiz bir yere konulur ve “el üstünde” taşınır. Ayak altında ezilen o nesne, Allah’ın evine hürmeten baş hizasına yükseltilir.
​Bu misal ile Nâbî şunu söyler: Ey insan! Eğer sen de Allah için nefsini bir pabuç gibi ayaklar altına alıp tevazu gösterirsen, kendini hiçe sayarsan, işte o zaman Allah da seni kendi katında aziz kılar, meleklerin ve sâlih kulların nazarında “el üstünde” tutar. Dünyanın en aşağısında olan, Allah katında en yukarılara çıkarılır. Bu, zilletin içinde gizlenmiş izzetin, hiçliğin içinde saklı olan varlığın hikmetidir.
​Bu beyit, Nâbî’nin “hikemî” üslubunun zirvelerinden biridir. Soyut bir ahlaki ilkeyi, bu kadar basit, güçlü ve akılda kalıcı bir imgeyle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır.
​Özet
​Nâbî, bu dünyada hor ve hakir görülen mütevazı insanların, Allah katında değerli ve aziz olacağını ifade eder. Bu manevi hakikati ispatlamak için de pabuç misalini verir: Gün boyu ayaklar altında ezilen pabuç, Allah’ın evi olan camiye girerken hürmeten el üstünde taşınır. Aynı şekilde, nefsini Allah için ayaklar altına alan mütevazı bir kul da Allah tarafından manen yüceltilir ve aziz kılınır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 144–

BERCESTE VE İZAHI – 144–

​1. Niyâzî-i Mısrî’nin Hikmet Dolu Mısraları: Derdin Kendisi Derman Olunca
​İktibas
​درمان آراردم دردمه دردم بکا درمان ايمش
برهان آراردم أصلکه أصلم بکا برهان ايمش
​Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün Müstef’ilün
​Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş
Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş
​Niyâzî-i Mısrî
​Çektiğim sıkıntılara, dertlere derman arıyordum. Gördüm ki çektiğim dertler benim dermanım imiş. Onlara gösterdiğim sabır beni Hakk’a götürüyormuş. Aslımın ne olduğunu anlayabilmek için bir delil arıyordum. Oysa aslım bana bizzat delil imiş.

​Makale: Zahirî Arayıştan Derûnî Buluşa Yolculuk
​İnsanoğlu, hayatı boyunca karşılaştığı müşkillere, dertlere ve sıkıntılara daima kendi dışında, zahirî âlemde çareler ve dermanlar arar. Bu, tabiatının bir gereğidir. Bir hastalık baş gösterdiğinde hekime koşar, bir fakirliğe düçar olduğunda zenginlik yolları arar, bir yalnızlık hissettiğinde dost meclislerine sığınır. Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin bu hikmetli beyti, bu fıtrî arayışın bir üst perdeden, derûnî bir bakış açısıyla nasıl bir mana kazandığını bizlere ders vermektedir.
​Beytin ilk mısraı olan “Dermân arardım derdime derdim bana dermân imiş” ifadesi, tasavvuf düşüncesinin temel taşlarından birini teşkil eden bir hakikati tasvir eder. Zahirde bir eksiklik, bir acı, bir ıstırap olarak görünen “dert”, hakikatte insanı gaflet uykusundan uyandıran, onu Cenâb-ı Hakk’a yönelten bir kamçıdır. İnsan, bolluk ve rahatlık zamanlarında enaniyetine ve dünyaya meylederken, dert ve musibetler vasıtasıyla acziyetini ve fakrını anlar. Kendisinin bir hiç olduğunu, her şeyin sahibinin ve mutasarrıfının Allah olduğunu idrak eder. İşte bu idrak, manevî hastalıkların en büyüğü olan gaflet ve enaniyet için en tesirli dermandır.
​Risale-i Nur Külliyatı’nda bu manaya işaret eden pek çok bahis mevcuttur. Mesela, hastalıkların maddî birer elem gibi görünse de, manevî birer hediye ve günahlara keffaret olduğu ifade edilir. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar isimli eserinde şöyle der: “Ey sabırsız hasta! Sabret, belki şükret. Senin bu hastalığın, ömür dakikalarını birer saat ibadet hükmüne getirebilir. Çünki ibadet iki kısımdır. Biri müsbet ibadet. O da namaz, niyaz gibi malûm ibadetlerdir. Diğeri menfî ibadetlerdir ki, hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede, aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyasız, manevî bir ibadete mazhar olur.” (RNK, Sözler Neşriyat, Lem’alar, s. 27). İşte Niyâzî-i Mısrî’nin “derdim bana derman imiş” demesi, derdin insanı bu hâlis kulluk makamına ulaştıran bir vasıta olduğunu keşfetmesindendir. Dert, nefsi terbiye eder, kalbi dünya bağlarından koparır ve ruhu Allah’a yükseltir. Bu açıdan derdin kendisi, ruhun aradığı en büyük derman olur.
​Beytin ikinci mısraı ise, “Bürhân arardım aslıma aslım bana bürhân imiş” şeklindedir. Bu mısra, düşünce ve hikmet tarihindeki en temel sorulardan birine, “Ben kimim ve varlığımın isbatı nedir?” sualine tasavvufî bir cevap verir. İnsan, aklıyla ve felsefî tefekkürle kendi “aslını”, yani varlığının kaynağını, mahiyetini ve gayesini arar. Bu arayışta zahirî deliller, mantıkî isbatlar ve haricî kanıtlar peşinde koşar. Ancak Mısrî, bu arayışın da yine insanın kendi içine dönmesiyle nihayete ereceğini söyler. İnsanın kendi varlığı, yani “aslı”, kendi varlığının ve kendisini var edenin en büyük delili, yani “bürhanı”dır.
​Cenâb-ı Hak, Fussilet Suresi’nde şöyle buyurur: “Biz onlara hem ufuklarda hem de kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki, Kur’an’ın hak olduğu kendilerine iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53). İnsan, kâinat kitabının küçük bir misali, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının en câmi’ aynasıdır. Kendi acziyetinde Allah’ın sonsuz kudretini, kendi fakirliğinde O’nun sonsuz zenginliğini, kendi fâniliğinde O’nun ebedî Bâkî olduğunu müşahede eder. Dolayısıyla, Allah’ı veya kendi hakikatini arayan bir kimsenin en uzağa değil, en yakınına, yani kendi nefsine bakması kâfidir. Aslımız, yani hilkatimiz, ruhumuz ve vicdanımız, bizi Yaratan’a işaret eden en parlak bürhandır.
​Bu beyit, bizlere hayat yolculuğunda karşılaştığımız her hadiseye daha derûnî bir nazarla bakmamız gerektiğini telkin eder. Dertler, bizi olgunlaştıran ve Rabbimize yaklaştıran birer rahmet tecellisi; kendi varlığımız ise, hakikate ulaşmak için en emin ve en yakın bir delildir.
​Özet
​Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde insanın dermanı ve delili dışarıda arama yanılgısına düştüğünü, hâlbuki hakiki dermanın derdin bizzat kendisinde, en büyük delilin ise insanın kendi varlığında gizli olduğunu ifade eder. Dertler, insanı manevî olarak olgunlaştırıp Allah’a yönelten birer şifa vesilesidir. İnsanın kendi yaratılışı ve mahiyeti ise, onu yaratan Mutlak Varlık’ın en açık isbatıdır. Bu sebeple hakikate giden yol, zahirî bir arayıştan ziyade, derûnî bir tefekkür ve keşif yolculuğudur.

​2. Yavuz Sultan Selim’in Ateşten Mısraları: Ayrılık Bahçesinin Bülbülü
​İktibas
​بز بلبل محرق دم کلزار فراقز
آتش کسیلیر کچسه صبا کلشنمزدن
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız
Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden
​Selîmî (Yavuz Sultan Selim)
​Biz ayrılık bahçesinin öyle yanık ve yakıcı öten bülbülüyüz ki bizi serinletmek için gelen sabah rüzgârı gül bahçemizden geçse, ateş kesilir, yanar.

​Makale: Hükümdarın Kalbindeki Ateş
​Tarih sahnesinde “Yavuz” lakabıyla anılan, heybeti ve kararlılığıyla bir cihan imparatorluğunun kaderini değiştiren Sultan Selim Han, “Selîmî” mahlasıyla kaleme aldığı şiirlerde ise bambaşka bir ruh dünyasını gözler önüne serer. Onun şiirleri, bir hükümdarın kalbinde kopan fırtınaların, derûnî hasretlerin ve yanışların en samimi ifadeleridir. Yukarıda iktibas edilen beyit, bu yanışın ve ayrılık acısının ne denli şiddetli olduğunu tasvir eden, mübalağa sanatının zirvelerinden biridir.
​Beytin ilk mısraı, “Biz bülbül-i muhrik-dem-i gülzâr-ı firâkız”, şairin kendini ve hâlini tanımlamasıyla başlar. Klasik edebiyatta bülbül, güle olan aşkıyla bilinir ve sürekli olarak onun aşkıyla öter, feryat eder. Ancak Selîmî, sıradan bir bülbül değildir. O, “gülzâr-ı firâk” yani “ayrılık gül bahçesi”nin bülbülüdür. Onun vatanı vuslatın, birleşmenin bahçesi değil, ayrılığın ve hasretin diyarıdır. Ve bu bülbülün nefesi, “muhrik-dem”dir, yani her nefesi yakan, ateş saçan bir alev topu gibidir. Bu ifadeyle şair, çektiği ayrılık acısının sıradan bir hüzün olmadığını, içini yakan, her nefesinde dışarıya alev olarak yansıyan volkanik bir ıstırap olduğunu belirtir. Aşkı o kadar şiddetlidir ki, feryadı bile yakıcıdır.
​Bu derûnî yangının şiddeti, ikinci mısrada akıl almaz bir hayal ve mübalağa ile zirveye taşınır: “Âteş kesilir geçse sabâ gülşenimizden”. “Sabâ”, sabah vaktinde doğudan esen, latif, serinletici ve ferahlatıcı bir rüzgârdır. Şiirlerde genellikle sevgiliden haber getiren, âşığın derdine derman olan, onun ateşini bir nebze olsun söndüren bir unsurdur. Ancak Selîmî’nin ayrılık bahçesinde (“gülşenimizden”) tabiat kanunları adeta tersine döner. Onun içindeki yangın o kadar büyüktür ki, serinletmek ve ferahlatmak için gelen sabâ rüzgârı bile, o bahçenin hararetine dayanamayıp “âteş kesilir”, yani bir alev topuna dönüşür. Bu, acının ve hasretin, teselli kabul etmez bir noktaya ulaştığının en kuvvetli delilidir. Dışarıdan gelen hiçbir ferahlık, hiçbir teselli, bu içsel yangını söndürmeye muktedir değildir; bilakis, o yangının bir parçası olur.
​Bir padişahın kaleminden bu denli derin bir ıstırabın dökülmesi, beytin tarihi ve ibretli yönünü ortaya koyar. Cihanın hâkimi de olsa, en güçlü ordulara da komuta etse, insanın özünde aciz bir kul olduğu ve kalbinin sevgi, hasret, ayrılık gibi en temel duygularla yoğrulduğu hakikatini gösterir. Selîmî’nin bu “firâk”ı, yani ayrılığı, beşerî bir aşka duyulan hasret olabileceği gibi, tasavvufî bir açıdan bakıldığında, asıl vatandan, yani Allah’tan ayrı düşmenin getirdiği ezeli bir hasretin (elest bezmi) ifadesi de olabilir. Bu manada, dünya hayatı bir “gülzâr-ı firâk”tır ve mümin ruh, bu ayrılık bahçesinde vuslat anını bekleyen “muhrik-dem” bir bülbüldür.
​Sonuç olarak, bu beyit, sadece bir şairin sanat kudretini değil, aynı zamanda bir hükümdarın kalbinin derinliklerini ve insan ruhunun çekebileceği en büyük acılardan biri olan ayrılığın tasvirindeki sonsuzluğu gözler önüne serer. Acı, bazen o kadar büyür ki, dermanı bile yakar.
​Özet
​Yavuz Sultan Selim (Selîmî), bu beytinde kendisini, her nefesi yakıcı olan ve bir ayrılık bahçesinde öten bir bülbüle benzetir. İçindeki ayrılık ateşinin o kadar şiddetli olduğunu söyler ki, ferahlık ve serinlik getirmesi gereken sabâ rüzgârı bile onun gül bahçesinden geçecek olsa, o hararete dayanamayıp bir aleve dönüşür. Beyit, mübalağa sanatı yoluyla, teselli kabul etmez derecedeki derin bir hasret ve ayrılık acısını son derece etkili bir dille tasvir eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 143–

BERCESTE VE İZAHI – 143–

​1. Beyit: Şeyh Gâlib
​İktibas:
​Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân
Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz
​Günümüz Türkçesiyle:
​Gözleri, rakibin korkusuyla gözyaşı saçar bir halde; su uyur, düşman uyur ama ayrılık hastası olan âşık uyumaz.

​İzah ve Açıklama
​Bu beyit, Divan edebiyatının zirve isimlerinden Şeyh Gâlib’e aittir ve derûnî bir aşkın en temel hallerinden biri olan “hicran” yani ayrılık acısını tasvir eder. Beytin zahiri manasında, âşık, sevgilisine olan vuslat arzusunun önündeki engel olan “rakip”ten çekindiği için gözleri sürekli yaş döker. Bu ayrılık ve endişe hali, onu öyle bir noktaya getirmiştir ki, tabiatın en hareketli unsuru olan “su” ve en uyanık varlığı olan “düşman” dahi uykuya daldığı halde, onun gözüne uyku girmez.
​Ancak bu beytin asıl hikmeti, tasavvufî bağlantısında gizlidir. Buradaki “sevgili”, Cenâb-ı Hak’tır. “Âşık” ise O’na vuslatı arzulayan salik, yani derviş veya mü’mindir. “Rakip” ise kişiyi Allah’tan alıkoyan her şeydir; dünya, masiva, nefs-i emmare ve şeytandır. “Hicran” ise, ruhlar alemindeki (“bezm-i elest”) ahdinden sonra dünyaya gönderilen ruhun, asıl vatanından ve Rabb’inden ayrı düşmesinin ızdırabıdır. Bu açıdan bakıldığında beyit, Allah aşkıyla yanan bir kalbin, dünyevi engellerin ve ayrılığın verdiği acıyla nasıl uykusuz geceler geçirdiğini, sürekli bir teyakkuz ve niyaz halinde olduğunu ifade eder. Uykusuzluk, bu yolda bir gayretin ve sadakatin isbatı haline gelir.
​Makale: Hicran Gecelerinde Uyumayan Gözler
​Hayat, bir vuslat arzusu ile bir hicran hakikati arasında salınan bir sarkaç gibidir. İnsanoğlu, tabiatı icabı sevdiğine kavuşmak, arzuladığını elde etmek ister. Lakin her vuslatın içinde yeni bir ayrılığın tohumu, her visalin ardında bir hicran gölgesi mevcuttur. Bu hakikati en dokunaklı mısralarla dile getirenlerden biri de, şüphesiz Şeyh Gâlib’dir. O, meşhur beytinde şöyle feryat eder:
​Dîdesi havf-ı rakîb ile olup eşk-efşân
Su uyur düşmen uyur haste-i hicrân uyumaz

​Bu mısralar, sadece beşerî bir aşkın tasviri değil, aynı zamanda kâinatın en büyük ayrılığının, yani ruhun Rabb’inden ayrı düşüşünün trajik bir yankısıdır. Âşığın gözü, rakip korkusuyla yaş döker. Zahirde bu rakip, sevdiğine göz koyan bir başkasıdır. Fakat hikmet nazarıyla bakıldığında rakip, insanı asıl Sevgili’den, yani Allah’tan (c.c.) uzaklaştıran her türlü engeldir. Ene ve enaniyet, dünyanın fani cazibesi, nefsin bitmek bilmeyen arzuları ve şeytanın vesveseleri… İşte asıl rakipler bunlardır. Bu rakiplerin varlığı, hakiki âşığın kalbini daima bir “havf” yani korku ve titreme içinde tutar. Bu korku, Sevgili’yi kaybetme, O’nun rızasından mahrum kalma endişesidir. Bu endişe ise gözyaşını, yani nedameti ve duayı beraberinde getirir.
​Beytin ikinci mısrası, bu halin ne denli şiddetli olduğunu bir tezat sanatı ile ortaya koyar. “Su uyur, düşman uyur…” Atasözlerimizde dahi “su uyur, düşman uyumaz” denilerek uyanıklık ve tehlike sembolü olan bu iki unsurun bile sükûnete erdiği bir anda, “haste-i hicrân” yani ayrılık hastası olan âşığın gözüne zerre uyku girmez. Çünkü onun derdi, fani dünyanın geçici sıkıntıları değildir. Onun derdi, ezelde “Evet!” dediği Rabb’inden ayrı kalmanın, bu gurbet yurdunda O’na olan hasretinin derdidir. Bu öyle bir hastalıktır ki, devası ancak vuslattır. Bu öyle bir derttir ki, sahibi bu dertten memnundur, zira bu dert, Sevgili’yi hatırlatan en sadık yoldaştır.
​Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, kalpte hakiki manada sadece bir sevgi barınabilir. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri bu hakikati şöyle dile getirir: “malûmdur ki adavet ve muhabbet, nur ve zulmet gibi zıttırlar. İkisi, mana-i hakikîsinde olarak beraber cem olamazlar.” İşte hicran hastası âşık, kalbini sadece bir Sevgili’ye tahsis ettiği için, O’ndan gayrı her şeye karşı uykudadır, ama O’nun ayrılığıyla tamamen uyanıktır. Geceler, onun için bir vuslat ve münacat vaktidir. Gözyaşları, kalbindeki aşk ateşini söndürmek için değil, belki daha da alevlendirmek için akan bir rahmet pınarıdır.
​Velhasıl, Şeyh Gâlib’in bu beyti, aşkın sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir uyanıklık, bir teyakkuz ve bir sadakat hali olduğunu isbat eder. Ayrılık, âşığı bitiren değil, bilakis onu pişiren, hamlıktan kurtarıp kâmil bir insan haline getiren ilahi bir ateştir. O ateşle yanan kalp, uyumayı kendine haram bilir.
​Hülasa: Şeyh Gâlib’in bu beyti, ayrılık acısıyla yanan bir âşığın uykusuzluğunu tasvir eder. Makalede bu tema, beşerî aşktan ilahi aşka taşınarak, “rakip”in nefis ve dünya, “hicran”ın ise ruhun Allah’tan ayrı düşmesi olduğu tasavvufî açıdan ele alınmıştır. Âşığın uykusuzluğu, Rabb’ine karşı derûnî bir uyanıklık ve sadakat hali olarak yorumlanmıştır.

