İYİLİK ELBİSEYİ GETİRİR

İYİLİK ELBİSEYİ GETİRİR

İyiliğin sonuçta iyilik getireceğine inanan bir insandı.Kötülüğe karşı yapılan bir iyilik bile,elbette neticesiz kalmaz,er geç iyiliğe vesile olurdu.

Atasözünde de ifade edildiği gibi,”İyilik yap denize at,balık bilmezse,Hâlık bilir.”

Her gözetenin üzerinde,elbette bir gözeten vardır.İşte bu düşünceyi teyid eden bir olay:

-Şantiyenin bir odasında kalıyordu.Durumuda iyi olan bir kimse değildi.Zor kanaat geçinmekte idi.Ancak genede bir takım elbisesi almış,birde yeni bir ayakkabıya sahipti.

Şantiyede elbiseyle,ayakkabıyı dolabına koymuş,gerektiğinde giyiyor,onun dışında terlik ve iş elbisesiyle dolaşıyordu.

Bir gün odasına girdiğinde pencerenin açık olduğunu,dolapta da elbise ve ayakkabısının olmadığını gördü.

İhtiyacı da vardı.Zaten ihtiyacı olmasa almazdı.Bu da birkaç yılda bir oluyordu.Fakat yinede iyi niyetinden vaz geçmedi ve dedi;Demekki bu eşyalarımı alan adamın benden daha fazla ihtiyacı varmış.İhtiyacı olmasaydı,almazdı.Eğer alan çocuk olsaydı;başka bir şey götürürdü,onuda satardı.Fakat büyük adam elbisesi ve ayakkabısı götürüldüğüne göre,o halde bunu alan da büyük bir kimse idi ve ihtiyaç sahibi idi.

Bir gün eşyalarının çalındığını sohbet esnasında arkadaşına söyledi.Oda hemen jandarmaya,polise haber vermesini söyledi.Bu ise böyle bir teklife sıcak bakmadı ve şikayette bulunmadı.İyi niyetini sürdürmeye devam etti.

Bir gece vakti,geç vakitte kapı çalındı.Açtığında birden karşısında jandarmayı ve muhtarı gördü.Bir şey anlıyamadığından şaşırdı.Ve sebebini sorduğunda;bir hırsızlık ihbarı olduğunu,davacı olunduğunu söylediler.

Kendisi ise böyle bir şikayette bulunmamıştı,demekki arkadaşı gidip onun adına şikayette bulunmuştu.

Gelenlere ihbarda bulunmadığını,davacı da olmadığını,öncede ifade ettiği üzere,ihityacı olduğundan almış olacağını söyleyerek kapatmaya çalıştı.Onlar ise bu ifadeye karşı imzada bulunmalarını söyledilerse de onu da imzalamayıp,onları gönderdi.

Aradan birkaç gün geçmişti.Bir gün yine şantiyeye geldiğinde elbise ve ayakkabılarının pencereden içeriye atılmış olduğunu gördü.

Arası birkaç gün daha geçmişti ki,çalan kişi bir mahcubiyet içerisinde şöyle bir ikrarda bulunarak,özür diledi:

-Benim bir akrabamın düğünü vardı.Giyecek hiçbir şeyimde yoktu.Bu düşünceyle senin elbise ve ayakkabılarını aldım.

Ancak daha sonra senin davacı olmadığını ve gelen jandarma ve muhtarı göndererek;elbette bu adamın ihtiyacı varmış ki,götürmüş,sözünden dolayı,geri utancımdan size vermeyip,pencereden içeriye attım.

Özür dilerim.

Doğruluk doğruluk getirir.Yanlıştan dönmek güzellik getirir.

26-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK




ŞEKİLLENEN DÜNYADA ŞEKİLLENDİRENLER VE PLANLAR

ŞEKİLLENEN DÜNYADA ŞEKİLLENDİRENLER VE PLANLAR

Bize bir çok kayıblar verdiren 1.Dünya savaşından sonraki II.Dünya savaşı da dünya ya bir çok kayıblar verdirdi.Kayıblarla beraber bir çok menfiliklere de gebe oldu.Yeni dünya düzeni içerisinde İsrail,İMF,Amerika,Birleşmiş Milletler yerlerini aldılar.Maddi ve güç alanında hakimiyet kurmaya çalıştılar.Haklı hakimiyetler için,haksız ve suçlu unsurlar icad ve inşa edildi.Rusya iyi bir bahane oldu yani Kominizm…

Çünki Şah olmanın yolu,başrollerde başarılı oyun oynamanın yolu;piyonlar veya paralı dayak yiyicilerle sağlanır.Bir asır önce ele geçirilen piyonlar,bu yüzyılın başında da atlama taşı olarak kullanılmaktadır.

En büyük tehdit olarak Kominizm ve Rusya,Çin merkezli senaryolar üretildi,türetildi.

Ancak 1989’da Rusya ve Kominizm’de tarihe karıştı.Bu durumda yeni bahanelerin üretilmesi gerekti.Bunlardan biri de İslâmî terör ve müslüman terörist. Başta bunun temsilcisi İran,Afganistan,Filistin,Cezayir, Türkiye,Libya, Çeçenistan gibi İslam devletleri gösterildi.

1990’lı yılların başında zamanın İngiltere Başbakanı Margaret Theatcher’ın bir NATO toplantısında yaptığı; “Düşmanı olmayan ideoloji yaşayamaz. Sovyetler Birliği dağıldı ve düşman olmaktan çıktı. Onun yerine yeni bir düşman konulması gerekir. Bu yeni düşman İslam olacaktır” mealindeki sözleridir.[1]

”1997 yılında Almanya Dışişleri Bakanı Klaus Kinkel’in “Türkiye’nin önünde Atatürkçülük’ten başka bir seçenek bırakmamalıyız” dediğini anımsatırım. Yakın zamanlarda da Almanya Şansölyesi Schröder’in oldukça diplomatik bir dil kullanarak “Türkiye’deki laik elitleri desteklemeli ve radikal İslâm’ın güçlenmesini önlemeliyiz”[2]

Buna istinadendir ki; Rahip Jerry Falwell Peygamber Efendimize “terörist” suçlamasında bulunmuştur.Bunu da Peygamberimizin savaş yapması ile irtibatlandırmaya çalışmıştır.Oysa tüm savaşlarda müslümanlar savaşan taraf değil,müdafaa eden taraf olmuştur.Zulme dur deyip,geçit vermemiştir.

Selman Rüştü’nün aşırı derecedeki saldırgan –Şeytan ayetleri-ne ses çıkarılmazken,müslümanlar fundemantalist veya Radikal ve ılımlı diye tefrik edilmektedir.

Bunun en büyük ayağını Ekonomik hakimiyetin ele alınması ve kontrolü oldu.Bir dönem tüm islâm ülkeleri,fakirliğin islamın bir ürünü ve gereği olarak gösterildi.

Bu çerçevede bir düzenlemeye gidilmeye başlandı.Dünyanın uyuşturucudan her türlü paraya kadar kontrol altına alındı.

İMF dünyadaki tüm paraları kontrol ve dilediğini istediği yönde yönlendirip kanunlar çıkarttırmaya kadar Dünya Bankalığı görevini üstlendi.

Zenginler kulübü olarak isimlendirilen 200 kişilik İMF,dünyanın yarısını hakimiyeti altına almıştır.Yahudi merkezli,devletleri krize sokma merkezidir.Öne sürdüğü proğramlar ile bir çok devleti iflas ettirmiş,iş yerlerinin kapanmasına sebeb olmuştur.Kapitalizmin diğer adı.

”Dünya bankası,IMF,”Yeni Dünya Düzeni”adında bir toplantıyı Amerika-Seattle’de yapmak istiyor.Bir çok insan sokaklara dökülerek engellemeye çalışıyor,protesto ediyor ve polislerle çatışıyor.

-Prag’da da aynı şey…”[3]

Bulaştığı her ülkeyi de batırmıştır.bizdeki 18.si.Yaptığının karşılığında ülkeyi ipotek etmektedir.[4]

Bu yeni dünya düzeni de şimdiki bir şey değil.Sürekli kullandıkları 1 dolarlarının altında şu yazılıdır:”Novo ordro sectorum”(Yeni dünya düzeni)Böylece 1776-dan beri bu söz konusudur.[5]

Nitekim Bush’da Ladine karşı açtığı savaşta ağzından bunun bir haçlı seferi olduğunu bilerek söylemiş,sonra da siyaseten çark etmişti.

Hatta 11-Eylül 2001 ikiz kulelerininde bununla ilgili olduğunu söyleyen Sinanoğlu; İkiz kulelerin yıkılmasında,özellikle 80. kata vurması tesadüfi değil.Orada bulunan 20 kat “O 20 kat,J.P.Morgan Bankasına ait olan 20 kat.”[6]

Dünyanın önde gelen bankalarından.havada uçan kuşu tesbit eden,otomatikman roketler devreye girerken,nedense birden devreler kapanıyor.Demek ki içten planlı en az ihtimalle destekli.

İsrail gizli servisi MOSSAD’ın ve Amerika’nın elinde olduğu söylenen İMF;[7] “Bir ulusun parasının denetimi elimde olsun, onun kanunlarını kimin yazdığını umursamam artık!..”sözünü hedef edinmiştir.

Bu bazen siyasi çalkantılar yoluyla yapılırken,bazen de ekonomik yöntemlerle yapılmıştır.Nitekim; Nitekim İngiltere dış işleri bakanı 30 yıl önce Hindistanı kendilerinin karıştırdıklarını itiraf ederek,ancak pek bir fayda göremediklerini üzüntüyle dile getirmiştir.Ancak üzüntüsü Hindistanı karıştırması değil,bir menfaat elde edememenin ezikliği idi.

Buda en çok faiz vermek suretiyle çökertilme yoluna gidilmektedir.Masumane verilen borçlar!İşte bilanço;

“Cumhuriyet dönemi boyunca ulaşılan servet, 4 yılda tüketildi

79 yıl boşa gitti

İŞTE FAİZCİ ZİHNİYETİN ACI FATURASI

Türkiye’nin Millî Geliri 148 milyar dolar

4 yıllık borç faizi 134 milyar dolar

m1.gif (14422 bytes) Türkiye sadece son 3 yılda borç faizine tam 100 milyar dolar ödedi. Bu yıl da 34 milyar dolar ödeyecek. Bin kamyon altına bedel bu para, ülkemizin kalkınması için harcansaydı Türkiye şaha kalkardı.

 Faiz batırdı

Ankara Ticaret Odası’nın hazırladığı rapor, Türkiye’nin borç ve faiz ile nasıl batağa sürüklendiğini çarpıcı rakamlarla gözler önüne serdi. Rapora göre Türkiye 2000-2002 yılları arasında faize 100 milyar dolar ödedi. Türkiye 2003 yılında da 34 milyar dolar borç faizi ödeyecek.

 Emekler boşa gitti

Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda faize harcıyor. Raporu hazırlayan ATO’nun Başkanı Sinan Aygün de şu değerlendirmeyi yaptı: “79 yıl boşa çalışmış olduk. Faizle yattık, faizle kalktık. Türkiye’yi rant merkezi yaptık! Faize ödediğimiz paralarla, yeni ülkeler kurardık!..”

Faize giden paralarla neler yapılırdı?

• 10 tonluk bin kamyona sığacak 10 milyon kilo altın alınabilirdi.

• 111 tane baraj yapılabilirdi.

• Türkiye’nin 18 yıllık petrol ihtiyacı karşılanabilirdi.

• 7 tane GAP yapılabilirdi.

• 3 milyon 300 bin tane ev yapılabilirdi.

• 4 bin 545 tane F-16 savaş uçağı alınabilirdi.

• 11 bin 166 kilometre demiryolu yapılabilirdi.

Bin kamyon altın karşılığı parayı borç faizine ödeyen Türkiye, neredeyse her gün faiz için 1 kamyon altın verdi

4 yılda faize 100 milyar dolar

– Türkiye bu parayla 111 baraj, 4 bin 545 savaş uçağı, 7 adet GAP yapabilir, 18 yıllık petrol ihtiyacını karşılayabilirdi.

– Bu yıl ki yapılacak faiz ödemeleri de dikkate alındığında, milenyumun ilk 4 yılında 134 milyar dolar borç faizi ödeyecek olan Türkiye, 79 yıllık Cumhuriyet tarihi sonucunda ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda harcamış olacak

Ankara Ticaret Odası (ATO) tarafından hazırlanan “Milenyum’un 4 yılı” raporu, Türkiye’nin son 3 yılda 100 milyar doları borç faizine harcayarak milenyuma kötü bir başlangıç yaptığını ortaya koydu.

Rapora göre, bu 100 milyar dolarla 1000 kamyon altın alabilme şahsına sahip Türkiye, neredeyse her gün bir kamyon altını borç faizine vermek zorunda kaldı.

ATO’nun raporunda, 2000-2002 yılları arasındaki son üç yılda faize100 milyar dolar ödenmeseydi neler yapılabilineceğine ilişkin alternatiflere yer verilirken, söz konusu para ile 10 tonluk 1000 kamyona sığacak 10 milyon kilo altın alınabilineceğine dikkat çekildi.

Yine bu para ile 900 milyon dolardan 111 paraj yapılabilir, yıllık27 milyon tondan 18 yıllık ham petrol tüketimi karşılanabilir, 14 milyar dolardan 7 adet GAP yapılabilirdi. Aynı para ile 20 bin dolardan 5 milyon adet otomobil alınabilir, 30 bin dolardan 3 milyon 300 bin ev inşa edilebilir, 22 milyon dolardan 4 bin 545 adet F-16 savaş uçağı yapılabilir, 3 milyar dolardan 33 adet Telekom kurulabilir, kilometresi 3 milyon dolardan 11 bin 166 kilometre demiryolu yapılabilinirdi.

2003 YILINDA 34 MİLYAR DOLAR

Rapora ilişkin ATO tarafından yapılan yazılı açıklamada, 2003 yılında ödenecek borç faizine de yer verildi. 2003 yılında 34 milyar dolar borç faizi ödeyecek olan Türkiye’nin milenyumun ilk dört yılında toplam 134 milyar dolar faiz ödemesinde bulunacağı belirtildi. Raporda, Türkiye’nin, 79 yıllık Cumhuriyet tarihi sonucunda ulaştığı 148 milyar dolarlık milli gelire yakın bir parayı sadece 4 yılda faize harcadığına dikkat çekildi.

ATO’nun raporunda 2003 yılında ödenecek 34 milyar dolarlık faizin fiziki büyüklüğü de hesaplandı. Buna göre, 34 milyar dolar, 1 dolarlık banknotlar halinde uç uca eklendiğinde dünyanın etrafını 13 kez dolaşabiliyor. Söz konusu para 1 dolarlık banknotlar halinde 34 kamyona ancak yüklenebiliyor ve bu para ile satın alınabilecek 3 milyon 400 bin kilo altın ancak 340 kamyon ile taşınabiliyor. 34 milyar dolar, 1 dolarlık banknotlar halinde üst üste konulduğunda 34 kilometre uzunluğunda para kulesi oluşturuyor.

ATO BAŞKANI SİNAN AYGÜN

79 yıl boşa çalışmış olduk

Rapora ilişkin değerlendirmede bulunan ATO Başkanı Sinan Aygün, son yılların kötü idare edilen Türkiyesi’nin büyük fırsatlar kaçırdığına dikkat çekerek, “79 yıl boşa çalışmış olduk” dedi.

Aygün, şunları kaydetti:

“Büyük umutlar bağladığımız milenyumun ilk yıllarında hüsrana uğradık. Türk gencinin yarınlarını ipotek ettik. Son 4 yılda 134 milyar dolarlık faiz ödemesiyle ülkeler kurardık. Maalesef bir ülke batırdık. IMF politikaları ile üretilen Türkiye’yi unuttuk, ülkeyi rant cennetine çevirdik. Hazine’nin kasasına uzanan elleri görmezlikten geldik. Rüşvet-yolsuzluk ekonomisine geçit verdik. Faizle yattık, faizle kalktık. Dünyada 1 milyon dolarla yılda 864 bin dolar kazanan bir başka ülke yokken, bu kadar yüksek faizleri spekülatörlere verdik.”

Dış borç sitoğu 127.5 milyar dolara çıktı

Türkiye’nin dış borç stoku 2002’nin Eylül ayı sonunda, 2002 yılı ikinci çeyreğine göre yaklaşık 2 milyar ABD doları artarak, 127.5 milyar dolara yükseldi.

Hazine Müsteşarlığı, 1996-2002 üçüncü üç aylık dönemine ait resmi dış borç istatistikleri (geçici) verilerini açıkladı.

Buna göre üçüncü çeyrekte, kısa vadeli dış borçlar 1.2 milyar dolar azalırken, orta-uzun vadeli dış borçlar ise 3 milyar dolar tutarında arttı.

Açıklamaya göre, 2002 yılı üçüncü çeyreği itibariyle toplam dış borç stokunun içerisinde kısa vadeli dış borçların payı yüzde 11, orta-uzun vadeli dış borçların payı ise yüzde 89 oldu.

2002 yılı üçüncü çeyreğine ait dış borç stoku, 2002 yılı ikinci üç aylık döneme göre, döviz kuru değişikliklerinden dolayı 1 milyar dolar tutarında artış gösterdi. Bu gelişmede en büyük etken, söz konusu dönem içinde euronun dolar karşısında değer kazanması oldu.

Orta ve uzun vadeli dış borç olarak değerlendirilen ve büyük ölçüde eurodan oluşan kredi mektuplu döviz tevdiat hesapları 2002 yılı üçüncü çeyreğinde, 2002 yılı ikinci çeyreğine göre, 651 milyon ABD Doları tutarında bir artış göstererek, 12.5 milyar ABD Dolarını buldu.

Bu artışın yüzde 50’si stok artışından, yüzde 50’si ise euronun dolar karşısında değer kazanmasından dolayı oluşan kur etkisinden kaynaklandı.”[8]

“Faiz çetesi doymuyor

10 yılda 572 katrilyon liralık kaynağı tüketen iç borç faizi, Türkiye ekonomisinde savaş kadar büyük yıkıma yol açıyor.

3 AYDA 16,7 KATRİLYON
Türkiye, ekonomisinin imkanlarını spekülatif oyunlarla faizi yükselterek rant sağlayan kesimi finanse etmek için harcıyor. Son 10 yılda 572 katrilyon liralık kaynağı tüketen iç borç faizi, sadece 2003 yılının ilk üç ayında milletin 16,7 katrilyon lirasını yutacak. 6 milyon emekliye verilen zammın 5 katı, faize gidecek.”[9]

Ve öyle de oldu.” Türkiye son 10 yılda toplam 211.4 milyar dolar iç ve dış borç faizi ödedi. Türkiye’nin bu yıl ödemesi gereken borç faizleri de gözönünde bulundurulduğunda bu rakam 245.4 milyar dolara yükseliyor. Ankara Ticaret Odası, Türkiye’nin iç ve dış borç faizini hesaplayarak ‘’Saniye Saniye Borç Faizi’’ raporu hazırladı.”[10]

Bugün Amerika dünyaya yerleştirdiği dinleme cihazlarıyla her devleti kendi evinin içinde gibi dinlemektedir.

Amerikanın süper gizli servis eski ajanı Wayne Madsen şu itiraflarda bulunur:Dudayev’in yerini biz ifşa ettik.Carlos’un yerini Fransızlara biz bildirdik.Diana kara mayınlarına,Rahibe Teresa Kürtaja karşı olduğundan dinleniyordu.

Türkiye’de dinlenme istasyonlarının bulunduğu ve özellikle bugün boğazda,İstinyede 93 bin 200 metre karelik yere taşınıldı.Buralardan da İran,Irak,Kafkas ve Rusyanın izlendiğini ifade etmiştir.

NSA tarafından (National Security Agency),Aponun cep telefonuyla konuşması sonucu,gevezeliğinden dolayı Suriye’den çıkışından Korfu adasına kadar dinlendiğini söylemiştir.

66 ayrı dilde dinleme faaliyeti gösterdiklerini itiraf etmiştir.

Bugün Irak’a karşı takınılan sert tavır;bir yandan ortadoğuda yeni bir harita çizerek petrolü kontrol etmek,İsraile gelebilecek tehdidi ortadan kaldırıp önünü açmak,İsrail gibi yeni bir üssün oluşumuna zemin hazırlamak,bu vesile ile de İsrailin üç bin yıllık hayalini gerçekleştirmek,Kürtler,Şiiler,Türkmenler içerisinde yeni devletçikler oluşturarak sürekli kavgayı körükleyip,müdahaleyi meşru kılmak hep bu istihbarat faaliyetlerinin bir sonucudur.İngiliz ajan Hempher’in itiraflarında dile getirildiği gibi ki;Biz 300 sene sonrayı düşünerek plan yaparız.Bugün bizim elde ettiklerimiz 300 sene öncekilerdir.

Irak’ın 1980 yılında sekiz yıl süren savaşı esnasında en büyük desteği Başta ABD,Kuveyt,İngiltere,Fransa,SSCB ve Almanya’dan alırken,bu gün onların besle-diği şey yani desteklediği Saddam yine onlar tarafından yok edilmeye çalışılmaktadır.Bugün bahane ettiği kimyasal silahları Halepçe’de kullanan Saddam’a ses çıkarmayan ABD,bugün tek sebeb olarak bu kimyasal silahları bahane etmektedir.Beslediği zalimin zulmünü kaldırmak için zulüm uygulama yoluna gitmek katmerli bir zulümdür.

Tüm batı devletleri gibi Amerika menfaatını esas almaktadır.1992 yılında Genel Kurmay başkanı olan Doğan Güreş’inde ifade ettiği üzere;Ne PKK ile ilgili olarak Amerikalılardan PKK’nın istihbarat raporları istenmesine rağmen verilmemesinden,birde 1992 yılında Şırnak’ta,Amerikanın uçakla PKK’ya malzeme attığını ifade etmiştir.[11]

Ancak yine menfaatları icabı destek oldukları Abdullah Öcalan’ı verdikleri destekle yakalatmışlardır.

Tarih boyunca senaryolar hep aynı,piyonlar değişik.

“Yeniden tarihî boyuta dönecek olursak: Hulagu’nun Bağdat kuşatması tam 40-50 gün sürmüş. Şehrin hile ile ele geçirilmesinden sonra ise yağmalama aylarca devam etmiş. Buna mukabil, İkinci Körfez Savaşı sırasında baba Bush’un hava bombardımanı tam 38 gün sürmüştü. Bu zaman zarfında 100 bin sorti yapılmış ve 18 bin ton bomba kullanılmıştı. Hiroşima’ya atılan bombanın tam dört katı. Irak’ın 46 tümeni yok edilmiş. Savaşta doğrudan 150 bin kişinin öldüğü sanılıyor. Daha sonra hastalıklardan ölenler bu sayıya dahil değil. Hulagu’nun işgali sırasında ise 400 bin ehl-i İslam şehit düşmüştü. Alkami istidraçla sultanı iğfal etmiş, kandırmıştır. Bunun için de Moğolları Selçuklulara; Hulagu’yu da Tuğrul Bey’e benzetmiştir. Eman verileceğine kanan halife Bağdat’ın kapılarını kendi rızasıyla açtırmıştır.

İslâm tarihinde buna benzer bir felâket daha yaşanmamıştı. Dillere destan şirin Bağdat harap ile türap oldu. Tefeül nedeni olarak halifenin yanına aldığı Bürde-i Şerif ve Kadib-i Şerif de Hulagu tarafından ele geçirilmiş ve yakıldıktan sonra külleri Dicle nehrine savrulmuştu. Bağdat’ın dramatik ve hazin sonunu tarihçi Cevdet Paşa şöyle hulasa eder: “Millet-i İslamiye hangi mezhepte olursa olsun müşriklere karşı yek-dil ve yek-cihet olup pay-ı taht-ı İslam olan Darus-selamı muhafaza edeceklerine mezhep kavgalarıyla uğraştılar, birbirlerine düştüler. Sonunda şehr-i Bağdat hak ile yeksan olunca meydanda ne Şii kaldı, ne de sünni..” [12]

Hasta ve hastalık biterse doktorlar ne yapacak?Kimi ve neyi tedavi edecek?Nasıl geçinecek ve nasıl geçindirecek?

Tarih her zamanki gibi tekerrür etmektedir,sadece aktörler değişmiştir. Cengizler, Yavuzlar,Kanuniler,Hasan Sabbahlar gitmiş,yerine farklı senaristler,oyun ve oyuncular,aradaki piyonlarla farklı görünüm vermeye çalışılan aynı senaryolar oynanmaktadır.

Her zaman olduğu gibi bugün de batı İranı,Saddamı,Bin Ladini vs. ne kadar sevmese de onlara muhtaçtır.

Gerek mevcut çıbanlarla gerekse de kendisinin oluşturmuş olduğu çıban başlarıyla şamar oğlanları türetmiş,o vesileyle de vurmak istediği kimse ve yöne rahatlıkla ve haklı görünen bahanelerle vurmaya çalışmıştır.Suriyeyi yüzde sekizlik halkın temsilcisi olan Hafız Esad tarafından yani azınlıklar olan Süryanilerce idaresini arzulamış,sürekli kavgalı halde kalmasını arzulamıştır ta ki kavgalı halde her an müdahale etme meşruiyeti kendisine doğmuş olsun.Irak,Afganistan,Cezayir ve Türkiyede de azınlıkların idaresini sağlamak uğruna her senaryoyu uygulamıştır.

Bugün Amerika’nın kendi halkı gibi tüm dünya savaşa hayır demektedir.Nitekim;

”1991’deki Körfez savaşına katıldıktan on iki yıl sonra Irak halkına “canlı kalkan” olarak destek vermek için Bağdat’a gitmeye hazırlanan Amerikalı O’Keefe: “Savaş suçu işleyenlere katıldığım için pişmanım. Savaşta deney faresi gibi kullanıldık. 1989’da 19 yaşındaydım ve hayatımın en cahilce eylemini gerçekleştirdim; ABD donanmasına katıldım. 1991de cahillikten daha da ileriye giderek suç işleyenlere, yani Iraklı insanlara karşı savaş açanlara katıldım. Bu savaşta seyreltilmiş uranyum sivil halka karşı kullanıldı. Benim ödülüm, ‘Amerikalı kahraman’ olarak diğer yüz binlerce ‘kahramanla’ beraber, baba Bush tarafından deney faresi gibi kullanılmak oldu.”[13]

Kuzey ırakta 36.paralel için;” Körfez Savaşı sırasında önemli gazetecilik başarılarına imza atmıştı Güneri Civaoğlu. O sırada Sabah’ta yazıyordu ve bölgeye giderek ittifak cephesinde yer alan sivil ve askerlerle görüşmekteydi. Oradan yazdığı bir izlenimi hatırlamakta yarar var:

“Körfez Savaşı sırasında Dahran’daydım. Orada beni Amerikan kuvvetlerinin bulunduğu binanın üst katlarından birinde çok iyi Türkçe bilen bir albay ve yarbayın odasına aldılar. Daha evvel Sabah’ta bu köşemde yazmıştım… O albay ve yarbay haritanın Kuzey Irak yörelerinde avuçlarını gezdirmişler ve ‘Burada savaş bitecek, geri çekileceğiz. Saddam’a o yöreleri yasaklayacağız… Saddam’ın bıraktığı silâhlara, havaalanlarına, cephaneliklere yöredeki Kürtler el koyacaklar. Orada bir Kürt devleti kurulacak. Sizden toprak isteyecekler… Ya vereceksiniz barış olacak… Ya da vermeyeceksiniz savaşacaksınız’ demişlerdi.” [14]

Körfez savaşının arkasındaki sırrı bir Amerikalı mühendis şöyle açıklıyor:”Biz bir sürü üs yaptık,Arapların haberi yok.”[15] yani petrollerine ipotek koyduk,tavşana kaç,tazıya tut,dedik.Saddamı hayali tehlike olarak oraya koydu ki,saddamın bile Amerika ajanı olduğu çok söylendi.Yoksa uzaydan iğnenin deliğini gören Amerika,onu nasıl öldürememekte belki düşündürmektedir.

“1988 yılının 16-17 Mart tarihlerinde, Irak uçakları, zehir yüklü bombaları Halepçe’ye yağdırdı. Baas Rejimi’ne karşı savaşan Kürt peşmergeler; Halepçe, Duceyde ve İnap kasabalarında İran’ın desteğiyle denetimi ele geçirince, Saddam da korkunç planını yürürlüğe koydu ve 6 bin masum insan Saddam’ın zehirli gazlarıyla can verdi.”[16]

Ve Türkmenistanda ve kendi yakınları da dahil binlerce insana her türlü işkenceler yapıldı.Saddam her yönüyle diktatörlüğünü gösterdi.

Bugün ise ABD,daha doğrusu Bush zulme zulümle karşılık vermektedir.Tüm ABD,BM ve Dünya savaşa hayır demek üzere ayağa kalkmışken Bush ve İngiltere Başbakanı Tony Blair Savaşa Evet demektedir.Bahane ise,Kimyasal Silahlardır.

-Amerikan bilmecesi

Birleşmiş Milletler Bush’a sorar:

– Irak’ın kitle imha silahları olduğuna dair deliliniz nedir?

Bush cevaplar:

– Sattığımız silahların faturalarını sakladık……”

!991-deki tecrübesiz duruma düşmemek için bugün Türkiyeyi de sıkıştırıp Kuzey bölgesinin açılmasını istemektedir.

Dışişleri Müsteşarı Uğur Ziyal, ANAP lideri Özdemir’e verdiği brifingde, müzakerelerin çetin geçmesinin sırrını açıkladı “Kuzeyde cepheye izin vermezsek ABD’nin savaş planı altüst olur.”

ABD askerleri, 1991’deki Körfez Savaşı’nda Irak’ta hakim rüzgarların ters yönden esmesi nedeniyle hastalandı, tanklar bataklığa saplandı. Uzmanlara göre ABD sırf bu nedenle dahi kuzey cephesine mecbur.”[17]
Asker yönüyle dört katı bir zarar olurken,mali yönden on katı bir zarar söz konusudur.Ölecek 11 bin askere karşı 38 bin asker,99 milyar dolara karşı bir trilyondan fazla kayıb olacaktır.

Böylece ABD Türkiye’ye mahkumdur.

ABD’nin 3 bin akıllı bombayı ve ağırlıkla havadan hücumunda Türkiye’ye mahkum olurken,Kuzey bölgesinde bir Kürt devleti korkutmacası ve gerçeğiyle Türkiye’yi de kendine mahkum etmeye çalışmaktadır.

İşte bu tedirginliğin haklılığının belgesi:

“Türkiye, Kuzey Irak’ta bağımsız bir Kürt devletine karşı. ABD ile yaptığı görüşmelerde de bu konudaki rahatsızlığını açık açık dile getiriyor. Kuzey Irak’ta mevcut Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin (KRG) resmi sitesindeki haritalar ise Türkiye’nin duyduğu endişelerin açık kanıtı. Daha birkaç gün önce iki İngiliz parlamenterin de konuk olduğu hükümetin resmi sitesinde Türkiye’nin bir bölümünü de içine alan bağımsız Kürdistan haritaları yer alıyor. Hatta sitenin ABD’deki temsilciliğindeki haritada Türkiye’nin sınırı değiştirilerek, doğu ve güneydoğu bölgeleri Kürdistan’a dahil ediliyor.

DEVLETSİZ HÜKÜMET
Türkiye’nin dikkatle izlediği Kuzey Irak’taki Kürdistan Bölgesel Hükümeti (Kurdistan Regional Government), Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) lideri Celal Talabani ile KDP lideri Mesud Barzani tarafından 1992’de ortaklaşa kuruldu. Sonra iki lider arasında anlaşmazlık çıktı ve 1996’da bağlarını kopardılar. Geçtiğimiz aylarda 6 yıl aradan sonra ilk kez toplanan devletsiz hükümetin parlamentosu, anayasasını ilan etti. Parlamentoda 105 sandalye var. Bunun 51’i Barzani’ye, 49’u Talabani’ye ve 5’i Asurilere ait.
İngiltere’de iktidardaki İşçi Partisi’nin milletvekili Michael Conaughyt ile muhalefetteki Muhafazakâr Parti milletvekili Bob Spink, birkaç gün önce Kuzey Irak’ın Erbil kentindeki ‘Kürdistan Parlamentosu’nun toplantısına katılmış, Türk askerlerinin bölgeye girmesine karşı olduklarını söylemişlerdi.
Kürdistan Bölgesel Hükümeti’nin resmi internet sitesi www.krg.org. adresinde öncelikle üyelerin temasları anlatılıyor. Haritalar bölümünde ise Kürdistan hevesi açık açık ortaya konuluyor.

16 haritanın yer aldığı bölümün en üst köşesinde “1992 yılında hazırlanan haritaya göre Kürt halkı ve ülkesinin yeri” başlığı altında Türkiye’nin bir bölümünü de içine alan Kürdistan haritası yer alıyor.
14 numaralı kutuyu tıkladığınızda da açık açık Kürdistan adı altında Türkiye’nin bazı illerini de kapsayan harita karşınıza çıkıyor. Malatya, Elazığ, Van, Hakkâri, Kahramanmaraş, Siirt, Batman, Şanlıurfa, Diyarbakır, Kars, Hatay, Gaziantep illerini (Kürtçe isimlerle) de içine alan haritada Kürdistan sınırı Ankara’ya kadar dayanıyor.

ABD’DEKİ HARİTA
Sitenin yurtdışı temsilcilikler bölümüne girip ABD tıklandığında karşınıza www.kurdistan.org adlı site çıkıyor. Haritalar bölümünde Türk topraklarını da içine alan yeşil renkli Kürdistan haritasıyla karşılaşıyorsunuz. Burada da sınır Ankara’ya kadar dayanıyor. Bir kez daha tıkladığınızda Kürdistan tarihi ve coğrafyası başlığı altında şöyle deniliyor:
“Kürtler bölgede yüzyıllardır baskı altında yaşamaktadır. Türkiye’de de milyonlarca ana dili kürtçe olan kişi vardır. Ancak Kürdistan hükümeti son yıllarda önemli demokratik girişimlerde bulunmaktadır. Özgürlük mücadelesini bütün Amerikalılar da görmeli ve yardım etmelidir.”[18]

Ehli kitap hakkında Kur’an-da:

“Kitap ehlinden öylesi var ki, yanına yüklü bir emanet bıraksan onu sana geri verir, buna karşılık öylesi var ki, eğer ona bir dinarcık emanet versen, sürekli tepesinde dikilmedikçe onu sana geri vermez. `Ümmilere (kendi dinimizden olmayanlara) karşı hiçbir sorumluluğumuz yoktur’ dedikleri için böyle davrananlar, böyle bile bile Allah adına yalan söylerler.”[19]

“Ey müminler, kendilerine kitap verilenlerin bir grubuna uyarsanız bunlar sizi iman ettikten sonra döndürüp kafir yaparlar.”[20]

“…Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah’ın oğludur dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri sözlerdir. Sözlerini daha önce kâfir olmuş kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da haktan batıla döndürülüyorlar!”[21]

“Ama onların hepsi bir değildir. Kitap ehlinin içinde geceleri ayakta durup Allah’ın ayetlerini okuyan ve secdeye kapanan bir kesim vardır.”[22]

“Bunlar Allah’a ve ahiret gününe inanırlar, iyiliği emrederek kötülükten sakındırırlar, hayırlı işlere koşarlar. Onlar iyi kullardandırlar.

Onların yaptıkları hiçbir iyilik karşılıksız kalmayacaktır. Hiç kuşkusuz Allah takvalıların kimler olduğunu bilir.

Kafirlere gelince, ne malları ve ne de evlatları kendilerine Allah’a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar Cehennemliktirler, orada sürekli olarak kalacaklardır.”[23]

“Eğer ehl-i kitap ta iman etseydi kendileri için daha hayırlı olurdu. Onlardan iman edenler vardır ama çoğunluğu fasıktır.”[24]

“Eğer size bir iyilik dokunacak olursa bu onları üzer. Eğer başınıza bir kötülük gelse bu yüzden sevinirler.”[25]

Kur’an-ı Kerim, Ehli Kitap’tan bir grup hakkında da: “Hahamlarını ve Rahiplerini Allah’tan ayrı rehber edindiler”[26] şeklinde bahsetmektedir.

“Ey müminler yahudileri ve hristiyanları dost edinmeyiniz. Onlar birbirlerinin dostlarıdırlar. Sizden kim onları dost edinirse o onlardan olur. Hiç kuşkusuz Allah, zalimleri doğru yola iletmez.”[27]

Bu ayetin Medine de inmesinden sonra Müslümanlar bütün bütün gayrı müslümler ile olan ilişkilerini kesmediler.Ancak onların her hangi bir hususta kendi dindaşlarını Müslümanlara tercih edecekleri,haksızda olsa birbirlerinden desteklerini çekmeyeceklerini ifade etmektedir.

“Kendi dinlerine uymadıkça ne yahudiler ne de hristiyanlar senden asla hoşlanmayacaklardır.” [28]

Düşmanlıklarının sebebini ise Kur’an şöyle açıklar:”De ki; “Ey Kitap Ehli, bizden hoşlanmamanızın sebebi Allah’a, bize indirilen kitaba ve daha önce indirilmiş olan kitaplara inanmamız ve de çoğunuzun fasık, yoldan çıkmış kimseler olmanız değil midir?”[29]

“Biz İsrailoğullarından kesin söz aldık ve onlara çok sayıda peygamber gönderdik. Fakat peygamberler kendilerine nefislerinin hoşuna gitmeyen bir mesaj getirdikçe kimisini yalanlıyor, kimisini de öldürüyorlardı.”[30]

“Bu cinayetleri hiçbir fitneye, hiçbir kargaşaya yol açmayacak sandılar. Gözleri kör ve kulakları sağır oldu. Sonra Allah tevbelerini kabul etti, fakat arkasından çoğu yine kör ve sağır oldu. Hiç şüphesiz Allah onların ne yaptıklarını görüyor.”[31]

“İnsanlar arasında müminlere en amansız düşman olanların yahudiler ve Allah’a ortak koşanlar olduğunu göreceksin. Buna karşılık müminlere en çok sempati duyanların “Biz hırıstiyanız” diyenler olduğunu göreceksin. Çünkü hristiyanlar arasında Allah’a bağlı bilginler ve din adamları varılır ve onlar büyüklük taslamazlar.”[32]

“Yahudilere bütün tek tırnaklı hayvanları yasakladı. Onlara sığırların ve koyunların sırt, bağırsak ve kemik yağları dışında kalan içyağlarını da haram kıldık. Allah’ın ölçülerini çiğnedikleri için onları bu şekilde cezalandırdık. Söylediklerimiz kesinlikle doğrudur.”[33]

“Ehli Kitap’tan ve müşriklerden kâfir olanlar kendilerine beyyine gelinceye kadar birbirinden ayrılmış değillerdi.” [34]

“Ehli Kitap’tan ve müşriklerden kâfir olanlar cehennem ateşindedirler. Orada ebedi kalacaklar. Onlar yaratıkların en kötüleridir.” [35]

“Allah üçün üçüncüsüdür diyenler kâfir olmuşlardır.” [36]

“Allah Meryem oğlu İsa’dır, diyenler kesinlikle kâfir olmuşlardır.” [37]

“İsrailoğullarının kâfirleri Davud’un ve Meryem oğlu İsa’nın dilinden lanetlenmiştir.”[38]

“Allah Meryemoğlu Mesih’dir diyen/er kesinlikle kafir olmuş/ardır. Onlara de ki; Eğer Meryemoğlu İsa’yı annesini ve yeryüzünde bulunan varlıkların tümünü yok etmek istese O’na kim engel olabilir? Göklerde, yeryüzünde ve ikisi arasında bulunan tüm varlıklar Allah’ın egemenlik tekelindedir. O di/ediğini yaratır. Allah’ın gücü her şeye yeter.

Yahudiler ve hristiyanlar “Biz Allah’ın evladları ve sevdikleriyiz” dediler. Onlara de ki; o halde O, niçin günahlarınızın yüzünden azaba çarptırıyor. Aslında O’nun yarattığı birer insansınız. O dilediğini affeder, dilediğini azaba çarptırır. Gökler, yeryüzünün ve ikisi arasında bulunan tüm varlıkların Allah’ın egemenlik tekelindedir. Dönüş O’nadır.”[39]

”O dönem yazılmış bir çok İncil arasında, öldürme ve çarmıha germe olayında itibar edilen dört İncille çelişen bir İncil daha yer almaktadır; Barnabas İncili. Barnabas bu konuda şöyle der:

“Yahuda ile birlikte askerler İsa’nın bulunduğu yere yaklaşınca, İsa büyük bir kalabalığın yaklaştığını duydu. Bu yüzden korkarak eve çekildi. o arada onbir havarisi de evde uyuyordu. Allah kulunun başındaki tehlikeyi görünce, Cibril, Mihail, Refail ve Evril adlı elçilerine İsa’yı dünyadan almalarını emretti. Bu temiz Melekler gelerek, İsa’yı güney tarafta açık pencereden çıkarıp üçüncü göğe taşıdılar. Sürekli Allah’ı tesbih eden Meleklerin arasına bıraktılar. Yahuda öfkeyle İsa’nın göğe çıkarıldığı odaya girdi. Talebelerinin tümü uyuyordu. O esnada yüce Allah, harikulâde bir olay meydana getirdi. Yahuda’nın, konuşmasını ve yüzünü değiştirerek tamamen İsa’ya benzetti. Öyle ki bizler bile O’nun İsa olduğuna inanmaya başladık. Ancak O bizi uyandırdıktan sonra, Hocanın (İsa) nerede olduğunu araştırmaya başladı. Bunun üzerine şaşırdık ve `Hocamız sensin ey efendimiz, şimdi bizi unuttun mu?’ diye cevap verdik.”[40]

Tefhim.saf.6-da Barnabas incili hakkında geniş tafsilat var.

” Barnabas Incili’nin italyanca asil kopyasi Viyana’da Hofbibliotek’tedir.”

Yine de ilk olarak Hz.İsanın Allah olduğu iddiasında bulunan Barnabas la beraber çağdaş olan Pavlos dur.Ancak Barnabas-ı kandıramayınca ona muhalefet etmiştir.Barnabas da yahudi iken hristiyan olmuştur.

“Barnabas’ın yazdığı İncil, miladın 325. senesine kadar İskenderiye kiliselerinde okunuyordu. 383 senesinde Papa Damasus, bu İncil’den bir nüsha elde ederek hususi kütüphanesine koydu. 1585 senesine kadar burada kalan Barnabas İncilini Papa Beşinci Sextus (1595-1590), arkadaşı F. O. Marino’ya İbraniceden İtalyancaya tercüme ettirdi. Prusya kralının müşaviri J. F. Cramer, bunu bulup 1713’te Osmanlılarla yaptığı muharebeleri ile meşhur olan kitap meraklısı Prens Eugén’e hediye etti. Prens 1736’da öldükten sonra, kütüphanesi, Viyana (Hofbibliyothek) Kütüphanesine katıldı. Bu el yazma İncil hala, Viyana İmparatorluk Kütüphanesindedir. Aynı senelerde, Madrid’de, İtalyanca bir nüsha daha bulundu ise de, kilisenin baskısı ile yok edildi. Viyana’daki İncil, 1907’de Oxford’da, Ragg ve hanımı tarafından İngilizceye tercüme edildi. Bu tercümenin birçok nüshaları da, İngilizler tarafından yok edildi. Bu nüsha foto-ofset yolu ile 1973’te Pakistan’da basılmıştır. Barnabas İncili ile ilgili olrak Mısır’da da birkaç kitap neşredilmiştir.”

” Barnabas’ın bu İncil’i, târih boyunca çeşitli defâlar ortadan kaldırılmak ve bütün nüshaları kaybedilmek istenmiş olmasına rağmen, Papa Damasus, tesâdüfen eline geçen bir nüshasını Papalık Kütüphânesinde saklamıştır. Kitap 1590’da el yazısı ile İbrâniceden İtalyancaya çevrilmiştir. Bu nüsha elden ele dolaşarak 1713 yılında Prens Eugén’e ve ölümünden sonra Viyana Kraliyet kütüphânesine nakledilmiştir. 1907’de Bay ve Bayan Ragg tarafından İngilizceye tercüme edilerek Oxford’da basılmış, fakat esrârengiz bir tarzda ortadan kaybolmuştur. Ancak bir nüsha British Museum, bir nüsha da Amerikan Kongresi Kütüphânesinde bulunmaktadır. Bu Barnabas İncili, Pakistan Kur’ân Konseyi eliyle 1973’te tekrar basılmıştır. Viyana Kütüphanesindeki nüshayı, 70’li yıllarda, bir kaymakamla bir mülkiye müfettişi Türkçeye tercüme ettirerek basılmak üzere Diyanet İşleri Başkanlığına takdim etmişlerdi. O zaman ben, Din İşleri Yüksek Kurulunda raportör idim ve rahmetli Prof.Dr.Orhan Karmış’la beraber inceleyip hakkında rapor yazmıştık. İnşaallah başka bir makalemizde de onu ele alırız.“[41]

Şu andaki temel kabul edilen inciller ise asliyetini yitirmiş durumdadır.

“Aslından uzak bulunan bu dört İncil şunlardır:

1. Matta İncili: Filistinli olan Mattâ, Îsâ aleyhisselâm göğe çıktıktan sekiz sene sonra, birinci İncil’i yazmıştır. Burada, Îsâ aleyhisselâmın, Filistin’de doğumunda görülen şaşılacak şeyleri ve Yahûdî kralı Herod’un, onu çocukken öldürmek isteyince, annesi Hazret-i Meryem’in oğlunu alıp, Mısır’a götürdüğünü anlatmaktadır. Hazret-i Meryem, oğlu göğe çıktıktan altı sene sonra vefât etti. Kabri Kudüs’tedir. Bugün mevcûd olan Mattâ İncili, İbrânice nüshanın tercümesidir. Bu tercümeyi yapanın kim olduğu da belli değildir.

2. Luka İncili: Antakyalı olan Luka, Îsâ aleyhisselâmı görmemiş, Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra, münâfık olan Pavlos tarafından güyâ Hıristiyanlık dînine alınmış ve onun (bozuk) fikirleriyle aşılanarak, Allahü teâlânın kitâbını büsbütün değiştiren bir İncil yazmıştır. Luka, havârî değildi.

3. Markos İncili: Îsâ aleyhisselâm göğe çıkarıldıktan sonra Îsevî (Hıristiyan) olmuş, tercümanı olduğu Petros adındaki havâriden işittiklerini İncil adı altında yazmıştır. Markos’un havârîlerden olmadığında bütün târihçiler ittifak hâlindedir. Sâdece havârîlerden Petros’un tercümanıdır.

4. Yuhanna İncili: Îsâ aleyhisselâmın teyzesinin oğlu olup, Hazret-i Îsâ’yı birkaç kere görmüştür. Yuhanna’ya nisbet edilen dördüncü İncil’in ortaya çıkmasına kadar Îsâ aleyhisselâmın dîni, esâsen Mûsâ aleyhisselâmın dîninden ayrılmayıp, tevhid esâsına dayanıyordu. Bu kitap, Yuhanna’ya âit değildir, zaten ona ait olduğunu isbat edebilecek sağlam bir delil de yoktur. İkinci asırdan sonra aslı meçhul bir şahıs tarafından kaleme alınmıştır.

Bu dört İncil, aynı hususları başka başka anlatan ve insan eliyle yazılmış hikâyelerden ibâret olup, Allah kelâmı değildir ve devamlı olarak değiştirilmektedirler.”[42]

Hristiyanların inançlarının temeli ise;” Dördüncü asırda konsillerde şekillenmiş olan Katolik kilisesinin amentüsü şudur:

“1. Ben Tanrı’ya kudretli Baba’ya;

2. Ve O’nun biricik oğlu Rab İsa’ya;

3. Ve O’nun bâkire Meryem ve Kutsal Ruh’tan doğmuş olduğuna;

4. Pontus Pilatus zamanında çarmıha gerildiğine, öldüğüne, gömüldüğüne;

5. Üçüncü gün ölüler arasından dirildiğine;

6. Göklere yükseltildiğinde;

7. Baba Tanrı’nın sağına oturduğuna;

8. Oradan gelip ölüleri dirileri hesaba çekeceğine;

9. Ve Kutsal Ruh’a;

10. Mukaddes Kiliseye;

11. Günahların affedileceğine;

12. Ölülerin canlanacağına, sonsuz hayata… inanırım.”[43]

Kitabların özelliğini yitirmesi,yaşayışlarına da aksetmektedir.Mesela;

Yılbaşı,Hz.İsanın doğum günü değildir.Hatta kesin olmamasındandır ki;hristiyanlar dahi bu günü farklı farklı kutlamaktadırlar.Bu da 25 Aralık’tan 5 ve 6 Ocak tarihleri arasında cereyan edip,farklı kutlanmaktadır.Zaten 31 Aralık yılın genel değerlendirmesi olduğundan müslim gayrı müslüm farketmeksizin herkesin kendisine farklı maletmesidir.Özellikle bazı sektörlerin önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır.Çerez sektörüve tüm eğlence satışlarındaki önemli artışlar bazılarının önemli gelir kaynağını oluşturmaktadır.Kimilerinin önemli rant kaynağını oluşturmaktadır.Büyük çaptaki bir fabrikadan daha fazla gelir getiren bir fabrika oluşturmaktadır.Hristiyanlık dünyası dahi çılgınca bu kutlamaları tasvib etmemektedirler.2002 yılının bitiminde hristiyanlık dünyasının papası II.Jaun Paul dahi bu çılgınlıklardan kaçınılmasını,fakirlere yardım edilmesini tavsiye etmiştir.Her dinde olduğu gibi hristiyanlıkta da zaman içerisinde adetler birer ibadet ve inanç halini almıştır.Yılbaşı eğlenceleri,çam süslemeleri,Noel baba aldatmacaları,milli piyango,hindi kesme,çerez yeme adeta birbirinden ayrılmaz faktörler haline gelmiştir.

“Ey İsa ben senin canını alacak ve katıma yükselteceğim.”[44]

“Ve `Biz Allah’ın resulü Meryemoğlu İsa-Mesihi öldürdük’ demelerinden ötürü. Oysa O’nu ne öldürdüler ne de çarmıha gerdiler. Fakat kendilerine öyle göründü. Onun hakkında anlaşmazlığa düşenler bu konuda tam bir kuşku içindedirler, bu konudaki bilgileri sadece sanıya uymaktan ibarettir. Yoksa onu kesinlikle öldürmediler.

Tersine Allah, O’nu kendi katına çıkardı. Hiç şüphesiz Allah üstün iradeli ve hikmet sahibidir.

Kitap Ehli’nden hiç kimse yoktur ki, ölümünün eşiğinde İsa’ya iman etmemiş olsun. Fakat kıyamet günü İsa, onların aleyhinde şahitlik edecektir.”[45]

”Ne Mesih Allah’a kul olmaktan kaçınır ve nede Allah’a yakın melekler. Kim ona kul olmaktan kaçınır, büyüklük taslarsa, bilsîn ki, Allah hepsini huzurunda bir araya getirecektir.”[46]

”Tevhid inancı, Mesih İsa’dan sonra da öğrencileri ve tabileri arasında bir müddet yaşadı. Yazılan pek çok İncil’den biri olan Barnaba İncili, Hz. İsa’dan Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak söz ediyor. Sonra Hz. İsa’nın izleyicileri arasında fikir ayrılıkları meydana geldi. Kimi; “Mesih, diğer peygamberler gibi Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir” dedi. Kimi “O evet peygamberdir. Fakat Allah ile özel bir bağı vardır” dedi. Kimi “O, Allah’ın oğludur. Çünkü babasız yaratılmıştır. Fakat buna rağmen Allah’ın yaratığıdır.” dedi. Kimi de: “O, Allah’ın oğludur. Yaratılmış değildir. Aksine babası gibi “kadim” sıfatını taşır.” dedi.

Bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için M.S. 325 yılında İznik’de 48.000 patrik ve piskoposun katılımıyla “İznik Konsülü” toplandı. içlerinden hristiyan tarihçi İbn-i Patrik şöyle demiştir:

“Katılanların görüşleri ve mezhepleri farklı idi. Kimi, “İsa ve annesi Allah’ın dışında iki ilahtır.” diyordu. Bunlar “Raymatiler” diye isimlendirilen berberiler idi.

Kimi: “İsa, babasından ateşten ayrılan alev gibi ayrılmıştır, ikinci parçanın ayrılması ile birinci bölümde bir azalma olmaz” diyordu. Bunlar “Sabliyus” ve taraftarları idi. Kimi: “Hz. Meryem, Hz. İsa’yı dokuz ay taşımadı. O, karnından suyun borudan geçtiği gibi geçti. Çünkü o söz (kelime) kulağından girdi. Aynı anda çocuğun çıktığı yerden de çıktı” diyordu. Bu da, “İlyan” ve taraftarlarının görüşüdür. Kimi: “Hz. İsa özde bizden biri olmasına rağmen, ilahî bir özellikle yaratılmış bir insandır. Öncelikle Meryem’in oğludur. O’nu insanı özünün katıksız olması sebebiyle göndermiş, ilahî nimeti beraberinde kılmış ve O’nda sevgi ve iradeyi birleştirmiştir.

Bu yüzden “Allah’ın oğlu” denilmiştir. Kimi de: “Allah kadîm biricik cevher ve biricik unsurdur. Üç isimle isimlendirilir” derler ve ne “kelime”ye ne de “Ruhu’l Kudüs”e inanırlar. Bu, Antakya patriği “Paulus” ve taraftarlarının görüşüdür.

Kimi de: “Onlar üç ilahtır. Birisi iyilik, diğeri kötülük tanrısıdır. üçüncüsü ise, aralarında adaleti sağlar” demiştir. Bu, lânetli “markyun”un havarilerinin başı olduğunu öne sürdüler ve “Petrus”u inkar ettiler.

Kimi ise, Hz. İsa’nın ilah olduğunu söyledi. Bu da “Aziz Paulus” ve 318 delegenin görüşü idi.

Putperestlikten hristiyanlığa geçmiş ve hristiyanlık hakkında birşey bilmeyen Roma İmparatoru “Kostantin” bu son görüşü tercih etti ve bu görüş taraftarlarını muhaliflerine musallat etti.

Diğer mezheplerin taraftarlarını -özellikle de sadece Baba’nın ilah ve Mesih’in insan olduğu görüşünde olanları- ise kovdu.”[47]

“Müminler, müminleri bırakarak kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa artık Allah ile arasında hiçbir ilişki kalmaz. Yalnız kâfirlerin size yönelik tehlikelerinden korunabilirsiniz.”[48]

İşte böyle… Ne ilişkilerde ne de bağlılıkta, ne dinde ne de inançta, ne görevde ne de dostlukta onun Allah ile hiçbir ilgisi kalmamıştır. O, Allah’tan uzaktır artık. Her alanda Allah ile ilişkisini tamamen kesmiş olur.

Kişinin korku içinde bulunduğu yer ve zamanlarda Takiyye ile buna izin verilmiştir. Yalnız bu, dil ile gerçekleşen bir takiyyedir. Kalp ile beslenen bir dostluk, ya da fiilî olarak gerçekleşen bir dostluk değildir. İbn-i Abbas (Allah ondan razı olsun) diyor ki: “Takiyye, eylem ile olmaz. Takiyye, ancak dil ile olur.” Mümin ile kâfir arasında bir sevginin meydana gelmesi izin verilen takiyye kapsamına girmediği gibi, mü’minin takiyye adı altında pratik olarak herhangi bir şekilde kafire yardım etmesi de izin verilen takiyye kapsamına girmez. Allah’a karşı bu tür düzenbazlıklara başvurmak doğru değildir! Sözü edilen kâfir, Kur’an ifadesinin burada kapalı olarak geçtiği fakat başka bir surede açık olarak gösterdiği gibi, hayatın her alanında Allah’ın kitabının egemen olmasına taraftar olmayan kişidir.”

”Miladi 451 yılında Halkadonya’da (İznik) toplanan Konsül’de şu karar alınmıştı: “Mesih’in, birbirine karışmayan, değişmeyen, bölünmeyen ve ayrılmayan iki tabiata sahip olduğu kabul edilmelidir. Bu iki tabiatın birleşmesi nedeniyle onların ayrı ayrı olduğunu iddia etmek mümkün değildir. İşin doğrusu, her iki tabiat kendi özelliklerini muhafaza ederek bir tek bedende birleşmiştir. İki parçanın tek bir cesette birleşmesi sonucunda Oğul Allah ve Ruh’ul Kuds meydana gelir.” Yakubiler (Bunlar, Yakub el-Baraziiye tabi olanlardır ki hıristiyanlıkta tek Allah nazariyesini savunurlar. (el-Raid S. 1634)) bu toplantıda alınan kararları reddettiler. Onlar Mesih’te yalnız bir tabiatın varlığını kabul ediyorlar ve: “Mesih, tüm unsurları kendisinde toplamıştır; hem İlahî hem de beşerî tüm niteliklere sahiptir. Fakat bu nitelikleri taşıyan madde ikilik kabul etmez, aksine unsurların toplandığı bir bütünlük arz eder” diyorlardı. Herakliyüs’ün Mesih’i “Üçten biri” olarak kabul ettiği mezhebi halka benimsetmeye çalıştığı bu dönemde, Ortodokslarla, özellikle Mısır, Şam ve Bizans İmparatorluğu sınırları dışında yaşayan Yakubiler arasında yaklaşık iki asır sürecek bir mücadele başladı. Jüstinyen’in benimsediği mezheb ise, bir yandan iki tabiatın varlığını kabul ederken diğer yandan da bu iki tabiatın Mesih’in bedeninde, tek bir varlığa dönüştüğünü ileri sürüyordu. Onlara göre Allah’ın oğlu olan Mesih ilahî ve beşerî kuvvetleri kendinde toplamış bulunan tek bir varlıktı. Bu ise, beden halinde somutlaşan bu şahsın içinde tek bir irade olduğu anlamına geliyordu. Fakat Herakliyüs de, barışın temellerini atmaya çalışan pek çok ıslahatçının akıbetine uğramaktan kurtulamadı. Çünkü iki mezhep arasındaki mücadeleyi bir an olsun durduramadığı gibi, bu savaşı daha da şiddetlendirmiş ve bizzat kendisi de üçüncü bir taraf olup diğer iki grubun öfkesini üzerine çekmiş ve Allahsız olarak damgalanmıştı.”[49]

Ehli kitab her türlü ayeti de görse,Muhammedi evladları gibi bildikleri halde yine kabul etmez,senin kıblene yönelmezler.[50]

Ve ‘Allah elçisi Meryem oğlu İsa’yı öldür dük’ demeleri yüzünden (onları lânetledik). Halbuki onu ne öldürdüler, ne de astılar; fakat (öldürdükleri) onlara İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler bundan dolayı tam bir kararsızlık içindedirler; bu hususta zanna uymak dışında hiçbir (sağlam) bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler.

Bilâkis Allah onu (İsa’yı) kendi nezdine kaldırmıştır. Allah izzet ve hikmet sahibidir.

Ehl-i kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet günün de de O, onlara şahit olacaktır. “[51]

“Muhakkak O,(İsa) kıyamet için bir bilgidir, asla ondan şüphe etmeyin ve bana tabi olunuz. Bu dosdoğru yoldur..”[52]

”Hafız İbn-i Asakir sahabilerden birinin rivayetinden (Allah onlardan razı olsun) Abdullah İbn-i Huzeyfe es Sehmi’nin biyografisinde diyor ki: Bizanslılar Abdullah’ı esir almışlardı, onu krallarına getirdiler. Kral ona dedi ki: “Hristiyan ol, seni mülküme ortak eder ve kızımla evlendiririm” Abdullah şu karşılığı verdi: “Eğer sen kendinin sahip olduğun her şeyi versen buna bir de tüm Araplar’ın sahip olduklarını ilave etsen ve Hz. Muhammed’in -salât ve selâm üzerine olsun- dininden bir saniyeliğine ayrılmamı istesen ben yine ayrılmam.” Kral: “O zaman seni öldüreceğim” deyince Abdullah: “Ne yaparsan yap, dedi.” Kral emretti. Abdullah’ı ellerinden ve kollarından bağladılar, okçularını çağırdı, yakından ellerine ve ayaklarına oklar sapladılar. O bu arada hala hristiyanlık dinini Abdullah’a aşılıyor, O’da hep reddediyordu. Sonra emretti O’nu indirdiler. Bir kazan getirilmesini istedi. Bir rivayete göre ise, bakırdan bir saç getirip kızdırdılar. Müslümanlardan bir esiri getirip içine attılar. Abdullah bu müslümana bakıyordu. Kısa bir süre sonra bu müslüman orada, kızgın kapta parlayan kemiklere dönüştü. Yine Abdullah’a hristiyan olması teklif edildi. O yine reddetti. Kral onun da kazana atılmasını emretti. Kaldırılıp atılacağı zaman, ağladı. Kral biraz umutlandı ve kendisini çağırdı, Abdullah niçin ağladığını şu şekilde izah etti:

“Ben Allah yolunda verecek tek bir canım olduğu için ve bu canım da Allah yolunda kısa zamanda bu kazana atılmakla elimden alınacağı için ağladım. İsterdim ki, vücudumdaki kılların sayısınca canım olsaydı ve her biri Allah yolunda işkence çekerek verilse idi.”

Bir rivayete göre ise, Kral Abdullah’ı hapse atmış, günlerce ona yiyecek ve içecek vermemiş, daha sonra da ona içki ve domuz eti göndermiş, fakat o bunlara yine de yaklaşmamıştı. Kral kendisini çağırtmış ve “Bunları yiyip içmene ne engel olmuştur” diye sormuştu. Abdullah: “Aslında şu anda bunları yemem bana helal kılınmıştır. Fakat ben seni kendime güldürmem” dedi. Bunun üzerine kral kalktı. Alnından öptü ve onu serbest bıraktı. Abdullah bu serbest bırakmayı “Eğer tüm müslümanları benimle birlikte serbest bırakırsan kabul ederim” dedi. Kral bu teklifini de alnından öperek kabul etti ve onunla beraber olan tüm müslümanları serbest bıraktı. Geri döndüğünde Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) “Her müslümanın Abdullah İbn-i Huzeyfe’nin alnından öpmesi gerekir” dedi ve kalktı Abdullah’ı alnından öptü.”[53]

Tevrat’ta yahudiler hakkında “Yeryüzünde iki kez kargaşa çıkaracaksınız ve bu arada parlak bir yükseliş dönemi yaşayacaksınız” diye hüküm verdik.

Birinci kargaşaya ilişkin ilahi cezanın vadesi gelince üzerinize son derece atılgan ve acımasız kullarımızı saldık. Bunlar evlerinizin köşe bucaklarını arayarak sizi yakalamaya giriştiler. Bu, Allah’ın yerine gelmesi kaçınılmaz bir sözü idi.

Sonra eski iktidarınızı size geri vererek bu düşmanlarınıza karşı üstün konuma gelmenizi sağladık. Sizi mal ve evlâd artışı ile destekledik ve sizi güçlü orduya sahip kıldık.

Eğer, iyilik ederseniz, kendiniz için iyilik edersiniz, eğer kötülük ederseniz, o da kendiniz içindir. Çıkaracağınız ikinci kargaşaya ilişkin cezanın vadesi gelince üzerinize salacağımız başka saldırganlar acınızın yüzlerinize yansımasına yol açarlar. İlk seferinde gelenlerin yaptıkları gibi Mescid-ı Aksa’ya girerler ve yükselttiğiniz her şeyi yerle bir ederler.

Bundan sonra rabbiniz size merhametli davranır. Fakat eğer kargaşaya dönerseniz, biz de sizi tekrar cezalandırırız. Biz cehennemi kâfirler için içinden çıkılmaz bir kale yaptık.”[54] Birincisi Hitler,ikincisini de beklesinler.

Yahudiler –Beyinsizler-diye isimlendirilirler.[55]

“Yahudilerin ve Hıristiyanların zalim olanları dışında kalanları ile tartışırken olabildiğince gönül alıcı ve etkili bir dil kullanınız. Onlara deyiniz ki, “Bizler hem bize ve hem de size indirilen kitaplara inanıyoruz. Bizim de sizin de ilahınız birdir, biz O tek ilaha teslim olmuşuz. “[56]

”Moffat, Kitab-ı Mukaddes tercümesine yazdığı önsözde şöyle diyor: “İsa (a.s.) hiçbir şey yazmadı ve bir müddet için havarileri de O’nunla ilgili hiçbir kayıt tutma ihtiyacı duymadılar. O halde tarihte İsa ile ilgili bize ulaşan bilgiler Filistinli ilk havarilerin sözlerine ve derlemelerine dayanıyor. Bunların ne zaman yazıya geçirildiğini söyleyemeyiz. Fakat en azından onlardan bir tanesi her halde yaklaşık M.S. 50 yıllarında yazılı halde mevcut idi.”[57]

”Başka bir yerde de tefecilikle (faiz) ilgili kanun şu şekilde ifade edilmiştir: “Bir yabancıya faizle borç verebilirsiniz, fakat kardeşinize faizle borç vermemelisiniz.” [58]”

Eğer bir adam İsrailoğulları’ndan birinin bir şeyini çalsa, onunla ticaret yapsa veya onu satsa, bu kişi öldürülür.”[59]

Talmud’da denilmektedir ki: “Şayet bir İsrailli’nin boğasını İsrailli olmayan bir kimsenin boğası yaralarsa, İsrailli’ye tazminat vermek zorundadır. Eğer İsrailli’nin boğası İsrailli olmayanın boğasını yaralarsa, İsrailli tazminat vermek zorunda değildir. Bir kimse kaybolmuş bir şey bulursa ve bulduğu şey İsraillilerin yerleşim bölgesindeyse, bulduğu şeyi sahibine vermek için ilân etsin. Şayet, İsrailli olmayanların bölgesinde bulunmuşsa, ilân etmeye gerek yoktur. İsmail’in Rabbi diyor ki: Eğer bir ümmi ile bir İsrailli arasında anlaşmazlık çıkmışsa, mahkemedeki hâkim, kardeşinin lehine bitmesi için uğraşsın. Mümkün değilse ümmilerin kanunlarına göre, kardeşinin lehine bir sonuç almaya çalışsın. Ve “Bu sizin kanununuza göredir” desin. Her iki kanundan da yararlanamıyorsa, hangi yolla olursa olsun, İsrailli kardeşini kazandırsın. İsmail’in Rabbi, “İsrailli olmayanların zaaflarından yararlanın” diyor.” [60]

” İşte Kitab-ı Mukaddes’te faizi yasaklayan apaçık bir madde; “Kullarımdan fakir olanlardan birine borç para verdiğinizde ona tefeci gibi davranmayın ve onun üstüne faiz yüklemeyin.”

“Eğer komşunuzun elbisesini ödünç almışsanız, onu güneş battığında geri teslim etmelisiniz;Çünkü o onun tek elbisedir, onun derisini kapatan giysidir. Vermezseniz ne ile uyuyacak? O bana dua edip ağladığında Ben onu duyarım, çünkü Ben affediciyim”[61]

Bunun yanısıra faiz, Tevrat’ın birçok yerinde de yasaklanmıştır. Fakat bu yasaklamalara rağmen, Tevrat’a inandıklarını söyleyen Yahudiler, dünyanın en büyük faizcileridir, cimrilikleri ve vicdansızlıkları ile ün salmışlardır.”[62]

“Dinle, ey İsrail! Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir. Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin.” [63]

“Dinle, ey İsrail, Allah’ımız Rab, bir olan Rab’dır ve Allah’ın olan Rabbi bütün yüreğinle, bütün canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin. Ve bugün sana emretmekte olduğum bu sözler senin yüreğinde olacaklar. Ve onları oğullarının zihnine iyice koyacaksın ve evinde oturduğun ve yolda yürüdüğün ve yerde yattığın ve kalktığın zaman bunlar hakkında konuşacaksın.”[64]

“Ve şimdi, ey İsrail, Allah’ın olan Rabden korkmaktan, onun bütün yollarında yürümekten ve onu sevmekten ve bütün yüreğinle ve bütün canınla Allah’ın Rabbe hizmet etmekten, bugün iyiliğin için sana emretmekte olduğum Rabbin emirlerini ve kanunlarını tutmaktan başka Allah’ın Rab senden ne istiyor? İşte, gökler, göklerin gökleri, yer ve onda olan her şey Allah’ın olan Rabbındır”. [65]

“Cumartesi, ancak onda ihtilafa düşenlere (farz) kılındı. Şüphesiz senin Rabbin,onların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında kıyamet günü aralarında hükmedecektir.”[66]

“Sebt (cumartesi günü) ile ilgili kısıtlamaların sadece Yahudilerle ilgili olduğu Hz. İbrahim’in (a.s) dini ile hiç bir ilgisi olmadığını söylemeye gerek yoktu, çünkü onlar da bunu biliyorlardı. Bu kısıtlamalar, Yahudiler sürekli kanunlara ve emirlere karşı geldiği için konmuştur. Bunun tam anlamıyla kavranabilmesi için Kitab-ı Mukaddes’teki Sebt günü ile ilgili emirlere bakılmasında fayda vardır.[67]

Tevratta suret yasağı:” “Kendin için oyma put, yukarda göklerde olanın, yahut aşağıda yerde olanın, yahut yerin altında sularda olanın hiç suretini yapmayacaksın” [68]

“Kendinize putlar yapmayacaksınız ve kendiniz için oyma put ve dikili taş dikmeyeceksiniz ve önünde secde etmek için memleketinizde resimli taş kurmayacaksınız.”[69]

“Fesada sapmayasınız, kendiniz için erkek yahut kadın suretinde, yerde olan bir hayvan suretinde, göklerde uçan kanatlı bir kuş suretinde, toprakta sürünen bir şey suretinde, yer altındaki suda olan bir balık suretinde, herhangi bir şeklin suretinde oyma put yapmayacaksınız.”[70]

“Bir sanatkarın el işi, Rabbe mekruh oyma yahut dökme put yapan ve onu gizlice diken adam lanetli olsun.” [71]

”Kur’an-ı Kerim’de Ehl-i Kitab’ın şirki pek çok yerde zikredilmiştir. Mesela hristiyanlar hakkında şöyle buyurulmuştur: “Allah üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir olmuşlardır.”[72]

“Allah Meryem oğlu Mesih”tir diyenler küfre gitmişlerdir.” ([73]

“Hristiyanlar da Mesih Allah’ın oğlu dediler.”[74]

Yahudiler hakkında da şöyle buyurulmuştur: “Yahudiler, Uzeyr Allah’ın oğlu dediler.”[75]

Ancak buna rağmen bunlar hakkında Kur’an’ın hiçbir yerinde “Müşrik” kelimesi kullanılmamıştır. Onlar “Ehl-i Kitap” olarak zikredilmiş ya da “Kitap verilenler” denmiştir. Bazen de “Yahudi” ve “Nasara” şeklinde ifade edilmişlerdir. Çünkü onların asıl dini Tevhid diniydi. Ama aynı zamanda şirke düşmüşlerdir.”[76]

Hadisde ise;

İbn-i Mes’ud, Resulullah’ın şöyle buyurduğunu rivayet eder: “İsrailoğulları günaha dalınca alimleri onları nehyettiler; fakat, onlar dinlemediler. Alimler de onlarla düşüp kalktılar ve yiyip içtiler. Allah da bazısının kalbini bazısına çarptı. Davut’un, Süleyman’ın ve Meryem oğlu İsa’nın dilinden onlara lanet etti. -Sonra Resulullah oturup şöyle dedi-: `Hayır. Nefsim elinde olana yemin ederim ki; siz onları hakka döndürünceye kadar uğraşırsınız’ Yani şefkat gösteri çevirirsiniz.” (Ebu Davud ve Tirmizi)

Dünyanın tüm bu değişimi içerisinde bizim kendimizle ve değerlerimizle uğraşmamız ise tam çıkmaz ve kör döğüşüdür.

Müslümanların inançlarının bir gereği olan örtüleriyle uğraşmak ise tam bir orta çağ zihniyeti,kanunsuz devletlerin vahşetidir.

Mahkemelerin,devletlerin kadınlara başını öreteceksin,demeleri ne kadar suçsa,açacaksın-demeleri de o kadar suçtur.Kapattırma veya o yönde yorum ve uygulamada bulunma demokrasi ve hukuka ne kadar aykırı ise,açtırması da en az o kadar demokrasi ve hukuka aykırıdır.Devlet taraf olmamalıdır.Laiklik ve uygulamalarını her iki taraf için sürdürmelidir.Örtünmeye taraf değilse, en az o kadar da açılmaya taraf olmamalıdır.Bilmelidirki;açılan ne kadar hakka sahibse,kapanan da en az o kadar hakka sahibtir.Devlet vatandaşını suçlu,potansiyel suçlu,suç işleyebilir,gözüyle görmemelidir.Suç fiili olarak gerçekleşmedikçe,her insan masumdur,suçsuzdur. Devlet kimden yanadır.Bunu bilmeli,pozisyonunu belirlemelidir.Rusya kendi halkını suçlu görüp,her bir vatandaşın arkasına bir KGB ajanını gözcü bırakmakla despot bir uygulamaya girmiş ve yıkılmaya mahkum olmuşdu.Zira fıtrat fıtri olmayan şeyi reddeder,atar.Mide kendisine uygun olmayan bir şeyi kusarak,dışarı fırlatır.Devletler vatandaşlarının rahat yaşamaları için vardır.Onların hak ve hürriyetlerini kısıtlamak,ancak devlet olmayan ilkel toplumlar için söz konusudur.Devletler ve kanunlar başkalarına zarar vermedikçe talebleri yerine getirmekle yükümlüdür.Eğer demokrasi halkın idaresi ise,halka göre hakka göre yönetim esastır.Herkes tornadan çıkmış gibi bir düşünce ile,kendisine benzemesini istemek kısırlıktır,genişlik ve zenginlik değildir.Devlet herkesin kendisi gibi düşünmesini isteyemez.Öyle olmasına çalışamaz.

Şüphelenmek,suçlu olmayı gerektirmez.Şüphe hakikatları eşelemek için insana verilmiştir,altına işemek için değildir.Kanunları deşmek,yanlışların peşine düşmek,doğruları söküp,yanlışları dikmek için değildir.

Eğer ben bir hristiyan olsaydım,iki yüz yıllık HAÇLI ayıbını örtmenin yollarını arar,bu büyük ayıbı kapatmayı düşünürdüm.Ancak Türkiyedeki baş örtüsü ayıbı Haçlı zihniyetini şimdilerde olduğu gibi,gelecektede örtecek bir ayıb ve lekedir. Her şeyden önce acziyetin ve basiret ve başarıdan uzaklığın bir ifadesidir. İnsanları bununla meşgul edip,başarısızlığın üzerini örtmekten ibarettir.

Tarih bu ayıbı alkışlamıyacak,lanetliyecek,utanacaktır.

Herkes giderken aya,bizimkiler sanki taş ve kaya.

İşte bu kara lekenin örneği;

“TBMM`DE TÜRBAN KRİZİ…
MECLİS TUTANAKLARINDAN OLAYLI OTURUM…

2 Mayıs 1999

FP İstanbul Milletvekili Merve Kavakçı, türbanlı olarak, DYP Hakkari Milletvekili Hakkı Töre`nin andiçtiği sırada, (saat 15.20) TBMM Genel Kurulu`na geldi.
Kavakçı`nın Genel Kurul`a gelişi ve protestolar, Meclis tutanaklarına şöyle yansıdı:
…….
(FP İstanbul Milletvekili Merve Safa Kavakçı`nın türbanlı olarak Genel Kurul Salonu`na girmesi üzerine DSP ve Bakanlar Kurulu sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, DSP sıralarından gürültüler, FP sıralarından alkışlar)

Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: Sayın Başkan, bu üyenin bu kıyafetle Meclis`te bulunması içtüzüğe aykırıdır. Derhal Meclis`ten çıkartılması gerekir, aksi takdirde tutumunuz hakkında söz istiyorum. (DSP sıralarından `çık dışarı` sesleri, gürültüler)

Başkan: Efendim, şimdi burada içtüzük var, İçtüzüğe bakalım. İçtüzüğün gereği ne ise onu yapalım. (DSP ve FP sıralarından karşılıklı laf atmalar ve gürültüler)
Halil Çalık (Kocaeli): Çık dışarı…
Başbakan Bülent Ecevit (istanbul): Sayın Başkan söz istiyorum
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk (Trabzon): Söz istiyorum
Sayın Başkan..
Başkan: Ne hakkında söz istiyorsunuz?
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk (Trabzon): Tutumunuz hakkında söz istiyorum. Böyle, bu Meclis`te bulunması içtüzüğe ve Meclis teamüllerine aykırıdır, kendisini salondan çıkarmanız gerekir, aksi takdirde sizin uygulamanız hakkında söz istiyorum.
Başkan: Benim burada görevim, içtüzüğün esasıdır. İçtüzüğün 56. maddesi, bunun ancak… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Birisi sarıkla gelirse , bırakacak mısınız? İçtüzükte yazılıdır…
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: İçtüzük neyin giyileceğini
gösteriyor, neyin giyilmeyeceğini göstermiyor.
Başkan: İçtüzük… İçtüzük… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Mayoyla gelebilir mi mayoyla?
Başkan: Bana bağırma. Bak ben bağırtıya gelemem, anladın mı?

Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu (Sinop): Sayın Başkanım…
Başkan: Müsaade ederseniz… Hukuku neyse onu teklif ederim. (DSP
sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Milli Savunma Sakanı Hikmet Sami Türk: Ya bu üyeyi dışarı çıkarınız ya da sizin tutumunuz hakkında söz istiyorum. Usul hakkında…
Başkan: Elbette ki, usul hakkında olacak. Yani usulsüz mü oluyor… (DSP sıralarından sıra kapaklarına vurmalar, gürültüler)
Başbakan Bülent Ecevit: Bir dakika müsaade edin… Burada bir hükümet başkanı olarak önemli bir konuda söz istiyorum. Lütfen bunu dikkate alınız.
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Söz istiyor, söz… Hükümet başkanı olarak söz istiyor…
Başkan: Peki, hükümet başkanına söz vereyim.
Başbakan Bülent Ecevit: Sayın Başkan, değerli milletvekilleri. Türkiye`de hanımların giyim kuşamına… (FP sıralarından gürültüler) Türkiye`de hanımların giyim kuşamına, başörtüsüne özel yaşamlarında hiç kimse karışmıyor. Ancak, burası hiç kimsenin özel yaşam mekanı değildir. Burası, devletin en yüce kurumudur. (DSP sıralarından `Bravo` sesleri, alkışlar, FP sıralarından gürültüler) Burada görev yapanlar, devletin kurallarına, geleneklerine uymak zorundadırlar.
Burası, devlete meydan okunacak yer değildir. (DSP sıralarından `Bravo` sesleri, alkışlar, FP sıralarından gürültüler) Lütfen bu hanıma haddini bildiriniz. (DSP sıralarından alkışlar, FP sıralarından gürültüler)

Kamer Genç (Tunceli): Sayın Başkan şu kadını çıkarın buradan. Lütfen başörtüsünü çıkarsın. Bu, laik cumhuriyete başkaldırmadır. (DSP sıralarından alkışlar) Lütfen başının örtüsünü çıkarsın. (DSP sıralarından `Teamülü var bu Meclis`in` sesleri) Bu, cumhuriyete başkaldırmadır. Bu laik cumhuriyete başkaldırmadır.
Başkan: Laik cumhuriyet ile ne alakası var birader yani şunun…
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Teamüle aykırı… Teamüle aykırı…
Başkan: Neyi teamüle aykırı?
Milli Eğitim Bakanı Metin Bostancıoğlu: Sayın Başkan, teamüllere aykırı bu durum. Bugüne kadar bu kıyafetle hiçkimse girebildi mi? Derhal dışarı çıkarın.
Milli Savunma Bakanı Hikmet Sami Türk: Kaç yıldır parlamentersiniz, böyle birşey gördünüz mü?
Başkan: Ee, bugüne kadar gelmedi, bugünden sonra da… (DSP sıralarından ayakta alkışlar)
Kamer Genç (Tunceli): Sayın Başkan, lütfen ara ver ve bu kadını dışarıya at. Böyle olmaz efendim. (DSP sıralarından ayakta tempo halinde alkışlar ve (Dışarı, Dışarı sesleri)
Başkan: 15 dakika ara veriyorum. (kapanma saati 18.40) “[77]

“İsrail’de Musevi Şeriatı işliyor!

Türkiye’de başörtülü milletvekilleri Meclis’ten dışarı çıkarılırken, İsrail Meclisi’nin açılışına hamambaşılar katılarak dua ediyor. İsrail’in 16. Meclisi’nin resmi açılış törenine katılan milletvekilleri, kippa giyen hahambaşıların gözetiminde Tevrat üzerine yemin ederek görevlerine başladı.
İsrail’de; öğrenciler derslere kippa ile giriyor ve kutsal sayıldığı gerekçesiyle cumartesi günü resmi tatil sayılıyor. İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve bakanlar kurulu üyeleri ile milletvekilleri de kippa ile Meclis’te dolaşıyor ve açıklamada bulunuyor. Muhafazakâr Museviler ise, eşlerinin fotoğraflarının çekilmesine dahi izin vermiyor. Halkın büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye’de ise halkın oyları ile seçilen milletvekillerinin Meclis’e girişi yasak… TBMM’nin 21. döneminde Başbakan Bülent Ecevit, FP İstanbul eski Milletvekili Merve Kavakçı’nın Meclis açılışına başörtüsü ile katılmasını; “Burası devlete meydan okunacak yer değildir” sözleri ile eleştirmiş, DSP’liler de kürsü etrafında toplanarak alkışla “dışarı” diye tempo tutmuştu. “ [78]

“Sistemler de yoruluyor. Sistem içi kusurlar yoğunlaşınca, sistemin çarkları birbirini besleyemez hale geliyor ve yorgunluk başlıyor, sistem yorulunca da, toplumu taşıyamaz hale geliyor. Çarklar dönmüyor, hayatın her alanında problemler ortaya çıkıyor.

Böyle bir olayı Rusya yakın zamanda yaşadı. Bir devlet adamı, Gorbaçov, sistem yorgunluğunun farkına vardı, çıktı, “Kral çıplak, dedi. Sosyalizm tıkandı. Sovyetler’de çarklar dönmüyor. Yeniden yapılanma (Rusça perestroyka) lâzım.” [79]

Kişilerin kendi hizmetleri çerçevesinde yaptıkları müsbet hareket genel çarkı otomatikman çevirmektedir.Menfilikler o çarkın dönmesinde ortaya çıkan maniler ve bozukluklardır.Menfilikler müsbet manada hiçbir şey yapılmasa dahi,belli bir zaman diliminde miadını doldurup otomatikman vücut onu dışarı atacaktır.Menfilikler zulüm nevinden olduğu için devam etmezler.Nefesi ve kendisi yaptıklarıyla beraber tükenirler.

Bu dünya yüzünde nice menfilikler kendi aleyhlerinde,müsbet insanların lehine olarak defterlerini dürerek,müsbet bir çok defterleri açarak cehennem olup gittiler.

Otomatik çark kötü niyetli,hain insanların içerisinde bir çok dahileri çıkardı tıpkı düşman tarafın kahramanların çıkmasına sebeb oluşu gibi,istidat ve kabiliyetler neşvü nema buldular.Gerek Türkiye de gerekse de dünyadaki menfilikler kendi tükenen sermayeleriyle birlikte,yeni bir çok sermayelerin doğmasına adım olacaktır.Daha samimi bağlılıkların doğmasına sebeb olacaktır.

“ADNAN Menderes’in eşi Berrin hanımın, meşhur Dr. Nazım beyin yeğeni olduğunu biliyoruz. Dr.Nazım, ünlü ve ileri gelen Sabataycılardandır, İttihadçıdır ve İzmir suikasti hadisesinde idam edilmiştir.

… Adnan Menderes aile içi bir izdivaç yapmıştır; Evliyazadeler ailesindendir; hanımı da aynı aileye mensuptur.

…. Son yıllarda Kemal Derviş, İsmail Cem, Rahşan Ecevit,Mehmet Ali Bayar arasındaki çekişmeleri, zıtlaşmaları, entrikaları anlamak için çok şey bilmek gerekiyor.

Mason locaları içinde bütün üyeleri Sabataycı olan localar vardır.

… …. Son on yıldan beri ülkemizde çok vahim, çok garip hadiseler oluyor. GAP bölgesinde seksen küsur yabancı büyük şirket faaliyette bulunuyormuş.Bunların yetmiş küsuru Yahudi-İsrail kuruluşlarıymış ve hassaten Kürt Yahudilerini çalıştırıyorlarmış.”[80]

5-3-2003

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Milli Gazete.24-3-2002.

[2] Yeni Şafak. 24-2-2003.Yusuf Kaplan.

[3] Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.169.

[4] Age.198.

[5] Bak.age.253-254.

[6] Age.Hedef Türkiye.o.s.249-253.261-262.

[7] Borç Kapanı İMF.Ufuk Şanlı,Milli Gazete.2-9-2002.

[8] Milli gazete.2-1-2003,Yeni Asya.2-1-2003.

[9] Yeni Şafak.9-1-2003.

[10] Yeni Asya.14-2-2003.

[11] Bak.Zaman gazt.8-1-2003.

[12] Yeni Asya.2-1-2003.Mustafa Özcan.

[13] Yeni Asya.3-1-2003-01-03.

[14] Sabah, 27 Mayıs 1994,Yeni Şafak.F.Koru.16-10-2002.

[15] Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.

[16] Sabah.21-2-2003.

[17] zaman.21-2-2003, sabah.21-2-2003.

[18] Milliyet.23-2-2003.

[19] Âl-i İmran.75.

[20] Âl-i İmran.100.

[21] Tevbe.30.

[22] Al-i İmran.103,Bak.199.

[23] Âl-i İmran,114-116,bak.119.

[24] Âl-i İmran.110.

[25] Âl-i İmran.120.

[26] Tevbe Suresi, 31.

[27] Maide.51.

[28] Bakara Suresi, 120.

[29] Maide.59.

[30] Maide.70.

[31] Maide.71.

[32] Maide.82,Kasas.52-54.,Bakara.121.

[33] En’am.146.

[34] Beyyine Suresi, 1.

[35] Beyyine Suresi, 6.

[36] Maide Suresi, 73.

[37] Maide Suresi, 17.

[38] Maide suresi, 78.

[39] Maide.17-18,ve.72-77.

[40] Fizilal-il Kur’an.Seyyid Kutub.Nisa.153-161.ayet.

[41] Yakup Yılmaz.

[42] Prof.Ramazan Ayvallı.

[43] Bak.Milli Gazete.M.Şevket Eygi.20-01-2003.

[44] Al-i İmran Suresi, 55.

[45] Nisa.157-159.

[46] Nisa.172.

[47] Fizilal.age,Maide.15.ayet.

[48] Âl-i İmran.28.Fizilal.age.

[49] Fizilal.age,Âl-i mran.2-6.ayetler.

[50] Bakara.145-146.

[51] Nisa 157-159.

[52] Zuhruf 61.

[53] Fizilal.age,Nahl.106.

[54] İsra.4-8.

[55] Bakara.142.

[56] Ankebut.46.

[57] Âl-i imran.2,Tefhim-ul Kur’an.Mevdudi.

[58] Tesniye, 23;20.

[59] Tesniye, 24:7.

[60] Talmudic Mıscelleny. Paul İsaac Hershum. 1880, London. Sh. 37, 210-221,.Âl-i İmran.75,Tefhim.age.Nisa.161.

[61] Çıkış, 11, 15-27.

[62] Tefhim.agâ.

[63] Tesniye, 6: 4-5.

[64] Tesniye, 6:4-7.

[65] Tesniye 10:12-14.28:1-13,15-65.

[66] Nahl.124.

[67] Örneğin Çıkış 20:8-11, 23:12-13, 31: 1-17, 35: 23 ve Sayılar 15: 32-36. Bunun yanı sıra Sebt gününü tecavüz ile ilgili bölümlere bakmakta da yarar vardır. Bkz. Yeremya: 17: 21-27 ve Hezkiel 20: 12-24.”tefhim.age

[68] Çıkış, 20:4.

[69] Levililer. 26:1.

[70] Tesniye, 4:16-18.

[71] Tesniye, 27:15.

[72] Maide 73.

[73] Maide 17.

[74] Tevbe 30.

[75] Tevbe 30.

[76] Beyine.1.tefhim.age

[77] Bu metin Anadolu Ajansı tarafından 2 Mayıs 1999 tarihinde yayınlanmıştır.
TBMM Tutanakları için TBMM İnternet sitesinin adresi:
www.tbmm.gov.tr”(Belgenet.com.25-8-2002)

[78] Akit Gazt..25-2-2003.

[79] Yeni şafak.a.taşgetiren.25-10-2002.

[80] Milli Gaz.M.Ş. Eygi.25-2-2003.




ZULÜM VE ADALET

ZULÜM VE ADALET

İlk insanın yaratılmasının söz konusu olmasından itibaren,insanın yaratılmasına melekler şüpheyle bakmış ve bir derece taraftar olmamıştır.Ve:”O vakti hatırla ki,Rabbin meleklere:”Yeryüzünde bir halife yaratacağım.”demişti de,melekler:”Biz seni hamd ile tesbih ve takdis ederken,orada fesad çıkaracak,kanlar dökecek kimseler mi yaratacaksın?”demişlerdi.Allah:”Ben sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim.”buyurdu.”[1]

Melekler bütün bütün hakszı değillerdi,her ne kadar Cenâb-ı Hakkın bildiklerini,o esrarı bilmeseler de!

Allah’ın bildiği ve de bildirdiği hakikat,hakikattır.Başta hakikat-ı Muhammediyedir.Marife-i ilâhiyedir.Hikmet-i Rabbaniyedir.

Gerek önceki yaratılan cinlerin bir kısmının anarşi çıkarmalarına istinaden olsun ki,onlarda akıl duygusu gelişmiş,âdeta tek motorlu varlıklar idi.Tek motorlu varlıklar böyle fesad çıkarırlarsa,ya üç motorlu varlık olan insan kimbilir nasıl kan döker?

Cinlerde akıl duygusu gelişmiş iken,insanlarda buna ek olarak, gadab ve istek duygusu da sınırsız olarak gelişmiş,âdeta üç motorlu varlık durumunda idi…

Dünyaya gelişle beraber ilk kanda dökülmüş,şehvet ve istek duygusunun neticesi olarak Kabil kardeşi Habil’i öldürmüştü.Toprak ilk kan dökümüyle kirlenmeye başlamıştı.

Hâşa,Allah zulmedici değildir.Allah adalet sahibidir.Dünyada adaletle muamele ettiği gibi,daha geniş tarzda ahirette bu ilahi adalet tecelli ve tahakkuk edecektir.

Kur’an bu adaleti emrettiği gibi,[2]peygamberimizde:”Eğer suç işleyen kızım Fatıma da olsa,onu cezalandırırım.”buyurmaktadır.

Hz.Ömer,islamın adaletinin kendisinde tecelli ettiği kimse olarak nam salmıştır.

Fitnenin kapısı Hz.ömerin öldürülmesiyle kırılmış ve açılmıştır.

Hz.Ali bir yahudiyle İslam mahkemesinde sorgulanmıştır.

Fatih Sultan Mehmet,aleyhine tecelli edeceğini bildiği halde,kolunu kestirdiği rum mimarıyla muhakeme olmuş,aynı el kesme cezasına çarptırılmıştır.Yine o mimarın davasından vaz geçmek istemesine rağmen mahkeme vaz geçmemiş,para cezasına çevrilerek,her gün 10 altın daha sonra Fatih’in kendi isteğiyle yirmi altın cebinden ödemesi suretiyle sulh olunmuştur.

Allah’ın bir ismi de hak’tır.Yani her hak sahibine hakkını bi hakkın eksiksiz olarak vermesi demektir.

Bir kişinin hakkı kendi rızası olmadıkça,umuma bile feda edilememektedir.Allah’ın yanında hak haktır.Küçüğüne büyüğüne bakılmaz.

Allah’ın yanında kuvvetli olan haklı değil,haklı olan kuvvetlidir.

Dünyanın genel durumu içerisinde görülen haksızlıklar birkaç sebebe dayanmaktadır.Bunlar;

Ya kendi hatamızın bir neticesi olarak başımıza gelmektedir veya geçmiş günahları temizlemek için olmakta veya sevab kazandırmak içindir veyahutta geniş bir mahkeme olan ahiret mahkemesine tecil edilmektedir.Zira köyde işlenilen bir cinayet orada muhakeme edilmeyip,mahkemelere sevkedilmektedir.İlçe ve bazı illerde işlenen siyasi suçlar,Devlet güvenlik mahkemelerinin olduğu yerlere sevkedilmektedir.Suç büyüdükçe mahkeme de büyümektedir.

Âhiret mehkemesi tüm varlıkların muhakeme edilip,Allah’ında adaletinin tamamıyla tecelli edeceği bir yerdir.Boynuzsuz koyunun hakkının boynuzlu koyunda alınacağı,kimseye haksızlığın edilmeyeceği,Allah’ın hakimliğinde,yine O’nun mahkemesinde sorgunun olacağı yerdir.Allah’tan daha adaletli kim vardır?

Dünya son raundunu gerçekleştirmektedir.Adaletle zulmün tüm maharetliklerini göstermekte olduğu bir zaman ve zemindeyiz.

Zulmün topu var güllesi varsa,

Hakkında bükülmez kolu,dönmez yüzü vardır.

Zulm ile âbad olanın,âkibeti berbad olur.

Hiçbir zamanda denilmemiştir ki,helal olsun,falan adam zulüm yaptı,sağolsun,iyi yaptı,kârlı oldu gibi ifadeler kullanılmamış belki lanetle anılmıştır.Tarihe kara bir leke olarak geçmiştir.

Adaleti zulümden ayıran en önemli fark;Adalet aydınlığı oluştururken,zulüm karanlığı getirip,nuru götürür.Zulüm cehaletten beslenir.

İnsan mübalağalı olarak çok zalim ve cahildir.[3]

Zulüm bir cihetle nurun nurunu arttırmaktadır.Tıpkı gecenin karanlığıyla beraber,ışığın parlaklığı daha fazla belirgiz ve açık olur.

Fıtrata uygun olmayan her iş zulümdür.Zulüm insan fıtratına aykırı ve insan yapısını bozmaktadır.

Zulüm hayatın virüsüdür.

Zulüm bizatihi zulüm olduğu gibi,zulme rıza da zulümdür.

İslam tarihinde yüzlercesi görüldüğü üzere,büyük zatlara yapılan zulümler,hiçbir zaman için onlara açısından bir kayıb değil,bir kazanç olmuştur.Onları düşürmemiş belki yüceltmiştir.Çünki zulüm ve zalimler onlar için birer gübre olmuşlardır.Her ne kadar biraz yakıcı olsalarda…

Zulüm küçük insanların işidir.Büyükler böyle aşağı işlere tenezzül edip zulmetmezler.Boyu kısa olan parmaklarının ucuna basar veya başkalarının sırtına çıkıp görmeye veya görünmeye çalışırlar.Büyük olanların böyle bir dertleri yoktur.

Bu zamanda zulüm başına adalet külahını geçirmiş,adalet adına ve onun adını kullanarak iş başı yapmaktadır.

Zulüm cehennemle eş değerdedir.

Zulüm bir katılık,bir kabalık,belaların habercisi ve ışığa mani olmaktadır.

Bazen zulüm içinde adalet tecelli eder.İnsan yapmadığı bir hatadan dolayı zulme mahkum olur.Kimse bilmezki onun gizli bir hatası vardır.Kader onun o gizli hatasına binaen onun başına zahiren musibet ve zulüm görülen böyle hali musallat etmiştir.

Bundan dolayıdır ki;Beşer zulmeder,kader adalet eder.

Kur’an-da anlatılan Hz.Musa ile Hz.Hızırın maceralarında görülen adalet kaderin gerçek adaletini göstermektedir.[4]

Mazlumların adaletten büyük hisseleri vardır.Eğer onlar adaleti ilahiyyenin kendilerine vereceği müjdeyi görmüş olsalardı,binler defa şükrederlerdi.

Hakiki adalet ancak ahirette vaki olur.Dünyada dahi en büyük adalet,insanın ne kendisine ne de başkalarına hiçbir haksızlıkta bulunmamasıdır.

Müsavatsız adalet adalet değildir.Adaletin önünde herkes eşittir.

Saadetimiz ancak adalette ve adalet iledir.

29-05-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Bakara.30.

[2] Nahl.90.

[3] Ahzab.72,İbrahim.34.

[4] Kehf.60-82.




ELLİYEDİLERİN CELBİ

ELLİYEDİLERİN CELBİ

Kendisi gerçekçi ve inançlı bir insandır.Ramazanlarda orucunu tutar,diğer zamanlarda olmasa da ramazanda beş vakit namazı ve Cuma namazlarını kaçırmaz.Vatanına milletine sadık bir insandır.Millete yararlı olmaya çalışır.Ahiretine o kadar olmasa da dünya ve çocuklarına yatırımda gayretli bir insandır.

Bir gün öğretmen odasındayız.Kendisi de muavin olup arada bir boş olduğunda gelir.Bu seferde gelmişti.Masanın üzerindeki bir sendikanın göndermiş olduğu dergi dikkatini çekti.Ve sayfalarını teker teker çevirip okumaktan ziyade bakmaya başladı.

Derginin sonuna gelmişti.Son sayfadaki insanlar dikkatini çekmişti.Bunlar ise o sendikaya mensub olan öğretmenlerin ölüm haberleri idi.Ölümleri normaldi.Zaten o durumda onu pek etkilememişti.Veya öyle görünüyordu.

Ancak birden bire elindeki dergiyi kapatmasıyla ileriye fırlatarak;Bu dergileri bir daha buraya koymayın yav,diyerek heyecanlı ifadesi dikkatimi çekmişti.

Ne demek istediğini anlamak üzere tebessümle karışık bir şekilde yüzüne baktım.Yüzü belirtmemeye çalışmakla karışık bir kızarıklık belirtisi içerisinde idi.

-Yahu bunlar hep 1957 doğumlularmış,yenilermiş…

Dergiye daha önce bende göz atmış,ondan fazla öğretmenlerin resimlerinden anlaşıldığı üzere pek yaşlı kimseler değillerdi.

Müdür muavini arkadaşın bu telaşı,kendisinin de 1957 doğumlu olmasındandı.

Ben ise sevinmiştim.Arkadaşa dönerek;Hocam desene bizim celbimize daha var.Hem ben 1960 Temmuz doğumluyum.En azından beş altı celbden sonra beni çağırırlar.Daha 60’ların celbine bir zaman daha olduğu için rahat edebilirdim.

Ancak firara düşmemek için o zamana kadar acemiliklerimi gidermeli,orada gösterecekleri eğitime yabancı ve yabani olmamalıydım.

Kendisine hazırlıklı olmasını söyleyim,her an celb tezkeresinin gelebileceğini hatırlattım.Ancak gerek kendisinin daha iyi hazırlanmamış,çocukları ve dünya için hazırlıklar içerisinde bulunup,o işlerinin bitmesini beklediğinden zamanın nede çabuk geçtiğinden habersizdi.Artık kendi akranları teket teker celbe çağırılıyordu.

Gösterdiği tepkisi hem gerçek hem de bir feryattı.

Aynı doğumlular celbe çağrılırken elbette biz atlanamaz veya unutulamazdık.

Öğretmenler odasında olan bu olaydan birkaç sonra bir öğretmen arkadaşın daha taziyesine gittik.Oda 57 celblerindendi.

Muavin arkadaşın bir ay kadar önce amcası vefat etmiş,taziyesine gitmiştik.Amcasından pek de hayırla bahsedilmiyordu.Şeytan ve şeytan gibi bir insan olarak bahsediliyordu.

Kendisi öyle değildi ama acaba kaçak muamelesi görürmüydü?

Bu genel kural olmasa bile bazen seferberliklerde çok öncekiler bir daha celbe tabi tutuldukları gibi,daha askerliği gelmemiş olanlarda askere alınabiliyordu.Ancak pek seferberlik aklımıza gelmediği için kendi yaşımızı beklemekteyiz.

Bu devre 57 ve öncekiler celb kapsamı içerisindeler.

Oh be, daha bizim celbe varmış! Zamanda ne kadar da çabuk geçiyor!

Unuttum yahu,siz hangi celbe tabisiniz?Celbinize daha varmı?Kaç doğumlularla beraber gideceksiniz?Hiç arkadaşlarınızdan giden var mı?

Televizyon ve Radyolardan gidenlşeri çok duyuyoruz da,henüz bizim mahalle ve akrabalardan bizim devre gidenler pek olmuyor?Olsa da pek ilgilenmiyoruz veya duymuyoruz.Bazen de bize duyurmuyorlar mı?diyorsunuz…

Bizden önceki bir asırda altı milyara yakın insan celbedildi,bu asırda da yıllık bütçede yedi milyar insan düşünülüyormuş…

Bu durumda mutlaka bizde varızdır..tıpkı bizden öncekiler gibi…

58’ler sizde hazırlanın,şube işlemlerini yaptırın,tecil işlemlerin varsa yaptırınız.Bazen paralı askerlik de çıkıyor tıpkı sadakanın belaları defetmesi,ömrü uzaltması gibi…

Siz hangi katagoridesiniz?

Mehmet ÖZÇELİK




SİGARANIN FAYDALARI

SİGARANIN FAYDALARI

Sigaranın faydaları başlığını görür görmez içinizden biraz hayret ve telaş,biraz da yüzlerinizde tebessüm görür gibiyim.

Hiç zararı bu kadar kesin olan,çocuklar tarafından bile zararı anlaşılan,sigaranın üstünde bile-Sağlığa zararlıdır.-yazan bir meretin hiç de faydası mı olurmuş?

Neden olmasın?İşte size faydaları:

-İçenler erken ölürler.Her yıl yüz bin kişi ve 15 yılda 3 milyon insan sigaradan ölmektedir.Ya şimdi soframıza 3 milyon insan daha otursaydı?Halimiz nice olurdu?Şu anda,her yıl iki yüz milyon insan açlıktan ölmektedir.Varsın sigara içenler de tokluktan ölmüş olsun…

-Ekonomiye katkı sağlar.

-Sigara fabrikaları çalışır,orada çalışan işçiler için bir gelir kaynağı olur.

-Sağlığa zararlı olduğundan,bir çok ilaç kullanılır.Bu amaçla ilaç fabrikaları harıl harıl çalışır.

