RİSALE-İ NUR’DA RİSALE-İ NUR

RİSALE-İ   NUR’DA RİSALE-İ NUR

 “Ya Rab! Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle, âmîn…”[1]

“Bir kısım gençler tarafından şimdiki aldatıcı ve cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında “âhiretimizi ne suretle kurtaracağız” diye, Risale-i Nur’dan meded istediler. Ben de Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi namına onlara dedim ki: Kabir var, hiç kimse inkâr edemez. Herkes ister istemez oraya girecek. Ve oraya girmek için de üç tarzda üç yoldan başka yol yok.”[2]

“Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesat cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu gençlere, ben de eskiden Risale-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi dedim ki: Sizdeki gençlik kat’iyyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi’ olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte sarfetseniz, o gençlik manen bâki kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına sebeb olacak.”[3]

“Risale-i Nur’daki hakikî teselliye mahpuslar çok muhtaçtırlar. Hususan gençlik darbesini yiyip, taze ve şirin ömrünü hapiste geçirenlerin, Nurlara ekmek kadar ihtiyaçları var.”[4]

“İşte bu asırda İslâm ve Türk gençleri kahramanane davranıp iki cihetten hücum eden bu tehlikeye karşı, Risale-i Nur’un Meyve ve Gençlik Rehberi gibi keskin kılınçlarıyla mukabele etmeleri elzemdir. Yoksa o bîçare genç, hem dünya istikbalini, hem mes’ud hayatını, hem âhiretteki saadetini ve hayat-ı bâkiyesini azablara, elemlere çevirip mahveder ve sû’-i istimal ve sefahetle hastahanelere ve hissiyatın taşkınlıklarıyla hapishanelere düşer. Eyvahlar, esefler ile ihtiyarlığında çok ağlayacak. Eğer terbiye-i Kur’aniye ve Nur’un hakikatlarıyla kendini muhafaza eylese, tam bir kahraman genç ve mükemmel bir insan ve mes’ud bir müslüman ve sair zîhayatlara, hayvanlara bir nevi sultan olur.”[5]

“Denizli hapsindeki zâtların az zamanda Nurlardan fevkalâde hüsn-ü ahlâk dersini alanlarını gören bazı alâkadar zâtlar demişler ki: “Terbiye için onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini alsalar, daha ziyade onları ıslah eder.”[6]

Madem Risale-i Nur, bu mu’cize-i kübranın elinde bir elmas kılınç hükmünde hizmetini göstermiş ve muannid düşmanlarını teslime mecbur etmiş. Hem kalbi, hem ruhu, hem hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i Kur’aniyenin dellâllığını yapan ve ondan başka me’hazı ve mercii olmayan ve bir mu’cize-i maneviyesi bulunan Risale-i Nur o vazifeyi tam yapıyor ve aleyhindeki dehşetli propagandalara ve gayet muannid zındıklara tam galebe çalmış ve dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi’yle parça parça etmiş ve gafletin en kalın ve boğucu ve geniş daire-i âfâkında ve fennin en geniş perdelerinde Asâ-yı Musa’daki Meyve’nin Altıncı Mes’elesi ve Birinci, İkinci, Üçüncü, Sekizinci Hüccetleriyle gayet parlak bir tarzda gafleti dağıtıp, nur-u tevhidi göstermiş.”[7]

“Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki, onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir. Hattâ Risale-i Nur’un yüzer hüccetlerinden birtek hüccet-i Kur’aniyesi olan Yirmibeşinci Söz ile Ondokuzuncu Mektub’un âhiri, Kur’anın kırk vecihle mu’cize olduğunu öyle isbat etmiş ki; kim görmüşse değil tenkid ve itiraz etmek, belki isbatlarına hayran olmuş, takdir ederek çok sena etmiş. Kur’anın vech-i i’cazını ve Hak kelâmullah olduğunu isbat etmek cihetini Risale-i Nur’a havale ederek, yalnız kısa bir işaretle büyüklüğünü gösteren birkaç noktaya dikkat etti.”[8]

“Risale-i Nur’un yüzotuz kitabı, herbiri Kur’anın bir meziyetini, bir nüktesini kat’î bürhanlarla isbat etmesi ve bilhassa Mu’cizat-ı Kur’aniye Risalesi; şimendifer ve tayyare gibi medeniyetin hârikalarından çok şeyleri Kur’andan istihrac eden Yirminci Söz’ün İkinci Makamı ve Risale-i Nur’a ve elektriğe işaret eden âyetlerin işaratını bildiren İşarat-ı Kur’aniye namındaki Birinci Şua ve huruf-u Kur’aniye ne kadar muntazam ve esrarlı ve manalı olduğunu gösteren Rumuzat-ı Semaniye namındaki sekiz küçük risaleler ve Sure-i Feth’in âhirki âyeti beş vecihle ihbar-ı gaybî cihetinde mu’cizeliğini isbat eden küçücük bir risale gibi Risale-i Nur’un herbir cüz’ü, Kur’anın bir hakikatını, bir nurunu izhar etmesi; Kur’anın misli olmadığına ve mu’cize ve hârika olduğuna ve bu âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı ve bir Allâm-ül Guyub’un kelâmı bulunduğuna bir imzadır.”[9]

“Hususan Sure-i Nur’dan âyât-ün nur, on parmakla Risale-i Nur’a baktığı gibi, arkasındaki âyât-ı zulümat dahi muarızlarına tam bakıyor ve ziyade hisse veriyor. Âdeta o makam, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder ve bu asırda o külliyetin tam bir ferdi Risale-i Nur ve şakirdleridir diye hissettim.”[10]

“Risale-i Nur’da kat’î isbat edildiği gibi- beşerin küfrü, kâinatın ve ekser mahlukatın hukuklarına öyle bir tecavüzdür ki, semavatı ve arzı kızdırıyor ve anasırı hiddete getirip tufanlarla o zalimleri tokatlıyor.”[11]

“Risale-i Nur’un cerhedilmez hüccetleri kat’î isbat etmiş ki: Kur’anın hakikî tercümesi kabil değil ve lisan-ı nahvî olan lisan-ı Arabî yerinde Kur’anın meziyetlerini ve nüktelerini başka lisan muhafaza edemez ve herbir harfi, on adedden bine kadar sevab veren kelimat-ı Kur’aniyenin mu’cizane ve cem’iyetli tabirlerinin yerini, beşerin âdi ve cüz’î tercümeleri tutamaz, onun yerinde câmilerde okunmaz diye Risale-i Nur her tarafta intişarıyla o dehşetli plânı akîm bıraktı.”[12]

Bu ikinci mebhas, en derin ve en müşkil bir sırr-ı kader mes’elesidir. Bütün ülema-i muhakkikînce en ehemmiyetli ve münazaralı bir mes’ele-i akaid-i Kelâmiyedir. Risale-i Nur tam halletmiş.”[13]

“Bu mevzuları bize ders verecek bir eser aradık. Nihayet bu hayatî ve ebedî ihtiyacımızı, asrımızın fehmine uygun ve ikna edici bir tarzda ders veren ve yarım asra yakındır, büyük bir itimad ve emniyete mazhar olmakla en muteber dinî bir eser olan “Risale-i Nur”u intihab ettik.”[14]

            “Evet, bu çeşit ihtiyacımızı tam karşılayacak olan bir eseri bulmak için çok dikkat ve itina ile aradık. Nihayet, hem Türk gençliğine, hem umum Müslümanlara ve beşeriyete Kur’anî bir rehber ve bir mürşid-i ekmel olacak bir eserin Bediüzzaman Said Nursî’nin Risale-i Nur eserleri olduğu kanaatına vardık. Bizimle beraber, bu hakikata Risale-i Nur’la imanını kurtaran yüzbinlerle kimseler de şahiddir.”[15]

“Evet, yirminci asırda küllî ve umumî bir rehberlik vazifesini görecek Kur’anî bir eserin müellifinin, şu hususiyetleri haiz olmasını esas ittihaz ettik. Bu hâsiyetlerin de tamamıyla Risale-i Nur’da ve müellifi Bediüzzaman Said Nursî’de mevcud olduğunu gördük.”[16]

Bu zamanda, böyle bir dava vekilinin, Risale-i Nur olduğuna Risale-i Nur’la imanlarını kurtaran milyonlarca kimseler şahiddir.”[17]

“Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir kanaatına varılmıştır.”[18]

            “Ve yine Risale-i Nur’daki bu imtiyazdan dolayıdır ki, bu mübarek İslâm milletinden milyonlarca bahtiyar kimseler, tercihan ve ziyade bir ihtiyaç duyarak, büyük bir iştiyak ve sevgiyle senelerce devam eden tazyikatlar içerisinde Risale-i Nur’u okumuşlardır.”[19]

Hem Risale-i Nur ihtiyaç zamanında te’lif edildiğinden; Türkiye ve İslâm Dünyası genişliğinde gelişmiş ve dünyayı alâkadar eden bir imtiyaza mazhar olduğunu gözlere göstermiştir…”[20]

“Hem Bediüzzaman hakkında malûmat almak isteyen kardeşlerimize, bunun ancak ve ancak Risale-i Nur Külliyatını dikkat ve devamla okumak suretiyle mümkün olduğunu arz ederiz.”[21]

            “Aziz kardeşlerim! Bu mübarek vatan ve milletin ve âlem-i İslâmın ebedî saadetini ve kurtuluşunu ve dolayısıyla yeryüzünde umumî sulh ve selâmeti temin edecek bir inayet ve kudrete mâlik olan Risale-i Nur’un şahs-ı maneviyesinde şöyle gayet sağlam kuvvetler toplanmış ve imtizac etmiştir.”[22]

“Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur davasında öyle bir itminanı, öyle bir sıdk ve sadakatı, öyle bir sebat ve metaneti, öyle bir ihlası vardır ki: Din düşmanlarının o kadar şiddetli zulüm ve istibdadları, o kadar hücum ve tazyikatları ve bunlarla beraber maddî yokluklar içinde bulunması, davasından vazgeçirememiş ve küçük bir tereddüd dahi ika’ edememiştir.”[23]

            “Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.”[24]

            “Said Nursî, Kur’an ve imana hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve manevî menfaat, salahat ve velilik gibi manevî makamları maksad ve gaye etmeden, sırf Cenab-ı Hakk’ın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca “Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır” gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi, Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur’anın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur Talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir.”[25]

“Millî Müdafaa Vekaletinde yirmibeş sene hizmet görmüş muhterem âlim bir zâtın, şimdi aramızda bulunan bir kısım arkadaşlarımızla, evvelki gün ziyaretine gittiğimiz vakit, Bediüzzaman Hazretleri hakkında demişti ki: “Bediüzzaman’ın nasıl bir zât olduğunu anlayabilmek için, Risale-i Nur Külliyatını dikkatle, sebatla okumak kâfidir. Size bir misal olarak, yalnız dünyevî iktidarı bakımından derim ki: Bediüzzaman, Risale-i Nur’un şahs-ı maneviyesiyle yalnız bir devleti değil, dünya yüzündeki milletlerin idaresi ona verilse, onları selâmet ve saadet içinde idare edecek bir iktidar ve inayete mâliktir.”[26]

“Büyük ve salâbetli bir âlim olan Şeyhülislâm merhum Mustafa Sabri Efendi, Mısır’da Risale-i Nur’a sahib çıkmış ve Câmi-ül Ezher Üniversitesinde en yüksek bir mevkiye koymuştur.”[27]

“Risale-i Nur, İslâmiyet’in gayet keskin ve elmas bir kılıncıdır. Bu hakikatlara bir delil ise, Bediüzzaman’ın zalim hükümdarlara ve kumandanlara, ölümü istihkar ederek, hakikatı pervasızca tebliğ etmesi ve dünyayı saran dinsizlik kuvvetine mukabil, hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi, kendini feda ederek, istibdadın en koyu devrinde neşretmesi ve bu kudsî hakikata, cansiperane hizmet etmesidir.” [28]

            “Said Nursî, bazan bir talebesine Risale-i Nur’dan okuyuvermek nimetini lütfettiği zaman der ki: “Bu benim dersimdir. Ben kendim için okuyorum. Bu risaleyi, şimdiye kadar belki yüz defa okumuşum. Fakat, şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım var.”[29]

            “Üstad, şöhretten fiilen ve hâlen bu kadar kaçmasına rağmen, her ne hikmetse, insanlar âdeta bir sevk-i İlahî varmış gibi, istimdadkârane ona koşmuşlardır ve ona akın etmektedirler. Ve onun mahz-ı hak olan bu kudsî seciyesi, Risale-i Nur gibi cihanşümul bir esere hâdim olmuştur…”[30]

“Kur’anda bulduğu deva ve dermanları kaleme alarak, bu zamanda bir halâskâr-ı İslâm ve nev-i beşerin saadetine medar olan Risale-i Nur eserlerini meydana getirmiştir.”[31]

“Evet bin seneden beri âlem-i İslâmiyet ve insaniyet, Risale-i Nur gibi bir esere intizar ediyordu.”[32]

Risale-i Nur, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiridir. Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir. Risale-i Nur’un bir hususiyeti de, Mektubat’ın birinci cildinin 129’uncu sahifesindeki şu bahistir: “Bazı Sözlerde, ülema-i ilm-i Kelâm’ın mesleğiyle, Kur’andan alınan minhac-ı hakikînin farkları hakkında şöyle bir temsil söylemişiz ki, meselâ: Bir su getirmek için bazıları küngân (su borusu) ile uzak yerden, dağlar altında kazar, su getirir. Bir kısmı da her yerde kuyu kazar, su çıkarır. Birinci kısım çok zahmetlidir. Tıkanır, kesilir. Fakat her yerde kuyular kazıp su çıkarmaya ehil olanlar; zahmetsiz, herbir yerde suyu buldukları gibi…”[33]

            “Hem iman yalnız ilim ile değil.. imanda çok letaifin hisseleri var. Nasılki bir yemek mideye girse; o yemek muhtelif asaba, muhtelif bir surette inkısam edip tevzi olunuyor. İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkeza.. letaif, kendine göre birer hisse alır, masseder. Eğer onların hissesi olmazsa, noksandır.” İşte Risale-i Nur her yerde suyu buluyor, çıkartıyor. Evvelce gidilen uzun yolu kısaltıyor ve müstakim ve selâmetli yapıyor.”[34]

“Eski hükema, ahkâm-ı şer’iyeden ve akaid-i imaniyeden bazıları için: “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez.” demişler. Halbuki bu asırda akıl hükmediyor. Bediüzzaman Said Nursî ise; “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım.” demiş ve Risale-i Nur’da isbat etmiştir.”[35]

            “Risale-i Nur’da müstesna bir edebiyat ve belâgat ve îcaz, nazirsiz, cazib ve orijinal bir üslûb vardır. Evet, Bediüzzaman zâtına mahsus bir üslûba mâliktir. Onun üslûbu, başka üslûblarla müvazene ve mukayese edilemez. Eserlerin bazı yerlerinde, edebiyat kaidesine veya başka üslûblara nazaran pek münasib düşmemiş gibi zannedilen bir noktaya rastlanırsa, orada gayet ince bir nükte, bir îma veya ince bir mana veya hikmet vardır. Ve o beyan tarzı, oraya tam muvafıktır. Fakat o ince inceliği, âlimler de birden pek anlamadıklarını itiraf etmişlerdir. Bunun için, Bediüzzaman’ın eserlerindeki hususiyet ve incelikleri, Risale-i Nur’la fazla iştigal etmemiş olanlar, birden intikal edemezler.”[36]

            “Bediüzzaman, beşeri Risale-i Nur’la sefahet ve dalaletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını takib etmiyor. Gayr-ı meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip, hissi mağlub ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlub olmaktan muhafaza ediyor. Risale-i Nur’da müvazenelerle küfür ve dalalette, bir zakkum-u Cehennem tohumu olduğunu ve dünyada dahi Cehennem azabları çektirdiğini ve iman ve İslâmiyet ve ibadette, bir Cennet çekirdeği ve leziz lezzetler ve zevkler ve Cennet meyveleri bulunduğunu, dünyada dahi bir nevi mükâfata nâil eylediğini isbat ediyor.”[37]

“Evet bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin. Müslümanları, beşeri uyandırsın; intibah versin, gafletten kurtarsın. Sırat-ı Müstakim olan Kur’an yolunu göstersin. Sünnet-i Seniyeye ve İslâmiyetin şeairine muhalif olarak yaptırılan ve yapılan şeyleri fark ettirip, sünnet-i Peygamberîye (Aleyhissalâtü Vesselâm) ittibaı ders versin ve ihya etmek cehdini uyandırsın.”[38]

            “İşte Risale-i Nur’un böyle hâsiyetleri havi bir Kur’an tefsiri olduğu, otuz seneden beri meydandadır ve ehl-i hakikatın tasdikiyle sabittir. Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.”[39]

            “Evet, hem yirmibeş seneden beri Risale-i Nur’la iman hizmetine bütün varlığını vakfeden ve şimdiye kadar “gaddar din düşmanlarının” çok defalar tecavüz ve taarruzuna ve taharriyata maruz kaldığı halde, yirmibeş senedir inziva içinde, Risale-i Nur’un naşirliğini yapan Nur kahramanları ağabeylerimiz, bizlere birer nümune-i imtisal olan, iman ve İslâmiyet fedaileridir.”[40]

“İşte biz Müslümanlar, böyle bir tefsir-i Kur’an arıyor, böyle bir hâdîyi bekliyorduk. O ihlaslı Nur talebeleri ki, “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.”[41]

“Kıymet, Kur’andan tereşşuh eden ve Kur’an-ı Hakîm’in malı olan Risale-i Nur’dadır. Ben bir hiçim.”[42]

            “Zira hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeyi câmi’, o cihanşümul Risale-i Nur eserleri ona ihsan edilmiştir.”[43]

            “İşte bu bedihî hakikatı bilen, maskeli, gizli ve münafık iman ve İslâmiyet muarızları ve düşmanları, yarım asra yakındır, Bediüzzaman’ın çürütemedikleri şahsını, yalan ve yaygaralarla hâlâ çürütmeye çabalıyorlar. Maksadları: Risale-i Nur, rağbet ve revaç görüp intişar etmesin, iman ve İslâmiyet inkişaf etmesin. Halbuki, Said Nursî’ye iliştikçe Risale-i Nur parlıyor. Neşriyat dairesi genişliyor. Birer nümune olan yirmibeş sene içindeki hâdiseler meydandadır.”[44]

“İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.”[45]

“Kur’an ve imanın hunhar ve müstebid zalim düşmanları; Kur’an ve İslâmiyet’i ve dini Risale-i Nur’la küfr-ü mutlaka karşı müdafaa ve muhafaza hizmetini yapan Bediüzzaman aleyhtarlığında, mütemadiyen uydurmalarla seslerini yükseltsinler de, biz hak ve hakikatı beyan ve ilân etmekte sükût edelim, susalım veya “Biraz susun” gibi birşeyle, paravanalar, perdeler arkasında icra-i faaliyet yapan o gizli dinsizlere bir nevi yardım etmiş veya desteklemiş olalım? Aslâ ve kellâ, kat’â ve aslâ susmayacağız ve hem susturamıyacaklardır. Durmayacağız ve hem durduramıyacaklardır. Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz. Risale-i Nur’un mahz-ı hakikat ve ayn-ı hak olduğunu ve Bediüzzaman Said Nursî’nin, yapılan ithamlardan tamamıyla münezzeh ve müberra olduğunu, iftiracı ve tertibci, hunhar din düşmanlarına mukabil, izhar ve ilân edeceğiz.”[46]

“(Sırran tenevverat) sırrıyla perde altında Risale-i Nur eserleri gibi eserler neşretmek ve böylece cihanın maddî manevî “Fâtih”i olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyesinin bir hizmetkârı olarak, bugün milyonlara baliğ olan bir câmiayı, inayet-i İlahî ile, Kur’an-ı Hakîm’in cadde-i kübrasında selâmetle ilerletmek ve mü’minlerin ve beşeriyetin sadece dünyalarını değil, ebedî saadetlerini temine Risale-i Nur gibi bir eserle vesile olmak; bu mezkûr hususiyetlerin manevî şahsında toplanması, Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî gibi, tarihte hangi bir zâta daha nasib olmuştur acaba?”[47]

“Evet kardeşlerim! Risale-i Nur, öyle bir ziya-i hakikat, öyle bir bürhan-ı hak ve bir sirac-ı hakikat neşrediyor ve iki cihanın saadetini temin edecek, Kur’an ve iman hakikatlarını ders veriyor ve öyle bir lütf-u İlahîdir ki: Yirmibeş seneden beri, çoluk-çocuk, genç-ihtiyar, kadın-erkek, muallimi, feylesofu, talebesi, âlimi, mutasavvıfı gibi, herbir tabaka-i insaniye, bu Nur’un âşıkı, bu Nur’un pervanesi, bu Nur’un sinesine atılmışlar, bu Nur’dan meded istemişler. Milyonlarca bahtiyar kimselerden müteşekkil muazzam bir kütle, bu nurla nurlanıp, bu nurla kurtulmuşlardır.”[48]

            “Evet kardeşlerim! Mahzen-i mu’cizat ve mu’cize-i kübra olan Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur, o kadar merakâver, o kadar cazibedar, o kadar dehşetli ve muazzam hakikatları ders veriyor ve mesaili isbat ediyor ki; iman ve İslâmiyet’in kıt’alar genişliğinde inkişaf ve fütuhatına medar oluyor ve olacaktır.”[49]

            “Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.”[50]

“ Risale-i Nur müellifi Bediüzzaman Said Nursî, öyle bir mücahid-i İslâmdır ki; ve te’lifatı Risale-i Nur, öyle uyandırıcı ve öyle halâskâr ve öyle fevkalâde ve cihangir bir eserdir ki: Din aleyhindeki bütün o komitelerin bellerini kırmış, mezkûr muzır ve habis faaliyetlerini akamete düçar ve dinsizlik esaslarının temel taşlarını paramparça etmiş ve köküyle kesmiştir ve İslâmî ve imanî fütuhatı, perde altında, kalbden kalbe inkişaf ettirmiş ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hâkimiyet-i mutlakasına zemin ihzar etmiştir.”[51]

            “Evet Risale-i Nur, o tahribatı Kur’anın elmas hakikatleriyle ve Kur’an-ı Kerim’deki en kısa ve en müstakim bir tarîkle tamir ve o yaraları, Kur’an-ı Hakîm’in eczahane-i kübrasındaki edviyelerle tedavi ediyor ve edecektir.”[52]