​2. Beyit: Sa’dî-i Şirâzî
​İktibas:
​Vasf-ı to-râ ger konend ver ne-konend ehl-i fazl
Hâcet-i meşşâta nist rûy-i dil-ârâm-râ
​Günümüz Türkçesiyle:
​Fazilet sahibi kişiler seni ister övsünler ister övmesinler fark etmez. Gönüllere ferahlık veren bir yüzün, kuaföre ihtiyacı yoktur.

​İzah ve Açıklama
​İran edebiyatının büyük hikmet şairi Sa’dî-i Şirâzî’ye ait bu Farsça beyit, zahiri güzellik ile derûnî fazilet arasındaki ilişkiyi veciz bir şekilde ortaya koyar. “Meşşâta”, gelinleri süsleyen, onlara güzellik katan sanatkâr kadındır. “Rûy-i dil-ârâm” ise gönle huzur ve rahatlık veren, kendi başına zaten güzel olan bir yüzü ifade eder. Sa’dî diyor ki, nasıl ki zaten kusursuz derecede güzel olan bir yüzün, süslenmek için bir başkasının yardımına ihtiyacı yoksa; fazilet ve kemal sahibi bir şahsiyetin de değerinin anlaşılması için “ehl-i fazl”ın, yani diğer faziletli insanların övgüsüne veya tenkidine ihtiyacı yoktur.
​Beytin hikmeti, hakiki değerin dış onaya veya zahiri süse muhtaç olmadığı fikrinde yatmaktadır. Güneşin varlığını ispatlamak için bir mum ışığına ihtiyaç duyulmadığı gibi, gerçek fazilet de kendi kendisinin isbatıdır. O, varlığıyla zaten etrafına ışık saçar, gönüllere ferahlık verir. İnsanların onu övmesi ona bir şey katmaz, yermesi de ondan bir şey eksiltmez.
​Makale: Faziletin Kendinden Menkul Güzelliği
​İnsanoğlunun en temel zaaflarından biri, değerini başkalarının nazarında ve tasdikinde aramasıdır. Alkışlarla yükseldiğini zanneder, tenkitlerle yıkıldığını hisseder. Bu, kıymetini kendi derûnunda değil, başkalarının dilinde arayan ruhların yanılsamasıdır. Oysa hakikat, Şirazlı büyük hikmet ustası Sa’dî’nin dilinden asırlar ötesinden bize şöyle seslenir:
​Vasf-ı to-râ ger konend ver ne-konend ehl-i fazl
Hâcet-i meşşâta nist rûy-i dil-ârâm-râ

​Sa’dî, bu beyit ile faziletin ve hakiki güzelliğin manifestosunu yazar. Gönüllere huzur veren, bakanın içini ferahlatan o güzel yüz, bir “meşşâta”nın, yani bir süsleyicinin fırçasına, boyasına muhtaç değildir. Onun güzelliği zatîdir, arizî değil. Tıpkı bunun gibi, fazilet ve hüner sahibi bir insanın kıymeti de, başka fazilet sahiplerinin onu övmesine veya yermesine bağlı değildir. Onun değeri, karakterinin derinliklerinde, ahlakının güzelliğinde ve amellerinin samimiyetinde saklıdır.
​Bu hikmet, hayatın her sahası için geçerli cihan şümul bir düsturdur. Bir âlimin ilmi, bir sanatkârın sanatı, bir ustanın mahareti, eğer hakiki ise, başkalarının tasdikine ihtiyaç duymaz. Elbette takdir görmek güzeldir, lakin hakiki fazilet sahibi, eylemlerini takdir toplamak için değil, doğru ve güzel olduğu için yapar. Onun gayesi, insanların rızası değil, Hakk’ın rızasıdır. Bu mertebeye ulaşan için başkalarının övgüsü bir gurur vesilesi, yergisi de bir yeis sebebi olmaz.
​Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’in bize öğrettiği takva ölçüsüyle de tam bir uyum içindedir. Cenâb-ı Hak, üstünlüğün soya, sopa, zenginliğe veya zahiri görünüme göre olmadığını, yegâne kıymet ölçüsünün takva olduğunu beyan eder:
​”Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurât Suresi, 13. Ayet – TDV Meali)

​Allah katındaki değer, insanların övgüsüyle değil, kalplerdeki O’na karşı duyulan derin saygı ve sakınma hissiyle ölçülür. Bediüzzaman Hazretleri’nin İhlas Risalesi’nde ısrarla üzerinde durduğu gibi, amellerde rıza-yı İlahi esas olmalıdır. İnsanların takdiri o rızaya tabi ise bir kıymeti olabilir, değilse zerre ehemmiyeti yoktur. Sa’dî’nin beyti de aslında bu İslâmî ahlak ilkesinin edebi bir tasviridir. Fazilet, Allah için yaşandığında “rûy-i dil-ârâm” gibi parlar ve başkaca bir süse ihtiyaç duymaz.
​O halde yapılacak olan, nazarları dışarıdan içeriye, yani insanların dilinden kendi kalbimize ve vicdanımıza çevirmektir. Fazileti bir süs gibi takınmak yerine, onu karakterimizin ayrılmaz bir parçası haline getirdiğimizde, Sa’dî’nin işaret ettiği o kendinden menkul güzelliğe ve değere kavuşmuş oluruz.
​Hülasa: Sa’dî-i Şirâzî’nin beyti, gerçek fazilet ve güzelliğin dış onaya veya süslemeye muhtaç olmadığını anlatır. Makalede bu fikir, insanın değerini başkalarının nazarında arama yanılmasına karşı bir tenkit olarak işlenmiş; hakiki kıymetin, Allah rızası için yaşanan takva ve ihlasla elde edilen derûnî bir güzellik olduğu vurgulanmıştır.

​3. Beyit: Süleyman Çelebi
​İktibas:
​Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb
Cehd edip anın rızâsın kıl taleb
​Günümüz Türkçesiyle:
​O halde, bütün bu varlıkların yaratılma sebebi Hz. Muhammed’dir (s.a.v.). Sen de gayret edip onun rızasını kazanmaya bak.

​İzah ve Açıklama
​Milletimizin kalbinde müstesna bir yeri olan Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi’ye ait bu beyit, İslâm inancının temel direklerinden birini teşkil eden Peygamber sevgisini ve onun kâinattaki yerini ifade eder. Beytin ilk mısrası, “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l-eflâk” (Sen olmasaydın, sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım) meâlindeki kudsî hadise telmihte bulunur. Bu inanca göre, Cenâb-ı Hak, kâinatı en sevgili kulu ve habibi olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nurundan ve O’nun hatırına yaratmıştır. O, varlık ağacının çekirdeği ve en mükemmel meyvesidir.
​İkinci mısra ise bu büyük hakikatten hareketle bizlere bir vazife yükler: Mademki kâinatın varlık sebebi odur, o halde bizim de en temel vazifemiz, gayret göstererek (“cehd edip”) O’nun rızasını ve şefaatini talep etmektir. O’nun rızasını talep etmek ise, O’nun getirdiği dine tabi olmak, sünnetine uymak ve ahlakıyla ahlaklanmak demektir.
​Makale: Varlık Ağacının Sebebi ve Meyvesi
​Kâinat, muazzam bir kitap, her bir varlık ise o kitabın manalı bir kelimesidir. İnsan, bu kitabı okumak ve yazarını, yani Sanatkârını tanımak için gönderilmiş bir nazırdır. Ancak bu devasa kitabın bir de fihristi, bir de en parlak başlığı vardır. O başlık anlaşılmadan kitabın derin manasına nüfuz etmek mümkün değildir. İşte o fihrist ve o parlak başlık, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Bu hakikati, asırlardır bu toprakların gönül dili olmuş Mevlid-i Şerif’in müellifi Süleyman Çelebi, ne kadar net ve sade ifade eder:
​Pes Muhammed’dir bu varlığa sebeb
Cehd edip anın rızâsın kıl taleb

​Bu beyit, bir inanç manzumesinin özeti gibidir. “Varlığa sebeb”, kâinatın yaratılış gayesinin O’nun nuru ve O’nun risaleti olduğunu ilan etmektir. O, sadece bir posta memuru gibi ilahi mesajı getirip giden bir elçi değil, aynı zamanda varlık senfonisinin en mükemmel nağmesi, hilkat ağacının hem çekirdeği hem de en kâmil meyvesidir. Bütün peygamberler, âlimler, veliler, hatta melekler; O’nun getirdiği nurun etrafında dönen pervaneler gibidir. Güneşin ışığı olmadan diğer yıldızların görünmediği gibi, O’nun risaletinin nuru olmadan ne varlığın sırrı anlaşılır ne de Yaradan’a giden yol bulunur.
​Bu azametli hakikat, insana büyük bir sorumluluk yükler. Beytin ikinci mısrası, bu sorumluluğun ne olduğunu açıkça ortaya koyar: “Cehd edip anın rızâsın kıl taleb.” Yani, bu kâinat kendisi için yaratılan Zat’a (s.a.v.) kayıtsız kalamazsın. O’nun rızasını kazanmak için “cehd etmek”, yani bütün gücünle, samimiyetle gayret göstermek zorundasın. Peki, O’nun rızası nasıl kazanılır? Bu sorunun cevabını da bizzat Kur’ân-ı Kerîm vermektedir:
​”De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Çünkü Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.'” (Âl-i İmrân Suresi, 31. Ayet – TDV Meali)

​Görüldüğü üzere, Allah sevgisinin isbatı ve Allah’ın sevgisini kazanmanın yolu, O’nun Habibine uymaktan geçmektedir. O’nun rızasını talep etmek, O’nun sünnet-i seniyyesini hayata hayat kılmaktır. O’nun gibi adil, merhametli, dürüst, sabırlı ve affedici olmaya çalışmaktır. O’nun ibadet hayatını, aile hayatını, sosyal ilişkilerini örnek almaktır. Bu “cehd”, kuru bir iddia değil, amele ve ahlaka yansıyan canlı bir gayrettir.
​Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin ifade ettiği gibi, “O zât (A.S.M.) kâinatın neticesi ve en mükemmel meyvesi ve Hâlık-ı Kâinat’ın en sevdiği masnuu ve mahbubudur.” (RNK, Sözler, s. 297). Kâinatın en mükemmel meyvesinin yolundan gitmek, insanı da kendi fıtratının en mükemmel noktasına ulaştırır. Süleyman Çelebi’nin bu veciz beyti, bize hem varlık sebebimizi hatırlatmakta hem de hayat yolculuğumuzun gayesini ve pusulasını göstermektedir.
​Hülasa: Süleyman Çelebi’nin beyti, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) kâinatın yaratılış sebebi olduğunu ve insanın temel görevinin de O’nun rızasını kazanmak için gayret etmek olduğunu belirtir. Makale, bu beyitten yola çıkarak Hz. Peygamber’in varlık içindeki merkezî konumunu ve O’na uymanın (ittibâ-ı sünnet) Allah sevgisini kazanmanın yegâne yolu olduğunu ayet ve Risale-i Nur’dan iktibaslarla açıklamaktadır.

​4. Beyit: Aziz Mahmud Hüdâyî
​İktibas:
​Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin
​Günümüz Türkçesiyle:
​Senden kim vefa umabilir ki? Sen yalan dünya değil misin? Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) bile alan (aramızdan ayıran) dünya değil misin?

​İzah ve Açıklama
​Büyük mutasavvıf ve âlim Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri’ne ait bu dörtlük, dünyanın fani ve aldatıcı yapısını son derece dokunaklı bir dille ifade eder. Dörtlüğün temelinde, dünyaya karşı bir güvensizlik ve ondan vefa beklemenin beyhude olduğu fikri yatar. Dünya, “yalan”dır, yani zahiri görüntüsüyle insanı aldatır, vaat ettiklerini yerine getirmez, geçici bir zevk uğruna ebedi bir hayatı kaybettirebilir.
​Bu iddianın en büyük isbatı ise ikinci beyitte sunulur. Dünya o kadar vefasız ve acımasızdır ki, yaratılmışların en şereflisi, Allah’ın en sevgili kulu olan Hz. Muhammed Mustafa’yı (s.a.v.) dahi ebediyen üzerinde barındırmamış, O’nu da “almış” yani vefatına sebep olmuştur. Kâinatın efendisine bile kalıcı bir yurt olmayan bu dünyadan, sıradan insanların vefa beklemesi ne büyük bir yanılgıdır! Bu, dünyaya gönül bağlamamak, onun geçici cazibesine kanmamak için çok güçlü bir ikazdır.
​Makale: En Büyük İsbat: Dünyanın Vefasızlığı
​İnsanın en trajik yanılgılarından biri, geçici olana kalıcıymış gibi bağlanması, fani olanı baki zannetmesidir. Bu yanılmanın adıdır “dünya sevgisi”. O, süslü bir gelin gibi kendini gösterir, tatlı vaatlerde bulunur ama nihayetinde herkesi yüzüstü bırakır. Bu hakikati gönül erbabı asırlardır farklı dillerle ifade etmiştir. Ancak pek azı, Aziz Mahmud Hüdâyî Hazretleri kadar sarsıcı ve kesin bir delil sunabilmiştir:
​Kim umar senden vefâyı
Yalan dünyâ değil misin
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin

​Bu mısralar, dünyaya karşı bir ithamname, bir güvensizlik ilanıdır. İlk soru retoriktir: Senden kim vefa umabilir ki? Bu sorunun cevabı zaten bellidir: Hiç kimse! Çünkü dünyanın hamuru vefasızlıkla yoğrulmuştur. O, bir serap gibidir; susamış yolcuya su vaat eder ama yanına varıldığında ortada sadece kum ve hayal kırıklığı vardır. O, “yalan”dır, çünkü hakikatin kendisi değil, gölgesidir. Ebedi hayatın yanında bir anlık bir oyalanmadan ibarettir.
​Peki, bu iddianın, bu ithamın isbatı nedir? Hüdâyî Hazretleri, öyle bir delil getirir ki, karşısında bütün kalplerin teslim olmaktan başka çaresi kalmaz. Delili, Kâinatın Efendisi, varlığın sebebi olan Hz. Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). Eğer dünyada bir kişiye vefa gösterilecek olsaydı, eğer bir kişi bu fani yurtta kalıcı kılınacak olsaydı, bu şüphesiz Allah’ın Habibim dediği O Zat olurdu. Lakin dünya, en kıymetlisini dahi üzerinde tutmamış, O’nu da fena kanununa tabi kılarak “almıştır”. Allah’ın en sevdiği kuluna yâr olmayan, O’nu bile misafir olarak ağırlayıp sonra uğurlayan bu dünyadan, bizler nasıl ebedi bir sadakat ve vefa bekleyebiliriz?
​Bu hakikat, Risale-i Nur’da dünyanın iki yüzü olduğu tespitiyle daha da derinleşir. Bir yüzü Cenâb-ı Hakk’ın isimlerinin tecelligâhı olması cihetiyle güzeldir. Bu yüzüyle dünya sevilir. Fakat bir de fani, geçici, insanın hevesatına bakan, gaflete sebep olan çirkin bir yüzü vardır. İşte Hüdâyî Hazretleri’nin “yalan dünya” diyerek tenkit ettiği bu ikinci yüzüdür.
Dünyanın baki yüzünü unutup, onun fani varlığına gönül bağlamak, en büyük aldanıştır.
​Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bu ilahisi, kalplere bir neşter gibi vurur. Bize der ki: “Ey insan! En sevdiğini elinden alan bu dünyaya nasıl güveniyorsun? En kıymetline yurt olmayan bu handa nasıl ebedi kalacakmış gibi hazırlık yapıyorsun? Nazarını fani olandan baki olana çevir. Gönlünü, vefasız dünyaya değil, vefası sonsuz olan Mevlâ’ya bağla.”
​Hülasa: Aziz Mahmud Hüdâyî’nin dörtlüğü, dünyanın vefasız ve aldatıcı olduğunu vurgular. Bunun en büyük kanıtı olarak da, yaratılmışların en üstünü olan Hz. Muhammed’i (s.a.v.) bile üzerinde kalıcı kılmamasını gösterir. Makalede bu tema, dünyaya gönül bağlamanın büyük bir yanılgı olduğu, asıl bağlanılması gerekenin baki olan Allah olduğu fikri etrafında işlenmiştir.