İşte bir haber:” Dünyada yılda 12 milyon kişi, Türkiye’de ise 190 bin kişi kalp hastalıklarından dolayı ölüyor. Sigara içmemek, tuzu azaltmak ve egzersiz yapmak ömrü uzatıyor. “
-Sigaranın doğurduğu yeni hastalıkların tedavisi amacıyla yeni buluşlara,farklı hastalıkların farklı tedavi yöntemlerinde buluşlar gerçekleşir.

-Gelişen dünya nüfusunun artışında bir fazlalık görüldüğünde,ekmeğimizde bölünmeler olduğundan dolayı nüfus azalmasına sebeb olur.İşte size Nüfus Planlaması…

-Kanser çeşitlerine gırtlak kanseri,ciğer kanseri,kan kanseri gibi yeni kanser çeşitlerinin gelişimini arttırmaya katkı sağlar.

-Çevre ve hava kirliliğine sebeb olduğundan,siprey ve temizlik maddelerinin artışına katkıda bulunmuş olur.

-Dinen,mantıken,tıbben zararlı olsa da,bunlara karşı dayanma gücü oluşturur.

– Sinir sistemlerini uyuşturduğundan dolayı,hastalığımızı bilmemiş,uyutmuş ve uyuşturmuş oluruz.

-Devletin ve hükümetlerin ekonomik açıklarını kapatmak için ilk zam rekoru kırmasını sağlayan önemli bir sektör ve gelir kaynağıdır.

-Hava parası,hava gazı,havadan cıvadan şeylere para öderken,neden bir de hava dumanı parası ödenmesin?Buna ancak buluşlara karşı çıkanlar,karşı çıkar!!!

-Yukardakileri savunanlardan bazıları,İçkinin de faydalarının olduğunu söylemektedirler.Şöyle ki:

-Sirozdan öldürür.

-Her türlü kötülüğe kapanan kapıları açar.

-Aklı uyuşturup,düşündürmez.

-Tetiği çekmek gibi,bir kere kullanmakla işi geciktirmeden bitirir.

-Gülmeyen insanları kendine güldürmeye sebeptir.

-Önümüze geleni döver,önümüze gelenden dayak yeriz.

-Geçim derdini,Âile ve çocukları,görevimizi düşünmediğimizden rahatlamış gibi oluruz.

26-02-2003

MEHMET ÖZÇELİK




MÜSBET HAREKET

MÜSBET HAREKET

Teknolojik asrındayız.Herşey elektroniğe ve otomotiğe bağlı.Yönetimlerde ve menfiliklerin tasfiyesini de otomotiğe bağlamak gerektir.Nitekim 1946’daki hile ve dalavereden sonra millet otomatik olarak bunu yapanları sadece 1950’de sandığa gömmedi,bunları takib eden 1965,1983 yıllarında da sandığa ve tarihe gömdü.Yapılacak diskalifiye milletin anlayış,hassasiyet,ilgi,tavrını açıkça ortaya koyması,birlik ve beraberliği içerisinde olursa daha köklü olur.Yapışmış gibi gitmeyenleri öyle bir gömüş gömer ki,varsa dürüstlükleri onlar bile gider.Kötü bir akibetle sonuçlanırlar.Gelin işi otomotiğe bağlayalım.

Uzun boylu düşünüp konuşmak gerek.YSK Tayyib Erdoğan-a siyasi yasak koymakla ve 3-3 olurken başkanın yani Tufan Algan’ın yasak yönünde oy kullanması,70 milyonun yerine geçip ambargo koymasıyla eş durumdadır.Adeta 70 milyonun,ekserin oyu hiçe sayılmıştır.

Bütün bu ve buna benzer olumsuzluklardan;asmalar,ihtilaller,hapse atmalar,takibler,yıldırmalar,maddi sıkıntılar,imkansızlıklar,eğitim,sağlık gibi bir çok alandaki eksiklikler,konuşma ve düşünceye vurulan onca prangalar,bütün bunlar,bunun gibiler,bilinen ve bilinmeyenler kesinlikle bizi kahretmemekte,asıl bizi kahreden çaresizlikler içerisinde kime baş vuracağımızı bilmemek,en önemlisi de böyle bir mercinin olmayışıdır.Millet olarak bunun on katını da –elbette tasvib etmeksizin çekeriz- yeterki; çözücü,baş vurulacak bir merci bulunsun.Bulunan en yetkili yer bile etkisiz ve yetkisiz kalmakta,böylece kimin etkili ve yetkili olduğu bilinmemektedir.Çünki herkes şikayetçi durumunda kalıp,şikayetleri çözecek kaynaktan mahrum bulunmaktadır.

Ne gariptirki;Devleti yönetenin varlığı bir çocuğun kanına bağlı,baba rızasıyla çocuğunun kanını bağışlayıp,hakimde o yönde karar verince çocuk gibi bizlere de gülmek kalmaktadır.Çünki bizleri idare eden idareciler kanımıza talib,bizlerin sahibi olan babalarımız ve büyüklerimiz bizlerin kanını sıkıp onlara vermekte,karar mercileri olan hakimde o yönde hükmedince elbette ağlanmaz ancak gülünür.Ancak biz onu da unuttuk,gülemiyoruz da…Acaba yılın bir gününü gülme günü olarak ilan etsek de hiç olmazsa o gün geldiğinde millet olarak içimizi boşaltsak?Bu ise şimdilik beş yılda bir verilmekte oda ağlata ağlata,dağlata dağlata izinle sınırlandırılmaktadır.

Ve nihayet 2002 yılında milleti illet edip,ezen,büzenler bugün köşelerine itildiler,her biri bir yere savrulmuş durumdalar.

Millete vuran vurulur.Milleti kıran kırılır.Millete sırt çevrilene sırt çevrilir.

Takdir-i huda kuvve-i bâzu ile dönmez

Bir şem’a ki Mevla yaka üflemekle sönmez…

Mehmet ÖZÇELİK




HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

HAYATIN ZORLUKLARI VE TECRÜBELERİ

Baba olmak zor bir şeymiş.Hele hele İstanbul gibi bir yerde,sürekli diz üzerinde çekiç vurarak yapılan bir ayakkabı ile aile geçindirmek gerçekten de zor mu zor…

Kazandığın üç-beş kuruşu yemek için mi, kira için mi, çocukların ayakkabı, okul, giysi gibi ihtiyaçları için mi, nereye, hangisine harcayacaksın?

Bu düşüncenin sürekli zihnimizi işgal etmesinden başka şeyleri düşünmeye vakit bulamıyoruz. Bir hafta sonu çocuklarla bir yere çıkmak başlı başına bir sıkıntı. Bir günlük bir tatil için 3-4 güne ek olarak gece de çalışmamız gerekecek ki o boşluğu doldurup telafi edelim.

En büyük sıkıntımız yaptığımız ayakkabıları pazarlıyamamak veya zamanında parasını alamamak idi.Bu da bir çok defa da olsa başımıza gelirdi.

Giderek fabrikasyon mallarının da piyasaya çıkması ve ucuza mal olması da bizleri sıkıntıya sokuyordu.Bu işin bilenleri için fark etmese de genelde hazıra yöneliş kaçınılmazdı.

Yine bir Kurban bayramının arefe günü idi.Geceden itibaren çalışmış,elimizdeki işleri arefe gününe yetiştirmeye çalışıyorduk.Epey yorulmuş ve uykusuz kalmıştık ama işleri de yetiştirmiştik.

Çok şükür elimize bir şeyler geçmişti.4 gün boyunca bayramda bizi idare edebilirdi.Kurban kesemesek de dostları ağırlayabilir,bayramlaşacağımız yerlere gidebilirdik.Fakat yine de düşündürüyordu.Çünki hanım oğlan için ısrarla kazak alınmasını istemişti.İstekleri bir yanda sıraladım,diğer yanda da aldığım paraları kıyasladım.Yama kapanmıyordu.Bu sefer nereyi yamalayıp,nereyi bırakacağımı düşünüyordum.Ancak yorgan gene de kısa kalıyor,ayak dışarıya sarkıyordu.Ayağı kapatsam baş açık kalıyor,başı kapatsam ayak açık kalıyordu.

Bu düşünce ile Ali ustanın yanına doğru gittim.Ali usta tezgahın üzerine başını koymuş yatıyor gibiydi.Seslendim.Bir iki seslendikten sonra isteksizce başını ağır ağır kaldırmaya başladı.Gözünde uyku ve uyuklama ve uykusuzluk belirtisi yok ancak derin bir üzüntü izi görülüyordu.

Sebebini sordum.Pek konuşacak gibi değildi.Belliki yara derin ve derinlerdeydi.Israrlı ve istekli sormama karşı Ali usta;-Yarın bayram olduğunu,yaptığı ayakkabıların elinde kaldığını,önceden verdiklerinin ise daha parasının gelmediğini,bayram için daha eve hiçbir şey alamayıp,cebinde de beş kuruş parasının bulunmadığını,yarın ise bayramda ne yapacağını dertli dertli anlatmaya başladı.Belliki dolmuş,boşalacak birisini de arıyordu.Öyleki bir çocuk gibi ağlamadığı kalmıştı.

Birden Allah tarafından aklıma geldi.Dedim,usta;Bunları Beyazıt camiinin önüne serelim,teker teker 500 liradan satalım.

Ali Ustanın birden gözleri açılmaya başladı.Karanlıkta tünelde giden bir insanın ışık belirtilerine kavuşması gibi birden;

Olur mu yav Celâl!

Niye olmasın usta!Bugün arefe,herkes alışverişe çıkmış,birazda ucuz verince neden almasınlar?

Ali Ustanın yüzündeki izler yavaş yavaş gitmeye,yerine açılmış bir çehre gelmeye başlamıştı.Belki de Ali usta ilk defa bu kadar umutlanmıştı.Şimdiye kadar hep ayakkabı imal etmiş,hiç satış yapmamıştık.İlk defa böyle bir tecrübe yaşıyor idik.

Umutlanan usta 300’e,gerekirse 200’e bile satmamı istiyordu.Sattığım takdirde ayakkabı başına bana da komisyon verecekti.Fakat yine de ümitsizlik belirtileri hakim durumda idi ki;eğer satamazsan aman ha,sakın geri getireyim deme,hemen oradan git,denize dök,gel.Kesin söylüyorum,satılmazsa,sakın getireyim deme,yakarım.

Ben ayakkabıları sepete doldurdum,bir kısmını da kendisi omuzladı.Biraz da karton bulduk,yere sermek için..ve başladım ben;-Güzel ayakkabılarımız var,çocuğunu sevindir,bayram ayakkabıları,diye..Satış yapmaya başladım.Müşteriler bir iki gelip almaya başladılar.Ali usta ise ileride çaktırmadan beni gözlüyordu,acaba satılıyor mu diye?..

1-3-5 diye satılınca Ali ustanın yerinde duramadığına şahit oluyor,ümitlendiği yüz ve hareketlerinden belli oluyordu.İlk anlarda;aman ha ne verirlerse ver,pazarlık yapma,aşağı veren olursa hemen ver,ucuz mucuz demeden sat,diyordu.Çünki denize dökmekten iyiydi.O duruma da gerek kalmadan satılıyordu.

Ve gerçekten birkaç saat içinde epey satmış,ikindi de ise tüm ayakkabıları bitirmiştik.Ali usta bana sarılıp çocuk gibi öpmeye başladı.Benim komisyonumu fazlasıyla verdi ve memnun olarak bir birimizden ayrılmıştık.

Ben de artık evin bana verdiği siparişleri alabilirdim.Oğlum için istenilen kazağı rahatlıkla alabilecek parayı bulmuştum.Bayramı gönül rahatlığıyla geçirebilirdik,ondan sonrası ise Allah kerimdi.

Yıllar sonra da olsa oğluma aldığım o beyaz kazakla çektiğimiz fotoğrafı seyrettikçe hep derinlere gider,o günleri hatırlarım.

Bayram paşaya doğru bu düşüncelerle giderken birden gözüme bir cüzdan ilişti.Eğilip aldım.İçinde desteyle para vardı. Etrafa, sahibini görür müyüm diye araştırıcı gözlerle bir göz gezdirdim. Ancak o kadar kalabalıkta kimin olabilirdi? Cüzdan kimin diye bağırsam, beikide yüz kişi başıma üşüşecek,hepside benim diyecekti.Kaybeden kimseden de herhangi bir eser yoktu.

Allah afvetsin.Bir tuvalete gidip paraları saydım,1960’ların parasıyla bir evi rahatlıkla birkaç ay idare edebilecek miktardaydı.

O bayram iyi geçmişti.Acaba onu kaybeden adamın bayramı nasıl geçmişti?

O bayram İstanbulda asker olan kardeşim gelmiş,hem yeğenim hem de hanımın kardeşi olan üniversitedeki öğrenci kardeşi gelmiş,bizi düşündüren zorlu durumdan,Allah’ın bizlere açtığı bu kapılardan çıkmıştık.

Allah’ın her kapıyı kapatmadığını bir kez daha görmüştük.

-Yine böyle sıkıntılı bir günde yapmış olduğumuz ayakkabılar elimizde kalmış, mağazalara verememiştik. Epeyde yığılmıştı. Çünki bizim el emeği, göz nuruyla yaptığımız bu sağlam ayakkabılar pahalı olunca,ucuzlara rağbet ediliyordu. Mağazalar da onları tercih ediyorlardı.

Bu durum ise bizleri fazlasıyla düşündürüyor,elimizdeki yaptıklarımızı pazarlıyamıyorduk ki, yenilerini yapalım.

Satmamız lazım ki bizde o parayla deri ve kösele alalım,ayakkabı hazırlıyalım!

Bu düşünce,sıkıntı ve telaş içerisindeyken,içeriye tanımadığımız bir adam girdi.Belliki doğudan gelen bir vatandaşa benziyordu.Doğuda ayakkabıcılık yapmakta olduğunu,mal almak için buraya geldiğini söyledi.

Bizde artık Hızır gözüyle görmeye başladığımız bu adama en uygun bir fiyat söyledik.Adam üstelemeden hepsini alacağını söyledi.

Ve adama malları hazırlayarak teslim edip paramızı aldık.Mağazalara vereceğimiz fiyattan daha uygun bir fiyata vermiştik.

Demek ki kul sıkışmayınca Hızır da yetişmiyormuş.

Her esnafın hayatında bu ve buna benzer bir çok olaylar mutlaka geçmiş ve yaşanmıştır.

Buralarda birkaç gün çalışmasan her şey durur,hayat durur.

Büyük şehrin derdi de büyük oluyor,nimeti de büyük oluyor…

20-10-2002

MEHMET ÖZÇELİK




DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

DİYARBAKIR’DAN TATVAN’A

Sevgili peygamberimiz bir sözlerinde;”Ya Ali!Aklına hiçbir şeyi getirmeden iki rekat namaz kıl sana bir deve vereyim.”

Birinci rekatı başarıyla,aklına bir şey getirmeden kılan Hz.Ali,ikinci rekatta düşünür;acaba kırmızı deve mi verecek,diğer deveden mi verecek?diye düşünür.

Zira kırmızı deve çölün Mersedesi ve kıymetli olanıdır.Ve Hz.Ali deveyi kaybeder.

Diyarbakır’lı Hacı Hafız Hoca Ali abide bir hatırasını şöyle anlatır;

Bir ramazan teravih namazını diğer imamlardan farklı kıldırmak amacıyla,Kur’an-dan sonu aynı biten ayetleri tesbit ettim.(Ve hüvel ğafurur-rahim,vel âkibetü lil müttakin gibi…) Ve teravihte de böyle okumaya başlayınca,cemaatımda büyük artış oldu.

Bir gün Ankara’dan Diyanetten imamlık imtihanı için görevli ve müfettişler geldiler.İmtihanın akşamı Müftü beye akşam teravih namazını hangi camide kılacaklarını sorunca müftü bey de;Bir hocamız var ki,çok farklı kıldırmakta,çok da beğeneceğinizi umuyorum,diyerek bizim camiye getirir.

Ben de namazdan önce kıldırmaları için kendilerine teklifte bulundum.Kabul etmeyip,özellikle burada kılmak için geldik deyip,arkamda namaza durdular.

Teravih namazını kıldırırken bir rekatında rükuu yapıp kıyama kalktım.Secdeye gitmek üzere eğildim.Secdeye daha varmadan kıyam ile secde arasında iken bir kardeşimiz gözümün önüne gelerek;Haydi abi,Tatvana gideceğiz,araba hazır,dedi.Ben de kabul edip yola çıktık.İki ilçeye uğradıktan sonra Tatvana vardık.Kardeşlerimizin bulunduğu dershaneye vardık.Bizi görünce çok sevindiler.Kısa sohbetten sonra çay getirdiler,içmeye başladık.Ancak ben işim olduğunu söyleyerek aceleyle çayı içip Diyarbakır’a döndük.

Böylece bir çok yere uğramış,Tatvanda çayımızı içmiş ve dönmüştük.

Birden o anda hatırladım ki ben namazdayım.Hemen secde yaptım,ancak kaçıncı rekatta olduğumuzu unuttum.

Bu kadar uzun yola gittiğimize göre her halde ikinci rekattayızdır diyerek oturdum. Arkamdaki Müftü,Diyanet mensubları ve Müfettişlerde –sübhanallah-deyib beni uyarmamışlardı.Demek ki benimki doğruydu,diye kendi kendime yorum yapmıştım.Ancak yine de şüpheliydim,acaba cemaat ne durumdaydı?Tahiyyatı okumaya başlarken gözüm sol tarafa kaydı.Gördüm ki yüz kadar insan ayağı kalkmış.Gözüm sol tarafa iliştiğinde gördüm ki iki yüz kişi kadarı ayaktalar.O anda anladım ki ben bir rekat kılmışım.Hemen ikinci rekata kalkarak,teravih namazını bu şekilde kıldırdım.

Namazdan sonra Diyanet mensublarını ve Müftü beyi eve çaya davet ettim.Bu esnada onlara hitaben;Hocam,şimdiye kadar hep siz başkalarını imtihan ediyorsunuz,şimdi de ben sizi imtihan edeyim.

Neden namazda beni uyarmadınız?Secdeye giderken arada kaldığım,Diyarbakırdan Tatvana gidip,çay içerek geri geldiğim sürede,neden Sübhanallah diyerek beni uyarmadınız?dedim

Görevlilerden biri;Hocam,o esnada ben Eskişehire gittim.İftara davet etmişlerdi.O yolculuğu ve iftarı düşünüyordum.Birden aklıma geldiyse de her halde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Müftü bey de;Hocam,ben de bir an Elazığa gitmek üzere yola çıktım.Yolda bir yerde konaklayıp,aileme yetişmeyi ve onlarla beraber iftarı düşünüyordum.Ben de şüphelendimse de,her halde hocanın kıldırdığı doğrudur,deyip ses çıkarmadım.

Müfettiş de;Hocam,ben de bugün imtihan ettiğim bir imam adayının ısrar ile beni evine iftara davet ettiğini düşündüm.Çünki düşündüm ki,Ben bu adamı imtihan ettim,daha sonuçlar belli değil.Eğer evine iftara gidersem,kazanamamışsa,bu durumda onu kazandırmak mecburiyetinde kalırım,düşüncesiyle gitmeyişimi,ısrarına rağmen reddedişimi düşünüyordum.Ben de diğerleri gibi bir eksikliğin olduğunu düşündüysem de,herhalde hocanın kıldırdığı doğrudur deyip,ses çıkarmadım.

Hâsılı;her biri de iftara bir yere gidince,cemaatta başsız kalmıştı.İftardan dönmelerini beklemeleri gerekmekteydi.Ve öyle de oldu.

Kim bilir,belki o cemaatta her biri bir yerlere gitmiş,kendi işleriyle meşgul idiler?

Şeyy..aslında bizim durumumuz nasıl?Bizler nerelere gitmekteyiz?Muhakkak bizlerde bir yerlere gidiyoruzdur.Mesela,borçları dağıtmaya ve ödemeye veya ödeyememeye..eve neler alınacak ve neler yapılacaktı?Genel bir muhasebe.

Bir şeyinizi mi unuttunuz?Hemen ya namaza veya (af edersiniz) tuvalete gidiniz.Hemen aklınıza gelir.Namazda gelmesi ise;En çok düşmanın kurşunlarına maruz olan kimse,cephede,önde bulunan kimsedir.Namazdaki kişide cephede olup,her an şeytanın hücumuna maruz kalmaktadır.Önemli olan ucuz yaralarla kurtulabilmek,büyük kârlarla bitirebilmektir.

MERHAMETİN TEZAHÜRÜ

Yine bir hatırasında;

Sabah namazına gitmekteydim.Önüme bir sarhoş çıktı.Ondan kaçmak, uzaklaşmak istedim.Bir an durakladım.Birden hadisteki şu mânayı hatırladım:”Siz yerdekilere merhamet ediniz ki,göktekilerde size merhamet etsin.”buyuruluyordu.

Bunu düşünüp,bununda Allah tarafından yaratılmış olduğunu hatırlayarak ona doğru yanaştım.

O sarhoş bağırarak;beni bu denizden kurtarın,boğulacağım diyor,bir adım bile yürüyemiyordu.

Ne deniziydi?

Ancak önünde çok az bir miktarda su birikintisi vardı.Oda gözünde deniz görünmekteydi.Yanına yaklaşıp,bana sarılmasını söyledim.Hızla ve sıkıca bana sarılmaya başladı.

Fakat gemiye aldım da,birde motoru çalıştırmak gerekiyordu.Motor sesini taklid ederek çalıştırmaya başladım.O hâla beni sımsıkı tutuyordu.Ancak bu defa da geminin yürüdüğünü göstermek üzere düdük sesini taklid ile birkaç adım yürüdüm.

Haydi geldik diyerek inmesini söyledim.Şaşırmıştı ve ne çabuk geldik?diyerek hayretini ifade etmeye başladı.

Ben de;elbette çabuk geliriz,bu Allah’ın gemisi deyip,adamı evine getirip,hanımına teslim ettim.Camiye gideceğimi söyledim ve ayrıldım.

Camiye geldiğimde üstümü çıkardım, çünkü içki kokuyordu.Pijamanın üzerine cübbeyi giyerek namazı kıldırdım.

Bu durum dikkatini çeken cemaat, sebebini sorduklarında,denize düştüğümü söyleyip,geçiştirdim.

Öğlen ve nihayet ikindi vakti.Cemaat çıkmış ancak şık giyimli birisi önde oturmaktaydı.Bu ise o geceki sarhoş adamdı.Başladı başından geçen olayı anlatmaya;

Sabah eve geldiğimde yatmış,bir rüya görmüştüm.Rüyamda her şey yıkılıyor,denizler kabarıyordu.Ben de bu şaşkınlık ve korku içerisinde iken,denizde boğulma durumu ile karşı karşıya idim.Birden birisi belirerek bana elini uzatıp;eğer tevbe eder,içki ve kumarı terk edersen,seni buradan kurtarırım,dedi.

Ben de yemin ederek söz verip,bir daha yapmayacağımı söyledim.Beni oradan çekip kurtardı.Ve hemen uyandım.Böylece artık namaza başladım.

Daha sonra bu kişi ailesi ve çocuklarıyla çok iyi bir insan olarak yaşadı ve birkaç sene sonra bu insan,iyi bir kişi olarak dünyadan göçtü.Rahmetullahi aleyh.

Mehmet ÖZÇELİK




AYKIRI GÖRÜŞLER

AYKIRI GÖRÜŞLER

Türkiyede olduğu gibi,İslam memleketlerinde de artık tepeden inme bir düşünce,islam devleti kurma gibi bir mesele,devleti ve iktidarı ele geçirme gibi bir kaygı ve dava ve de hedef alınan seviyeden dolayı yer almamakta,taleb edilmeyip isabetli bir düşünce olmadığı anlaşılmaktadır.Bu da Bediüzzamanın bu asırdaki tüm islam alemindeki hizmet farkını göstermektedir.Özellikle biz de dahil olmak üzere,islam memleketlerinde özellikle yahudi ve menfi kimseler tarafından islami parti,islam devleti ve hükumeti,islam adına ortaya çıkma düşüncesi ön plana çıkartıp teşvik edilmiş,bu anlamda etrafına adam toplayacağı düşünülen kimseler özel seçilmiştir.Türkiyede İsviçre’de bulunduğu halde solun temsilcisi olan CHP tarafından Necmeddin Erbakan özellikle getirilmiş ve ona Milli Nizam partisi kurdurularak sağın büyük partisi Adalet partisini bölmeyi amaçlamış ve başarılı olmuşlardır.Müslümanlarda her vesile ile susturulmuşlardır.Mısır’da İhvanı Müsliminin kurucusu olan Seyyid Kutub,Abdunnasır ortaklığı ile devleti yıkma neticesinde,bizzat Abdunnasır tarafından kendisi ve 40 bin ihvanı müslimin mensubu kimseler idam edilmişlerdir.

Bu tutku ve bunda gösterilen ifrattır ki,müslümanların bir asırdır elinin ve kolunun bağlanmasına sebeb olmuştur.Başını kaldırsa,tepesine binilmeye yeltenilmiş,yaptığı herşey cürmü meşhud olarak görülmüştür.Buda basiret ve ölçü farkını ön plana çıkarmaktadır.

hz-Üstad;Vazifemiz müsbet harekettir.-derken,bu zamandaki hizmet tarzının müsbet hareketle olacağını,asrın yetkilisi olarak belirtmiş ve tesbit etmiştir.

İddia değil,farazi ve Aykırı görüşler olarak her şeye tersiyle bakılabileceği gibi,Mesela,Neden Erbakan kasıtlı olarak Türkiye-ye İsviçreden getirilmiş olmasın???

Zira Erbakanı getirenler ne Demirel ve partisi ne de o zamanki sağ düşünceye sahip partiler değil,bizzat CHP tarafından ısrarla getirtilmiştir.Burada başta sağ partileri bölmek düşünülebildiği gibi,neden başka hesaplar da olmuş olmasın?

”Türkiye’yi yeniden okumak”başlığında,Türkiye’yi dışarıdan okuyup gözlemleyen Mısır’lı Fehmi Hüveydi,[1] ki bu aynı zamanda bizlerinde yıllardır anlatmaya çalışıp söylediğimiz ancak bir türlü anlaşılmak istenmeyen,belki de bu zamanımıza kadar olgunlaşması gereken- bir görüş olup,isabetli tahlilinde şöyle diyor:”Erdoğan’la Erbakan arasında temel fark şu:Erbakan,müslüman Türkiye’ye baktı,bu mantıktan hareketle partisini,bir yönüyle Arap dünyasındaki İslami hareketlere benzer esaslara dayanarak kurdu.Erdoğan ise,Arap dünyasına bakmadan,Türkiye’nin tabii şartlarını dikkate alarak,laik kesimle dayanışma içerisine girdi.Diğer bir ifadeyle Erbakan,İslamı önüne koyarken,Erdoğan onu kalbine koydu.Erbakan laik kesimle çatışırken,Erdoğan çatışmaktan kaçındı.Başörtüsü konusunu mesele yapmayarak,başörtüsünün öncelikleri arasında bulunmadığını ifade etti.

Diğer bir fark da,Erbakan Türkiye’de İslami kesim için bir çerçeve çizerek onları parti şemsiyesi altına almaya gayret sarf ederken,Erdoğan şemsiyeyi daha geniş tuttu.Bu yüzdendir ki,Tayyib Erdoğan’da,Abdullah Gül’de,diğer islam ülkelerindeki yaygın olan anlayışın aksine,partilerinin bir islami parti olmadığını,laiklerle islamcı diye nitelenen kesimlerin demokratik bir anlayış içinde beraber,bir arada bulunabileceği bir parti olduğunu ısrarla vurguladılar.”

Sürekli Seyid Kutub’un tarzı esas alındı,memleketimizde yaşayan,buranın şartlarını bilmeninde ötesinde bizzat yaşayıp işin sıkıntısını çeken Bediüzzaman ölçü alınmadı.Bediüzzamanın dediği gibi;yüzde altmış hakiki müslüman bulunmadıkça,islami bir parti kurulamıyacağı-görüşü göz ardı edildi,memleket yarım asır kavgalı ve ihtilallere zemin hazır edildi,şuurlu veya şuursuz…

Bediüzzaman tüm hizmetinde ve talebelerinin devam eden hizmetlerinde bir islami devlet kurma,devleti ele geçirme asla hedeflenmemiştir.Celal Bayar’ın bile kendisine cumhurbaşkanlığı makamını teklif etmesi halinde teşekkür edip,kabul etmeyeceğini ifade etmektedir.Bir gaye olmanın bile ötesinde,araç olarak dahi kullanılma cihetine gidilmemiştir.Fertler ve onların ıslahı hedef alınmıştır.Cüz’den külle bir gidiş takib edilmiş,küll’den cüz’e gidiş esas alınmamıştır.

Ancak üzülerek ifade edebiliriz ki;yıllardır parti hizmeti aracında ötesinde,amaç yerine oturtuldu,bunca ızdırap ve geri kalıp gecikmelere sebeb olundu.

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar kafirlerdir.”[2]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar zalimlerdir.”[3]

“Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler, işte onlar fasıklardır.”[4]

O günlerde bu ayetler sürekli gündeme getirilmiş,gerçek manası anlaşılamamıştır.Oysa Bediüzzaman;-Men lem yehküm-bil-mâna men lem yusaddik-yani hükmetmeyen değil,tasdik etmeyen veciz ifadesiyle meseleye çözümü getirmiştir.

”İslam’a davet uslüp ve metotlarına yansıyan en belirgin özellik “İslam’a gelin, kurtuluşa erin” ifadeleri etrafında oluşan yaklaşımlardır. Bu yaklaşımın iticiliği çekiciliğinden fazladır. Siz bir gurubu inandığınız değerlere davet ederken “Seni İslam’a davet ediyorum, bana gel dediğinizde” şu gibi “Seninki yanlış, sen yanlış yoldansın, benim dinim seninkinden iyi” ifadelerini sözlü demeseniz bile zımnen diyorsunuz… İşte yüzyıllardır birazda geçmişte büyük devlet olmanın “gururu”, en yüce ve en son dinin mensubu olmanın “onuru” bizleri bu yaklaşımlara itmiş olabilir. Oysaki buradan davete başlamanın, dilinle “gel”, derken, tavırlarında ihsas ettirdiğin havayla “git” demeden farkı yok. Çünkü böyle bir yaklaşımla karşıdaki şöyle düşünür “O neden bana gelmiyor,” “ben de seni benim dinime davet ediyorum” “Senin dininin hak olduğu nereden belli”. Kuran bu tarzı seçmiyor. Kuran’ın tarzı daha akılcı ve daha çekici.”

” Batı bugün aşırı bireyleşmenin sıkıntısını da yaşıyor. Büyük kriz dönemlerinde aşırı bireyleşme zararlı. Totaliter hareketler faşizm ve komünizm Batı kaynaklıdır. Bunlar hep gelişmenin aşamalarıdır. Batı toplumları da feodaliteden bu noktaya geldi. Bunlar dini düşünceyi de etkileyecek. Kalabalığın hareketi yerine daha bireysel, daha yaratıcı bir din anlayışı gelişiyor. Gençlerin okuduğu kitaplarda artık eski klasik kaynakları bulmak çok zor. Fethullah Gülen ve Prof. Dr. Mehmet Aydın Türkiye’deki dini değişimin somut örnekleridir. Hayrettin Karaman bile fıkıh ağırlıklı olmasına rağmen eskisine göre farklıdır. En geleneksel İslam’ı temsil eden Şevket Eygi’dir. Ama Eygi’nin Türk toplumu tarafından talep edilirliği ile bir Fethullah Gülen’in Türk toplumu tarafından talep edilebilirliği aynı şey değildir. Abant toplantıları, toplumsal değişmenin din anlayışını nasıl değiştirdiğini gösterir.”[5]

Şu bir vakıa olarak görülmüştür ki;sağ kesime özellikle kendisini islami bir parti olarak gösteren Erbakan ve yasaklı dönemde yerine geçen Recai Kutan’a yeteri kadar hizmet edebilecekleri bir ortam hiçbir zaman için bırakılmamış,sürekli kontrol edilip,sonunda da yüzde ikilik bir oy ile sahneden el çektirilmiştir.

Sürekli takiyye yapmakla suçlanmıştır.Her ne kadar Erbakan’ın “Eğer Atatürk yaşasaydı Refah’lı olurdu.”sözü de olsa bile…

-Geriye ise milliyetçi diye adlandırılan kesim kalıyordu.Onlarda seksen öncesi sol ve koministlerle karşı karşıya getirtilmiş,binlerce kişinin ölmesiyle son bulmuştu.

Ancak sahneden çekilmemişlerdi.

Bu amaçla onlara da Ecevit-Mesut Yılmaz-Devlet Bahçeli üçlüsü bir araya getirtilmiş,Pkk’nın başı olan Abdullah Öcalan’ı cezalandırmak hedefi olan MHP ve Ülkücü parti,adı bile duyulmayan,kazanma ihtimali toplumun hiçbir kesiminde düşünülmeyen Devlet Bahçeli getirtilmiş ve bu partide Erbakanın partisinin akibetine uğratılmıştır.Hakkında mit ajanı olmaktan tutunuz da,çeşitli söylentiler gündeme gelmiştir.

Turgut Özal’ın hatası olarak görülüp değerlendirilen Mesut Yılmaz’da parti olarak biterken,kendiside yurt dışına çıkmıştır.

Sahneden bir türlü çekilmek istemeyen Süleyman Demirel’in yerine Tansu Çiller geçmiş,oda bütün partilerin hezimete uğradığı dönemde aynı akibete düçar olmuştur.

Yerine ise Mehmet Ağar geçmiştir.

Ağar konusunda ise çok şaibeli ifadeler kullanılmaktadır.Bunlardan birisi de eski Mit ajanı ve şu anda yurt dışında bulunan Mehmet Eymür’dür Kendi açtığı –www.atin.org-adlı sitesinde genişçe bu şaibelerden bahsetmektedir.

Ayrıca:Sakın buda N.Erbakan gibi sağı bölmek amacıyla özel olarak DYP-nin başına getirilmiş olmasın 13-2-2003-de…sağı toparlama bahanesiyle..düşünceleri zihinleri kurcalamıştır.

-“Şubat 2003 :Meclise gelen ziyaretçilerin başlarının açık olması için önerge veren dyp genel başkanı Mehmet Ağar.”

– Özal ise,birçok buzları eriten ve katıları yumuşatan adamdır.Bunu bazen tebessüm edip teveccüh ederek,bazen de makam vererek siyasi bir deha ile yerine getirmiştir.Mesela,Cengiz Çandar,kendisine makam vererek,danışman yaparak yaklaştırmıştır.163 kaldırmak için ve de sağ-sol kavgasını durdurmak için 141-142-yi de kaldırmış ve bunu millete ve hukuka mal etmiştir.

”- Demokrasi ; aristokrasi ayrımı olan batının eşitlik anlayışıdır. Bizde aristokrasi yok ki böyle bir hürriyet arayışı olsun.

Anayasa ; Osmanlı ırk, lisan, millet olarak o kadar farklıdır ki böyle bir yapıya Avrupalının aklı ermez. Bu birlik İslam birliğidir.

– Avrupa’da ise mütecanis unsurlar asırlar sonra birlik sağlamışlardır. Onların yapısına uygun bir meşrutiyet bizim yapımızı dağıtmak demektir.

– Taklitçilik milli ve batılı diye ayrım getirdi. Özellikle adliye ve maarifte bütün problem meşrutiyet dahil ne istersek hep aşırıya kaçmamızdır.”[6]

Bizim şartlarımız ile ne İslam aleminin ne de insanlık aleminin şartları bir değildir,tıpkı coğrafi şartların bir olmayışı gibi…

”- Partiler ve kavgalar bize siyasi hürriyet getirecek zannedip kurduk. Husumet ve rekabeti körükledik. Mebuslar birbirlerine şiddetle düşmanlık yapınca meşrutiyet (demokrasi) yükseliyor sanıp safdilane memnun olduk. Oysa hakikat tam aksidir. İnsanlar siyasi çekişme yerine sevgi ve dostlukla daha verimli olurlar.

– Fenciler rekabet olmadığı için müthiş bir hızla ilerliyorlar. Bizdeki çekişmeler, partiler ve millet vekilleri suni oluşturulmuştur. Milli ve ırki yönler körükleniyor.

– Kötü niyetli azınlıklar ve partiler meclise meşrutiyet (demokrasi) diye girdiler.

– Osmanlı düşmanı olup her değişikliği iyi zannedip, örf ve adetleri bir anda değiştirmeye kalkıştık. Taklitçiliğin sonu bugünkü gibi anarşidir.

– Batılı demokrasiye, adaletsizliğe, baskıya karşı savaşarak eğitim ve vatanseverlikle ulaşmıştır. Bizde baskı yoktur ki demokrasi arayışı olsun. Komşudan ısmarlama olmaz.”[7]

“- İslam dünyasının gerileme sebeplerini ilk batılılar ele aldılar ve bunun İslam şeriatından kaynaklandığını yaydılar.

– Müslümanlar bu iddiayı batılıların İslam’a olan kinine bağlayarak şiddetle tepki gösterdiler, batı ve batıcılar da bu tepkiye bağnazlık -taassup-yobazlık dediler.

– Düşüncemizdeki karışıklık gerçek sebebi yani neden tembel ve cahil kaldığımızı tesbiti geciktirdi.

– Milletlerin inandıkları dine kendi özelliklerinden verdikleri bir vakıadır. Eğer din mani olsaydı Japonlar ilerleyemezdi.

– Yeni Müslüman olan toplumlar eski cahiliyet dönemi adetlerinin tesirinden tam kurtulamadılar, neleri terkedeceklerini bilemediler, din yeni ihtiyaçlara uygun tefsir edilemedi, çare İslam’ın bunlara tesirini arttırmakken tersi oldu.

– Türkler ise İslam’dan önceki medeniyetleri İslam’dan sonraki ilerlemesine mani olacak kadar köklü olmadığından yeni şeriatı tam temsil edip (Malik Bin Nebinin) ifadesi ile 6 asır tehlikelere set çektiler. Fakat onlardan Arap ve Acemlerden menfi etkilendiler.

– Batıya olan nefret onların medeniyetteki ilerlemelerini takibe engel oldu. İslam alemi felsefi ve metafizik kısır çekişmelerle uğraşırken batı yeni icatları ile istila etti.

– Müslüman liderler saadetimizin yolunun batıya benzemek olduğunu zannettiler. Oysa batı kendi anlayış ve ananelerine göre bir sistem kurmuştur. Bu bize uymaz.”[8]

”- İslam toplumlarında asırlardan beri tarafsızlık, insaf ve adalet hisleri yaygın oldukça ihtilaller olmamıştır. İhtilaller batıcılığın meyvesidir. Sağ-sol vb.”[9]

“- Hakimiyet milletindir ilkesi eskiden Kilise ve Krallığın yaptığını taklit eden hayali bir haktır. Temelinde kuvvet vardır.

– İnsanda doğuştan hak yoktur. Zamanla ‘söz geçirme hakkı, saygı hakkı, hürriyet hakkı, mutluluk hakkı’nı elde eder.

-Milli irade denen şey milletin çoğunu temsil etmeyen çoğu zaman suni milletvekilleriyle göstermelik bir hakimiyettir. Eskiden azınlık baskısı vardı şimdi çoğunluk.”[10]

YAHUDİLİK

Filistinde bundan iki sene önce 12 yaşındaki bir çocuğun babasının siper olmasına rağmen İsrail kurşunlarıyla kucağında öldürülüşünün silinmeyen görüntüleri…

Kolu taşlarla vurularak kırılan bu mazlum insanlar…

Sayılamıyacak kadar bu gibi uygulamalar tahrif edilmiş Tevratın hükümleridir.İşte birkaç örnek:

“Onları kasaplık koyunlar gibi ayır ve öldürme günü için Onları hazırla.”[11]

“Et yeyin ve kan için yiğitlerin etini yiyeceksiniz ve dünya beylerinin kanını içeceksiniz…sarhoş oluncaya kadar kan içeceksiniz.”[12]

“14. yüzyılda Avrupa’da çok büyük ölümlere sebep olan veba salgınları yaşandı.[13] Özellikle Almanya’da 1348-1349 yıllan arasında vebadan ölenlerin sayısı oldukça arttı. Bu durum karşısında Papaz Clemens VI. Von Avignon vebanın nereden kaynaklandığını öğrenmek ve hastalığın yayılması karşısında tedbir almak için soruşturma açtı.[14] Soruşturma sonucu gerçek bir vahşeti ortaya koyuyordu: Milyonlarca insanın ölümüne neden olan vebayı Yahudiler kasıtlı olarak yaymıştı.[15] Vebayı yaymak için kuyu sularına veba mikrobu atmışlar ve Yahudi olmayanların evlerinin duvarlarına içinde veba mikrobu bulunan mürekkep sürmüşlerdi.[16] Nitekim bir Alman Yahudisi yine zengin bir Yahudi olan Hanover’li Salomon’un oğlu Aaron’dan Hanovre şehrinin kıyılarına atılmak üzere 300 tane içinde veba mikrobu bulunan zehir torbası aldığını ve bunlarla hem şehrin kıyısını hem de diğer bazı şehirlerin kuyularını zehirlediğini itiraf etmişti.”[17]

-“Ateist biri olduğunu, “Tanrı’ya da Tevrat’a da inanmadığını” belirten Amerikalı gazeteci Mıchael Drosnın (kendisi yahudidir) TEVRATIN ŞİFRESİ adlı eserinde anlatıyor:

Drosnın diyor ki “Tevrat’ın şifresini haber vermek için ulaşmayı bir türlü başaramadığım Şaron’un yerine İsrail istihbaratının en kritik durumdaki generali Yossi Kuperwasser’le görüştüm. Yossi, şifrede 2005 yılında gerçekleşecek bir çiçek hastalığından bahsedildiğini öğrendiğinde bunu ciddiye aldıklarını, hatta benim zikrettiğim rakamla istihbaratlarının tesbit ettiği rakamın çok yakın olduğunu söyledi.” (2005 yılında İsrail’in çiçek salgınına 14.700 kurban vereceğini düşünüyorlar) General, şifrede belirtilen 2006’nın kıyamet yılı olacağı iddiasına da önem veriyor.

Kuperwasser, gazeteciye şu önemli açıklamada bulunuyor: “Amerikalılar Irak’ı saplantı haline getirdiler. Oysa biz daha çok İran’a odaklanıyoruz.” (Bu sözler Irak savaşından bir yıl önce sarfediliyor.)

İddia ettikleri Tevrat’ın şifresi (ki, bu iddiaların arkasında İsrailli bir matamatikçi bulunuyor) “çiçek hastalığı, atomik soykırım, nükleer saldırı” gibi şeylerin İran, Yemen, Libya gibi ülkelerden kaynaklanacağını söylüyor. Amerikalı gazeteciyle görüşen general ise, “İzak hepsinin koordinatlarını bize verdi, araştırdık ve İran’da bir takım etkinlikler gördük..” diyor.”[18]

-Örtünme ile ilgili olarak;bu konuda Kitab-ı mukaddeste şöyle denilmektedir. “ Başı örtüsüz olarak dua eden başını küçük düşürür. Eğer kadın örtünmüyorsa saçı da kesilsin; fakat kadına saç kesmek, yahut tıraş olmak ayıp ise örtünsün.”[19]

-“TARİHÇİ Ahmet Refik bey, Lâle Devri adlı kitabında,[20] o devirdeki Yahudi nüfuzunu şu satırlarla anlatmaktadır:

“Bu devirde Türkiye’de en zengin tâcirler Yahudilerdi. Yahudilerin olağanüstü nüfuzu vardı. Türkler ticarete karşı ilgisiz oldukları ve sanayiden nefret ettikleri için bütün ticaret Yahudilerin elinde idi. Her paşanın maiyetinde mutlaka bir Yahudi bulunur, bütün işlerini o yürütürdü. Her paşanın vazifeli olduğu vilayette piyasayı teftiş etmek, hediyeleri almak, ithalat ve ihracat mallarını tedkik eylemek onun elinde idi. Tabibler, vekilharçlar, tercümanlar hep Yahudilerden seçilirdi. Ticarete ait her şey onların ellerinden geçerdi. Türkiye’de Kanunî zamanından beri Yahudi nüfuzu bir musibetti.”

“Kitab-ı mukaddesin şu ayetlerinde görüyoruz:

“Oğlunu göğe çekerek sağına oturtan bir ilah” (markos) “Biricik oğlunu kucağına alan bir ilah (Yuhanna)” Yorgunluk atmak için dinlenen bir ilah (Tekvin) “İnsanla konuşan insanla konuşması bitince tekrar yukarı çıkan bir ilah (tekvin) “Oğullari bulunan bir ilah (Tekvin)” “Kullarını unutan bir ilah (Mezmurlar)”

-“YAHUDİ OLMAYAN İNSANLARA BAKIŞLARI

Ecnebiler (Yahudi olmayanlar) köpekler gibidir.

Yahudi dininden olmayan diğer insanlar sadece köpek de değildir, onlar hem de eşektirler.

Yahudi olmayanların evleri hayvanatın ahırlarıdır.

Bir yahudiye, ecnebilerden birini bir tehlikeden ve beladan kurtarmak haramdır.

Bir ecnebiyi yani yahudi olmayan birini öldüren bir yahudi, Firdevs cennetinde ebedi saadetle mükafatlandırılır.[21]

“TELMUD’UN MAL İLE ALAKALI BAZI HÜKÜMLERİ

Ecnebilerin (Yahudi olmayanların) kaybolan bir malını bulup, onlara geri veren bir yahudiyi Allah asla afvetmez.

İnsanlardan, yani yahudilerden birinin malını çalmak caiz değildir. Fakat yahudi dininden olmayanların malını çalmak caizdir.

Faiz, yahudiler arasında haramdır. Fakat yahudi haricindeki insanlardan faiz almak mübahdır.

Bir yahudi, evladlarını faize alıştırmak için onlara faizle borç vermelidir. Ta ki çocukları faizin tadını alsınlar da yahudi olmayanlar içinde bu faiz müessesesini işletsinler.

Yahudi olmayanların hayatı bile yahudilerin mülkü iken (yani onlar yahudilerin kölesi iken), o ecnebilerin malları nasıl yahudilerin olmaz? Yani onların malları hertürlü hilelerle alınabilir.[22]

-TELMUD’UN AHİD VE MİSAKLARLA ALAKALI BAZI HÜKÜMLERİ

Yahudiler, ecnebilere verdiği sözden ve yaptıkları yeminden dönmelerinden dolayı mes’ul değildirler. Çünki yahudilerle hayvanlar (ecnebiler) arasında yemin olmaz.

Yahudiler için yalan yere şahidlik yapmak caizdir.

Ecnebileri (yahudi olmayanları) aldatmak mübahdır. Belki vacibdir.

Senin önüne bir yahudi ile bir ecnebi herhangi bir hususta davalı olarak gelirlerse, imkan bulduğunda o yahudiyi bu davada kazançlı çıkar.”[23]

-“TELMUD’UN AHLAK CİHETİNDEKİ BAZI HÜKÜMLERİ

Gerek erkek, gerek kadın olsun, yahudi olmayan biriyle zina etmek mübahdır.

Bir kadının, başka bir kadınla zina eden kocasından şikayet etmeğe hakkı yoktur.

Kişinin karısıyla livata muamelesi yapması mübahdır. Çünki kadının, kocasına nisbeti; adamın kasabdan aldığı bir parça ete benzer. O adamın bu eti, ister pişmiş-ister çiğ olarak, canı nasıl isterse öyle yemeğe hakkı vardır.”[24]

Âyette:”Ey iman edenler! Ahbar ve ruhbanın çoğu gayr-ı meşru’ yol ile insanların mallarını yerler. Ve Allah’ın yolundan insanları o mal ile men ederler. Onlar altın ve gümüşü iddihar ederler. Ve onu Allah yolunda infak etmezler. Belki Allah’ın yolundan insanları men etmek için sarfederler. Onları (ahbar ve ruhbanı), azab-ı elim ile müjdele.”[25]

Bediüzzaman Hazretleri elyazma eserinde kendi el yazı­sıyla yaptığı bir ilâvesinde; Türk Ordusu kuvvetini kendi milleti aley­hinde değil, İslâm Dünyasının selâmet ve zaferinde kullanıp büyük vazifeler göreceğini ihbar sadedinde şöyle der:

«Kılıncını ayağına vurdurmaz, düş­manına vurdurur. Kur’ana hizmetkâr eder. Ağlayan âlem-i İslâmı güldürür.»

-“Yahudiler Güneydoğu’da

ABD Irak’a saldırmaya hazırlanırken, yıllardan beri GAP bölgesinde gizli emelleri bulunan İsrail, Güneydoğu’da sosyal yardım adı altında bölgede yayılma faaliyetlerine hız verdi. Merkezi ABD’de olan ve dünyanın en güçlü siyonist örgütleri arasında gösterilen orijinal adı American Jewish Joint Distribution Committee olan JDC isimli örgüt, Adıyaman’da sosyal yardım birimi açıyor.
Adıyaman şehir merkezine 2 kilometre uzaklıkta olan ve bir süredir kullanılmayan Sait Bilgiç İlköğretim Okulu’nun binasında açılacak JDC’nin kuracağı sosyal tesisin açılışını, ABD’nin Ankara Büyükelçisi Robert Pearson’ın yapacağı bildirildi.
BERGMAN: MESUT YILMAZ SAYESİNDE AÇILDI
Örgütün temsilcisi Ami Bergman, Diyarbakır’da faaliyetlerine iznin verilmesinde en büyük payı, dönemin Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz ve eşi Berna Yılmaz’a borçlu olduklarını söyledi. Yahudilerin Türkiye’deki yayın organı Şalom gazetesine yaptığı açıklamada Yılmaz çiftinden büyük destek aldıklarını belirtti. Bilindiği gibi Mesut Yılmaz, 28 Şubat sürecinde, JDC gibi siyonist organizasyon B’nai Brith’e bağlı olan ve dünya üzerindeki Yahudi karşıtı gruplarla savunma amacıyla kurulan merkezi ABD’de bulunan Anti Defamation League (ADL) tarafından en iyi devlet adamı ödülüne layık görülmüştü. ADL, ayrıca aynı ödülü 28 Şubatçı general Çevik Bir’e de vermişti.
SİYONİZM PROPAGANDASI
Dünyanın en zengin örgütleri arasında gösterilen JDC, Ortadoğu’da İsrail devletinin kurulması konusunda etkin rol oynamıştı. Kuruluş amaçları arasında, soykırıma uğradığı iddia edilen Yahudiler’e yardım, Yahudi çocuklara İbranice ve Tevrat eğitimi vermek de bulunan JDC, kaynaklarının çok küçük bir bölümünü Yahudi olmayan topluluklardaki siyonizm propagandalarına ayırıyor.
Kurucusu, sözde soykırım savunucusu
Adıyaman’da sosyal merkez adı altında, siyonizm propagandası amacıyla bir birim açan JDC’nin kurucusu, Ermeniler’in sözde soykırım iddialarında “kitaplarını” ve “açıklamalarını” dayanak gösterdiği 1912-1916 yılları arasında Osmanlı topraklarında ABD’nin büyükelçisi olarak görev yapan Henry Morgenthau. Bu isim, sözde soykırım iddialarıyla ilgili açıklamalarında “yapılanlar bir ulusun katlidir” demişti.
Diyarbakır’dan sonra Adıyaman
Özellikle 17 Ağustos depreminden sonra yardım adı altında, deprem bölgesinde faaliyetlerde bulunan ve siyonizm propagandası yaptığı bildirilen JDC, 1999 yılında Diyarbakır’da GAP İdaresi, Diyarbakır Valiliği ve Diyarbakır Belediyesi’nin iş birliğiyle bir sosyal tesisi açmıştı. Diyarbakır Belediyesi’nden büyük destek gördüklerini belirten JDC yöneticileri, HADEP’li belediyeye teşekkürlerini sunuyorlar. JDC’nin Türkiye temsilciliğini Tel-Aviv’de yaşayan bir Yahudi olan Ami Bergman yapıyor. Siyonist örgüt JDC, bugün Diyarbakır’da “sosyal hizmet” konusunda seminer verecek. Seminer 30 Ocak’a kadar sürecek.”[26]

HRİSTİYANLIK:

“ULUSLARARASI SOS. ÇOCUK KÖYLERİ

Şu an 280 SOS. Çocuk Köyü bulunmaktadır. Çoğu İslam ülkelerindedir. Türkiye’de Menderes döneminden beri faaliyet göstermişler fakat bir türlü muvaffak olamamışlardı. Nihayet “Türkiye Korunmaya Muhtaç Çocuklar Vakfı”nı kurarak, Bolluca’da 52 dönümlük arazi üzerine 1990 yılında 13 villa ile faaliyetlerine başlamışlardır.”