            “Hem, masum müslümanların kanlarını sömüren ve servetleri tahaccür etmiş millet kanı olan, parazit, tufeylî ve aç gözlü canavar ve barbar emperyalistleri, müstemlekecileri ve onların içimizdeki, sadece şahsî menfaat zebunu, zalim, hunhar, harîs ve müstebid uşaklarını, hak ile yeksân edip izmihlal ve inhidam-ı mutlakla mağlub eden ve edecek yegâne çarenin Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i manevîsi olan Risale-i Nur eserleri olduğunda, basiretli İslâm mücahidleri ve âlimleri, icraat ve müşahedata müstenid, yakînî bir kanaat-ı kat’iyye ile müttefiktirler.”[53]

            “Evet tarih-i beşer, Risale-i Nur gibi bir eser göstermiyor. Demek anlaşılıyor ki: Risale-i Nur, Kur’anın emsalsiz bir tefsiridir.”[54]

            “Şimdi Risale-i Nur Külliyatından, iman, Kur’an ve Hazret-i Peygamber (Aleyhissalâtü Vesselâm) Efendimiz hakkında olan eserlerden bazı kısımları aynen okuyacağım. Siz bu eserleri elde edip tamamını okursunuz. Okurken, belki izah edilmesini isteyen kardeşlerimiz olacaktır. Fakat bu hususta arzedeyim ki, üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî mes’eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes’eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”[55]

            “Okunan Türkçe veya Arabça bir risalenin izahı, başka bir risalede varsa, onu getirip okuyor. Risale-i Nur’daki gayet ince nükteleri derkeden basiretli âlimler de der ki: Bir âlimin yüksek bir ilmi olabilir fakat Risale-i Nur’u cemaata okurken tafsilâta girişip eski malûmatlarıyla açıklarsa, bu izahatı, Risale-i Nur’un beyan ettiği, asrımızın fehmine uygun ve ihtiyacına tam cevab veren hakikatların anlaşılmasında ve tesiratında ve Risale-i Nur’un mahiyetinin derkine bir perde olabilir. Bunun için, bazı lügatların manalarını söyleyerek aynen okumak daha müessir ve daha efdaldir.”[56]

            “Risale-i Nur, gayet fasih ve vecizdir. Sözün kıymeti; îcazındadır, kısalığındadır. Bir mes’ele-i imaniye ve Kur’aniye umuma ders verilirken, mücmel olarak tedrisinde, daha fazla istifaza ve istifade vardır.”[57]

            “Ey Üstadımız Efendimiz! Umum kadirşinas insanlar Risale-i Nur’u ve sizi ebediyen tebcil ve tekrim edeceklerdir. Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihanbaha ve cihandeğer bir kıymette olan Risale-i Nur’u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim ediyoruz. Bu aşk ve bu muhabbet, bu ta’zim ve bu hürmet, nesilden nesile, asırdan asıra, devirden devire intikal edecektir.”[58]

            “Evet, Risale-i Nur’daki hakaik-i Kur’aniye öyle bir kuvvettir ki: Bu kudret karşısında, küfr-ü mutlakın ve dinsizliğin temelleri târumâr olacak; inhidam çukurlarına yuvarlanarak geberecektir. Bâki kalanlar, iman ve Kur’an nuruyla felah ve necat bulacaklardır.”[59]

“İsm-i A’zam’ın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine, bu mecmuayı bastıranları ve mübarek yardımcılarını Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle, âmîn. Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle, âmîn. Ve defter-i hasenatlarına Sözler Mecmuasının herbir harfine mukabil bin hasene yazdır, âmîn. Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle âmîn. Yâ Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur Şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle, âmîn. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle, âmîn. Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını afveyle, âmîn…”[60]

            “(Lemeat)Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.”[61]

            “Kur’anın i’caz-ı manevîsinin feyziyle Risale-i Nur mizanları, din-i İslâmın ve hakaik-i Kur’aniyenin meyvelerini ve neticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki; dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kabil değil. Hem iman ve İslâmın delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki; gayr-ı müslim dahi anlasa, herhalde tasdik edecektir.”[62]

            “Bu zâtın ümmiliğiyle beraber getirdiği hakaik-i kudsiye ve ihtira’ ettiği ulûm-u âliye ve keşfettiği marifet-i İlahiyenin dersiyle ve talimiyle, mertebe-i ilmiyede en yüksek makama yetişen milyonlar asfiya-i müdakkikîn ve sıddıkîn-i muhakkikîn ve dâhî hükema-i mü’minîn, bu zâtın üss-ül esas davası olan vahdaniyeti, kuvvetli bürhanlarıyla bil-ittifak isbat ve tasdik ettikleri gibi; bu muallim-i ekberin ve bu üstad-ı a’zamın hakkaniyetine ve sözlerinin hakikat olduğuna ittifakla şehadetleri, gündüz gibi bir hüccet-i risaleti ve sadıkıyetidir. Meselâ: Risale-i Nur yüz parçasıyla, sadakatının bir tek bürhanıdır.”[63]

            “Evet İlm-i Kelâm vasıtasıyla kazanılan marifet-i İlahiye, marifet-i kâmile ve huzur-u tam vermiyor. Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın tarzında olduğu vakit, hem marifet-i tâmmeyi verir, hem huzur-u etemmi kazandırır ki; inşâallah Risale-i Nur’un bütün eczaları, o Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın cadde-i nuranîsinde birer elektrik lâmbası hizmetini görüyorlar.”[64]

            “Risale-i Nur eczaları, bütün mühim hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeyi hattâ en muannide karşı dahi parlak bir surette isbatı, çok kuvvetli bir işaret-i gaybiye ve bir inayet-i İlahiyedir. Çünki hakaik-i imaniye ve Kur’aniye içinde öyleleri var ki; en büyük bir dâhî telakki edilen İbn-i Sina, fehminde aczini itiraf etmiş, “Akıl buna yol bulamaz!” demiş. Onuncu Söz Risalesi, o zâtın dehasıyla yetişemediği hakaiki; avamlara da, çocuklara da bildiriyor.”[65]

            “Bu dürûs-u Kur’aniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar; vazifeleri -ulûm-u imaniye cihetinde- yalnız yazılan şu Sözler’in şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünki çok emarelerle anlamışız ki: Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri, dairemiz içinde nefsin enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve izah haricinde birşey yazsa; soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklidcilik hükmüne geçer. Çünki çok delillerle ve emarelerle tahakkuk etmiş ki: Risale-i Nur eczaları, Kur’anın tereşşuhatıdır; bizler, taksim-ül a’mal kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhde edip, o âb-ı hayat tereşşuhatını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz!..”[66]

            “Kur’an kelimesi, ebced hesabıyla üçyüz ellibirdir. İçinde iki elif var; mahfî elif “Elfün” okunsa, bin manasındaki “Elfün”dür.Demek 1351 senesine, Sene-i Kur’aniye tabir edilebilir. Çünki Lafz-ı Kur’andaki tevafukatın sırr-ı acibi, Kur’anın tefsiri olan Risale-i Nur eczalarında o sene göründü. Ve Kur’andaki Lafz-ı Celal’in i’cazkârane sırr-ı tevafuku, aynı senede tezahür etti. Ve bir nakş-ı i’cazîyi gösterecek bir Kur’anın yeni bir tarzda yazılması, aynı senede oluyor. Ve hatt-ı Kur’anın tebdiline karşı, Kur’an şakirdlerinin bütün kuvvetleriyle hatt-ı Kur’anîyi muhafazaya çalışması aynı senededir. Ve Kur’anın mühim ezvak-ı i’caziyesi, aynı senede tezahür ediyor. Hem aynı senede Kur’an ile çok münasebetdar hâdisat olmuş ve olacak gibi…”[67]

            “[İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın, Risale-i Nur hakkında ihbar-ı gaybîsinden bir parça olan bu kısım; Sikke-i Tasdik-i Gaybî Mecmuasında dercedilen İşarat-ı Kur’aniye ve üç Keramet-i Aleviye ve Keramet-i Gavsiye risaleleriyle birlikte, ehl-i vukufların takdirkâr raporlarına müsteniden, mahkemelerce sahiblerine geri iade edilmiştir.”[68]

            “Ben itiraf ediyorum ki: Böyle makbul bir eserin mazharı olmak, hiçbir vecihle o makama liyakatım yoktur. Fakat küçük ehemmiyetsiz bir çekirdekten, koca dağ gibi bir ağacı halketmek; kudret-i İlahiyenin şe’nindendir ve âdetidir ve azametine delildir. Ben kasemle temin ederim ki: Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’anın hakikatlarını ve imanın rükünlerini teyid ve isbat ve neşirdir. Hâlık-ı Rahîmime yüzbinler şükrolsun ki; kendimi, kendime beğendirmemiş, nefsimin ayıblarını ve kusurlarını bana göstermiş ve o nefs-i emmareyi, başkalara beğendirmek arzusu kalmamış. Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir. “[69]

            “Celcelutiye, Süryanice bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır. İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki, eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı, benim değildi; belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanice bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan bedi-ül beyan ve bedi-üz zaman olan Risale-i Nur’un; hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine münasebetdarlığı ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.”[70]

            “Sual: Bütün kıymetdar kitablar içinde Risale-i Nur, Kur’anın işaretine ve iltifatına ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın takdir ve tahsinine ve Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) teveccüh ve tebşirine vech-i ihtisası nedir? O iki zâtın kerametle Risale-i Nur’a bu kadar kıymet ve ehemmiyet vermesinin hikmeti nedir?

            Elcevab: Malûmdur ki bazı vakit olur, bir dakika; bir saat ve belki bir gün, belki seneler kadar ve bir saat; bir sene, belki bir ömür kadar netice verir ve ehemmiyetli olur. Meselâ: Bir dakikada şehid olan bir adam, bir velayet kazanır; ve soğuğun şiddetinden incimad etmek zamanında ve düşmanın dehşet-i hücumunda bir saat nöbet, bir sene ibadet hükmüne geçebilir. İşte aynen öyle de: Risale-i Nur’a verilen ehemmiyet dahi, zamanın ehemmiyetinden, hem bu asrın şeriat-ı Muhammediyeye (A.S.M.) ve şeair-i Ahmediyeye (A.S.M.) ettiği tahribatın dehşetinden, hem bu âhirzamanın fitnesinden eski zamandan beri bütün ümmet istiaze etmesi cihetinden, hem o fitnelerin savletinden mü’minlerin imanlarını kurtarması noktasından Risale-i Nur öyle bir ehemmiyet kesbetmiş ki: Kur’an ona kuvvetli işaretle iltifat etmiş ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü üç kerametle ona beşaret vermiş ve Gavs-ı A’zam (K.S.) kerametkârane ondan haber verip, tercümanını teşci’ etmiş. Evet bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kal’aları sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan; her mü’min, tek başıyla dalaletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risale-i Nur bu vazifeyi; en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek; o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirdleri dahi, bulundukları kasaba ve karye ve şehirlerde -hizmet-i imaniye itibariyle- âdeta birer gizli kutub gibi, mü’minlerin manevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i maneviye-i itikadları cesur birer zabit gibi; kuvve-i maneviyeyi, ehl-imanın kalblerine verip, mü’minlere manen mukavemet ve cesaret veriyorlar.”[71]

            “Risale-i Nur, bu mübarek vatanın manevî bir halaskârı olmak cihetiyle; şimdi iki dehşetli manevî belayı def’etmek için matbuat âlemi ile tezahüre başlamak, ders vermek zamanı geldi veya gelecek gibidir zannederim.”[72]

            “O dehşetli beladan birisi: Hristiyan Dinini mağlub eden ve anarşiliği yetiştiren, şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanı bu vatanı manevî istilâsına karşı Risale-i Nur bir sedd-i Zülkarneyn gibi bir sedd-i Kur’anî vazifesini görebilir.”[73]

            “Ben dünyanın halini bilmiyorum, fakat Avrupa’da istilâkârane hükmeden ve edyan-ı semaviyeye dayanmayan dehşetli cereyanın istilâsına karşı Risale-i Nur hakikatları bir kal’a olduğu gibi, âlem-i İslâm’ın ve Asya Kıt’asının hal-i hazırdaki itiraz ve ittihamını izale ve eskideki muhabbet ve uhuvvetini iade etmeğe vesile olan bir mu’cize-i Kur’aniyedir.”[74]

            “Bu memleketin vatanperver siyasîleri çabuk aklını başına alıp Risale-i Nur’u tab’ederek resmen neşretmeleri lâzımdır ki, bu iki belaya karşı siper olsun.”[75]

            “Acaba bu yirmi sene zarfında iman-ı tahkikîyi pek kuvvetli bir surette bu vatanda neşreden Risale-i Nur olmasaydı; bu dehşetli asırda, acib inkılab ve infilâklarda bu mübarek vatan, Kur’anını ve imanını dehşetli sadmelerden tam muhafaza edebilir miydi?”[76]

            “Hem Risale-i Nur eczaları ne derece şiddetli bir surette İslâmiyete tarafgirlik hissini verdiğini ve erkân-ı imaniyeyi ne derece kuvvetli ve kat’î isbat ettiğini beyan eder.”[77]

             “

   “Onlara söyle ki: Allah’ın lütfuyla ve rahmetiyle-ancak bununla ferahlansınlar. Bu, onların dünyada toplayıp durduklarından daha hayırlıdır.” Yûnus Sûresi, 10:58.

)âyetinin, Risale-i Nur ve hâdimleri hakkındaki mühim bir sırrını, “Yedi İşaret” namıyla, yedi inayet-i Rabbaniyeyi beyan ediyor. Ve tahdis-i nimet suretinde bu inayet-i seb’anın izharına, yedi makul sebebini beyan ediyor. Bu inayet-i seb’a-i külliyenin hârikalarına işareten, kendi kendine te’lif vaktinde iki sahifenin bütün satırları başlarında yirmisekiz elif gelerek, Yirmisekizinci Mektub’un mertebesine tevafuk ettiğini,te’liften bir zaman sonra muttali olduk. Bu inayet-i seb’ayı okuyan adam, Risale-i Nur eczalarının ne kadar ehemmiyetli ve nazar-ı inayet-i İlahiyede bulunduğunu ve himayet-i Rabbaniyede olduğunu bilecek. Bu yedi inayet küllîdir, cüz’iyatları yetmişi geçer.”[78]

            “Tevafuktaki işarat-ı gaybiye, umum Risale-i Nur eczalarında cüz’î-küllî bulunduğuna dairdir.”[79]

“İsm-i A’zam’ın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine, bu Mektubat’ı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn… Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle. Âmîn… Ve defter-i hasenatlarına Mektubat Mecmuasının herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn… Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Âmîn.”[80]

            “Ya Erhamerrâhimîn!.. Umum Risale-i Nur şakirdlerini iki cihanda mes’ud eyle. Âmîn… İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle. Âmîn… Ve bu âciz ve bîçare Said’in kusuratını affeyle. Âmîn..”[81]

            “Kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor. Dinlemedikleri vakit zaîflerin kuvve-i maneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki Üstad-ı Mutlak, Mukteda-yı Küll, Rehber-i Ekmel olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, “Peygambere düşen, ancak tebliğ etmekten ibarettir.” Nur Sûresi, 24:54.)olan ferman-ı İlahîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların çekilmesiyle ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ etmiş. Çünki  “Sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ancak Allah dilediğine hidayet verir.” Kasas Sûresi, 28:56.)sırrıyla anlamış ki: İnsanlara dinlettirmek ve hidayet vermek, Cenab-ı Hakk’ın vazifesidir. Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmazdı.”[82]

            “Evet iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor; fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti, o nimete mukarin olmuş; fakat illet olmamış. İllet, rahmet-i İlahiyedir. Evet o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi, o nimet sana gelmezdi. Nimetin ademine illet olurdu. Fakat mezkûr kaideye binaen; o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şeraitin bir şartı olabilir. Meselâ: Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler; Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş. Onlar derler ki: “Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi, biz bu dersi alamazdık. Öyle ise onun ifadesi, istifademize illettir.” Ben de derim: “Ey kardeşlerim! Cenab-ı Hakk’ın bana da sizlere de ettiği nimet beraber gelmiş, iki nimetin illeti de rahmet-i İlahiyedir. Ben de sizin gibi iktiranı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler gibi elmas kalemli yüzer şakirdlerine çok minnetdarlık hissediyordum. Ve diyordum ki: Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmi bir bîçare nasıl hizmet edecekti? Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsi nimetten sonra, bana da bu hizmete muvaffakıyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş, birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum. Siz de bana minnetdarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.”[83]

            “İşte ey Risale-i Nur şakirdleri ve Kur’anın hizmetkârları! Sizler ve bizler öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı manevînin âzalarıyız.. ve hayat-ı ebediye içindeki saadet-i ebediyeyi netice veren bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz.. ve sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademeleriz. Elbette dört ferdden bin yüz onbir kuvvet-i maneviyeyi temin eden sırr-ı ihlası kazanmak ile, tesanüd ve ittihad-ı hakikîye muhtacız ve mecburuz. Evet üç elif ittihad etmezse, üç kıymeti var. Sırr-ı adediyet ile ittihad etse, yüz onbir kıymet alır. Dört kerre dört ayrı ayrı olsa, onaltı kıymeti var. Eğer sırr-ı uhuvvet ve ittihad-ı maksad ve ittifak-ı vazife ile tevafuk edip bir çizgi üstünde omuz omuza verseler, o vakit dörtbin dörtyüz kırkdört kuvvetinde ve kıymetinde olduğu gibi.. hakikî sırr-ı ihlas ile, onaltı fedakâr kardeşlerin kıymet ve kuvvet-i maneviyesi dört binden geçtiğine, pek çok vukuat-ı tarihiye şehadet ediyor. Bu sırrın sırrı şudur ki: Hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir ve kulaklarıyla da işitebilir. Güya on hakikî müttehid adamın herbiri yirmi gözle bakıyor, on akılla düşünüyor, yirmi kulakla işitiyor, yirmi elle çalışıyor bir tarzda manevî kıymeti ve kuvvetleri vardır. [84]

            “Evet yol iki görünüyor. Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan şu mesleğimizden şimdi ayrılanlar, bize düşman olan dinsizlik kuvvetine bilmeyerek yardım etmek ihtimali var. İnşâallah Risale-i Nur yoluyla Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın daire-i kudsiyesine girenler; daima nura, ihlasa, imana kuvvet verecekler ve öyle çukurlara sukut etmeyeceklerdir.”[85]

“Risale-i Nur’da riyadan kurtaracak, ihlası kazandıracak çok hakaik zikredildiği”[86]

“onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek” olduğundan, mabeynimizde bu nevi hubb-u câhtan gelen rekabet tesir etmemek gerektir. Çünki mesleğimize bütün bütün münafîdir. Madem kardeşlerin şerefi umumiyetle her ferde ait olabilir; o büyük şeref-i manevîyi, şahsî, hodfüruşane, rekabetkârane, cüz’î bir şerefe ve şöhrete feda etmek; Risale-i Nur şakirdlerinden yüz derece uzak olduğu ümidindeyim. Evet Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez. Fakat herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem. Risale-i Nur’un verdiği tesire binaen itimad ediyorum. Fakat nefs ve heva ve hiss ve vehim bazan aldatıyorlar. Onun için, bazan şiddetli ikaz olunuyorsunuz. Bu şiddet, nefs ve heva ve hiss ve vehme bakıyor; ihtiyatlı davranınız. Evet eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut mahdud makamlar bulunurdu. O makama müteaddid istidadlar namzed olurdu. Gıbtakârane bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir. Gıbtakârane müzahameye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur; hizmetini tekmil eder. Pederane, mürşidane mesleklerdeki gıbtakârane hırs-ı sevab ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda geldiğine delil: Ehl-i tarîkatın o kadar mühim ve azîm kemalâtları ve menfaatleri içindeki ihtilafatın ve rekabetin verdiği vahim neticelerdir ki; onların o azîm, kudsî kuvvetleri bid’a rüzgârlarına karşı dayanamıyor.”[87]

            “Bir sene bu risaleleri ve bu dersleri anlayarak ve kabul ederek okuyan; bu zamanın mühim, hakikatlı bir âlimi olabilir. Eğer anlamasa da, madem Risale-i Nur şakirdlerinin bir şahs-ı manevîsi var, şübhesiz o şahs-ı manevî bu zamanın bir âlimidir. Sizin kalemleriniz ise, o şahs-ı manevînin parmaklarıdır. Kendi nokta-i nazarımda liyakatsız olduğum halde, haydi hüsn-ü zannınıza binaen bu fakire bir üstadlık ve tebaiyet noktasında bir âlim vaziyetini verdiğinizden bağlanmışsınız. Ben ümmi ve kalemsiz olduğum için, sizin kalemleriniz benim kalemim sayılır, hadîste gösterilen ecri alırsınız.”[88]

“Risale-i Nur’un mesleği, nezihane ve nazikane ve kavl-i leyyindir. “[89]

            “Risale-i Nur’un en mühim bir esası şefkat olmasından, nisa taifesi şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle daha ziyade Risale-i Nur’la fıtraten alâkadardırlar. Ve lillahilhamd, bu fıtrî alâkadarlık çok yerlerde hissediliyor. Bu şefkatteki fedakârlık, hakikî bir ihlası ve mukabelesiz bir fedakârlık manasını ifade ettiğinden, şimdi bu zamanda pek çok ehemmiyeti var.”[90]

“Ben de sizin için yazdığım bu dersimi okuyan ve kabul eden bütün hemşirelerimi, bütün manevî kazançlarıma ve dualarıma Nur şakirdleri gibi dâhil etmeğe karar verdim. Eğer siz benim bedelime Risale-i Nur’u kısmen elde edip okusanız veya dinleseniz, o vakit kaidemiz mucibince; bütün kardeşleriniz olan Nur şakirdlerinin manevî kazançlarına ve dualarına da hissedar oluyorsunuz.”[91]

            “Yanımda daim yazacak bulunmadığından, yanımda bulunan kâtibin de Risale-i Nur’a ait dört beş vazifesi olmakla, tashihatına tam vakit bulamadığımızdan intizamsız kaldı.”[92]

“Risale-i Nur’un birinci şakirdi Mustafa…[93]

            “Bir zaman ehl-i dünya beni herşeyden tecrid ettiklerinden, beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyordu. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor.”[94]