​5. Beyit: Nâbî
​İktibas:
​Lâzım gelirdi serv ü çenâr ola mîvedâr
Fazl u hünerde medhali olsa kıyâfetin
​Günümüz Türkçesiyle:
​Eğer fazilet ve hüner sahibi olmakta kılık kıyafetin, yani dış görünüşün bir tesiri olsaydı, dışarıdan bakıldığında çok gösterişli duran servi ve çınar ağaçları da meyveli birer ağaç olurdu.

​İzah ve Açıklama
​Hikemî (hikmetli) şiir tarzının Osmanlı edebiyatındaki en büyük temsilcisi olan Nâbî, bu beytinde de derin bir hayat dersi vermektedir. Beytin merkezinde, “kıyafet” yani dış görünüş ile “fazl u hüner” yani fazilet ve yetenek arasındaki ilişki sorgulanır. Nâbî, tabiatten muhteşem bir örnekle tezini ispatlar: Servi ve çınar ağaçları, zahiren son derece heybetli, gösterişli ve güzeldir. Eğer dış görünüşün, kılık kıyafetin iç bir değere, bir fazilete veya bir yeteneğe (“hüner”) tesiri olsaydı, bu kadar gösterişli ağaçların aynı zamanda “mîvedâr” yani meyve veren ağaçlar olması gerekirdi.
​Ancak biliriz ki, bu ağaçların meyvesi yoktur veya meyveleri yenmez. Onların güzelliği sadece zahiridir. Asıl kıymetli olan meyveyi ise, belki de dışarıdan o kadar gösterişli olmayan nice ağaç verir. Bu muhteşem benzetme yoluyla Nâbî, insanın değerinin de kılık kıyafetinde, dış görünüşünde değil; ahlakında, ilminde, sanatında, yani derûnundaki fazilet ve hünerlerde olduğunu ifade eder.
​Makale: Heybetli Ama Meyvesiz Ağaçlar
​İnsan, gözüyle hükmeden bir varlıktır. İlk bakışta gördüğüne, zahirin parıltısına aldanmaya pek müsaittir. Süslü elbiseler, gösterişli makamlar, güzel suretler, çoğu zaman karakterin ve liyakatin önüne geçen birer yanılsama perdesi olur. Bu kadim insani zaafı, hikmetli şiirin pîri Nâbî, tabiatın şahitliğine başvurarak ne de güzel ortaya koyar:
​Lâzım gelirdi serv ü çenâr ola mîvedâr
Fazl u hünerde medhali olsa kıyâfetin

​Nâbî, bu beyit ile adeta “insanları kıyafetleriyle karşılarlar, fikirleriyle uğurlarlar” sözünün şerhini yapar. Toplumda faziletin, ilmin, irfanın ve yeteneğin ölçüsü eğer dış görünüş olsaydı, bunun tabiatta da bir karşılığı olması gerekirdi. O zaman, göğe doğru heybetle uzanan, endamıyla bakanları kendine hayran bırakan o servi ağaçlarının ve gölgesinde nice yolcuyu dinlendiren o ulu çınarların, en lezzetli meyveleri vermesi icap ederdi. Lakin hakikat böyle değildir. Onların bütün haşmeti, göze hitap eden, lakin mideyi doyurmayan bir güzelliktir. Asıl hayatî gıda olan meyveyi, belki de o kadar boylu poslu olmayan, ilk bakışta dikkat çekmeyen bir elma, bir armut ağacı verir.
​Bu teşbih, insan ve toplum hayatı için derin manalar ihtiva eder. Bir insanın giydiği pahalı elbise, bindiği lüks araba veya oturduğu gösterişli makam, onun “serv ü çenâr” gibi zahiri heybetidir. Bunlar, o kişinin faziletli, bilgili veya hünerli olduğu manasına gelmez. Asıl kıymet, o zahiri kabuğun altında yatan özdür. Kişinin ahlakı, vicdanı, ilmi, adaleti ve insanlığa sunduğu “meyve” yani faydalı hizmetlerdir. Tarih, nice gösterişli kıyafetler içinde ruhları bomboş kalmış, heybetli saraylarda oturup zulümden başka bir meyve vermemiş nice insanla doludur. Ve yine tarih, mütevazı kıyafetler içinde nice gönül sultanının, insanlığın yolunu aydınlatan nice âlimin ve fazilet timsali şahsiyetin yetiştiğine şahittir.
​Bu mesele, Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadis-i şerifinde en kâmil ifadesini bulur:
“Şüphesiz ki Allah, sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz. Lâkin O, sizin kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34).
​İlahi nazarın odaklandığı yer, “kıyafet” değil, kalptir. Değerin ölçüsü, mal-mülk değil, ameldir. Nâbî’nin beyti, bu Nebevî hikmetin edebi bir yansımasıdır. Bize, insanları değerlendirirken gözümüzü zahirden öze, kıyafetten karaktere, suretten sîrete çevirmemiz gerektiğini hatırlatan bir ikazdır. Bir insanla karşılaştığımızda kendimize sormamız gereken soru şudur: Bu kişi, heybetli ama meyvesiz bir çınar mıdır, yoksa mütevazı görünse de insanlığa faydalı meyveler sunan bir ağaç mıdır? Hakiki değer, bu sorunun cevabında gizlidir.
​Hülasa: Nâbî’nin beyti, dış görünüşün (kıyafet) iç değer (fazilet ve hüner) için bir ölçü olamayacağını, gösterişli ama meyvesiz servi ve çınar ağaçları örneğiyle anlatır. Makalede bu fikir, insanları zahiri özelliklerine göre yargılamanın bir yanılgı olduğu, asıl değerin kişinin karakterinde, ahlakında ve insanlığa sunduğu faydalı amellerde bulunduğu hadis-i şerif ışığında işlenmiştir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 142–

BERCESTE VE İZAHI – 142–

​Birinci Beyit ve Tahlili: Hacı Bayrâm-ı Velî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​نولدی بو کوکلم نولدی بو کوکلم
درد و غم ایله طولدی بو کوکلم
یاندی بو کوکلم یاندی بو کوکلم
یانمه ده درمان بولدی بو کوکلم

​Latin Harfleriyle:
​Müfte’ilâtün Müfte’ilâtün
​N’oldu bu gönlüm n’oldu bu gönlüm
Derd ü gam ile doldu bu gönlüm
Yandı bu gönlüm yandı bu gönlüm
Yanmada dermân buldu bu gönlüm
​Hacı Bayrâm-ı Velî

​Günümüz Türkçesiyle:
​Bu gönlüme ne oldu, bu gönlüme ne oldu?
Dert ve gamla doldu bu gönlüm.
Bu gönlüm yandı, bu gönlüm yandı.
Bu gönlüm, yanmakla derman buldu.

​İzah ve Tahlil
​Hacı Bayrâm-ı Velî Hazretleri’nin bu meşhur beyti, tasavvuf düşüncesinin temel dinamiklerinden birini, yani “derdin bizzat derman oluşu” hakikatini veciz bir şekilde tasvir etmektedir. Beyit, bir hayret ve şaşkınlık nidasıyla başlar: “N’oldu bu gönlüm?”. Bu, ruhun kendi derûnî hâllerindeki değişimi fark edip bu süreci anlamlandırma çabasının bir ifadesidir. Gönül, Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı, marifetullahın tecellî ettiği bir merkezdir. Bu merkezin başlangıçta dert ve gam ile dolması, aslında bir arayışın, bir hicranın ve vuslat arzusunun başlangıcıdır.
​”Yanmak” fiili, tasavvufî ıstılahta ilahî aşkın (aşk-ı ilahî) kalpteki yakıcı tesirini ifade eder. Bu ateş, gönüldeki masivayı, yani Allah’tan gayrı her şeyi yakan, saflaştıran bir ateştir. Bu yanış, zahiren bir elem ve ıstırap gibi görünse de, hakikatte bir arınma ve tekâmül sürecidir. Beytin zirvesi ve hikmetinin kilit noktası son mısradır: “Yanmada dermân buldu bu gönlüm”. Bu ifade, çelişki gibi görünen bir hakikati, bir paradoksu ortaya koyar. Derman, derdin ortadan kalkmasıyla değil, derdin bizzat içinde, yanmanın tam merkezinde bulunmuştur. Aşık, maşukundan ayrı kalmanın verdiği ızdırapla yanarken, bu yanışın kendisi onu maşukuna yakınlaştıran bir vesileye dönüşür. Artık dertten şikayet etmek yerine, o derdi bir lütuf olarak görmeye başlar.
​Makale: Yanan Gönülde Dermanı Bulmak
​İnsanın hayat yolculuğu, enaniyetinin dar ve fânî hudutlarından çıkarak sonsuzluğa uzanan bir seyahattir. Bu seyahatin merkezi ise “gönül”dür. Gönül, sadece bir et parçası olan kalpten ibaret olmayıp, insanın derûnî âleminin, hissiyatının, idrakinin ve en mühimi de Rabb’iyle olan münasebetinin merkezidir. Hacı Bayrâm-ı Velî, bu merkezin en çetin imtihanını ve en büyük sırrını birkaç mısrada önümüze sermektedir.
​Her şey, bir hayretle başlar. Gönül, fıtratındaki o ebediyet arzusunun ve dünyaya sığmayışının neticesinde bir sancı hissetmeye başlar. Bu, “derd ü gam” ile dolmaktır. Bu dert, dünyevî kayıpların veya geçici heveslerin elemi değil, asıl vatanından ayrı düşmüş ruhun hissettiği “hicran” acısıdır. İnsan, bu dünyada bir gurbettedir ve gönlü bu gurbetin farkına vardığında dertlenmeye başlar. Bu dert, mübarek bir derttir; zira insanı uyandıran, gaflet perdesini yırtan bir kamçıdır.
​Derdin bir sonraki mertebesi “yanmak”tır. Aşk ateşi, gönül hanesini sarmıştır. Bu ateş, bir yandan can yakar, ıstırap verir; diğer yandan ise o hanedeki bütün lüzumsuz eşyayı, putları, fânî sevgileri ve enaniyetten kaynaklanan kirleri yakıp kül eder. Pervanenin ateşe olan aşkı misali, âşık da bu ilahî cezbenin ateşine doğru koşar. Bilir ki, varlığının isbatı, bu ateşte yok olmasındadır. Bu yanış, bir fenâ bulma, yani kendi fânî varlığından geçip Bâkî olanın varlığında ebedileşme tecrübesidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda ifade edildiği gibi, fânî aşklar dahi insanı bu potansiyele hazırlayan birer basamaktır: “İnsanın fıtratında bekaya karşı gayet şedid bir aşk var. Hattâ her sevdiği şeyde kuvve-i vâhime cihetiyle bir nevi beka tevehhüm eder, sonra sever. Ne vakit zevalini düşünse veya görse, derinden derine feryad eder. Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır. Eğer tevehhüm-ü beka olmazsa muhabbet edemez. Hattâ denilebilir ki: Âlem-i bekanın ve ebedî Cennet’in bir sebeb-i vücudu, şu mahiyet-i insaniyedeki o şiddetli aşk-ı bekadan çıkan gayet kuvvetli arzu-yu beka ve beka için fıtrî umumî duadır ki, Bâki-i Zülcelal o şedid sarsılmaz fıtrî arzuyu, o tesirli kuvvetli umumî duayı kabul etmiştir ki, fâni insanlar için bâki bir âlemi halketmiş. Hem hiç mümkün müdür ki: Fâtır-ı Kerim, Hâlık-ı Rahîm, küçük midenin cüz’î arzusunu ve muvakkat bir beka için lisan-ı hal ile duasını hadsiz enva’-ı mat’umat-ı leziziyenin icadıyla kabul etsin de, umum nev-i beşerin pek büyük bir ihtiyac-ı fıtrîden gelen pek şiddetli bir arzusunu ve küllî ve daimî ve haklı ve hakikatlı, kalli, halli, bekaya dair gayet kuvvetli duasını kabul etmesin? Hâşâ, yüzbin defa hâşâ. Kabul etmemek mümkün değildir.”
İşte bu yanış, kalbi fânîden Bâkî’ye çeviren bir kimya gibidir.
​Makalenin zirvesi, Hacı Bayram-ı Velî’nin de işaret ettiği o sırlı hakikattir: Derman, yanmanın tam kalbindedir. Tıpkı ateşte pişen bir yemeğin lezzet bulması, ateşe atılan altının saflaşması gibi, gönül de aşk ateşinde yanarak kemâle erer. Artık dert bir musibet değil, bir rahmettir. Istırap bir azap değil, bir terbiye vesilesidir. Bu mertebeye ulaşan bir ruh için Allah’tan gelen kahır da lütuf da birdir. O bilir ki, her ikisi de Sevgili’dendir ve her ikisi de kendisini O’na yaklaştırmak içindir. Bu, imanın ve teslimiyetin en yüksek derecesidir; derdi verenin içinde dermanı da gizlediğini nazar ve bakış ile müşahede etmektir.
​Özet
​Hacı Bayrâm-ı Velî’nin beyti, manevî yolculuğun dört temel aşamasını özetler: Gönlün manevî bir arayışla hayrete düşmesi, Allah’tan ayrı kalmanın derdiyle dolması, ilahî aşk ateşiyle yanarak masivadan arınması ve nihayetinde şifayı ve huzuru bu yanışın bizzat kendisinde bulması. Bu süreç, zahiren acı dolu bir yol gibi görünse de, hakikatte ruhun olgunlaşarak aslına rücu etmesinin ve fânî dertlerin ötesinde, ebedî dermanı bulmasının hikmetli bir tasviridir.

​İkinci Beyit ve Tahlili: Sultan Abdülaziz Han / Muallim Feyzi
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​بی حضورم نالۀ مرغ دل دیوانه‌دن
فرق اولونمــاز جسم بیمارم بوزولمش لانه‌دن
بونجه درد و محنته قاتلاندیغم آیا ندن
ترك جان ایتسه‌م‌ده قورتولسه‌م شو محنتخانه‌دن

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Bî-huzûrum nâle-i mürg-i dil-i dîvâneden
Fark olunmaz cism-i bîmârım bozulmuş lâneden
Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden
Terk-i cân etsem de kurtulsam şu mihnet-hâneden
​Sultân Abdülaziz Hân / Muallim Feyzi (?)

​Günümüz Türkçesiyle:
​Bir kuşa benzeyen deli gönlümün ağlayıp inlemelerinden dolayı huzursuzum.
Öyle huzursuzum ki hastalanmış bedenimin bozulmuş bir kuş yuvasından farkı kalmadı.
Bunca sıkıntıya, kedere acaba ben niye katlanıyorum?
Canımı terk etsem de şu sıkıntı, elem, keder yurdu olan dünyadan kurtulsam.