Bugün dünyada 1,5 milyon misyoner bulunmaktadır.

“İslam ülkeleri ve üçüncü dünya ülkelerinin tümünü adeta işgal eden ÇOK ULUSLU ŞİRKETLER, çağdaş misyonerlerin üslendiği eğitim kurumlarıdır İlaç sanayiine gelince, Dünya Sağlık Teşkilatı, tüm hastalıklar için 700 çeşit ilaç kullanılmasını prensip olarak önerirken, İslam ülkelerinde bu sayı 20.000.’e çıkmaktadır. Kendi ülkelerinde kobay olarak fareyi kullanırken, İslam ülkelerinde ise insanları kullanmışlardır.

Müslüman ülkelerdeki Batı yanlısı yönetici ve yazarların İslam’a saldırırken kullandıkları malzemelerin hepsi, misyonerlerin İslam’a saldırmak için sunduğu malzemelerdir; gericilik, irtica, kadın köleliği vb TRT ve özel kanalların çoğu bilerek veya bilmeyerek Hıristiyanlık ve Siyonizm propagandası yapan filmler yayınlamaktadırlar; Küçük Ev, He-Man, Şahin Tepesi, Flamingo Yolu, Dallas dizileri gibi. Türkiye bu son yıllarda İmam-Hatip, başörtüsü, yurt, cami, okul, alim, zikir, toplantı, bazen bir öğretmenin kavgasını çok verdi.”[27]

Eskiden mürebbiyelerin yaptığı hizmetleri daha doğrusu misyonerliklerini, bugün geçte olsa ilahiyat sahasındaki eğitim görmüş,İmam-Hatib veya İlahiyat mezunu olan özellikle kız öğrenciler ister kıreş adıyla isterse de mahallelerde geniş eğitim,dil ve görgü kurallarını öğreterek yapabilirler.Sistemli olarak bu müessesenin tesis edilmesi gerektir.Büyük teveccüh ve rağbet olacaktır.Peygamberimiz zamanında çocukların süt anneye verilişlerini daha sistemli ve proğramlı bir şekilde bu zamanımızda uygulayabiliriz.

“Doç. Dr. İhsan Süreyya Sırma 1985’de kendisine Bayburt’ta: “Hocam! Bu bir Alman’dır; Müslüman olmuş. Adı da Alaaddin’dir” demeleri ve neticede şüphelenerek Almanya’da odasında yapılan aramada misyonerlikle alakalı çeşitli dokümanlar bulunmuş ve ajan olduğu ortaya çıkmıştır.

“Hristiyan Siyonizmi” nitelemesi bugünlerde oldukça popüler. ABD’deki Yahudi lobisi ile birlikte dünyaya yeniden biçim vermek için yola çıkan Amerikalı Hristiyan sağcı örgütler ve buna bağlı kişiler için kullanılıyor. Bu kesimler üzerine yazdığı yazılarla tanınan Bill Berkowitz, George Bush’un yüz kırk Hristiyan liderle Beyaz Saray’da Irak’ın işgalini tartıştığını ancak bunun basına ancak bir ay sonra yansıdığını belirterek, bu kesimlerin bugün Washington’daki Omni Shoreham Oteli’nde başlayacak toplantılarına dikkat çeken bir yazı yayınladı. “[28]

“Papa, yasama, yürütme ve yargı güçlerinin tamamını kendinde toplar. Bu görevini yürütmede papa’ya, kendisinin 5 yıl için atadığı, 120-130 kardinalden oluşan Kardinaller Meclisi yardımcı olur. Bu meclisin ise yalnızca danışma yetkisi vardır. Bu meclisin başkanı aynı zamanda Vatikan dışişlerini yürütür. Yasama gücünü üstlenmiş özel delegeye; bir hükümet genel katibi, 24 Romalı laik temsilci ve 6 yabancı onur üyesi yardımcı olur. Güvenlik ve korumayı 87 üyeli Sivil Gözetim Dairesi ile 80 kişilik İsviçreli Muhafızlar Dairesi üstlenmiştir.

Günümüzdeki papa, görevine 16 Ekim 1978’de başlamış olan 264. Roma psikoposu, Polonya asıllı papa John Paul II’dir. John Paul, 456 yıldan beri papalığa seçilen İtalyan olmayan ilk din adamıdır. Papalığın yeryüzündeki bütün önemli uluslararası örgütlerle ilişkisi vardır.” [29]

“Dünyada ise Vatikan vatandaşı olmayan 4000’e yakın memuru ve misyoneri vardır. Vatikan’ın kırk dilde günlük yayın yapan bir de radyosu vardır.

Çok küçük bir toprak parçası ve nüfusa sahip olan papalık makamının Avrupa ve Amerika üzerindeki siyâsi ve dîni gücü çok fazladır. Papa John Paul II bugüne kadar 120 ülkeyi ziyaret etmiştir. İlerleyen yaşına rağmen misyonunu en iyi şekilde yerine getirmektedir. “[30]

“Iraklılar’ın Hırıstiyanlaştırılması için bütün güçleriyle yüklenecekler. Ne kadar başaracaklar göreceğiz…
Bütün bunları nereden mi biliyorum? En son Kosova’dan… Kestirmeden söyleyelim: Kosova’nın halkının tamamı Müslümandı. Şimdi yarısı Hıristiyan…
Misyonerlik örgüleri şimdilerde şahlanışta… Papa’nın Putin’in kulağına söylediği müjdeyi gerçekleştirmeğe çalışıyorlar. Üçüncü bin yılda Asya’yı Hıristiyan yapacağız. İlk hedef Türkiye.”[31]

”1986 yılında ABD’de Evangelist dergisinin bin rahip ve vâiz arasında yapmış olduğu bir ankete göre, İncil’in tahrif edilmiş olduğuna inananların oranı yüzde seksenlere ulaşıyordu. Yine Rahiplerin yarısı Hazret-i Îsâ’nın doğumu ve ölümü ile ilgili Hıristiyan akidesine inanmıyordu.”[32]

-Vatikan ve tapınak şövalyeleri.Aytunç Altındal.kitabından alıntılar:

-“Papa, geçen yıl, 24 Aralık 2000’de, 3. Bin Yıl’da sıranın artık Asya’ya geldiğini ve bu yüzyılda As­ya’nın Hıristiyanlaştırılacağını açıklamıştı.”

-Başkan Bush’un “Haçlı Seferi” başlatacağız

– Öğretiye göre “Vatikan’da öğrenilen sırlar öbür dünyada bile açıklan­maz,”

-* Papaz Vanini ateistliğini ilan ettiği zaman (1614) ne Darvin, ne Kari Marx, ne €ngels, ne de günümüzün modası “Doğa Tapıcısı” yeşiller ve çevreciler vardı.

*İlginçtir ki, Avrupa’da cinsel hayatı ve genelevleri de Roma Kilisesi yön­lendirmişti. Volter’in yazdığına göre Paris’teki genelevler, bizzat Katolik Kilise­leri tarafından “sağlık” denetiminde genelevlerinin daha temiz ve kızlarının da daha sağlıklı olduklarını duyuran ilanlar veriyorlardı.!

* Vatikan, “Ateizme karşı birlikte mücadele” yemi ile “Dinler arası Diyalog” oltasını Türkiye ve İslam alemine attı. Fakat, Papa 2. Jean Paul’ün “dürüst ate­istler de cennete gider” sözü hem ateizmin kaynağının kim olduğunu hem de bu oltanın ne anlama geldiğini bir kez daha ortaya koydu.

-. €SRAR€NGİZ POLONYALI, AĞCA VE GİZLİ ÖRGÜTL€R

* Popa 2. John Paul, Papalık tarihinde, Papa seçilen ilk Slav kökenli Polon­yalı oldu. Bu esrarengiz Polonyalı ilginçtir ki Popa olmadan önce Polonya Komü­nist Partisi gizli polisi ve CIR tarafından korunuyordu, Ağca tarafından vuruldu­ğunda ise araştırmayı NSA (Ulusal Güvenlik Ajansı) yapmış, iki rakip örgüt Cifi ve KGB de ne hikmetse ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.

* Papalık seçimlerinde Vatikan’ın tüm iç dengeleri ve uluslararası siyaset çok önemli bir yer tutar. Gerçi inanca göre Papayı, Kutsal Ruh seçiyordur ama gerçekte ClA’sından KGB’sine ve MOSSAD’a kadar tüm istihbarat örgütleri de Kutsal Ruh’un seçiminde parmak oynat/yarlardır.

* Şu andaki Papa 2. Jean Paul, gizemli ve esrarengiz bilgilere, sırlara çok düşkün bir Popa oldu.

* Ağca olayının en ilginç tarafı, KGB ve CiA ile Amerika’nın en gizli güven­lik ve istihbarat örgütü NSA’nın arasındaki gizli yazışmalardadır. Çok ilginçtir ki Papa suikastını araştırma görevini CiA değil, NSA yürütmüştür, Ama olayda KGB’nin hiçbir suçunun olmadığını dünyaya CIR duyurmuştur ve bünyesindeki görevli gazetecilerle bu kanıyı pekiştirmiştir. Olayda CIA’nın hiçbir dahli olmadı­ğını da bizzat KGB açıklamıştı. Bu iki rakip örgüt ne hikmetse bu konuda ağız birliği ederek birbirlerini aklamayı yeğlemişlerdi.

* 13 May ıs 1981’de, Roma’dakıSen Piyer Meydanı’nda Papa, Mehmet Fili Ağca tarafından vurulmuştu. Esrarengiz Polonyalı Papa, bu olayı da kendisine iletilmiş ilahi bir sır, esrarengiz bir olay olarak yorumladı.

– HOŞGÖRÜ, DİNL€R ARASI DİYALOG, İBRAHİMÎ DİNL€RİN BİRLİĞİ TUZAĞI

Vatikan, bu projesini hayata geçirebilmek için 1940’lardan başla­yarak kurulmuş olan bazı örgütlerin çalışmalarına 1965’ten sonra hız verdirdi. Bu örgütler şunlardır. Focolare; Catecumenante ve Communion ve Liberty. Bu Katolik örgütlerinden başta “Hoşgörü” (Tolerans); “Din­ler Arası Diyalog” ve “İbrahim! Dinlerin Birliği” şeklinde formüle edilmiş

– Osmanlı İmparatorluğu’ndaki misyonerlik faaliyetleri ilkin yoğun olarak 19. yüzyılda başlamıştır. Özellikle Tanzimat’tan sonra hız kazan­mıştır. Bu dönemde Almanlar, İtalyanlar, İngilizler ve ilk kez denizaşırı misyonerliğe sıvanan Amerikalılar Osmanlı topraklarında cirit atmaya başlamışlardır. 1855 yılının Şubat ayında İstanbul’a gelen bir Fransız Misyoneri, Fransa’da 1856’da yayınlanan günlüğünde Amerikalı ve Al-man misyonerlerin faaliyetlerini bakınız nasıl özetlemişti. €millien Fros-sard adlı bu misyonere göre Almanlar özellikle €rmenileri kendi Protes­tan Kiliseleri’ne bağlamaya çalışmaktaydılar. Ve bu hususta da bir hayli yol almışlardı. Ama Almanların hazırladıkları ortamdan en çok uyanık Amerikalı Protestan misyonerler yararlanmışlardı. €rmeniler, Al-manlar tarafından Protestanlaştırılmışlar ama daha zengin güçlü olan Amerikan Protestan Kiliselerine rağbet etmeye başlamışlardı. Türkler ise yoğun çalışmalar sonucunda el altından dağıtılan İncil’i okumaya başlamışlardı. Bu, son derece mutluluk verici bir gelişmeydi… 1918’e gelindiğinde Osmanlı topraklarında Hıristiyanlığı yaymak amacıyla eğitim faaliyetleri veren 1000’den fazla Katolik-Protestan okulu vardı. Bu okullarda takriben 25.000 kadar öğrenci bulunuyordu. Bu okullar­dan yetişmiş olan Rum ve €rmeni asıllı öğrencilerin bazıları bugün özel­likle Avrupa’da yerleştirilmiş olan Türk düşmanlığını başlatan unsurlar olmuşlardır.

– Kurtuluş Savaşı sırasında, 145 Osmanlı devlet ve din adamı, as­ker ve yazar ingilizlerce Malta’da tutuldu. 28 Mayıs 1919’da Malta’ya sürgüne gönderilenler arasında; eski sadrazam Said Halim Paşa, eski şeyhülislam Ürgüplü Mustafa Hayri Efendi, Abbas Halim Paşa, Mithat Şükrü, ismail Canbulat beyler ve Ziya Gökalp, Hüseyin Cahit, Ahmed Ağaoğlu gibi yazar ve gazeteciler de vardı. 16 Mart 1920’de son Os­manlı Meclis-i Mebusanının basılmasıyla; Kara Vasıf, Hüseyin Rauf (Orbay)’ın da aralarında olduğu 93 kişi daha adaya gönderildi, ingi­lizler Sevr’i Osmanlı’ya kabul ettirmek için bu sürgünlerin yargılanma hakkını koz olarak kullanacaktı. 1921 Londra Konferansı’yla sürgünler serbest kaldı, Ancak 13 sürgün, adadan aynlamadan öldü.

– APO’NUN PAPA’YA MEKTUBU ÜZ€RlN€…

“Aziz Peder. Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir.”

Bu sözler bölücü terör örgütü PKK’nın başı Abdullah Öcalan’a ait­tir ve Papa II. Jean Paul’a yazdığı mektupta yer almaktadır.[33]

– Apo mektubunda ay­nen şöyle yazmış Papaya: “Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Orto­doks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile bir çok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanîler! ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşı­yorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”

-“Karanlık işlerde CFR imzası

ANKARA/ Gizli Dünya Devleti’nin beyin takımı CFR’nin iki gün sürecek Türkiye çıkarması bütün esrarını korurken, bir çok kaynak CFR ile ilgili şaşırtıcı iddia ve bilgilere yer veriyor. İçlerinde bir çok ABD’li düşünür ve araştırmacının kitaplarının da yer aldığı kaynaklarda, CFR’cilerin esrarengiz bağlantıları ile ekonomik krizlerden, savaşlara dünya üzerindeki etkileriyle ilgili şaşırtıcı bilgiler yer alıyor.

II. DÜNYA SAVAŞI VE HİROŞİMA

CFR’nin dünya politikalarına ilişkin en önemli iddialardan biri II. Dünya Savaşı ve Hiroşima’ya atılan atom bombasıyla ilgili. CFR’nin II. Dünya Savaşı’nda büyük rol oynadığı ve atom bombasının Japonya üzerine atılmasına da CFR’nin karar verdiği belirtiliyor. İddiaya göre dünyadaki birçok ülkede ekonomik, siyasi, askeri, psikolojik ve kültürel bir dizi komplo projesi de CFR eliyle yürütülüyor. Buna darbeler dahil.

Yine mevcut BM örgütünün CFR’nin dünyayı siyonizmin hedefleri doğrultusunda şekillendirme çabasının bir gereği olarak uygulamaya koyduğu bir proje olduğu kaydediliyor. Nitekim BM’nin Manhattandaki binasının halen CFR’nin başkanlığını yapan ve kuruluşun resmi metinlerinde “Küresel Çar” olarak geçen David Rockefeller’in bağışladığı arsa üzerinde bulunması bu iddiayı doğrular nitelikte bulunuyor.

ÜNLÜ CFR’CİLER

CFR üyesi olan ünlülerin isimleri örgütün dünya çapındaki etkinliğini göstermek için yeterli. Bazı ünlü CFR üyeleri şunlar:

Henri Kissinger (Eski ABD Dışişleri Bakanı), Zbignew Brzezinski (Stratejist. Eski ABD Milli Savunma Danışmanı), Robert Mc Namara (Eski Dünya Bankası Başkanı), Bill Clinton (Eski ABD Başkanı), Baba George Bush (Eski ABD Başkanı), Jimmy Carter (Eski ABD Başkanı), Dick Cheney (Eski ABD Savunma Bakanı-ABD Başkan Yardımcısı), Gerald Ford (Eski ABD Başkanı), Walter Mondale (Eski ABD Başkan Yardımcısı), Colin Powell (Eski Genel Kurmay Başkanı-ABD Savunma Bakanı), Medeline Olbright (Eski ABD Dışişleri Bakanı), John Deuscht (CIA Başkanı), Antony Lake (ABD Milli Güvenlik Danışmanı),

BAŞINDAKİ KÜRESEL ÇAR

CFR yapısıyla olduğu kadar bu yapı içinde kullanılan ünvanlarla da gizemli bir tablo çiziyor. CFR iki çemberden oluşuyor. İç çemberde 40 kişilik bir komite bulunuyor. Merkez Komite işlevi görüyor. Bu çemberin içinde de 10 kişilik ayrı bir iç çember bulunuyor. Merkezde bulunan bu ilk halkaya “Boğanın Gözü” deniyor. Şu an bu çemberin başında dünyanın en zengin ailelerinden biri olan Rockfeller ailesinden David Rockefeller’in bulunduğu belirtiliyor. Örgütün kendi metinlerinde ünvanının “Küresel Çar” olarak geçtiği kaydediliyor. Dış çemberdeki üyeler iç çemberin kararları doğrultusunda hareket ediyor. Şu an dış çemberdeki üye sayısı 3 bin 600 kişi olarak biliniyor.”[34]

”ENOSİS SÜRÇMESİ
AB Dönem Başkanı Yunanistan’ın Başbakanı Yorgo Simitis, Rumlar’ın AB’ye tam üye olmasını ‘Enosis’i gerçekleştirdik’ sözleriyle değerlendirdi. Yaptığı gafı fark eden Simitis, hatasını düzeltmeye çalıştı.”[35]

– Vatikan’ın İstanbul temsilcisi Marovitch’nin, geçenlerde gazetelerde yayınlanan “Cevşen” hakkındaki görüşleri ayrıca kayda değer.Tv-lerde birkaç kez yaptığı konuşmalarında da her sabah sürekli olarak Cevşen-i okuduğunu ifade etti

-”AB Komisyonunun genişlemeden sorumlu üyesi Günter Verheugen, “Hükümetlerimiz 40 yıl önce Ankara Antlaşmasını imzalayarak, Türkiye’nin AB’ye üye olabileceğini kabul ettiler ve 1999’da, Helsinki’de bunu teyit ettiler” dedi. “Türkiye’nin AB’ye katılımı meselesinin kamuoylarında bazı soruları gündeme getirdiğini herkes biliyor” diyen Verheugen “Türkiye, AB’ye üyeliği öngörülmüş bir aday ülkedir. Benim anlatmaya çalıştığım şu ki, AB’ye üye olacak Türkiye ile bugünkü Türkiye aynı olmayacak” şeklinde konuştu.”[36]

”..::: KİTAB-I MUKADDES :::…

Kutsal kitap anlamına gelen, iki kitaptan ( Eski ahit : Tevrat ve Zebur-Yeni ahit: İncil) ve toplam 66 ayrı bölümden oluşan Kitab-ı Mukaddes, ilahi (Allah’ın gönderdiği) bir kitap değildir. Yani K. Mukaddes ( Tevrat-Zebur ve İncil), K.Kerim gibi Yüce Yaratıcı Allah’ın sözleri değil, insanların yazdığı kitapların bir araya toplamış halidir. Bunu kendi yazmış oldukları (hıristiyan ve yahudi) kaynakları da itiraf eder: Pr.Dr. Richard Friedman’a göre, Tevrat’ı peygamber Yermiah ve havarisi Baruh ben-neriya yazmıştır. ( Yahudi yayın organı Şalom Gazetesi :13 Mayıs 1987). Ayrıca ,Tevratı yazdığı söylenen Hz. Musa’nın, yine Tevrat’ta öldüğü ve gömüldüğü yerlerden bahsedilmesi (Tesniye:34/6 ) Tevrat’ın daha sonra yazıldığının kanıtların-dandır .

Günümüzde İncil Matta, Markos, Luka, Yuhanna tarafından yazılmış, insan yazmalarından oluşan, Hz. İsa’nın hayatını anlatan tarihi bir eser görünümündedir : “İncil’i Allah indirmemiş, hatta onu değişik peygamberlere tek tek yazdırılmamıştır. ( Kur’an ve kutsal kitap, John Gılchrıst)”. Hz. İsa’nın tebliğ ettiği İncil, günümüzde, elimizde bulunan İncil değildir. Bunun en büyük delili yine İncil’de bulunmaktadır.

“…. İsa. Tanrının İncil’ini tebliğ ederek Galile’ye gelir…” (Markos : 1/14)

H.z İsa hangi İncil’i tebliğ ediyor, anlatıyordu ? Matta ‘yımı, Luka’yımı yoksa 300 sene sonra yasaklanacak İznik konsülünün reddettiği İncil’leri mi?

Günümüzdeki İncil şu an Hz. İsa’nın hayat öyküsünü içerir. ( Matta, Hz İsa ile gezerken gördüklerini, Luka Hz. İsa ile başından geçen olayları, Yuhanna, Markos… yine Hz. İsa ile olan anılarını ,aynı olayı, birbirine zıt olarak İncil’de anlatırlar.). Hz. İsa halka neyi anlatıyordu, kendi hayat hikayesini mi, doğumunu mu anlatıyordu ?… Matta’ya göre İncil varda, “İsa’ya göre İncil neden yok ?” hala.

Eldeki en eski İncil Yunancadır. Hz. İsa ise İbranice konuşurdu…

Tüm bunlar elimizdeki Tevrat ve İncil’in bozulduğunu gösteren delillerdir.

Tevrat 39, İncil 27 bölümden oluşur. Hıristiyanlar, K.Mukaddesin tamamına (yani sadece İncil’e değil, Tevrat, İncil, Zebur üçünü birden) inanırlar. Yahudiler ise sadece eski Ahit’e – Tevrat’a inanırlar :

K. Mukaddes’in tanrısı nasıl bir tanrıdır. Yahudi ve hıristiyanlar nasıl bir tanrıya inanırlar : Yorulan, pişman olan, acı duyan, güreşte yenilen, korkan, kinci… bir tanrıdır, K.Mukaddesin tanrısı.

Yorulan tanrı : “… Ve tanrı yaptığı işi yedinci günde bitirdi ve yaptığı bütün işten yedinci günde istirahat etti, dinlendi…” (Tekvin 2/2-3). Kim dinlenir, tabi ki yorulan tanrılar.

Pişman olan, acı duyan tanrı : ” Ve Rab yeryüzünde insanı yarattığına pişman oldu ve yüreğinde acı duydu ” (Tekvin 6/6).

Güreşte yenilen tanrı : ” … ve Yakup, seher sökünceye kadar bir adamla gü-reşti… (adamı yenince) adam Yakub’a dedi :

Adın nedir ? Yakup. Yine adam ona, “artık sana Yakup değil, ancak İsrail* (Bkz. Dipnot) denecek çünkü insanlarla ve Allah ile uğraşıp onları yendin. ” (Tekvin : 33/24-29)

Korkak tanrı : ” Ve rab… derede oturanlar, kovamadı, çünkü demirden savaş arabaları vardı.” (Hakimler (1/19). Demirden savaş arabalarından korkan bir tanrı…

Kinci bir tanrı : ” Rab diyor, seninle milletleri, atı ve binicisini, cenk arabasını ve binicisini, erkeği ve kadını, kocamış adamı ve genci, genç adamı ve ere varmamış kızı, çobanı ve sürüsünü, çiftçiyi ve çiftini, valileri ve kaymakamları… kıracağım…” (Yaremya : 51/20-26)

İslâm’ın ilahı, Allah (C.C) Kur’an da nasıl anlatılır : ” O (Allah) görüleni de görülmeyeni de bilen, kendisinden başka tanrı olmayan Allah’tır. O, acıyıcı olandır, acıyandır. O, kendinden başka tanrı olmayan, hükümran, çok kutsal, esenlik veren, güvenlik veren, görüp gözeten, güçlü, buyruğunu her şeye geçiren, ulu olan Allah’tır. Allah müşriklerin (putperest, yahudi ve hıristiyanların) ileri sürdüğü sıfatlardan ( yorulan, yenilen…) münezzehtir. O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel isimler kendisinin olan Allah’tır. Göklerde ve yerde olanlar O’nu tespih ederler. O güçlüdür, her şeye hakimdir” (Haşr: 22-24).

K. Mukaddesin peygamberleri nasıldır ?

Hz. Lut (A.S)’a iftira : Lut (A.S)’a iki kızı, şarap içirip sıra ile yanlarına girip, onunla yatıp, babalarından hamile kalırlar.(Tekvin : 33-36)

Yahuda peygambere iftira : Gelini ile yatıp , hamile kalınca onun yakılmasını emreden bir kayınpeder. (Tekvin : 38/15-25)

Davud (A.S) ‘a iftira : Bir komutanın karısı ile yatıp hamile kalınca, kocasını savaşa gönderip ölmesi için tezgah hazırlayıp, sonra da dul eşi ile evlenir. (I. Samuel : 2-27). Oğlu Amnon kız kardeşi Tamar ile zorla yatıp onu “alçaltır” ( I. Samuel : 13/1-39)

K. Mukaddes nasıl bir kitaptır?

Kalça, karın, göbek yuvarlağı, göğüs, boyun, göz, saç, dudaktan… bahseden bölümleri ( Neşideler neşidesi 7:1-13) dışında, yahudi olmayanların yabani hayvan kabul edildiği ( Tesniye : 8/ 21-22), Fırat ırmağı civarının tanrı tarafından yahudilere verildiği ( Tesniye : 12/24), insanların kasaplık koyun gibi ölüm gününe hazırlanmayı emreden (Yaremya : 13/3), insanları delik deşik edip çocukların yere çalınıp, karılarının kirletilmesini emreden ( İşaya: 13/15-16) … ayetleri bulunan kutsal (!) kitabın, K. Mukaddesin emirlerini yerine getiren siyonist ve emperyalistler, dünyanın her yerinde müslüman kanını akıtmaya devam etmektedirler.

K. Mukaddes insan mahsulü olduğu için, içinde birbiri ile çelişen pek çok ayet bulunmaktadır.

Şela kimin oğlu ? : Arpakşad’ın ( Tekvin: 11-12) – Kainan’ın (Lukas: 3-36)

Harun (A.S) nerede öldü ? : Hor dağında ( sayılar . 20-28) – Mosereya’da ( Tesniye :10-6)

Davud ( A.S)’u kim tahrik etti ? : Tanrı (II.Samuel: 21/1) – Şeytan (Tarihler : 21-8)

Yehoyakin kaç yaşında kral oldu ? : 18 yaşında (II.Krallar : 24-8) – Sekiz (II.Tarihler : 36-9)

Nuh (A.S) her canlıdan kaçar tane aldı ? : İkişer ( Tekvin : 6-19) – Yedişer (Tekvin : 7-2)

Ahazya kaç yaşında kral oldu ? : Yirmi iki ( II.Krallar : 8-26 ) – Kırkiki ( II.Tarihler: 22-7)

Saulun kızı Mikal çocuk doğurdu mu ? : Çocuğu olmadı (I. Samuel : 6-23) – Beş çocuğu oldu ( I. Sauel : 21-8)

İnsan kaç yıl yaşayabilir ? : En çok 120 yıl: ( Tekvin 6-3) – 403 yıl ( Tekvin : 11-13)

Tanrı yorulur mu ? : Rab yorulmaz : ( İşaya : 40-28) – İstirahat eder.( Tekvin : 2-3)

Hz. İsa, Hz.Davud’un oğlu mu ? : Evet Davud’un oğlu (Luka : 18-38) – Hayır, tanrının oğlu (Matta : 22-45)

Yusuf (A.S) ‘ın babası kim ? : Yakup ( Matta: 1-16) – Heli (Luka : 3-23)

İbrahim’den Davud’a kaç nesil vardır ? : 14 (Matta : 1-17) – 15 (Luka: 3-31-34)

Eriha’dan çıkarken İsa’dan kaç kör yardım istedi ? : İki : (Matta: 20-30) – Bir (Markos : 10-46)

H.z İsa ‘ nın şehadeti doğru mudur ? : Evet (Yuhanna: 5-31) – Hayır ( Yuhanna: 8-14)

Haçı kim taşıdı ? : Simon (Luka : 23-26) – İsa (Yuhanna : 19-17)

Yahuda İsa’yı öptümü ? : Öptü (Matta : 26-49) – Öpmedi ( Luka: 22-49)

Kabirden çıkan cinlenmişler kaç kişi idi ? : İki (Matta : 8-28) – Bir (Markos:5-7)

H.z İsa’yı kim kabre koydu ?: Yusuf ve Nikodimus (Markos: 15-46) – Sadece Yusuf: ( Yuhanna:19-42)

Mezarda kaç melek göründü ? : Bir (Matta: 28-2) – İki (Yuhanna : 20-12)

… ……………………………………? : ………………………. – ……………………..

K.mukaddes daha birçok katma ve çıkartmaları bünyesinde barındırmaktadır…

Hıristiyan teslise (Baba- Oğul- Ruhul Kudüs) inanırlar. Baba doğmamış, oğul ve ruh doğmuştur. Üçü her zaman bir arada idiler.

Morkos 🙁 13-32) :” Ne melekler, ne de oğul, babadan başka kimse bir şey bilmez.”

Markos 🙁 10-18): ” İsa dedi: … birden başka kimse iyi değildir o da Allah’tır ”

İsa, baba ile bir olsa onun gibi her şeyi bilmesi gerekmez mi ?

Baba, oğul mecazi anlamda kullanılmış olabilir mi ? Bu mecaz, zamanla asıl anlam gibi algılanmış olabilir mi :

Matta (5-9) : ” Ne mutlu sulh edicilere, çünkü onlar Allah oğulları çağrılacaklar”

Matta (6-14): ” İnsanların suçlarını bağışlarsanız , semavi babanız da size bağışlar.”

Yuhanna (5-19) : “Biliriz ki biz Allah’tanız…”

Tanrı tüm insanların babası (Rabbi)’dir. Hıristiyanlar İsa(A.S) söz konusu olunca baba, oğul kelimelerini hakiki manalarında, diğer insanlar söz konusu olunca mecazi manalarda anlamaktadırlar. Bu ayırımın sebebi nedir?

K. Mukaddes’te tevhid- Allah’ın bir olması:

Tesniye (4-39) : “Yukarıda göklerde ve aşağıda yerde Rab, o Allah’tır başka yoktur”

Tesniye (6-4) : ” Dinle ey İsrail : Allah’ınız Rab, bir olan Rabtir.”

Tesniye (32-39) :” Şimdi görün ki , ben O’yum, katımda ilah yoktur”

I. Samuel (2-2) :” … Senden başka ilah yoktur.”

I. Krallar (8-60) : “… Rab, Allah olan odur, ondan başka yoktur.”

İsaya (45-5,6) : ” Rab benim ve başkası yoktur, benden başka Allah yoktur”

İsa (A.S) Allah’ın kulu ve Resulüdür:

Matta (12-18) : ” İşte benim seçtiğim kulum”

Luka (24-19) : “… Kudretli bir peygamber olan Nasıralı İsa.”

Kur’an Hıristiyanlara şöyle seslenmektedir :

“Ey kitap ehli. Dininizde aşırı gitmeyin. Allah hakkında yalnız gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih. Sadece Allah’ın peygamberleridir… (Allah) üçtür demeyin, bundan vazgeçin… ” (Nisa Suresi :171) “”

İSLAM ALEMİ VE TÜRKİYE

“Dünya birliğe giderken,İslam ülkeleri bölünmeye sevkediliyor.Amerika Birleşik Devletleri,Birleşmiş Milletler,Arap Birleşik Emirlikleri sınırlı olarak bir birlik ifade etmekle beraber,genellikle Araplar ve İslam dünyası rahat kontrol edilebilir olması,gerekse de başta petrol gibi sahib oldukları zenginliklere sahib olup pay almak için bölünmektedirler.Öyleki milyonun altında olan bir ülke devlet olarak ayrılmaktadır.İslam dünyasının da İttihad-ı İslamı tesis etmeleri bir zaruret ve tüm dünya için bir emniyettir.Türkiye bunun öncülüğünü yaparak o devletlerin başlarında bulunan keyfilik ve zevkiliklere bir düzen getirebilir.Hepsi bir zincirle bağlanmıştır.Tıpkı Saddamın bağladığı ve kendisinini de bağlandığı gibi…”[37]

-“92 milyar dolar (147 katrilyon lira) bütçe,93.4 milyar dolar iç ve dış ödenecek faiz.2003-ün….vakit gaz.17-3-2003.

Bununla ,142 adet köprü,261 adet üniversite,2 milyon 200 bin konut,87 adet Atatürk barajı,5 bin 585 km otoyol yapılabilirdi.Bu bir yıllık faizle.[38]

-”MÜSİAD Genel Başkanı Ali Bayramoğlu, 1991-2002 döneminde pek çok siyasî ve ekonomik gelişmenin yaşandığını, bu dönemde faize, teröre ve yağmaya giden paranın 450 milyar dolar olduğunu söyledi. Bayramoğlu, “Bu dönemde 270 milyar doları faiz, 80 milyar doları yandaş kayırma, 100 milyar doları terör olmak üzere toplam 450 milyar doları nakit ödemiş, 154 milyar dolar da borçlarımızı artırmışız” dedi.”[39]

“İlk 1953-te İngilizce eğitimler türk koleji olarak –Türk Eğitim Derneği Yenişehir Lisesinin koleje çevrilmesiyle başladı.”[40]

– Türkiyede 70.binden fazla cami,yüzbinden fazla imam-müezzin-müftü-vaiz,600-den fazla imam-hatib okulu,17 ilahiyat,vakıflarda devletin hizmetinde ve laikiz.???

Kontrol etmek için güzel uygulama!

-”’Türkiye’de din özgürlüğü yok’

Almanya’nın başkenti Berlin’de önceki gün, Türkiye ile ilgili görüşlerinin olumlu yönde değiştiğini söyleyen Avrupa Birliği (AB) Komisyonu’nun Genişlemeden Sorumlu Üyesi Günter Verheugen, dün Vatikan’da ağız değiştirerek ağır eleştirilerde bulundu. AA’nın Roma kaynaklı haberine göre Verheugen, Vatikan’da Dışişleri Bakanı Kardinal Jean Louis Tauran ile özel olarak Türkiye – AB ilişkilerini görüştü. İlk kez Vatikan’a giderek Türkiye hakkında konuşma ihtiyacı duyan Verheugen, Fransız Kardinal Tauran ile görüşmesini Roma’daki bir grup yabancı gazeteciye değerlendirdi. “[41]

”Kemalizm raporunun özü değişmedi

Milliyet gazetesinin sorularını cevaplandıran Arie Oostlander, “Eğer siz Hollanda’nın kurucusunu eleştirseydiniz, ben söylediklerinizin ilginç olup olmadığını anlayabilmek için sizi dinlerdim, bundan gücenmezdim. Ama sanırım Türkiye’de işler böyle yürümüyor. Türkler kendilerini Hollanda’nın kurucusunu eleştirme konusunda özgür hissedebilirler. Bu problem oluşturmaz” şeklinde konuştu.

“Askerlerin eğilimi Türkiye kurtarmak ve her türlü tehlikeye karşı korumak. Bazı dönemlerde bu tür bir davranış içinde olmak gerekebilir. Ancak bu, AB’deki uygulamalara uygun değil” diyen Hollandalı Parlamenter şunları söyledi: “Tüm bu durum değişmeli. Orta Avrupa ülkeleri eski sistemi tamamen arkalarında bırakmaktan son derece memnunlar. Türkiye’de ise bu o kadar kolay değil.” [42]

” İngiliz Economist dergisi, Türk ordusunun bu kez halkın nabzını doğru tutamadığını ve bu nedenle etkinliğinin azalabileceğini yazarak, “Türkiye’nin generalleri hâlâ reformları yavaşlatan bir unsur, ama bu böyle kalmayabilir” ifadesini kullandı. “[43]

-”M. Kemal, Enver Paşanın Kurtuluş Savaşına Kuva-yı Milliye saflarında katılma talebini kesin bir tavırla reddetti. Bu tavrın sebebini Falih Rıfkı’nın “Çankaya” isimli kitabını okuyunca daha iyi anlıyoruz.

Bu kitapta ifade edildiğine göre, Çanakkale Harbi (1915) sonrasında, en üst makamda bulunan Enver Paşaya M. Kemal’in rütbesini neden yükseltmediği sorulur. Paşanın verdiği cevap şu olur:

“Mustafa Kemal’i paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.”[44]

-” Mutlak ve tek referansa dayanmak, Kemalizm’in ne olduğuna ve nasıl anlaşılması gerektiğine de açıklık getirmekte.

…..Siyaset tek bir otorite elinde toplanırken, Kemalizm’in bir yönetim aracı olarak kullanılması da olanaklı olmakta. Anayasamızın dibacesinde Kemalizm’in korunmasının mantığı bu: Bu sadece ideolojik bir hassasiyet değil, ülkeyi otoriter zihniyet altında yönetebilmenin de arka planı. Diğer taraftan Kemalizm’in askerin siyasi tekeli altında olması, başka öznelerin Kemalizm üzerinden siyaset üretmesini de engellemekte. Örneğin CHP hem Kemalist olmaktan vazgeçemeyen; hem de Kemalist oldukça toplum nezdinde kişisizlikleşen bir parti hüviyetinde. Diğer bir deyişle bizzat Kemalizm, Türkiye’de merkez siyaseti edilgenleştiren, paralize eden; ve siyasi partilerin toplumla bağ kurmasını neredeyse imkansızlaştıran bir ideoloji… Demokrasiyi devletin uzantısı olarak algılayan, onu içi boş bir ideolojik söyleme indirgeyen; kendisini ise demokrasinin karşısında tanımlamak durumunda kalan bir anlayış. “[45]

-”Avrupa Kemalizm’i sorguluyor

Tasarıda şu ifadeler yer buluyor:
“Türk devletinin temel felsefesi olan Kemalizm, Türk devletinin bütünlüğüne yönelik ölçüsüz bir endişe kaynağı oluyor. Kemalizm, Türk kültürünün ve milliyetçiliğinin homojenliği üzerinde duruyor. Devletçilik, ordunun güçlü rolü, dine karşı çok katı bir tavır gibi yaklaşımlara öncelik veren Kemalizm felsefesi, Türkiye’nin AB’ye katılımına köstek oluşturuyor.’’[46]

-‘’AB’nin siyasi değerlerinin, Yahudilik ve Hıristiyanlık kültürüne dayandığının, ancak bu değerlerin İslâm ağırlıklı bir toplum tarafından da kabul edilebileceğinin ve savunulabileceğinin’’ yazıldığı karar tasarısında, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin, Türk halkı tarafından güvenilir bir kurum olarak görülmesi eleştiriliyor. ‘

‘’Türk hükümetinin, devlet reformunu başarmak için, köktendincilik ve bölücülük korkularını yenmesi gerektiği’’ belirtilen tasarıda, ‘’Türkiye’de Kemalizm’i değil, demokratik Avrupa ilkelerini temel almış yeni bir Anayasa oluşturulması’’ isteniyor.

-“Cemaatler arasındakı fark , sadece öncelık sıralamasındakı farktır.

Nurcu önce ımanı,

Süleymancı önce kur’an’ı,

Milli görüşçüler önce siyaset,

Radikaller önce cihadı ,

Tarikatçılar önce ahlakı … ,ön plana çıkarırlar, ama her cemaatte hepsi ( ahlak , iman , siyaset , kur’an , cıhad ,…) vardır .Sadece ilk sıraya , öncelik sıralamasına farklı bır şıkkı getirmişlerdir.Ama hepsinin paydaları aynıdır , sadece ilk öncelikleri , sıralamalarındakı öncelikler farklıdır .!

İtikatta radikal,amelde tarikatçı,tebliğde ise ilm-i siyaset ve nurcularla olup , oyumuzu da islam’a vermeliyiz !”

28 ŞUBAT-1997-KARA İHTİLAL VE İHTİLALLER

Farklı bir ihtilal olarak girdi gündemimize 28 Şubat.

Gerçek takiyye..samimiyet görüntüsü vererek yapılan samimiyetsizlik ve kusulan hınçlar…Geri-ye dönme sevdası..gerçek gericilik..

Bu uğurda başarımın gerçekleştirilmesi için rütbe ve para gibi vaadlerde bulunuldu.[47]

Ferruh Bozbeyli ile yapılan röportajdan:[48]

”12 Mart siyasi hayattaki birikimi alıp götürdü’

12 Mart muhtırasına (1971) Meclis’te en sert tepkiyi gösteren dönemin Demokratik Parti (DP) Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli, “Muhtıra anayasa içi çözüm için, anayasa dışı bir müdahale.” değerlendirmesinde bulunuyor.

“1950’den beri kulak veririm bu işe; laiklik konusu bitmez pişer pişer yine gelir, ilericilik–gericilik bitmez, Atatürkçülük düşmanlığı bitmez. Bazıları da bitmesini istemez sermaye olsun diye.”F.Bozbeyli.

“F.Bozbeyli, her askerî müdahalenin siyasi hayatta büyük kayba yol açtığı inancını taşıyor. 12 Mart’ın da siyasetteki birikimi, demokrasiye olan inancı götürdüğünü düşünen Bozbeyli her müdahale sonrasında partilerdeki tecrübeli insanların harcandığını kaydediyor.”

“Hukukun kuvvetinin tükendiği yerde kuvvetin hukuku başlıyor.”

“AP’den ayrılıp kendi partisini kurma sebebini şöyle açıklıyor Bozbeyli: “Demirel’le bir uyum sorunu yaşıyorduk. Olaylara bakış, anayasayı anlayış tarzı, siyaset anlayışı. O, partiyi kendisine bağlı, kendisine tabi bir topluluk olarak görüyordu.”

“Demirel bana dedi ki: “Politika açık denizde yüzme yarışıdır. Kimse kimseye yardım edemez. Yardım etmeye kalkarsan senin hızın kesilir.”

“Türkiye’de en eski kurumsallaşmış olan askerdir. Asker daima kendini bir numaralı koruyucu olarak görür. Ordunun bu titizliğine de halel getirecek şeyleri sivil insanlar yapmamalıdır. Yalnız müdahale edenlere yönümüzü çevirip onların eksikliğini ararsak yanılırız.” F.Bozbeyli.

“1969’da AP’nin tek başına iktidara gelmesinin ardından başlayan şiddet olayları, 1970’lerde hızla artarak 1971’de sokak hareketlerine dönüştü. Başta ODTÜ olmak üzere pek çok üniversitede kontrolü elde tutan solcu gruplarda silahlı mücadele yoluyla devrim yapma eğilimi güçlendi. Lübnan’da Filistinli silahlı gruplarla işbirliğine gidecek noktaya kadar varan bu eğilimin ordu içinde sol bir cunta ile flört ettiği sonraları ortaya çıktı. Sivillerden Doğan Avcıoğlu ile 27 Mayısçı emekli general Cemal Madanoğlu’nun başını çektiği bir cuntanın 9 Mart 1971’de bir darbe ile iktidarı devralması kararlaştırıldı. Cuntacılar Devrim Anayasası ve Devrim Partisi Tüzüğü, Devrim Konseyi ve Bakanlar Kurulu listesi hazırladı. Amaç BAAS modelini esas alan sol bir rejimi Türkiye’de egemen kılmaktı. Plana göre Orgeneral Faruk Gürler devlet başkanı, Muhsin Batur başbakan, Tümgeneral Celil Gürkan başbakan yardımcısı, Bahri Savcı Adalet Bakanı, Osman Olcay Dışişleri Bakanı, Nusret Fişek Sağlık Bakanı, Altan Öymen Basın Yayın Bakanı, hatta Uğur Mumcu da Gençlik Bakanı olacaktı. Cuntanın en tepe noktasına sızmayı başaran MİT ajanı Mahir Kaynak’ın açıklamalarına göre, cunta 1966’dan itibaren faaliyetteydi ve attığı her adım izleniyordu. İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi’nde radikal solcu olarak bilinen öğretim görevlisi Mahir Kaynak, Madanoğlu’nun en yakınında yer aldı. Ancak sol cuntanın varlığı, ordunun genel eğilimini yansıtan ana gövdeden icazet alamadı.

Cunta 1971’in Mart ayında çatladı. 9 Mart’ta sol bir darbe planlanmışken, Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ve Hava Kuvvetleri Komutanı Muhsin Batur saf değiştirdi. Komutanlar, 9 Mart’taki darbeyi engellediler. 12 Mart’ta da hükümete muhtıra verildi. 16 Mart 1971’de 9 Martçı olduğu bilinen 13 subay tasfiye edildi. 12 Mart Muhtırası’nın verildiği gün Süleyman Demirel Hükümeti istifa etti.”

-28 Şubat sürecinin bir neticesi olan ekonomik kriz ile ilgili bir çarpıcı gerçek daha ortaya kondu. ATO Başkanı Sinan Aygün, son 5 yılda 110 bin 566 şirket kapandığını, işsizlik oranının yüzde 7.6’dan yüzde 12.3’ye çıktığını belirterek, ‘’Son 5 yılda uygulanan ekonomi politikaları sonucu özel sektörün üzerinden silindir geçerken, kapanan işyerleri işsizliği patlatmıştır. Son 5 yıl yıkım yılları olarak anılacak’’[49]

”Elkatmış’ın sözleri:
“Başbakanlık Takip Kurulu’nun sicili bozuktur. Sadece varlığı bile insanları rahatsız ediyor ve Türkiye’de demokrasinin bulunmadığı şeklinde değerlendiriliyor. Ülkede yolsuzluk var, soygun var. Siz, sanki tek bir tehlike mevcutmuş gibi, sadece irtica ile mücadele amaçlı bir kurul oluşturuyorsunuz. Demek bu kurulu kuranları, yolsuzluk ve soygun rahatsız etmiyormuş.î
Elkatmış’a Kurul’un oluşmasında Erbakan’ın katkısının bulunduğunu hatırlattım.
Elkatmış, “Erbakan döneminde bu Kurul’da sadece İçişleri, Adalet, Başbakanlık ve Milli Eğitim Bakanlığı müsteşarları vardı. Bir de Diyanet İşleri Başkanı. Mesut Yılmaz döneminde, Kurul genişletilmiş, MİT, Genelkurmay, Emniyet’ten temsilciler katılmışî dedi.”[50]

“TSK’nın içine sızdılar bile!

TSK’dan Marksist Leninist Devrimci Subaylar Örgütü’nün Merkez Yönetim Kurulu’nda yer aldığı için ihraç edilmesine rağmen, özellikle 28 Şubat sürecinde TSK’nın çok sayıda yer dekorasyonu işine imza atan Haluk Ergüven’in isminin, Genelkurmay Başkanlığı tarafından bastırılarak genç subaylara dağıtılan “Ders Alalım” isimli kitapta yer aldığı ortaya çıktı. Kitapta, Ergüven ve cuntacılar “sapık ideoloji” sahibi olarak nitelendiriliyor; amaçlarının TSK’yı parçalayarak komünist bir devlet kurmak olduğu belirtiliyor.
“YİNE İÇİMİZE SIZMAK İSTEYEBİLİRLER”
Genelkurmay Başkanlığı tarafından tam 30 yıl önce hazırlanan kitapta, Ergüven gibi cuntacıların TSK’ya tekrar sızabilecekleri belirtiliyor ve şöyle deniliyor: “Kitabın dikkatli okunarak ve mevcut ifadelerle de mukayese yapılarak incelenmesi, bugün temizlenen bu tip kişilerin gelecekte bir daha içimize sızmaması için alınması gereken tedbirleri de açıklaması bakımından Silahlı Kuvvetler mensuplarına ışık tutacak, bugün ve yarın şerefli ordumuzu temsil edecek gençlere tehlikeleri gösterecektir.”

“KOMÜNİSTLERİN HEDEFİ GENÇ SUBAYLARLA KOMUTA KADEMESİNİ ÇARPIŞTIRMAK”
Kitapta yer alan bir bölümde, bugün yaşanan genç subay tartışmasına da ışık tutuluyor ve komünistlerin yöntemleri arasında genç subaylar ile komuta kademesi arasında boşluk oluşturmaya çalışmanın önemli bir yer tuttuğu şöyle anlatılıyor: “Komünistlerin stratejik hedefi iktidardır. Bugüne kadar yaptıkları bütün eylemlerde isyanlarını körüklemişler ve sonunda da silahlı kuvvetleri etkileyerek bu isyanların ihtilale dönüşmesini sağlamışlardır. Askeri darbeden sonra, yönetimi ele geçirmek ve bilahare temizlik yapmak çok kolay bir iş olmaktadır. Komünistlerin silahlı kuvvetlere sızmaları ve onda disiplin bozucu, sabotaj, isyana teşvik ve casusluk gibi hareketlere girişmeleri, değişmez taktiklerinin eylemlerindendir. Her fırsatta orduyu halktan ayırmaya çalışmak, ordu büyüklerini küçük düşürmek veya genç kadro ile komuta kademesi arasında boşluk oluşturmaya çalışmak, ordu ile hükümeti karşı karşıya getirmek, emniyet kuvvetleriyle silahlı kuvvetleri birbirine hasım hale getirmek, ordu içindeki hiyerarşik kademelerde sürtüşmeler çıkararak disiplini sarsmak, en çok uyguladıkları çalışma şekilleridir. Dolaylı olarak orduya el atmak çabaları yanında, direkt olarak orduya yönelik hareketler yapmaktadırlar.”
“GENÇ SUBAYLARI EMELLERİNE ALET ETMEK İSTEYEBİLİRLER”
“Bu kitap, Türkiye’de ikinci bir kurtuluş savaşı vermek sloganı içerisinde Türk milletini ve Türk halkını parçalayarak ikinci bir Vietnam’a benzetmek ve bu suretle memlekette komünizmi sokmak ve son Türk devletini ortadan kaldırmak isteyen iç ve dış düşmanların, Türk milletinin öz varlığı ve yegâne teminatı olan kahraman Silahlı Kuvvetlerimize çeşitli yollardan çengel atmak suretiyle her sahada işledikleri cinayetlere paralel olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin genç kademelerini bir ihtilal düzeyi içerisinde, kendi emellerine ortak etmek suretiyle memleketi bir iç harbe sürüklemek hayali içerisinde sarfettikleri çabaları açığa vuracak ve bundan sonra alınması gereken tertip ve tedbirler üzerinde sorumlu makamlar nezdinde uyarıcı bir rol oynayacaktır.”
“CUNTACILAR SAPIK İDEOLOJİ SAHİPLERİ”
“Şunu kesin olarak ifade etmek gerekir ki, Türk Silahlı Kuvvetleri mevcudunun ancak binde üçü kadar bir mevcutta görülen bu sapık ideoloji sahipleri, alınan tedbirlerle zamanında ordu saflarından atılmış ve haklarında adli kovuşturmalara tevessül edilmiştir. Burada iftiharla belirtilecek tek husus, Silahlı Kuvvetler’in küçük bir cüz’ünü temsil eden bu sapık ideoloji sahipleri, hiçbir zaman Türk Silahlı Kuvvetleri’ni temsil edemeyeceği gibi, giriştikleri faaliyetler dolayısıyla Silahlı Kuvvetlerimiz’in tümünü Atatürk ilkelerinden ayırmaya yeterli olamamıştır…”[51]

”28 ŞUBAT’ı Malki cinayeti tetikledi.