            Risale-i Nur’un gizli düşmanları fütuhat-ı Nuriyeyi çekemediler. Hükûmeti aleyhimize sevkettiler. Yine hayat bana ağır gelmeye başladı. Birden inayet-i Rabbaniye tecelli etti. En ziyade Nurlara muhtaç olan alâkadar memurlar, vazifeleri itibariyle müsadere edilen Nur Risalelerini kemal-i merak ve dikkatle mütalaa ettiler. Fakat Nurlar onların kalblerini kendine tarafdar eyledi. Tenkid yerinde takdire başlamalarıyla, Nur Dershanesi çok genişlendi; maddî zararımızdan yüz derece ziyade menfaat verdi, sıkıntılı telaşlarımızı hiçe indirdi.”[95]

            “Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişmeye, kanun ve hak cihetinde imkân bulamıyorlar, divaneliğe sapıyorlar.”[96]

“Risale-i Nur’a ve şakirdlerine ilişenler, maskara olurlar.”[97]

            “Sonra bu sırada, bu soğukta, en ziyade istirahata ve üşümemeğe ve dünyayı düşünmemeğe muhtaç olduğum bir hengâmda, garazı ve kasdı ihsas eder bir tarzda, beni bu tahammülün fevkinde bu tehcir ve tecrid ve tevkif ve tazyike sevkedenlere, fevkalâde iğbirar ve kızmak geldi. Bir inayet imdada yetişti. Manen kalbe ihtar edildi ki: “İnsanların sana ettikleri ayn-ı zulümlerinde, ayn-ı adalet olan kader-i İlahînin büyük bir hissesi var ve bu hapiste yiyecek rızkın var. O rızkın seni buraya çağırdı. Ona karşı rıza ve teslim ile mukabele lâzım. Hikmet ve rahmet-i Rabbaniyenin dahi büyük bir hissesi var ki, bu hapistekileri nurlandırmak ve teselli vermek ve size sevab kazandırmaktır. Bu hisseye karşı, sabır içinde binler şükretmek lâzımdır. Hem senin nefsinin bilmediğin kusurlarıyla onda bir hissesi var. O hisseye karşı istiğfar ve tövbe ile, nefsine “Bu tokata müstehak oldun” demelisin. Hem gizli düşmanların desiseleriyle bazı safdil ve vehham memurları iğfal ile o zulme sevketmek cihetiyle, onların da bir hissesi var. Ona karşı Risale-i Nur’un o münafıklara vurduğu dehşetli manevî tokatlar, senin intikamını tamamen onlardan almış. O, onlara yeter. “[98]

            “Evet komünist perdesi altında anarşistliğin, emniyet-i umumiyeyi bozmağa dehşetli çalışmasına karşı, Risale-i Nur ve şakirdleri iman-ı tahkikî kuvvetiyle bu vatanın her tarafında o müdhiş ifsadı durduruyor ve kırıyor. Emniyeti ve asayişi temine çalışıyor ki, pek çok bir kesrette ve memleketin her tarafında bulunan Nur talebelerinden, bu yirmi senede alâkadar üç-dört mahkeme ve on vilayetin zabıtaları, emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarını bulmamış ve kaydetmemiş.”[99]

“Risale-i Nur’un hakikatları inayet-i İlahiye kerametiyle, onları mağlub edip kendini onlara irşadkârane okutturmuş, o geniş daireleri bir nevi dershane yapmış, çok mütereddid ve mütehayyirlerin imanlarını kurtarmış ve bizim sıkıntılarımızdan yüz derece ziyade manevî ferah ve faide verdi.

…Hâfız Ali (Rahmetullahi Aleyh), manevî telefonuyla işitiyor gibi aynı vakit bana yazıyor ki: “Evet Üstadım, Risale-i Nur’un bir kerametidir ki; ata et, arslana ot atmaz. Belki ata ot, arslana et atar ki, o arslan hocaya İhlas Risalesi’ni verdi.” Yedi gün sonra mektubunu aldık, hesab ettik; aynı zamanda, ben dağda bağırırken, o da garib sözleri mektubunda yazıyormuş.”[100]

            “Risale-i Nur şakirdlerini ittiham ettikleri ve cezalarını istedikleri 163. maddesine, Risale-i Nur müellifinin medresesine, yüzelli bin lira verilmesine dair lâyihanın, 200 meb’ustan 163 meb’usun adedine tevafuk edip, manen o tevafuk diyor ki: Hükûmet-i Cumhuriyenin 163 meb’usun takdirkârane imzaları, 163. madde-i kanuniyenin hükmünü, onun hakkında ibtal ediyor.”[101]

            “Hem yine manidar bir tevafukat-ı latifedendir ki, Risale-i Nur’un 128 parçası, 115 parça kitab ediyor. Risale-i Nur’un şakirdlerinin ve müellifinin mebde-i tevkifi olan 27/Nisan/1935 tarihi ile, mahkemenin karar ve hüküm tarihi olan 19/Ağustos/1935 tarihi olmasına nazaran, 115 gün olup, Risale-i Nur kitabları adedine tevafuk etmekle beraber, istintak edilen, 115 suçlu gösterilen eşhasın da adedine tam tamına tevafuk ettiği gibi.. gösteriyor ki: Risale-i Nur müellifinin ve şakirdlerinin başına gelen musibet, bir dest-i inayetle tanzim ediliyor.”[102]

            “Bu Lem’anın başında İmam-ı Ali (R.A.), Risale-i Nur’a işaret ettiğinden, bir kardeşimiz heyecanlı bir iştiyakla Risale-i Nur’a, Elmas, Cevher, Nur ismini takıp tekrar ederek yazmıştı.”[103]

            “Takva dairesinde bulunan talebe deli de olsa, acaba Risale-i Nur’un ve kıymetli elmasın nurundan ayrılabilir mi? Öyle tahmin ederim ki: Risale-i Nur’un bu âciz talebeniz kadar kerametini, faziletini, lezzetini yiyen, tatlı meyvesinden koparan nadirdir. Hem bu kadar âcizliğim ile beraber, Risale-i Nur’a hizmet edemediğim halde göstermiş olduğunuz teveccühe medyun-u şükranım. Binaenaleyh Risale-i Nur’dan bendeniz değil, hiç bir talebeniz o mübarek elmastan ve lezzetten ayrılamaz. Affınıza mağruren Risale-i Nur’un bu defaki taharriyatında iki kerameti meydana aynen çıkmıştır. Hapishane içerisinde polis, jandarma ve gardiyanlar müdhiş arama yaparken, o esnada hiç kimse görmeden, yedi sekiz yaşında, hemşiremin mahdumu, mekteb çantasının içerisine Risale-i Nur’un nüshalarını koyarak alıp gitmiştir. Arama, bendenizin odasında idi. Çocuk odaya geldi, odada telaş görünce, odanın bir tarafında ayrıca duran Risale-i Nur’ları çantasına koydu ve içerideki memurların hiçbirisi farkına varmadı, çocuğa da birşey demediler. Fedakâr çocuk doğruca vâlidesine gidiyor. “Dayımın daima bize okuduğu Risale-i Nur’ları getirdim. Bunları alacaklarmış. Ben onların haberi olmadan, onlar başka mektub, kitab karıştırırlarken aldım, çantama koydum. Bunları iyice bir yere koyunuz, muhafaza ediniz. Ben bunların okunmasını çok seviyorum. Dayım bize bunları okuyordu. O okurken ben başka bir halet kesbediyordum.” diye vâlidesine söylüyor ve mektebine avdet ediyor. Bu sayede Elmas, Cevher, Nurlar ele geçmemiş oluyor. Bu keramet değil de nedir? Kur’anî bir mu’cize değil de nedir?”[104]

“ Cây-ı dikkattir ki: Risale-i Nur şakirdlerinin tevkiflerinin bir kısmı 25/Nisan/1935 tarihinde başlamış olup, kararnamede suçlu gösterilen 117 kimse ise de, ikisinin ismi mükerrer olmasına nazaran bu suretle şakirdlerin adedi 117 adedine o kısmın tevkifinden hüküm tarihine kadar 117 gün olmakla tevafuk edip, evvelki tevafukata bir letafet daha katmıştır.”[105]

            “Risale-i Nur’un en sönük yıldızının peykisiniz”[106]

            “Pek yakında parlayacaktır âlemde Risale-i Nur”[107]

            “Risale-i Nur ki, urvet-ül vüska, lenfisam”[108]

            “Bu âhirde gördüm ki: Risale-i Nur’un eczalarındaki kuvvetli ukde-i hayatiye ve parlak nurlar, o silsile-i tefekküratın lem’alarıdır. Bana ettikleri tesiri başka zâtlara da edeceği düşüncesiyle, âhir ömrümde mecmuunu kaleme almak niyet etmiştim. Gerçi çok mühim parçaları risalelerde dercedilmiştir; fakat heyet-i mecmuasında başka bir kuvvet ve kıymet bulunacaktır.”[109]

            “Zât-ı Hayy-ı Kayyum-u Zülcelal’in elbette hiçbir cihetle misli, naziri, şeriki,veziri, zıddı, niddi olmaz ve olması muhaldir. Yalnız mesel ve temsil suretinde şuunat-ı kudsiyesine bakılabilir. Risale-i Nur’daki bütün temsilât ve teşbihat, bu mesel ve temsil nev’indendirler.”[110]

            “Risale-i Nur eczaları bir daire hükmünde olup; müntehası ibtidasına  hatt-ı mübarekiyle ittihad ediyor.”[111]     

“Kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak” olduğunu beyan eden ve ehl-i ilim ve ehl-i kalemi ikaz eden bir düstur-u hakikattır.”[112]

            “Bid’aların istilası zamanında, Sünnet-i Seniyeye ittibaın ehemmiyetini ve Risale-i Nur’u yazmanın “beş nevi ibadet olduğunu” bildiren kıymetdar bir mektubdur.”[113]

            “Risale-i Nur’un mühim bir esası şefkat olması ve kadınlar taifesinin şefkat kahramanları bulunmaları cihetiyle fıtraten Risale-i Nur’la alâkaları bulunduğunu, fakat bazı fena cereyanlarla o kıymetli seciyenin sû’-i istimal edildiğini.. ve kadınların saadet-i uhreviyesi gibi, saadet-i dünyeviyelerinin de çare-i yegânesi, daire-i İslâmiyedeki terbiye-i diniye olduğunu…”[114]

            “Risale-i Nur talebeleri, iman-ı tahkikî kuvvetiyle, bu vatanın her tarafında anarşistliği durdurduğunu, umumî emniyeti ve asayişi muhafaza ettiklerini.. ve yirmi senedir memleketin her tarafındaki Nur talebelerinin hiç birisinin emniyeti ihlâle dair bir vukuatlarının bulunmadığını.. ve hattâ insaflı bir kısım zabıta memurlarının “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır, asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar, iman-ı tahkikî ile nuru okuyan her adamın kafasında bir yasakçı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.” diye olan itiraflarını.. ve türlü isnad ve iftiralarla, Kur’an ve iman nuruna sed çekmek isteyenlere karşı, Üstadımızın “Yüz milyon başların feda oldukları bir kudsî hakikata, başımız dahi feda olsun. Dünyayı başımıza ateş yapsanız, hakikat-ı Kur’aniyeye feda olan başlar, zındıkaya teslim-i silâh etmeyecek ve vazife-i kudsiyeden vaz geçmeyecekler inşâallah!” dediğini beyan etmektedir.”[115]

Ya Rabbî ve ya Rabb-es Semavati Ve-l Aradîn! Ya Hâlıkî ve ya Hâlık-ı Külli Şey! Gökleri yıldızlarıyla, zemini müştemilâtıyla ve bütün mahlukatı bütün keyfiyatıyla teshir eden kudretinin ve iradetinin ve hikmetinin ve hâkimiyetinin ve rahmetinin hakkı için, nefsimi bana müsahhar eyle! Ve matlubumu bana müsahhar kıl! Kur’ana ve imana hizmet için, insanların kalblerini Risale-i Nur’a müsahhar yap! Ve bana ve ihvanıma iman-ı kâmil ve hüsn-ü hâtime ver! Hazret-i Musa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Davud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a Şems ve Kamer’i teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a kalbleri ve akılları müsahhar kıl! Ve beni ve Risale-i Nur talebelerini, nefis ve şeytanın şerrinden ve kabir azabından ve Cehennem ateşinden muhafaza eyle ve Cennet-ül Firdevs’te mes’ud kıl! Âmîn, Âmîn.”[116]  

İsm-i A’zam’ın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine.. Lem’alar Mecmuasını bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle. Âmîn! Ve defter-i hasenatlarına Lem’alar Mecmuasının herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle. Âmîn!”[117]

“Eski zamandan beri darb-ı mesel olarak umumun dilinde ve lisan-ı nâsta gezen şu “Çekirdekten yetişme” sözü bu risalenin müellifine bir işaret-i gaybiye-i örfiye denilebilir. Çünki Risale-i Nur hâdimi olan şahıs Kur’anın feyziyle, çekirdek ve çiçekte tevhid için iki mi’rac-ı marifet keşfederek tabiiyyunları boğan aynı yerde âb-ı hayat bulmuş ve çekirdekten hakikata ve nur-u marifete yetişmiş ve bu iki şeyin Risale-i Nur’da ziyade tekrarları bu hikmete binaendir.”[118]

“Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder.”[119]

“Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.”[120]

            “Bu seyyah bu zamanda bulunduğu münasebetiyle en evvel manevî i’caz-ı Kur’aniyenin lem’aları olan Risale-i Nur’a baktı ve onun yüzotuz risaleleri, âyât-ı Furkaniyenin nükteleri ve ışıkları ve esaslı tefsirleri olduğunu gördü. Ve Risale-i Nur, bu kadar muannid ve mülhid bir asırda her tarafa hakaik-i Kur’aniyeyi mücahidane neşrettiği halde, karşısına kimse çıkamadığından isbat eder ki; onun üstadı ve menbaı ve mercii ve güneşi olan Kur’an semavîdir, beşer kelâmı değildir.”[121]

            “Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlar ile isbat edilmiş ki: Eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek, bir ağaç kadar, belki daha müşkilatlı ve bir ağaç, bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber; kıymet ve san’atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı, belki de hiç yapılmayacaktı. İşte bu mezkûr sırra binaendir ki: Gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymetdar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.”[122]

“Zaman isbat etti ki: O adam, adam değil, Risale-i Nur’dur. Belki ehl-i keşif, Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri suretinde -keşiflerinde- müşahede etmişler; “bir adam” demişler. “[123]

            “Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-ı rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve isbat edildiği…”[124]

            “Biri dedi: Risale-i Nur’un iman ve tevhid için büyük tahşidatları ve küllî teçhizatları gittikçe çoğalıyor. Ve en muannid bir dinsizi susturmak için yüzde birisi kâfi iken, neden bu derece hararetle daha yeni tahşidat yapıyor?

            Ona cevaben dediler: “Risale-i Nur, yalnız bir cüz’î tahribatı ve bir küçük haneyi tamir etmiyor. Belki küllî bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kal’ayı tamir ediyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslaha çalışmıyor, belki bin seneden beri tedarik ve teraküm edilen müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumîyi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun ve bahusus avam-ı mü’minînin istinadgâhları olan İslâmî esasların ve cereyanların ve şeairlerin kırılması ile bozulmağa yüz tutan vicdan-ı umumîyi, Kur’an’ın i’cazıyla ve geniş yaralarını Kur’anın ve imanın ilâçları ile tedavi etmeğe çalışıyor. Elbette böyle küllî ve dehşetli tahribata ve rahnelere ve yaralara, hakkalyakîn derecesinde, dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak hâsiyetinde mücerreb ilâçlar ve hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi görmekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyat ve inkişafata medardır.” diye uzun bir mükâleme cereyan etti. Ben de tamamen işittim, hadsiz şükrettim. Kısa kesiyorum.”[125]

“Yusuf Aleyhisselâm mahpusların pîridir. Ve hapishane bir nevi Medrese-i Yusufiye olur. Madem Risale-i Nur şakirdleri, iki defadır çoklukla bu medreseye giriyorlar; elbette Risale-i Nur’un hapse temas ve isbat ettiği bir kısım mes’elelerinin kısacık hülâsalarını, bu terbiye için açılan dershanede okumak ve okutmakla tam terbiye almak lâzım geliyor.”[126]

            “Bu mes’elede hapishane müdürleri ve ser-gardiyanları ve belki memleketin idare müdebbirleri ve asayiş muhafızları Risale-i Nur’un bu dersinden memnun olmaları gerektir. Çünki bin mütedeyyin ve Cehennem hapsini her vakit tahattur eden adamların idare ve inzibatı, on namazsız ve itikadsız, yalnız dünyevî hapsi düşünen ve haram-helâl bilmeyen ve kısmen serseriliğe alışan adamlardan daha kolay olduğu, çok tecrübelerle görülmüş.”[127]

            “İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzım diye kanaatımız var.”[128]

            “Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile beraber gelen eski kardeşlerim gibi Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onları ve onlar gibi binler şakirdleri şahid göstererek derim ve isbat ederim ve isbat etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikîyi eline veren ve Kur’an-ı Hakîm’in mu’cize-i maneviyesinden neş’et edip çıkan ve bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu onsekiz senedir benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet gaddarane desiselerle hükûmetin bazı erkânlarını iğfal ederek bizi imha için bu defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un çelik kal’asında yüzotuz parça cihazatından ancak iki-üç parçasına ilişebilmişler. Demek avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter. Hem korkmayınız, Risale-i Nur yasak olmaz; Hükûmet-i Cumhuriyenin meb’usları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri iki-üçü müstesna olarak serbest geziyorlardı. İnşâallah, bir zaman hapishaneleri tam bir ıslahhane yapmak için bahtiyar müdürler ve memurlar, o Nurları, mahpuslara, ekmek ve ilâç gibi tevzi edecekler.”[129]

“Lâ ilahe illallah” ve “Bismillah” ve sair kelimat-ı mübareke, herbiri erkân-ı imaniyenin birer çekirdeği ve bu zamanda keşfedilen et hülâsası ve şeker hülâsası gibi, hem erkân-ı imaniyenin hem Kur’an hakikatlarının hülâsaları ve bu üçü namazın çekirdekleri oldukları gibi, Kur’anın dahi çekirdekleri ve parlak bir kısım surelerin başlarında pırlanta gibi görünmeleri ve çok sünuhatı tesbihatta başlayan Risale-i Nur’un dahi hakikî madenleri ve esasları ve hakikatlarının çekirdekleridirler. Ve velayet-i Ahmediye ve ubudiyet-i Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) cihetinde, öyle bir daire-i zikirde, namazdan sonraki tesbihatta bir tarîkat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) virdidirler ki, her namaz vaktinde yüz milyondan ziyade mü’minler beraber, o halka-i kübra-yı zikirde, ellerinde tesbihler, “Sübhanallah” otuzüç, “Elhamdülillah” otuzüç, “Allahü Ekber” otuzüç defa da tekrar ederler.”[130]

“Sâliklerinin her asırda fevkalâde bir metanetle sarılmaları ile ve emir ve nehyine tamamen inkıyad etmeleriyle, güya yeni nâzil olmuş gibi tazeliği isbat edilmiş olan Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın, bütün asırlarda, zalimlerine karşı şiddetli ve dehşetli ve tekrarlı tehdidleri ve mazlumlarına karşı şefkatli ve rahmetli mükerrer taltifleri, hususuyla bu asrımıza bakan tehdidatı içinde zalimlerine misli görülmemiş bir halette, sanki feza-i ekberden bir nümuneyi andıran semavî bir cehennemle altı-yedi seneden beri mütemadiyen feryad u figan ettirmesi ve keza mazlumlarının bu asırdaki küllî ferdleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i salifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi ve muarızları olan dinsizlerin cehennemî azabla tokatlanmalarını göstermesi, hem iki güzel ve latif haşiyelerle hâtime verilmek suretiyle çiçeğin tamam edilmesi bu fakir talebeniz Hüsrev’i o kadar büyük bir sürurla sonsuz bir şükre sevketti ki; bu güzel çiçeğin verdiği sevinç ve süruru müddet-i ömrümde hissetmediğimi sevgili üstadıma arzettiğim gibi, kardeşlerime de kerratla söylemişim. Cenab-ı Hak, zaîf ve tahammülsüz omuzlarına pek azametli bâr-ı sakil tahmil edilen siz sevgili üstadımızdan ebediyen razı olsun. Ve yüklerinizi tahfif etmekle yüzlerinizi ebede kadar güldürsün âmîn.”[131]

            “Evet sevgili üstadım, biz Allah’tan, Kur’andan, Habib-i Zîşan’dan ve Risale-i Nur’dan ve Kur’an dellâlı siz sevgili üstadımızdan ebediyen razıyız. Ve intisabımızdan hiçbir cihetle pişmanlığımız yok. Hem kalbimizde zerre kadar kötülük etmek için niyet yok. Biz ancak Allah’ı ve rızasını istiyoruz. Gün geçtikçe, rızası içinde, Cenab-ı Hakk’a vuslat iştiyaklarını kalbimizde teksif ediyoruz. Bilâ-istisna bize fenalık edenleri Cenab-ı Hakk’a terketmekle afvetmek ve bilakis bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm olduğunu, biz istemeyerek ilân eden Hazret-i Allah’a hadsiz hududsuz şükürler ediyoruz.”Çok kusurlu talebeniz Hüsrev”[132]

            “Risale-i Nur’daki bütün mizanlar ve müvazeneler, imanın saadet-i dünyeviyeye ve uhreviyeye medar meyvelerini beyan ederler. Ve o küllî ve büyük meyveler, bu dünyada gösterdikleri saadet-i hayatiye ve lezzet-i ömür cihetiyle her mü’minin imanı ona bir saadet-i ebediyeyi kazandıracak.. belki sünbül verecek ve o surette inkişaf edecek diye haber verirler.”[133]

            “Meselâ: BaştaDeki: Sığınırım sabahın Rabbine. “Felak.1) cümlesi, bin üçyüz elliiki veya dört (1352–1354) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev’-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan ikinci harb-i umumîye işaret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M.) manen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.” Ve bir mana-yı remziyle, Kur’an’ın hizmetkârlarından olan Risale-i Nur şakirdlerine hususî bir iltifat ile onların Eskişehir hapsinden, dehşetli bir şerden aynı tarihiyle kurtulmalarına ve haklarındaki imha plânının akîm bırakılmasına remzen haber verir; manen “İstiaze ediniz” emreder gibi bir remz verir.”[134]