​İzah ve Tahlil
​Bu beyitler, derin bir melankoli, bî-huzurluk ve fânî hayattan duyulan bezginliği ihtiva eden, son derece lirik ve dokunaklı bir ruh halini tasvir eder. Şair, iç dünyasındaki huzursuzluğun kaynağını “nâle-i mürg-i dil-i dîvâne” olarak teşhis eder. Gönül, ilahî bir aşkla veya çözülmemiş bir ızdırapla “divane” olmuş bir kuşa benzetilir. Bu kuşun inleyişleri, yani kalbin dinmeyen sızıları, şairin bütün huzurunu kaçırmıştır.
​Bu derûnî ızdırap, zahirî âleme, yani bedene de tesir etmiştir. “Cism-i bîmârım”, yani hasta beden, artık “bozulmuş bir lâne”den (yuva) farksızdır. Ruh kuşu huzursuz olunca, içinde barındığı yuva olan beden de harap ve bitap düşmüştür. Bu, ruh-beden bütünlüğünün ne denli hassas olduğunu gösteren güçlü bir tasvirdir.
​Üçüncü mısra, bu ıstırap karşısında bir isyan değil, bir sorgulama ve yorgunluk ifadesidir: “Bunca derd ü mihnete katlandığım âyâ neden?”. Bu, çekilen çilelerin manasını ve gayesini anlama çabasının bir feryadıdır. Son mısra ise bu yorgunluğun ulaştığı zirveyi gösterir. Dünya, bir “mihnet-hâne” yani “çile ve eziyet evi” olarak görülmekte ve bu evden tek kurtuluş yolu “terk-i cân”, yani canı terk etmek olarak arzulanmaktadır. Bu arzu, basit bir can terki temayülü değil, ruhun beden kafesinden ve dünya zindanından kurtularak asıl vatanına, mutlak huzura kavuşma isteğinin trajik bir ifadesidir.
​Makale: Mihnet-Hâne Olarak Dünya ve Huzursuz Ruhun Sığınağı
​İnsan ruhu, tabiatı icabı ebediyete meftundur. O, bu dar, geçici ve noksanlıklarla dolu dünya hayatına sığmaz. Şairin feryadında dile gelen bî-huzurluk, aslında ruhun bu dünyaya ait olmayışının, bir gurbette oluşunun en temel isbatıdır. Beyitlerde tasvir edilen “divane gönül kuşu”, bu hakikatin farkına varmış, beden kafesinde çırpınan ve asıl yuvası olan ebediyet âlemini özleyen her hassas ruhun sembolüdür.
​Dünya, hadîs-i şerifte ifade edildiği üzere “mü’minin zindanı, kâfirin cenneti”dir. Şairin dünyayı bir “mihnet-hâne” olarak nitelendirmesi, bu nebevî hikmetin şiir diline dökülmüş halidir. Zira iman eden bir gönül için bu hayat, bir imtihan meydanı, nefs ile mücâdele mahalli ve ahirete hazırlık yeridir. Bu açıdan bakıldığında, karşılaşılan her “derd ü mihnet”, ruhu olgunlaştıran, günahları döken ve manevî dereceleri artıran birer vesiledir. Lakin insan, yapısı gereği zayıftır. Bazen imtihanın şiddeti karşısında yorulur, “âyâ neden?” diye sormaktan kendini alamaz. Bu sorgulama, imansızlığın değil, acziyetin ve yorgunluğun bir neticesidir. Bu, kulun Rabbi’ne nazıdır, O’nun rahmetine sığınma arzusunun bir feryadıdır. Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Eyyûb’un (a.s.) duası bu hale ne güzel bir misaldir: “Eyyûb’u da an. Hani o, rabbine, ‘Başıma bu dert geldi. Ama sen merhametlilerin en merhametlisisin’ diye niyaz etmişti.” (Enbiyâ, 21/83).
​”Terk-i cân” arzusu, bu mihnet-hâneden kurtulma isteğinin en uç noktasıdır. Bu, dünyanın fânîliğinin ve aldatıcılığının tam manasıyla idrak edildiği bir ruh halini yansıtır. Gönül artık dünyanın süsüne, zevkine aldanmamakta, bütün bunların birer “oyun ve eğlence” (En’âm, 6/32) olduğunu bilmektedir. Tek arzu, bu oyun sahnesinden çekilip, hakiki hayatın ve ebedî saâdetin bulunduğu âleme hicret etmektir. Bu, bir yok oluş arzusu değil, hakiki varlığa, “Dâru’s-Selâm”a (Barış ve Esenlik Yurdu) kavuşma iştiyakıdır.
​Ancak İslâm düşüncesi, bu arzuya sabır ve rıza ile mukabele etmeyi telkin eder. Hayatı ve ölümü yaratan Allah’tır ve her ikisi de birer imtihandır. Kula düşen, tayin edilen ecel vaktine kadar bu mihnet-hânenin imtihanlarına sabretmek, şikâyeti bırakıp şükre sarılmak ve ruh kuşunun feryadını bir dua ve niyaza dönüştürmektir. Zira bedenin harap bir yuvaya dönmesi, ruh kuşunun yakında bu yuvadan uçacağının ve özgürlüğüne kavuşacağının da habercisi olabilir.
​Özet
​Sultan Abdülaziz’e atfedilen bu beyitler, ruhun bu dünyaya sığmamasından kaynaklanan derin bir huzursuzluğu ve yorgunluğu dile getirir. Gönül, divane bir kuş, beden ise harap olmuş bir yuva gibidir. Dünya, bir çile ve eziyet yeri (“mihnet-hâne”) olarak görülür ve bu yerden tek kurtuluşun canı terk ederek hakiki âleme göç etmek olduğu arzulanır. Bu şiir, insanın fânî hayat karşısındaki acziyetini, gurbet hissini ve ebedî huzura olan özlemini son derece dokunaklı bir şekilde tasvir etmektedir.

​Üçüncü Beyit ve Tahlili: Fennî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​آیاقدر باشی ایصال ایلین هر پرده مطلوبه
كبارك اعتلای قدرینی خدام ایدر تصحیح

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Ayakdır başı îsâl eyleyen her yerde matlûba
Kibârın i’tilâ-yı kadrini huddâm eder tashîh
​Fennî

​Günümüz Türkçesiyle:
​İnsanı arzuladığı, istediği şeye kavuşturan, her yerde buna vesile olan ayaktır.
Makam mevki olarak üst tabakada bulunan insanların daha da yüksek makamlara çıkmasına onun yanında bulunan ve hizmetini gören yardımcıları vesile olurlar.

​İzah ve Tahlil
​Fennî’nin bu beyti, sosyal hayata ve kâinattaki işleyişe dair son derece hikmetli bir tespiti ihtiva eder. Beyit, görünüşte zıt veya birbirinden farklı mertebede olan iki unsurun, “baş” ile “ayak”ın, “kibâr” (büyükler, seçkinler) ile “huddâm”ın (hizmet edenler) birbirine olan zarurî bağlılığını ortaya koyar.
​İlk mısra, somut bir hakikati dile getirir: “Ayakdır başı îsâl eyleyen her yerde matlûba”. Baş, düşüncenin, emrin ve iradenin merkezidir; ancak hedefe (matlûba) ulaşmak için ayağın hareketine muhtaçtır. En dâhî komutan, ordusu olmadan; en bilge hükümdar, tebaası olmadan hedefine varamaz. Ayak, burada sadece bir organ değil, aynı zamanda hedefe ulaşmayı sağlayan her türlü vasıtanın, sebebin ve yardımcının sembolüdür.
​İkinci mısra, bu fikri sosyal hayata tatbik eder: “Kibârın i’tilâ-yı kadrini huddâm eder tashîh”. Yani, büyüklerin ve makam sahiplerinin kadrinin, şerefinin yükselmesi ve bu yüksekliğin doğrulanması (tashih edilmesi), onlara hizmet edenler sayesinde mümkün olur. Bir amirin başarısı memuruna, bir ustanın şöhreti çırağına, bir liderin gücü ise ona sadakatle bağlı olanlara bağlıdır. Hizmet edenlerin gayreti, sadakati ve liyakati olmadan, en tepedeki kişinin makamı ve itibarı boşlukta kalmaya mahkumdur. “Tashih” kelimesi burada bilhassa mühimdir; zira hizmetkârlar, liderin büyüklüğünü sadece mümkün kılmakla kalmaz, aynı zamanda onu ispatlar ve doğrularlar.
​Makale: Başın Kıymetini Tasdik Eden Ayak: Vesileler ve Hizmetin Fazileti
​Kâinat, Cenâb-ı Hakk’ın Esma-i Hüsna’sının tecellî ettiği muhteşem bir nizam ve âhenk kitabıdır. Bu kitabın her bir harfi, her bir kelimesi bir diğeriyle kopmaz bir bağlantı ve münasebet içindedir. Fennî’nin beyti, bu cihan şümul hakikatin sosyal hayattaki bir yansımasını, yani sebep-sonuç, âmir-memur, usta-çırak ilişkisindeki derûnî dengeyi gözler önüne serer. Toplumda var olan hiyerarşi, bir üstünlük-aşağılık sıralaması değil, bir vazife taksimidir. “Baş” olmak ne kadar mühim bir vazife ise, o başı hedefine taşıyan “ayak” olmak da o kadar şerefli ve zarurî bir hizmettir.
​Tarih, bu hakikatin sayısız misaliyle doludur. Büyük zaferler kazanan komutanların arkasında, isimleri tarihe geçmemiş nice kahraman nefer vardır. İnsanlığa ışık tutan büyük âlimlerin eserleri, onların mürekkeplerini dolduran, kitaplarını istinsah eden ve fikirlerini yayan sadık talebeleri sayesinde günümüze ulaşmıştır. Devletleri âbâd eden sultanların başarısı, onlara hizmet eden liyakatli vezirlerin, adil kadıların ve çalışkan görevlilerin omuzlarında yükselmiştir. İşte bu noktada beyitte geçen “huddâm eder tashîh” ifadesi derin bir mana kazanır. Liderin vizyonu ve emri ne kadar isabetli olursa olsun, onun bu vizyonunu hayata geçirecek olan hizmet ehli olmadıkça, o vizyon bir hayal olarak kalır. Hizmet edenlerin liyakati ve başarısı, liderin kıymetini doğrular, adeta mühürler.
​Bu beyit, aynı zamanda enaniyet ve kibre karşı da güçlü bir tenkittir. Makam ve mevki sahibi olan “kibâr” zümresi, kendilerini başarıya ulaştıran “huddâm”ı, yani vesileleri unuttuğu an, kadrini ve itibarını da yitirmeye başlar. Baş, ayağa muhtaç olduğunu unuttuğunda, o başın tökezlemesi ve düşmesi mukadderdir. Bu sebeple hakiki büyüklük, tevazu ile hizmet ehline kıymet vermek, onların hakkını teslim etmek ve başarının tek bir kişiye değil, bir bütünün ahengine ait olduğunu idrak etmektir.
Cenâb-ı Hak, işlerini sebepler perdesi altında icra eder. Huddâm da kibârın başarısı için ilahî bir sebeptir. Bu sebebe riayet etmek, Sünnetullah’a, yani Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara saygı duymanın bir gereğidir.
​Netice olarak, her “baş” bilmelidir ki, onu ayakta tutan ve hedefine yürüten “ayaklar”dır. Ve her “ayak” da bilmelidir ki, bir “baş”a hizmet ederek yürüdüğü yol, sadece bir hedefe değil, aynı zamanda bir bütünün parçası olarak şerefli bir vazifeyi ifa etmenin huzuruna çıkar.
​Özet
​Fennî’nin beyti, toplumdaki ve kâinattaki iş bölümü ve karşılıklı bağımlılık ilkesini veciz bir şekilde ortaya koyar. Nasıl ki baş, hedefe ulaşmak için ayağa muhtaç ise, makam ve mevki sahibi büyükler de (“kibâr”) kıymetlerinin ve başarılarının ispatı için onlara hizmet edenlere (“huddâm”) muhtaçtır. Bu beyit, başarının tek bir kişiye ait olmadığını, bir bütünün ahenkli çalışmasının neticesi olduğunu vurgularken, aynı zamanda kibir ve enaniyeti tenkit ederek tevazu ve hizmetin faziletine işaret eder.

​Dördüncü Beyit ve Tahlili: Yahyâ Kemâl Beyatlı
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​مجراسی سنگساره دونن جویلر کبی
وادی عزلتنده خموشز توكلك

​Latin Harfleriyle:
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Mecrâsı sengsâra dönen cûylar gibi
Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün
​Yahyâ Kemâl Beyatlı

​Günümüz Türkçesiyle:
​Yatağını çakıl taşlarının beklediği ırmaklar gibi
tevekkülün uzlet vadisinde sessiz bir şekilde bekliyoruz.

​İzah ve Tahlil
​Yahyâ Kemâl’in bu muhteşem beyti, teslimiyet ve sabır halini son derece estetik ve derinlikli bir imgeyle tasvir eder. Beyit, iki temel unsur üzerine kuruludur: “mecrâsı sengsâra dönen cûylar” (yatağı taşlığa dönmüş ırmaklar) ve “tevekkülün uzlet vadisinde sessiz kalmak (hamûş olmak)”.
​”Mecrâsı sengsâra dönen cûylar” imgesi, bir duraklama, bir engellenme ve bir kuraklık halini ifade eder. Bir zamanlar gürül gürül akan ırmaklar, şimdi kurumuş, yatakları çakıl taşlarıyla dolmuştur. Bu, hayatta karşılaşılan zorlukları, işlerin yolunda gitmediği dönemleri, umutların ve imkânların tükendiği anları sembolize eder. Akış durmuş, geriye sadece taşlık ve sessiz bir yatak kalmıştır.
​Bu çaresizlik gibi görünen manzara karşısında şairin takındığı tavır, beytin ikinci mısrasında ortaya konur: “Vâdî-i uzletinde hamûşuz tevekkülün”. Burada isyan, feryat veya çırpınış yoktur. Aksine, tam bir sükûnet, sessizlik (hamûş) ve içe çekilme (uzlet) hali vardır. Ancak bu pasif bir bekleyiş değildir. Bu, “tevekkül” vadisinde gerçekleşen bilinçli bir duruştur. Tevekkül, sebeplere başvurduktan sonra neticeyi Allah’tan bekleme, O’nun takdirine razı olma halidir. Şair, kuruyan ırmaklar misali, elinden bir şey gelmediği noktada, şikâyeti ve telaşı bırakarak Allah’ın rahmetini ve takdirini sessiz bir teslimiyetle beklemeye çekilmiştir. Bu “uzlet vadisi”, dış dünyadan değil, çaresizliğin getirdiği panik ve isyandan uzaklaşarak, kalbî bir sükûnete ve teslimiyete sığınma makamıdır.
​Makale: Tevekkül Vadisinde Sükût: Sabırla Bekleyişin Derûnî Fazileti
​Hayat, her zaman bir nehir gibi coşkun ve engelsiz akmaz. Bazen yatağı kurur, yolu taşlarla kesilir ve akış durur. Modern insanın en büyük imtihanlarından biri, işte bu duraklama anlarında gösterdiği sabırsızlık ve paniğe kapılmasıdır. Yahyâ Kemâl, bu beyitiyle bize kadîm bir hikmeti, İslâm düşüncesinin en mühim kalelerinden biri olan “tevekkül”ü hatırlatır. O, kuruyan ırmakların sessizliğini, tevekkül ehlinin vakur sükûtuna benzeterek, bekleyişin en asil halini tasvir eder.
​”Mecrâsı sengsâra dönen cûylar” olmak, hayatın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Her insan, kariyerinde, ailesinde, sağlığında veya manevî hayatında bu tür kuraklık ve engellenme dönemleri yaşar. Bu dönemler, imanın ve karakterin en çok sınandığı zamanlardır. İnsan ya ümitsizliğe kapılıp isyan eder ya da bu durumu bir imtihan bilerek sabır ve tevekkülle mukabele eder. Tevekkül, tembellik veya acziyetin bir mazereti değildir. Bilakis, kişinin kendi gücünün ve iradesinin sınırlarını bilmesi, elinden gelen tüm gayreti gösterdikten sonra, kudreti sonsuz olan Allah’a teslim olmasıdır. Bu teslimiyet, bir zayıflık değil, en büyük güç kaynağıdır. Bediüzzaman Said Nursi’nin ifade ettiği gibi: “İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 314). Yani, Allah’ın birliğine iman etmek, O’na teslim olmayı gerektirir. Bu teslimiyet, kişiyi tevekküle götürür ve bu tevekkül de hem dünya hem de ahiret saadetini netice verir.
​Beyitteki “uzlet vadisi”, kalabalıkların gürültüsünden, dünyanın telaşından ve nefsin fısıltılarından sıyrılarak, kulun Rabbi ile baş başa kaldığı bir manevî sığınaktır. Bu vadide “hamûş” olmak, yani susmak, şikâyetin dilini kapatıp, hâl diliyle dua etmektir. Bu sükût, “Ya Rabbi, elimden geleni yaptım, sebepler tükendi. Artık hüküm ve takdir Senindir. Senden gelecek her şeye razıyım” demenin en beliğ yoludur. Kurumuş ırmak yatağının, gökten inecek rahmet yağmurunu sessizce beklemesi gibi, tevekkül ehli de kalbini semaya açarak, sabrı, rızayı ve zamanın hikmetini öğretir. Her gecenin bir sabahı, her kışın bir baharı olduğu gibi, her kuraklığın ardından da bir rahmet yağmurunun geleceğine olan inancı pekiştirir. Tevekkül vadisinde sükûtla bekleyenler bilirler ki, ırmağı bir zamanlar akıtan Kudret, dilediği zaman onu yeniden coşturmaya muktedirdir. Onlara düşen, o an gelinceye kadar edebi ve teslimiyeti muhafaza etmektir.
​Özet
​Yahyâ Kemâl’in beyti, hayattaki zorlu ve durağan dönemler karşısında takınılması gereken olgun tavrı, yani tevekkülü anlatır. Kendisini, yatağı kurumuş ve taşlarla dolmuş bir ırmağa benzeten şair, bu çaresizlik anında isyan veya feryat yerine, “tevekkülün uzlet vadisi”ne çekilerek sessiz ve vakur bir bekleyişi tercih ettiğini ifade eder. Bu sükût, bir acziyetin değil, Allah’ın takdirine tam bir teslimiyetin ve rahmetini sabırla beklemenin en derin ve estetik ifadesidir.

​Beşinci Beyit ve Tahlili: Âfitâbî
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​دلده کم سوز اولا نی کبی نفسدن بیلینیر
خانه‌نك شنلکی ایچنده‌کی سسدن بیلینیر

​Latin Harfleriyle:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
​Dilde kim söz ola ney gibi nefesden bilinir
Hânenin şenliği içindeki sesden bilinir
​Âfitâbî

​Günümüz Türkçesiyle:
​Eğer bir insanın gönlünde yanma, ıstırap, acı varsa bu -aynı ney gibi- onun aldığı nefesten anlaşılır.
Bir evde şenlik olup olmadığı o evden gelen seslerden anlaşılır.