28 Şubat sürecinde Deniz Kuvvetleri’nde istihbarat yaptırdığı iddiasıyla Askeri Mahkeme’de yargılanan dönemin Emniyet İstihbarat Daire Başkanvekili Bülent Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim: DEŞİFRE” kitabında kara kutunun kapağını açtı.

İstanbul- 28 Şubat sürecinde Emniyet İstihbarat Daire Başkanvekilliği yapan Bülent Orakoğlu, “Darbeyi rapor ettim: DEŞİFRE” isimli bir kitap yazdı. TİMAŞ Yayınları tarafından yayınlanan kitapta 28 Şubat sürecine ilişkin enteresan bilgiler yer alıyor. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Askeri Mahkemesi’nde yargılanan ve bir süre tutuklu kalan Orakoğlu, Nesim Malki cinayeti ve Susurluk davası ile ilgili olarak yaptıkları araştırmaların 28 Şubat’ın tetikleyici faktörleri arasında yer aldığını öne sürüyor. 28 Şubat’ın önceki ilk üç darbeden farklı olduğunu belirten Orakoğlu, “Cumhurbaşkanı, bazı parlamenterler, bazı ulusal basın ve medya, bazı yargı mensupları da TSK’nın yanında görev ve yer aldı. Hangi haklı nedene dayandığı iddia edilirise edilsin darbe darbedir” diyor. “Kanımca bugün de bu olay ‘Malki cinayeti’ tam olarak çözülememiştir. Operasyon yarım kalmıştır. Malki’nin arkasındaki dış güçler, kara para baronları ve yabancı gizli servis ilişkilerinin üzerine gidilememiştir. Olayın tetikçileri ve azmettiren kişi yakalanmış, Malki’nin her türlü yasadışı faaliyetini bilen ortağı ve muhabesebecisi Erol Erkohen ise cinayetin çözülmesinden kısa bir süre sonra elini kolunu sallayarak yurt dışına çıkmıştır. Bu şahsın İsrail’de ifadesinin alınması için Adalet Bakanlığı ve İçişleri Bakanlığı’ndan oluşan bir ekip İsrail’e gitmişse de maalesef düğümü çözebilecek neticeye ulaşılamamıştır” diyen Orakoğlu, “Malki cinayeti ile ilgili gelişmelerden her safhada kendisini bilgilendirdiğimiz İçişleri Bakanı, cezevinden serbest bırakıldığım günlerde bana, ‘Refah-Yol Hükümeti’nin yıkılmasında Malki cinayeti ile ilgili yaptığımız araştırmaların önemli bir rolü olduğunu’ söylemişti” şeklinde konuşuyor.”[52]

-Haftalık haber ve yorum dergisi Türkiye’de Cuma, bu haftaki kapak konusunu bugün 6. yılını dolduran 28 Şubat darbesine ayırdı. “Milli egemenliğe suikast girişimi: 28 Şubat” ana başlığıyla konuyu birçok yönden ele alan dergi, postmodern darbenin Türkiye’ye telafisi çok zor zararlara malolduğuna dikkati çekti.
28 Şubat’ı “Milli egemenliğe indirilen bir darbe hükmündeki “Batı endeksli” suikast” şeklinde nitelendiren dergi, bu süreçte Türkiye’de insan hak ve özgürlüklerinin kısıtlandığını, yüzlerce Kur’an kursunun kapatıldığını, eğitim sisteminin tam bir kaosa sürüklendiğini, ülkenin uluslararası arenalarda rezil duruma düşürüldüğünü, inancından dolayı başlarını örten binlerce kızın eğitim hakkının gasbedildiğini, hukuksuz olarak parti kapatıldığını vurguladı.
Dergi; konusunda uzman gazeteci, yazar ve siyasilerin de görüşleriyle desteklenen kapak dosyasında, postmodern darbenin ekonomik, sosyal ve siyasal anlamdaki götürülerini de işleyerek şu görüşleri dile getirdi; “28 Şubat tarihe, kimilerine göre ‘postmodern bir darbe’, kimilerine göre ‘ülkeye domuzbağı’, kimilerine göre ‘hortumcu kalkışma’, kimilerine göre ‘irtica kavramını açıkça tanımlamaktan bile korkan bir müdahale’, kimilerine göre ‘örtülü namert bir darbe’, kimilerine göre ‘Batıcı-laisist bir elit projesi’, kimilerine göre, ‘uluslararası projelerin yerel uzantısı’, kimilerine göre ‘yükselen İslâm’ın önünü kesmeye çalışan uluslararası bir organizasyonun yerel uzantısı’ kimilerine göre de ‘irticanın kökünü kazımak için kalkışma’ olarak geçmiştir.” [53]

-“ Laiklikten yana tavır koymayan savcıya küfrederim.

28 Şubat sürecinde Yargıtay Başsavcılığı yapan Vural Savaş, cumhuriyetten ve laiklikliktan yana tavır koymayan savcılara rahatlıkla küfredebileceğini söyledi. Şahsi meselelerde hoşgörülü olduğunu, ancak görevinde her türlü kelimeyi kullandığını belirten Savaş, iddianamalerinde kullandığı ‘vampirler, habis ur’ gibi tabirleri normal buluyor.”[54]

-“Cuntacının yoldaşı Ermeni

TSK’dan cuntacı olduğu için ihraç edildikten sonra özellikle 28 Şubat sürecinde TSK’dan çok sayıda yer dekorasyonu işi almasıyla gündeme gelen Haluk Ergüven’in, aynı cuntada birlikte yer aldığı Muzaffer Cengil’in komünist Bulgaristan ajanı olduğu, ev arkadaşı Levon Mafyan’ın ise ABD’de bulunan Ermeni örgütü Taşnaksutyun’un hesabına çalıştığı ortaya çıktı. Ergüven’le birlikte bulunan isimlerin ilginç bağlantıları askeri darbelerdeki yabancı dış servislerin etkisini gündeme getirdi.
Genelkurmay’ın bastırdığı “Ders alalım” isimli kitapta, Ergüven’in ev arkadaşı olan Levon Mafyan’ın merkezi ABD’de bulunan ve Türk topraklarında bir Ermeni devleti kurulması için çalışmalarda bulunan Taşnaksutyun Ermeni Komitacıları ile ilişkisi bulunduğu belirtiliyor. Yine kitapta Mafyan’ın Türkiye Gönüllü Hizmetler Derneği aracılığıyla çeşitli Avrupa memleketlerini ve ABD’yi sık sık ziyaret ettiği yer alıyor.
100’E YAKIN ASKERİ ÖĞRENCİYİ EĞİTMİŞ
Devrimci Subaylar Örgütü davasında gözaltına alınan ve sorgulanan Levon Mafyan, Haluk Ergüven ile birlikte Kara Harp Okulu öğrencilerine Marksist eğitim verdiklerini belirtiyor ve şöyle diyor: “Tanıyabildiğim ve hatırladığım 5 Kara Harp Okulu öğrencisinin adını verdim. Bunlar vasıtasıyla bizim eve eğitim çalışmasına gelen aşağı yukarı 10’a yakın Kara Harp Okulu öğrencisi daha vardı. Ben bunlarla yalnızca belirli konuları açıklamak maksadıyla karşı karşıya geldiğimden isimlerini bilemiyorum. Bizim evde Oktay Cengizbay, Haluk Ergüven ve benim eğitimimden geçen Kara Harp Okulu öğrencilerinin okulda bir nevi hücre başı durumuna gelip, arkadaşlarını eğittiğini biliyorum. Tahminime göre de, okul içinde eğitime tabi tutulan Proleter Devrimci Aydınlık stratejisi benimsettirilmiş 100’e yakın öğrenci vardır.”
Cuntanın önde gelen isimlerinden olan üsteğmen rütbesindeyken Devrimci Subaylar Örgütü’ne üye olduğu için TSK’dan uzaklaştırılan Muzaffer Cengil’in ise, o yıllarda Bulgaristan adına casusluk yaptığı bildirildi.
HEM DEV-SOL ÜYESİ, HEM DE BULGAR AJANI
TSK’dan ihraç edildikten sonra, İstanbul’da Fındıkzade’de kitapçı dükkânı açan Cengil’in, hem Dev-Sol ile birlikte hareket ettiği, hem de Bulgar ajanlarıyla temasa geçerek, bu ülke için ajanlık yapmaya başladığı iddia edildi. Vakit’e ulaşan bilgilere göre, 12 Eylül’e kadar Bulgar casusluğunu devam ettiren Cengil, 12 Eylül’ün hemen ardından gözaltına alınmış. 1. Ordu Komutanlığı Sıkıyönetim Mahkemesi’nde çok sayıda Dev-Sol militanıyla birlikte, yasadışı terör örgütü Dev-Sol’a üye olmak ve Bulgaristan hesabına casusluk yapmaktan yargılanan Cengil yapılan 27 yıl 6 ay ağır hapis cezasına çarptırılmış.
YABANCI ŞÜPHESİ
Komünist bir devlet kurabilmek amacıyla kurulan “Marksist Leninist Devrimci Subaylar Örgütü’nün içinde, o yıllarda Türkiye aleyhinde en büyük çalışmayı gerçekleştiren Ermeniler’e ve Bulgaristan’a yakın isimlerin bulunması, askeri darbe girişimlerindeki dış istihbarat servislerinin parmağını açıkça ortaya koyuyor.”[55]

-“Krizlerin anası CHP

23 Nisan resepsiyonuna katılmayarak kriz çıkaran CHP, Türkiye’deki pek çok krizin daha sorumlusu olmuştu. Askeri darbelere zemin hazırlayan CHP, bu sayede atamayla iktidar koltuğuna oturabildi.

Milletin iradesinin yegane temsilcisi olan TBMM’nin Başkanı Bülent Arınç’ın verdiği 23 Nisan resepsiyonunu, “Arınç’ın eşinin başörtülü olması” gerekçesiyle protesto ederek ülkede lüzumsuz bir krize neden olan CHP’nin Türkiye’de pek çok krizin müsebbibi olduğu ortaya çıktı. Resepsiyona katılmayan Cumhurbaşkanı Sezer de eleştirilirken, Sezer’in de 2000 yılında DSP’liler tarafından “CHP’li olmakla” ve Çankaya’ya CHP kökenli bürokratları doldurmakla suçlandığına dikkat çekiliyor. Hürriyet gazetesi genel yayın yönetmeni Ertuğrul Özkök de, 2 Ekim 2000 günlü yazısında, Sezer’i “klasik CHP’li” diye nitelemişti.

27 Mayıs’ı kışkırttı

1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından, CHP’liler cuntacı subaylarla işbirliği yaptı. CHP, 27 Mayıs 1960’daki darbeyi destekledi. Ecevit, o günlerde yazdığı yazılarda 27 Mayıs’a alkışlarken CHP lideri İsmet İnönü Başbakan oldu ve Menderes ile iki arkadaşının idamına duyarsız kaldı.

12 Mart’a etkin destek

Türkiyeyi 1971’deki askeri muhtıraya götüren sokak olaylarını CHP eğilimli isimler teşvik etti. Cuntasal oluşumların içinde yer alan pek çok isim sonraki yıllarda CHP’de etkin görevlere geldiler. CHP, 12 Mart 1971’deki askeri muhtırayı olumlu karşıladı. Nihat Erim, CHP’den istifa ettirilerek Başbakan yapıldı. CHP ara rejim hükümetlerine bakan verdi. Ecevit, İnönü’nün ara rejim hükümetine bakan vermesine tepki göstererek partisinin genel sekreterlik görevinden istifa etti. 12 Mart muhtırasında imzası olan komutanlardan Muhsin Batur, CHP’den politikaya atıldı; 1980’de de Cumhurbaşkanı adayı oldu.

Seçime gitmedi, darbe oldu

CHP’nin 1970’lerdeki iktidarı döneminde Türkiye terör, karaborsa, yokluklar ve kuyruklar ülkesi oldu. Türkiye AET üyesi olma şansını bu dönemde elinden kaçırdı. Türk siyasi tarihine kara bir leke olarak geçen ve AP’li 11 milletvekilinin bakanlık vaadiyle CHP’ye transfer edildiği “Güneş Motel Skandalı”nın müsebbibi de CHP’ydi. 12 Eylül öncesinde terör batağında kıvranan Türkiye’de AP ile uzlaşmaz bir tutum içine giren CHP, aynı tavrı Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de sürdürdü. Türkiye’yi askeri darbeye sürükledi.

MGK krizinde CHP mantalitesi

1999’da Ecevit’in başbakanlığında kurulan DSP-MHP-ANAP hükümetinde DSP etkili oldu. İki eski CHP’li Ecevit ile Sezer arasında KHK nedeniyle randevu krizi çıktı. Ecevit, Cumhurbaşkanı Sezer’le Köşk’te yaşanan “anayasa fırlatma” gerginliğini açıklayarak krizi tetikledi. Gecelik faizler yüzde 7500’lere fırlarken döviz iki katına çıktı. Sezer’in, toplantıda Ecevit’i eleştirdiği, buna karşın Başbakan Yardımcısı Hüsamettin Özkan’ın, Sezer’e, “Nankör” diye bağırdığı sonradan ortaya çıktı.

28 Şubat’ın destekçileri

1970’lerde CHP içindeki klikleşmenin baş aktörlerinden olan Baykal ise sert ve sivri üslubuyla her zaman eleştirilen bir siyaset adamı olarak tanındı. Baykal 1999 seçimini kaybetti ve CHP, Cumhuriyet tarihi boyunca ilk kez Meclis dışında kaldı. Baykal CHP’si de Ecevit DSP’si de 28 Şubat sürecinde seçimle gelen hükümetin düşürülmesine katkıda bulundu.

Baykal hala eski Baykal

Baykal, ikinci kez CHP lideri olduktan sonra eski üslubunu terkettiğini öne sürdü. Baykal, “Artık seçim istemek yok, seçime katılmak var. Hükümet düşürmek yok, hükümet kurmak var. Asık suratla durmak yok, güleryüzle durmak var. Kutsal kitap ‘ıkra’, yani oku diye başlar. Sosyal demokrasinin temelinde ifade, inanç ve ibadet özgürlüğü yatar” dedi.

Ocak 2001’de özeleştiri yaparak “28 Şubat sürecinde herkesin hata yaptığını” söyleyen Baykal, 3 Kasım’dan önce başörtülülerle resimler çektirerek toplumsal uzlaşma mesajları verdi. Bu sayede CHP’yi Meclis’e sokmayı başaran Baykal’ın değişmediği ise ancak son günlerde anlaşıldı.

CHP germeye devam edecek

CHP Grup Başkanvekilleri, “Uyarılar sonuç vermezse dozu artıracağız” dediler.

CHP, resepsiyon gerginliğinin sorumluluğunu üzerine almazken, “gerginlik” siyasetinin süreceği mesajını verdi.

Grup Başkanvekilleri Oğuz Oyan ve Mustafa Özyürek, iktidarın kadrolaşma, genelge, ve içtüzük gibi icraatlarından rahatsız olduklarını belirterek, “Altı aylık icraat bizi bu tepkiyi göstermeye itti” dedi. Meclis’te ortak bir basın toplantısı düzenleyen Oyan ve Özyürek, baştan beri iktidarla uzlaşmaya özen gösterdiklerini, bunu da kanıtladıklarını öne sürerek, “Ancak iktidardan bir cevap alamadık. İktidar uzlaşmaz tavrını sürdürür, uyarılarımız sonuç vermezse muhalefetin dozunu artıracağız” dedi.

CHP’nin özgür iradesi ile resepsiyona katılmadığını anlatan Mustafa Özyürek, “AK Parti yörüngesinden saptığı için bu uyarıyı yaptık. Ne Cumhurbaşkanı ile ne de Genelkurmay Başkanı ile bir temasımız olmadı” diye konuştu. Oğuz Oyan da, bugüne kadar Cumhurbaşkanı Sezer’e 362 atama kararnamesi gittiğini ve bunların yarısının geri döndüğünü hatırlatarak kadrolaşma hareketine seyirci kalmayacaklarını açıkladı.”[56]

“CHP tek parti iktidarında bir başbakan kürsüye çıkmış ve gittikçe gelişen Komünizme karşı dine serbestlik verilmesini isteyen milletvekillerine:

– Efendiler, bu kızıl zehiri yeşil zehirle önlemek istemem… demiştir.”[57]

-Yekta Güngör “Özden’in yazarlık yaptığı Türk Solu Dergisi’nin 9 Haziran tarihli nüshasında, “Ordu, tıpkı 28 şubat’ta olduğu gibi bir müdahale ile, gerekirse 28 şubat’tan daha sert bir uygulama ile sürece ağırlığını koyup bu planı bozmalıdır. Bu yapılmazsa yarın Ordu için çok geç olacaktır” denilerek darbe tahrikçiliği yapılıyor.
1963 yılında Genç Kemalistler Ordusu isimli TSK içinde faaliyet gösteren illegal grubun avukatlığını yapan Yekta Güngör’ün de yazarları arasında bulunduğu Türk Solu Dergisi, yazılarıyla Madanoğlu Cuntası’nın yayın organı Devrim Gazetesi’ni hatırlatıyor. Dergiyi okuyanlar, “Türk Solu Darbe’ye ortam sağlamak için kurulan Devrim Gazetesi’nin izinde yürüyor” yorumunda bulunuyorlar.

… DARBE TAHRİKİ İÇİN ATATÜRK’Ü BİLE KULLANDILAR
10 KASIM 1970: Askeri darbeye ortam sağlamak için Devrim Gazetesi Mustafa Kemal Atatürk’ü de kullanmaktan çekinmiyordu.işte Atatürk’ün ölüm yıldönümünde yer alan sayı
da, onun “Türk ulusu, ne vakit yükselmek istemişse,ona ordusu öncülük etmiştir” sözünü hatı
rlatarak, TSK’ye mesaj veriyordu. Madanoğlu Cuntası’nın yayın organı olan gazete, örgütsel
gizli faaliyetleri yasal gösterebilmek için, başka bir yazıda, “Atatürk ve arkadaşları yasal dernek kurmuştu” başlıklı bir yazı kaleme alıyorlardı.” [58]

-”Zamanın İstanbul Emniyeti Birinci Şube Müdürü ‘Parmaksız Hamdi’den şu sözleri işitir: “Cinayeti işleyen polis değil, MİT’tir. İnfaz emrini veren de gazeteci—yazar, CHP’de üst düzeylerde bir kişidir. Zaten bu emri veren politikacı da daha sonra feci şekilde öldürüldü. Adını vermem.

Rasih Nuri İleri ise Ali’nin Kırklareli’nde Emniyet’in bir lokalinde işkenceyle öldürüldüğünü iddia ediyor. Talat Turhan ise, bir televizyon programında, “Müfettişlerin İstanbul grubuyla Yeniköy’e Rum meyhanesine gittik… Yanımda bir kişi oturuyordu. Şu anda ismini de cismini de bilmiyorum, epeyce alkol aldıktan sonra İstanbul Emniyet Müfettişi dedi ki, ‘Ben 40’larda Kırklareli’nde komiserken Sabahattin Ali’yi sorguladım ve elimde kaldı’ dedi.”
Aynı programda Avukat Cimcoz da ilginç açıklamalarda bulunmuştu: “Sabahattin’in ölüm emrini veren hepimizin tanıdığı bir adam. O kişi bugün ölmüş durumda. Hatta korkunç derecede acı çekerek öldü. Mesleği gazeteci yazar idi. Çevresinde oldukça iyi bir isim de bırakmış biri.”
Samet Ağaoğlu, Ali’nin öldürüldüğünün 14 Ocak 1948’de duyulmasından iki gün sonra günlüğüne şu notu düşmüş: “Dün Menderes, Sabahattin Ali’nin hükümet tarafından öldürüldüğünü, hadisenin on gün kadar evvel olduğunu, hükümetin bu işi nasıl meydana çıkaracağını çok düşündüğünü, eğer geçmişte 33 kişinin öldürülmesi hadisesi olmasaydı, meydana çıkarmamak yolunu tutacaklarını, fakat buna imkan bulamadıklarını, bunun için de hadiseye gazetelerde yazılan şeklini verdiklerini anlattı. Açılan yolun fena olduğunu söyledim. ‘Doğru, inşallah bununla ebediyyen kapanır’ cevabını verdi.”[59]

-”28 ŞUBAT NEDEN YAPILDI ?

28 ŞUBAT ‘la; 19 banka hortumlanır. Dış borç 84.9 milyar dolardan,119 milyar dolara yükselir.İç borç 6.6 katrilyondan 117.3 katrilyona yükselir.Dolar 122.420 ‘den , 1.500.000 ‘e yükselir ,Milli gelir 3. 105 dolardan 2.261 dolara iner.Asgari ücret 143 dolardan 120 dolara iner … Ya islam’a ve Onu temsil eden kurumlara yapılan baskı , zulümler! “

PKK VE SOL GURUPLAR

Marksist-Leninist ideolojiye dayanan bölücü terör örgütü PKK’de oruç tutmak yasaklandı!

Terör örgütü PKK`da, sözde başkanlık konseyi kararıyla, oruç tutulmasına izin verilmemesi sorun yarattı. Örgütün sözde Başkanlık Konseyi 3 Kasım 2001 tarihinde bir bildiri yayımladı. Örgütün yoğun bir mücadeleden geçtiği, bu mücadeleyi engelleyecek düşünsel ve eylemsel tüm çabaların yasaklandığı belirtilen bildiride, oruç tutulması amacıyla örgüt içinden yönetime çeşitli taleplerin gelebileceği, daha önce örnekleri görüldüğü şekilde bu tür faaliyetlerin disiplini bozduğu ifade edildi.Bildiride, “Oruç tutulması taleplerinin ikna yoluyla reddedilmesi, diretenlere ise gerekli yaptırımın uygulanması” istendiği kaydedildi. Oruç konusunda alınan kararın propaganda amaçlı olarak kullanılabileceği ifade edilen bildiride, karşı propaganda için de gerekli tedbirlerin sözde Başkanlık Konseyi tarafından alınacağı belirtildi.”[60]

“Takvimler 16 Eylül 1998’i gösterdiğinde Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş Suriye’ye sınır Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde şöyle diyordu: “Türk devleti olarak komşularımızla iyi ilişkiler kurmaya çalışıyoruz. Bu iyi niyetimize rağmen bazı komşularımız, özellikle ismini açıkça söylüyorum, Suriye gibi komşular, iyi niyetimizi yanlış tefsir ediyorlar. Apo denen eşkıyayı destekleyerek Türkiye’yi terör belasına bulaştırdılar. Türkiye iyi ilişkiler konusunda gerekli çabayı gösterdi. Türkiye beklediği karşılığı alamazsa, her türlü tedbiri almaya hak kazanacaktır. Artık sabrımız kalmadı.” bu durum aponun yuvasını terketmesi ve Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, TBMM’nin yeni yasama yılının açılışında Meclis’teki konuşmasında, “Suriye, Türkiye’ye karşı açık bir husumet politikası izlemektedir. PKK terör örgütüne aktif destek sağlamayı sürdürmektedir. Tüm uyarılarımıza rağmen hasmane tutumundan vazgeçmeyen Suriye’ye karşı mukabelede bulunma hakkımızı saklı tuttuğumuzu, sabrımızın taşmak üzere olduğunu bir kez daha tüm dünyaya ilan ediyorum” diyordu. VE Aponun bundan itibaren,şam,atina,rusyada yüz bulamadı ve yakalanışını hızlandırdı.

ERMENİLER

Ermeni örgütü olan Asala 1975’de kuruldu.Amaç;kendileri katliam yaparak, kendilerine katlima yapıldığını tüm dünyaya duyurmak ve kabul etmeyi amaçlamaktadır. Yönetimde bulunan Agop Agopyan’ın Atinada Ermeni karşıtı bir grup tarafından 25-4-1988 yılında öldürülüşüne kadar bu katlimalarını devam ettirmişlerdir.

“Asala’ya en büyük destegi Corc Habas’in (George Habash) Marxist-Leninist grubu FHKC (Filistin Halk Kurtulus Cephesi) ve Ahmad Jibril’in FHKC-GK (Filistin Halk Kurtulus Cephesi-Genel Komutanligi) verdi.”[61]

ATİN.ORG.24-6-2001-21-1-1973-DEN,4-7-1994-e kadar 41 eylem yapmışlar. Asala

Kisa adi Asala olan “Ermanistan’in Kurtulusu için Gizli Ermeni Ordusu” 1975’de Marksist-Leninist görüslü Ermeni terörist tarafindan kuruldu. Asala, “Orly Grubu” ve “3 Ekim Örgütü” adları ile de taniniyordu. Asala en çok eylem yapan Ermeni Terör örgütüydü.

Amacı, 1915’de yapıldığı iddia edilen sözde Ermeni katliamını dünyaya duyurmak, onun öcünü almak ve Türkiye hudutları içinde bulunan sözde Ermenistan topraklarını kurtarmaktı.

Hedefi, Türkiye Cumhuriyeti kuruluşları ve onun memurları olan, Agop Agopyan (Hagop Hagopian) yönetimindeki Asala, Agopyan’in 25 Nisan 1988’de Atina’da karşı bir Ermeni grubu tarafindan öldürülmesine kadar terör faaliyetlerine yoğun bir sekilde devam etti.

Asala’ya en büyük destegi Corc Habas’in (George Habash) Marxist-Leninist grubu FHKC (Filistin Halk Kurtulus Cephesi) ve Ahmad Jibril’in FHKC-GK (Filistin Halk Kurtuluş Cephesi-Genel Komutanligi) verdi.

Türkiye’ye yönelik her türlü terör hareketine kucak açan Suriye, Asala’ya da, barınma ve eğitim gibi önemli imkanlar tanıdı. Destek veren ülkelerden biri de Libya idi.

Birkaç yüz üyesi ve sempatizanı bulunan Asala, Türk kuruluşlarına karşı bir çok bombalama faaliyetinde bulundu, çoğunluğu Dışişleri mensubu olan memurlarımıza karşı bir düzine suikast eylemleri yaptı.

Türk resmi kayıtlarına göre Ermeni Terör örgütleri 1973-1985 yılları arasında 199 terör eyleminde bulunmuştu. Bu saldırılar sonunda 41 Türk vatandaşı sehit olmuş, 161 kişi ise yaralanmıştı.

Ermeni Terör örgütlerinden sadece Asala ise, 1975 ila 1998 arasında 350’den fazla eylem gerçekleştirdiğini iddia ediyordu. Eylül 1998’de Asala’nin terör faaliyetlerini içeren dökümanlarını, Erivan’daki Ulusal Kütüphane’ye verdiklerini belirten ASALA’nin siyasi kanadı “Ermenistan Halk Haraketi”nin temsilcilerinden Vazgen Petrosyan, “Ermenistan, ASALA hakkında çok az şey biliyor; biz de, faaliyetlerimizi araştırmacıların hizmetine sunmak için bu belgeleri Ulusal Kütüphane’ye veriyoruz” diye konuştu. 1975 yılından bu yana, çoğu Türk diplomatlarına yönelik olmak üzere 350’den fazla faaliyet gerçekleştirildiğini söyleyen Petrosyan, örgütün aynı yıl (1998) içinde de üç eylem gerçekleştirdiğini iddia etti.

Evet eylem rakamları maalesef birbirine uymuyor. Bu istihbaratımzın esası bir rakip, siyasiler açısından pirim yapan işlerle uğraşmasından kaynaklanıyor.Gerek Ermeni Terör örgütleri, gerekse de PKK ile mücadele kararı alındığında, istihbarat arsivlerinde ise yarayacak bir bilgi bulunmadığını belirtmekte yarar var.

Ermeni terörüne yönelik Türkiye’nin karşı faaliyetlerine geçmeden önce belli başlı Ermeni eylemlerini hatırlamakta yarar var.”[62]

İDDİALAR – BELGELER VE CEVABLAR

-Sana’nın 1979 yılına ait marka tescil belgesinde domuz yağının adı geçer.[63]

Ve kendisiyle beraber Yozgat/Yerköy’den Kayseri’ye giderken trende konuştuğumuz bir kişi,21 yıldır sana fabrikasında çalıştığını,böyle bir şeye rastlamadığını söyledi.Ancak kendisinin bilmediği bir şeyin olup olmadığını sorduğumda;Almanya’dan gelmekte olan kahverengi bir şeyin renklendirici olarak kullanıldığını,bunda ise nelerin olduğunu bilmediğini söyledi.

Ancak;Unilever sanayi ve ticaret Türk A.Ş.yetkililerininde Sana-nın teferruat maddelerini saydıklarında domuz yağının bulunmadığını,bitkisel yağ bulunduğunu ifade etmişlerdir.

-AİDS’in bulaşma sebebini araştıran İngiliz gazeteci Edward Hooper”The River”adlı kitabında:ABD’nin Şempanzelerden alınan dokularla üretilen aşıların,Afrikadaki çocuklara ‘Çocuk felci aşısı’nın yapılmasından sonra Aids-in yaygınlaşmış olduğunu söylemektedir.[64]

-Yaser Arafatında yahudi olduğu ifade edilir.[65] Ve en önemli danışmanı olan Gabriel Benon-da fas yahudisi ve şu anki karısıda yahudidir.

-“Millî dâvâ masona emanet

Millî dâvânın 40 yıldır sözcülüğünü yaptığını söyleyen Rauf Denktaş’ın, kökü dışarda Othello Mason Locası’nın üyesi olduğu anlaşıldı.
Rauf Denktaş ile Rossides’i Kıbrıs Büyük Mason Locası’na bağlı “Othello Locası”nın biraderler listesinde gösteren belge bir hayli de eski.. Belgede, Magosa İkiz Kilise’de her ayın ilk Çarşamba’sı yapılan toplantılar vesilesiyle Denktaş’ın ve Rossides’in adları geçiyor. Listede üyelerin isimlerinden önce yer alan tarihlerin, adı geçenlerin locaya dahil oldukları seneleri gösteriyor. Bu belge, Türkiye’de ilk defa Sebil adlı haftalık gazetenin 14 Ocak 1977’deki 55. sayısında yer aldı. Ancak, tekzip edilmedi.
Rauf Denktaş ile Rossides’i Kıbrıs Büyük Mason Locası’na bağlı “Othello Locası”nın biraderler listesinde gösteren belge bir hayli de eski.. Belgede, Magosa İkiz Kilise’de her ayın ilk Çarşambası yapılan toplantılar vesilesiyle Denktaş’ın ve Rossides’in adları geçiyor. Listede üyelerin isimlerinden önce yer alan tarihlerin, adı geçenlerin locaya dahil oldukları seneleri gösterdiği anlaşılıyor. Buna göre Rossides, Othello Locası’nda Denktaş’tan daha kıdemli.. Denktaş locaya 1950’de girmiş. Rossides ise 1943’de.. Listede 1962’de Rossides’in Magosa Liman Şefi, Denktaş’ın da Lefkoşa’da serbest çalıştığı belirtiliyor. Othello Locası, 5670 numara ile Büyük İngiliz Locası ile irtibatlı..
Söz konusu belge, Türkiye’de ilk defa Sebil adlı haftalık gazetenin 14 Ocak 1977’deki 55. sayısında yer aldı. Dergi belgeleri şöyle sundu:
Anlayın, ipler kimin elinde!
Sunduğumuz vesika ilk defa neşrolunmaktadır. Önce sizleri bir isim listesinden ibaret olan bu vesikanın kapağında yazılanları tercüme edelim:
“OTHELLO LOCASI” (No. 5670 E.C)
FAMAGUSTA’DA TWIN KİLİSESİ’NDE TOPLANTI
Ekim ayından Haziran sonuna kadar her ayın ilk Çarşambası toplantı vardır.
Memurlar Listesi:1962-1963
Üyeler Listesi :1 Nisan 1962 tarihi itibariyle
Evet, hemen farkettiğiniz gibi, bu bir “Mason Locası’nın isim listesi”dir. Dünyada bir sürü mason locası ve bunların listeleri mevcut, ancak, okuyucularımıza sunduğumuz bu listenin ehemmiyetli tarafı 5. sayfasında yer alan ismin hüviyetidir. Bu isim halen Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin Başkanı olan Dr. Rauf Denktaş’a aittir. Aynen şöyle yazılmıştır:
“1950 R.R. Denktash .Legal Dept. Nicosia.”
Buradaki 1950 tarihinin, Denktaş’ın locaya kayıt tarihi olması ihtimali mevcuttur. İsminin başındaki ilk “R”nin ne mânâya geldiğini çıkaramadık. Acaba Rauf Denktaş’ın “göbek” ismi midir, yoksa locadaki rütbesini mi göstermektedir? Meçhûl. Bunu en iyi yine Rauf Denktaş bilir.
Listenin ikinci ehemmiyetli tarafı ise hemen 3. sayfasında yer alan bu defa bir Rum’un ismi… Bu Rum Rossides’tir. Acaba hangi Rossides? Herhangi bir Rossides değil, bu adam halen Kıbrıs Rum Devleti’nin Birleşmiş Milletler’deki “sözcüsü” olan Rossides’tir.
Sebil, bu sarih vesikalar üzerinde, daha önce kapaktan ve bu sayfamızda yer alan “başlıkların” dışında fazla sözü etmeyi fuzûli addetmektedir. Türk’ün haklarını müdafaa eden DENKTAŞ ile Rumların haklarını müdafaa eden ROSSİDES’in aynı İNGİLİZ MASON LOCASI’nda yer almaları gibi garabet herkes tarafından çok rahat izah edilebilecek, Kıbrıs gibi bir mes’elenin çözümünde iplerin kimin elinde bulunduğunu kafalara “dank” ettirecektir.
Öte yandan Othello, bilindiği gibi İngiliz yazar Shakespeare’in aynı adlı eserindeki Kıbrıs Valisi’dir.
Kıbrıs’a nişan olan mason locasına “Othello Locası” denmesi manidardır.”[66]

“EOKA üyesi imiş, geçmişte” diyorlar. Adam bunu saklamıyor. “Çok uzun yıllar önce EOKA’dan ayrıldığını söylüyor Peki Denktaş Bey, Kıbrıs’ta birçok cinayetten sorumlu tutulan TMT’nin (Türk Mukavemet Teşkilatı) kurucularından değil mi?

Kıbrıs’a ilişkin yalanlar devam edip gidiyor. Sonuç belli. ‘Derin devlet’ çözüm istemiyor.“[67]

”Kıbrıs’ta 150 bin kişiden 30-40 bini Denktaş’ın aleyhine yapılan bir mitingde bir araya geliyor, 12 milyonluk İstanbul’da ise ancak 1500 kişi Denktaş’ın lehine bir mitingde bir araya geliyor!”

-“Celal Bayar devlet başkanı sıfatıyla 23.John Roncalli’nin papa olmasıyla ayağına kadar gitmiş olması,idamla yargılandığında bir kaç saat önce bu papanın tavassutuyla idamdan kurtulur.Kolay değil,çünki Bayar’da Vatikanın Türkiyede bir büyük elçilik açmasını sağlamıştı.”[68]

-“Siyah adamları deşifre eden Türk.

Emekli asker Mehmet Birben, ‘Dünyayı dinleyen kulak’ olarak bilinen ABD’nin en gizli örgütü NSA’ya karşı hukuk savaşı başlattı. İlginç davayla NSA’nın Türkiye faaliyeti ortaya çıktı
Amerika’nın en gizli istihbarat örgütü Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) Türkiye’de faaliyet gösterdiği ortaya çıktı. Kurumun adı, Ankara’daki büroda 19 yıl görev yapan emekli Deniz Astsubayı Mehmet Özkan Birben’in, ‘izin paralarını alamadığı’ gerekçesiyle açtığı davaya karıştı.
‘Süper güç’e karşı tek başına hukuk savaşı başlatan Mehmet Özkan Birben, casus romanlarını aratmayan dava sürecinde, hem 22 bin dolarlık alacağını tahsil etti hem de ‘Türkiye’de faaliyet göstermiyoruz’ diyen istihbarat örgütünü faka bastırdı.
‘Dünyanın en büyük kulağı’ diye bilinen ve ABD’deki 11 Eylül felaketine neden olan istihbarat skandalında sıklıkla tartışılan National Security Agency’nin (NSA) Ankara’da da faaliyette bulunduğunu kanıtlayan olay, basit bir dava ile başladı. NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda 19 yıl çalıştıktan sonra emekliye ayrıldığını öne süren elektronik teknisyeni Deniz Astsubayı Mehmet Özkan Birben, ‘hastalık izin paralarının ödenmediği’ gerekçesiyle, gizli örgütü mahkemeye verdi.
….Para esrarengiz firmadan
ABD’den gelecek yanıt beklenirken sürpriz gelişme yaşandı. Davada taraf dahi olmayan ve adı Amerikalılar tarafından mahkemeye bildirilen mühendislik firması, Özkan Birben’in talep ettiği 22 bin dolar tutarındaki parayı kendisine ödedi. Birben de NSA aleyhine açtığı alacak davasını geri çekti.
Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA’nın, Türk mahkemelerinde ikinci kez davalı duruma düşmesi üzerine ABD Hükümeti, hazırladığı savunmayı mahkemeye sundu. Savunmada, ABD Silahlı Kuvvetleri’nin NATO Antlaşması çerçevesinde Türkiye’de bulunduğu, Viyana Sözleşmesi gereğince yargı muafiyetine sahip olduğu ve bu nedenle ABD Hükümeti’ne karşı dava açılamayacağı ileri sürüldü. Savunmada ayrıca, Özkan Birben’in iddialarının asılsız ve hukuki dayanaktan yoksun olduğu da belirtilerek davanın reddi istendi.
…İşte kanıt fotoğraf
Özkan Birben, ABD Ulusal Güvenlik Ajansı NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda görev yaptığı yıllarda birlikte çalıştığı Amerikalılar ile çektirdiği fotoğrafları ve NSA rozetini mahkemeye delil olarak sundu. Fotoğraf ve belgeleri değerlendiren Türk adaleti, davayı esastan incelemeye gerek görmeden reddetti. Ancak karar Yargıtay’dan döndü.
ABD Ulusal Güvenlik Teşkilatı NSA’ya karşı hukuk savaşı açan Mehmet Özkan Birben, AKŞAM’a yaptığı açıklamada, ilginç iddialarda bulundu. NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda 1979 yılında çalışmaya başladığını ileri süren Birben’in açıklamaları şöyle:
‘Türk Silahlı Kuvvetleri’nde Deniz Astsubayı olarak görev yaptığım 1979 yılında NSA’dan gelen teklif üzerine görevimden ayrılarak NSA’nın Ankara’daki Teknik İrtibat Bürosu’nda çalışmaya başladım. 1998 yılına kadar bu büroda görev yaptım. Açık adresini mahkemeye de sunduğum NSA’nın Ankara Bürosu’nun hukuki alt yapısı yoktur. Bu nedenle bana ve NSA’da çalışan diğer Türk personele yapılan ödemeler, paravan şirketler kanalıyla gerçekleştirildi. Benim asıl işverenim, dava açtığım NSA’dır. İzin paramın ödenmesi için NSA’ya açtığım dava devam ederken, davada taraf görünmeyen paravan şirket devreye girerek alacağımı ödedi. Bu ödemeden 3 ay sonra Ankara Merkez Komutanlığı’nda 9 saat sorgulandım. Sorgulama sırasında bana Amerikalılar’dan para sızdırdığım suçlamasında bulunuldu. Dava tutanaklarını ve bana yapılan ödemeyi gösterince serbest bırakıldım. Gözaltına alınmam ve sorgulanmam nedeniyle benim ve ailemin uğradığı maddi ve manevi mağduriyetin tek sorumlusu hakkımda asılsız şikayette bulunan NSA’dır. Hakkımı hukuk yolu ile sonuna kadar arayacağım.’
40 ülkede 2 bin istasyon
Dünyanın ‘gizli bir kulak’ tarafından dinlendiği ilk kez 1960 yılında ortaya çıktı. Sovyetler Birliği’ne iltica eden iki NSA görevlisi (Bernon Mitchell ve William Martin) Moskova’da düzenledikleri basın toplantısında, o yıllarda, NSA’nın 2 bin dinleme istasyonuyla dünyadaki en az 40 ülkenin gizli haberleşmesini dinlediğini açıkladılar. Dünyanın her yanına dağılmış şifre kıran ajanların izlediği kişiler arasında, Afrikalı gerilla liderleri, Vietnam Savaşı’na karşı çıkan aktris Jane Fonda ile bebek bakım uzmanı Dr. Benjamin Spock da bulunuyordu.
Örgütün, 11 Eylül felaketi öncesi olayın faillerinden Muhammed Atta ve Halid Şeyh Muhammed arasındaki telefon görüşmesini dinleyip kaydettiği halde bunun IA ve FBI’a bildirmediği öne sürülmüştü.”[69]

-“İnsanlık tarihinin en büyük bilim adamlarından biri olarak kabul edilen ve yerçekimi ile ilgili çalışmalarıyla ünlü İngiliz Sir Isaac Newton’un, kıyamet günüyle de yakından ilgilendiği ve dünyanın son bulacağı yılı 2060 olarak belirlediği ortaya çıktı.
Bilim adamlığının yanı sıra simyager ve ilahiyatçı da olan Newton, İncil’in içinde gelecekten haberler veren bir kod saklı olduğuna inanarak bu kutsal kitabı dikkatle incelemiş ve kıyamet gününün tarihini bulmak için uzun yıllar uğraşmış.
50 yıl İncil’i inceledi
Newton’un bu az bilinen yönünü televizyon ekranlarına taşıyacak olan ‘Newton: Kara Sapkın’ adlı belgesel önümüzdeki günlerde İngiliz BBC2 kanalında gösterilecek. Belgeselin yapımcısı Malcolm Neaum, Isaac Newton’un 50 sene boyunca kıyamet günüyle ilgili araştırmalar yaptığının ve konuyla ilgili 4 bin 500 sayfa yazı yazdığının altını çiziyor.
Büyük bir kısmı Kudüs’teki “Hebrew National” kütüphanesinde bulunan Newton’un kıyamet günüyle ilgili notlarının son 10 senedir incelendiği, ancak kesin bir tarihin ilk defa bulunduğu kaydedildi. Newton’a göre 2060 yılında gerçekleşecek olan kıyamet, büyük savaşlar ve salgın hastalıklardan sonra İsa’nın dünyaya geri dönüşüyle başlayacak.”[70]

-”ABD’nin savaş taraftarı tanınmış gazetelerinden New York Times ile İngiliz yayın kuruluşu BBC ve The Guardian gazetesi, başta Museviler olmak üzere inanç dünyasında büyük yankı uyandıran ve ilahî ikaz olarak değerlendirilen habere geniş yer vermişler. Bizimkiler de her zamanki gibi dalga geçiyorlar. Olay, 28 Şubat 2003 tarihinde New York’un en işlek bir balık pazarında meydana geliyor. 57 yaşındaki Zalmen Rosen ve yardımcısı Luis Nivelo, Pazar günü satılmak üzere balık hazırlamaya başlıyorlar. Rosen ve yardımcısı, tam bu sırada akvaryumdan çıkardıkları sazan balığının kendileriyle İbranice konuşmaya başladığını ve kıyametin yaklaştığı konusunda kendilerini uyardığını ileri sürüyorlar.

Birden zıplamaya başlayan balık ibranice dile geliyor ve çığlıklar eşliğinde şunları söylüyor: “Tzaruch shemirah” ve “Hasof Bah!”: Herkes kendisiyle hesaplaşsın! Sonununuz yakın… ‘İkametü’l hucceti aleyh’ nevinden bir hadise. Balığın konuşması mazeretleri kalmaması için onlara bir uyarı ve huccet. Hadise bir süre gizli kalırsa da, söylenti dilden dile yayılarak dünya çapında binlerce dindar Yahudinin ‘çağdaş bir mucize’ olarak inandıkları bir kıssaya dönüşür. Daha önce de, bir Rus Yahudisi olan ve İsrail’de gazetecilik yapan İsrael Şamir’in bu türden bir rüyasını aktarmıştık. Rüyasında ölüm meleğini gören Şamir, meleğin duvara: “İmtihanı geçtiniz ve kaybettiniz’ yazdığını ifade etmişti. Irak savaşı sınıfta kalmalarının son gerekçesi olacak. “[71]

-”Malezya Başbakanı Mahathir Muhammed, ABD’de 11 Eylül’de düzenlenen terörist saldırıları, Batı ülkelerinin Müslüman ülkelere saldırmak için bahane olarak kullandığını söyledi.”[72]

-“Vurulan Dr.Necib Hablemitoğlu,” öğretim üyesi olan Doktor Emin Gürses’e,
şunları söylemişti:
“Ankara’da gayri milli 100 kişilik bir ekip var. Bu insanlar yabancı merkezlerle bağlantılı. Ankara’yı karıştırmak için her türlü haberler ve yönlendirmeler bunlardan çıkıyor. Çok paralar kazanıyorlar ve Ankara’daki milli güçlerin bunlara gücü yetmiyor. Devlet kademelerinde önemli yerlerde görevli olan bu kişiler, emri dışardan alırlar.”[73]

-”Birand: Öncelikle CIA ve Pentagon’un darbeden önceden haberi var mıydı?

Henze: Sanmıyorum. Ben de darbeden (12 Eylül 1980) o akşam haberdar oldum. Ulusal Güvenlik Konseyi’nden bir telefon geldi. Başkan Carter, Kennedy Center’daydı. Ben hemen kendisine bu mesajın ulaştırılması gerektiğini söyledim. Bir telefon görüşmesi yaptım. Carter bulunduğu yeri terk etmedi. Sonuçta bu çok olumlu bir gelişmeydi.

…….

Birand: Başkan Carter’a sizin mesajınız ne oldu?

Henze: Tam olarak ne söylediğini hatırlamıyorum. Ama hatırladığım kadarı ile Ulusal Güvenlik Konseyi’nde o sırada görev başında olan kişi beni aradığında şuna benzer bir şey söyledi: “Ankara’daki çocuklar bu işi yaptı…” Bu, generallerin harekete geçtiği anlamına geliyordu. Zaten hikaye de bundan ibaretti. Her şey çok yumuşak bir şekilde gerçekleşmişti. Açıkça görülüyordu ki her şey son derece dikkatlice planlanmıştı.”

[74]

-“‘Nestle’de alkol’ iddiası

Türkiye’de de üretim yapan ve Nescafe, Damak Çikolata, Mis Süt, Sansu, Nesquik gibi ürünlerle adını duyuran Nestle firmasının bazı ürünleriyle ilgili çarpıcı bir iddia ortaya atıldı. İddiaya göre Nestle’nin şekerli bazı ürünlerinde alkol kullanıldığı tespit edildi.
ALMAN DERGİSİNİN İDDİASI
Bu iddia Almanya’da yayınlanan Al-İslâm Zeitschrift von Musliman adlı dergide bir makalede yer aldı. Makalede ismi sıralanan bazı firmaların şekerli ürünlerinde alkol kullanıldığı ifade edildi. Şekerli ürünlerinde alkol kullanıldığı söylenen firmalar arasında Nestle’nin adı birden fazla defa geçiyor. Makalede ismi geçen Nestle ürünleri ile bu ürünlerdeki alkol oranları şöyle sıralanıyor: Nestle Bören Sneak (yüzde 0.69), Nestle Yes Törtehen (Yüzde 0.24), Nestle Yes Törtehen Caramel (yüzde 0.25).
DİĞER ÜRÜNLERLE İLGİLİ İDDİA
LESERBRIEFE başlıklı makalenin de alt bölümünde, Nestle’nin ürünlerinin yanı sıra başka firmalara ait 6 ürünün ismi daha sıralanıyor. Alkol kullanıldığı iddia edilen diğer ürünler ve içerdikleri alkol oranları ise şöyle: Milch Schnitte Ferraro (yüzde 0.22), Kinder Ringue Schoco Ferraro (yüzde 0.22), Kinder Maxi King Ferraro (yüzde 0.18), Milka Tender/Choco Milka (yüzde 0.27), Milka Tender/Nut Milka (yüzde 0.27) ve Rum-Trauben-Nuss Schokolade (Yüzde 0.36).
“ALKOL İÇERDİĞİ SAKLANIYOR”
Al-İslâm Zeitschrift von Musliman adlı Alman dergisi, Nestle ve makalede ismi geçen diğer firmaların özellikle şekerli birçok ürününde alkol kullandığı iddiasını Duisburg Gıda Enstitüsü’nün araştırmasına dayandırdı. Makalede, alkol içerdiği söylenen söz konusu ürünlerin paketlerinin üzerinde bu durumun belirtilmediği de ifade ediliyor.
NESTLE İDDİALARI YALANLADI
Konuyla ilgili olarak görüşlerini sorduğumuz Nestle Türkiye Gıda A.Ş., söz konusu iddiaları yalanladı. Firmanın yaptığı açıklamada, Nestle’nin Türkiye’de de üretim yaptığı belirtilerek ürünlerinde alkol kullanılmadığı bildirildi. Nestle’nin 120 yıldır Türkiye’de faaliyet gösterdiğinin belirtildiği açıklamada, “Nestle İstanbul, Karacabey (Bursa) ve Gönen (Balıkesir)’de bulunan üç fabrikasında kahve, çikolata, mutfak ürünleri, bebek mamaları, kahvaltılık gevrekler ve süt ürünleri kategorisinde ürünler üretmektedir. Bu ürünlerin hiçbirinde alkol kullanılmamaktadır.” denildi. [75]

-A.F.Gün.Milli Gazete,29-4-2003 tarihli köşesinde ve İmam-ı Azam-la ilgili olarak;

-Kur’andaki Din-adlı lnternette yayınlanan Ebu Hureyre ile ilgili olarak yapılan bir araştırmada;Ebu Hureyre aşırı derecede tenkid edilmektedir.İnsafsızca yapılan bu tenkide göre Ebu Hureyre Yahudilerin adeta bir ajanı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır.

-“SARS’ı Çin’e ABD gönderdi”
Başta Çin olmak üzere Asya ülkelerini etkisi altına alan ve 500’e yakın kişinin ölümüne neden olan SARS virüsünün ABD kaynaklı olduğu öne sürüldü.”[76]

20 yıl kadar önce okumuştum.Rusya labaratuvarlarda mikrop üretiyor diye.İşte yavaş yavaş piyasaya çıkmaktadır.Bazen filimlerde de bir senaryo olarak gösterilmesi de işin içinde bir hakikat payının olduğuna işaret etmektedir.Biyolojik savaşlar.