            “Risale-i Nur’daki bütün müvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o müvazeneler gibi mükerreren nur ve zulümat ve iman ve karanlıkları karşılaştırmasıyla gizli bir emaredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı manevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun manevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.”[135]

            “Evet hadsiz şükürler olsun ki, yirmi senedir Risale-i Nur bu ihbar-ı gaybı ve lem’a-i i’cazı bil’fiil göstermiştir. Ve bu sırr-ı azîm içindir ki; Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar ve hakikî şakirdleri en dehşetli bir hasmına ve hakaretli tecavüzüne karşı ona der:

            “Ey bedbaht! Ben seni i’dam-ı ebedîden kurtarmaya ve fâni hayvaniyetin en süflî ve elîm derecesinden bir bâki insaniyet saadetine çıkarmaya çalışıyorum. Sen benim ölümüme ve i’damıma çalışıyorsun. Senin bu dünyada lezzetin pek az, pek kısa ve âhirette ceza ve belaların pek çok ve pek uzundur. Ve benim ölümüm bir terhistir. Haydi defol; senin ile uğraşmam, ne yaparsan yap.” der. O zalim düşmanına hiddet değil, belki acıyor, şefkat ediyor, keşki kurtulsa idi diyerek ıslahına çalışır.”[136]

            “Ey âlem-i İslâmın dünya ve âhirette selâmeti için Kur’anın feyziyle ve Risale-i Nur’un hakikatıyla ve sadık şakirdlerin himmetiyle mübarek gözlerinden yaş yerine kan akıtan ve ey fitne-i âhirzamanın şu dağdağalı ve fırtınalı zamanında Hazret-i Eyyub Aleyhisselâm’dan ziyade hastalıklara, dertlere giriftar olan ve Kur’anın nuruyla ve Risale-i Nur’un bürhanlarıyla ve şakirdlerin gayretiyle âlem-i İslâmın maddî ve manevî hastalıklarını Hakîm-i Lokman gibi tedaviye çalışan ve ey mübarek ellerinde mevcud olan Nur parçalarının hak ve hakikat olduğunu Kur’anın otuzüç âyetiyle ve keramet-i Aleviye ve Gavsiye ile isbat eden ve ey kendisi hasta ve ihtiyar ve zaîf ve gayet acınacak bir halde olduğuna göre herkesten ziyade âlem-i İslâm’a can feda eder derecesinde acıyarak kendine fenalık etmek isteyenlere Kur’anın hakikatıyla ve Risale-i Nur’un hüccetleriyle, Nur talebelerinin sadakatlarıyla hayırlı dualar ve iyilik etmek ile karşılayan ve yazdığı mühim eserlerinden Âyet-ül Kübra’nın tab’ıyla kendi zâtına ve talebelerine gelen musibette hapishanelere düşen ve o zindanları Kur’anın irşadıyla ve Risale-i Nur’un dersiyle ve şakirdlerin iştiyakı ile bir medrese-i Yusufiyeye çeviren ve bir dershane yapan ve içimizde bulunan cahil olanların hepsini Kur’anı o dershanede hatmettirerek çıkaran; ve o musibette Kur’anın kuvve-i kudsiyesiyle ve Risale-i Nur’un tesellisiyle ve kardeşlerin tahammülleriyle ihtiyar ve zaîf olduğu halde bütün ağırlıklarımızı ve yüklerimizi üzerine alan ve yazdığı Meyve ve Müdafaaname risaleleriyle Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’cazıyla ve Risale-i Nur’un kuvvetli bürhanlarıyla ve şakirdlerin ihlası ile, izn-i İlahî ile üzerinden kapılarını açtırıp beraet kazandıran ve o günde bize ve âlem-i İslâma bayram yaptıran ve hakikaten Risale-i Nur’ları “Nurun alâ nur” olduğunu isbat ederek kıyamete kadar serbest okunup ve yazılmasına hak kazandıran ve âlem-i İslâmın Kur’an-ı Azîmüşşan’ın gıda-i kudsîsiyle ve Nur’un uhrevî taamıyla ve şakirdlerinin iştihasıyla ekmek, su ve hava gibi bu Nurları okuyup yazanlardan binler kişi imanla kabre girdiğini isbat eden ve kendisine mensub talebelerini hiçbir yerde mağlub ve mahcub etmeyen ve elyevm Kur’anın semavî dersleriyle ve Risale-i Nur’un esasatıyla ve şakirdlerinin zekâvetleriyle ve Meyve’nin Onuncu ve Onbirinci Mes’ele ve çiçekleriyle firak ateşiyle gece-gündüz yanan kalblerimizi âb-ı hayat ve şarab-ı kevser gibi o mübarek “Mes’ele” ve “Çiçekler” ile kalblerimizin ateşini söndürüp sürur ve feraha sevkeden ve ey âlemin (Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kat’î va’diyle ve tehdidi ile ve Risale-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle ve merhum şakirdlerinin müşahedesiyle ve onlarda keşf-el kubur sahiblerinin görmesiyle) en çok korktuğu ölümü ehl-i iman için i’dam-ı ebedîden kurtarıp bir terhis tezkeresine çeviren ve âlem-i Nur’a gitmek için güzel bir yolculuk olduğunu isbat eden ve kâfir ve münafıklar için i’dam-ı ebedî olduğunu bildiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın, bin mu’cizat-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm ve kırk vech-i i’cazının tasdiki altında ihbarat-ı kat’iyyesiyle, ondan çıkan Risale-i Nur’un en muannid düşmanlarını mağlub eden hüccetleriyle ve Nur şakirdlerinin çok emarelerin ve tecrübelerin ve kanaatlarının teslimi ile o korkunç, karanlık, soğuk ve dar kabri, ehl-i iman için Cennet çukurundan bir çukur ve Cennet bahçesinin bir kapısı olduğunu isbat eden ve kâfir ve münafık zındıklar için Cehennem çukurundan yılan ve akreplerle dolu bir çukur olduğunu isbat eden ve oraya gelecek olan Münker Nekir isminde melaikeleri ehl-i hak ve hakikat yolunda gidenler için birer munis arkadaş yapan ve Risale-i Nur’un şakirdlerini talebe-i ulûm sınıfına dâhil edip Münker Nekir suallerine Risale-i Nur ile cevab verdiklerini merhum kahraman şehid Hâfız Ali’nin vefatıyla keşfeden ve hayatta bulunanlarımızın da yine Risale-i Nur’la cevab vermemizi rahmet-i İlahiyeden dua ve niyaz eden ve Hazret-i Kur’anı, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın kırk tabakadan her tabakaya göre bir nevi i’caz-ı manevîsini göstermesiyle ve umum kâinata bakan kelâm-ı ezelî olmasıyla ve tefsiri olan Risale-i Nur’un Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Rumuzat-ı Semaniye risaleleriyle ve Risale-i Nur gül fabrikasının serkâtibi gibi kahraman kardeşlerin ve şakirdlerin fevkalâde gayretleriyle asr-ı saadetten beri böyle hârika bir surette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e “Yaz” emir buyurulmasıyla, Levh-i Mahfuz’daki yazılan Kur’an gibi yazılması ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hak kelâmullah olduğunu ve bütün semavî kitabların en büyüğü ve en efdali ve bir Fatiha içinde binler Fatiha ve bir İhlas içinde binler İhlas ve hurufatının birden on ve yüz ve bin ve binler sevab ve hasene verdiklerini hiç görülmedik ve işitilmedik pek güzel ve hârika bir surette tarif ve isbat eden ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın binüçyüz seneden beri i’cazını göstermesiyle ve muarızlarını durdurmasıyla ve Nur’un gözlere gösterir derecede zahir delilleri ile ve Nur şakirdlerinin elmas kalemleriyle bu zamana kadar misli görülmedik Risale-i Nur’un dünyaya ferman okuyan ve en mütemerrid ve muannidleri susturan Yirmibeşinci Söz ve zeyilleri kırk vecihle i’caz-ı Kur’anî olduğunu isbat eden ve ey Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hak peygamber olduğuna ve umum yüzyirmidört bin peygamberlerin efdali ve seyyidi olduğuna dair binler mu’cizelerini “Mu’cizat-ı Ahmediye” (A.S.M.) namındaki Risale-i Nur’u ile güzel bir surette isbat eden ve Kur’an-ı Azîmüşşan’ın Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın rahmeten-lil-âlemîn olduğunu kâinatta ilân etmesiyle ve Nur’un baştan nihayete kadar onun rahmeten-lil-âlemîn olduğunu bürhanlarla isbat etmesiyle ve o resulün ef’al ve ahvali, kâinatta nümune-i iktida olacak en sağlam, en güzel rehber olduğunu hattâ körlere de göstermesiyle ve Anadolu ve hususî memleketlerde Nur’un intişarı zamanında belaların ref’i ve susturulmasıyla musibetlerin gelmesi şehadetiyle ve Nur şakirdlerinin gayet ağır müşkilâtlar içinde kemal-i metanetle hizmet ve irtibatlarıyla o zâtın (A.S.M.) sünnet-i seniyesine ittiba etmek ne kadar kârlı olduğunu ve bir sünnete bu zamanda ittiba’da yüz şehidin ecrini kazandığını bildiren ve sadaka, kaza ve belayı nasıl def’ediyorsa Risale-i Nur’un da Anadolu’ya gelecek kazayı, belayı, yirmi senedir def’ettiğini aynelyakîn isbat eden üstad-ı ekremimiz efendimiz hazretleri!.. Şimdi şu Risale-i Nur’un beraeti, başta siz sevgili Üstadımızı, sonra biz âciz kusurlu talebelerinizi, sonra âlem-i İslâmı sürura sevk ederek, ikinci büyük bir bayram yaptırdığından siz mübarek Üstadımızın bu büyük bayram-ı şerifinizi tebrik ile ve yine üçüncü bayram olan ramazan-ı şerifinizi ve leyle-i Kadrinizi tebrik, emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığımızı niyaz ve biz kusurluların kusurlarımızın affını rica ederek umumen selâm ile mübarek ellerinizden öper ve dualarınızı temenni ederiz, efendimiz hazretleri.Isparta ve havalisinde bulunan Nur Talebeleri.”[137]

“Ya Risale-i Nur’u tam serbest bırakınız veyahut bu kuvvetli ve zedelenmez hakikatı elinizden gelirse kırınız!”[138]

            “Evet Risale-i Nur’a perde altında hücum eden, ecnebi parmağıyla bu vatandaki milletin en büyük kuvveti olan âlem-i İslâmın teveccühünü ve muhabbetini ve uhuvvetini kırmak ve nefret verdirmek için siyaseti dinsizliğe âlet ederek perde altında küfr-ü mutlakı yerleştirenlerdir ki, hükûmeti iğfal ve adliyeyi iki defadır şaşırtıp, der: “Risale-i Nur ve şakirdleri, dini siyasete âlet eder, emniyete zarar ihtimali var.”

            Hey bedbahtlar! Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alâkası yoktur; fakat küfr-ü mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan istibdad-ı mutlakı esasıyla bozar, reddeder.”[139]

            “Hey bedbaht! Otuzüç âyât-ı Kur’aniye işaratının takdirine mazhar ve İmam-ı Ali’nin (R.A.) üç kerametinin ihbar-ı gaybîsiyle ve Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) kuvvetli bir tarzda ihbarıyla kıymet-i diniyesi tahakkuk eden ve bu yirmi sene zarfında idareye hiçbir zararı dokunmayan ve hiç kimseye hiçbir zarar vermemesi ile beraber binler vatan evlâdını tenvir ve irşad eden ve imanlarını kuvvetlendiren ve ahlâklarını düzelten Risale-i Nur’un irşadlarına “ifsad” diyorsun. Allah’tan korkmuyorsun, dilin kurusun!” demiş.”[140]

            “Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimaî derslerine ilişmek fikriyle, “Dinin tahtı ve makamı vicdandır, hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden bağlanmasıyla içtimaî keşmekeşler olmuştur.” dedi. Ben de derim ki: “Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dinin ikinci cüz’üdür. Acaba katl, zina, sirkat, kumar, şarab gibi hayat-ı içtimaiyeyi zehirlendiren pek çok büyük günahları işleyenleri onlardan men’etmek için, yalnız hapis korkusu ve hükûmetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O halde her hanede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafiye bulunmak lâzım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksinler. İşte Risale-i Nur amel-i sâlih noktasında, iman canibinden, herkesin başında her vakit bir manevî yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlahîyi hatırına getirmekle fenalıktan kolayca kurtarır.”[141]

            “Efendiler! Reis bey, dikkat ediniz! Risale-i Nur’u ve şakirdlerini mahkûm etmek, doğrudan doğruya küfr-ü mutlak hesabına, hakikat-ı Kur’aniye ve hakaik-i imaniyeyi mahkûm etmek hükmüne geçmekle binüçyüz seneden beri her senede üçyüz milyon onda yürümüş ve üçyüz milyar müslümanların hakikata ve saadet-i dâreyne giden cadde-i kübralarını kapatmaya çalışmaktır ve onların nefretlerini ve itirazlarınızı kendinize celbetmektir. Çünki o caddede gelip gidenler, gelmiş geçmişlere dualar ve hasenatlarıyla yardım ediyorlar. Hem bu mübarek vatanın başına bir kıyamet kopmaya vesile olmaktır. Acaba mahkeme-i kübrada, bu üçyüz milyar davacıların karşısında sizden sorulsa ki: “Doktor Duzi’nin, baştan nihayete kadar serapa İslâmiyetiniz ve vatanınız ve dininiz aleyhinde ve firenkçe “Tarih-i İslâm” namındaki eseri ki, zındıkların kütübhanelerinizdeki eserlerine, kitablarına ve serbest okumalarına ve o kitabların şakirdleri kanununuzca cem’iyet şeklini almalarıyla beraber, dinsizlik veya komünistlik veya anarşistlik veya pek eski ifsad komitecilik veya menfî Turancılık gibi siyasetinize muhalif cem’iyetlerine ilişmiyordunuz? Neden hiçbir siyasetle alâkaları olmayan ve yalnız iman ve Kur’an

cadde-i kübrasında giden ve kendilerini ve vatandaşlarını i’dam-ı ebedîden ve haps-i münferidden kurtarmak için Kur’anın hakikî tefsiri olan Risale-i Nur gibi gayet hak ve hakikat bir eseri okuyanlara ve hiçbir siyasî cem’iyetle münasebeti olmayan o hâlis dindarların birbiriyle uhrevî dostluk ve uhuvvetlerine cem’iyet namı verip ilişmişsiniz. Onları pek acib bir kanunla mahkûm ettiniz ve etmek istediniz.” dedikleri zaman ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz. Ve sizi iğfal eden ve adliyeyi şaşırtan ve hükûmeti bizimle, vatana ve millete zararlı bir surette meşgul eyleyen muarızlarımız olan zındıklar ve münafıklar, istibdad-ı mutlaka “cumhuriyet” namı vermekle, irtidad-ı mutlakı rejim altına almakla sefahet-i mutlaka “medeniyet” ismini vermekle, cebr-i keyfî-i küfrîye “kanun” ismini takmakla hem sizi iğfal, hem hükûmeti işgal, hem bizi perişan ederek, hâkimiyet-i İslâmiyeye ve millete ve vatana ecnebi hesabına darbeler vuruyorlar.”[142]

            Ey efendiler! Dört senede dört defa dehşetli zelzeleler, tam tamına dört defa Risale-i Nur şakirdlerine şiddetli bir surette taarruz ve zulüm zamanlarına tevafuku ve herbir zelzele dahi tam taarruz zamanında gelmesi ve hücumun durmasıyla zelzelenin durması işaretiyle, şimdiki mahkûmiyetimiz ile gelen semavî ve arzî belalardan siz mes’ulsünüz!”[143]

            “Büyük memurlardan birkaç zât benden sordular ki: “Mustafa Kemal sana üçyüz lira maaş verip, Kürdistan’a ve vilayat-ı şarkıyeye, Şeyh Sünusî yerine vaiz-i umumî yapmak teklifini neden kabul etmedin? Eğer kabul etseydin ihtilâl yüzünden kesilen yüzbin adamın hayatlarını kurtarmaya sebeb olurdun!” dediler.

            Ben de onlara cevaben dedim ki: Yirmişer-otuzar senelik hayat-ı dünyeviyeyi o adamlar için kurtarmadığıma bedel, yüzbinler vatandaşa, herbirisine milyonlar sene uhrevî hayatı kazandırmaya vesile olan Risale-i Nur, o zayiatın yerine binler derece iş görmüş. Eğer o teklifi ben kabul etseydim, hiçbir şeye âlet olamayan ve tabi olmayan ve sırr-ı ihlası taşıyan Risale-i Nur meydana gelmezdi. Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni i’dama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp i’dam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla elâl ederim!”[144]

            “En ziyade beni düşündüren Risale-i Nur’u, en gafil ve dünyaca büyük makamlarda bulunanlara da kemal-i dikkatle okutturuyor, başka bir sahada fütuhata meydan açıyor. Ve en ziyade rikkatime dokunan ve kendi elemimden başka herbirinizin sıkıntısından başıma toplanan bütün elemlere ve teessüflere karşı ramazanda, bir saati yüz saat hükmüne getiren o şehr-i mübarekte bu musibet dahi, o yüz sevabı herbir saati on saat derecesinde ibadet yapmakla bine iblağ ettiğinden, Risale-i Nur’dan tam ders alan ve dünya fâni ve ticaretgâh olduğunu bilen ve herşeyi imanı ve âhireti için feda eden ve bu dershane-i Yusufiyedeki muvakkat sıkıntıların daimî lezzetler ve faideler vereceklerine inanan sizin gibi ihlaslı zâtlara acımak ve rikkatten ağlamak haletini, tebrik ve sebatınızı gayet istihsan ve takdir etmek haletine çevirdi.”[145]

            “Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur. Çünki kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler; maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar. İman-ı tahkikî dünyada dahi medar-ı saadettir diye halleriyle isbat ediyorlar. Evet “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” deyip, metinane bu fâni zahmetleri bâki rahmetlere tebdile çalışıyorlar.”[146]

            “Şimdiye kadar, Risale-i Nur şakirdleri gibi çok kudsî hizmette çok az zahmet çekenler olmamış. Evet, Cennet ucuz değil. İki hayatı imha eden küfr-ü mutlaktan kurtarmak, bu zamanda pek çok ehemmiyetlidir. Bir parça meşakkat olsa da, şevk ve şükür ve sabırla karşılamalı. Madem bizi çalıştıran Hâlıkımız Rahîm ve Hakîm’dir; başa gelen herşeyi rıza ile, sevinç ile, rahmetine, hikmetine itimad ile karşılamalıyız.”[147]

“Şimdi zuhr namazını kıldım, tesbihat içinde siz hatırıma geldiniz ki; herbiri hem kendini, hem hanesindeki akrabasını düşünmekle mahzun olur. Birden kalbe geldi ki: Madem eski zamanlarda âhiretini dünyasına tercih edenler, hayat-ı içtimaiyenin günahlarından kurtulmak ve âhiretine hâlisane çalışmak niyetiyle mağaralarda, çilehanelerde riyazet ile hayatlarını geçirenler bu zamanda olsaydılar, Risale-i Nur şakirdleri olacaktılar. Elbette şimdi bu şerait altında bunlar, onlardan on derece daha ziyade muhtaçtır ve on derece fazla fazilet kazanıyorlar ve on derece daha rahattırlar.”[148]

            “Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok. O zındıklar, Risale-i Nur’u ve şakirdlerini tarîkata ve bilhassa Nakşî Tarîkatına kıyas edip, o ehl-i tarîkatı mağlub ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.”[149]

            “Maddiyyun felsefesinin ve medeniyetinin cazibedar sefahet ve uyutucu lezzetli zehirleriyle ifsad etmek ile mabeynlerinde tesanüdü kırmak ve üstadlarını ihanetlerle çürütmek ve mesleklerini fennin, felsefenin bazı düsturlarıyla nazarından sukut ettirmektir ki, Nakşîlere ve ehl-i tarîkata karşı istimal ettikleri aynı silâh ile bizlere hücum ettiler, fakat aldandılar. Çünki Risale-i Nur’un meslek-i esası; ihlas-ı tam ve terk-i enaniyet ve zahmetlerde rahmeti ve elemlerde bâki lezzetleri hissedip aramak ve fâni ayn-ı lezzet-i sefihanede elîm elemleri göstermek ve imanın bu dünyada dahi hadsiz lezzetlere medar olmasını ve hiçbir felsefenin eli yetişmediği noktaları ve hakikatları ders vermek olduğundan, onların plânlarını inşâallah tam akîm bırakacak ve meslek-i Risale-i Nur ise tarîkatlara kıyas edilmez diye onları susturacak.”[150]

            “ “Ey Rabbimiz, Nûrumuzu tamamla ve bizi bağışla.” Tahrîm Sûresi, 66:8.)âyetini şimdi okudum. “Bizi Bağışla”. Tahrîm Sûresi, 66:8.)cümlesi tam tamına binüçyüz altmışiki eder. Bu senenin aynı tarihine tevafuk eder ve bizi çok istiğfara davet ve emreder ki, nurunuz tamam olsun ve Risale-i Nur noksan kalmasın.”[151]

            “Kader-i İlahî adaleti bizleri Denizli Medrese-i Yusufiyesine sevketmesinin bir hikmeti, her yerden ziyade Risale-i Nur’a ve şakirdlerine hem mahbusları, hem ahalisi, belki hem memurları ve adliyesi muhtaç olmalarıdır. Buna binaen, biz bir vazife-i imaniye ve uhreviye ile bu sıkıntılı imtihana girdik. Evet yirmi-otuzdan ancak bir-ikisi ta’dil-i erkân ile namazını kılan mahbuslar içinde birden Risale-i Nur şakirdlerinden kırk-ellisi umumen bilâ-istisna mükemmel namazlarını kılmaları, lisan-ı hal ile ve fiil diliyle öyle bir ders ve irşaddır ki, bu sıkıntı ve zahmeti hiçe indirir, belki sevdirir. Ve şakirdler ef’alleriyle bu dersi verdikleri gibi, kalblerindeki kuvvetli tahkikî imanlarıyla dahi buradaki ehl-i imanı ehl-i dalaletin evham ve şübehatından kurtarmalarına medar çelikten bir kal’a hükmüne geçeceğini rahmet ve inayet-i İlahiyeden ümid ediyoruz.”[152]