​İzah ve Tahlil
​Âfitâbî’nin bu hikmet dolu beyti, derûnî (iç) dünyanın tezahürlerinin zahirî (dış) âlemde mutlaka bir karşılığının olacağı hakikatini iki güçlü benzetme üzerinden anlatır. Beyit, “içeride ne varsa, dışarıya o sızar” şeklindeki kadîm prensibin edebi bir ifadesidir.
​İlk mısra, son derece sanatkârane bir teşbih içerir: “Dilde kim söz ola ney gibi nefesden bilinir”. “Dil” burada gönül, kalp anlamındadır. Gönülde hangi “söz” yani hangi his, hangi dert, hangi aşk, hangi mana varsa, bu tıpkı ney gibi, insanın nefesinden anlaşılır. Ney, kendi başına bir ses çıkaramayan içi boş bir kamıştır. Ona sesini ve manasını veren, neyzenin üflediği “nefes”tir. Neyden çıkan her nağme, neyzenin nefesindeki mananın bir yansımasıdır. Aynı şekilde, insanın nefesi, ahı, iç çekişi, hatta konuşurkenki ses tonu bile, gönül âleminde gizli olan “söz”ü, yani derûnî hali dışa vurur. Gönlü yananın nefesi sıcak, gönlü kırık olanın nefesi bir “ah” olur.
​İkinci mısra, bu fikri daha somut ve herkesin anlayabileceği bir misalle pekiştirir: “Hânenin şenliği içindeki sesden bilinir”. Bir evin önünden geçerken içinden kahkahalar, neşeli konuşmalar geliyorsa, o evde bir şenlik, bir mutluluk olduğu anlaşılır. Eğer derin bir sessizlik veya ağlama sesleri duyuluyorsa, bir hüzün veya matem olduğu hissedilir. Evin zahirî duvarları, içindeki derûnî hali gizleyemez; içerideki sesler, evin ruh halini dışarıya ilan eder. Bu misal, ilk mısradaki soyut “ney-nefes” benzetmesini toprağa basan, onu hayatın içinden bir gerçeklikle doğrulayan bir yapıya sahiptir.
​Makale: Sıfatların Aynası: Derûnî Hâlin Zahirî Tecellîleri
​İnsan, sırlarla dolu bir âlemdir. Gönlü, kimsenin tam manasıyla muttali olamadığı bir umman gibidir. Ancak bu ummanın dalgaları, er ya da geç kıyıya, yani zahirî âleme vurur. Âfitâbî’nin beyti, bu kaçınılmaz tezahürün kanununu ortaya koyar: Hiçbir derûnî hal, sonsuza dek gizli kalamaz; o, kendini mutlaka nefeste, seste, sözde, yüzde ve amelde gösterir.
​”Ney ve nefes” metaforu, tasavvuf düşüncesinin en zengin sembollerinden biridir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Mesnevî’sine “Dinle neyden…” diye başlarken, ney’i asıl vatanı olan kamışlıktan ayrılmış ve bu ayrılığın hasretiyle inleyen “insan-ı kâmil”in bir sembolü olarak sunar. Ney, enaniyetten arınmış, içi boşaltılmış, kendini tamamen neyzenin (bu bağlamda ilahî iradenin veya derûnî aşkın) nefesine teslim etmiştir. Bizim nefesimiz de gönül neyimizin sesidir. Gönlümüzde Allah aşkı varsa, nefesimiz zikir ve dua olur. Gönlümüzde haset ve kin varsa, nefesimiz gıybet ve iftira olur. Gönlümüzde hüzün varsa, nefesimiz bir “ah” olur. Bu sebeple, bir insanın sözlerinden ve hatta suskunluğundan yayılan “nefes”ten, onun gönül dünyasının bir haritasını çıkarmak mümkündür. Hadîs-i şerifte buyurulduğu gibi: “Kalbi dürüst olmadıkça kulun imanı doğru olmaz. Dili doğru olmadıkça da kalbi doğru olmaz.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 198). Bu, dil ile kalp, yani zahir ile batın arasındaki kopmaz bağlantının en güzel isbatıdır.
​”Şenliği sesten bilinen hâne” misali ise bu hakikati ferdî plandan içtimaî plana taşır. Bir insan nasıl ki gönlündekini nefesiyle dışa vurursa, bir toplum da derûnî yapısını, ahlâkını ve manevî sağlığını ürettiği “sesler”le, yani sanatıyla, edebiyatıyla, gündelik konuşmalarıyla, ilmiyle ve kültürüyle ortaya koyar. Bir toplumda en çok konuşulan, dinlenen ve üretilen “sesler”, o toplumun “hâne”sinin şen mi yoksa yaslı mı olduğunu, mamur mu yoksa harap mı olduğunu gösteren en kesin delildir.
​Netice itibarıyla bu beyit, bizlere hem bir teşhis metodu sunar hem de bir ahlâkî sorumluluk yükler. Başkalarını anlamak için onların “nefes”lerine ve “ses”lerine kulak vermemiz gerektiğini öğretir. Daha da mühimi, kendi zahirî hallerimizi bir ayna gibi kullanarak derûnî âlemimizi kontrol etmemiz gerektiğini hatırlatır. Eğer sözlerimiz ve amellerimiz (sesimiz), arzu ettiğimiz manevî güzellikleri (şenliği) yansıtmıyorsa, o zaman sorunu dışarıda değil, içeride, yani “hâne”nin kendisinde, gönlümüzde aramak gerekir. Çünkü hânenin içi mamur olmadan, dışarıya şenlik sesleri yayılmaz.
​Özet
​Âfitâbî’nin beyti, iç dünya ile dış dünya arasındaki sarsılmaz ilişkiyi vurgular. Bir insanın gönlünde ne varsa (dert, aşk, sevinç), bunun tıpkı neyzenin nefesinin neyden bir nağme olarak çıkması gibi, kişinin nefesinden ve halinden anlaşılacağını belirtir. Aynı şekilde, bir evin içindeki mutluluk veya hüznün, o evden yansıyan seslerden belli olacağı gibi, insanın zahirî halleri de onun derûnî yapısının bir aynasıdır. Beyit, bir şeyin iç yüzünü anlamak için onun dışa vuran tezahürlerine bakmak gerektiğini hikmetli bir dille ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 141–

BERCESTE VE İZAHI – 141–

​1. Berceste Beyit: Avnî (Fatih Sultan Mehmed) ve Varlığın Geçiciliği
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​غرّه اولما دلبرا حسن و جماله قيل وفا
باقي قالماز كيمسه يه نقش و نكار الدن كيدر

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gırre olma dilberâ hüsn ü cemâle kıl vefâ
Bâkî kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider
​Avnî (Fatih Sultan Mehmed)

​ Açıklama:
​Ey gönlümü alıp götüren sevgili! Sende mevcut olan güzelliğe gururlanıp da âşıklarına vefasızlık yapma. Şunu aklından hiç çıkarma! Bu güzellik, süs kimsede ebedi olarak kalmaz. Bir gün senden de gidecek.

​Geniş İzah ve Tahlil
​Cihanı titreten bir padişahın, Fatih Sultan Mehmed Han’ın “Avnî” mahlasıyla kaleme aldığı bu beyit, gücün ve ihtişamın zirvesinden varlığın faniliğine yapılmış bir nazardır. Beyit, zâhiren bir “dilber”e, yani güzele seslenir. Ona, sahip olduğu “hüsn ü cemâl” (güzellik) ile “gırre olma” yani gurura kapılma, aldanma diye nasihat eder. Güzelliğine güvenerek âşıklarına eziyet etmemesini, onlara “vefâ” göstermesini ister.
​Beytin ikinci mısraı ise bu nasihatin hikmetini ve sebebini açıklar: “Bâkî kalmaz kimseye nakş u nigâr elden gider.” Yani bu güzellik, bu süs, bu endam kimseye ebediyen kalmaz; her şey gibi o da geçicidir ve bir gün elden gidecektir. “Nakş u nigâr” tabiri, sadece yüz güzelliğini değil, dünyevî olan her türlü zîneti, süsü, makamı ve şöhreti de ihtiva eden geniş bir manaya sahiptir. Bu beyit, fani olanın cazibesine kapılıp ebedî olanı, yani vefayı, sadakati, güzel ahlâkı unutmamak gerektiğine dair kuvvetli bir ikazdır.
​Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Fatih’in Gözünden Fanilik”
​Tarih sahnesinde Fatih Sultan Mehmed, kudretin, azmin ve fethin sembolüdür. Bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, Bizans’ın bin yıllık surlarını yıkan bu büyük hükümdarın, “Avnî” mahlasıyla şiirler yazması ve bu şiirlerde dünyanın geçiciliğinden, güzelliğin faniliğinden bahsetmesi, üzerinde derinlemesine düşünülmesi gereken bir hadisedir. Bu beyit, bir padişahın kaleminden dökülmüş olması hasebiyle, sadece bir sevgiliye yazılmış lirik bir mısra olmanın ötesinde, bir cihan imparatorunun hayat ve varlık hakkındaki tefekkürünün bir isbatıdır.
​Sultan Mehmed, fethettiği Konstantinopolis’in saraylarında gezerken, Efrasiyab’ın sarayının yıkılışını anlatan meşhur Farsça beyiti mırıldanmıştır: “Perdedârî mîküned der kasr-ı Kayser ankebût / Bûm nevbet mîzened der kubbe-i Efrâsiyâb” (Örümcek, Kayser’in sarayında perdedarlık yapıyor / Baykuş, Efrasiyab’ın kubbesinde nöbet tutuyor). Bu hadise, onun zihninin her daim ihtişamın ardındaki “hiçlik” ve “fanilik” hakikatiyle meşgul olduğunu gösterir. İşte “Gırre olma dilberâ…” diye başlayan beyit de aynı tefekkürün bir başka tezahürüdür. Burada “dilber,” sadece güzel bir kadın değil, aynı zamanda insanın aklını çelen “dünya”nın kendisidir. Güzelliğiyle, zenginliğiyle, makam ve şöhretiyle insanı aldatan, gurura sevk eden fani hayattır. Fatih, bu dilbere, yani dünyaya seslenerek, “Ey dünya! Güzelliğine aldanma, bir gün bu saltanatın bitecek,” demektedir.
​Bu beyit, her insan için ibretli bir derstir. İnsan, gençliğine, güzelliğine, zenginliğine veya makamına aldandığı an, en büyük yanılmanın içine düşer. Zira bütün bu “nakş u nigâr,” Cenâb-ı Hakk’ın bize birer emanetidir. Emanete hıyanet ise gurura kapılarak onun asıl Sahibini unutmak ve onunla başkalarına zulmetmektir. Fatih, güzellik sahibinden “vefâ” istiyor. Bu vefa, güzelliği verene şükretmek, o güzelliği O’nun rızası dairesinde kullanmak ve onun geçici olduğunu bilerek kimseyi hor görmemektir. Tarihin en büyük fatihlerinden birinin, en büyük fethin “kalp kırmamak” ve en büyük sultanlığın “nefsine hâkim olmak” olduğunu bu beyitle ne de güzel hatırlatmaktadır.
​Özet
​Fatih Sultan Mehmed (Avnî), bu beyitinde güzele ve güzelliğe seslenerek, geçici olan hüsn ü cemale aldanıp gurura kapılmaması gerektiğini öğütler. Zira dünyevî her türlü süs ve zînetin (“nakş u nigâr”) fani olduğunu, kimseye ebediyen kalmayacağını hatırlatır. Bu, sadece bir sevgiliye değil, aynı zamanda insanın aklını çelen dünyaya ve nefse yönelik kuvvetli bir ikazdır ve her türlü dünyevî imkanın bir emanet olduğu hikmetini barındırır.

​2. Berceste Beyit: Hz. Mevlânâ ve Aşkın İsbatı Olarak Cefa
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​عشق چون دعوی جفا ديدن گواه
چون گواهت نيست شد دعوی تباه

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Aşk çün da’vî cefâ dîden guvâh
Çün guvâhet nîst şod da’vî tebâh
​Hz. Mevlânâ

​Resimdeki Açıklama:
​Aşk davaya benzer, cefa çekmek de şahide. Eğer şahidin yoksa davayı kazanamazsın.

​Geniş İzah ve Tahlil
​Hz. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu Farsça beyitinde aşkı, somut ve hukuki bir teşbihle (benzetmeyle) izah ederek manayı zihinlere nakşetmektedir. Ona göre “aşk,” bir “da’vî” yani bir iddiadır, bir davadır. Bir kimsenin “Ben âşığım” demesi, bir mahkemede bir hak iddiasında bulunması gibidir. Peki, her iddia sahibinden delil ve şahit istendiği gibi, aşk davasının delili ve şahidi nedir? Hz. Mevlânâ bu sualin cevabını net bir şekilde verir: “cefâ dîden,” yani cefa görmek, cefa çekmektir.
​Beytin ikinci mısraı bu hükmü perçinler: “Çün guvâhet nîst şod da’vî tebâh.” Yani, “Eğer şahidin yoksa, davan batıl olur, boşa gider.” Âşık olduğunu iddia eden kimse, bu iddiasını isbatlamak için şahit olarak sevgilisi uğrunda çektiği çileleri, katlandığı sıkıntıları, döktüğü gözyaşlarını göstermek zorundadır. Eğer sevgi yolunda çekilen bir meşakkat, katlanılan bir cefa yoksa, “âşığım” iddiası boş bir laftan ibaret kalır. Bu cefa, âşıkın samimiyetinin ve sadakatinin tek muteber şahididir.
​Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Aşk Mahkemesinin Şahidi: Cefa”
​Modern insanın zihninde aşk, genellikle mutluluk, rahatlık, huzur ve keyif gibi müspet kavramlarla birlikte anılır. Sevginin zorluklardan kaçış, sıkıntılara karşı bir sığınak olması beklenir. Hz. Mevlânâ ise bu beyitiyle, bu yaygın telakkinin tam zıttı bir hakikati haykırır. Ona göre aşk, bir rahatlama veya kaçış değil, bilakis bir imtihan meydanıdır; bir dava ve isbat sürecidir. “Âşığım” demek kolaydır. Mühim olan, bu davanın altını doldurabilmektir.
​Aşk bir mahkemedir. Bu mahkemede müddeî (davacı) âşık, müddeâ aleyh (davalı) ise maşuktur. Hâkim ise bizzat Aşk’ın kendisidir. Âşık, “Ben sadakatle seviyorum” diye iddia ettiğinde, Aşk Hâkimi ondan şahit ister. İşte bu şahit, ne güzel sözler ne de hediyelerdir. Tek muteber şahit, “cefa”dır. Sevgili uğrunda uykusuz kalınan geceler, onun için katlanılan zorluklar, onun bir tebessümü için sineye çekilen kederler, hepsi birer şahit olarak bu mahkemeye celp edilir. Eğer âşıkın heybesinde bu şahitlerden hiçbiri yoksa, yani sevgisi onu hiçbir fedakârlığa, hiçbir meşakkate sevk etmemişse, davası düşer ve iddiası “tebâh” olur, yani boşa gider.
​Bu hikmet, sadece beşerî aşk için değil, asıl itibarıyla Aşk-ı İlahî için geçerlidir. Allah’a “Seni seviyorum yâ Rabbi!” demek, bir iddiadır. Bu davanın şahitleri ise O’nun rızası için katlanılan zorluklardır. Nefsin arzularına karşı verilen mücadele, ibadetlerin meşakkati, musibetlere karşı gösterilen sabır, hayır yolunda çekilen çileler, hepsi bu ilahî aşk davasının birer şahididir. Peygamberlerin hayatı, bu davanın en büyük isbatlarıyla doludur. Onlar, Allah sevgisi davasını, çektikleri cefalarla isbat etmiş en büyük âşıklardır.
​Dolayısıyla, hayatımıza giren zorluklar, aslında aşkımızın samimiyetini ölçen birer mihenk taşıdır. Eğer bir sevgi, ilk fırtınada sönüyor, ilk zorlukta pes ediyorsa, o sevgi değil, gelip geçici bir hevestir. Hakiki aşk, ateşte pişerek çelikleşen bir kılıç gibidir; cefalarla bilenir, zorluklarla parlar ve sadakatle isbat edilir.
​Özet
​Hz. Mevlânâ, aşkı bir davaya, cefa çekmeyi ise o davanın şahidine benzetir. Bir kimsenin “âşığım” demesi bir iddiadır ve bu iddianın isbatı, sevdiği uğruna katlandığı sıkıntılar ve çektiği cefalardır. Eğer bu yolda çekilmiş bir cefa yoksa, yani ortada bir şahit yoksa, aşk iddiası temelsiz ve geçersiz kalır. Bu, sevginin samimiyetinin ancak fedakârlık ve meşakkatle ölçülebileceği hikmetini ifade eder.

​3. Berceste Beyit: Hazmî ve Yanışın Farkı
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​پروانه ايله يانمەده يوق فرقيمز امّا
حزمی او پرندن طوتوشور بن جكرمزدن

​Latin Harfleriyle:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Pervâne ile yanmada yok farkımız ammâ
Hazmî o perinden tutuşur ben ciğerimden
​Hazmî

​Resimdeki Açıklama:
​Ey Hazmî! Aslında bizim, sevgili uğruna maddî varlığından vazgeçerek kendisini ateşin içine atan kelebekten pek bir farkımız yok; ama o, kanadından tutuşuyor; ben ise ciğerimden yanıyorum.