-”SADDAM’I YIKAN TAKTİK
Newsweek dergisine göre; ABD, başından itibaren güneyden girmeyi planlamasına rağmen Saddam’ı şaşırtarak; 13. Tümen’in kuzeyde tutulmasını sağladı. TBMM tezkereyi reddedince de ajanlar Saddam’a giderek, ‘Türkler blöf yapıyor, bu bir aldatmaca’ diyerek Irak askerlerinin kuzeyde kalmasını sağlamışlar.”[77]

-”1954’te, Hollanda’da Oosterbeek şehrinde Bilderberg Oteli’nde kurulmuştur. Kuruluşun gerçekleştirildiği otelin sahibi de Hollanda kralıydı. Örgüt de ilk toplantının gerçekleştirildiği otelin adını alarak Bilderberg Group (Bilderberg Grubu) diye adlandırılmıştır. CFR üyelerinin birçokları aynı zamanda Bilderberg üyesidir.
. Bilderberg’in kuruluşunda, ABD istihbarat örgütlerinin, özellikle CIA’in rolü olduğu bilinmektedir.

Örgütün “Spotlight” isimli bir dergisi yayınlanmaktadır.

Biz daha önce bu oluşumlarla ve bağlantılı konularla ilgili ayrıntılı bilgiler içeren “Gizli Dünya Devleti ve Siyonizm” adlı bir dosya hazırlamıştık. Bu dosya halen Web sitemizde (www.vahdet.com.tr) mevcuttur.” [78]

” Türkiye’de iki defa Bilderberg toplantısı yapıldı. Birincisi 18-20 Eylül 1959’da İstanbul Yeşilköy’deki Çınar Otel’de, ikincisi de 25-27 Nisan 1975’de İzmir/Çeşme, Altın Yunus Tatil Köyü’nde.” [79]

-”Talât, Enver, Cemal üçlüsü, başka bir deyişle “Osmanlı Triyomvirası” Mahmud Şevket Paşa’nın katlinden sonra kurulmuş ve Said Halim Paşa’nın sadâretine rağmen bu üç kişi –devlet içinde devlet– misâli saltanat sürmüşler, türlü yolsuzluğa, açlığa, sefalete rağmen Birinci Cihan Savaşı sonuna kadar iktidarda kalmışlar ve Devlet-i Aliyye’yi batırıp soluğu yurt dışında alıp her biri bir tarafta, Cevher Ağa’nın ve diğer ma’sûmların intikamı gibi te’lef olmuşlardır!..”[80]

-“Doğu Perinçek : Nedense elini her attığını kurutan, ne Rusya’ya nede Çin’e yaranabilen sonunda PKK’nın legal partisi olma çalışmalarını da eline yüzüne bulaştıran, hemen hemen tüm sol gruplarca “CIA” ajanı olmakla suçlanan, kendini sol adına tarihi bir misyonla görevli hissedip kendisine karşı gelenleri rahatlıkla “polis, MİT” olmakla suçlayabilen islama iftira edenleri korumak gibi özel bir misyonu olan bu şahıs “dolar yasaklansın” diye kampanya yaptığı sıralarda ABD malı bir araba ile dolaşmakta idi. Kesin olan bir şey varsa o da onun her zaman istihbaratla ve islam düşmanları ile hep iyi olduğudur.Nedense bu din düşmanı adam kendisine verilen yeni görev gereği AB karşıtı tüm parti ,dernekleri bir arada siyasi,dini görüşlerine bakmadan birleşmeye çağırmaya başladı…takip ediyoruz!

Deniz Gezmiş: Gençliğin verdiği heyecanla ve sonunu düşünmeden yaptığı atılımla sol hareketi hedefine ulaştırmak yerine yaptığı illegal eylemlerle derin güçlerin ekmeğine yağ sürüp bir cephe kurmuş, ama birkaç gencin ölümüne neden olmaktan ileri gidememeiş, yakalanacağını anlayınca etrafına rastgele ateş etmiş, büyük elçilik koruması N. Selçuk ve V.Çınar’ı silah ile yaralamış, Gemerek’te bir polisi (S.Metin) silah ile yaralamış, ABD’li erleri evlerinden kaçırmış- tek iyi ve kansız eylemi….-, Yusuf Küpeli’nin birlikte eylem teklifini reddecek kadar oportünist ve BEN’ci, emek iş bankasını soyan bir soyguncu, “GÖSTERİCİ” (Yalçın Küçük’e ait bir ifade) yaptığı yoldaşlarınca da eleştirilen ( Mustafa Yalçıner: Pratikte halktan kopuk, maceracı bir çizgi , Yusuf Küpeli, Osman Saffet Arolat, Doğu Perinçek: Maceracı, Yalçın Küçük: Ütopyacı… ), hakimin ne iş yaparsın sorusuna: Devrimciyim (yani işi, sayesinde ekmek kazandığı mesleği devrimcilik olan ) yaptığı eylemlerle sol hareketi sekteye uğratan, bölen bu şahıs yolunda gittiği CHE gibi genç yaşta hayatını , bilmeden sekteye uğrattığı davası yolunda feda etmiş , idamından önce dini telkini reddedip , gözlerini bu dünyaya kapatmıştır.

CHE: Çocukluğunda yakalandığı “astım” hastalığının etkisiyle “hayatım her an son bulabilir, bari dolu dolu ve sesli olsun” şeklinde özetlenebilecek yaşam felsefesini ilke edinen doktor, gezgin, komünist ve ekonomist (!), devrimci , şair ve katil, elçi, ulusal banka yöneticisi, tarım reformcusu, yazar, çapkın, komutan, gerilla… ama asla (fidel kadar bile) realist olamayan, eşi Hilda’ya evlenme teklifine: “ sen sağlıklısın, ennen baban da sağlıklı yani seninle evlenmemde bir sakınca yok” diyerek yapan (kendisi ise astım hastasıydı), “Hilda’yı kızı ile terk edip, devrimi yaptıktan sonra bir başka kadınla evlenen hemde eski eşine haber bile vermeyen, cinselliğe freud’çu bir açıdan bakıp, “hiç kimse bir erkeğin ömrünün sonuna kadar aynı kadınla yaşamak zorunda olduğunu söyleyemez. İnsan kendi kendini böyle sınırlayan tek HAYVAN’dır.” Diyen, Sancti SPİRİTUS’ta alkollu içkiyi ve piyangoyu yasaklayan (….), kendi silahı ile kendini yanağından vuran, ünlü ekonomist ve filozof BETTELHEİM’in ekonomi ile ilgili realist önerilerini hep “merkezci tutuculuğu” ile reddeden, arkadaşı Polatiki’ya “paran yoksa banka soy” diyen (bu sözünü deniz ankarada icra eder !), hamile bıraktığı ALEİDA ile istemeden evlenen , gerilla’cılığı sırasındaki sevgilisi KGB ajanı çıkan bir şahsiyet.

T.D. :İlkokulu bile dışarıdan bitiren , aldığı klasik dini eğitim ile yüzyıllar önce yazılan eserlerden hareket ederek , günümüzde “ islam’ın can çekiştiğini “ iddia eden, pozitif bilim , modern fizik, fen, tıp’tan habersiz, dinsizliğin yılmaz savunuculuğu rolünü üstlenen , islama saldırırken kaynak gösterdiği kitaplardaki başka iddialarına cevap olduğunu gördüğü halde görmemezlikten gelen , modern bilimin varlığını her an ispat ettiği Tanrı inancını bir kova su ve bir süpürge ile halleden , kara cahil ,ham ateist , iftiracı , bildiğini gizleyip bilgi karaborsacılığı yapan bi

E.A. : Okuduğu toplam 5-10 dini eseri , İslam’la ilgili yazdığı tüm kitaplarda , alakalı – alakasız kaynak gösteren , oldukça cahilliği kitaplarından taşan , subjektif bir yazar.

İ.A. : Bir tıp profesörü ne kadar iyi bir astronot olabilirse , kendi hukuk profesörlüğü diploması ile , dini eser yazma hakkında da o kadar söz sahibi olabilecek olan , yazdığı eserde “ hadis “ alanındaki temel bilgilerden bile yoksun olduğu anlaşılan , kocaman (!) kitabında toplam 3-4 tartışmalı hadis dışındaki tüm bölümleri zaten daha önceleri açıklanıp cevaplanmış olan , hadis ilminin “ h” harfini bilmeden hadis temelli bir eser yazan biri.

Not : bazı yazarların adları reklamlarına değmeyeceği için baş harfleri ile verilmiştir “[81]

-”İkinci intifadanin baslamasindan bu yana 1.800 çocuk öldürüldü. 1982’de Sabra ve Satilla kamplarinda binlerce mültecinin -çogu yasli, kadin ve çocuktu- infazindan sorumlu Saron’un yeni, amaçli ve sistematik cinayetleri sürerken, katliama ugrayan Filistinli ve Araplarin geçmiste “bize karsi tutumlari”ndan söz edip “yoksa bizim ahimiz mi tuttu?” diyenler, hiç kuskusuz, Saron’la suç ortakligi içindedirler.”

-”MEVZU HADİSLER VE KADIN

Hadis, peygamber efendimizin sözlerine denir. Mevzu hadis, kendi şahsi, siyasi,… emellerine ulaşmak için peygamberimizin ağzından uydurulan, Hz. Resül’ün söylemediği halde kendisine mal edilen sözlerdir. Uydurma- mevzu hadisler genellikle kadınlar, siyasi görüşler, ırkçılığa dayanan konular… çerçevesinde dönmektedir.

Kadınla ilgili bazı uydurma-mevzu hadisler:

” Kadınlara okuma- yazma öğretmeyin: ” İbn-i Cevzi, İbn-i Hıbban, İbn-i Adıyy hadisi kabul etmez, uydurmadır derler.”[82]

” Kadınlarla istişare edin, onlara danışın ve onların söylediklerinin zıddını yapın”: Sehavi ve İbn-i Arrak hadisi merfu görmezler. Ebu Hatim, İbn-i Adıyy , İbn-i Cevzi, İbn-i Hıbban hadisin uydurma olduğu görüşündedirler.”[83] ” Kadınlara iteat pişmanlıktır.” : Sehavi, Ukayli hadisi uydurma kabul ederler. ( Tezkiratul Mevzuat : 128, Kitabul Mevzuat : 2, 272)

” Kadınlar olmasaydı Allah’a hakkıyla ibadet edilirdi”. Suyuti, Buhari, İbn-i Adıyy, Ebu Hatim, İbn-i Cevzi, Muhammed Nasuriddin, İbn-i Hıbban hadisi mevzu kabul ederler. ( Silsiletul Ehadisuzzaif : 74, Tenzihuşşeria : 1/62, El-leali : 2/59)

” Kadınlar olmasaydı, erkekler cennete girerdi.” : İbn-i Arrak, Es- sakafi hadisi kabul etmezler. ( Camiussağir: 2/113)

“Güzele bakmak sevaptır veya ibadettir, gözü kuvvetlendirir..” : Ebu Nuaym, Durekutni, İbn-i Cevzi, Sehavi, İbn-i Hacer, Iraki, Zehebi, İbn-i Kayyim, Muhammed İbn-i Arrak, Nasıruddin… hadisi uydurma kabul ederler. ( El- Maka- sıd: 129, Silsiletul Ehadissuzaif : 164, Kitabul Mevzuat: 1/63, Mevzuati Aliyyul Kari: 124, Keşful Hafa: 2/317, Tenzihuşşeria: 201…)

“Uğursuzluk kadın, at ve evdedir.” : Peygamber Efendimiz Hz. Mö ammed ‘in eşleri, Hz. Aişe bu sözü duyunca: Kur’an-ı indirene yemin ederim ki, bunu rivayet eden, Ebul Kasım’a (Hz. Muhammed’e) iftira etmiştir. Resulullah sadece, “Cahiliye insanları, uğursuzluk, kadın, ev ve hayvandır” dediklerini söylerler.

Hz. Resul bu sözü cahiliye dönemi (İslam öncesi dönem) insanlarının bir sözü olarak nakleder . İslam, cahiliye görüş ve adaletlerini tümden reddettiği gibi, uğursuzluk kavramını da kabul etmemekte, reddetmektedir.

” Kadınların akılları ferclerindedir :” : Sehavi, Aliyyul Kari, Acluni sözün uydurma olduğunu kabul ederler. ( El-Makasıd:292, El esrarul Merfua : 246, Keşful Hafa: 2/62))

” Döl getiren siyah bir kadın, döl getirmeyen beyaz bir kadınla hayırlıdır”. Iraki, hadis uydurmadır der. ( Mevzuatı Aliyyul Kari : 73). İslâm’da hayırlı olmanın ölçüsü takva (Sevgi ile karışık korku)’dur. Ayrıca Kur’an çocuk sahibi olmanın veya olmamanın Allah’tan gelen bir imtihan vesilesi olduğunu da bildirir . (Şura Suresi : 49-50)

Karı ve kocayı birbirinin dostu ilan eden (Tevbe Suresi : 71), eşlerin ikisinin de birbirine ısınıp aralarında muhabbet ve merhamet oluşturan (Rum Suresi : 21). Allah’ü Teala’nın yüce Resül’ü “Sizler (Kız-erkek) çocuklarınızı seviniz, kız çocukları kendi kendilerini sevdirirler” buyururlar, Hz. Ömer:” Cahiliye döneminde kadınları, hiç bir şey saymazdık. Taki İslam geldi, Allah’u Teala onlardan bahsedince, o zaman kadınların üzerimizde bir takım hakları olduğunu gördük” derken, iyi amel işleyen kadın veya erkeğin cennete gideceğini bildiren (Nisa Suresi:124) dinimizin ve onun yüce ilahının kulları arasında ayırım yapacağını kabul etmek imkansızdır. O, rahman ve rahimdir.”

-”Tarık bin Şihab’ın Hz. Peygamber’den rivayet ettiği ve çok sayıda kaynakta yer alan hadis, kadına Cuma namazının farz olmadığını açıkça ifade etmektedir.[84] Bu konuda..[85] gelen rivayetler de, Cuma namazının kadınlara farz olmadığını Peygamberimizden nakletmektedirler.Ayrıca Ümmi Atiyye, Hz. Peygamber’in gönderdiği Hz. Ömer’e ettikleri bîat sırasında kendilerinden istenilen yükümlülükleri saymış ve “Cuma namazı bize farz kılınmadı” demiştir.[86]
Buharî de, “Cumaya gelmeyen kadın, çocuk ve başkaları (hasta, yolcu) o gün yıkanmak gerekir mi?” başlığı altında konuyla ilgili rivayetlere yer vermiştir.”[87]

”Not : O dönemde ‘sahabi’ ( Peygamber Efendimizin arkadaşları) savaşlarda şehit oluyor, eşleri dul, çocukları yetim kalıyordu. Peygamberimiz sahabiye bu dul hanımlar ile evlenmelerini, onları evsiz, çocuklarını bakımsız bırakmamalarını tavsiye ediyor, kendisi de bu dul hanımlar ile 53 yaşından sonra evleniyorlar.

Hz. Sevde: 53 yaşında, dul.

Hz. Aişe: Peygamberimizin dul olmayan tek eşidir. Peygamberimiz genç yaşta olan (17-18 yaşlarında : Hz. Aişe’nin ablası Esma hicrette 27 yaşındaydı. Hz. Aişe ablasından 10 yaş küçük olduğuna göre onun da hicrette tam 17 yaşında olması gerekir. Ayrıca Hz. Aişe peygamberimizden önce Cübeyr’le nişanlanmış, daha sonra dini nedenlerle ayrılmışlardı. Demek ki evlenecek çağda bir kızdı, nişanlanmış, nişan bozulmuş sonra peygamberimizle evlenmiştir-) Hz. Aişe ile evlenir. Müslüman hanımların sormaya utandığı sorulara cevap vermesi için peygamberimiz Hz. Aişe ile evlenmiş ve onu öğretmen olarak yetiştirmiştir. Hz. Aişe peygamberimizden 2000 hadis rivayet etmiş, Müslüman kadın ve erkeklere öğretmenlik yapmış, hatta Müslüman orduların komutanlığını dahi üstlenmiştir.

Hz. Hafsa: Dul,

Huzeyfe kızı Zeynep: 60 yaşında dul,

Ümmü Seleme: 65 yaşında 4 çocuklu dul,

Cahş kızı Zeynep: Dul,

Ümmü Habibe: 55 yaşında dul,

Cüveyriye, Safiye: Esir (esir ve cariyelerle evlenmek âdet değil iken peygamberimiz onlar ile evlenerek onların da aile kurma haklarının olduğunu , onlarında insan olduğunu çevresindekilere ispat eder .)

Meymune: 2 çocuklu dul,

Mısırlı Mariye: Cariye

Hz. Resul 50 küsür yaşına kadar tek eşle evli kalıyor ,her türlü dünyevi teklifleri reddediyor ve 50 yaşından sonra genç ve zengin bir çok kız yerine koruma ve tebliğ amacını güden , karşılıklı rızaya dayanan evliliklerini objektif olarak inceleyen herkes evliliklerin hiç birinde dünyevi bir amaç olmadığını görebilirler yeterki tarafsız olarak olayları inceleyebilelim.”

-Camimizle Avrupadayız.Avrupa’nın bazı ülkelerinde yalnızca Diyanet İşleri Başkanlığına bağlı 769 camide ibadet yapıldığı, ortalama cemaat sayısının Cuma’da 234 bin 860, bayramlarda ise 376 bin 650 olduğu bildirildi. Ayrıca bu ülkelerde bazı dernek ve kuruluşların temelden inşa ettirdiği ya da kiliseden dönüştürdüğü camiler de ibadete açık bulunuyor. 442’si Almanya’da olmak üzere Diyanete bağlı 769 cami ibadete açık bulunuyor. Hollanda’da 96, Fransa’da 91, Danimarka’da 21, Belçika’da 54, İsveç’te 9 İsviçre’de 25, Avusturya’da da 31 Diyanet camiinde ibadet yapılıyor.”[88]

-Saftirikler adıyla zikredilen iddia ve belgelerde:

“”..::: sAfTirİKleR :::…

“Şubat 2003 : gazetelere verdiği ilanda ” itina ile kurban kesilir (!) ” mesajı verirken , bu kurban derileri ile yapılan faaliyetlere katılacaklardan ” başı açık ” fotoğraf isteyen thk

-Ocak 2003 :Çöpten ekmek toplayanların ülkesinde devletten ayda 4 saat karşılığı 30.000.000.000 alarak trt’deki dizide oynayan ,devrimci Tarık Akan

-Ocak 2003 : “Konserime başörtülüler gelmesin diyen ” hızlı Atatürk’çü şarkıcı Çelik ki sapık bir tarikata bağlı olduğu ortaya çıkar ve şeyhi de ateisttir.

-Ocak 2003 :Cuma namazının toplu olarak kılınması gerektiğini bilmeyip , mecliste kılınan cuma namazını “toplu namaz gösterisi ” olarak niteleyen cumhuriyet gazetesi

ülkeyi yıkanlarla hatıra fotoğrafı çektirip, yeni hükümetle çektirmeyen,başörtüsü sorunu için için kanayıp milletle devleti ayırırken ” başörtüsü sorunu yoktur ” diyebilen C.başkanı.

-Ülkeyi batırdıklarını sandıkta battıktan sonra hatırlayıp istifa eden B.Ecevit , T. Çiller, M .Yılmaz , D. Bahçeli.

-Ekim 2002 : “Beni seçmezseniz yeni 28 şubatlar olabilir…” anlamına gelen seçim propagandası yapan , 28.10.2002 tarihli seçim konuşmasında ise ” avrupanın yolu üsküdar ihl’den de geçer .” diyen M.Yılmaz ( 2000 yılının saftiriğine müracaat lütfen )

ekim 2002 : “…bu idealimdi , tc. öğrencisine bu özgürlüğü çok görmemeliydi.” diyerek okulda kız öğrencilere pantolonu serbest bırakıp , başörtüsünün yasaklılığını devamını savunabilen me bakanı necdet tekin

-Ekim 2002:sosyal demokrat başkanının bile kendisi kadar ileri modernist bir din yorumcusunun türkçe ezanla ilgili görüşlerini kabul etmeyip “…kendi yorumudur” demesi üzerine kızıp chp’den ayrılacağını söyleyen , ” bir kerelik likör içtim …kıyamet kopmaz ya canım.bilmek gerek ” ( 13.09.2002 :vatan) diyen ,siyasi olduktan sonra durmadan dini siyasete alet eden,sonunda başına saç ektiren,28 şubatın hocası ynö.

-Eylül 2002 :derviş’in gazı ile partisinden ayrılıp sonra da ortada kalan ismail cem.

ağustos 2002 :”abd ırak’a saldırdığında ben başbakan olmak istiyorum.” diyecek kadar vampirleşen tansu çiller.

-Temmuz 2002:”tavuktan kurban olur ” diyen Zekeriya Beyaz

2001 yılının mega saf’ı:” ıhl mezunlarını “irticacı “ilan edip , polis ve askeri okullara alınmasını engelleyen yasalar çıkarıp , üniversite imtihanlarında da puanlarını kesip fakültelere de girmelerine engel olup ,halkın kendi yaptırdığı ihl’lerinden zorunlu olarak çocuklarını alıkoyup göndermemeye başlamalarını ; “halkın bilinçlenmesine ” bağlayan b. ecevit.dil sürçmelerini yaşına bağlıyoruz…!

2000 yılının iki yüzlü saf’ı :memleketi rize’de yerel bir tv’de “ihl’lerini kapattırmayız.” derken , hacıbektaş ilçesinde ise ” sizlere ihl ‘lerinin kapatıldığının müjdesini getirdim .” diyen mesut yılmaz .

-Türkeş : “Türkiye için iki büyük tehlike : bölücülük ve kökten dincilik…” İzmir il teşkilatı , Urla urtur tesisleri ( 25.8.1995 )

-Mhp’ nin teoristleri ve islam :

Nihal Atsız :Türklerin bir “kurttan” türediğini kabul eden ama hz. adem ve havva ya inanmayıp “sümer masalı”diyen (ötüken dergisi sayı 14) şamanist ülkücülerin lideri .ayrıca aşağıdaki cümlelerin sahibide aynı adamdır:

-Kuran Muhammedin talimatıdır.kurandaki yeminler Muhammedin gönlünden ve beyninden doğmuştur( ötüken kasım 1970 sayfa 6)

-Şeriat düzenini ihya etmek…budur gericinin isteği (sayfa:7)

-İslamiyet Türkleri değil Türkler islamiyeti yüceltti (sayfa:3)

-Dokuz ışık (kutlu yayınları 1975 ..16.baskı ) :arka kapak :…türk milletinin varlığını yüceltmek …bu davanın üstünde başka hiçbir fikir,başka bir dava yer alamaz. aynı kitabın 1994 baskısında ise arka kapakta şöyle yazmaktadır:…kısacası hak yola hakikat yola,allah yoluna çağırıyorum…

-Türkeş :…tarih boyunca araplar türklerin başına bela oldu ama yahudiler türklerin arasında pek sorun çıkmadı…bu günkü şartlarda türkiyenin israil ile dost olması gerekir ( 12 nisan 1994 )

– “…Asenalarım türkeşin mhp ‘li kadınlar komisyonuna hitabı( 18-15-1995)

– Alparslan Türkeş : son zamanlarda anadoluyu hiç dolaştınızmı.çarşafın nasıl kapkara yangın halinde yurdu sardığını gördünüzmü?…türkçecilik,evvela ezanı arapça okumakla başladılar ihanet… (söyleşi:17 temmuz 1960: 12 91 4 sayılı cumhuriyet gazetesi)

-Hilafet meselesi…bu memlekette böylebir müessese kurulamaz.(6 kasım 1960,havadis gazetesi)

-Mefküre kuvveti ve şuurlu türkçülük (süleyman sürmen sayfa 182 ) : …bu esnada dişi kurt delikanlıdan gebe kaldı…bu ülkede bozkurt 9 oğlan doğurdu…oğuzlar kurttan geldiğini unutmamak için bir kurt başını bayrak yaptılar.

-Milliyetçilik ülkücülük aydınlar (necmettin hacıeminoğlu ankara 1975 ..sayfa : 87 ):…milliyetçiliğe düşman akımlar :

1 –sosyalizm, 2-hümanizm ,3-ümmetçilik

-Mhp ve Risale-i Nur:Aylık türkçü dergi ötüken (eylül 1966,sayı 33) :hem milliyetçi hem nurcu olmak mümkün değildir,çünkü nurculuğun başı meşhur ve malum bir kürt ırkçısıdır…sonra nurculuk islamlılıkta değildir,islamiyete karşıdırda.nurculuk kuranada karşıdır…türk evladı komünizme karşı olduğu derecede nurculuğada karşıdır…türkler nurculuğa karşı olmaya mecburdurlar (ahmet tuğcu)

Ötüken (kasım 1966,sayı35):…said-i kürdi…nurculuk zararlıdır…yarım asır kürt ırkçısı olarak yaşayan bir adam…bu eski kürt ırkçısını fikirlerinin kuran daki hükümler ile taban taban zıt olduğu ortaya konmuştur.türkiyeyi tehdit eden fikirler:komünistlik ve nurculuk.(a. okçuoğlu)

“İrşad” isimli koyu siyasi, ümmetçi, nurcu bir haftalık dergi…(yavuz yücel)

Bizim ocak dergisi (mayıs 1990:bediüzzaman saidi nursi bir türk milliyetçisidir.

“hak kuvvetlinindir…ümitsizliğe düşmek türklüğe yakışmaz ” (ülkü ocakları derneği genel merkez bülteni,19 ağustos 1975)

”Mhp nin genel merkezindeki 10 kişiden en az 5 ‘i mit ajanıdır(ülkücülerin avukatı can özbay )

İlköğretim 5. sınıfı bitiremeyen kur’an kursuna gidemez mhp desteği ile ama mesela “bale ” kursuna gidebilirler…

İhl mezunları artık polis akademisine giremiyor , mhp desteği ve oyları ile…”

“Mhp apo’nun idamını engelleyen yasaya kabul oyu verdi ! “

-“Irak’la sınırlı kalmayacak

American Enterprise Enstitüsü’nde konuşan Bush, “Irak savaşıyla tarih yazacağım” dedi. Harekatın Irak ile sınırlı kalmayacağını açıkça söyleyen Bush, “Ortadoğu’ya özgürlük ve barış tohumlarını ekmek için hiçbir görevden kaçınmayacağız” diye konuştu.”[89]

-“Kurukafa ve Kemik Tarikatı’nın gizli tarihi…

Bush ailesinin 3 kuşaktır aktif bir şekilde üyesi olduğu ve merkezini oluşturduğu Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı (Skulls and Bones Society), merkezi Connecticut Yale Üniversitesi’nde olan çok gizli bir cemiyet. Yeni Dünya Düzeni’nin en önemli fikir merkezlerinden biri olan SBS’nin, diğer masonik örgütlere nazaran ABD’nin en etkin örgütü olduğu da biliniyor. Kuru Kafa ve Kemik Tarikatı’nın Körfez Savaşı’nı ve 11 Eylül olayını nasıl etkilediğini anlayabilmek ve yüzyıllardır bir dantela ağı gibi ördükleri ‘Yeni Dünya Düzeni’ planının perde arkası… “[90]

“Bush ve Evangelizmin Mesih Planı

Acaba ABD neden yeryüzünde istikrar ve adalet dağıtma adına bir çok bölgeye ve ülkeye müdahalede bulunurken İsrail’in Birleşmiş Milletler kararlarını bile dikkate almamasına göz yummaktadır?”[91]

-“Tanınmış masonlardan Hakkı Şinasi Paşa:”Biz Masonluğu, memlekete meşrutiyeti getirebilmek ve istibdâdı yıkabilmek yolunda bir müdafaa müessesesi telâkki edebilmenin duygusu içinde idik. Masonluğun asıl kaynakları üzerinde pek aydınlık fikirlere sahip olmadığımızı şimdi samimiyetle itiraf edebilirim” diyor ki, bu itiraf gafletin, dalâletin kemal noktasıdır!..”[92]

-”11 Eylülün canileri oldukları ileri sürülen Burkari kardeslerin biri bir yıl önce ölmüş diğerinin ise FBI ajani oldugu ortaya çıkar. AB yetkilisi Tom Spencer:” AB konusunda ankara otuz yıldır oyalıyoruz,” .Kuzey ıraktaki insani yardım kuruluşlarına çalışanların casus olduğu ortaya çıkar. ABD’ nin Sudan’da “Silah üretiyor” diye vurdugu ilaç fabrikası kuzey afrikanın ilaç ihtiyacının % 50 ‘sini karşıladığı ve bunun ABD ‘li ilaç firmalarının hiç işine gelmediği ortaya çıkar. ABD’ nin jet uçakları kuzey ırakta iki türk helikopterini düşürür (1994), marmarada ise saratoga gemimizi ABD savas gemileri vurur, tabii ki yanlışlıkla( ! ) AIHM başörtüsü ve refah partisi hakkında olumsuz karar verirken sih’lerin türbanı ve budistlerin sari elbiseleri için olumlu kararlar verir. Rusya ile savaşırken afganlılar mücahit, ABD ile savasırken terörist ilan edilirler.Arafat 1970 ‘li yillarda terörist idi , simdi Filistin Devlet Baskani kabul edilir.Saron ; satilla katliamcisi idi , simdi basbakan.Saddam Halepçe’de katliam yaparken Irak devlet başkanıdır kuveyt petrolune göz dikince diktatör ilan edilir. krallık demokrasının zıttı iken afganistanın kurtuluşu bir krala bağlanır. ABD’ nin somali operasyonun altında “Petrol aşkı”çıkar.”[93]

İŞTE RUSYA

”YIKILAN İBÂDET YERLERİ

Türkistânda 14 bin câmi ve mescid, Kafkasya ve Kırımda 8 bin, Tataristânda ve Baş Kürdistânda 4 bin câmi, mescid yıkılmış ve tahrîb edilmiştir. Yalnız Buhârâ vilâyetinde 360 câmi, mescid yıktırılmıştır. Bir medrese bırakılmıştır ki, o da, din aleyhdarlığı müzesi olarak kullanılmaktadır. Semerkand vilâyetinde de, aynı şekilde bırakılan Uluğ Bey medresesi, din aleyhdarlığı müzesi olarak kullanılmaktadır. Semerkanddaki iki kilise de, basketbol, voleybol salonu olarak kullanılmaktadır.

KATLEDİLEN DİN ADAMLARI

Müslüman din âlimleri olarak katledilenlerin miktârı 270 binin üzerindedir. Bir kısmı da, Sibiryada sıfırın altında 65 derece soğuğun hükm sürdüğü kamplara sürgün edilmişlerdir. Dindâr olanlardan ise, yalnız Türkistânda üç milyonun üstünde bir kütle, dînî inançlarından dolayı, şehit edilmişlerdir.

Ruslar, 1979 senesinin son ayında, Efganistâna girince, hemen köylere saldırdılar. Yiyecekleri, giyecekleri, ev ve zînet eşyalarını yağma ettiler. Kadın, çocuk ayırmaksızın, rastladıkları müslümanları öldürdüler. Tanklarla Kunday şehrine girince, büyük câmii top ateşine tutarak, yüzlerce müslümanı, namaz kılarken şehit ettiler.

DÎNÎ KİTÂPLAR ve ÂBİDELERİN İMHÂSI

Türk milletinin islâmı kabûlünden sonra, dînî âbidelerle süsleyip, islâm mi’mârisi ile şarkın birer pırlantısı hâline getirdiği Buhârâ, Semerkand, Kakant, Kazan, Hayve, Ufa, Bakü, Taşkent, Bahçeserây, Derbend, Timirhan, Kaşgâr, Almasta, Tirmi v. s. şehirlerinde mevcut milyonlarca Kur’an-ı kerim ve Hadis kitapları başta olmak üzere, bütün dînî eserleri toplayıp, komünistler, bunları vicdansızca ve hayâsızca yakmışlar, sokaklarda yırtarak, ayaklar altında çiğnemişlerdir. Diğer taraftan halkın elinde bulunan dînî, millî ve tarihi kitapların hükûmete teslim edilmesini emretmişler ve müsâdere ettikleri bu kıymetli eserleri de aynı şekilde imhâ etmişlerdir. Bu arada, bazı müslümanlar, ölümü göze alarak, ellerinde bulunan kitapları bu kâtil sürüsüne, sapıklara teslim etmeyip, sandıklara doldurarak yere gömmüşlerdir. Bu hareketler esnâsında, kitapları teslim etmek istemiyen binlerce dindâr, şehit edilmiştir.”[94]

-”Dünya komünist teşkilâtı, hür memleketlere komünizmi sokabilmek ve yerleştirebilmek için, önceden satın almış oldukları yoldaşlarına 18 direktif vermektedirler. Bunlardan on madde aynen şöyledir:

1 – Memleketinizde komünist veya sosyalist partilerin kurulmasını teşvîk ediniz. Bunlar mevcut ise, kendileri ile işbirliği yapınız.

2 – Halkınızı mümkün olduğu kadar çok sınıf ve zümrelere bölünüz.

3 – İşçi ve işverenler arasında dâimî anlaşmazlık çıkarınız.

4 – Komünist rejimi kuruncaya kadar mücâdele ediniz ve uğraşınız. Komünist rejim kökleşinceye kadar yurdunuzda böyle bir tehlikenin olmadığına herkesi inandırınız. Sizin niyet ve maksadınızı fark edip yüzünüze vurmak istiyenleri vehimli ve jurnalci olmakla suçlandırınız.

5 – Mezhep ve tarîkat kavgalarını körükleyiniz. Gizli, açık din düşmanlığı yapınız.

6 – Halkın çok sevdiği kahramanları, kendinize bayrak yapıp, onları tarafınızdanmış gibi gösteriniz.

7 – Roman, şiir, yazı ve karikatür ile de, sistemli olarak, işçi ve köylünün sefâlet içinde olduklarını, mübâlagalı olarak yayınız.

8 – Hür memleketlere karşı muhâlif tavır alıp, Batı düşmanlığını yayınız.

9 – Sendikaları, gençlik derneklerini ve sanat kuruluşlarını elde ediniz.

10 – Sürekli huzursuzluk kaynakları arayıp bularak, bunları devam ettirmeye çalışacaksınız. ” ” Gizli komünist partisi tüzüğünün dördüncü maddesi aynen şöyledir:

(Komünist Partisi, Emperyalizmin yerli uşaklarının, toprak, fabrika, binâ sahiplerinin, esnaf ve tüccar burjuvalarının, bütün dindârların, onların ruhban ve ülemâsının, çalışan ve emekliye ayrılmış bütün subay, polis ve memurun, hülâsa ihtilâl safları dışında kalanların barışmaz düşmanıdır. )

Leninin ihtilâl parolası da şudur:

(Aktif elemanları, en kısa zamanda mümkün olduğu kadar çok öldürün ki, bize az iş kalsın).

Görülüyor ki, boğazlanması gerekenler dışında, yüzde yüz selâmette kalanlar, sâdece kendileridir, kızıl yöneticilerdir.

Lenine göre, (Kızıl iktidârın yaşaması için, kızıl ihtilâlin devamı şarttır). Sonu gelmez işçi katliâmlarının, rejim temizliklerinin sebebi budur. Kızıl Çinde, komünist diktatör Maonun emri ile, beher temizlemede üçyüzbin emekçi kurşunlandı. Bu cinâyetler, din düşmanı, Allaha, kıyâmet gününe inanmıyan bir zümre tarafından yapıldı. “[95]

-”250 bin asker, 2000 savaş uçağı, 8000 civarında tank zırhlı ve benzeri savaş aracı ile binlerce füze ile saldırıya geçen Amerikalı ve İngilizler kendi ülkelerinden yeni destek istiyorlar.

… Yapılan hesaplara göre Irak 2071 yılına kadar savaş tazminatı ödemek zorunda bırakılacak.

Güneyde zorlanan Amarikalılar şimdi de kuzeye yüklenmeye hazırlanıyor.. Kürt liderlerden Mesut Barzani’yi Başbakan, Celal Talabni’yi de Dışişleri Bakanı yapma ve Kürtler’i de Kuzey Irak’ta tam egemen kılma sözü veren Amerikalılar Türk ordusunun bölgeye girişine izin vermiyorlar!!”[96]

İÇİNDEKİLER

1)AYKIRI GÖRÜŞLER…………………………………………………..1-4

2)YAHUDİLİK………………………………………………………………..5-8

3)HRİSTİYANLIK………………………………………………………….9-15

4)İSLAM ALEMİ VE TÜRKİYE…………………………………….16-18

5)28-ŞUBAT-1997 KARA İHTİLAL VE İHTİLALLER…..19-25

6)PKK VE SOL GRUPLAR…………………………………………….26

7)ERMENİLER………………………………………………………………27

8)İDDİALAR-BELGELER VE CEVABLAR…………………..28-39

9)İŞTE RUSYA……………………………………………………………….40-41

10)İÇİNDEKİLER…………………………………………………………..42.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.zaman gazt.14-12-2002,Mısır.Al-Ahram.10-12-2002.

[2] Maide.44.

[3] Maide.45.

[4] Maide.47.

[5] Zaman gaz.Taha Akyol.26-1-2003-01-26.

[6] Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[7] Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[8] Bilginin İslamileştirilmesi 12. söz, 3. esas, Hikmet-i felse Kur’aniye)” Said Halim Paşa.Buhranlarımız.

[9] Age.

[10] Age.

[11] Tevrat. Yeremya Bölümü. 12/3.

[12] Tevrat,Hezekiel Bölümü, 39/18-19.

[13] i. Meydan Larousse, cilt:12, sf:55.

[14] 2. Lexikon Deş Mittelaters. Band 11. sf:784-785.

[15] 3.Espana Y. Los judios, Federico Ysart sf: 32. 4. Der Grosse Bildatlas Zur Weltgeschite, sf:557.

[16] 5.Devil, Drags and Doctors, sf: 202-203.

[17] 6.La Mort Noir Chronic Dela Peste Johannes Jnohl, sf: 218”

[18] Milli Gaz.20-6-2003.

[19] Tekvin 24. Bab.

[20] Beşinci baskısı, 1932, sayfa 100.

[21] Hakikat-ul Yehud, sahife-17.

[22] Hakikat-ul Yehud, sahife-18.

[23] Hakikat-ul Yehud, sahife-19.

[24] Hakikat-ul Yehud, sahife-19.

[25] Beyzavi-İbni Abbas-Tevbe-34.

[26] Vakit Gazetesi.28-1-2003.)ayriyeten bak.Yeni Şafak.Taha Kıvanç.13-3-2003.

[27] Misyonerler ve Tarihçeleri.Yazar : Prof. Dr. Mustafa Halidi- Dr. Ömer Ferruh.

[28] Yeni Şafak.17-5-2003.

[29] Ö.Korkmaz. Milli gaz.20-6-2003.

[30] Milli gaz.14-6-2003.Agy.

[31] Tercüman.N.K.Zeybek.18-5-2003.

[32] Yeni Asya.20-5-2003.S.Kösmene.

[33] La Republica, 23 Kasım 1998, ss. 1-3.

[34] Milli gaz.8-6-2003.

[35] 20-4-2003.Akşam.Hürriyet.Milli Gazete.

[36] Yeni Asya.14-6-2003. Tercüman.14-6-2003.

[37] Türkiye gaz. 16-3-2003.

[38] Milli gaz.17-3-2003.

[39] Yeni Asya.20-4-2003.

[40] Bak.Hedef Türkiye.O.Sinanoğlu.171.

[41] Sonsaniye.9-5-2003.internet gazt.

[42] 09.05.2003 .Yeni Asya.

[43] londra 15.06.2003.Yeni Asya

[44] 17.05.2003 “M.L.Salihoğlu.Yeni Asya.

[45] 01.06.2003 Zaman. Etyen Mahçupyan.

[46] Vakit.gaz.26-3-2003.bak.yeni şafak-dan,Koray Düzgören.27.3-2003,Tercüman-dan,Nazlı Ilıcak.26-3-2003.Yeni Asya.26-3-2003. / BRÜKSEL.

[47] Bak. A.Taşgetiren.31-8-2002.

[48] Zaman.12-3-2003.

[49] Yeni Asya.8-6-2003.

[50] Nazlı Ilıcak.Tercüman.20-4-2003.

[51] Vakit.8-6-2003.

[52] Abdullah Muradoğlu “yeni Şafak.28-2-2003.

[53] Vakit gaz.28-2-2003.

[54] Zaman.22-6-2003. sonsaniye.net.22-6-2003.

[55] Vakit.14-6-2003.

[56] İstanbul haber merkezi ve TBMM Bürosu “Yeni Şafak.26-4-2003.

[57] ”Milli gaz.M.Ş.Eygi.14-6-2003.

[58] Vakit.20-6-2003.

[59] Aksiyon.17-5-2003.Öldürülen veya öldürtülen Sabahattin Ali.

[60] Yeni Mesaj.17-11-2001.

[61] Bak. www.atin.org.24-6-2001.

[62] Atin.org-dan.26-4-2001.

[63] Zaman gazt.7-4-1996.

[64] Bak.Zaman gazt.23-1-2000.

[65] Yeni Masonik Düzen..H.Yahya.891.Yeni Şafak.6-ekim-1995.

[66] Vakit gazetesi.31-1-2003.

[67] Yeni Şafak.Koray Düzgören.20-2-2003, Hürriyet.21-2-2003.

[68] Bak.Yeni Mesaj gazt.Aytunç Altındal.19-2-2000.

[69] Ersin BAL / Ankara”akşam.23-2-2003.

[70] Milliyet.23-2-2003.

[71] Mustafa Özcan.Yeni Asya. 18.03.2003.

[72] Milli gaz. 20-6-2003. Vakit.20-6-2003.

[73] Faruk Mercan.Sonsaniye.26-4-2003.

[74] İ.Balta / İstanbul .14.06.2003.Zaman

[75] Vakit.9-5-2003.

[76] Yeni Şafak.9-5-2003.

[77] Türkiye gazt.13-5-2003.

[78] Ahmet Varol.vakit.23-5-2003.

[79] Ali Eren.Vakit.23-5-2003.

[80] M.Müftüoğlu.Milli gaz.14-6-2003.

[81] Mızraklı ilmihal.

[82] Kitabul Mevzuat 2/268.

[83] El- Makasıdul Hasene: 248 , Tezkiretul mevzuat :128, Tenzihuş Şeria : 2-204, Silsiletul Ehadis: 432 ) .Ayrıca, Hz. Resul Ümmü Seleme ile istişarede de bulunmuştur (Makasıdul Ha-sene: 585, Silsile: 436, Keşful Hafa : 2-3.

[84] Bakınız: Ebu Dâvud, Salat 208; Beyhakî, Sünen III/183; Hakim, Müstedrek I/425; Dârekutnî, Sünen, Cuma 1; Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat VI/317.

[85] Ebu Hazm ve Muhammed bin Ka’b el-Kurazî’den (İbn Ebi Şeybe, el-Musannef, II/109); Cabir’den (Dârekutnî, Sünen, Cuma 1 (nu: 1561); Ebu Derdâ’dan (Heysemî, Mecmau’z-Zevâid, II/170); Ebu Hüreyre’den (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, VIII/346.

[86] Beyhakî, Sünen III/184.

[87] Buharî, Cuma 12).” Abdülaziz Hatip.Tercüman. 15-6-2003.

[88] Yeni Asya.16-6-2003.

[89] Milli Gaz.28-2-2003 .

[90] 19.06.2003-Sonsaniye.

[91] Sonsaniye.net.22-6-2003.

[92] Milli gaz.M.Müftüoğlu.28-2-2003.

[93] Hürriyet:5.1.93.

[94] Koministlik ve Koministlerde din düşmanlığı…kitabından.

[95] Age.

[96] Yeni Şafak.H.Mahalli.30-3-2003.




BAĞDAD YANIYOR

BAĞDAD YANIYOR

B in iki yüz elli sekiz yılı bahtı karalım

A teşlerde pişen yaralı Bağdatım

Ğ adre uğramış yaş-lı Bağdatım.

D enizler medet uman yaşlı Bağdatım.

A naları ağlatan yaslı Bağdatım

T alihi karalı, karalı Bağdatım.

B ülbüllerin öttüğü yurT

A nnelere oldu anA

Ğ ariblere enis ve dosD

D izeleri beliĞ

A şıklara mâşukA

T arihe talih oluB…

Mehmet ÖZÇELİK

BAĞDAT YANIYOR

Bağdat yanıyor pâre pâre

Açtın gönlümde yâre

Söyleyin derdimi yâre

Bulsun derdime çâre

Derdin derdime dert

Kalsam da bir fert

Düşmandaki bu cür’et

Sana zulmeden nâ-mert.

Bağdat yanıyor,dünya bakıyor.

Kimi şaşkın,kimi kanıyor.

İnsanlığın kalbi kanıyor.

Yapanı âdil sanıyor!

Baba Bush,oğul Buş

Bağdatı yıkıyor.

Bir yanda kanlar,

Bir de yaşlar akıyor.

Mazlumun yükselen âhı

Bağdat gitti,kaldı vâhı

İnsanlığın salâhı

Bağdatla olur felâhı.

Hülâgu’yu geçti Buşş.

Karga,Yarasa ikisi de kuş.

Biri baba,öbürü oğul Buşş,

Bağdatı kaplamış yabani kuş.

Bağdat idi ilim merkezi

Şimdi ise filim merkezi

Dilimledi çakallar O’nu

Sözümün beddua olsun sonu…

Mehmet ÖZÇELİK

Dâr-us Selâm diye adlandırılan Bağdat,selamet ve güven yurdudur.

Sanat ve ilim merkezidir.

Nebiler ve veliler yurdudur.

Kâbe (Mekke) dünyanın ruhu,Medine Kalbi ise,Bağdat aklıdır.

Selçuklu,Osmanlı ve kanuni dönemlerinde önemli bir merkez olmuş,başkentlik yapmış,oraya bir çok seferler yapılmıştır.Selçukluların hakimiyetinde 203 yıl kalmıştır.

En acı dönemini 1258’de Moğollar döneminde,tüm kütüphanelerin nehre dökülerek aylarca mürekkeb akmasına sebeb olmuş,âdeta ilim ve kültür ortadan kaldırılmıştır.

Bir diğeri ise 1991’de baba Bush ve 2003 ‘de de oğul Bush-un gadr ve zulmüne uğramıştır.

Bağdat,ortadoğunun ortasıdır.

İngiliz salyasının aktığı yerdir.

Hiçbir yer hakkında bu kadar sitayişle bahsedilen yer olmamıştır.Sayılı birkaç yerden biridir.İşte onun hakkında söylenenler:

“İlk Halifelerin kurduğu uçsuz bucaksız Kütüphaneler, özellikle de Bağdat Kütüphanesi sayesinde bütün büyük kültürlerin, Bizans, Pers hatta Hind kültürünün zenginlikleri özümlenmişti. İslam dinin yayılmasını ve zaferini sağlayan işte bu sebeblerdi.”

Bağdat;” (1055-1200) tarihleri arasında Selçukluların hakimiyetine girdi, Bir süre Selçuklu hakimiyetinde kalan Irak, İslam aleminin Moğol istilasına maruz kalmasından sonra, Bağdat 1258 yılında iki asır İranlı Buveyhilerin hakimiyetine girdi. Daha sonraki dönemlerde Irak’ın bir bölümü Akkoyunlu, Karakoyunlu, İlhanlı; Musul’da Zengi, Atabaklar; Erbil’de ve Kerkük’te Atabak gibi Türk Devlet ve beylikleri hakimiyetine girdi. 1508’de Safavilerin hakimiyetine giren Bağdat, 1534 yılında Osmanlı hakimiyetine girdi. Osmanlı hakimiyeti 1918 yılına kadar devam etti.”

Bu dönemden itibaren ise;Başta İngilizler olmak üzere bir çok ayaklanmalara sahne olmuştur.Irak renkli bir topluma sahibtir.

-“ Kanuni Sultan Süleyman’ın 1534’te Bağdat’ı fethine kadar geçen sürede nasıl yaşadığı bilinmemektedir. Kanuni Bağdat’ı fethedince, “Geldi burc-ı evliyaya padişah-ı namdar” tarih mısraını da ihtiva eden meşhur kasidesiyle beraber padişaha beş kaside takdim etmiş,”-Fuzuli-i Bağdadi

-“ ABD’nin Irak’a muhtemel müdahalesi durumunda, Irak`ta bulunan 510 Selçuklu ve Osmanlı eserinin de “risk altındaki binalar” arasında yer alacağı belirtiliyor. Abbasi İmparatorluğu`nun merkezi olan Irak`ın başkenti Bağdat, doğu kültürünün en önemli tarih ve kültür kentleri arasında ilk sıralarda yer alıyor. Bugünkü Bağdat kentinin dışında olan eski Bağdat, Halife Harun Reşit döneminde, Binbir Gece Masalları’nda anlatıldığı gibi refahın dorukta olduğu zengin bir kent olarak biliniyor.”

-“34 türbe ve külliye de hedefte.Uluçam, Selçuklu döneminden kalan Mustantiriye ve Mercan medreseleri, Mimar Sinan tarafından yapılan Geylani Türbesi ve Külliyesi ile İmam-ı Azam Türbe ve Külliyesi`nden başka çok sayıda İslam büyüklerine ait 34 adet türbe ve külliyenin Bağdat`ta bulunduğunu da ifade ederek, yine Osmanlı dönemi eserlerinden Muradiye ve Asafiye camilerinin önemli tarihi mimari zenginlikler arasında yer aldığını belirtti.”

-. İslam’da felsefi etkinliğin, ilk defa Abbasiler tarafından Bağdat’ta, tercüme ile başladığını da, ayrıca belirtmeye gerek var mı, bilmiyorum. Şöyle söyleyeyim: XIV. ve XV. yüzyıllarda, Venedik ve Floransa, Hıristiyan Avrupa Rönesansı bağlamında ne anlam ifade
ediyorsa, Bağdat, IX. ve X. yüzyıllarda İslam Rönesansı bağlamında, işte tastamam onu ifade ediyor. ‘Koalisyon’un ‘medeni’ barbarları, sıradan bir şehri değil, İslam medeniyetinin sembolik dölyatağını vuruyorlar…”13-4-2003.F.Yavzu.

-“. Bağdatlı Ruhi’nin, Fuzûlî’nin, İmam-ı Âzâm’ın, Abdülkadir Geylanî’nin, İmam-ı Gazalî’nin, Cüneyd-i Bağdadî’nin ve daha nice gönül ve ilim sultanlarının seyrangâhı Bağdat,”

-“Bağdat Seferi

Sultan Dördüncü Murad, İran’ın doğuda yeni işgallere başlaması ve bin bir güçlükle geri alınan Revan’ın kaybedilmesi üzerine, yeniden Bağdat Seferine çıkmaya karar verdi. Osmanlı ordusu İstanbul’dan hareketinin yüz doksan yedinci günü olan 16 Kasım 1638’de Bağdat önlerine geldi. Bağdat kalesi otuz yedi gün boyunca kuşatıldı ve kahramanca çarpışmalar yapıldı. Sultan Dördüncü Murad, genel saldırıya geçilmesine karar verdi. Sabah erkenden başlayan hücum sonunda kale teslim oldu.
Yapılan Kasr-ı Şirin Antlaşmasıyla Azerbaycan ve Revan Safevilerde, Bağdat Osmanlılarda kaldı. İki ülke arasındaki Zağros dağları sınır kabul edildi. Bugünkü Türk-İran sınırı büyük ölçüde bu antlaşmayla çizilen sınır esasına dayanır. Bu antlaşmayla On dört sene on bir ay önce bir ihanet sebebiyle Safevilere geçen Bağdad, artık kesin olarak Osmanlı İdaresine geçti. Sultan Dördüncü Murad bu zaferden sonra Bağdat fatihi diye anıldı.”