            “Buradaki ehl-i dünyanın bizi konuşmaktan ve temastan men’leri zarar vermiyor. Lisan-ı hal, lisan-ı kalden daha kuvvetli ve tesirli konuşuyor. Madem hapse girmek terbiye içindir. Milleti seviyorlar ise, mahbusları Risale-i Nur şakirdleriyle görüştürsünler; tâ bir ayda, belki bir günde bir seneden ziyade terbiye alsınlar. Hem millete ve vatana, hem kendi istikballerine ve âhiretine menfaatlı birer insan olsunlar. Gençlik Rehberi bulunsa idi, çok faidesi olurdu. İnşâallah bir zaman girer.”[153]

            “Kardeşlerim! Gerçi bu vaziyet, hem muvafığa ve bir kısım memurlara Risale-i Nur’a karşı bir çekinmek, bir ürkmek vermiş, fakat bütün muhaliflerde ve dindarlarda ve alâkadar memurlarda bir dikkat, bir iştiyak uyandırıyor. Merak etmeyiniz, o nurlar parlayacaklar.”[154]

            “Sabri’nin tabiri ve istihracıyla, Sure-i Ve’l-Asr işaretine muvafık olarak Risale-i Nur, Anadolu’yu Cebel-i Cudi’de sefine gibi ve Isparta ve Kastamonu’yu âfât-ı semaviye ve arziyeden muhafazalarına bir vesile olduğunu ve Risale-i Nur’a ilişmesinler, yoksa yakından bekleyen âfetler geleceklerini bilsinler, akıllarını başlarına alsınlar. Bu musibetten biraz evvel tekrar ile söylüyordum ve size de o mektublar gönderilmişti. Şimdi aldığım haber: Kastamonu, civarı, kal’ası, Risale-i Nur’un matemini tutmuş gibi ağlamış ve zelzele ile sıtma tutmuş, inşâallah yine Risale-i Nur’a kavuşacak ve gülecek ve şükredecek.”[155]

“Yemin olsun asra.” Asr Sûresi, 103:1-2.)İşaretinde Risale-i Nur’a bir îma bulunması remziyle, bu âyet dahi remzen binüçyüz altmış (1360) Rumi tarihi olan bu senede münafıklar ve küfre düşenler Risale-i Nur’a ilişecekler, fakat hasarat ederler. Çünki zelzele ve harb gibi belaların ref’ine bir sebeb Risale-i Nur’dur. Onun ta’tili belaları celbeder diye bir gizli îma olabilir.”[156]

            “Sizi temin ederim ki; şimdi ecel gelse ölsem, kemal-i rahat-ı kalble karşılayacağım. Çünki içinizde kuvvetli, metin, genç çok Saidler bulunduğuna ve bu bîçare, ihtiyar, hasta, zaîf Said’den çok ziyade Risale-i Nur’a sahib ve vâris ve hâmi olacaklarına kanaatım geliyor.”[157]

            “Bütün buraya gelen Risale-i Nur talebelerine “Hocalar” namı verilmiş. Herkes lisanında “Hocalar.. hocalar” diye hürmetle yâdediyorlar. Bu zarafet içinde latif bir işaret var ki; bu hapis medreseye döndüğü gibi, Risale-i Nur şakirdleri dahi birer müderris, muallim ve sair hapishaneler de bu hocaların sayesinde inşâallah birer mekteb hükmüne geçeceklerdir.”[158]

            “Bunun gibi teselliye dair evvelce yazılan küçük mektublar arasıra okunsa ve Meyve’nin hususan âhirleri beraber mütalaa edilse ve hatıra gelen Risale-i Nur’un mes’eleleri müzakere olsa, inşâallah talebe-i ulûmun şerefini kazandırır. İmam-ı Şafiî (K.S.) gibi büyük zâtlar, “Talebe-i ulûmun hattâ uykusu dahi ibadet sayılır” diye ziyade ehemmiyet vermişler. Böyle medresesiz bir zamanda, böyle azab yerlerde, böyle yüksek talebelik yüzünden yüz sıkıntı da olsa aldırmamalı veyahut “İşlerin en hayırlısı zorlu olanıdır. ” el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ: 1:55.)deyip o meşakkatler yüzünden ferahla gülmeliyiz. Amma fakir arkadaşların çoluk ve çocuk ve idare ciheti ise; musibette kendinden ziyade musibetliye ve nimette daha noksaniyetliye bakmak kaide-i Kur’aniye ve imaniye ve Nuriyeye binaen, yüzde seksen adamdan daha ziyade rahattırlar. Şekvaya hiç hakları olmadığı gibi, seksen derece bir şükür üstüne haktır. Hem burada kısmetimizi almak, yemek; kader-i İlahî tayin etmişti. Adalet-i rahmet bizi toplattırdı, çoluk çocuk Rezzak-ı Hakikîlerine emanet edildi, muvakkaten o nezaret vazifesinden mezuniyet verdi. Nasılki bir gün bütün bütün elini çektirecek, azledecek. Madem hakikat budur, “Allah bize yeter; O ne güzel vekildir.” Âl-i İmrân Sûresi, 3:173.) deyip teslim ile şükretmeliyiz.”[159]

            “Sair yerlere nisbeten en sıkıntılı ve en soğuk olan bu hapsin zahmet ve meşakkatını çeken, elbette bu hapsin sebebinde derecesine göre bir kaçınmak meyli olacak. Fakat onun zahirî sebebi olan Risale-i Nur’un o zahmet çekenlere kazandırdığı iman-ı tahkikî ve iman-ı tahkikî ile hüsn-ü hatime ve şirket-i maneviye ile yüzer adam kadar a’mal-i sâliha o acı zahmeti tatlı bir rahmete çevirdiğinden, bu iki neticenin fiatı, sarsılmaz bir sadakat ve sebatkârlıktır. Onun için, pişman olmak ve vazgeçmek, büyük bir hasarattır. Şakirdlerin dünya ile alâkası olmayan veya pek az bulunanları için bu hapis daha hayırlıdır, bir cihette hürriyet yeridir. Ve alâkası bulunan ve idaresi yerinde olanlara, sarfedilen paraları muzaaf sadakalara ve geçirilen ömür saatleri muzaaf ibadetlere çevirmesinden, şekva yerine şükür etmeleri iktiza ediyor. Ve fakir ve zaîf kısmı ise; zâten hapsin haricinde onlara faidesiz sevablar, mes’uliyetli meşakkat verdiğinden, bu hayırlı, çok sevablı, mes’uliyetsiz ve arkadaşlarının mütekabil tesellileriyle hafifleşen meşakkat, onlar için medar-ı şükrandır.”[160]

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat’î kanaatım gelmiş ki: Risale-i Nur ile kıraeten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezauf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. “[161]

            “Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat, -hattâ meşru bir tarzda dahi olsa- enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lâzım olduğundan, Risale-i Nur’un hakikî şakirdleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevîde ve havz-ı müşterekte erittiklerinden, inşâallah bu fırtınada sarsılmayacaklar. Evet, münafıkların ehemmiyetli ve tecrübeli bir plânı; böyle herbiri birer zabit, birer hâkim hükmündeki eşhası müşterek bir mes’elede böyle kaçınmak ve birbirini tenkid etmek asabiyetini veren sıkıntılı yerlerde toplattırır, boğuşturur, manevî kuvvetlerini dağıttırır. Sonra kuvvetini kaybedenleri kolayca tokatlar, vurur. Risale-i Nur şakirdleri, hıllet ve uhuvvet ve fena fi-l ihvan mesleğinde gittiklerinden, inşâallah bu tecrübeli ve münafıkane plânı da akîm bırakacaklar.”[162]

            “Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risale-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î buldukları bir hakikata dayanmağa pek çok muhtaç bulunan avam-ı ehl-i iman için dalalet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci’, bir mürşid, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki; bir hakikat var, hiç bir şeye feda edilmez, ehl-i dalalete başını eğmez, mağlub olmaz diye kuvve-i maneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahete iltihaktan kurtulur.”[163]

            “Çok defa söylediğim gibi yine tekrar ediyorum ki; tarihte Risale-i Nur şakirdleri gibi hak yolunda pek çok hizmet eden ve pek çok sevab kazanan ve pek az zahmet çeken görülmüyor. Biz ne kadar meşakkat çeksek, yine ucuzdur.”[164]

            “Aleyhimize çevrilen dolaptan kurtulmak imkânı bulmadık. Ben hissetmiştim, fakat çare yoktu. Bîçare merhum Şeyh Abdülhakîm, Şeyh Abdülbâki kurtulamadılar. Demek bu musibette biz birbirimizden şekva etmek; hem haksız, hem manasız, hem zararlı, hem Risale-i Nur’dan bir nevi küsmektir. Sakın sakın, has rükünlerin gösterdikleri faaliyeti bu musibete bir sebeb görüp onlardan gücenmek ise, Risale-i Nur’dan çekilmek ve hakaik-i imaniyeyi öğrenmeden pişman olmaktır. Bu ise, maddî musibetten daha büyük bir manevî musibettir.”[165]

“Risale-i Nur ve şakirdlerine dört defa şiddetli taarruzların aynı zamanında dört defa dehşetli zelzelenin hücumu tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi; Risale-i Nur’un iki merkez-i intişarı olan Isparta ve Kastamonu’nun sair yerlere nisbeten âfâttan mahfuz kalmaları ve Sure-i Ve’l-Asr işaretiyle, âhirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu ikinci harb-i umumîden çare-i necat ise iman ve amel-i sâlih olmasından, Risale-i Nur’un Anadolu’nun her tarafında iman-ı tahkikîyi neşri zamanına Anadolu’nun fevkalâde olarak bu hasaret-i azîme-i harbiyeden kurtulması tam tamına tevafuku dahi tesadüfî olamaz. Hem Risale-i Nur’un hizmetine zarar veren veya hizmette kusur edenlere aynı zamanında gelen şefkat veya hiddet tokatlarının yüzer vukuatları tam tamına tevafukları tesadüfî olmadığı gibi, Risale-i Nur’a hüsn-ü hizmet edenlerin hemen hemen bilâistisna maişetinde vüs’at ve bereket ve kalbinde meserret ve rahat görmelerinin binler hâdiseleri dahi tesadüfî olamaz.”[166]  

“Evet Risale-i Nur’un tarz-ı beyanını gören, lâkayd kalamaz. Başka eserler gibi yalnız aklı ve kalbi değil, belki nefsi de ve hissiyatı da müsahhar eder.”[167]

            “Umum âlem-i İslâmı alâkadar eden bir hakikatın hatırı için değil yalnız dünya hayatını, belki lüzum olsa uhrevî hayatımı ve saadetimi dahi ehl-i imanın Risale-i Nur ile saadetleri için feda etmeyi nefsim de kabul ediyor.”[168]

            Cenab-ı Hak bize ve Risale-i Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman, başlarına hakikatı görecek akıl ihsan etsin. Bizi bu zindanlardan, onları da felâketlerden kurtarsın, âmîn!Hüsrev”[169]

            “Risale-i Nur’un tesettür perdesinden çıkıp gayet büyük ve umumî bir mes’elede kendi kendine merkezlerinde mübarezesi zamanında şakirdlerini arkasında bulmak ve kaçmamakla sarsılmaz ve mağlub olmaz bir hakikata bağlandıklarını mütereddid ve mütehayyir ehl-i imana göstermesi gayet lüzumlu olduğunu dahi nazarınıza ve meşveretinize alınız. Sakın sakın birbirinizin kusuruna bakmayın; hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.”[170]

            “Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükür olsun ki; bu acib zamanda ve garib yerde, talebe-i ulûmun kıymetli şerefini ve ehemmiyetli hizmetlerini kazanmayı sizler vasıtasıyla bizlere de müyesser eyledi. Ehl-i keşf-el kuburun müşahedesiyle, müteaddid vakıatla, tahsil-i ulûm anında vefat eden bazı müştak ve ciddî bir talebe-i ulûm, şehidler gibi kendini hayatta ve kendi dersiyle meşgul görüyor. Hattâ meşhur bir ehl-i keşf-el kubur, vefat eden ve ilm-i Sarf ve Nahiv okuyan bir talebenin kabrinde, Münker Nekir’e nasıl cevab verecek diye murakabe etmiş ve müşahede edip işitmiş ki: Melek-i sual ondan sordu: “Men Rabbüke” “Senin rabbin kimdir?” dediği zaman o Nahiv dersiyle iştigal ederken vefat eden talebe, o meleğin cevabında demiş: “Men”mübtedadır, “Rabbüke”onun haberidir.” Nahiv ilmince cevab vermiş, kendini medresede zannetmiş. İşte bu vakıaya muvafık olarak ben merhum Hâfız Ali’yi aynen hayattaki gibi Risale-i Nur’la meşgul olarak en yüksek bir ilimde çalışan bir talebe-i ulûm vaziyetinde ve tam şehidler mertebesinde ve tarz-ı hayatlarında biliyorum ve o kanaat ile ona ve onun gibi Mehmed Zühdü’ye ve Hâfız Mehmed’e bazı dualarımda derim: Ya Rabbi! Bunları kıyamete kadar Risale-i Nur kisvesinde hakaik-i imaniye ve esrar-ı Kur’aniye ile kemal-i ferah ve sevinçle meşgul eyle. Âmîn!”[171]

            Cenab-ı Erhamürrâhimîn, Risale-i Nur’un bütün yazılan ve okunan harfleri adedince defter-i a’maline hasenat yazdırsın. Âmîn! Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın, âmîn! Ve kabrinde Kur’anı, Risale-i Nur’u ona şirin ve enîs arkadaş eylesin. Âmîn! Ve Nur fabrikasına onun yerine on kahramanı ihsan edip çalıştırsın. Âmîn! Âmîn! Âmîn! Siz dahi benim gibi dualarınızda onu yâdediniz. Bin lisan onun lisanı yerine istimal edip, o kaybettiği bir hayat ve bir dil yerinde manevî bin hayat kazandı diye rahmet-i İlahiyeden ümidvarız.”[172]

            “Sizdeki ihlas ve sadakat ve metanet, şimdiki ağır sıkıntılarda birbirinizin kusuruna bakmamaya ve setretmeye kâfi bir sebebdir ve Risale-i Nur zinciriyle kuvvetli uhuvvet öyle bir hasenedir ki, bin seyyieyi affettirir. Haşirde adalet-i İlahiye, hasenelerin seyyielere racih gelmesiyle affettiğine binaen, siz de hasenelerin rüchanına göre muhabbet ve afv muamelesini yapmak lâzımdır.”[173]

            “İşte kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizin nefs-i emmareniz, kıyas-ı binnefs cihetinde, sû’-i zan noktasında sizleri aldatmasın; Risale-i Nur terbiye etmiyor diye şübhelendirmesin.”[174]

            “Kardeşlerim! Madem bir kısmın mahiyetleri bu tarzdır; onlara, o kısma teslim olmak, bir nevi intihardır; İslâmiyetten pişman olmaktır, belki dinden insilah etmektir. Çünki o derece ilhadda taassub etmiş ki; bizim gibilerden yalnız teslimiyetle ve tasannu’ ile razı olmuyorlar. “Kalbini ve vicdanını bırak, yalnız dünyaya çalış” derler. İşte bu vaziyete karşı inayet-i Rabbaniyeye dayanıp metanet ve sabır ve tevekkül ederek dört sandık Risale-i Nur eczaları o merkeze yetişip, kuvvetli hakikatlar ile galebe çalmasına dua etmekten başka çare yoktur. Biz birbirimizden çekinmekle ve gücenmekle ve Risale-i Nur’dan çekilmekle ve onlara teslim ve hattâ iltihak etmekle faide vermediği şimdiye kadar tecrübe edildi. Hem hiç merak etmeyiniz. O vekilin o farfaralı telaşı, za’fına ve tam korkusuna delalet eder. Tecavüze değil, belki tedafüe mecburiyeti bildiriyor.”[175]

            “Madem şimdiye kadar Risale-i Nur’un hizmetinde inayet-i Rabbaniyenin tecellisini inkâr edilmeyecek derecede gördük; herbirimiz cüz’î ve küllî bunu hissetmişiz ve madem şimdi siyasetin ve dünyanın çok cereyanlarının birbirine karşı tahşidatı oluyor ve madem elimizden kazaya rıza ve kadere teslim ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniye ve Nuriyenin verdikleri büyük ve kudsî teselliden başka bir şey gelmiyor; elbette bize en elzem iş, telaş etmemek ve me’yus olmamak ve birbirinin kuvve-i maneviyesini takviye etmek ve korkmamak ve tevekkülle bu musibeti karşılamak ve habbeyi kubbe yapan farfaralı gazetecilerin kubbelerini habbe görüp ehemmiyet vermemektir. Bu dünya hayatı, hususan bu zamanda, bu şerait altında kıymeti yoktur. Başa ne gelse gelsin, hoş görmeli.”[176]

            “Bu hapiste bir kısım yeni kardeşlerimiz, bir-iki saat gayr-ı meşru’ bir hareket yüzünden, bir-iki belki on sene bu musibet içinde sabır ve tahammül ediyorlar. Hattâ bir kısmı şükrederek başka günahlardan kurtulduk dedikleri halde; biz Risale-i Nur vasıtasıyla en meşru’ bir hareket ve hizmet-i imaniye yüzünden altı-yedi ay hayırlı bir sıkıntıdan neden şekva ediyoruz?” diyorlar. Ben de bin Bârekâllah onlara derim. Evet beş-on sene hem imanını, hem başkaların imanlarını kurtarmak niyetiyle zevkli, tatlı, hayırlı, kudsî bir hizmet ve yüksek bir ubudiyet-i fikriye yüzünden beş-on ay zahmet çekmek, medar-ı şükür ve iftihardır. Bir hadîste ferman etmiş ki: “Bir tek adam seninle hidayete gelse, sahra dolusu kırmızı koyun, keçilerden daha hayırlıdır.” [177]

            “Eğer Ankara’da hâkim olan Halk Partisi, oraya giden Risale-i Nur’un kuvvetli kitablarına karşı inad etse ve musalaha niyetiyle himayesine çalışmazsa, bizim en rahat yerimiz hapistir ve mülhidler, bolşevizmi zındıka ile birleştirdiğine alâmettir ve hükûmet onları dinlemeğe mecbur olur. O zaman Risale-i Nur çekilir, tevakkuf eder, maddî ve manevî musibetler hücuma başlarlar.”[178]

            “Risale-i Nur bu zamanda bir taun-u beşerî olan maddiyyunluk fikrini ibtal etmek

için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’î hüccetler ile isbat etmeye çalışmış, bu mes’eleye (cin meselesine) üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış. Belki inşâallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, Sure-i Rahman’ı tefsir edip bu mes’eleyi de halleder.”[179]

            “Şimdiye kadar bir cilve-i inayet olarak, Risale-i Nur’un bir şakirdi zayi’ olduğu zaman, der-akab iki-üç tane o sistemde meydana çıktığından, kuvvetle ümidvarız ki, başka şekilde o kahramanların vazifelerini görecek, ümid ettiğimizden ciddî şakirdler çıkarlar, görürler. Zâten o üç mübarek merhum zâtlar, az bir zamanda, yüz senelik vazife-i imaniyeyi gördüler. Cenab-ı Erhamürrâhimîn, onların yazdıkları ve neşrettikleri ve okudukları huruf-u Nuriye adedince onlara rahmetler eylesin, Âmîn!”[180]

            “Risale-i Nur’un kerametlerindendir ki; Üstadımız Hazretleri: “Ey mülhidler ve ey zındıklar! Risale-i Nur’a ilişmeyiniz! Risale-i Nur, âfâtın def’ine sadaka gibi vesile olmasından, ona karşı olan hücum ve onun ta’tili, âfâta karşı olan müdafaasını zaîfleştirir. Eğer ilişirseniz, yakından bekleyen belalar, sel gibi üstünüze yağacaktır.” diye, on senedir kerratla söylüyordu. Bu hususta şahid olduğumuz felâketler pek çoktur. Dört seneden beri Risale-i Nur’a ve şakirdlerine her ne vakit ilişilmiş ise; bir felâket, bir musibet takib etmiş ve Risale-i Nur’un ehemmiyetini ve âfâtın def’ine vesile olduğunu göstermiştir. İşte Üstadımız Bediüzzaman’ın Risale-i Nur ile haber verdiği yüzler hâdisat içinde felâketler zelzele eliyle doğruluğunu imza ederek gelen dört felâket, Risale-i Nur’un bir vesile-i def-i bela olduğunu gösterdi. Cenab-ı Hak, bize ve Risale-i Nur’a taarruz edenlerin kalblerine iman ve başlarına hakikatı görecek akıl ve göz ihsan etsin; bizi bu zindanlardan, onları da bu felâketlerden kurtarsın, âmîn!Hüsrev”[181]

“Evet, gerçi inkisar-ı hayal, ehl-i dünyada kuvve-i maneviyelerini ve şevklerini kırar; fakat meşakkat ve mücahede ve sıkıntıların altında inayet ve rahmetin iltifatlarını gören Risale-i Nur şakirdlerine inkisar-ı hayal, gayretlerini ve ileri atılmasını ve ciddiyetlerini takviye etmek lâzım geliyor.”[182]

            “Siz, birbirinize en fedakâr nesebî kardeşten daha ziyade kardeşsiniz. Kardeş ise, kardeşinin kusurunu örter, unutur ve affeder. Ben burada hilaf-ı me’mul ihtilafınızı ve enaniyetinizi nefs-i emmareye vermiyorum ve Risale-i Nur şakirdlerine yakıştıramıyorum; belki nefs-i emmaresini terkeden evliyalarda dahi bulunan bir nevi muvakkat enaniyet telakki ediyorum. Siz benim bu hüsn-ü zannımı inad ile kırmayınız, barışınız.”[183]

            “Biz Risale-i Nur şakirdleri, Risale-i Nur’u değil dünya cereyanlarına, belki kâinata da âlet edemeyiz. Hem Kur’an bizi siyasetten şiddetle men’etmiş. Evet Risale-i Nur’un vazifesi ise, hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi de dehşetli bir zehire çeviren küfr-ü mutlaka karşı, imanî olan hakikatlarla gayet kat’î ve en mütemerrid zındık feylesofları dahi imana getiren kuvvetli bürhanlar ile Kur’ana hizmet etmektir. Onun için Risale-i Nur’u hiçbir şeye âlet edemeyiz.”[184]