​Geniş İzah ve Tahlil
​Divan şiirinin en temel mazmunlarından (sembollerinden) olan “şem ü pervâne” (mum ve kelebek/güve) üzerine inşa edilmiş bu beyit, bilinen bir motifi alıp ona yepyeni ve çok daha derûnî bir mana katmaktadır. Pervâne, ışığa (muma), yani maşuka olan aşkı uğruna ateşe atılıp yanarak can veren, mutlak sadakatin ve feda olmanın sembolüdür. Şair Hazmî, ilk mısrada kendisiyle pervâne arasında “yanmak” eylemi açısından bir fark olmadığını söyleyerek alçakgönüllü bir başlangıç yapar. İkisi de maşuk uğruna yanmaktadır.
​Fakat ikinci mısra, “ammâ” kelimesiyle başlayan bir zıtlık ve üstünlük ortaya koyar. Aradaki fark, yanmanın şeklinde ve mahiyetindedir: “Hazmî o perinden tutuşur ben ciğerimden.” Pervânenin yanışı zâhirîdir; ateşe ilk temas eden yeri kanadıdır (“per”). Bu, dıştan başlayan ve gözle görülen bir yanmadır. Şairin yanışı ise batınîdir, derûnîdir. Onun ateşi “ciğerinden,” yani varlığının en merkezinden, en iç noktasından başlamıştır. “Ciğer” kelimesi burada sadece bir organ değil, canın, hayatın, en derin hissiyatın merkezi manasındadır. Bu, dışarıdan görünmeyen, sessiz, ama çok daha şiddetli ve köklü bir yanıştır.
​Hikmetli, Edebî ve Düşündürücü Makale: “Zâhirî ve Derûnî Yanış”
​Aşk ateşinde yanmak, edebiyatın ve hikmetin ezelî temalarındandır. Bu ateş, ham olanı pişirir, sahte olanı eritir, geriye sadece saf ve halis olanı bırakır. Hazmî’nin bu beyiti, bizleri bu yanmanın iki farklı tecellisi üzerinde düşünmeye sevk eder. Pervâne, aşk uğruna canını feda etmenin en kahramanca, en görünür sembolüdür. O, hiç tereddüt etmeden kendini ışığın kaynağına atar ve küle döner. Bu, zâhirî bir fedakârlıktır; herkesin görebileceği, takdir edebileceği bir eylemdir. Pervânenin yanışı, kanadından başlar; yani dış dünyayla temas ettiği noktadan.
​Âşıkın yanışı ise çok daha sessiz, çok daha derindir. Onun ateşi ciğerindedir. Bu, dışarıdan bakıldığında belki hiç fark edilmeyen, ama âşıkın bütün varlığını içten içe kemiren bir ateştir. Bu, ayrılığın, hasretin, kıskançlığın veya vuslatın imkânsızlığının yaktığı derûnî bir ateştir. Pervâne bir anda yanıp kül olur ve acısı biter. Âşık ise her nefeste, her an, içindeki o ateşle yaşar. Onun yanışı bir eylem değil, bir “hâl”dir. Hayatının her anına sinmiş, süreklilik arz eden bir ızdıraptır.
​Bu beyit, acının ve fedakârlığın niteliği üzerine hikmetli bir kapı aralar. Bazen en büyük kahramanlıklar, en gürültülü olanlar değildir. Bazen en derin acılar, en çok gözyaşı dökenlerde değil, tebessümünün ardında bir volkan saklayanlarda gizlidir. Hazmî, pervânenin fedakârlığını küçümsemez; “yanmada yok farkımız” diyerek onunla aynı kaderi paylaştığını belirtir. Ancak kendi acısının, kendi yanışının daha köklü, daha sürekli ve daha içli olduğunu ifade ederek, derûnî ızdırabın zâhirî olandan daha yakıcı olabileceğini ima eder. Aşk, sadece dışa vurulan eylemlerle değil, kimsenin görmediği o içli yanışlarla, o ciğerden gelen ateşle ölçülür. Bu ateş, âşıkı yavaş yavaş pişirir ve sonunda onu saf bir cevher hâline getirir.
​Özet
​Hazmî, kendisini, aşkı uğruna ateşte yanan pervâne (kelebek) ile kıyaslar. İlk bakışta ikisinin de “yanmak” kaderini paylaştığını söyler. Ancak aralarındaki temel farkı, yanmanın şeklinde ortaya koyar: Pervâne dıştan, kanadından tutuşurken; kendisi içten, varlığının merkezi olan ciğerinden yanmaktadır. Bu, şairin acısının daha derûnî, sürekli ve batınî olduğunu, zâhirî bir eylemin ötesinde bir varoluş hâli olduğunu ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 140–

BERCESTE VE İZAHI – 140–

​Birinci Beyit Tahlili: Fuzûlî’den Aşkın Belâsı
​İktibas
​Arapça Aslı:
یا رب بلای عشقیله قیل آشنا بنی
بر دم بلای عشقدن ایتمه جدا بنی
​Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Günümüz Türkçesiyle:
Yâ Rab belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni
Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni
​Şair: Fuzûlî
​Açıklama:
Ey Rabbim! Hakk’a olan aşkımdan dolayı başıma gelen belâlarla beni aşina kıl, beni onlarla dost et. Aşkın belâlarından beni bir an olsun ayrı bırakma. (Babası Mecnûn’u Kâbe’ye götürerek aşk derdinden kurtulması için Allah’a yalvarmasını ister. Mecnûn’un duası ise bu şekildedir.)

​Makale: Belâyı Nimete Çeviren Sır: Aşk
​Büyük söz sultanı Fuzûlî’nin bu meşhur beyti, zâhirî bakışla anlaşılamayacak, ancak derûnî bir nazarla hikmeti kavranabilecek bir niyazın en edebî ifadesidir. İnsanın tabiatı icabı belâdan, sıkıntıdan kaçması ve afiyet talep etmesi beklenirken, âşık, Rabbin’den hususi olarak “aşkın belâsı”nı istemekte, hatta o belâdan bir an bile ayrı kalmamayı dilemektedir. Bu durum, aklın sınırlarını zorlayan, ancak kalbin ve ruhun diliyle anlaşılabilecek bir hakikate işaret eder.
​Derdin İçindeki Devâ: Aşkın Yapısı
​Tasavvuf düşüncesinde ve divan edebiyatında “aşk”, basit bir hissiyattan öte, insanı hamlıktan olgunluğa taşıyan, enaniyeti yakan ve kulun Rabbine vasıl olmasına vesile olan ilâhî bir ateştir. Bu ateşin yakması, acı vermesi kaçınılmazdır; işte bu acı, Fuzûlî’nin lisanında “belâ-yı aşk” olarak tezahür eder. Âşık için bu belâ, sıradan insanların başına gelen musibetlerden tamamen farklıdır. Zira bu belânın kaynağı, Mahbûb-ı Hakikî olan Allah’tır. O’ndan gelen her şey, lütuf olduğu gibi, kahır suretinde görünen belâlar da aslında gizli birer lütuftur. Âşık, bu sırra vâkıf olduğu için, belâyı değil, belâsızlığı, yani sevgiliden ayrı kalma hâlini asıl musibet olarak görür. Aşk derdiyle yanmak, O’nunla bir çeşit muhataplık içinde olmaktır; bu dertten kurtulmak ise o muhataplığın kesilmesi, yani hicran ve ayrılık demektir.

​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Mecnûn’un Kâbe’deki Duası
​Bu beytin arkasındaki en meşhur hikâye, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn mesnevisinde zirveye taşıdığı kıssadır. Oğlu Kays’ın Leylâ’nın aşkıyla aklını yitirdiğini, halk arasında “Mecnûn” (cinlenmiş, deli) olarak anıldığını gören babası, çareyi Kâbe’ye gidip Allah’a sığınmakta bulur. Oğlundan, Kâbe’nin örtüsüne yapışarak bu aşk derdinden kurtulması için dua etmesini ister. Ancak Mecnûn, Kâbe’nin örtüsüne yapıştığında, babasının ve akl-ı selîm sahibi insanların beklediğinin tam zıddı bir niyazda bulunur:
​“Yâ Rab, belâ-yı aşk ile kıl âşinâ beni / Bir dem belâ-yı aşkdan etme cüdâ beni.”
​Mecnûn’un bu duası, onun aşkının artık mecazî boyuttan hakikî boyuta geçtiğinin isbatıdır. O, Leylâ’yı değil, Leylâ’nın şahsında tecelli eden ilâhî güzelliği ve o güzelliğin kaynağı olan Allah’ı sevmektedir. Bu sebeple aşkın verdiği ızdırap, onun için ruhun tasfiyesi ve arınması için bir vesiledir. Bu ızdırap sayesinde dünyevî her şeyden alâkasını kesmiş, sadece Sevgili’ye yönelmiştir. Bu belâ, onu Rabbine yaklaştıran bir Burak gibidir.
​Hikmet ve İbret
​Fuzûlî’nin bu beyti, bizlere hayatın zorluklarına ve musibetlerine bakış açımızı değiştirecek bir hikmet sunar. İnsanın başına gelen her hadise, eğer iman nazarıyla bakılırsa, bir terbiye ve tekâmül vesilesi olabilir. Zahiren “belâ” gibi görünen nice imtihan, aslında kişiyi olgunlaştıran, manevî derecesini yükselten ve onu Allah’a yaklaştıran gizli bir nimettir. Âşık, bu sırrı bildiği için belâdan kaçmaz, bilakis onu bir rahmet olarak karşılar. Çünkü bilir ki, ateş altını saflaştırdığı gibi, aşkın belâsı da ruhu saflaştırır, enaniyeti ve fâni bağlılıkları eritir. Bu beyit, derdin kendisinden değil, dermansızlıktan; acıdan değil, acıyı verenden gafil olmaktan şikâyet etmemiz gerektiğini telkin eder.
​Özet
​Fuzûlî’nin bu beyti, zâhiren bir çelişki gibi görünen, belâyı talep etme arzusunu dile getirir. Ancak bu belâ, sıradan bir musibet değil, “aşk belâsı”dır. Tasavvufî düşüncede bu dert, insanı olgunlaştıran, nefsini terbiye eden ve Allah’a yaklaştıran ilâhî bir lütuftur. Mecnûn’un Kâbe’deki duasını hatırlatan bu niyaz, âşığın, Sevgili’den gelen her şeyi, kahır da olsa lütuf olarak gördüğünü ve O’ndan ayrı kalmayı en büyük felaket bildiğini ifade eder. Beyit, imtihanların ve zorlukların manevî bir tekâmül vesilesi olabileceği hikmetini ders verir.

​İkinci Beyit Tahlili: Niyâzî-i Mısrî’den Hakikat Bilgisi
​İktibas
​Arapça Aslı:
رموز انبیایی واقف اسرار اولاندن صور
انا الحق سرّینی جاندن کچوب بردار اولاندن صور
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Rumûz-ı enbiyâyı vâkıf-ı esrâr olandan sor
Ene’l-Hak sırrını cândan geçip ber-dâr olandan sor
​Şair: Niyâzî-i Mısrî
​ Açıklama:
Nebilerin sembollerini, remizlerini o sırlara vâkıf olandan sor. “Ben Hakk’ım” diyerek fani hayatındaki canından vazgeçip darağacında asılan Hallâc-ı Mansûr’dan sor.

​Makale: Bilginin Değil, Hâlin Lisanı
​Niyâzî-i Mısrî, tasavvuf yolunun en celalli ve coşkun şairlerinden biri olarak, hakikat bilgisinin ancak o hakikati bizzat yaşayanlardan öğrenilebileceğini bu beyitinde kuvvetli bir şekilde ifade eder. Beyit, bilginin iki farklı yapısına işaret eder: biri kitaplardan, lafızlardan elde edilen zâhirî bilgi (ilm-i kal); diğeri ise tecrübe, manevî duyuş ve hâl ile elde edilen derûnî, bâtınî bilgi (ilm-i hal).
​Sırların Ehli ve Hakikatin Bedeli
​Beytin ilk mısrası, peygamberlerin getirdiği mesajların sembolik ve gizli mânâlarına (rumûz-ı enbiyâ) herkesin akıl erdiremeyeceğini belirtir. Bu mânâları anlamak için, zâhirî ilimlerin ötesinde, manevî sırlara vâkıf olmuş (vâkıf-ı esrâr) ariflere, kâmil mürşitlere başvurmak gerektiğini söyler. Kur’an ve Sünnet’in lafzının arkasındaki ruhu, metnin ardındaki derin mânâyı ancak kalbi arınmış, basireti açılmış olanlar kavrayabilir. Bu, bilginin bir liyakat ve ehliyet meselesi olduğunu vurgular.
​İkinci mısra ise bu fikri, tasavvuf tarihinin en çarpıcı ve en çok tartışılan hadiselerinden biri üzerinden zirveye taşır: Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” (Ben Hakk’ım) sözü. Bu söz, zâhir uleması tarafından bir şirk ve haddi aşma olarak görülmüş ve Hallâc’ın idamına ferman verilmiştir. Ancak tasavvuf erbabı için bu söz, bir iddia değil, bir istiğrak (kendinden geçme) hâlinin ifadesidir. Hallâc, kendi fâni varlığını mutlak varlık olan Allah’ın varlığında yok etmiş (fenâfillah), o anda konuşanın kendi beşerî benliği değil, kendi varlığında tecelli eden Hak olduğunu ifade etmiştir. Niyâzî-i Mısrî, bu ince ve tehlikeli sırrı anlamak için fıkıh kitaplarına değil, o sır uğruna canından geçip darağacına (ber-dâr) çıkan Hallâc’ın hâline bakmak gerektiğini söyler. Hakikat, bazen kelimelerle değil, ödenen bedellerle anlaşılır. Hallâc’ın darağacı, o sırrın kürsüsü olmuştur.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Zâhir ve Bâtın Mücadelesi
​Bu beyit, İslam düşünce tarihinde asırlardır devam eden zâhir ehli (şeriat alimleri) ile bâtın ehli (sufiler) arasındaki gerilimin edebî bir yansımasıdır. Zâhir uleması, nasların (Kur’an ve Sünnet metinlerinin) lafzî mânâlarına ve onlardan çıkan fıkhî hükümlere odaklanırken; sufiler, aynı nasların derûnî, ahlâkî ve manevî boyutlarını tecrübe etmeyi hedefler. Hallâc-ı Mansûr, bu iki bakış açısının trajik bir şekilde çarpıştığı en sembolik şahsiyettir. Niyâzî-i Mısrî gibi şairler, Hallâc’ı, hakikat uğruna kınayanın kınamasından korkmayan, canını feda eden bir kahraman ve bir “şehîd-i aşk” olarak görmüşlerdir.
​Hikmet ve İbret
​Bu beyitten alınacak en mühim ders, her bilginin kendi ehlinden sorulması gerektiğidir. Tıpkı bir tıp meselesini doktora, bir mühendislik meselesini mühendise sorduğumuz gibi; ruhun, kalbin ve maneviyatın sırlarını da sadece lafını edenlerden değil, o yolda yürüyen, çilesini çeken ve hâliyle o bilgiyi yaşayanlardan öğrenmek gerekir. Bu beyit, yüzeysel yargılara karşı bir ikazdır. Anlamadığımız, idrak sınırlarımızı aşan derin meseleler hakkında hemen hüküm vermeden önce, o meselenin erbabına müracaat etmenin ve onların tecrübelerine hürmet göstermenin lüzumunu hatırlatır. Hakikatin bir bedeli vardır ve o bedeli ödeyenlerin sözü, sadece zihinle konuşanlardan daha derindir.
​Özet
​Niyâzî-i Mısrî bu beytinde, hakiki bilginin ancak ehil olan ve o bilgiyi bizzat tecrübe eden kişilerden öğrenilebileceğini vurgular. Peygamberlerin getirdiği mesajların gizli mânâlarını sırlara vâkıf olan ariflerden; Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” sözünün ardındaki derin sırrı ise, o söz uğruna canını feda ederek darağacına çıkan Hallâc’ın hâlinden sormak gerektiğini belirtir. Beyit, zâhirî (lafzî) bilgi ile bâtınî (tecrübî) bilgi arasındaki farka işaret ederek, derin manevî hakikatleri anlamak için sadece akla değil, o hakikati yaşayanların hâline ve ödedikleri bedele bakmak gerektiğini ders verir.

​Üçüncü Beyit Tahlili: Bursalı Halîmî’den Derdin Mahremiyeti
​İktibas
​Arapça Aslı:
بنم درد درونمی عاشق زار اولمایان بیلمز
محبت بر بلادركه كرفتار اولمایان بیلمز
​Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Benim derd-i derûnum âşık-ı zâr olmayan bilmez
Muhabbet bir belâdır ki giriftâr olmayan bilmez
​Şair: Bursalı Halîmî
​ Açıklama:
Eğer bir kimse ağlayıp inleyen bir âşık değilse benim içimdeki derdi bilmez. Muhabbet öyle bir belâdır ki bu belâya tutulmayan nasıl bir şey olduğunu bilmez.