Ve o zaman Bağdat yağmalanmaz.

-Bağdat kendisi üzerine en çok yazıların yazıldığı bir ülkedir.

-Bağdatın eski adı,dar-us-selamdır.

– Âşıka Bağdat sorulmaz

-Ana gibi yar,Bağdat gibi diyar olmaz.

-Sora sora Bağdat bulunur.

-Yanlış hesap Bağdat’tan döner(“. Bütün bilginlerin ve bilgilerin Bağdat’ta toplandığını, orada her probleme bir çözüm bulunabileceğini, böylece Doğu’nun bilim merkezinin burası olduğunu nasıl da veciz bir şekilde anlatmaktadır.”)

-“ Geylanî, Sühreverdî, Cüneyd, Ebu Hanife, Maruf Kerhi, Seri es–Sakatî, İbn Semmâk, Haris Muhasibî, Ebu Said Harraz, Hallac Mansur ve daha onlarcası. Hepsi Bağdat’ta yaşamış, Bağdat’ta İlahi aşk çerağını yandırmışlar, orada tasavvufu bir hayat tarzı haline getirmişlerdir. Bu yüzden Bağdat’a bir aşk şehri demek gerekir.”

-“ Tarihin dip notları:

Ismarladığın öküzü getirdim.

Son Abbası halifesi Mu’tasım Billah (1242–1258) zamanında Tuslu Nâsır(üddin) adlı bir bilgin bir kitap yazarak halifeye takdim etti. Halife, nehir kenarında oturuyordu. Kitabı aldı, içinden bir yaprak koparıp attı. Sonra da Nasır’a,

– Bu sayfa kirlenmiş, yıkanması lazım, sonra sen bunu bana getireceğine, Tus’tan bir öküz getirseydin daha iyi ederdin, dedi. Bu sözlerden sonra halife kitabın tümünü suya attı. Nasırüddin, yıllarca emek verip yazdığı kitabının bir anda yok olmasına üzüldüyse de korkusundan bir şey söyleyemedi. Boynunu büküp huzurdan ayrılırken halife kendisine,

– Molla nereye gidiyorsun? diye sordu.

Tuslu Nasır da şöyle cevap verdi:

– İstediğiniz öküzü getirmeye!

Nasırüddin Tusî, Bağdat’tan ayrılıp Hülagu Han’ın yanına gitti. Hülagu bu değerli bilgine büyük bir iltifat gösterdi. Nitekim 1258’de Hülagu Han Bağdat’ı alınca Abbasi halifesi de yakalanıp Hülagu’nun huzuruna getirilmişti. Hülagu ve Tuslu Nasır yan yana, altın ve gümüş tahtlar üzerinde oturuyorlardı. Nasır halifeyi görür görmez şöyle dedi:

– Ismarladığın öküzü getirdim, beğendin mi?

(Kotan, Necati, Tarih Fıkraları, s.65) “İ.Pala.zaman.9-1-2003.

-“ Bağdat ve Musul petrolleri, sahip olduğu siyasî ve ekonomik öneminden dolayı bugün dahi dünya devletlerinin dikkatini üzerine çeken bir konuma sahiptir. Osmanlı döneminde Irak petrolleri bizzat kendi adına tapulanmak suretiyle Sultan II. Abdülhamid’in şahsî emlâkı arasına katılmıştır. II. Abdülhamid’in ölümünden sonra varisi olan hanedan mensupları, veraset kanunu gereğince şahsî emlâkın kendilerine ait olduğunu ileri sürmüşler ve Sultan’ın Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında kalan diğer emlâkında olduğu gibi, bu zengin petrol yatakları üzerinde de hak iddia ederek dava açmaya yönelmişlerdir. İngiliz Hükûmeti’ne karşı açılan davalar İngiltere’yi, onun mandası durumunda olan Irak’ı ve dava sonucunu etkileyebilecek kararı verecek olan Türkiye Cumhuriyeti’ni uzun müddet meşgul etmiştir.”

-Türklerin Bağdat’a 400 yıl hakim olmuşlardır.

-“ Farsça ‘Tanrı vergisi’ anlamına gelen Bağdat…”

”Misyonerler, yüzde 98’i Müslüman olan Irak halkına ‘gerçek din’ dedikleri Hıristiyanlığı götürmek üzere alesta bekliyor.. Yeni Dünya Düzeni, bizim bölgemize, kendi dini ile geliyor…”Yeni Şafak.8-4-2003.

800 papazı ıraka gönderiyor.

-”Aytunç Altındal, bugünkü planların 1929 yılına kadar uzandığını söyledi.

1933 yılında da ilk akademik çalışmanın yapıldığına işaret eden Altındal, 1963 yılında da İsrail Cumhurbaşkanı İshak Ben Zwi’nin İsrail planını resmi ağızdan açıkladığını hatırlattı.

İshak Ben Zwi’nin 1963’te “Kurdistan Yahudilerinin (Barzani grubu) 2 bin 500 yıldır toprak hakkı vardır. Bunlar kayıp İsrail kabilesi olarak bilinen insanlardır. Bu insanların bağımsızlığı yüzyıllardır beklenen bir olaydır” dediğini kaydetti.

-“Başta Urfa ve Diyarbakır olmak üzere bizim güney illerimizi de içine alan bir sahiplenme, önümüzdeki yıllarda aynı hahamlar tarafından açıkça dillendirilecek”

-Hahamların fetvalarına kaynak teşkil eden bazı Tevrat ayetleri;

“O günde Rabb, Abramla ahdedip dedi: Mısır Irmağı’ndan büyük ırmağa, Fırat ırmağına kadar, bu diyarı …. Senin zürriyetine verdim” (Tevrat – Tekvin 15/ 18-21)

“.. Üzerinde yatmakta olduğun diyarı sana ve senin zürriyetine vereceğim; Ve senin zürriyetin yerin tozu gibi olacak. Ve garb’a ve Şark’a ve Şimal’e ve cenub’a yayılacaksın.. “ (Tekvin 28/ 13-14)”Milli Gazete.18-4-2003.

-Zenginlik yeri olan Bağdad için:”Mal,mal,gayrısı muhal.”

-“Bağdad,Meliklerin oturma yeridir ve avcı kârilerin (insanları avlamak için Kur’an okuyanların) devesini çöktürdüğü yerdir.”(Bak.Asrı saadetin köprüsü.A.bin Mübarek.M.A.Teymür.13-14.

10-5-2003

Mehmet ÖZÇELİK




GÖÇLER VE GÖÇMENLER

GÖÇLER VE GÖÇMENLER

Hayat göçle başlar.Ruhlar aleminden anne karnına oradan da dünyaya olan umumi göç.Göçmen kuşlarının göçü gibi.Önde rehber,arkadan göçler.

İlk dedemiz Hz.Âdemin cennetten ilk göçünden sonra,bizlere de yollar görülmüş oldu.

Neyleyelim..yeni bir hava,yeni bir memleket,yardan,yârandan ayrı düşülen bir göç..mevsim değişikliği..hayatın mukadder çerçevedeki gidişi ve devamı için şart olan bir seyir..

Gelinen yerle gidilen yerin havasının aynı olması elbette düşünülemez,coğrafi,insani,psikolojik ve ekonomik gibi bir çok şartlar önümüze çıkması kaçınılmaz olacaktır.

Tıpkı benim şu andaki yaptığım durum gibi..genel olarak göçmenleri almayı niyet etmişken,duygu seline kapıldım,bu göç ile duygular alemine girdim.

Göçler geçici süreler içindir.Tıpkı mevsimlik elbise gibi..belli bir zaman sonra çıkarılır,genel mevsim havasına bürünülür.

Buranın havası bize pek yaramadı..gayet sert ve soğuk..alışmadığımız ancak alışmaya çalışmakta da mecbur olduğumuz bir hava..çünki bizler buranın malı değiliz..ebedi memleketin alışılmış havasına karşı buranın havası çok basık ve asık gelmekte..hem de gayet klasik…

Evlenip başka kente göç eden çiftlerin emeklilik gibi bir sebepten dolayı dönüş biletini aldığında artık tek ve çift kişilik değil en az beş kişilik,zamanla bu diğer çocuklarının da yanına ziyarete gelmesiyle onlarla-yüzlerle ifade edilir.

Hz.Âdem ve Havva ile başlayan bu göç,şimdilerde milyarla ifade edilmiştir.İşte göçün faydaları.

Göç bir yeniliktir..yenilere gebeliktir.

Göç bir değişimdir..yeni boyutlara geçiştir.

Göç çok boyutluluktur..dar alemin kabuğunu kırıp,dış dünyaya kanat çırpmaktır.

Göç okyanuslarda kulaç atmaktır..açlık ve zorluklarla yarışmaktır..onlara alışmak,dertlilerle tanışmaktır.

Göç bir nevi deşarz olmaktır..içtekileri boşaltmak,yeni versiyonlar yüklemek,yenilemek ve yenilenmektir.

Göç bir paylaşımdır..bir bütünleşmek..bir tanışmak..tamlamak ve tamamlanmaktır.

Göç bir toplum işi,bir toplama kampıdır..farklılıkların tek bir çatı altındaki birlikteliğidir.

Göç kültür zenginliğidir..fikir zenginliğinden yemek zenginliğine kadar…

Göç bir arınma,ayırma,süzme ve süzülme işlemidir..yolda dökülenler..yakalananlar..yakayı ele verenler..yakayı kurtaranlar…Tam bir rafine faaliyetidir..zorluklar zorbalıklara göğüs germektir.Özleşmek ve özdeşmektir.

Her zaman göçte değimliyiz?

Dünü bugüne taşıdık..çocukluğu gençliğe..gençliği ihtiyarlığa..hayatı kabre taşımıyor muyuz..hiç bir zaman geldiğimiz noktada değiliz..ne vücutça..ne ruhça..ne de akılca…

Göç biletimiz kesildiğinden beri hiç dinlenmedik..uzun zaman daha dinlenmiyeceğiz de…Göç ve gurbet ancak cennetle biter..asıl vatan..asli vatan..asaletli vatan..cehennemde bile acıların göçünü yaşayacağız..tâ ki iman ile cennete göçene kadar..zira iman tapudur,kiracılığın bitişi,eve geçiştir..ebede göçüştür..hakka varış,hakikata eriştir..oradan da rabbe göçtür..göçüştür.

Hamdım-Piştim-Yandım…

Ne ben suya kandım..ne de su bana kandı…

Onun aşkı ruha ateş saldı..Mecnun gibi göçe zorlandı..Veysel karani gibi sönmeden uykuya daldı..uyanma korkusuyla yaşadı..uyanmadı..uyandırılmadı..uyanmak istemedi..ya uyanırsam..ya bu bir uyku ve hayal ise..onu da kaybederim,kendimi de..

Sürekli göç ile Leyla adına mevlayı,sevilenler adına sevgiliyi aradı,taradı..diyar diyar göç etti..güç etti.

Yunusda Taptuğun kapusuna göç etmişti..buğday bahanesiyle,himmeti terk etmiş.kısa yolu uzun etmiş.ömür boyu göç etmişti..güç etmişti.

Aaaah buğday aah..babamı ve annemi cennetten göçe mecbur eden sen değilmisin!? Yanma uğruna göç ve güçü başımıza dolayan sen değilmisin?Boyna zimmet,göçte himmet…Göç tasması…

O kaybettiğini bulmak amacıyla bu göçe maruz kalmıştır.

Belkide bu göç bir keffarettir.

Mevlanayı pervaz ettiren,kendi dünyasından demircinin alemine olan göç değilmidir?Kendisini mest ve deli etmekle kalmamış,asırların ötesine geçip,zamanlarla ve zamanelerle beraber seyredip pervane olmuş.

Bu göç değimlidir ki,Bizleri arklara koyup ta ırklara ayıran?Aynı arkda akan,aynı sudan farklı ırklar!Göç farklılıktır,demiştik..farkına vardık..tedbirimizi aldık..yolda kalmadık..kalsak da durdurmazlar ya…Göçe ve güç kazanmaya mecburuz.

Hicret hasrettir..himmetini belli bir noktaya has kılmaktır..bazılarını da rettir.

Hicrette ve hicrete emir vardır.

Küfürden imana hicret..imandan amele hicret..dosta hicret..kardeşe ve kardeşliğe hicret..zulümden adalete,zulmetten nura hicret..Mekke’den Medine’ye hicret..Kâbeden Ravzaya hicret..Sert ve sertlikten hilim ve yumuşağa hicret…Allah’ın evinden rasulullahın evine hicret…Bir dosttan diğer dosta hicret…Güneşten aya,Sebirden Hiraya hicret…Bedirden uhuda,uhuddan hendeğe hicret…Arafattan veda ile ukbaya hicret…

Hicret bir değişim ve islamın gelişimidir.İslam fedaileri ve tebliğcileri hicret ile aleme yayıldılar,seferler ve cihadlar düzenlediler.

Hz.Ebubekirin sıddıkiyeti hicretle kemalini buldu.Dost dostuyla ölüme de hicret eder.

Hicrette memnuniyet ve yaşamak,diğer bir ifadeyle doğmak vardır.Hicret bir nevi doğumdur.

Bir damla olup çay ve ırmaklara,nehir,deniz ve okyanuslara hicret…Başını taştan taşa vuran âvâre su…Okyanusa varma uğruna bu baş taşlara vurulur…Mekkeye varma uğruna yollara düşülür…Şirin uğruna dağlar delinir…Aslı uğruna her şey ikram edilir.

Beni bende deme,ben bende değilem.

Bir ben vardır bende,benden içeru…

Sevgiliye göç uğrunda acının sözü mü olur?Nârın ateşi mi olur?İbrahimi yakmayan ateş,gerçek sevgiliden emir almıştı.

Bu yolda ateş yakmaz,bıçak batmaz,ok atmaz,söz söylemez,dil lâl olur…

Göçmek her şeyden geçmektir..maldan,candan.cânandan…

Göç cesaret işidir.Herşeyi göze almak,her şeyi gözlemektir.Her kişinin değil,er kişinin işidir..dişine göre…

Göç yanmaktır..zira yanmayan yakamaz.

Göç asla varış,aslına varıştır.Bir balık türü..doğduğu günden itibaren okyanusta sürekli yol alır..ölmeye yakın tekrar doğduğu yere gelerek,yumurtaları bırakıp devir-teslim işlemlerini yapar.

Göç bir görev değişimidir..öncekilerin sonrakilere görevi devretmesidir.

Bir atomun aldığı tüm merhalelerden sonra tekrar atom haline göç etmesidir.Bir atom halinden madenlere,bitki ve hayvan seviyesine,oradan insan ve toprağa göç devresidir.

Dünya başlı başına bir göçmenler topluluğudur.

Sizler Nereden geliyorsunuz ve Nereye gidiyorsunuz?

Ben mi?

Hayır,Ben-ler…Benlik sahibleri…Benliğini ve kimliğini bulanlar…Kendisini kaybetmeyip kendisinde olanlar…

Namaz bir göçtür..maddeden manaya,dünyadan ukbaya..ezelden ebede..kuldan Allah’a…

“Bir ticaret yapmadım, nakd-i ömür oldu heba,

Yola geldim lâkin göçmüş cümle kervan bîhaber.

Ağlayıp nalân edip düştüm yola tenha garib,

Dîde giryan, sîne biryan, akıl hayran bîhaber.”

“Vaslını yâdeyledikçe ağlarım,

Tâ nefes var ise kuru cismimde feryad eylerim.”

“Dünya gamından geçip, yokluğa kanat açıp,

Şevk ile her dem uçup, çağırırım dost, dost!”

Hicret hayatın sonbaharıdır.Sonbahar ise;dünyanın,insanın,senenin hüznü.güneşin gurubu,yeşilliklerin sararması,iufule meyleden,kalbe hüzün,esintiler veren bir dünya,hüzün mevsimi,baharın sonu,herşeyin sonu.Yeni başlangıçların habercisi.

Göçmen yarı hürdür,göçden kurtulmakla diğer yarı hürriyetini elde edebilir.

“Bir gün olup bu dâr-ı imtihandan saadet âlemlerine göçtüğün zaman, kıymetdar eserlerin seni namınla beraber yaşatacaktır”[1]

“Seni istemeyenler dünyada Cehennem’e göçsün.”[2]

“Âlem-i fâniden âlem-i bekaya göçünceye kadar, nefis ve şeytanın hücumuna maruz bulunan insan…”[3]

Sakın göç var diye mecnune haber verme sakın…

Mehmet ÖZÇELİK

27-07-2003

[1]Barla Lahikası.B.Said Nursi.78.

[2] Age.175.

[3]Age.180.




HARİCİLER VE UZANTISI

HARİCİLER VE UZANTISI

Hz.Osman halim yani hilim sahibi yumuşak yapılı bir insandı.Çevresi çevresini bu özelliğinden dolayı çevrelemişti.

Akraba ve yakını olan İbn-i Âmir-i vali tayin etmesi kendisine sıkıntılar açmıştı.

Hz.Muaviyenin Hz.Osmandan habersiz iş yapması sıkıntıyı arttıran sebeblerden idi.

Özellikle Müslüman olduğunu ifade eden münafık Abdullah bin Sebe’ nifak hareketleriyle barutu ateşleyici oldu.Ve artık Hicaz,Basra,Kûfe ve Şam’ı karıştırmaya başladı.

Sürekli Hz.Ali’nin üstünlüklerini öne sürerek,Hz.Osman’ı küçük düşürüyordu.

Fitnenin ayak sesleri,patlamak için ciddi bir ateşleme bekliyordu.

Felaketin geleceği önceden biliniyor ve Hz.Osman’ın korunması amacıyla muhafız görevlendirilmesi kendisine teklif ediliyordu.O ise Allah’a olan ziyade tevekkülüyle âkibeti beklemekteydi.

Amaçlar ve hesapların farklılığı birleşilecek tek bir noktanın oluşumunu tamamlamak için çaba gösterilmekteydi.

Kûfe ve Basradan gelenler söz birliği yapmış gibi,hepsinin idareden memnuniyetsizliği dile getirilerek Hz.Omanın bulunduğu makamdan indirilmesi hep beraber dile getiriliyordu.

40 gün evi muhasara altında tutulmuş,Merva’nın tahrikleri ve Hz.Osmanın onun yönlendirmesine kanması ve özellikle görevinden alınan Amr bin Âs’ın kendi ifadesiyle:”Vallahi dağ başlarında çobanlara varıncaya kadar herkesi Osman’ın aleyhinde kışkırtıp duruyordum.”

Şehid edilirken okuduğu Kur’an,İstanbul topkapı müzesinde mevcut olup aynı zamanda Özbekistan /Taşkent müzesinde olduğu da bildirilir.

Ve nihayet evine giren üç kişiden Kuteyre’nin başına ilk darbeyi vurması,Sevdan bin Himran’ın ikinci darbesiyle şehid olmuş ve isyancıların reisi Gâfikî’nin tahrikleriyle isyanın sonucuna varılmıştı.

Böylece Hz.Osman o gece gördüğü rüyadaki davete icabet etmişti.

Rasulullah kendisine demişti:”Bu akşamki iftarını bizimle birlikte yapacaksın.”

Artık halifenin seçimi ve nasbı için ayrıca fitne kazanları durulmuyor,kaynatılmaya devam ediyordu.

Hedefte Hz.Ali vardı.

Şimdi ise sırada o vardı.Daha doğrusu bir engeldi.

Valileri de değiştirmiş olması bahaneleri büyüten sebeblerden oldu.Muaviye ise Şam valiliğini bırakmamış,muhalefetini sürdürmüştür.Çünki oda babası Ebu Süfyan gibi riyasete meyyal,reisliği kolay kolay terk etmeyecek bir kimse idi.

Diğer bir ifadeyle Hz.Ali’ye sorulmuştu;neden Hz.Ebubekir ve Ömer dönemlerinde fitne olmadı da senin dönemlerinde olmaktadır?

Cevabı soru gibi keskindir;-Zira onların dönemlerinde bizler vardık,bizlerin döneminde ise onlar yoktur.

Cemel vakasıyla Hz.Âişe,Talha,Zübeyir Hz.Aliye karşı mücadele eder,Hz.Osmanın katillerinin bir an evvel bulunmasını isterler.Hz.Ali ise temkinlidir.Ancak fitne ateşi tutuşturulmuş,on bin kişi öldürülmüştür.Bunlar içerisinde cennetle müjdelenen Talha ve Zübeyirde vardır.

Hz.Ali kendisine karşı girişilen Cemel vakası sebebiyle şu hükmü verir:”Din kardeşlerimiz olup,üzerimize bağy ve huruç ettiler.”

Sıffin olayıyla da makam hırsıyla yanan Muaviye Hz.Aliyle savaşır,90 bin kişi ölür.

Birinde içtihat,diğerinde ise siyaset hakimdir.

Haricilerin ilk çıkışı da hakem olayıyla başlar.

Taraflardan Muaviye tarafında bulunupta yenileceğini anlayan Amr bin Âs Muaviyeye yaptığı teklifte:”Kur’an sahifelerini mızrakların uçlarına takalım.”sözü,kabul görür.Bu durum Hz.Ali tarafından bir hile olduğu anlaşılıp anlatılsa da anlaşılmaz ve Hz.Ali tarafındakileri durdurur.

Nihayet olayın hakemler yoluyla çözülmesine karar verilir.

Hz.Ali’nin hakemi yaşlı olan Ebu Musa el-Eş’aridir.Hz.Muaviyenin ki ise,siyaset dâhisi Amr bin Âs’dır.

İki hakem aralarında anlaşırlar.Amr bin Âs teklifinde:”Madem ki bu savaşın sebebi Muaviye ve Alidir,ben Muaviyeyi şu parmağımdaki yüzüğü çıkardığım gibi azlediyorum,diyeceğim.Sen de Ali’yi öyle azledeceksin ve kargaşa ortadan kalkmış olacak.”

Denildiği gibi yapılmak üzere taraflar toplanmış,ilk olarak Ebu Musa el-Eş’ari Hz.Aliyi azletmiştir.Ancak Amr bin Âs anlaşılanın aksine;Bu yüzüğü parmağıma takdığım gibi,Muaviyeyi de hilafet makamına nasb ediyorum,demiştir.

Böylece ilk huruç hareketi başlamış oldu.Allah’ın hükmü bırakılmış,hakemlerin hükümlerine baş vurulmuştu.Artık –Allah’tan başkasının hükmü yoktur.-sözü bayraklaşmış oldu.

Sıffin savaşında Ammar bin yasir Hz.Ali tarafında bulunup,şehit edilmişti.Huzeyme’den rivayette Peygamberimiz:”İsyancı bir kitle Ammar’ı öldürecektir.”Ancak Muaviye tarafı bunu tevil ederek,öldüren kimsenin baği yani azgın ve isyancı olacağını söylediler.

Artık Harura köyü haricilerin yerleşim merkezi oldu.Bundan dolayı kendilerine bu köye nisbetle Harura veya Haruriyye mezhebi adı da verilir.Dinden çıkmış anlamına Marika’da denilmektedir.

Şehristaninin ifadesine göre Hz.Aliyi hakem olayına kabul etmeye sevkeden haricilerdir,der.

İbni hazm ise;”Haricilerin selefleri bedevi idi,onlar Kur’an-ı Hz.peygamberin (SAM) sabit sünnetlerini anlamadan okudular.Onlardan hiçbir fıkıh bilgini yetişmemiştir.”der.

Hz.Ali’nin ifadesiyle haricilerin durumu:”Allahım,ne büyüksün!Bunlar hak söz ile batılı murad ediyorlar.Sustukları zaman bizi kederlendiriyorlar,konuştuklarında da deliller getirip onları susturuyoruz.Ancak bize karşı isyan edecek olurlarsa bizde onlara karşı çarpışırız.”

Cemel ve Sıffin savaşları sonuçta Rasulullahın şu sözleriyle netlik kazanmaktadır:”Ya Ali! Ben Kur’an-ın tenzili üzerine savaştım.Sen de te’vili üzerine savaşacaksın.”

Haricileri burada farklı kılan sebeb,hakem olayıyla Hz.Aliye karşı aşırı derecede düşmanlıkları,tıpkı rafizilerin aşırı derecede Hz.Aliye karşı olan muhabbetlerinin onları dalalete götürmesi kabilinden oldu.

Artık mevzii savaşlar başlamıştı.

Haricilerle yapılan savaş Nehrevan’da haricilerin Habbab’ın oğlu Abdullah’ı öldürüp,hamile olan hanımının karnını yararak öldürmesi ve ayrıca dört kadını daha öldürmeleriyle başlar.

Acaibdendir ki;Ellerini bağlayıp Habbab’ın oğlu Abdullahı hanımı ile birlikte götürürlerken bir hurma ağacının altında konaklarlar.O sırada ağaçtan bir hurma tanesi yere düşer.Haricilerden birisi bunu alıp ağzına atar.Bunu gören diğer arkadaşı:”Sen bu hurmayı hakkın olmayarak ve bedelini ödemeden yedin.”diye söyleyince,arkadaşı hemen hurmayı ağzından çıkarıp atar.

Arkasından yola devam edip zimmilere yani sözleşmeli ve anlaşmalı gayrı Müslim birisine ait bir domuza rastlarlar.Yine onlardan biri domuzu kılıcıyla vurup öldürür.Diğer arkadaşları:”Bu senin yaptığın yeryüzünde fesad çıkarmaktır.”der.

Bunun üzerine domuzu öldüren harici domuzun sahibini bulur ve onu razı eder.

Bundan ümidlenen Habbab bin Eret’in oğlu Abdullah onlara şöyle der.”Eğer siz bu yaptıklarınızda samimi iseniz,bana hiçbir kötülüğünüzün dokunmaması gerekir.Ben müslümanım ve İslam hakkında hiçbir kötülükte de bulunmadım.Siz bana eman verdiniz ve benim için herhangi bir korkunun olmadığını söylemiştiniz.”

Hariciler ise onun bu sözlerine hiç aldırış etmeden onu yere yıkmışlar ve boğazından kesmişlerdi.

Suçu ise;Hz.Osman,Hz.Ali ve onun görüşlerini hayır ve isabetle yâd etmiş olması idi.

Bu derece takva ve ibadette ileri olan bu insanların hayvanlara rahmet okutacak bu vahşi hareketleri tamamen şahsiyet ve kimliklerini bulamamanın veya yanlış yerde aramanın cahilane,ahmakane,bedevi ve kabaca bir göstergesi ve ifadesidir.

Hz.Ali ise Nehrevana varıp nehir kenarında haricilerden katili teslim etmelerini ister.Onlar ise bunu reddetmekle kalmayıp şöyle derler:”Biz hep birlikte onları öldürdük ve hepimizde sizin kanlarınızı akıtmağa azmetmiş bulunuyoruz.”

Ve sonuçta hezimete uğratılırlar.

Bu bize bir Musevinin bir bir iseviyi yakalayarak hesaba çekmesine benzer.Musevi der;Niçin sizin peygamberiniz bizim peygamberimize hakaret etti.İsevi şaşkındır.Ya hu,ben ne bileyim,hem Musa İsadan önce gelmiştir,benim suçum ne?

Musevi,ben onu bunu bilmem,onların suçunun cezasını sen çek,borçlarını sen öde.

Kurdun kuzuya bulduğu yeme bahaneleri.Sen niye suyu bulandırıyorsun.Oysa suyun üst başında duran kurttur.

Bu olayda ise bir içtihad farkıyla ortaya çıkmış olup,başkasına zulmedip öldürmeyi gerektirmez.

İzmirli İsmail hakkının ifadesiyle bunlar;Kur’an okuyup,fıkıh bilmeyen insanlardır.

Hariciler genel yapıları itibariyle kabalık ve katılık üzerine bina edilmiştir.

Haricilerin tam olarak ortaya çıkışı Emevilerin bitişi ve Abbasilerin ilk dönemlerine rastlar.

Haricilerin ve Şianın emevilere hilafet noktasında muhalefet ve karışıklıkları bu devletin yıkılmasına etki etmiş,Muaviyeyi çokça uğraştırmış ve bitirmiştir.

Bununla beraber hariciler en büyük darbeyi de Muaviyenin oğlu Yezid’den yemişlerdir.Yezid 30 bin hariciyi öldürerek zulümlerini arttırmış öyleki kâbeyi bile yakmıştır.Ancak 11 gün sonra kendisi de ölmüştür.

M.Hamidullah haricileri tanımlarken:”Her türlü siyasi seçimin gayrı meşru olduğuna ve ferdin hükumetlerin vesayetinden kurtulması gerektiğine veya hükumetin lüzumsuzluğuna (anarşiye)her ferdin hiç olmazsa siyasi sahada kendilerini kendisinin yürütmekte serbest olması gerektiğine inanırlar.”

Bütün bu karışıklıkların sebebinin Hz.Ali,Muaviye ve Amr bin Âs olduğuna inanan hariciler bir karar alıp üçünü öldürmek üzere üç fedai seçerler.

Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem H.40,Ramazanın 15.Cuma gecesi (22-Ocak-661) sabah namazında vurduğu zehirli kılıçla şehid eder.Kendsi ise yakalanıp öldürülür.

Hz.Muaviye ise korumalarının da desteğiyle uyruğundan yara alır.Ancak kızdırılmış demirle yaranın tedavisine razı olmadığından,yapılmaması halinde çocuğu olmayacağı teklifini kabul edip,ilaç şerbetini içip kurtulur.

Amr bin  ise o sabah rahatsız olduğundan dolayı namaza gidemediğinden dolayı kurtulmuş olur.

Haricilerin ortaya çıkışı halifenin seçimi sebebiyle olduğundan;en belirgin inançları da imamet ve adalet üzerine bina edilmiştir.

Tekfir yani küfürle itham etme konusunda cüretkar kimselerdir.

Haricilerin ehli sünnetten ayrıldıkları noktalar ise:

1)İslam hükümlerini bilmeyenler Müslüman değildirler.

2)Büyük günah işleyenler kafirdirler.

3)Küçük yaşta ölen çocuklar iman ve küfür konusunda babalarına tabidirler.

4)Allah iyiliği dileyip,şer ve kötülüğü murad etmez,deyip kötülüğün yaratılışını Allah’a vermezler.

H.Günenç hoca Hz.Ali’nin:”Kardeşlerimiz bize karşı geldiler.”sözünü delil getirerek küfürde olmadıklarını ifade eder.

Ancak bunlar ehli bid’adan olup, Katılımların artmasıyla 20 ayrı fırkaya ayrılmışlardır.

Rasulullah Hz.Aliye haricilerin çıkacağını ve alametlerini bildirmiştir.

Hariciler Şia mezhebinden sonra ilk olarak ortaya çıkan itikadi mezheblerdendir.Onları takiben Mürcie,Mu’tezile ve Müşebbihe gibi mezhebler takib etmektedir.

Mürcie’de haricilerin aksine ameli önemsemez,tehir ederler.

İlk ikisinin çıkış sebebi tamamen siyasi sebeblerden dolayı çıkmıştır.Diğerlerinde ise bunun örneklerini görmekteyiz.Dinin özündeki farklılıktan kaynaklanmamaktadır.

Ve aynı zamanda ilk tekfir hareketi de haricilerle başlamıştır.

İlk olması sebebiyle de diğer büyük mezhebler ve zamanımızdaki vehhabilik mezhebi haricilerden etkilenmişlerdir.Buna binaendir ki;vehhabiliğe –Harici- hareketi olarak bakılmakta,o şekilde isimlendirilip değerlendirilmektedir.Nitekim her ikisininde de ameli imandan sayması önemli ittifak noktalarındandır.

İşin diğer bir garib tarafı da;Bu bid2at mezhebi kendisine takvayı ve sadece Kur’an-ı esas aldıklarını ifade ederler.

Şafii fıkhına yakın bir fıkha sahibtirler.

Bugün çoğunlukla Afrikada özellikle merkezleri olan Zengibar’da bulunmaktadırlar.

GÜNÜMÜZDEKİ UZANTISI VE YAPISI

Yukardaki izahla beraber daha öncede Mezhebler konusunda haricileri de ele almıştık.Şimdi ise haricilerin özellikle İslam aleminde olan etkilerine ve batının etkisinde kalmış olan bu büyük mezheb ve mezheblere Sosyolojik ve Psikolojik açıdan bakacak ve günümüzdeki uygulamalarını değerlendireceğiz.

Dört büyük mezheb olan Haricilik,Mu’tezile,Cebriye ve Şiadır.

Haricilik,kaba ifadeyle –tabiri caizse- İslam elbisesi giymiş,anarşist yapıya sahib,cahiliye döneminin zamanımıza kadarki uzantısında ara bağlantısını ve köprüsünü oluşturmaktadır.

Mu’tezile ise;batı felsefesinin aklı esas almasıyla nakli,kalbi azleden,aklı ön plana çıkaran,onun dışındakileri ise akla uymadığından reddeden akılcı!? bir mezhebdir.

Cebriye Mu’tezilenin aksine aklı azleden itikadi bir mezheb olup,insanı rüzgar önündeki bir yaprak olarak,iradesini reddeder.

Şia ise,çıkışından zamanımıza kadar hep siyasetin aracı olarak kullanılmış ve kullanmıştır.

Bir zamanlar memleketimizdeki bir parti kanalıyla siyasi açıdan islamiyeti ele almış,suyu bulandırmıştır.Onun şubeleri de hep aynı yolu takib etmiş veya ettirilmiştir.

Nitekim Suriyede,Mısırda,İranda ve Türkiyede de hep siyasi açıdan onlara yaklaşılmış,devlet kademelerinde istihdam etme bahanesiyle çekilmeye çalışılmıştır.Maalesef başarılı da olunmuştur.Ancak islamiyetin safiyetine gölge düşürülmüştür.Bir cihetle siyasetsizlik adına,siyaset yapmışlardır,çıkışından günümüze…

Bütün bu mezhebler hemen hemen her asırda tabilerini bulmuşlardır.

Cenâb-ı hak insanın üç duygusuna sınır koymamıştır:Kuvve-i Gadabiyye,Kuvve-i Akliye ve Kuvve-i şeheviyye duygularıdır.

Bu konuda Bediüzzaman:”Kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında, beşerin enzarına verdiği meyveler ise; esnamlar ve âlihelerdir…

Kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.”[1]

Hariciler bu gadab ve kini en güzel bir şekilde temsil etmişlerdir.Tüm kin ve nefretlerini kadın,çocuk,yaşlı demeden kusmuşlardır.

Mu’tezile ise;Akıl duygusunu işletmişler,aklı ilah derecesinde temel ve eas almışlardır.Mücerred olarak batı felsefesinin islami kılıflı yansımasıdır.

Haricileri zamanımızdaki siyaset ve siyasi akımlarla kıyasladığımızda aynı ihtilafları,karışıklık,kavga ve münakaşa ve parçalanmaları görürüz.

Oysa burada en istikametli ve istikrarlı yol;siyasetin bu gölgesinden uzak durulmasıdır.

Türkiyede 1980 öncesi faaliyetler harici çıkışı hatırlatmaktadır.

Bu amaçlada kendilerine en yakın olarak imam-hatibleri seçmiş,cüz’ide olsa kabul görmüştür.Bununla kalmamış muhaliflerinin eline kozlar vererek,Bediüzzamanın deyimiyle;Medreselerin devamı olan bu okulların darbe yemelerine bu harici çıkışlar sebeb olmuştur.Müslümanları değil,bağcı dövme niyeti olanları memnun etmişlerdir.

Yıllarca bu okullarda haricilerinde bayraklaştırdıkları hükümleri olan;”Men lem yehkum…”Kim Allah’ın indirdiği ile hükmetmezse,işte onlar kâfirlerin –zalimlerin-,-fasık ve günahkarların- ta kendileridir.”[2]

Bediüzzaman ise bunu-Men lem yehkum-bil mana-men lem yusaddik-tir.yani hükmetmeyen,amel edip kabul etmeyen değil,tasdik etmeyen olarak münakaşayı ortadan kaldırmıştır.Münakaşa ise sürekli sürdürülmeye çalışılmıştır.

Türkiye darul harb görülmüş,bir yandanda bu vesile ile gayrı meşru şeyler meşru hale getirilmiştir.Yine kavga içe yönelik olmuştur.

Yıllarca kendileriyle uğraşan bu insanlar,insanlara dinlerini öğretmeye,kominist ve ateistlere dini anlatıp isbat etmeye vakit bulamamışlardır.

Çıkışında hakim olan Yahudi fitnesi,gelişmesinde de yine Yahudi ve İsrail ile devam ettirilmiştir.

Peygamberimizden sonraki Hz.Ali döneminde ortaya çıkan Haricilerle,zamanımızın haricileri olan Hizbullah arasında bir aynilik içerisinde bir benzerlik olduğunu ifade eder T.Akyol.Yazdığı eser –Hariciler ve Hizbullah- bunu kriterini yapmaktadır.

Nitekim,başlangıçta PKK’ya karşı kullanmak amacıyla devlet ve mit tarafından desteklenen hizbullah,zamanla ipin ucu kaçırılmış,kontrol edilemez bir hal almıştır.Faili meçhul cinayetlerde nice değerli kişiler bunlar tarafından boğularak öldürülmüştür.Zamanla değişik şehirlere giderek mensublarını arttırmak amacıyla camilerde kalmış,faaliyetlerini sürdürmüşlerdir.İmam-Hatiblerde olduğu gibi bunlarda da bir çok cami imamı harcanmıştır.

PKK ve Ermenilerin yapmış oldukları vahşetler,hizbullah tarafından da yapılmış oldu.Kendine güneydoğuda yer bulup,Hizbullahın asıl yerleştiği yeri ise Lübnandır.

Diğer yandan Hasan Sabahın fedailerine de benzemektedirler.Hem kendilerini hem de karşılarında bulunanları feda edebilecek bir yapıya sahiptirler.

T.Akyol B.Ecevitle yaptığı CNN_Türkte yaptığı (18-2-2000) mülakatta Ecevit.”Pkk’lıların örgüt tarafından belli bir siyasi eğitimden geçirildiğini,demekki Pkk militanlarının bu ideolojik eğitimi alacak düzeyde okul eğitimi bulunduğunu.Hizbullahın tabanının daha düşük eğitimli yada eğitimsiz olduğunu…”söylemiştir.[3]

Kaide örgütüde buna benzetilebilir.

Hariciler her zamanda benzerleriyle vardırlar.Sadece Kur’an-ı kabul ve ölçü kabul edip,kendilerine göre yorumlayan fanatiklerdir.

Bunlar genellikle saf ve cahil Müslümanları alet olarak kullanmışlardır.

Cihad adına hariciler harice değil,dahile savaş açmış kimselerdir.Hizmetlerini korku ve kan üzerine bina etmişlerdir.

-La hükme illallah-diyen hariciler,bir yandan da kendilerini Allah’ın yeryüzündeki hükmü ve eli olarak görmektedirler.

Hariciler kolay kolay üstün ve isbaetli görüş sahiblerine tahammül edemezler.Tıpkı Hz.Aliye tahammül edemedikleri gibi..

İbni Halduna göre haricilik;Bedevilikle medenilik arasındaki farkı gösterir.

İslam adına her türlü cahilliği meşru görmekte ve kaba insanlardır.Tıpkı zamanımızda da her önüne gelene kafir deyip,tekfir eden insanlar gibi…

Hz.Ali gibi bir şahsiyeti tekfir edebilen bir ruh,başkalarına hayda hayda tekfir edebilir.

Aslında onlar ne Hz.Ali ne de Muaviye taraftarı olmayıp,iki arada bir derede bocalayan,saldırgan insanlardır.

Hariciliğin çıktığı dönem,islamın gelişim gösterdiği dönemdir.Böylece bu hareketler bir tasfiye ve bir revizyonu da başlatmış oldu.

İslamiyet gelişerek içerisindeki çürükleride değişik adlarla dışarıya veya bir kenara atmış olmaktadır.Kendi safiyetini merkezde sürdürmektedir.

Yani İslamiyet ve Kur’an önce mümin ve kafir seçimi yapıp,daha sonra da müminlerin içinde çıkan mezheblere de bir tasfiye,süzme,tefrik işlemini yaparak ana safiyetini korumakta ve sürdürmektedir.

Kızını diri diri gömen,eliyle yaptığı hamurdan ve taştan puta tapıp daha sonra acıktığında hamurdan yaptığı putu yiyen,hırsızlık ve yağmacılıktan zevk duyan bir insanın istikameti bulması elbette kolay olmayacaktır.

T.Akyol haricilerin sürekli olarak bedeviliklerini ön plana çıkarmakta,cahiliye dönemindeki kabalığın aynen islamiyetle beraber olarakta hariciler eliyle devam ettiğini ifade eder.

Sadece Kur’an diyenler,yerleşik şehir hayatına ve islami ölçüler içerisinde fukahanın hukuku ile yapılan bir hükmüde kabul etmemekte,aslında kendilerini biraz daha serbest hissedip,yaşamak istemektedirler.Tıpkı köy ve badiye hayatının bedevileri gibi…

Prof.M.Zehra.”Haricilerin çoğu bedevi,pek azı şehirli idi.”der.

Bütün menfiliklerin ana kaynağı İfrat ve tefrittir.Özellikle ifrat yani aşırılık olup,bir çok tefrit ve gerilikleri de beraberinde getirmektedir.

BEDİÜZZAMANIN KONUYA BAKIŞI İSE:

“Nakl-i sahih ile Hazret-i Ali’ye demiş:

“Sen ahidlerinden dönenler,haktan sapanlar ve hak dinden ayrılanlarla savaşacaksın.”

Hem Vak’a-i Cemel, hem Vak’a-i Sıffîn, hem Vak’a-i Havariç hâdiselerini haber vermiş.

Hem Hazret-i Ali (R.A.) Hazret-i Zübeyr ile seviştiği bir zaman dedi: “Bu sana karşı muharebe edecek, fakat haksızdır.”

Hem Ezvac-ı Tahiratına demiş: “İçinizde birisi, mühim bir fitnenin başına geçecek ve etrafında çoklar katledilecek.” “Ona-Aişeye- Hav’eb denilen (taşlık bir yer) yerin köpekleri havlayacaktır.”

İşte şu sahih, kat’î hadîsler; otuz sene sonra Hazret-i Ali’nin Hazret-i Âişe ve Zübeyr ve Talha’ya karşı Vak’a-i Cemel’de.. ve Muaviye’ye karşı Sıffîn’de.. ve Havaric’e karşı Harevra’da ve Nehrüvan’da muharebesi, o ihbar-ı gaybiyenin bir tasdik-i fiilîsidir.

Hem Hazret-i Ali’ye: “Senin sakalını senin başının kanıyla ıslattıracak bir adamı” ihbar etmiş. Hazret-i Ali o adamı tanırmış; o da Abdurrahman İbn-i Mülcem-ül Haricî’dir.

Hem Haricîlerin içinde Züssedye denilen bir adamı, garib bir nişanla alâmet olarak haber vermiştir ki; Havariçlerin maktulleri içinde o adam bulunmuş; Hazret-i Ali, onu hakkaniyetine hüccet göstermiş. Hem mu’cize-i Nebeviyeyi ilân etmiş.”[4]

“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş. Fakat maatteessüf Ehl-i Sünnet Ve Cemaat perdesi altına Vehhabîlik ve Haricîlik fikri kısmen girdiği gibi, siyaset meftunları ve bir kısım mülhidler, Hazret-i Ali’yi (R.A.) tenkid ediyorlar. Hâşâ, siyaseti bilmediğinden hilafete tam liyakat göstermemiş, idare edememiş diyorlar. İşte bunların bu haksız ittihamlarından Alevîler, Ehl-i Sünnete karşı küsmek vaziyetini alıyorlar.”[5]

“Hazret-i Ali’nin (R.A.) şahsı hakkında sair hulefadan ziyade senakârane ehadîsin kesretle intişarının sırrı şudur ki: Emevîler ile Haricîler, ona haksız hücum ve tenkis ettiklerine mukabil Ehl-i Sünnet Ve Cemaat olan ehl-i hak, onun hakkında rivayatı çok neşrettiler. Sair Hulefa-i Raşidîn ise, öyle tenkid ve tenkise çok maruz kalmadıkları için, onlar hakkındaki ehadîsin intişarına ihtiyaç görülmedi. Hem istikbalde Hazret-i Ali (R.A.) elîm hâdisata ve dâhilî fitnelere maruz kalacağını nazar-ı nübüvvetle görmüş, Hazret-i Ali’yi (R.A.) me’yusiyetten ve ümmetini onun hakkında sû’-i zandan kurtarmak için

”Ben kimin dostu isem,Ali de onun dostudur.”gibi mühim hadîslerle Ali’yi (R.A.) teselli ve ümmeti irşad etmiştir.”[6]

“Hem -nakl-i sahih-i kat’î ile- İmam-ı Ali’ye (R.A.) demiş: Sende Hazret-i İsa (A.S.) gibi iki kısım insan helâkete gider. Birisi, ifrat-ı muhabbet; diğeri, ifrat-ı adavetle. Hazret-i İsa’ya Nasrani muhabbetinden hadd-i meşru’dan tecavüz ile hâşâ “İbnullah” dediler. Yahudi, adavetinden çok tecavüz ettiler, nübüvvetini ve kemalini inkâr ettiler. Senin hakkında da bir kısım, hadd-i meşru’dan tecavüz edecek, muhabbetinden helâkete gidecektir. ”Onların bir lakabı vardır;onlara Rafizi denilir.”demiş. Bir kısmı, senin adavetinden çok ileri gidecekler, onlar da Havariç’tir ve Emevîlerin müfrit bir kısım tarafdarlarıdır ki, onlara Nasibe denilir.”[7]

“İkinci sualinizin meali: Hazret-i Ali (R.A.) zamanında başlayan muharebelerin mahiyeti nedir? Muhariblere ve o harbde ölen ve öldürenlere ne nam verebiliriz?

Elcevab: Cemel Vak’ası denilen Hazret-i Ali ile Hazret-i Talha ve Hazret-i Zübeyr ve Âişe-i Sıddıka (Radıyallahü Teâlâ anhüm ecmaîn) arasında olan muharebe; adalet-i mahza ile, adalet-i izafiyenin mücadelesidir. Şöyle ki:

Hazret-i Ali, adalet-i mahzayı esas edip, Şeyheyn zamanındaki gibi o esas üzerine gitmek için içtihad etmiş. Muarızları ise: Şeyheyn zamanındaki safvet-i İslâmiye adalet-i mahzaya müsaid idi, fakat mürur-u zamanla İslâmiyetleri zaîf muhtelif akvam hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye girdikleri için, adalet-i mahzanın tatbikatı çok müşkil olduğundan, “ehvenüşşerri ihtiyar” denilen adalet-i nisbiye esası üzerine içtihad ettiler. Münakaşa-i içtihadiye siyasete girdiği için, muharebeyi intaç etmiştir. Madem sırf lillah için ve İslâmiyetin menafi’i için içtihad edilmiş ve içtihaddan muharebe tevellüd etmiş; elbette hem katil, hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tir, ikisi de ehl-i sevabdır diyebiliriz. Her ne kadar Hazret-i Ali’nin içtihadı musîb ve mukabilindekilerin hata ise de, yine azaba müstehak değiller. Çünki içtihad eden hakkı bulsa, iki sevab var. Bulmazsa, bir nevi ibadet olan içtihad sevabı olarak bir sevab alır. Hatasından mazurdur. Bizde gayet meşhur ve sözü hüccet bir zât-ı muhakkik Kürdçe demiş ki: Yani: Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kâl etme. Çünki hem katil ve hem maktul ikisi de ehl-i Cennet’tirler.

Adalet-i mahza ile adalet-i izafiyenin izahı şudur ki:

“Kim bir canı bir can karşılığı olmaksızın veya yeryüzünde bozgunculuk yapması sebebiyle olmaksızın öldürürse,bütün insanları öldürmüş gibi olur.”[8]”âyetin mana-yı işarîsiyle: Bir masumun hakkı, bütün halk için dahi ibtal edilmez. Bir ferd dahi, umumun selâmeti için feda edilmez. Cenab-ı Hakk’ın nazar-ı merhametinde hak haktır, küçüğüne büyüğüne bakılmaz. Küçük, büyük için ibtal edilmez. Bir cemaatin selâmeti için, bir ferdin rızası bulunmadan hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına rızasıyla olsa, o başka mes’eledir.

Adalet-i izafiye ise: Küllün selâmeti için, cüz’ü feda eder. Cemaat için, ferdin hakkını nazara almaz. Ehvenüşşer diye bir nevi adalet-i izafiyeyi yapmağa çalışır. Fakat adalet-i mahza kabil-i tatbik ise, adalet-i izafiyeye gidilmez, gidilse zulümdür.

İşte İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, adalet-i mahzayı Şeyheyn zamanındaki gibi kabil-i tatbiktir deyip, hilafet-i İslâmiyeyi o esas üzerine bina ediyordu. Mukabilleri ve muarızları ise, “Kabil-i tatbik değil, çok müşkilâtı var.” diye adalet-i izafiye üzerine içtihad etmişler. Tarihin gösterdiği sair esbab ise, hakikî sebeb değiller, bahanelerdir.

Eğer desen: Hilafet-i İslâmiye noktasında İmam-ı Ali’nin fevkalâde iktidarı, hârikulâde zekâsı ve yüksek liyakatıyla beraber seleflerine nisbeten muvaffakıyetsizliği nedendir?

Elcevab: O mübarek zât, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam muvaffakıyet-i siyasiye ve tamam saltanat olsaydı, “Şah-ı Velayet” ünvan-ı manidarını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki zahirî ve siyasî hilafetin pek çok fevkinde manevî bir saltanat kazandı ve Üstad-ı Küll hükmüne geçti; hattâ kıyamete kadar saltanat-ı manevîsi bâki kaldı.

Amma Hazret-i İmam-ı Ali’nin Vak’a-i Sıffîn’de, Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilafet ve saltanatın muharebesidir. Yani: Hazret-i İmam-ı Ali, ahkâm-ı dini ve hakaik-i İslâmiyeyi ve âhireti esas tutup, saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz mukteziyatlarını onlara feda ediyordu. Hazret-i Muaviye ve taraftarları ise; hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyasetleriyle takviye etmek için azimeti bırakıp ruhsatı iltizam ettiler, siyaset âleminde kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.”[9]

“Hem ferman etmiş ki: ”Davaları aynı iki grup birbirleriyle savaşmadıkça kıyamet kopmaz.”diye, Sıffîn’de Hazret-i Ali ile Muaviye’nin harbini haber vermiş.”[10]

“Hem ferman etmiş ki:

diye, “Bâgî bir taife, Ammar’ı katledecek.” Sonra, Sıffîn Harbi’nde katledildi. Hazret-i Ali, onu Muaviye’nin taraftarları bâgî olduklarına hüccet gösterdi. Fakat Muaviye tevil etti. Amr İbn-ül Âs dedi: “Bâgî yalnız onun katilleridir, umumumuz değiliz.”[11]

Mehmet ÖZÇELİK

26-07-2003

KAYNAKLAR

1)İslam Tarihi.İbnül Esir.C/3-4,6-7.