            “Risale-i Nur’un esas mesleği olan şefkat, hak ve hakikat ve vicdan, bizleri şiddetle siyasetten ve idareye ilişmekten men etmiş. Çünki tokada ve belaya müstehak ve küfr-ü mutlaka düşmüş bir-iki dinsize müteallik yedi-sekiz çoluk-çocuk, hasta, ihtiyar, masumlar bulunur. Musibet ve bela gelse, o bîçareler dahi yanarlar. Bunun için, neticenin de husulü meşkuk olduğu halde, siyaset yoluyla idare ve asayişin zararına hayat-ı içtimaiyeye karışmaktan şiddetle men’edilmişiz.”[185]

            “Bu vatanın ve bu milletin hayat-ı içtimaiyesi bu acib zamanda anarşilikten kurtulmak için beş esas lâzım ve zarurîdir: Hürmet, merhamet, haramdan çekinmek, emniyet, serseriliği bırakıp itaat etmektir. Risale-i Nur hayat-ı içtimaiyeye baktığı zaman, bu beş esası kuvvetli ve kudsî bir surette tesbit ve tahkim ederek, asayişin temel taşını muhafaza ettiğine delil ise; bu yirmi sene zarfında Risale-i Nur’un, yüzbin adamı vatan ve millete zararsız birer uzv-u nâfi’ haline getirmesidir. Isparta ve Kastamonu vilayetleri buna şahiddir. Demek Risale-i Nur’un ekseriyet-i mutlaka eczalarına ilişenler, herhalde bilerek veya bilmeyerek anarşilik hesabına vatana ve millete ve hâkimiyet-i İslâmiyeye hıyanet ederler.”[186]     

            “Kur’ana dayanan Risale-i Nur ile mübareze etmeyiniz. O mağlub olmaz, bu memlekete yazık olur.O başka yere gider, yine tenvir eder.”[187]

            “Hayat-ı ebediyeyi mahveden ve hayat-ı dünyeviyeyi dehşetli bir zehire çeviren ve lezzetini imha eden küfr-ü mutlakı otuz seneden beri köküyle kesen ve tabiiyyunun dehşetli bir fikr-i küfrîlerini öldürmeğe muvaffak olan ve bu milletin iki hayatının saadet düsturlarını hârika hüccetleriyle parlak bir surette isbat eden ve Kur’anın hakikat-ı arşiyesine dayanan Risale-i Nur, böyle küçük bir risalenin bir-iki maddesiyle değil, belki bin kusuru dahi olsa onun binler büyük haseneleri onları affettirir diye dava ediyoruz ve isbatına da hazırız.”[188]

            “Evet Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran ve millete zararsız ve tam menfaatdar vaziyete girenler yüzbinden çok ziyadedir. Hükûmet-i cumhuriyenin belki her büyük dairesinde ve milletin her tabakasında faideli ve müstakimane bir surette bulunuyorlar. Bunları gücendirmek değil, belki himaye etmek elzemdir.”[189]

            “Madem hükûmet-i cumhuriye, cumhuriyetteki hürriyet-i vicdan düsturuyla, dinsizlere ve sefahetçilere ilişmiyor. Elbette dindarlara ve takvacılara da ilişmemek gerektir. Ve madem dinsiz bir millet yaşamaz ve Asya din noktasında Avrupa’ya benzemez ve İslâmiyet hayat-ı şahsiye ve uhreviye cihetinde hristiyanlığa uymaz ve dinsiz bir müslüman başka dinsizler gibi olmaz. Ve bu bin seneden beri dünyayı diyanetiyle ışıklandıran ve bütün dünyanın tehacümatına karşı, salabet-i diniyesini kahramanane müdafaa eden bu vatandaki milletin bir ihtiyac-ı fıtrîsi hükmüne geçen diyanet, salahat ve bilhassa iman hakikatlarının öğrenmesi yerlerine hiçbir terakkiyat, hiçbir medeniyet tutamaz ve o ihtiyacı onlara unutturamaz. Elbette bu vatandaki millete hükmeden bir hükûmet, Risale-i Nur’a adalet ve kanun ve asayiş cihetinde ilişemez ve iliştirmemeli.”[190]

            “Madem bir şeyi reddetmek başkadır ve onun ile amel etmemek bütün bütün başkadır. Ve her hükûmette şiddetli muhalifler bulunur ve Mecusi hâkimiyeti altında Müslümanlar ve hükûmet-i İslâmiye-i Ömeriyede Yahudiler ve Hristiyanlar bulunması ve asayişe ve idareye ilişmeyenin hürriyet-i şahsiyesi her hükûmette vardır ve ilişilmez ve hükûmet ele bakar, kalbe bakmaz. Ve madem asayişe ve idareye ve siyasete ilişmek isteyen herhalde hiç şübhesiz gazetelerle ve dünya hâdisatı ile alâkadar olacak, tâ kendine yardım eden cereyanları ve vaziyetleri ve hâdisatı bilsin, tâ yanlış ayağını atmasın. Ve Risale-i Nur ise; şakirdlerini o derece men’etmiş ki, benim yakın dostlarım biliyorlar ki; yirmibeş senedir değil gazeteleri okumak, belki sormasını ve merak etmesini ve düşünmesini bana terkettirmiş. Şimdi on senedir, kat’iyyen dünya cereyanlarından ve vaziyetlerinden, Alman’ın mağlubiyeti ve Bolşevik’in istilasından başka hiçbir haber almayacak derecede beni hayat-ı içtimaiyeden çekmiş. Elbette ve elbette, hikmet-i hükûmet ve kanun-u siyaset ve düstur-u adalet bana ve benim gibi kardeşlerime ilişemez ve ilişen herhalde ya evhamından, ya garazından veya inadından ilişir.”[191]

“Ben Beşinci Şua aslının verdiği haberin bir kısmını, orada bir adamda gördüm. Mecburiyetle o çok ehemmiyetli vazifeleri bıraktım. Ve bu adamla başa çıkılmaz, mukabele edilmez diye, dünyayı ve siyaseti ve hayat-ı içtimaiyeyi terk edip yalnız imanı kurtarmak yolunda vaktimi sarfettim. Fakat bazı zalim ve insafsız memurlar, bana dünyaya bakacak iki-üç risaleyi

yazdırdılar. Sonra bazı zâtlar, âhirzaman hâdisatını haber veren müteşabih hadîsleri sual etmek münasebetiyle, o eski risalenin aslını tanzim ettim. Risale-i Nur’un Beşinci Şuaı namını aldı. Risale-i Nur’un numaraları, te’lif tertibiyle değil. Meselâ, Otuzüçüncü Mektub, Birinci Mektub’dan daha evvel te’lif edilmiş ve bu Beşinci Şua’nın aslı ve Risale-i Nur’un bir kısım eczaları, Risale-i Nur’dan evvel te’lif edilmiş. Her ne ise… Bu makamda bir müddeiumumînin, Mustafa Kemal’e dostluğu taassubuyla, kanunsuz ve lüzumsuz ve yanlış itiraz ve sualleri beni bu saded harici gibi izahatı vermeğe mecbur eyledi. Ben onun, adliye kanunu namına tamamen şahsî ve kanunsuz bir sözünü misal olarak beyan ediyorum.”[192]

            “Ben de dedim: “O fenalıklar ve o dinsizlikler, o gibi kumandanlara mahsustur. Ordu onun ile mes’ul olmaz. Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var. Ben bu orduya karşı kılınç çekmem ve size iştirak etmem.” O zâtlar benden ayrıldılar, kılınç çektiler, neticesiz Bitlis hâdisesi vücuda geldi. Az zaman sonra, harb-i umumî patladı. O ordu, din namına iştirak etti, cihada girdi. O ordudan yüzbin şehidler evliya mertebesine çıkıp beni o davamda tasdik edip kanlarıyla velayet fermanlarını imzaladılar. Her ne ise.. biraz uzun söylemeye mecbur oldum. Çünki hiçbir hissiyatla ve haricî tesiratla müteessir olmamak mahiyetinin kat’î bir hassası bulunan adalet hakikatı namına, cüz’î ve hata hissiyat ve tarafgirlik ile bize ve Risale-i Nur’a karşı müzeyyifane hareket eden bir müddeiumumînin acib vaziyeti, beni bu uzun ifadeye sevketti.”[193]

            “Risale-i Nur şakirdlerinin, mümkün olduğu kadar, siyasete ve idare işine ve hükûmetin icraatına karışmamak bir düstur-u esasîleridir. Çünki hâlisane hizmet-i Kur’aniye, onlara her şeye bedel kâfi geliyor.”[194]

            “Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevî maksadına âlet edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddî mübarezede şu asrın bir düsturu olan eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdad ile, birinin hatasıyla onun masum çok tarafdarlarını ezmek lâzım gelecek. Yoksa, mağlub düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya âlet edenlerin nazarlarında Kur’anın hiçbir şeye âlet olmayan kudsî hakikatları bir propaganda-i siyasette âlet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi, memuru ve âmisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i Nur şakirdleri, tam bîtarafane kalmak için siyaseti ve maddî mübarezeyi tam bırakmak ve hiç karışmamak lâzım gelmiş.”[195]

            “Bu mes’elede benim şahsımın veya bazı kardeşlerimin kusuruyla Risale-i Nur’a hücum edilmez. O doğrudan doğruya Kur’ana bağlanmış ve Kur’an dahi arş-ı a’zamla bağlıdır. Kimin haddi var, elini oraya uzatsın ve o kuvvetli ipleri çözsün. Hem bu memlekete maddî ve manevî bereketi ve fevkalâde hizmeti, otuzüç âyât-ı Kur’aniyenin işaratıyla ve İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın üç keramet-i gaybiyesi ile ve Gavs-ı A’zam’ın (K.S.) kat’î ihbarıyla tahakkuk etmiş olan Risale-i Nur; bizim âdi ve şahsî kusurlarımızla mes’ul olmaz ve olamaz ve olmamalı. Yoksa bu memlekete hem maddî, hem manevî telafi edilmeyecek derecede zarar olacak.”[196]

            “Risale-i Nur’a karşı gizli düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar inşâallah bozulacaklar, onun şakirdleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz, vazgeçirilmez,Cenab-ı Hakk’ın inayetiyle mağlub edilmezler. Eğer maddî müdafaadan Kur’an men’etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirdler, Şeyh Said ve Menemen hâdiseleri gibi cüz’î ve neticesiz hâdiselerle bulaşmazlar. Allah etmesin, eğer mecburiyet-i kat’iyye derecesinde onlara zulmedilse ve Risale-i Nur’a hücum edilse, elbette hükûmeti iğfal eden zındıklar ve münafıklar bin derece pişman olacaklar.”[197]

            “Risale-i Nur şakirdleri hiçbir vecihle siyasî cem’iyet değiller. “[198]

            “Evet, biz bir cemaatız. Hedefimiz ve proğramımız evvelâ kendimizi, sonra milletimizi i’dam-ı ebedîden ve daimî, berzahî haps-i münferidden kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi hakikatlarıyla kendimizi muhafazadır.”[199]

            “Risalelerde bazı dokunaklı cümleler var diye başka yerlerin nâkıs ve sathî tahkikatlarına binaen bizi ittiham ediyorlar. Buna mukabil deriz: Madem maksadımız iman ve âhirettir, ehl-i dünya ile mübareze değil. Ve madem o pek cüz’î ve yalnız bir-iki risaleye mahsus ilişmek kasdî değil, belki maksadımıza yürürken onlara çarpmışız. Elbette bir garaz-ı siyasî manasında olamaz. Ve madem imkânat başkadır, vukuat başkadır. Hakkımızda asayişe zarar yapmış değil “yapabilir” diye ittiham ise; herkes bir adamı öldürebilir diye ittiham gibi manasız bir ittihamdır.

…Risale-i Nur’un hedefi doğrudan doğruya âhirettir. Dünya ile alış-verişi yoktur.”[200]

            “Zaman-ı Saadetten şimdiye kadar câri bir âdet-i İslâmiyeye ittibaen Risale-i Nur’un hususî menba’ları olan yüzer âyât-ı meşhureyi büyük bir en’am gibi Hizb-i Kur’anî yaptığımızı, “Dinde tahrifat yapıyor” diye muahaze etmişler.”[201]

            “Hem hiçbir münasebeti olmadığı halde, bir adam Risale-i Nur’un ikinci bir ismi olan Risalet-ün Nur tabirinden, “Kur’anın nurundan bir risalettir, yani bir ilhamdır ve risaletin şeriat vazifesini yapan bir vâristir” demiş. Bir iddianamede başka yerin verdiği yanlış mana ile, güya “Risale-i Nur bir resuldür” diye benim için bir sebeb-i ittiham tutulmuş.”[202]

“Bütün dünyaya karşı da olsa dini ve Kur’anı ve Risale-i Nur’u âlet edemeyiz ve edilmez ve biz onların bir hakikatını dünya saltanatına değiştirmeyiz ve bilfiil öyleyiz. Ve bu davanın emareleri yirmi senede binlerdir”[203]

Risale-i Nur’u, âdi bahaneler ile ittiham edenler ne kadar kendileri hakikat ve adalet nazarında müttehem oluyor, divaneler de anlar.”[204]

            “Risale-i Nur’un bazı şakirdleri -her yerde bulunan ve cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen- cemaat-ı İslâmiye heyetleri gibi hareket etmelerinden bir cem’iyet zannedilmiş. Halbuki o mahdud üç-dört şakirdin niyetleri cem’iyet-memiyet değil, belki sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür.”[205]

“Benim ve Risale-i Nur’un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibariyle; bir masuma zarar gelmemek için, bana zulmeden canilere değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garaz ile bana zulmeden bazı fâsık belki dinsiz zalimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men’ediyor. Çünki o zalim gaddarın, ya peder ve vâlidesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi masumlara maddî zarar gelmemek için, o dört-beş masumların hatırına binaen o zalim gaddara lişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum.”[206]

            “Kur’an-ı Hakîm bu zemin kafasının aklı ve kuvve-i müfekkiresidir. Eğer el’iyazü billah, Kur’an küre-i arzın başından çıksa, arz divane olacak, akıldan boş kalan kafasını bir seyyareye çarpması, bir kıyamet kopmasına sebeb olması akıldan uzak değildir. Evet Kur’an arşı ferş ile bağlamış bir zincir, bir hablullahtır. Cazibe-i umumiyeden ziyade, zemini muhafaza ediyor. İşte bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın hakikî ve kuvvetli bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu asırda bu vatanda bu millete, yirmi seneden beri tesirini göstermiş büyük bir nimet-i İlahiye ve sönmez bir mu’cize-i Kur’aniyedir. Hükûmet ona ilişmek ve talebelerini ondan ürkütüp vazgeçirmek değil, belki himaye etmek ve okunmasına teşvik etmek gerektir.”[207]

            “Mahkeme-i kübrada milyarlar ehl-i iman olan davacılar tarafından Kur’an hakikatlarına hizmet eden Nur talebelerini mahkûm ve perişan etmek isteyenlerden ve sizlerden sorulsa ki: “Serbestiyet kanunuyla dinsizlerin, komünistlerin neşriyatlarına ve anarşiliği yetiştiren cem’iyetlerine müsamahakârane bakıp ilişmediğiniz halde, vatanı ve milleti anarşistlikten ve dinsizlik ve ahlâksızlıktan ve vatandaşlarını ölümün i’dam-ı ebedîsinden kurtarmağa çalışan Risale-i Nur ve talebelerini, hapisler ve tazyiklerle perişan etmek istediniz!” diye sizlerden sorulsa ne cevab vereceksiniz? Biz de sizlerden soruyoruz! Onlara demiştim. O zaman o insaflı, adaletli zâtlar bizi beraet ettirdiler, adliyenin adaletini gösterdiler.”[208]

            “Evet, üçyüz elli milyon müslümanların eski kardeşliğini ve muhabbetini ve hüsn-ü zannını ve manevî yardımlarını bu memleketteki millete kazandıracak çareleri bulmak ki, en kuvvetli çare ve vesilesi Risale-i Nur olduğuna bir emaresi şudur:”[209]

Risale-i Nur’la mübareze edilmez, o mağlub olmaz. Yirmi senedir en muannid feylesofları susturuyor. İman hakikatlarını güneş gibi gösteriyor. Bu memlekette hükmeden, onun kuvvetinden istifade etmek gerektir.”[210]

“Benim ehemmiyetsiz şahsımın kusurlarıyla beni çürütmek ve ihanetlerle nazar-ı âmmeden düşürmek; Risale-i Nur’a zarar vermez, belki bir cihette kuvvet verir. Çünki benim bir fâni dilime bedel Risale-i Nur’un yüzbin nüshalarının bâki dilleri susmaz, konuşur. Ve hâlis talebeleri, binler kuvvetli lisanlar ile o kudsî ve küllî vazife-i Nuriyeyi şimdiye kadar olduğu gibi, inşâallah kıyamete kadar devam ettirecekler.”[211]

            “Geçen sene Ruslar, çoklukla hacıları hacca gönderip, onlar ile propaganda yapıp ki, Ruslar başka milletlerden ziyade Kur’ana hürmetkâr diye, âlem-i İslâmı din noktasında bu vatandaki dindar millet aleyhine çevirmeğe çalıştığı aynı zamanda; Risale-i Nur’un büyük mecmuaları hem Mekke-i Mükerreme’de, hem Medine-i Münevvere’de, hem Şam-ı Şerif’te, hem Mısır’da, hem Haleb’de âlimlerin takdirleri altında kısmen intişarlarıyla, o komünist propagandasını kırdığı gibi, âlem-i İslâma gösterdi ki: Türk Milleti ve kardeşleri eskisi gibi dinine ve Kur’anına sahibdir ve sair ehl-i İslâm’ın dindar büyük bir kardeşi ve Kur’an hizmetinde kahraman kumandanıdır diye o ehemmiyetli, kudsî merkezlerde o Nur mecmuaları bu hakikatı gösterdiler. Acaba Nur’un bu kıymetdar hizmet-i milliyesi bu tarz işkencelerle mukabele görse, zemini hiddete getirmez mi?”[212]

            “Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var. Bunlara cem’iyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteblilere ve vaizlere, siyasî cem’iyet nazarıyla bakmak gerektir.”[213]

Nurlar makbul sadaka gibi belaların def’ine vesiledir. Ne vakit Nurlara hücum edilse, Nurlar gizlenir; musibetler fırsat bulup, başımıza geliyorlar.” [214]

            “Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost ve düşmanı tefrik etmeyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek yapmağa mükellefiz.”[215]

            “Risale-i Nur’un mecmuaları, benim mukabele edilmez müdafaanamem ve cerhedilmez itiraznamemdirler.”[216]

            “Risale-i Nur ile mübareze edilmez. Onu gören bütün ülema-i İslâm, Kur’anın gayet hakikatlı bir tefsiri, yani hakikatlarının kuvvetli hüccetleri ve bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi ve şimalden gelen tehlikelere karşı bu millet ve bu vatanın bir kuvvetli seddi olduğunu tasdik ettikleri…”[217]

Risale-i Nur’un hakikatı ve şakirdlerinin şahs-ı manevîsi, bu zaman ve bu zeminde o şiddetli ihtiyacın yüzünü kendine çevirmiş.”[218]

            “Mana-yı işarî külliyetinin bir mâsadakı ve cüz’î bir ferdi bu zamanda Risale-i Nur’dur.” demelerine hata denilmez. Çünki, zaman tasdik ediyor. Haydi çok mübalağa veya hata dahi olsa, ilmî bir hatadır. Herkes kendi kanaatını yazabilir. “[219]

“Bedi’ manasında olan Celcelutiye kasidesinde İmam-ı Ali’nin (R.A.) çok cihetlerle Risale-i Nur’a sarahat derecesine yakın işaratı içinde; Bediüzzaman ismini Risale-i Nur’a vermesinden bana emaneten verilen o ismi, Risale-i Nur’a iade ettiğimi yazmışım.” [220]

“Ankara’da Mustafa Kemal’in şiddet ve hiddetle divan-ı riyasete girip: “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin namaza dair şeyler yazdın, içimize ihtilaf verdin!” dediğini, Said’in de ona: “Namaz kılmayan haindir, hainin hükmü merduddur.” dediğini, sonra Mustafa Kemal bir nevi tarziye verip hiddetini geri aldığını ve Mustafa Kemal’in hissiyatını ve prensiplerini rencide ettiği halde kendisine ilişmemesini ve bu cebbar kumandanların âdeta Eski Said’den korkmalarının Risale-i Nur’un ilerideki kahraman şakirdlerinin şahs-ı manevîsinin hârika bir kuvveti ve Risale-i Nur’un parlak bir kerameti olduğu yazılıyor.”[221]

 

            Risale-i Nur’u yazmanın uhrevî ve dünyevî pekçok faideleri olduğu, bunların da:

            1- Ehl-i dalalete karşı manen mücahede etmek.

            2- Üstadına neşr-i hakikatta yardım etmek,

            3- Müslümanlara iman cihetinde hizmet etmek,

            4- Kalem ile ilmi tahsil etmek,

            5- Bazan bir saati bir sene ibadet hükmüne geçen tefekkürî ibadeti yapmak,

            6- İman ile kabre girmektir.