​Makale: Hâl İle Anlaşmak: Derttaşlığın Lisanı
​Bursalı Halîmî’nin bu veciz beyti, insanî tecrübelerin, özellikle de derûnî ve hissî tecrübelerin başkasına aktarılmasındaki zorluğa ve hatta imkânsızlığa dikkat çeker. Şair, derdinin anlaşılmasının bir şartı olduğunu söyler: o derdi paylaşacak kişinin de aynı hâlet-i ruhiye içinde olması. Bu beyit, empatinin ve hakiki anlayışın temelinde tecrübe ortaklığının yattığını ifade eden bir hikmettir.
​Anlatılamayan Dert ve Anlaşılamayan Hâl
​Beytin ilk mısrasında geçen “derd-i derûn”, yani “iç derdi”, sıradan bir üzüntü veya keder değildir. Bu, âşığın ruhunu bir alev gibi saran, onu sürekli inleten ve ağlatan (âşık-ı zâr) ilâhî aşkın veya derin bir beşerî sevdanın ızdırabıdır. Şaire göre bu derdi, ancak kendisi gibi ağlayıp inleyen bir âşık anlayabilir. Dışarıdan bakan birisi, âşığın gözyaşlarını, ahlarını bir zayıflık, bir hastalık veya bir abartı olarak görebilir. Çünkü o derdin lezzetini, o ızdırabın manevî boyutunu tatmamıştır. Hâlden anlamayanın yanında hâli anlatmaya çalışmak, abesle iştigaldir. Ateşi görmeyen birine ateşi tarif etmek ne kadar zorsa, aşk derdini çekmeyene o derdi anlatmak da o kadar imkânsızdır.
​İkinci mısra, bu fikri daha genel bir kaideye bağlar. “Muhabbet bir belâdır ki giriftâr olmayan bilmez.” Burada muhabbet, yine Fuzûlî’de gördüğümüz gibi, insanı esir alan, onu çepeçevre kuşatan bir “belâ” olarak tasvir edilir. “Giriftâr olmak”, yakalanmak, tutulmak, esir olmak demektir. Aşk, insanın iradesini elinden alan, onu tamamen kendi hükmü altına sokan bir güçtür. Bu güce teslim olmamış, bu “belâya” yakalanmamış bir kimse, aşkın ne olduğunu, âşığın neler hissettiğini asla bilemez. Aşk hakkında binlerce kitap okusa, yüzlerce şiir ezberlese dahi, onun bilgisi sadece zihinsel ve sathî kalacaktır. Aşkın hakikati, ancak ona dûçâr olmakla bilinebilir.
​Edebî Bağlantı ve İnsanî Hakikat
​Bu tema, divan şiirinin temel taşlarından biridir. Âşığın en büyük şikâyetlerinden biri, derdinin anlaşılmaması, halk tarafından kınanmasıdır (ta’n-ı a’dâ). Âşık, bu yüzden kendi gibi dertlilerle (hem-dert) bir arada olmayı, onlarla hâlleşmeyi arzular. Bu beyit, aynı zamanda evrensel bir insanî hakikate de parmak basar. Sadece aşk değil, derin bir acıyı, büyük bir kaybı, manevî bir arayışı veya sanatsal bir ilhamı da ancak benzer tecrübelerden geçmiş olanlar hakkıyla anlayabilir. “Derd-i derûn”, her insanın hayatında farklı şekillerde tecrübe ettiği, ancak kelimelere dökmekte zorlandığı o en mahrem ve en derin duyguların ortak adıdır.
​Hikmet ve İbret
​Halîmî’nin bu beyti, bizlere insan ilişkilerinde sabır, hürmet ve haddini bilme faziletlerini telkin eder. Başkalarının anlam veremediğimiz davranışları, üzüntüleri veya sevinçleri olabilir. Onları hemen yargılamak veya akıl vermeye kalkışmak yerine, onların tecrübesine sahip olmadığımızı, onların “derd-i derûnunu” bilmediğimizi hatırlamalıyız. Hakiki bir dostluk ve kardeşlik, aynı derdi paylaşmaktan, yani “derttaş” olmaktan geçer. Anlamadığımız yerde sükût etmek, anlamaya çalışmak ve en azından tecrübeye hürmet göstermek, büyük bir erdemdir. Bu beyit, aynı zamanda, derdimizi herkese açmamamız, bizi anlayamayacak olanlara ruhumuzun mahremiyetini ifşa etmememiz gerektiğine dair de bir uyarıdır.
​Özet
​Bursalı Halîmî, bu beytinde, derin ve içli bir derdin ancak aynı derdi çeken bir âşık tarafından anlaşılabileceğini ifade eder. Muhabbeti, yani aşkı, insanın ancak ona yakalanmakla, esir olmakla ne olduğunu bilebileceği bir “belâ” olarak niteler. Beyit, tecrübe edilmeyen duyguların ve hâllerin hakiki manada anlaşılamayacağını, dolayısıyla anlayışın temelinde tecrübe ortaklığının yattığını vurgular. Bu hikmet, insan ilişkilerinde yargılamadan önce anlamaya çalışmanın ve bilmediğimiz hâllere hürmet göstermenin önemini hatırlatır.

​Dördüncü Beyit Tahlili: Mehmet Âkif Ersoy’dan İmanın Kudreti
​İktibas
​Arapça Aslı:
ايمـاندر او جوهر كه الهی نه بيوكدر
ايمانسز اولان پاصلی يورك سينه ده يوكدر
​Vezin:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Günümüz Türkçesiyle:
Îmândır o cevher ki ilâhî ne büyüktür
Îmânsız olan paslı yürek sînede yüktür
​Şair: Mehmet Âkif Ersoy
​Resimdeki Açıklama:
Ey benim Allah’ım! İman ne büyük bir cevherdir. İmanı olmayan paslı yürek, insanın sinesinde bir yüktür.

​Makale: Sineye Hayat Veren Cevher, Sineyi Taşıyan Yük
​İstiklâl şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, şiirlerinde sadece vatan sevgisini ve istiklâl arzusunu değil, aynı zamanda İslam’ın hayat veren ruhunu ve iman hakikatinin kudretini de büyük bir belâgatle dile getirmiştir. Bu beyit, Âkif’in iman mefhumuna verdiği merkezi değeri ve onu nasıl bir hayat kaynağı olarak gördüğünü en özlü şekilde ortaya koyan bir şaheserdir.
​İman: İlâhî Bir Cevher
​Âkif, beytin ilk mısrasında imanı, eşi benzeri olmayan, kıymeti hiçbir dünyevî ölçüyle tartılamayacak bir “cevher”e benzetir. Bu benzetme çok mânidardır. Cevher, hem değerli bir mücevher demektir, hem de bir şeyin özü, esası, hakikati anlamına gelir. Dolayısıyla iman, hem insana kıymet katan en değerli ziynet, hem de insanlığının özü ve hakikatidir. Âkif, bu cevherin büyüklüğü ve azameti karşısında hayretini “ilâhî ne büyüktür” nidasıyla ifade eder. Bu büyüklük, fâni ve maddî bir büyüklük değil, kaynağı ilâhî olan manevî bir azamettir. İman, insana fânilik içinde beka, acziyet içinde sonsuz bir kudrete dayanma gücü, sınırlılık içinde cihan şümul bir bakış açısı kazandıran bir cevherdir. O, kalbi aydınlatan bir nur, ruha huzur veren bir sükûnet ve hayata anlam katan bir gayedir.
​İmansızlık: Sinedeki Paslı Yük
​İkinci mısra, birinci mısradaki ulvî hakikatin tam zıddı bir tablo çizer. İman cevherinden mahrum bir kalp, Âkif’in ifadesiyle “paslı bir yürek”tir. Pas, metalin aslî parlaklığını ve faaliyetni kaybetmesine, çürümesine sebep olan bir illettir. İmansızlık da kalbin fıtratındaki parlaklığı, yani Allah’ı tanıma ve sevme kabiliyetini örten, onu faaliyetsiz bırakan manevî bir pastır. Paslı bir kalp, artık hayır ve güzellik üretemez, hakikati yansıtamaz hâle gelir.
​Daha da önemlisi, bu paslı yürek, bulunduğu sinede bir “yük”tür. Yük, insanın hareketini zorlaştıran, ona ağırlık veren, onu aşağıya çeken bir şeydir. İmansız bir kalp de sahibi için manevî bir yüktür. Çünkü o kalp, kâinattaki hiçbir hadiseye doğru bir mânâ veremez. Ölüm onun için ebedî bir yok oluş, musibetler anlamsız bir zulüm, hayat ise başı ve sonu belli olmayan bir tesadüfler zinciridir. Bu anlamsızlık ve gayesizlik, insanın ruhunda ağır bir boşluk ve sıkıntı meydana getirir. İşte o “paslı yürek”, sahibini sürekli aşağı çeken, ona huzursuzluk ve ızdırap veren bir ağırlık, bir yüktür.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı
​Bu beyit, Mehmet Âkif’in yaşadığı dönemin ruhunu anlamak için de bir anahtar niteliğindedir. Osmanlı Devleti’nin yıkılış sürecinde, toplumun maddî ve manevî bir buhran içinde olduğu bir zamanda Âkif, kurtuluşun ve yeniden dirilişin reçetesini “iman”da görmüştür. Asım’ın nesli olarak tasvir ettiği ideal gençlik, her şeyden önce bu iman cevherine sahip olan gençliktir. Ona göre milleti ayakta tutan asıl güç, ordular veya maddî zenginlikler değil, sarsılmaz bir imandır. İmansızlık ise bir toplumu içten içe çürüten en tehlikeli pastır. Bu beyit, Âkif’in bütün bir Safahat boyunca işlediği bu ana düşüncenin en veciz özetlerinden biridir.
​Hikmet ve İbret
​Mehmet Âkif’in bu beyti, modern insanın yaşadığı en büyük buhranlardan biri olan anlam ve gaye krizine de ışık tutmaktadır. İman, insana sadece bir ahiret inancı sunmakla kalmaz, aynı zamanda bu dünyadaki hayatına bir nizam, bir gaye ve bir değerler sistemi de kazandırır. O, kalbi manevî paslanmaktan koruyan, onu canlı ve faaliyette tutan bir iksirdir. İmandan mahrum bir hayat ise, ne kadar maddî zenginliklerle dolu olursa olsun, ruh için bir ağırlık ve bir yük olmaktan kurtulamaz. Beyit, bize asıl zenginliğin kalpte taşınan iman cevheri olduğunu, en büyük fakirliğin ise o cevherden mahrum, paslanmış bir kalple yaşamak olduğunu hatırlatır.
​Özet
​Mehmet Âkif Ersoy, bu beytinde imanı, büyüklüğü ve kıymeti ilâhî olan eşsiz bir cevhere benzetir. Bu cevherin, insana ve hayata anlam katan en temel hakikat olduğunu ifade eder. Buna karşılık, imandan mahrum bir kalbi, hem fıtrî parlaklığını yitirmiş “paslı bir yürek” olarak tasvir eder, hem de sahibinin sinesinde taşıdığı manevî bir “yük” olarak niteler. Beyit, imanın hayat veren, ruha huzur ve gaye kazandıran gücünü; imansızlığın ise insanı anlamsızlık ve ruhî bir ağırlık içinde bırakan çürütücü etkisini kuvvetli bir tezatla ortaya koyar.

​Beşinci Beyit Tahlili: Lâedrî’den İzzet-i Nefis Dersi
​İktibas
​Arapça Aslı:
قوقمه کل ناداندن آل الکه سوسنی
کچمه نامرد کوپروسندن قو آلارسین صو سنی
​Vezin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Günümüz Türkçesiyle:
Kokma gül nâ-dân elinden al eline süseni
Geçme nâ-merd köprüsünden ko aparsın su seni
​Şair: Lâedrî (Şairi bilinmiyor)
​ Açıklama:
Cahil, sert, gönül kırıcı bir insanın elinden gül dahi olsa koklama. Eline susen çiçeği alıver. Gerekirse su seni alıp götürsün; ama yine de namert insanın köprüsünden geçme, ona tenezzül etme.

​Makale: Minnet Etmemenin Erdemi ve Onurlu Duruş
​“Lâedrî” yani şairi bilinmeyen bu beyit, halkın ortak hafızasının ve hikmet birikiminin bir ürünüdür. Asırlar boyunca dilden dile dolaşarak günümüze ulaşmış bu söz, onurlu bir hayat sürmenin, yani izzet-i nefsi korumanın temel prensiplerini iki güçlü metafor üzerinden anlatır. Bu, minnet altında kalmaktansa mahrumiyeti, zillete düşmektense meşakkati tercih etmenin faziletini öğreten bir hayat dersidir.
​Nâ-dânın Gülü ve Nâ-merdin Köprüsü
​Beytin ilk mısrası, bir ilke ortaya koyar: Bir şeyin kıymeti kadar, kimin elinden geldiği de mühimdir. Gül, güzelliğin, letafetin ve en değerli olanın sembolüdür. Ancak bu gül, bir “nâ-dân”ın, yani cahilin, kaba ve anlayışsız birinin elindeyse, ondan uzak durulmalıdır. Çünkü nâ-dânın sunduğu gülün arkasında bir minnet, bir eziyet, bir başa kakma potansiyeli vardır. Onun lütfu, lütuf değil, bir eziyettir. Şair, bu minnetli ve riskli gülü koklamaktansa, daha mütevazı bir çiçek olan “süsen”i kendi eline almayı, yani kendi imkânlarınla yetinmeyi tavsiye eder. Kendi elindeki süsen, nâ-dânın elindeki gülden daha hayırlı ve daha onurludur. Bu, kendi kendine yetmenin ve kimseye muhtaç olmamanın getirdiği manevî bir hürriyettir.
​İkinci mısra, bu ilkeyi daha da keskinleştirir ve hayati bir duruma taşır. Karşıya geçmek için bir köprüye ihtiyaç vardır ve tek seçenek bir “nâ-merd”in, yani alçak, sözünde durmaz, onursuz birinin köprüsüdür. Şairin tavsiyesi nettir: “Geçme nâ-merd köprüsünden, ko aparsın su seni.” Gerekirse sel sularına kapılıp gitmeyi, yani en büyük tehlikeyi ve hatta ölümü göze al, ama asla bir nâ-merde minnet etme, onun yardımına tenezzül etme. Çünkü nâ-merdin köprüsünden geçmenin bedeli, onurunu, haysiyetini ve izzet-i nefsini kaybetmektir. Bu bedel, canını kaybetmekten daha ağırdır. Fiziksel olarak kurtulsan bile, manen ölmüş olursun. Suyun seni alıp götürmesi anlık bir felakettir, ancak nâ-merde borçlu kalmak ömür boyu sürecek bir zillettir.
​Tarihî ve Edebî Bağlantı: Hikemî Şiir ve İzzet-i Nefis
​Bu beyit, Türk-İslam kültüründeki “hikemî şiir” veya “pend-nâme” geleneğinin en güzel örneklerinden biridir. Bu gelenek, topluma ahlâkî ve manevî dersler veren, onlara doğru yaşama sanatını öğreten didaktik eserlerden oluşur. İzzet-i nefis, yani insanın kendi onuruna ve şerefine sahip çıkması, bu kültürün temel değerlerinden biridir. Atasözlerimizde de bu tema sıkça işlenir: “Aç öl, onursuz yaşama”, “El eliyle yılan tut, onu da yalan tut” gibi sözler, aynı hikmeti farklı şekillerde ifade eder. Bu beyit, başkasının lütfuna bel bağlamanın getireceği manevî esareti ve kendi emeğinle, kendi imkânlarınla ayakta durmanın getireceği hürriyeti ve şerefi karşılaştırır.
​Hikmet ve İbret
​Bu beyit, her devirde geçerliliğini koruyan cihan şümul bir ahlâk prensibi sunar. İnsanın hayattaki en değerli hazinesi, şahsiyeti ve onurudur. Maddî kazançlar, makamlar veya kolaylıklar uğruna bu hazineden taviz vermek, en büyük kayıptır. Beyit, bizlere zorluklar karşısında sabretmeyi, kendi gücümüze dayanmayı ve asla karaktersiz insanlara tenezzül etmemeyi öğretir. Kendi imkânlarınla elde ettiğin az bir şey, başkasının minnetiyle gelen çok şeyden daha tatlı ve daha bereketlidir. Bu, sadece bireyler için değil, toplumlar ve milletler için de geçerli bir onur ve istiklâl dersidir.
​Özet
​Bu Lâedrî beyti, insanın onurunu ve şahsiyetini her şeyin üstünde tutması gerektiğini öğütleyen bir hikmettir. Cahil ve kaba birinin elinden sunulan gül gibi değerli bir şeyi kabul etmektense, kendi elindeki süsen gibi mütevazı bir imkânla yetinmenin daha erdemli olduğunu belirtir. Aynı şekilde, bir nâ-merdin (alçağın) yardımına muhtaç olmaktansa, sel sularına kapılıp gitme tehlikesini göze almanın daha onurlu bir davranış olduğunu vurgular. Beyit, minnet altında yaşamaktansa meşakkati, zillettense ölümü tercih etmenin, yani izzet-i nefsi korumanın en yüce fazilet olduğunu ders verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 139–

BERCESTE VE İZAHI – 139–

​Giriş: Kelimelere Sırlanmış Hikmet
​Divan şiiri, sadece estetik bir zevk unsuru değil, aynı zamanda asırların tecrübesiyle damıtılmış, insan ruhunun en derûnî hallerini, hayatın en temel meselelerini ve kâinatın sırlarına dair ipuçlarını içinde barındıran bir hikmet hazinesidir. Şair, kelimeleri bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek, en yoğun manaları en veciz surette ifade etme san’atını icra eder. “Berceste Beyitler” olarak anılan mısralar ise, bu hazinenin en parlak cevherleridir. Onlar, söylendiği anda zamanı ve mekânı aşarak her devrin insanına hitap etme kabiliyetine sahip, cihan şümul hakikatlerin estetik bir surette tasviridir. Şimdi, bu hikmet pınarlarından beşini tefekkür süzgecinden geçirelim.