2)Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi.Heyet.C/2-3.

3)İslam Peygamberi.Prof.M.Hamidullah.C/2.

4)Kısas-ı Enbiya.A.Cevdet Paşa.C/2.

5)Kelam ilminin belli başlı meseleleri.Prof.Taftazani.Terc.Doç.Ş.Gölcük.

6)Fetvalar.H.Günenç.I-II.

7)Edebi ve ilmi açıdan Hadis.Yard.doç.İ.Bayraktar.

8)Mezhebler arasındaki farklar-El fark beynel firak-Bağdadi.Çevr.Doç.E.R.Fığlalı.

9)Kelam ilmi.B.Topaloğlu.

10)İtikadi İslam mezhebleri.Doç.E.R.Fığlalı.

11)İslam hukuk tarihi.H.Karaman.

12)Fıkıh tarihi ve İslam hukuku.O.Keskioğlu.

13)İslam Ansiklopedisi.C/16.

14)Kütüb-ü site.Prof.İ.Canan.C/4,6,13,16.

15)Hariciler ve hizbullah.T.Akyol.

169Mektubat-lemalar-Emirdağ lahikası.I.Bediüzzaman Said nursi.

[1] Sözler.541.

[2] Maide.44-45,47.

[3] Bak Hariciler ve Hizbullah.199-200.

[4] Mektubat.98-99.

[5] Lemalar.25.

[6] Lemalar.23.

[7] Mektubat.106.

[8] Maide.32.

[9] Mektubat.53-54,Emirdağ Lahikası.1/204.

[10] Mektubat.107.

[11] Mektubat.108.




GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ALEVİLİK

GEÇMİŞTEN GÜNÜMÜZE ALEVİLİK

Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAM) nasıl ki Kur’an-ın ahlakı ile ahlaklanmış ise,Hz.Ali’de küçüklüğünden beri Peygamberimizin ahlakı ile ahlaklanmış bir şahsiyettir.

Peygamber efendimizi namaz kılarken gördüğünde bunun ne olduğunu sormuş,namaz olduğunu öğrenerek küçük yaşından beri bir veya iki vakit peygamberimizden az olarak namazı sonuna kadar kılmış ve o yolda da vefat etmiştir.

İlk inanan dört kişiden birisidir.Şecaat kahramanı ve ilimde deryadır.Peygamberimiz onun hakkında:”Ben ilmin şehriyim,Ali onun kapısıdır.”Yani ilim şehrine ancak Hz. Ali kapısıyla girilebilir.

İslam dininin bu zamana kadar gelmesinde temel olmuştur.

Peygamber efendimizle olan amca çocukluğu ile kalınmamış,bizzat rasulullah kızı Fatıma-tüz Zehra’yı ona vermiş akrabalık daha da pekişmiştir.

Fetih suresinin son ayetinde diğer üç halife gibi övülmüş,simasında secdenin eseri görülenlerden olarak vasıflanmıştır.

Diğer halifelerle birlikte aşere-i mübeşşereden olan bu zatlar hem Kur’anca hem de rasulullah tarafından sena ve övgüye mahzar olmuş şahsiyetlerdir.

Hz.Ali ve diğer sahabileri ne kadar da övmeye kalkışsak övmelerimiz ve ifadelerimiz sönük kalır,kendi sözlerimizi övmüş oluruz.

Peygamberimiz diğer halifelerle de hem manevi bağı kuvvetlendirmiş hem de maddi bağı kuvvetlendirerek akraba olmuşlardır.

Hz.Ömer kızı Hz.Hafsa-yı peygamberimize vermiş,peygamberimizin kayın pederi olmuştur.Hz.Ebubekir kızı Hz.Aişe-yi peygamberimize vermiş,oda peygamberimizin kayın pederi olmuştur.Hz.Ömer Hz.Ali-nin kızı Ümmü Gülsüm-le evlenmiş,Hz.Aliyi kendisine kayın peder yapmıştır.Peygamberimiz Hz.Osman-a iki kızını vermiş ve onların vefatı üzerine yine olsa yine de vereceğini söylemiştir.

Şimdi bu derece birbirlerine yakın ve yaklaşan bu zatların birbirlerini bilmemeleri,-haşa- kötü ise birbirlerine bu derece yakınlaşmak için akrabalık kurmaları neyin ifadesi olabilir?Başta peygamberimiz ve diğerlerinin ne göz yumması ne de küfürlükle itham edilen bu şahsiyetlere birbirlerinin kızlarını vermeleri düşünülemez.Bizler bile vereceğimiz bir kimsenin kafir olması bir yana,sefih ve değersiz bir kimse olsa acaba kızımızı verir miyiz?Bizim için bile söz konusu olmayan bir eksiklik onlar için hiç mi hiç mümkün olamaz.

Hz. Ali zamanında olan olayların temelinde yatan sebeb içtihadî veya siyasidir.

Peygamberimiz kendisinden sonra hilafetin otuz yıl olacağını söylemiş,dört halife ve Hz.Hasan-ın altı aylık hilafetiyle otuz yıl sürmüştür.Kan dökülmemesi için Hz.Hasan kendi rızasıyla hilafetten ferağat etmiştir.

Peygamberimiz hastalığının şiddetlenmesi üzerine mescide çıkamaz.Bunun üzerine imamete Hz.Ebubekiri imam olarak nasb eder.

Peygamberimizin vefatından sonra Müslümanlar bir yandan defin işleriyle uğraşırken,bu arada da hilafete kimin tayin edileceği hararetle konuşulur ve planlar yapılır.Öyle ki iş büyük bir patlak vermeye kadar gider.İslamdan önce olduğu gibi Medinede ki Evs ve Hazreç tekrar birbirlerine kılıç çekip eski düşmanlıklara dönme tehlikesine kadar varır.Ancak Müslümanların ittifakıyla ve tercihi ile Hz.Ebubekir seçilir.

Hz.Ebubekir peygamberimizin vefatından sonra gelerek yüzündeki örtüyü açar ve:”Mematında hayatın gibi ne güzel ya rasulallah-diyerek öpüp ağlar ve yüzünü örterek etraftakilere teselli verir.

Neticede Hz.Ebubekirin islamdan önce ve sonra da hep peygamberimiz ile beraber oluşu,hicretteki beraberliği,Kur’anca böyle tavsifi,rasulullahın onu imam tayin etmesi meseleleri ile ilk seçimle cumhur tarafından Hz.Ebubekir hilafete getirilir.

Hz.Ebubekir kendisinden sonrası için herhangi birisini tayin etmez.Ve Hz.Ömer seçilir.Hz.Ömer de şehid edilip vefat edeceği anda Müslümanlar tarafından oğlu Abdullahı tayin etmesi istenilince,bir evden bir şehid yeter,Müslümanlar kendi halifelerini kendileri seçsin diyerek herhangi bir kimseyi tayin etmez.

Üçüncü Halife olarak Hz.Osman seçilir.

Her üçünün hilafetinde de Hz.Ali onların kâdıl Kudat-ı yani baş hakimlik görevini yapar.Hz.Ebubekir halife olduğunda ikinci gün giderek onu tebrik eder.Hz.Ömer sefere çıkacağı zaman yerine Hz.Aliyi bıraktığında bunu kabul eder.Eğer aralarında bir problem olmuş olsa idi ya kabul etmez veya kabulden sonra çekilmez veya da onlara karşı baş kaldırırdı.Eğer bir haksızlık durumu söz konusu olmuş olsa idi böyle bir şahsiyetin haksızlığa karşı sessiz kalması düşünülemezdi.

Hz.Osmanın evinin etrafının çevrildiğini,Hz.Osmanın tehlikede olduğunu duyar duymaz Hz.Hasan ve Hüseyini göndererek korumalarını,muhafızlığını üstlenmelerini sağlar.Buna rağmen şehit edildiğini duyunca çocuklarını azarlayarak onları dövmeye kalkar.Ancak onların;isyancıların arkadan merdiven dayayarak içeri girip öldürdükleri özrünü beyan etmesi üzerine dövmekten vaz geçer.

Hz.Aişe ile yapılan Cemel vak’ası ve Hz. Muaviye ile yapılan Sıffin vak’aları bir içtihad neticesinde vuku bulmuş olmaktadır.Bu durumda da isabet eden Hz.Ali ve taraftarları iki sevab alırken,Hz.Aişe ve Muaviye taraftarları bir sevab almışlardır.Kesinlikle küfrü gerektirecek bir olay değildir.Burada hem katil hem maktul ehli cennettir.

Evliyalar silsilesinin başı olan Hz.Ali gibi bir şahsiyetin zahiren siyasette başarılı olamama gibi görülen husus,onun geçici dünya saltanatından ziyade,ebedi manevi saltanatın sultanı oluşundandır.

Hz.Aliye;neden kendisinden öncekilerin döneminde olmayan karışıklıkların kendi döneminde olduğunun sorulması üzerine şöyle demiştir:Onların döneminde bizler vardık,ancak bizim dönemimizde onlar yoktur.

Hz.Hüseyine kerbalada yapılan ciğer parçalayıcı durum tüm Müslümanları dağdar etmektedir.Yezidin zulmü tel’in edilmektedir.

Bugün yirmi kola ayrılmış olan Şiilik,Rafizilik ve Aleviliğin temelinde Yemenli bir Yahudi olan Abdullah bin Sebenin ekmiş olduğu Yahudilik tohumları bulunmaktadır. Bundandır ki Şiilikde de Yahudi inancı hakim durumdadır.

Peygamberimiz bir gün Hz.Aliye;Sende Hz.İsanın sureti var,demiştir.Nasıl ki Hz.İsaya bir kısım Yahudi düşman olup onu inkar ederken bir kısmı da ona ilah demiştir.

Hz.Aliye de Hakem olayından sonra,-Hüküm ancak Allahındır-diyen hariciler huruc edip Hz.Aliye düşmanlık besleyip onu tekfir ile inkar ederken,bir kısım şiada Hz.Aliye ilahlık isnadında bulunmuştur.

Hz.Ali kendisine;Sen Allahsın,diyen Yahudi ve münafığı öldürmeye kalkınca kurnazlığından;Elbetteki Allahlar öldürür,diyerek,öldürülmekten kurtulmuş ve Hz.Ali onu sürmüştür.Bu olaylar ta o zamandan başlamıştır.

Bu güne kadar ehli sünnetin dışında gelen tüm hikayeler birer uydurmadır.Gerçek Kur’anın bu olmayıp Hz.Alinin yanındakidir,denilerek Hz.Ali gibi bir şahsiyete Kur’anı saklama iftirasında bulunmaktadırlar.İslamın en küçük bir meselesi için her şeyini feda eden bir insanın,islamın temeli olan Kur’anın yanlış olmasına ses çıkarmaması ve yanında olduğu söylenilen Kur’anı çıkarmaması tam bir iftira ve onu tanımamaktır.

Bu konuda “Tezkiye-i ehl-i beyt”kitabını yazan H.Hilmi Işık şahit olduğu bir hatırayı şöyle anlatmaktadır:”Maarif meclisine gittiğim zamanlarda,Şiilerin birkaç sandık içinde,bir tefsirleri geldi.Basılmasına izin verilmedi.Sebebini sordular,şeriata uymayan bir yeri mi var,dediler.Evet,Hz.Alinin kafir olduğunu yazıyorsunuz,dedim.Hiddetinden gözleri döndü.Kızma!Dinle dedim:Başında yazılmış ki,Hz.Talha Hz.Aliye sordu ki,Hz.Osman Kur’anı kerimden yetmiş ayeti,Hz.Ömerde seksen ayeti çıkardı deniyor.Bu söz doğru mudur?Hz.Ali,evet doğrudur dedi.Hz.Talha yine sordu ki,değişmemiş olan Mushaf sende imiş,öyle mi?Hz.Ali,evet bendedir.Hem de bu Kur’anın iki katı bende var,dedi.Sende bulunan Kur’anı Müslümanlara göstermiyecek misin?dediler.Eğer Ebubekir yerine,beni halife yapsalardı verirdim.Bana biat etmedikleri için,vermiyeceğim ve vasiyet edip,kıyamete kadar evladımın elinde gizli kalsın diyeceğim,buyurdu.

Tefsirinizde böyle yazıyor.Senden Allah rızası için soruyorum ki,Yehudiler,Tevrattaki Muhammed aleyhisselamı bildiren yirmi ayeti sakladıkları için,Allahu taala Kur’anı Kerimde bunların kafir olduklarını bildiriyor.(Ayetlerimi saklayandan daha zalim,daha çok kafir olur mu?) buyuruyor.Hz.Ali (RA) Kur’anı Kerimin iki mislini salkıyarak üç binden fazla ayeti kerimeyi saklamış oluyor.Bu yazınız ile,Allahın arslanını daha zalim,daha kafir yapmış olmuyor musunuz?Allah için,buna doğru cevab ver,dedim.

Şaşırıp kalıp,bir cevab veremedi.Ben ne şii,ne de Sünni değilim.Ben Masonum,dedi.”[1]

Eğer sadece şii olanlar Müslüman olup cennete girecekse,sekiz katlı cennet acaba onlara çok değil mi?

Bu konuda Rafizi olanlar ifrat durumdadırlar.Hadisde:”Benden sonra,rafizi denilen kimseler meydana çıkacak.Onlara rastlarsanız,öldürünüz.Çünki onlar,müşrikdir.Ali bunların alameti nedir?diye sordu.Onlar,sana aşırı bağlılık gösterecek,sende bulunmayan şeyleri,sana söyliyeceklerdir.Kendilerinden önce gelen din büyüklerini kötüleyeceklerdir.”(Darekutni )

Bugün başta İran olmak üzere Hz.Aliye olan muhabbet,Hz.Ebubekir ve Hz.Ömere olan düşmanlıktan kaynaklanmaktadır.

İslamın çıktığı dönemde dünyada iki süper devlet bulunmakta idi.Biri Sasani imparatorluğu yani İran,diğeri ise Bizans idi.Hz.Ömer bunların bu saltanatını Sa’d bin ebi Vakkas komutasındaki ordu ile yerle bir etti.Adeta onun kinini Hz.Aliye muhabbetle gerçekte ise onlara düşmanlıkla sürdürmektedirler.

Şiiliğin yayılmasında 45 yaşında ölen Şah İsmailin büyük katkısı olmuştur.Ancak Şiiliğin anadoluya önemli çapta yayılmasını ise Yavuz Sultan Selim engellemiştir.

Şii alimlerinin iddiaları delil ve kaynaktan ziyade yoruma dayanmaktadır.Görüşleri mesnedsizdir.

Ancak nasılki bir Sünni,Sünni olduğunu söylediği halde Sünnilikten uzaksa,bir şii ve özellikle alevi de Hz.Aliyi sevdiğini söylediği halde onun yolundan uzak bir yaşantı içerisindedir.

Zira namazda en fazla itina gösteren ve bu önemli yolda ölen odur.Onu sevenlerinde kendilerini o yola adamaları gerekirken,nefsi bir fetva ile o namazda öldürüldüğü için kılmadıklarını söylemektedirler.Acaba yemek yerken veya su içerken öldürülmüş olsa idi bu insanlar bunu yapmıyacaklar mı idi?

Hz.Ali;Bir denize bir damla içki düşse,orası kurusa,ot yeşerse,o otu bir koyun yese,ben onun sütünü içmem,etini yemem,diyen bu zatın haramdan kaçışı nerede,onu sevdiğini söyleyenlerin durumu nerede?

Kişi sevdiğiyle beraberdir.Onu sevenin onunla beraber ve onun gibi olması veya ona benzemesi gerekir.

Ancak son dönemlerde Sünniler ile Alevilerin arasındaki köprüler siyasetin önderliğinde ortadan kaldırıldı,aradaki buzlanmalar arttırılmış,sonuçta düşmanlığa vardırılmaya çalışılmıştır.İç ve dış tahrikler sonucu menfiliklere pirim verilmiştir.

Buna rağmen alt vatandaş yönünde pek önemli problem olmamakta,anlaşma,konuşma hatta akrabalık bağları bile tesis edilmektedir.

Bu soğukluğun giderilmesi,iletişim ve yakınlığın sağlanarak ortak noktalarda birleşilmesi ve anlaşılması gerekmektedir.Gayrı müslümle anlaşan bir müslümanın bir çok noktalarda birliği olan insanlarla anlaşamaması düşünülemez.

Gerek halk seviyesinde gerekse de alimler seviyesinde buluşulması gerekir.

Caferiler bu noktada biraz daha ılımlı bir yol izlemektedirler.Deliller serdedilmeli,meselelere insafla yaklaşılmalıdır.

Caferiler namazı üç vakit olarak kılmalarını,Hud.114.ayete ve İsra.78.ayete dayandırırlar.Ancak bununla beraber onlar içinde efdal olan namazın kendi vakitleri olan beş vakit içerisinde kılınması,üç vakitte kılınmasının bir kolaylıktan dolayı tercih edildiğini ve ağırlık kazandığını ifade etmektedirler.Tıpkı bizde sadece hacda yapılan cem-i takdim ve tehir onlarda tüm zamanlarda delil olarak alınmaktadır.

Caferiler secde de alınlarını koydukları toprak cinsinden bir şeyi yanlarında bulundurmaları tamamen yoruma dayalı bir uygulamadır.Rasulullahın alnını toprak üzerine koyup secde etmesi,yerin sertliğinin hissedilmesi amacıyla olup,alna toprağın doğrudan teması şart değildir.Zira kendilerinin de ifade ettiği gibi Rasulullah hasır üzerine de secde etmiştir.O ise toprak değil.Belki yorumla,o da topraktan oluşmuştur diyerek tekellüflü bir tevil içerisine girilmiş olur.

Bir delil olarakta: “Hişam bin Hakem diyor; ben Hz. İmam Sadık (a.s)’a nelerin üzerine secde etmenin caiz olduğunu sorduğumda, İmam (a.s) şu cevabı verdi: “Secde sadece yere ve yenilen ve giyilenleri hariç, yerden bitenlerin üzerine caizdir.” Ben: “Fedan olayım, bunun sebebi nedir?” dedim. Hazret şöyle buyurdu: “Çünkü secde etmek Allah karşısında huzu etmek ve küçülmek demektir. Bu yüzden de yenilecek ve giyilecek şeyler üzerine secde etmek doğru değildir. Zira dünya oğulları, (düşkünleri) yedikleri ve giydikleri şeylerin kullarıdırlar. Halbuki secde eden, secde anında Allah’a kulluk etmektedir. Dolayısıyla da ona secde halinde dünyaya aldanmış olan dünya uşaklarının mabudu olan şeylerin üzerine alnını koyması doğru olmaz. Alnını yere koyması ise daha efdaldir. Çünkü bu, Allah’a karşı tevazu ve küçüklüğünü göstermek için daha uygundur.” [2]

Aleviler kendilerini kendi sitelerinde şöyle tanımlarlar,belki de öyle görünmek isteyen birkaç kişi tarafından:”

“Alevilik nedir, Aleviler kimlerdir?

Alevilik çeşitli ve farklı kültürlerden, dinlerden, inançlardan aldığı ögeleri sentezleyerek bünyesine alarak orjinal bir öğreti yaratmıştır. Alevilikte Hırıstiyanlık’tan, İslamiyet’ten, Budizim’den, Mani inancından, Zerdüşlük’ten, Anadolu’nun yerli inançlarından vb. unsurlar görülür. Düşünüldüğünün tersine Alevilik İslamiyet’ten farkı, onun şartlarına, olmazsa olmazlarına uzak duran bir felsefedir.

Alevilik; insanı merkezine koyan (insanı merkez alan) Anadolu’ya özgü eşi benzeri olmayan bir felsefe, bir inanç, bir yaşam biçimi, bir kültür, bir öğreti ve hatta bunların tümünü de aşan bir toplumsal olgudur.“

“Alevi öğretisinin temelini insan sevgisi yani hümanizm oluştur. Aleviler insanda tanrısal özellikler görürler. Onlara göre insan tanrının yeryüzündeki yansımasıdır. İnsana gösterilecek sevgi ve saygı yeryüzündeki her türlü ibadetten daha değerlidir. İnsana değer verilmelidir çünkü insan dünyadaki her şeyin yaratıcısıdır. İnsan yaratan ve yaşatandır. Hümanizm, insan sevgisi temelinde tüm “kerametlerin/ mucizelerin” insanda olduğuna inanır. Bunu “her ne arar isen insanda ara” özdeyişiyle dile getirir.”

“Alevilik dogmatik ve bağnaz değildir. Aleviler kuralcı ve biçimciliği reddederler. Öze, önem verirler. Diğer dinlerde, inançlarda olan, insan yaşamının her alanına müdahale eden kendileri dışında “doğruyu” görmeyen katı donuk yaklaşımları Alevilikte bulamazsınız. Dogmatizme karşı, bilimden yana, insan aklının ve iradesinin özgürlüğüne inanırlar.”

“Alevilikte bir söz vardır: “Zaman sana uymuyorsa sen zamana uy!”

“Alevi öğretisinde “72 millete bir nazarla bakmak” ilkesi esastır.”( www. aleviyol. com)

-Haksız olarak Osmanlıya saldırılmakta,kendi menfilikleri setredilmektedir.

-1950’de başlayan dini solumaya adeta tahammül edilememektedir.

– Aleviler için sürekli canlı tutacak bazı kıbleler,onu sloganlayacak ve devam ettirip arkasında bir çoklarını sürükleyecek oyunlar hep pazarlanmaktadır.Tıpkı Dersim ve Sivas olayları gibi.Gündemde tutmak için sürekli kızdırılıp pişirilmekte,kinler canlı tutulmaktadır.-Gelin canlar kardeş olalım-sözünün yerini düşman olalım almaktadır.

Alevilerdeki inanç ve yaşayışta farklı farklıdır.Sünni gibi yaşayanından,sünni dışı yaşayanına kadar hepsi mevcuttur.

Alevilerin gerçek kimliklerinin gösterilmesi ve onlara öğretilmesi gerekir.Tıpkı sünni olduğunu söyleyenlerin,sünnet dışı yaşamaları gibi…

Bu konuda Bediüzzaman şu açıklamalarda bulunur:

“Evet çoklar var ki, büyüklerine ve mürşidlerine itimad edip tenbellik eder. Hattâ bazan, “Namazımız kılınmış” der. (Bir kısım Alevîler gibi)…”[3]

“ Sevad-ı a’zama ittiba edilmeli. Ekseriyete ve sevad-ı a’zama dayandığı zaman, lâkayd Emevîlik, en nihayet Ehl-i Sünnet cemaatine girdi. Adedce ekalliyette kalan salabetli Alevîlik, en nihayet az bir kısmı Râfızîliğe dayandı.”[4]

“Herşeyin ifrat ve tefriti iyi değildir. İstikamet ise hadd-i vasattır ki, Ehl-i Sünnet Ve Cemaat onu ihtiyar etmiş.

…Belki Ehl-i Sünnet, Alevîlerden ziyade Hazret-i Ali’nin (R.A.) tarafdarıdırlar. Bütün hutbelerinde, dualarında Hazret-i Ali’yi (R.A.) lâyık olduğu sena

ile zikrediyorlar. Hususan ekseriyet-i mutlaka ile Ehl-i Sünnet Ve Cemaat mezhebinde olan evliya ve asfiya, onu mürşid ve şah-ı velayet biliyorlar. Alevîler, hem Alevîlerin hem Ehl-i Sünnetin adavetine istihkak kesbeden Haricîleri ve mülhidleri bırakıp, ehl-i hakka karşı cephe almamalıdırlar. Hattâ bir kısım Alevîler, Ehl-i Sünnetin inadına sünneti terkediyorlar.”[5]

“Ey ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat! Ve ey Âl-i Beytin muhabbetini meslek ittihaz eden Alevîler! Çabuk bu manasız ve hakikatsız, haksız, zararlı olan nizaı aranızdan kaldırınız. Yoksa şimdiki kuvvetli bir surette hükmeyleyen zındıka cereyanı, birinizi diğeri aleyhinde âlet edip ezmesinde istimal edecek. Bunu mağlub ettikten sonra, o âleti de kıracak. Siz ehl-i tevhid olduğunuzdan uhuvveti ve ittihadı emreden yüzer esaslı rabıta-i kudsiye mabeyninizde varken, iftirakı iktiza eden cüz’î mes’eleleri bırakmak elzemdir.”[6]

“Münafık öldükten sonra namazı kılınmaz” mealindeki âyet, o zamandaki ihbar-ı İlahî ile bilinen kat’î münafıklar demektir. Yoksa zan ile, şübhe ile, münafık deyip namaz kılmamak olmaz. Madem “Lâ ilahe illallah” der, ehl-i kıbledir. Sarih küfür söylemese veyahut tövbe etse, namazı kılınabilir. O Aliköy’de Alevîler çok olduğunu ve bir kısmı Râfızîliğe kadar gidebilmesi nazarıyla, onların en fenası da, münafık hakikatına dâhil olmamak lâzım gelir. Çünki münafık itikadsızdır, kalbsizdir ve vicdansızdır, Peygamber (A.S.M.) aleyhindedir. (Şimdiki bazı zındıklar gibi.) Alevî ve Şiîlerin müfritleri ise; değil Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, belki Âl-i Beyt’in muhabbetinden, ifratkârane muhabbet besliyorlar. Münafıkların tefritlerine mukabil, bunlar ifrat ediyorlar. Hadd-i Şeriattan çıktıkları vakit, münafık değil ehl-i bid’a oluyorlar, fâsık oluyorlar; zındıkaya girmiyorlar. Hazret-i Ali Radıyallahü Anh yirmi sene hürmet ettiği ve onlara şeyhülislâm mertebesinde onların hükmünü kabul ettiği Ebu Bekir, Ömer, Osman (Radıyallahü Anhüm)e ilişmeseler, Hazret-i Ali Radıyallahü Anh o üç halifeye hürmet ettiği gibi, onlar da hürmet etseler, farz namazını kılsalar yeter.

Hem madem Risale-i Nur şakirdlerinin en büyük üstadı, Peygamber’den (A.S.M.) sonra Celcelutiye’nin şehadetiyle İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu’dur; onun muhabbetini dava eden Şiîler, Alevîler, Risale-i Nur’un derslerini Sünnîlerden ziyade dinlemeseler, Âl-i Beyt’e muhabbet davaları yanlış olur. Zâten kaç sene evvel, o Alevî köyünde üç Ali’nin himmetiyle masumlar Risale-i Nur’u şevk ile yazmalarını işittim. Hattâ o zamanda, o köyü de duama dâhil etmiştim. İnşâallah yine orada imam olmak istenilen kardeşimiz Ali’nin himmetiyle ve Hâfız Ali’nin (R.H.) vârisi Küçük Ali gibi kardeşlerimizin gayretiyle, onların hakkındaki dualarım boş gitmeyecek; o köydeki iki kısım Sünnî, Alevî ittifak edecek.”[7]

“Galib kardeşimiz Alevîler içinde Kadirî, Şazelî, Rüfaî Tarîkatlarının bir hülâsasını Sünnet-i Seniye dairesinde Hulefa-yı Raşidîn, Aşere-i Mübeşşere’ye ilişmemek şartıyla muhabbet-i Âl-i Beyt dairesinde bir tarîkat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve imanı kurtarmak ve bid’alardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç-dört faidesi var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve müfrit Râfızîlik ve siyasî Bektaşîlikten [8]bir derece muhafaza etmek için ehemmiyetli faidesi var.

İkincisi: Hubb-u Ehl-i Beyt’i meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat da etse, Râfızî de olsa; zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler. İslâmiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarîkat namına çekmek, büyük bir faidedir.

Hem bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı siyasî cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakârlıklarından istifade edip kendilerine âlet etmemek için Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur şakirdlerinin üstadı İmam-ı Ali’dir (R.A.) ve Nur’un mesleğinde hubb-u Âl-i Beyt esastır, elbette hakikî Alevîler kemal-i iştiyakla o daireye girmeleri gerektir.”[9]

“İşte; şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damariyle, en ziyade İslâmiyet’i ve hakikat-ı Kur’aniyeyi muhafazaya me’mur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikatı Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek, dehşetli bir darbeyi İslâmiyet’e vurmağa çalışanlar meydanda geziyorlar.”[10]

“Lâkayd Emevîlik nihayet Sünnet Cemaate, salabetli Alevîlik nihayet Râfızîliğe dayandı.”[11]

BEN BİR ALEVİYDİM

(Alevi bir öğretmenin hatırası)

Genelde herkes ailesinin dini üzeredir.Ben de bir alevi ailesinde dünyaya geldim.Otomatikman bir alevi olmuş oldum.

Okumayı seven bir kimse idim.Okudum ve ilk okul öğretmeni oldum.Bir müddet sonra tayinim Bitlis’e çıktı.Çok korkmuştum.Kürtlerin içerisine nasıl gidecektim!Eğer benim birde alevi olduğumu öğrenirlerse halim ne olurdu?

Bu düşünceler içerisinde iken,çok sevdiğim Hasan Sabbah’ı rüyamda,bir uçağın içerisinde o ve ben olduğumuz halde Bitlis’e doğru gidiyorduk.

Bu bana bir işaret oldu.Artık rahatlıkla gidebilirdim.Gönlüm rahatlamıştı.

Hanımım oruç tutuyordu ama ben tutmuyordum.Tutamazdım da..çünki aleviydim!tutmamam gerekiyormuş!..öyle diyor dedelerimiz…

Küçük de bir çocuğumuz vardı.Buna her gün süt gerekmekteydi.Çünki annesinin sütü yoktu.Komşumuz olan imam efendi,sağ olsun devamlı bize yakınlık gösteriyor,süt gönderiyor hatta para bile almıyordu.

Bu hoca efendinin göstermiş olduğu bu müsbet hareket,bende büyük etki yaptı.

Bir gün hanım;-Bey!Bu hoca efendi bize bu kadar iyilikte bulundu,bari hiç olmazsa sen de arada bir camiye namaz kılmaya git,bir görün…

Ben de namaz kılmasını bilmediğimi söyledim.

Hanım ise bana,onların yaptığı gibi yapmamı söyledi.

Eni sonu gittim gittim..zorda olsa haftada bir iki sefer tepkileri de üzerime çekmemek hem de minnet borcumu ödemek için gidiyordum.

Bir ara çarşıya çıktığımda gizlice bir kitapçı dükkanına gidip,resimli bir namaz hocası aldım.Böylece namazın kılınışını daha iyi öğrenmeye başladım.

Bir gün yine namazdan çıktığımda hoca efendi elimden tutarak;Hoca,bugün bize gideceğiz,diyerek beni evine götürdü.

Bana bir kitap okudu.Çok hoşuma gitmiş,beni çok etkilemişti.

Sohbet sonrası ayrılırken kitabı vermesini istedim,bir niyetim de içerisinde bazı eksiklikleri bulup tesbit ederek,hocaya itirazda bulunmaktı.

Yanıma kağıt kalem koyup okumaya başladım.Bir kitap,iki kitap,üç kitap derken,hiç birisinde bir eksiklik ve itiraz edecek bir nokta bulamamıştım.

Bu kitablar Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur eserleri idi.

Gün be gün kendimde bazı değişikliklerin farkına varıyordum.Artık namazı sürekli kılmaya karar verdim.

Bir Cuma günü camiye gittiğimde hocanın hutbesinin konusu aleviler olmasından dolayı,hoca Alevileri atıp tutuyordu.Dikkatimi çekerek dinlemiş ancak rahatsız olmamıştım.

Namaz sonu herkes çıkmış,bir hoca bir de ben kalmıştık.O zamana kadar kimse benim alevi olduğumu bilmiyordu.

Hocaya dönerek;Hocam,ben de aleviyim,der demez şaşıran hoca,Öyle mi?deyip ağlamaya başladı.Ben ise kendisine;Hocam,bu söyledikleriniz daha onda biri bile değil,dediysem de,hoca çok üzülmüştü.

Yaz tatilinde memleketime gitmedim,orada kalıp Kur’an-ı Kerim’i öğrenmeye başladım.Artık ben ve hanım beş vakit namazımızı kılıyorduk.

Babam gil bizi arayıp,gitmeme sebebini sorduklarında da;yolun uzak oluşu bahanesini öne sürerek geçiştirmeye çalışıyorduk.

İki yıl kadar sonraydı.Babam bize gelmişti.Hanımı önceden tenbihleyerek;sofrayı kurmasını,benim sofraya biraz geç geleceğimi,eğer babam sorarsa özellikle namaz kıldığımı söylemesini planlamıştım.

Aynı planımız üzere babam beni sormuş,aynı cevabı alınca sofradan çekilerek,ısrarla yemek yemiyeceğini söylemeye başlamış.Benimde çok ısrarlarıma rağmen yememekte kararlıydı.Ben rahatça yemeğimi yemeye başladım.Yemeğini bitiren hanıma da;Namazı geçirmemesini,hemen kalkıp kılmasını tenbihledim.Bununla da ayrı bir şok olmuştu babam…

Buna rağmen Kırk gün bizde kalan babama kitap okuyor,açıklamalarda bulunuyordum.Ve nihayet babamda namaza başlamıştı.

Ancak köye dönen babamı akrabalar ve çevre sıkıştırarak tekrar namazı bıraktırmışlardı.

Bir yıl sonraki yaz tatilinde artık köye gitmemin,orada bu gerçekleri anlatmamın zamanı gelmişti.

Köyün gençlerini toplayıp onlarla sohbetler düzenledim.Gün be gün gelişmeler oluyordu.

Benim bu durumuma öfkelenen özellikle bir kısım yaşlılar sırf benim için İzmir’den üç tane dede getirttiler.Beni tekrar eski durumuma döndürmek istiyorlardı.Ancak böyle bir toplantıya köyün aydın ve kültürlü kimselerinin de katılmaları şartıyla kabul ettim.Öyle de oldu.

Bunlar Kur’an-ın 32 cüz olduğunu,iki cüz’ün eksik olduğunu söylüyorlardı.

Bende kendilerine;Öyleyse çıkarın,ortaya koyun o iki cüz’ü,madem varsa neden göstermiyorsunuz?Madem gösteremiyorsunuz,o halde bu 30 cüz’ü kabul edin!

Ancak bunlar bu iki cüz’ün Hz.Ali ile ilgili olduğu için çıkarılmış olduğu kanaatına varmakta ve öyle bir inanca zorlanmakta idiler.

Gençler ise onların tutarsız ifadelerine itibar etmeyip,benden taraf oldular.

Dedelerle de bir netice alamamışlardı.Fakat ben on’dan fazla gencin namaza başlamasıyla bir netice almıştım.

Bende yeni bir kanaat oluştu;Artık köye gelmeliydim.

Ve nihayet köyüme olmasa da,köyümüze yakın Sünni bir köye tayinimi yaptırmıştım.Hafta sonları köye gidiyor,gençlerle ilgileniyordum.Gözle görülür büyük bir gelişme oluyordu.

Ancak her hayırlı işin bir muzır manisi olduğu gibi,bizim bu gayretimizin de muzır manisi olmuş,12 Eylül ihtilali olmuştu.

Bir çok yerleri aradıkları gibi,bizi de aradılar.Kitaplardan dolayı suçlu bulunarak sürgüne yollandım.

Sürgün benim için bir terfi,tarlanın sürülmesi gibi olmuştu.Kendimi bulmuş,kafa dengi insanlarla karşılaşmıştım.Şimdilik çevremden uzaklaşmıştım.

Belki herkesi bağlamasa da,öyle cahilane hareketler oluyordu ki,Rusya’da bile benzeri yapılmıyordu.

Bazen dedeler geliyor,iki dem diye bir fasıl yapıyorlardı.

Birinci demde evli bekâr herkesi topluyorlardı.Onlarla adeta bir ayin ve oyun yapıyorlardı.

İkinci dem de ise sadece evli erkek ve kadınları topluyor,evli erkek ve kadınların serçe parmaklarını tutarak;sen şu erkekle,sen şu kadınla –farz bir emir gibi- yatma şartını koşuyorlardı.Bacı kardeş gibi olacaksınız,diyorlardı.

Saf ve masum olanlar,o kadın ve erkekle sırt sırta yatarken,açık gözlü görünenler güzel olan kadınları seçiyor ve onlarla sabahlayıp yatıyorlardı.Bu durum da kesinlikle dışarıya sızdırılmıyordu.

Biz Hz.Ali’yi seviyoruz diye iddia ediyoruz fakat asla onun yaşantısıyla ilgisi olmayan bir hayat içerisinde hayatımızı sürdürüyorduk.

Şu anda yurt dışında olan alevi bir arkadaşım da anlatmıştı;Kendisinin rafizi olduğunu,hristiyanlar gibi Hz.Ali’ye Allah dediklerini,öyle kabul ettiklerini ve bu durumda kendisi gibi bir çoklarının olup,ancak kendisinin Risale-i Nur’ları okuyarak kurtulmuş olduğunu anlatmıştı.

Sünniler islamiyeti bilmiyorsa,aleviler hiç bilmiyordu.

Veya yanlış telkinlerde sürekli kindar bir ortamda canlı tutuluyorlar.

Hepsi öylemiydi?Elbette değil.Aleviler Sünnileri,Sünnilerde Alevileri gerektiği gibi tanımıyorlar adeta tanımalarına müsaade edimiyordu.Sürekli çarpışmalı ortamlar oluşturuluyordu.

Bir gün Sünni arkadaşlar içerisinde konuşurken,Alevilerin sünnetsiz olduklarından bahsetti,alevi olan diğer bir arkadaşımız ona karşı;çıkarıp göstereyim mi?dedi.

Bu gibi hoş olmayan şeyler az değil.

Adeta birbirimizi kulaktan duyduğumuz sözlerle tanıyor ve tanıdığımız gibi de görmek istiyoruz.

Diyalog ve iletişim eksikliği ciddi boyutta mevcut.

Birkaç Sünni arkadaştan işitmiştim;Dedeleri zamanında Sünniler ile aleviler birbirlerine gider gelirler,samimilik ve dostluklarını devam ettirirlerdi.

Özellikle siyasetin açtığı yara ile bu yakınlık bir çok uçurumların açılmasına neden olmuştur.

Düşünemiyoruz ki;eğer babamız,bir büyüğümüz,çok sevdiğimiz birisi eğer yemek yerken öldürülmüş olsa,kesinlikle bizde yemek yemiyeceğiz mi deriz?Yoksa,madem o bu yemeği yerken öldü,severdi,bizde bunun gibi yapalım,bunu yiyelim veya normal olarak yemeye devam edelim derdik.

Hakeza,kitap okurken öldürülse idi,bizde o halde ve o yolda okumayalım demeyiz.

Hz.Ali madem ki şerefli bir görev olan namaz yolunda öldürülmüş,bizde aynı yolda ölünceye dek kılalım ve o yolda ölelim dememiz gerekmez mi?

Hz.Ali ki;Eğer bir denize bir damla içki düşse,orası kuruyup ekin olsa,o ekini bir koyun gibi hayvan yese onun etini yemem,sütünü içmem veya ekilse,ekmek olsa ben o ekmekten yemem,diyecek kadar içkiden kaçarken,teamüllere baktığımızda tersi durumlarla karşılaşmaktayız.

Her üç din mensubları da kendilerini kurtaracak bir mehdi ve Mesih beklemekteler.Böyle bir kurtarıcıyı beklemek elbette bizim de hakkımız vede ihtiyacımızdır.

Öyle inanıyorum ve iman ediyorum ki;Ana ve baba tarafından Hz.Ali’nin torunu olan Bediüzzaman Said Nursi ve onun Risale-i Nur eserleri biz aleviler için bir kurtuluş vesilesi ve bir kurtarıcı olacaktır.

Beni kurtaran bu hakikatlar,inşallah onları da kurtaracaktır.Yeter ki bir an evvel ulaştırılsın ve anlatılsın…

Zira bu insanlar asla hristiyan ve Yahudilerden daha azgın kişiler değillerdir.Onlar islama girip islamı yayarken,neden bizler uzak kalalım???

Bize uzanacak bir ele ihtiyacımız var ve o eli bekliyoruz.

Rahmeti ilâhiyyeden ümid vârız.

Bu aynı zamanda kulak verilmesi gereken bir feryattır…

Mehmet ÖZÇELİK

11-12-2002

[1] İslama hizmet.H.H.Işık.sh.64.

[2] Bihar-ül Envar c. 82 s. 147.

[3] Sözler.413.

[4] Mektubat.475.

[5] Lemalar.25-26.

[6] Lemalar.26,Emirdağ Lahikası.1/205.

[7] Emirdağ Lahikası.1/78-79.

[8] BEKTAŞİLER:Alevilikten esinlenmesine karşın kendilerini İslamdan ayrı düşünmediler. Tarikat izlenimini uyandırdılar. (Aşık, talip, muhip, derviş, baba halife, dede babalık aşamaları vardır.)7 halifeleri vardır. Hacı Bektaş yolunun öğrencilerinden olup da dergah ve tekkelerde hizmet edenlere derviş denir. Nikah birdir. Evlenen yoldan düşer. Cenazeleri Sünniler gibi kaldırırlar. Cenazeyi din büyükleri kaldırır. Sazsız semah okunur. Hıdır kurbanı ve orucu 11 Şubat’ta başlar, 4 hafta sürer. 12 gün Muharrem orucu tutulur. Tek namaz(oturduğun yerde), dik namaz(cenaze namazı), halk namazı(kırklar namazı) vardır arka arkaya kılınan namaz makbul değildir. Güneş bir nurdur. Güneş Muhammed, ay Ali’dir.”( ANADOLU VE BALKANLARDA ALEVİ YERLEŞMESİ. Yazar : Nejat BİRDOGAN)

[9] Emirdağ Lahikası.1/241-242.

[10] Tarihçe-i Hayat.501.

[11] Sünuhat-Tüluat-İşarat.21.




AHİLİK TEŞKİLATI VE ESNAFLIK

AHİLİK TEŞKİLATI VE ESNAFLIK

-AHİ TEŞKİLATI VE KURULUŞU :

Aslen İran’lı olan Ahi Evran,anadoluda kurduğu ahilik yani bir kardeşlik teşkilatıdır.Şimdiki esnaf dernek ve teşkilatlarının çekirdeğini oluşturup,maddi birlikle beraber,ağırlıklı olarak manevi birliği tesis etmeyi amaçlamaktadır.

Ahi,kardeşim anlamınadır.

Bu teşkilat Osmanlının son dönemlerine kadar Kırşehir’deki ahi babaya bağlı idi.

Bizzat bu teşkilatın reisi olmak kolay bir iş olmayıp,,esnafın oy birliğiyle terbiyeli,tecrübeli,ahlaklı bir kimse olması aranırdı.Padişah tarafından ahi babalığı bizzat padişahın beratıyla tasdik olunurdu.

Buralar şikayet mercii görevini görür,esnaf teşekküllerinin sistemli çalışmalarını organize ederdi.

Esnaf olabilmek için buranın izin ve onayı gerekli idi.Ancak onayın verilmesiyle o meslek icra edilir,törenle o kişi esnaflığa başlardı.

Ahi Evran 12.yüz yılda Kırşehirde yaşamış kendisi debbağ yani dericidir.

13.yüz yılda gelişerek anadoluda yayılmış,Osmanlının kuruluşunda önemli rol oynamıştır.

Bunun daha da gerisine gittiğimizde 9.yüz yılda Fütüvvet yani genç esnaflar teşkilatının temel teşkil ettiğini görürüz.Başlı başına bir genç esnafların kurmuş olduğu bir teşkilat olup,pasif değildir.

Bu teşkilat usta-kalfa-çıraklardan oluşmaktadır.

Her iki teşkilatta ekonomik olduğu kadar siyasi bir otoritedir.Nitekim Moğol istilasının durdurulmasında önemli rol oynamıştır.

Küçük bir yerde,küçük esnafların bir araya gelmeleri belki kolay olabilir ancak iletişimin şimdiki gibi yaygın olmadığı o dönemlerde tüm esnafları bir açtı altında toplayabilmek küçük ve küçümsenecek bir iş değildir.

Ahi teşkilatının reisi maddi ve manevi yönden otorite bir kişidir.

Bunların prensipleri islamın kurallarına uygun olarak belirlenmektedir.Bunlar kitaplarda da yazılarak,tüm esnafın bunlara uyma mecburiyeti söz konusudur.

Esnaf olacak kişilerde aranan bazı özellikler vardır.Bunlar;Vefa,doğruluk,emniyet,cömertlik,tevazu,nasihatta bulunma,doğru yola sevketme,affedici olma ve tövbe,onlarda bulunması gereken özelliklerden idi.

Bulunmaması gereken ve bulunduğunda esnaflıktan ihrac edilmeyi gerektiren özellikler ise;şarap içme,zina,yalan,gıybet,hile gibi davranışlardır.

Bu gün ise en fazla ihtiyaç duyulan bir şey ise;esnaflığın resmi olarak bir bağlılığın ötesinde,manevi ve samimi bir bağlılık içerisinde o ruhu canlandırmaktır.

-Esnaflık teşkilatını;Geçmişten günümüze ve Genel olarak iki şıkta ele alabiliriz.Birincisini de iki şıkta ele alıp;Ahi teşkilatı,kuruluşu,gelişmesi,ekonomik ve siyasi gücü,diğerini ise;günümüzde esnaflığın değerlendirilişi ve esnafların müşterilere bakışı açısından bakabiliriz.

Evvela alış-veriş insanlık tarihi boyunca süregelmiştir.Bir kimsenin başlı başına,başkasına ihtiyaç duymadan tüm ihtiyaçlarını karşılaması elbette mümkün değildir.

Ticaret ve esnaflık incelik ve zerafet,nezaket isteyen bir meslektir.

Esnaflıkta temel olarak Cesaret ve Emniyet şarttır.Bu iki özellik kendisinde bulunmayan kimse,esnaflıkta da başarılı olamaz.

Hz.Ömer’in esnaflara 28 öğüdü vardır.Bunlar tamamen hakların korunmasına yöneliktir.Nitekim bir bineğe taşıyacağı yükün üzerinde yük yüklenilmemesi.Bu durum bütün zamanlarda geçerli olan istiab yani taşıtın kapasitesi üzerinde yüklenilmesinde açacağı zararlar ifade edilmekte ve görülmektedir.

Esnaflardan beklenilen bazı fedakarlıklar vardır.Bu fedakarlıklar göz önünde tutularak,genel muhasebe yapılmalıdır.

Esnaf müşteriye hizmet vermek için vardır.

Esnaf ahlakı sürekli korunmalıdır.

Esnaf özellikle çağa ayak uydurmalıdır.Babadan kalma sıtandart,değişmeyen bir sistemi devam ettirmemeli,sürekli ihtiyaçları ve günün şartlarını göz önünde bulundurmalıdır.Aksi takdirde sürekli gelişen ve geliştirilen bir yerde erir,gider.

Esnaflıkta şeffaflık olmalı,müşteriye güven vermelidir.

Uzak bir memlekete giden ve bir iş yaptırmak durumunda olan bir vatandaşın ödeme zorluğuna karşı esnafın göstereceği kolaylık ve anlayış,güven hiçbir zaman unutulmayacaktır.Bu durum her yerde geçerlidir.O anlayış ve güveni göstermeyen esnaf ise,belki para kazanır ancak müşteri kaybetmiş olur.

Esnaf altıncı gibi müşterisini tanımalı,herkesi aynı kefeye koyarak değerlendirmemelidir.

Kişi bir iş yeri açacağı zaman,başkasının o işten büyük kârlar elde ettiğini görerek herkesin o iş yerini arttırması,hem kâr miktarını düşürür,hem de o yerin ihtiyacından fazla bulunmasından dolayı bir iki sene içerisinde bir çoğu dükkanını kapatmak mecburiyetinde kalacaktır.

İş alanlarına yatırılmayıp bankaya atıl olarak yatırılan paralar,toplumun hareketini ve bereketini götürür.Zararı sadece esnaf değil,parasını bankaya yatıran kimse de görür.O paralar üretime ve yeni iş alanlarına yatırılmalı ve tüm toplumun kazancına katkıda bulunulmalıdır.

Bir yerde bulunan esnaf vagon durumunda başkasının kendisini çekmesiyle giden kimse değil,lokomatif durumunda toplumu ve alış-veriş hayatını peşine katıp sürükleyen kimse olmalıdır.

İş yerleri sürekli yenilenmeli,yeniliklere açık olup,müşteri için cazib merkezler halini almalıdır.

Özellikle verilen siparişler istenildiği şekliyle yerine getirilmeli,esnaf verdiği ve aldığı sözü tutmalıdır.

Müşteri kapıda,güler yüzle,o kişiyi kazanmak amacıyla karşılamalı,ikramda bulup ona olan güvenini göstermelidir.

Elbette aynı şeyler müşteri içinde geçerli olup,oda aynı anlayış içerisinde bulunmalıdır.Zorlaştırıcı değil,kolaylaştırıcı olmaya çalışılmalıdır.

Dükkanlar sürekli temiz tutulmalı,her sabah temizlik yapılmalıdır.

Dükkanlara verilecek adlar,o yörenin örf,adet ve inancına uygun olmalıdır.Anlaşılmamasına değil,anlaşılmasına uygun olmalıdır.Dostlar pazarda ve alış verişte bulunsun kabilinden değil,ciddiyet içerisinde sürdürülmelidir.

Özellikle tartıyla iş gören esnaf mutlaka ve mutlaka ölçüye dikkat etmelidir.Kur’an-da yazıklar olsun diyerek ağır bir şekilde kınanan birkaç kişiden biri de eksik tartıda bulunanlardır.

“İnsanlardan, kendileri bir şeyi ölçerek aldıkları zaman tam alan; ama onlara bir şeyi ölçüp tartarak verdiklerinde eksik tutan kimselerin, vay haline!Bunlar, büyük bir günde tekrar dirileceklerini sanmıyorlar mı?O gün insanlar alemlerin Rabbinin huzurunda dururlar.Sakının; Allah’ın buyruğundan dışarı çıkanlar,muhakkak “Siccin” adlı defterde yazılıdır.”[1]

Müşteriye verilen mal özürlü olmamalı,verilse bile belirtilmelidir.Mal hakkında genel özellikleri söylenmelidir.Garantili olmalı,müşteri de kendi haklarını bilmelidir.

Kesinlikle müşteri aldatılmamalıdır.

İmam-ı Azam Ebu Hanife aynı zamanda ticaretle de uğraşmaktadır.İşçisine kusurlu bir malı göstererek bunu satmamasını söyler.Oda satar.İmam o sene sattığı malların parasının tamamını sadaka olarak dağıtır.

Fatih Sultan Mehmet istanbulu fethe çıkmadan önce esnafları kontrol etmek amacıyla tebdili kıyafette bulunup bir sabah çarşıya çıkar.

Bir esnaftan birkaç şey ister.Esnaf ise bir tanesini verip diğerlerini vermez.Olmadığından dolayı mı vermediğini soran Fatih’e esnaf;Beyefendi,aynı kalitede komşumda da var.Ben siftah ettim,o daha etmedi ,lütfen ondan alınız,der.Komşu dükkanda da aynı durumla karşılaşan Fatih;Böyle bir halka sahib olduktan sonra,İstanbulu değil,dünyayı bile fethedebileceğini söyler.

Kâr oranında kesin olarak belirlenmiş bir standart ölçü yoktur.Ölçülü olmalıdır.

06-07-2003

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Mutaffif.1-7.