            Beş türlü de dünyevî faideleri var:

            1- Rızıkta bereket,

            2- Kalbde rahat ve sürur,

            3- Maişette sühulet,

            4- İşlerinde muvaffakıyet,

            5- Talebelik faziletini almakla, bütün Risale-i Nur talebelerinin dualarına hissedar olmak olduğu ve bunların yakında gençlik tarafından idrak olunup üniversitenin bir Nur Mektebi haline döneceği yazılıyor.”[222]

            “Hasan Feyzi’nin bir mektubu vardır. Hülâsası: “Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili ve Hakk’ın ilhamı olup onun izni ile yazıldığına şübhe yok.” “Ben kimsenin malı değilim. Ben hiç bir kitabdan alınmadım, hiç bir eserden çalınmadım. Ben Rabbanî ve Kur’anîyim.”[223]

            “Yirmialtıncı Söz Risalesinde otuzüç aded Sözlerin, otuzüç aded Mektubların, otuzbir aded Lem’aların ve onüç aded Şuaların mecmuuna Risale-i Nur denilmesinin sırrı şudur ki: Bütün hayatımda Nur kelimesi her yerde bana rast gelmiş. Ezcümle, karyem Nurs’tur, merhum vâlidemin ismi Nuriye’dir, Nakşî üstadım Seyyid Nur Muhammed’dir. Kadirî üstadlarımdan Nureddin, Kur’an üstadlarımdan Nuri, talebelerimden benimle en ziyade alâkadar Nur isimli bulunanlarıdır. (Ne garibdir ki, mühim Nur şakirdleri arasında Nuri isimli kimseye rastlanmamaktadır.)Hem kitablarımı en ziyade izah ve tenvir eden nur temsilleridir. Hem hakaik-i İlahiyede müşkilâtımın ekserisini halleden esma-i hüsnadan Nur ism-i nuranisidir.”[224]

            “Küçük masumlar taifesi bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Risale-i Nur’la saadet bulacaklarını ve tehlike-i maneviyelerden kurtulacaklarını hissettiklerini anladım.”[225]

            “Said Nursî imzalı bir mektubda: Dâr-ül fünuna inkılab eden Harbiye Nezareti’nin kapısındaki     “Biz sana ap açik bir fetih yolu açtik.” Fetih Sûresi, 48:1.)  “Ve Allah sana pek serefli bir zaferle yardim etsin.” Fetih Sûresi, 48:3.)hatt-ı Kur’anînin üzeri mermer taşlarla kapatılmışken meydana çıkarılması, şimdi yeniden hatt-ı Kur’anîye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur’un takib ettiği maksadına bir vesile ve üniversitenin bir Nur Medresesi olmasına işaret olarak gösterilmektedir.”[226]

“Âhirzamanda gelen Âl-i Beyt’in büyük bir mürşidi seni zannediyorlar. Sen de onların fikirlerini musırrane kabul etmiyorsun, çekiniyorsun. Bu bir tezaddır. Hallini isteriz.” diye sormaları sebebiyle onlara cevab olmak üzere, bundan sonra gelecek Mehdi-i Resul’ün temsil ettiği kudsî cemaatin şahs-ı manevîsinin üç vazifesi olduğu, bunların; imanı kurtarmak, hilafet-i Muhammediye (A.S.M.) ünvanıyla şeair-i İslâmiyeyi ihya etmek ve inkılabat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniyenin ve Şeriat-ı Muhammediyenin (A.S.M.) kanunlarının bir derece ta’tile uğramasıyla o zât bu vazife-i uzmayı yapmağa çalışır. Nur şakirdleri birinci vazifeyi tamamıyla Risale-i Nur’da gördüklerinden ikinci, üçüncü vazifeleri de buna nisbeten ikinci, üçüncü derecededir diye Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsini haklı olarak bir nevi mehdi telakki ediyorlar. Bir kısmı, o şahs-ı manevînin bir mümessili olan bîçare tercümanını zannettiklerinden bazan o ismi ona da veriyorlar. Hattâ evliyanın bir kısmı, keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur’u aynı o âhirzamanın hidayet edicisi olduğu; bu tahkikatla, tevil ile anlaşılır diyorlar. İki noktada bir iltibas var, tevil lâzımdır.”[227]

            “Zübeyr Gündüzalp’ın daktilo ile yazdığı “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor.” adlı bir formasında, onuncu sahifede: Risale-i Nur yirminci asrın müslümanlarını ve bütün insanları koyu fikir karanlığından kurtarmak için müellifinin kendi ihtiyarıyla değil, büyük yaratıcımızın ihtarıyla yazılmış bir şaheserdir.”[228]

“Risale-i Nur’a hizmet eden birisine denilse: Risale-i Nur yerine şu kitabları kopya et de, Ford’un servetini sana vereyim. O, Risale-i Nur satırlarından kaleminin ucunu bile kaldırmadan şöyle cevab verir: “Dünya servet ve saltanatının hepsini verseniz kabul etmem.”[229]

“Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, asrın içtimaî ve ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimaî illetleri tedavi edecek şekilde Kur’an-ı Hakîm’in hakikatlarını İlahî bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.”[230]

            “Risale-i Nur okuyan hâkimlerin isabetsiz karar verdikleri görülmüyor.” denilmektedir.”[231]

            “Ben kusurlarımla beraber bu milletin saadetine ve imanının kurtulmasına hayatımı vakfettim. Ve milyonlarla kahraman başların feda oldukları bir hakikata, yani Kur’an hakikatına benim başım dahi feda olsun diye bütün kuvvetimle Risale-i Nur’la çalıştım. Bütün zalimane taziblere karşı tevfik-i İlahî ile dayandım, geri çekilmedim.”[232]

            “Hadsiz şükür ederim ki: Risale-i Nur’un hakikî sahibleri olan müftüler, vaizler, imamlar, hocalardan manevî kahramanlar meydana çıktılar. Şimdiye kadar Nur’un fedakârları; gençler, mektebliler, muallimler idi. Bin bârekâllah Edhem, İbrahimler, Ali Osmanlar ehl-i medresenin yüzlerini ak ettiler, çekingenliklerini cesarete çevirdiler.”[233]

            “Benim şahsıma edilen eziyet ve ihanetlerden müteessir olmayınız. Çünki Risale-i Nur’da bir kusur bulamıyorlar, onun bedeline benim ehemmiyetsiz ve çok kusurlu şahsımla uğraşıyorlar. Ben bundan memnunum. Risale-i Nur’un selâmetine ve şerefine binler şahsî elemler, belalar, tahkirler görsem; yine müftehirane şükretmek, Nur’dan aldığım dersin muktezasıdır ve onun için bana bu cihette acımayınız.”[234]

            “Risale-i Nur benim bedelime sizlerle görüşür, derse müştak yeni kardeşlerimize güzelce ders verir. Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor. “[235]

            “Evet Risale-i Nur’un mes’elesi; âlem-i İslâmda, hususan bu memlekette küllî bir ehemmiyeti bulunduğundan böyle heyecanlı toplamalar ile umumun nazar-ı dikkatini Nur hakikatlarına celbetmek lâzımdır ki, ümidimizin ve ihtiyatımızın ve gizlememizin ve muarızların küçültmelerinin fevkinde ve ihtiyarımızın haricinde böyle şaşaa ile Risale-i Nur kendi derslerini dost ve düşmana aşikâren veriyor. En mahrem sırlarını en nâmahremlere çekinmeyerek gösteriyor. Madem hakikat budur, biz küçücük sıkıntılarımızı kinin gibi bir acı ilâç bilip sabır ve şükretmeliyiz, “Yâhu bu da geçer” demeliyiz.”[236]

            “Acaba kütüb-ü hadîsiyede Kur’ana, şeair-i İslâm’a ait hattâ cüz’î şeyleri de haber veren Sahib-i Şeriat, hiç mümkün müdür ki bu zamanımızdaki pek acib hâdisattan haber vermesin? Hem hiç mümkün müdür ki, bu acib hâdisatta Kur’ana sebatkârane -geniş bir sahada, en acib bir zamanda, en ağır şerait altında- hizmet eden ve o hizmetin semerelerini dost ve düşmanları tasdik eden Risale-i Nur şakirdlerine işaretleri bulunmasın.”[237]

            “Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlahî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder.. “[238]

            “Risale-i Nur Kur’anın çok kuvvetli, hakikî bir tefsiridir” [239]

“Eski Said’in, onbeş yaşında iken medrese usûlünce onbeş senede okunan ilmi onbeş haftada okumağa inayet-i İlahiye ile muvaffak olması gibi, rahmet-i Rabbaniye ile Risale-i Nur dahi, ilm-i hakikatta ve imaniyede onbeş seneye mukabil -bu medresesiz zamanda- onbeş hafta kâfi geldiğini, bu onbeş senede belki onbeş bin adam kendi tecrübeleriyle tasdik ediyorlar.”[240]

            “Kırk sene evvel tekrarla dedim: Bir nur göreceğiz. Büyük müjdeler verdim. O nuru büyük daire-i vataniyede zannederdim. Halbuki o Nur, Risale-i Nur idi. Nur şakirdlerinin dairesini umum vatan ve memleket siyasî dairesi yerinde tahmin edip sehiv etmiştim.”[241]

            “Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur’la âlem-i İslâm’a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum. Ve beni bu hizmet-i imaniyede muvaffak eden Cenab-ı Hakk’a âhir ömrüme kadar şükredeceğim.”[242]

            “Evet Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıd olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilakis iftiharla bilâperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği îcab ettirecek hiç bir cümlesi veya kelimesi yoktur.”[243]

            “Risale-i Nur’un kıymetini kırk-elli sahifelik bir formada belirtmeğe çalışmıştım. Medhettim diyemem, çünki: Kâinatın güneşi ve aklı olan ve bin üçyüz küsur seneden beri beşeriyeti tenvir ve irşad eden Kur’an-ı Hakîm’in hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’un değil bütün külliyatını belki bir cüz’ünü bile sena etmeğe muktedir değilim.” [244]

            “Sorgu hâkimliğinde: “Sen Risale-i Nur’un talebesi imişsin?” denildi.

            “Bediüzzaman Said Nursî gibi bir dâhînin şakirdi olmak liyakatini kendimde göremiyorum. Eğer kabul buyururlarsa iftiharla “Evet Risale-i Nur şakirdiyim” derim.”[245]

            “Risale-i Nur’un emsalsiz müellifi Üstadım Bediüzzaman Said Nursî, müteaddid defalar gizli düşmanları tarafından iftira edilerek mahkemeye verilmiş ve hepsinde de beraet etmiştir. Risale-i Nur Külliyatı profesör ve İslâm âlimlerinden müteşekkil bir heyet tarafından satırı satırına tedkik edilerek bu eserlerin fevkalâde bir vukufiyetle te’lif edildiği ve Kur’an-ı Hakîm’in hakikî bir tefsiri olduğunu bildiren raporlar verilmiştir. Hakikat böyle iken, yine neden mahkemeye veriliyor? Bu husustaki kat’î kanaatimi şu şekilde arzediyorum:

            Risale-i Nur’u okuyan kimseler, bilhassa idrakli gençler, kuvvetli bir imana sahib oluyorlar. Sarsılmaz ve fedakâr bir dindar, bir vatanperver oluyorlar. Yıpranmaz bir imanın bulunduğu bir yere, menfî bir ideolojinin aşıladığı ahlâksızlık ve sefahet giremez. Bu sarsılmaz imana sahib olanlar çoğaldıkça, masonluğun ve komünizmin dairesi aslâ genişleyemiyor. Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiç bir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ile ve gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen, fikren ve mantıken isbat ediyor. O çürük fikir karanlıklarına düşenleri tenvir edip kurtarıyor. Yalnız gözünün görebildiği yere inanan maddecilere dahi Allah’ın varlığını inkâr ve itiraz kabil olmayan kuvvetli delillerle isbat ediyor.

            İşte bunun içindir ki; komünist ve masonlar, kendi zehirli fikirlerinin yayılmasına Risale-i Nur’un kuvvetli bir mâni teşkil ettiğini biliyorlar. Kur’anın hakikî bir tefsiri olmakla kuvvetli bir iman kaynağı olan Risale-i Nur’u ortadan kaldırmak veya okutmamak için çeşitli desiseler ve iftiralara başvuruyorlar. Şimdiye kadar isnad ettikleri yalanlardan hiçbir emare bulunmadığı halde, taarruzlarına devam ediyorlar. Bunlardan anlaşılıyor ki, bizi korkutmak ve Risale-i Nur’dan uzaklaştırmak ve diğer taraftan kendi zehirli neşriyatlarını önümüze sürmek; bu suretle millet ve gençliğimizde imanın yok olmasını ve ahlâk sukutunu temin ederek, hükûmetin kendi kendine çökmesine muvaffak olmak istiyorlar. Ve vatan ve milletimizi yabancı bir devlete devretmek emelini taşıyorlar. Mahkeme heyetinin huzurunda bilâperva onlara söylüyorum: Onlar iyi bilsinler ve titresinler ki, gürültüye pabuç bırakmıyoruz. Zira Risale-i Nur eserlerinde hak ve hakikatı görmüş, öğrenmiş ve inanmışız. Türk gençliği uyumuyor. Bu kahraman İslâm Türk Milleti başka bir devletin boyunduruğu altına giremez. Fedakâr müslüman gençliği, sahib olduğu tahkikî iman kuvvetiyle vatanını sattırmaz. Dindar, cengâver Türk milleti ve imanlı, cesur Türk gençliği korkmaz. Onun içindir ki; bizi insanlık seviye ve seciyesinde en yüksek mertebelere çıkaran ve her sahadaki terakkiyatımızı sağlayan ve biz gençlere din, vatan ve millet aşkını aşılayarak uğrunda bütün mevcudiyetimizi feda ettirecek hakikî bir dinperver olarak bizleri yetiştiren Risale-i Nur eserlerini okuyoruz ve okuyacağız. Evvelce de arz ettiğim vecihle, Risale-i Nur’dan pek az okuduğum halde, pek fazla istifade ettim. Vatan ve millet ve bütün insanlıkça gayet azîm faideleri temin edecek olan bu çok nâfi’ eser külliyatını eğer servetim olsa idi neşrettirmek için hepsini sarfederdim. Zira dinimin, vatan ve milletimin ebedî saadet ve selâmeti uğrunda bütün mevcudiyetimi feda etmeğe hazırım.

            Hem Risale-i Nur’a safdilane inanmamışım. Otuzüç âyât-ı Kur’aniye ve Hazret-i Ali (R.A.) ve Abdülkadir-i Geylanî (R.A.) Hazretleri, Risale-i Nur’un te’lif edilip bu asırdaki insanları irşad edeceğini gaybî bir surette bildiriyorlar. Bununla beraber, Risale-i Nur’dan okuduğum kitablar, bu eser külliyatının hak ve hakikatı öğreten ve beşeriyeti ıslah eden eserler olduğu kanaatını vermiştir.

            Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitab ararken, Risale-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım. Kalbimdeki o büyük ihtiyacı Risale-i Nur eserlerinin karşıladığını hissettim. İlmî ve imanî şübhelerden kurtaran aklî ve imanî isbatları onda buldum. Böylelikle vesveselerin verdiği sıkıntılardan kurtuldum. Bu hakikatlardan anladım ki: Risale-i Nur bu asrın insanları olan bizler için yazdırılmıştır.”[246]

            “Ahlâk, edeb ve terbiye gibi en yüksek meziyetlere sahib olabilmek için, kuvvetli bir imana sahib olmak lâzımdır. İman hakikatları, Risale-i Nur’da gayet kuvvetli deliller ve açık misaller ile anlatıldığı için, okudukça imanım kuvvetlenmiştir. Bu sayede dalalete düşmekten, en yüksek medeniyet esaslarını câmi’ hak ve hakikat olan dinimden dönüp kızıl ejderin hapı olmak felâketinden kurtuldum. Bunun içindir ki: Okuyucularını bir çok maddî ve manevî felâketlerden kurtaran ve bir üniversite mezunundan ziyade bir ilme sahib eden; İslâmiyet, vatan ve millet sevgisini aşılayan; Allah’a itaatı, çalışkanlık ve merhameti öğreten Risale-i Nur’dan -kıymetini anlayan hiç bir ferd- ne bahasına olursa olsun, ayrılmaz. Bu riyasız, has hürmet ve ta’zim; hiç bir kimsenin kalbinden çıkartılamaz.”[247]

            “Risale-i Nur, iddia makamınca muzır eserler diye tavsif ediliyor. Bu vicdansızlığı ve yalanı, şiddetle protesto ediyorum. Ve benim de teşvikatta bulunduğum iddia ediliyor. Evet, bu doğrudur. Fakat, diğer iftirayı işiten bütün münevverlerin kalbleri sızlamış ve hattâ ağlamış, dişleri gıcırdamıştır. Yirminci asır pozitif fikirlerin hükümran olduğu bir zamandır. Delilsiz, isbatsız şeylere inanılmıyor ve inanmıyoruz. Muzır eserler olduğunun isbatını isteriz.

            İftiraları yapan gizli düşmanların maksadlarından birisi de, Risale-i Nur okuyucularının Kur’ana hizmet uğrunda müslümanlık bağları ile birbirlerine görülmemiş bir şekilde sarılmış olarak tezahür eden ve bunlardan başka bir maksada matuf olmayan, sadece hürmet, şefkat ve sevgisinin ifadesi olan tesanüdünü kırmak ise, aldanıyorlar. Beyhude hiç uğraşmasınlar. Risale-i Nur’u okuyanların en gerisi, en âmîsi olan ben, onlara şöyle cevab veriyorum:

            Birimiz şarkta, birimiz garbda, birimiz cenubda, birimiz şimalde, birimiz âhirette, birimiz dünyada olsak; biz yine birbirimizle beraberiz. Kâinatın kuvveti toplansa, bizi yüksek üstad Said Nursî’den ve Risale-i Nur’dan ve bizi bizden ayıramazlar.”[248]

            “Yirmi seneden beri milyonlarla insana din, iman, İslâmiyet, fazilet dersi veren ve onları dinsizlikten muhafaza eden Kur’an tefsiri Risale-i Nur uğrunda i’dam edileceksem, sehpaya “Allah Allah.. Ya Resulallah” sadâları ile koşarak gideceğim. Komünizme kapılıp dininden çıkan, ebedî felâketlere yuvarlanan ve vatan haini olarak kurşuna dizdirecek cürümlerden gençlerimizi koruyan Risale-i Nur uğrunda kurşunla öldürüleceksem, o kurşunlara çekinmeden göğsümü gereceğim. Üstadım Bediüzzaman için hançerlerle parçalanırsam etrafa sıçrayacak kanlarımın “Risale-i Nur! Risale-i Nur!” yazmasını Rabbimden niyaz ediyorum.

            Risale-i Nur tahsili, hakikaten hârika ve orijinaldir, emsalsizdir. Herhangi bir tahsilde maddî menfaat ve bir mevki gaye edinilerek o tahsile devam edilir. Dersler ekseriyetle maddiyat ve şöhrete erişebilmek için, belki de zoraki okunur. Risale-i Nur’un organize edilmemiş serbest bir üniversiteye benzeyen tahsiline eserleri okumak suretiyle devam edenler ise, Kur’an ve imana hizmet etmekten başka herhangi dünyevî bir maksad taşımıyorlar.

            Böyle olduğu halde ilmî, imanî ve ciddî eserler olan Risale-i Nur, o kadar büyük bir şevk ve aşkla ve o kadar sonsuz bir hazla okunuyor ki; sadık okuyucularını defalarca okumak gibi kuvvetli bir arzuya sahib ediyor. Risale-i Nur’u yazıp okuyanlar, mahkeme kapılarında hayatları tehlikeye düştüğü halde, bu hârika eserleri okuduklarını itiraf ve okuyacaklarını ilân ediyorlar. İ’dam kararı verileceğini bilseler dahi, bu sebatlarını izhar etmekten çekinmiyorlar. İşte Risale-i Nur’un bir çok hârikalarından şu hususiyeti, sizlere şu kanaatı veriyor: İtiraf edenler acaba canlarını yolda mı buldular?

            Demek Risale-i Nur’da ve Bediüzzaman’da öyle yüksek bir hakikat var ki ve bunlarda zararlı bir şey yokmuş ki, inkâr etmediler.

            Tahsildeki talebeler otorite ve disiplinle idare edilerek okutturulur. Bediüzzaman ise hiçbir kimseyi Risale-i Nur’a mecbur etmemiş. Fakat yüzbinlerle okuyucunun çoğu onu görmeden, ona sarsılmaz ve kopmaz bir bağla talebe olarak Risale-i Nur’dan derslerini alıyorlar.

            Risale-i Nur’daki âyetler, Kur’an-ı Hakîm’in en büyük mu’cizesi olan hususiyetleri kaybettirilmeden, büyük bir san’at ve meharetle Türkçemize tefsir edildiği için; Risale-i Nur’u kadın, erkek, memur ve esnaf, âlim ve feylesof gibi her türlü halk tabakası okuyup anlayabiliyor.

Kendi istidadları nisbetinde gördükleri istifadeler karşısında ona bir kat daha sarılıyorlar. Liseliler, üniversiteliler, profesörler, doçentler, feylesoflar okuyorlar. Bu münevver sınıflar fevkalâde istifade ettikleri gibi; Risale-i Nur’un hârikulâdeliğini ve te’lif san’atındaki üstünlüğünü tasdik edip hayretler içerisinde bütün külliyatı okumak iştiyakına sahib oluyorlar.

            Bediüzzaman’ı ve Risale-i Nur’u her yeni tanıyan müdrik ve takdirkâr kimseler, daha evvel tanımadıklarına binler teessüf edip, kaybettikleri zamanları telafi edebilmek için müsaid vakitlerini boşa sarfetmeyerek, beş dakikalık bir zamana dahi ehemmiyet verip, geceli gündüzlü Risale-i Nur’a çalışmağa başlıyorlar. Bu rağbet ve şiddetli alâka hiçbir psikolog, sosyolog ve feylesofun eserinde görülmemiştir. Onlardan ancak tahsilli kimseler istifade edebilmişlerdir. Bir ortaokul çocuğu veya okumasını bilen bir kadın, büyük bir feylesofun eserini okuduğu zaman istifade edememiştir. Fakat Risale-i Nur’dan herkes derecesine göre istifade etmektedir. Bunun için, sizlerin Bediüzzaman ve Risale-i Nur şakirdlerine vereceğiniz beraet kararını bütün bir millet bekleşiyor. Eğer Said Nursî, talebelerine musibet zamanında sabır ve tahammül ve itidal telkin etmemiş olsa idi; gönüllü alay kumandanı olarak harbe iştirak ettiği zaman topladığı talebeleri gibi hürmetkâr olan binler Risale-i Nur şakirdleri, Afyon tepelerine kuracakları çadırlar içerisinde, Afyon Ağır Ceza Mahkemesinin beraet kararını bekleyeceklerdi.

            Said Nursî ve Risale-i Nur şakirdlerinin çalışmalarını, kanun çerçevesine alınıp gizli cem’iyet olduğu isbat edilemiyor. Neden isbat edilemiyor? Acaba vukuflu bir adliyeci olmakla baş müddeiumumîliğe kadar yükselen bir şahıs, bu isbatı kanunla yapmaktan âciz midir? Hâyır, kat’iyyen âciz değildir. Ortada gizli bir cem’iyet diyecek bir teşkilat yoktur. Ve onun için cem’iyetçilik isbat edilemiyor.