​1. Aşkın Gülü ve Dikeni: Nâ’ilî’nin İkilemi
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​كل خاره دوشدى سينه فكار اولدى عندليب
بر خاره باقدى بر كله زار اولدى عندليب

​Latin Harfleriyle:
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Gül hâra düşdü sîne-figâr oldu andelîb
Bir hâra bakdı bir güle zâr oldu andelîb
Nâ’ilî

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Gül dikene düştü, diken güle battı. Bülbülün gönlü yaralandı.
Bülbül bir dikene bir de güle baktı. Acıyla ağlayıp sızladı.

​İzah ve Tahlil
​Nâ’ilî, bu beyitinde, divan şiirinin en temel mazmunlarından olan gül ve bülbül üzerinden aşkın ve ıztırabın ayrılmaz yapısını tasvir eder. Beytin ilk mısrası, bir hadiseyi resmeder: Gül, dikenin üzerine düşmüştür. Bu düşüş, sadece fiziki bir temas değil, aynı zamanda güzelliğin (gülün) eziyet verici bir unsurla (dikenle) imtihanını simgeler. Bu manzarayı gören âşık, yani bülbül, bu duruma şahit olduğunda kalbinden yaralanır (sîne-figâr olur). Zira maşuğunun, yani gülün, bir sıkıntıya maruz kalması, âşığın kalbinde derin bir yara açar. Aşk, maşuğun derdiyle dertlenmektir.
​İkinci mısra, bu derûnî halin zahirî bir tezahürünü ve iç çatışmayı gözler önüne serer. Bülbül, bir dikene bakar, bir de güle. Diken, maşuğa eziyet veren, acının ve ayrılığın kaynağıdır. Gül ise, aşkın sebebi, güzelliğin ve vuslatın timsalidir. Âşık, bu iki zıt kutup arasında kalmıştır. Maşuğuna ulaşma yolundaki engeller (diken) ve maşuğun kendisi (gül) arasında bir nazar ve bakış gidip gelir. Bu bakış, bülbülün çaresizliğini, acısını ve bu ikilem karşısındaki feryadını (zâr oldu) doğurur. Aşk, sadece maşuğun güzelliğine hayran olmak değil, aynı zamanda o güzelliğe giden yoldaki dikenlere ve zorluklara da tahammül etmek, hatta o dikenlerin verdiği acıyla hemhal olmaktır.
​Bu beyit, tasavvufi bir açıdan da okunabilir. Gül, ilahi güzelliği (Cemâl-i Mutlak) temsil ederken, diken bu dünyaya ait engelleri, nefsin arzularını ve masivayı, yani Allah’tan gayrı her şeyi temsil eder. Salik (Allah yolundaki yolcu), tıpkı bülbül gibi, ilahi güzele ulaşmak isterken, dünya dikenlerinin açtığı yaralarla kalbi yaralanır. Hem dünyanın cilvelerine bakar, hem de ulaşmak istediği ilahi güzelliğe. Bu iki nokta arasındaki gidip gelen nazar, onun manevi yolculuğundaki çilesini ve feryadını ifade eder. Hayat, güzellik ve zorluğun, neşe ve kederin, vuslat ve hicranın iç içe geçtiği bir tecelligâhtır. Mühim olan, dikene takılıp kalmak değil, gülün hatırına dikenin acısına sabrederek feryadını bile bir san’ata, bir duaya dönüştürebilmektir.

​2. İstiğna Kalesi: Nâbî’nin En Emin Yolu
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​كورمدم راه امين ترك رجادن غيرى
بولمادم حصن حصين شرم و حيادن غيرى

​Latin Harfleriyle:
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Görmedim râh-ı emîn terk-i recâdan gayrı
Bulmadım hısn-ı hasîn şerm ü hayâdan gayrı
Nâbî

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Başka insanların ellerindeki şeyleri ümit etmeyi bırakmaktan daha emin bir yol görmedim.
Hayâ ve utanmadan daha sağlam bir kale bulamadım.

​İzah ve Tahlil
​Hikemî şiirin büyük üstadı Nâbî, bu beyitinde hayatın iki temel faziletini ve kurtuluş reçetesini sunar: Biri derûnî huzur, diğeri ise zahirî muhafaza ile ilgilidir.
​İlk mısra, “Görmedim râh-ı emîn terk-i recâdan gayrı,” insanın iç huzurunu ve ruhsal özgürlüğünü temin edecek en güvenli yolun, başkalarından bir şey beklemeyi, onlara umut bağlamayı terk etmek olduğunu söyler. Recâ, umut etmek, beklemek demektir. İnsan, beklentilerini mahlûkata, yani diğer insanlara veya fani varlıklara yönelttiği zaman, hayal kırıklığına uğraması kaçınılmazdır. Çünkü mahlûk, acizdir, değişkendir ve fanidir. Başkalarından medet ummak, insanı minnet altına sokar, izzetini zedeler ve onu sürekli bir endişe ve tatminsizlik haline mahkûm eder. Nâbî’ye göre en güvenli, en emin yol, bu beklenti kapısını kapatmaktır. Bu, bir nevi “istiğnâ” halidir; yani Allah’tan başkasına muhtaç olmama, gönül tokluğu içinde olma halidir. Bu hal, insanı başkalarının eline bakmaktan kurtarır ve ona gerçek bir hürriyet ve şeref kazandırır.
​İkinci mısra, “Bulmadım hısn-ı hasîn şerm ü hayâdan gayrı,” insanın ahlakını, şerefini ve maneviyatını koruyacak en sağlam kalenin “hayâ” duygusu olduğunu ifade eder. Hısn-ı hasîn, sarp ve sağlam kale demektir. Hayâ, sadece utanma duygusu değil, aynı zamanda Allah’a karşı duyulan derin saygıdan kaynaklanan, çirkin ve yanlış işlerden uzak durma melekesidir. Hayâ, insanı fenalıklardan koruyan bir zırh, bir kalkandır. İnsanın nefsini ve şeytanın desiselerini püskürten en metin siperdir. Bir toplumda veya bir fertte hayâ perdesi yırtıldığında, o artık her türlü kötülüğe ve ahlaksızlığa karşı savunmasız kalır. Bu sebeple Nâbî, tecrübelerinin sonunda, insanı hem bu dünyada hem de ahirette rezil olmaktan koruyacak hayâdan daha muhkem bir kale bulamadığını kesin bir dille belirtir.
​Bu iki mısra birbiriyle tam bir bütünlük içindedir. Terk-i recâ insanı mahlûkata kul olmaktan koruyarak onun derûnî kalesini inşa ederken, hayâ duygusu da onu ahlaki zafiyetlere düşmekten koruyarak zahirî kalesini tahkim eder. Biri ruhun, diğeri ahlakın muhafazasıdır. İkisini birleştiren kişi, hem izzetli hem de faziletli bir hayat sürmenin sırrına ermiş olur.

​3. Göz Açıp Kapayıncaya Kadar: Âşık Paşa’nın Hayat Tasviri
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​نازنين بو عمرمز بر كوز يوموب آچمش كبى
كلدى كچدى طويماق بر قوش قونوب اوچمش كبى

​Latin Harfleriyle:
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Nâzenin bu ömrümüz bir göz yumup açmış gibi
Geldi geçdi duymadık bir kuş konup uçmuş gibi
Âşık Paşa

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Bu nazlı, narin ömrümüz bir göz yumup açmış,
bir kuş konup uçmuş gibi hızlıca geldi geçti, duymadık bile.

​İzah ve Tahlil
​Âşık Paşa, bu son derece sade ve bir o kadar da tesirli beyitinde, insan hayatının süresi ve mahiyeti hakkındaki cihan şümul hakikati, herkesin anlayabileceği iki güçlü teşbih (benzetme) ile ortaya koyar.
​İlk mısrada hayat, “nazlı ve narin” (nâzenin) bir varlık olarak tasvir edilir. Bu ifade, hayatın ne kadar kıymetli, bir o kadar da kırılgan ve ihtimam isteyen yapısına işaret eder. Ancak bu narin ömrün süresi, “bir göz yumup açmış gibi”dir. Göz açıp kapamak, zamanın en kısa birimlerinden birini ifade eden bir deyimdir. Âşık Paşa, insan ömrünün tamamını bu kısacık ana sığdırarak, onun ne denli süratle geçtiğini ve aslında ne kadar kısa olduğunu vurgular. Doğum ve ölüm, bu göz kapağının açılıp kapanması arasındaki o kısacık andır.
​İkinci mısra, bu sürati ve kısalığı daha da somutlaştırır ve buna bir de “gaflet” boyutunu ekler: “Geldi geçdi duymadık bir kuş konup uçmuş gibi.” Hayat, bir dala konan ve daha ne olduğunu anlamadan, sesini bile tam duyamadan pır diye uçup giden bir kuşa benzetilir. Kuşun dala konması doğumu, uçup gitmesi ise ölümü simgeler. Aradaki o kısacık duraksama ise hayattır. Ancak en can alıcı ifade “duymadık” kelimesidir. İnsan, günlük meşgalelerin, dünya telaşının ve heveslerinin içinde o kadar kaybolur ki, hayat kuşunun gelip konduğunu ve sonra uçup gittiğini fark etmez bile. Ömrün ne zaman başladığını, nasıl geçtiğini ve ne zaman bittiğini ancak son nefeste idrak eder. Bu, insanın en büyük yanılmalarından biri olan zaman algısı ve gaflet halini tenkit eder.
​Bu beyit, insanı derin bir muhasebeye davet eder. Mademki hayat bu kadar kısa ve geçici, ve mademki bu geçişin farkına varamayacak kadar bir gaflet içindeyiz; o halde bu “göz açıp kapama” anını veya “kuşun konup uçması” kadar olan süreyi ne ile dolduruyoruz? Bu beyit, Kur’ân-ı Kerîm’de sıklıkla vurgulanan dünya hayatının bir oyun ve eğlenceden ibaret olduğu (Ankebût, 29/64) ve ahiret hayatının asıl kalıcı yurt olduğu hakikatini edebi bir dille hatırlatır. İnsana düşen vazife, bu kuş misali ömrü, ebedi bir hayata sermaye yapacak amellerle tezyin etmektir.

​4. Yegâne Dergâh: Abdülahad Nûrî’nin Niyazı
​Beytin İktibası
​Osmanlıca Metin:
​آچيلسين قوللره اول اولو دركاه
قولاي كلسين قامويه مستقيم راه
سكا محتاج ايكن هر بنده هر شاه
بزي غيرى قاپويه ايتمه محتاج

​Latin Harfleriyle:
​Mefâ’îlün Mefâ’îlün Fe’ûlün
Açılsın kullara ol ulu dergâh
Kolay gelsin kamuya müstakim râh
Sana muhtâc iken her bende her şâh
Bizi gayrı kapıya etme muhtâc
Abdülahad Nûrî

​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
​Ey Rabbim! Kullarına o ulu dergâh açılsın.
İnsanlar doğru yolu kolayca bulabilsinler.
Bütün kullar ve sultanlar sana muhtaç iken,
Ey Rabbim! Sen bizi başka kapıya muhtaç etme.

​İzah ve Tahlil
​Abdülahad Nûrî, bu dört mısradan oluşan ve bir dua (niyaz) niteliği taşıyan eserinde, insanın Allah ile olan bağının en temel esaslarını dile getirir: Hidayet talebi ve yalnızca O’na muhtaç olma arzusu.
​İlk iki mısra, umum için yapılan bir duadır. Şair, “ulu dergâh”ın, yani Cenâb-ı Hakk’ın rahmet ve lütuf kapısının bütün kullara açılmasını niyaz eder. Bu, ilahi rahmetin ve affın herkesi kuşatması temennisidir. Ardından, “müstakim râh”ın, yani dosdoğru yolun, Sırat-ı Müstakim’in bütün insanlık (kamuya) için kolaylaşmasını ister. Bu, hidayet talebidir. İnsanın en temel ihtiyacı, hayat yolculuğunda doğru istikameti bulmak ve o yolda kolaylıkla ilerleyebilmektir. Şair, bu duayı sadece kendisi için değil, bütün kullar için yaparak İslâm’ın cihan şümul ve kuşatıcı ruhunu yansıtır.
​Son iki mısra ise duanın zirvesini ve en derûnî talebini oluşturur. Şair, bir hakikati tespit ile söze başlar: “Sana muhtâc iken her bende her şâh.” Varlık mertebesinde, en aşağı mertebedeki kul (bende) ile en yüksek mevkideki hükümdar (şâh) arasında hiçbir fark yoktur; hepsi, var olmak ve varlığını sürdürmek için mutlak surette Allah’a muhtaçtır. Rızkı veren, hayatı veren, mülkün sahibi olan O’dur. Bu, tevhid inancının en temel isbatıdır. Yaratılmış her şey, istisnasız bir şekilde Yaratıcı’ya bağımlıdır.
​Bu temel hakikati ikrar ettikten sonra şair, asıl niyazını dile getirir: “Bizi gayrı kapıya etme muhtâc.” Mademki padişahlar dâhil herkes ve her şey Sana muhtaçtır, öyleyse ey Rabbimiz, bizi Senden başkasına el açtırma, Senden başkasının kapısında bekletme, Senden başkasına boyun eğdirme. Bu dua, sadece maddi bir muhtaçlıktan kurtulma talebi değildir. Aynı zamanda manevi bir izzet, şeref ve hürriyet talebidir. Çünkü Allah’tan başkasına muhtaç olmak, kula kulluk etmektir. Bu ise insanın şerefine ve yaratılış gayesine aykırıdır. Gerçek hürriyet, sadece ve sadece her şeyin sahibi olan Allah’a kul olup, O’ndan gayrı her şeyden ve herkesten müstağni kalabilmektir. Bu dua, insanın izzet-i nefsini ve onurunu korumanın yegâne yolunun, muhtaçlık kapısı olarak yalnızca Allah’ın dergâhını bilmekten geçtiğini ifade eden muhteşem bir münâcâttır.
​Genel Sonuç
​İncelediğimiz bu berceste beyit ve kıt’a, divan şiirinin hikmetle ne denli iç içe olduğunun parlak birer delilidir. Nâ’ilî, aşkın ıztırapla yoğrulmuş tabiatını; Nâbî, dünyevi beklentilerden arınarak ve hayâ zırhına bürünerek elde edilecek iç huzurunu; Âşık Paşa, ömrün bir kuş misali uçup giden kısalığını ve gafletle heba edilmemesi gerektiğini; Abdülahad Nûrî ise gerçek izzet ve hürriyetin yalnızca Allah’a muhtaç olup O’nun kapısına yönelmekle mümkün olduğunu bizlere hatırlatmaktadır.
​Bu beyitler, farklı şairlerin kaleminden çıkmış olsalar da, hepsi aynı hakikatin farklı vechelerini aydınlatır: İnsan, bu fani hayatta aşkla, ıztırapla, ahlaki seçimlerle ve zamanın akışıyla imtihan olan, aciz ve muhtaç bir varlıktır. Onun için en emin yol, en sağlam kale ve en şerefli duruş; fanilere bel bağlamayıp Bâkî olan Allah’a yönelmek, O’nun ahlakıyla ahlaklanmak ve O’nun verdiği kısacık ömrü yine O’nun rızası dairesinde, bir anlık gaflete düşmeden değerlendirmektir.
​Makalelerin Özeti
• ​Nâ’ilî’nin Beyti: Aşk, güzellik (gül) ve ıztırabın (diken) birleşimidir. Âşık (bülbül), maşuğun çektiği sıkıntıdan dolayı kalp yarası çeker ve bu güzellik ile eziyet arasındaki ikilemde feryat eder. Bu, dünyevi her kemalin bir bedeli olduğu hakikatini anlatır.
• ​Nâbî’nin Beyti: İnsanın huzur ve güvenliği için iki temel şart vardır: İç huzur için, insanlardan beklentiyi kesmek (terk-i recâ). Ahlaki koruma için ise, hayâ duygusuna sarılmak. Beklentisizlik insanı özgürleştirir, hayâ ise onu kötülüklerden muhafaza eden en sağlam kaledir.

• ​Âşık Paşa’nın Beyti: Narin ve kıymetli olan insan ömrü, bir göz açıp kapayıncaya kadar veya bir kuşun konup uçması kadar kısadır. İnsan, gaflet içinde olduğu için bu sürenin nasıl geçtiğini dahi fark etmez. Bu, hayatı anlamlı yaşama ve gafletten uyanma adına güçlü bir ikazdır.
• ​Abdülahad Nûrî’nin Kıt’ası: Herkesin hidayete ermesi ve en zenginden en fakire kadar herkesin mutlak surette Allah’a muhtaç olduğu hakikati dile getirilir. Bu hakikatten hareketle en büyük dua, Allah’tan başkasına muhtaç olmamaktır. Gerçek şeref ve özgürlük, yalnızca Allah’a kul olmaktan geçer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025