            Risale-i Nur’un serbestiyetine vereceğiniz beraet kararı, bütün Türk Gençliğini ve bütün müslümanları dinsizlik fecaatinden kurtaracaktır. Zira yüksek hakikatlar hazinesi olan Risale-i Nur, hiç şeksiz ve şübhesiz elbette bir gün olup bütün dünya âleminde tanınacaktır.

            Bu itibarla sizler insanlığın takdirine mazhar olacaksınız. Sizin vereceğiniz beraet kararı, hal ve istikbalde nesilleri minnetdar ve müteşekkir edecek ve Risale-i Nur okunup azîm faidelere nâil olundukça takdirle yâdedileceksiniz.

            Yalnız pek kısa olarak müsaadenizle şu kadarcık arzediyorum ki: Savcı bu mübarek vatanda masonluk, komünistliği fevkalâde faikiyetle önlemek çaresi olan ve önlemekte olan Risale-i Nur’a ve müellifine ve okuyucularına öyle şenî’ ithamlarda bulunmakta devam eder ve o tamamen hatalı ithamlarından vazgeçmezse, hissiyata kapılarak aleyhdarlık ederse; komünistlik ve farmasonluğu desteklemiş olur ve ithamlara hakikî hedef olan muzır dinsizlerin türemesine yardım etmiş olur.”[249]

            “Dinsiz komitelerin neşriyatlarının vesvese ve şübheleri neticesinde yıkılan imanları Risale-i Nur eserleri isbatçılıkla imar ediyor.

            İşte gençliğimizin Risale-i Nur’a elektriklenmiş gibi sarılmalarının en ince sır ve hikmetleri…”[250]

            “Eğer komünistler mürekkep ve kâğıdı yok etmek imkânını da bulsalar, benim gibi birçok gençler ve büyükler fedai olup hakikat hazinesi olan Risale-i Nur’un neşri için, mümkün olsa derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yaptıracağız.”[251]

            “Savcı iddianamesinde diyor ki: “Said Nursî eserleriyle üniversite gençlerini zehirlemiştir.” Biz de buna mukabil deriz ki: “Eğer Risale-i Nur bir zehir ise; bizim bu zehirlere tonlarla, binlerce kilo ihtiyacımız vardır. Eğer çoklukla olduğu yeri biliyorsa, bize tayyarelerle sevketsin.”[252]

            “Biz Risale-i Nur talebeleri; iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeği, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikatı istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lütf-u İlahî biliriz.Afyon Hapsinde mevkuf Konyalı Zübeyr Gündüzalp “[253]

            “Risale-i Nur ise, kelime ve cümleleriyle nur-u Kur’andan ve nur-u Muhammedîden (A.S.M.) gelen ezelî ve ebedî bir Nur olduğuna şehadet ediyor.”[254]

            “halkı hükûmet aleyhine teşvik edici zannedilen Risale-i Nur, bütün Sözler’i bütün Lem’a ve Şua’ları ve bütün Mektubatıyla hakaik-i İlahiye ve desatir-i İslâmiyeyi ve esrar-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Acaba böyle muhterem ve çok yüksek ve ahlâk ve fazileti ve hakaik-i imaniyeyi kat’î ders veren Risale-i Nur’u okumak ve onun ebedî saadetler bahşeden yazılarını istinsah etmek veya bir mü’minin istifadesi için iman cihetinde ona hizmet etmek bir suç mudur? Halkı hükûmet aleyhine teşvik midir? Ve böyle mübarek ve muazzam bir eserin müellifi ve kemalât-ı insaniyenin zirve-i bâlâsında, en yüksek bir mertebe-i iman ve ahlâk ve faziletle mücehhez bir Nur abidesini ziyaret ve bu asırda iyilik ve doğrulukla ve sarsılmaz iman ve itikadlarıyla İslâmiyet şerefini ve Kur’anın hakaikini koruyan ve yükselten ve Allah’ın rızasını kazanmaktan başka gayeleri olmayan Risale-i Nur talebeleriyle iman ve Kur’an yolunda kardeşlik peyda etmek bir cem’iyet kurmak mıdır? Acaba hangi temiz ve âdil vicdanlar buna ceza verebilir?”[255]

            “Hakkaniyeti, en yüksek âlimler tarafından tasdik edilen ve en yüksek bir mertebe-i imanî ve aşk-ı İslâmî kazandıran Risale-i Nur, hiç şübhe yoktur ki onun bütün Sözler’i ve Lem’a ve Şua’ları Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın birer nurani tefsiridirler. Manevî hastalıkları ve manevî karanlıkları izale eden gayet parlak birer güneştirler.”[256]

“İman ve İslâmiyeti en yüksek bir sevgi ve iştiyakla öğreten ve rıza-i İlahîden başka bir hedef ve maksad tanımayan ve bu asırda Kur’anın bir mu’cize-i kübrası ve tefsir-i nuranîsi olduğu kat’î tahakkuk eden Risale-i Nur’u okumak ve yazmak ve onun hakaik-i imaniyeyi ders veren risalelerini mü’min kardeşlerine vermek bir suç ise; ve dinin evamir-i kudsiyesinden olan rabıta-i diniye ve uhuvvet-i İslâmiye ve Allah sevgisi uğrunda iman ve Kur’an yolunda birleşmek gibi mukaddes ve İlahî ve uhrevî kardeşlik bir cem’iyet ise; böyle mübarek bir cem’iyete mensub olmak benim için büyük bir saadettir. Ve her türlü taltif ve nişanların üstünde bir bahtiyarlıktır. Böyle bir saadet ve bahtiyarlığı kazandıran Risale-i Nur’un talebesi olmak gibi büyük bir lütfu, benim gibi bir bîçareye nasib eden Allah’a hadsiz şükürler olsun.Muallim Mustafa Sungur”[257]

            “Ben şahidim ki: Ben Kastamonu Gölköy Enstitüsü’nde okurken bazı muallimler tarafından bize dinsizlik dersi verilmişti. Hâşâ!.. Hazret-i Kur’anı Hazret-i Peygamber’in yazdığını ve İslâmiyet’in artık mülga olunacağını, medeniyetin ilerlediğini, bu asırda Kur’ana ittiba etmek büyük bir hata ve gerilik olduğunu, hattâ bir gün bir muallimin yaptığı gibi; İslâmlar namaz kıldıkları ve âhireti düşündükleri için daima muzdarib bir halde, ömürleri elem içinde geçtiğini ve İslâm câmilerinde daima bir ölgünlük havası estiğini, Hristiyanların kiliselerinde ise daima neş’e ve canlı hayat bulunduğunu ve Hristiyanlar çalgı ve saire gibi eğlencelerle hayatın tadını alıp ömürlerini neş’e içinde geçirdiklerini söylüyorlar.. kalblerimizdeki iman ve İslâmiyet bağlarını koparmağa ve onun yerinde inkâr ve küfür yerleştirmeğe çalışıyorlardı. İşte böyle zehirli fikirlerle aşılanmış ve böyle tehlikeli muzır dinsizlerin dersleriyle maneviyatı öldürülmek istenmiş ve hattâ o muzır fikirlere kapılarak ve (hâşâ!..) inanarak etrafına neşretmeğe başlamış bir bîçare insanın, birdenbire Risale-i Nur gibi Kur’anın feyzinden fışkıran, iman ve İslâmiyet hakikatlarını gayet parlak bürhanlar ve hârika deliller ile isbat eden ve din-i İslâmın daima insanların saadet ve selâmetine vesile, sönmez ve söndürülmez bir manevî güneş olduğunu izah eden eşsiz bir Nur-u Kur’anın birkaç risalesini okumakla bütün o zehirli fikirlerini atıp imanı elde ederek duyduğu sonsuz sevinç ve bahtiyarlığı te’lif ettiği mübarek Nur risaleleriyle ona kazandıran müşfik ve vefakâr ve hakikî kahraman Üstad Bediüzzaman hazretlerine arz etmesi, eski gaflet ve dalalet hayatından kurtulup, iman ve nura kavuştuğunu ve hakikî imanı kazandıran Risale-i Nur’un bu asrın bütün insanları için bir şems-i hidayet ve vesile-i saadet….”[258]

            “Risale-i Nur denilen âlî hakikat önünüzdedir. Onun gayesi dünyevî ve fâni ve süflî makamlar mıdır? Yoksa en büyük saadet ve âlî sevinç ve en yüce bahtiyarlık olan Allah’ın rızasını kazanmak mıdır? Ve onun bütün Sözleri, insanları ahlâksızlığa mı teşvik ediyor? Yoksa imanla onları mücehhez kılıp yüksek ahlâk ve fazilete mi kavuşturuyor?”[259]

            “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın i’caz-ı manevîsinden fışkıran ve bir nur-u İlahî olan Risale-i Nur önünüzdedir. Madem imanı kazanmak ve iman ile bu dünyadan dâr-ı saadet-i bâkiye gidebilmek insanların her mes’elesinden üstün en büyük davasıdır. Ve madem Risale-i Nur Kur’anın feyziyle hakaik-i imaniyeyi ders verip, yüz binlerle onu okuyup yazanların kat’î şehadetiyle ve bir çok âyât-ı Kur’aniye ve ehadîs-i Muhammediye (A.S.M.) kudsî beyanatı ve İmam-ı Ali (R.A.) ve Gavs-ı Geylanî (R.A.) misillü birçok ehl-i velayetin takdirkârane tavsiyeleriyle Risale-i Nur o davayı kat’î kazandırıyor. Elbette ve elbette sizler yüksek adalet ve hakikatperverliğinizle, her türlü fâni endişelerin fevkinde yüksek hakperestliğinizle Risale-i Nur’un o hakkanî ve Kur’anî çehresini ve hakikî kıymetini takdir ile görüp anlayacaksınız. Ve Risale-i Nur’un talebelerinin de Cenab-ı Hakk’ın rızasından başka bir maksad peşinde koşmadıklarını göreceksiniz.”[260]

            “Sayın Savcı, bize kütübhaneleri dolduran binlerce Arabça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitabları tavsiye ediyor. Sayın Savcı ve onun gibi düşünenler, Risale-i Nur namı altındaki külliyat-ı ilmiyeyi ve hazine-i hürriyeti ve hakikat-ı âliyeyi beğenmeyebilirler, tenkid de edebilirler. Bu kendilerinin bileceği bir iştir. Bizim şu veya bu esere rağbet etmemize ve ona kıymet vermemize karışamazlar. Biz Risale-i Nur’u seviyoruz. Ve onu hakikî ve riyasız bir din kitabı ve Kur’an tefsiri biliyoruz. Kıymet ölçüleri ve hükümleri vicdanî bir takdir mes’elesidir. Buna kimse müdahale edemez. Evet biz Risale-i Nur müellifinin daima ayn-ı hakikat dersi verdiğine kailiz. Kendisinin kabul etmemesi, bizim bu kanaatımızı sarsmıyor. Ancak bizim kabul ettiğimiz, keramet-i kevniyesinden dolayı değil, Nurların dersinde hârikulâde ve ekmel tezahürlerine şahid olduğumuz ve bütün cihan-ı irfana meydan okuyan keramet-i ilmiyesinden dolayıdır. Tahsil hayatı üç aydan başka mevcud olmadığı halde, bu kadar feyz-i ilim neşreden ve ilminin hârikalarıyla en münteha mesail-i ilmiye ve âliyede en yüksek mütefekkirleri dahi hayrette bırakacak”[261]

            “Hem yalnız Risale-i Nur’un bu kısmı değil; bütün hakikatları ve dersleri hiçbir hakikî İslâm âliminin itiraz edemeyeceği kadar kuvvetli hakikatlerdir ki; Diyanet Riyaseti başta olarak bütün memleketteki hakikî âlimler kabul ve ta’zime, tâ devr-i Meşrutiyet’ten beri mecbur kalmışlar. O hakikatları ve o kuvvetli bürhanları ismi âlim olan ve hakikat ilminden bîbehre bir-iki ferdin itiraz ve iddiası çürütemez. Hem gayet gülünç olur. “[262]

            “İntisabımdan zerre kadar pişman olmayarak Üstadıma ve Risale-i Nur’a yaptığım hizmetim, ancak bir derya kadar lütf u ihsana karşı bir damla ile mukabele gibidir. Nasılki gayet kıymetdar elmas hazinelerine sahib olmak yolunda küçük cam parçaları tereddüdsüz feda edilirse, ebedî hayatımı kurtarmağa vesile olan Risale-i Nur uğrunda hayatımı feda etmeğe her an hazırım. Uhrevî ve dünyevî hadsiz menfaatleri tahakkuk eden Risale-i Nur’dan fâni ve ehemmiyetsiz hapislerin ve sıkıntıların hatırı için, kısa ve dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye zarar gelmemek için o menfaat-ı azîmeyi terketmek, Risale-i Nur’a ve Üstadıma karşı durgunluk göstermek; o mübarek Üstada, o kudsî allâme-i zamana ve onun birtek gayesi olan iman ve Kur’ana büyük bir ihanet olduğunu biliyorum. Ve onun izin ve emrinden zerre kadar hilaf-ı hareket etmek istemiyorum.”[263]

“Pek çok olan bolşevikliğin muzır fikirlerinin millet arasına girmesi ve buna benzer vatan ve millete zararlı olan şeylere Risale-i Nur’un imanî ve ahlâkî olan dersleriyle sed çeken ve bütün dünya âlimleri tarafından tahsin ve takdire lâyık olan Risale-i Nur…”[264]

            “Risale-i Nur’un ve Üstadımın ve biz talebelerin yegâne gaye ve hizmetimiz; İslâmiyete, hususan Türk milletine iman ve ahlâk cihetinde kudsî bir hizmettir. Elbette Risale-i Nur’a ve hâdimlerine bu hizmetleri için ilişmemek lâzımdır. Bizim gaye ve maksadımız budur. Başka hiçbir şey değildir. Ve bu vazifemiz de rıza-yı İlahî içindir. Zâten böyle bir kudsî vazifeyi dünyaya ve dünya menfaatine âlet ederek yapmayız ve tenezzül etmeyiz.” [265]

“Risale-i Nur’u okuyanlar fevkalâde bir imana ve İslâmiyet’e ve ahlâk ve kemalâta sahib oluyorlar.”[266]

“Nasıl bir yerden bir yere giden yolların ve bir noktadan uzak bir noktaya çekilen hatların en kısası ise, en doğrusudur ve müstakimidir. Aynen öyle de; maneviyatta ve manevî yollarda ve kalbî mesleklerde en doğrusu, en müstakimi ise en kısa ve en kolayıdır. Meselâ: Risale-i Nur’da bütün müvazeneleri ve küfür ve iman yollarının mukayeseleri kat’î gösteriyorlar ki; iman ve tevhid yolu, gayet kısa ve doğru ve müstakim ve kolaydır. “[267]

            “İşte Fatiha-i Şerife’nin âhirinde “Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tâbi olan sâlih kullarının yoluna ilet-gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil.” Fâtiha Sûresi, 1:7.)âyeti, bu iki cereyan-ı azîmi ders veriyor. Ve Risale-i Nur’daki bütün müvazenelerin menbaı ve esası ve üstadı, bu âyettir.”[268]

            “Risale-i Nur’un çok hakikatları namaz tesbihatında ihtar edilmesi hikmetiyle; hem Fatiha’nın, hem teşehhüdün kelimelerinin hakikatlarını kısa işaretlerle beyan etmeğe âdeta ihtiyarsız sevkedildim.”[269]       

            “Risale-i Nur ve Tercümanına Gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemal-i nâmütenahî mevcud olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlahiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’anın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan; onun esası nur-u mahz-ı Kur’an olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi (A.S.M.) hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risalet’in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan manevî zâtın mazhariyeti ve kemalâtı ise o nisbette âlî ve emsalsiz olduğu güneş gibi aşikâr bir hakikattır.”[270]

“Kur’an-ı Hakîm’in sırr-ı i’cazıyla hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur; bu dünyada bir manevî cehennemi dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevî bir cennet bulunduğunu isbat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevî elîm elemleri gösterip, hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde cennet lezaizi gibi manevî lezzetler bulunduğunu isbat ediyor. Sefahet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor.”[271]

            “Risale-i Nur ekser müvazeneleriyle küfür ve dalaletin dünyadaki elîm ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-ı meşru lezzetlerden ve sefahetlerden bir nefret verip aklı başında olanları tövbeye sevkeder.” [272]

            “Evet Risale-i Nur, iman ve küfür müvazeneleri ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkûr hakikatları bilmüşahede isbat ediyor.”[273]

            “İnşâallah Risale-i Nur kendi kendine, hem kendini müdafaa ettiği, hem kıymetini tam gösterdiği gibi, bizi de manen müdafaa edip kusurlarımızı afvettirmeğe vesile olacaktır.”[274]

            Demek biz müflis olduğumuz halde, gayet zengin bir mücevherat dükkânının dellâlı ve bir hizmetçisi olmuşuz. Cenab-ı Hak fazl u keremiyle şu hizmette hâlisane, muhlisane bizi ve umum Risale-i Nur talebelerini daim ve muvaffak eylesin. Âmîn bihürmeti Seyyid-il Mürselîn.”Said Nursî.”[275]

“Risale-i Nur doğrudan doğruya Kur’anın bahir bir bürhanı ve kuvvetli bir tefsiri ve parlak bir lem’a-i i’caz-ı manevîsi ve o bahrin bir reşhası ve o güneşin bir şuaı ve o maden-i ilm-i hakikattan mülhem ve feyzinden gelen bir tercüme-i maneviyesi olduğundan onun kıymetini ve ehemmiyetini beyan etmek Kur’anın şerefine ve hesabına ve senasına geçtiğinden, elbette Risale-i Nur’un meziyetini beyan etmekliği, hak iktiza eder ve hakikat ister, Kur’an izin verir. Benim gibi bir tercümanın hissesi yalnız şükürdür. Hiçbir cihetle fahre, temeddühe, gurura hakkı yoktur ve olamaz.“[276]

“Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan imanlarını kurtarıyorlar ve imanla kabre giriyorlar ve Cennet’e gidecekler diye müjde veriyorlar. Evet bazı vakit olur ki, bir nefer gördüğü hizmet için bir müşirin fevkine çıkar, binler derece kıymet alır.”[277]

Risale-i Nur’un müstesna bir hassası, İsm-i Hakem ve Hakîm’in mazharı olup bütün safahatında, mebahisinde nizam ve intizam-ı kâinatın âyinesinde İsm-i Hakem ve Hakîm’in cilveleri olan hikmet-i kudsiyeyi ve hikemiyat-ı Kur’aniyeyi ders veriyor. Mevzuu ve neticesi, hikmet-i Kur’aniyedir.”[278]

“Risale-i Nur o Nur-u İlahînin bir lem’ası olacağını ve düşmanları tarafından gelen şübehat zulümatını dağıtacağını mana-yı işarîsiyle müjdeliyor. “[279]     

“Evet Risale-i Nur’un mayası ve meşrebi tefekkür ve şefkat olduğu cihetle, Hazret-i İbrahim’in (A.S.) hususî meşrebi olan tefekkür ve şefkat noktasında tam tevafuk etmek sırrıyla şu surede daha ziyade Risale-i Nur’u kucağına alıyor.”[280]

“Risale-i Nur’un nuru- ile dalaletin tecavüz eden nârı inşâallah sönecek. Yani, fitne-i diniye ateşini ya tahribattan vazgeçirecek veya ileri tecavüzatını kıracak.”[281]

Ve madem Kur’an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur’an hesabıyla, Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. “[282]

“Hazret-i İmam-ı Ali (R.A.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mana-yı hakikî ve mecazî ile; işarî ve remzî ve îmaî ve telvihî bir surette haber veriyor.”[283]

“Risale-i Nur’u senadan maksadım, Kur’anın hakikatlarını ve imanın rükünlerini teyid ve isbat ve neşirdir.”[284]

            “Celcelutiye, Süryanîce bedi’ demektir ve bedi’ manasındadır. İbareleri bedi’ olan Risale-i Nur, Celcelutiye’de mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, kasidenin ismi ona bakıyor”[285]

“Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildi, belki Risale-i Nur’un manevî bir ismi idi. Zahir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek, Süryanîce bedi’ manasında ve kasidede tekerrürüne binaen kasideye verilen Celcelutiye ismi işarî bir tarzda, bid’at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mana, hem isim noktalarıyla bedi’liğine münasebetdarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında, Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için, hak kazanmış olmasına tahmin ediyorum.” [286]

            “Risale-i Nur’un mesleği odur ki; zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ülemaya muhalif olarak, muarızların şübhelerini zikretmeden öyle bir cevab verir ki, daha vehim ve vesveseye yer kalmaz. Eski Said bu tefsirde, Risale-i Nur gibi, zihinleri bulandırmamak için yalnız belâgat noktasında lafzın delaletine ve işaratına ehemmiyet vermiş.”[287]

            “İşte Risale-i Nur da; bu asırda Kur’anın feyziyle vücud bulan, beşerin tekemmülâtına uygun olarak Kur’anın gösterdiği mu’cizeli hakikatların, bu tekâmül ile saha-yı fiile konulduğunu bildiren ve asrın idrakine hitab eden gayet kudsî bir tefsirdir. Kur’an baştan başa tevhid-i İlahîyi ilân ediyor. Risale-i Nur da, iman-ı billahı gösteren ve hakaik-i imaniyeyi ders veren âyetleri tefsir ediyor.”[288]

            “Otuz seneden beri gizli din düşmanlarının, komünistlerin ve masonların tahrikatıyla, Risale-i Nur şakirdleri birçok mahkemelere sevkedilmişler. Âdil mahkemeler de o hâin, gizli din ve Kur’an düşmanlarının ettikleri iftiraları inceden inceye tedkik etmişler, “Bunlarda bir suç yok, kitablar ise faydalı kitablardır” diyerek, çok mahkemeler beraetle neticelenmişlerdir.”[289]

            “Selef-i Sâlihîn’in bıraktığı kudsî tefsirler iki kısımdır: Bir kısmı, ahkâma dair tefsirlerdir. Diğer bir kısmı da, âyât-ı Kur’aniyenin hikmetlerini ve iman hakikatlarını tefsir ve izah ederler. Selef-i Sâlihîn’in bu türlü tefsirleri çoktur. Hususan Gavs-ı A’zam Şah-ı Geylanî, İmam-ı Gazalî, Muhyiddin-i Arabî, İmam-ı Rabbanî gibi zevat-ı kiramın eserleri, bu kısım tefsirlerdir. Bilhassa Mevlâna Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin Mesnevî-i Şerif’i de bu tarz bir nevi manevî tefsirdir. İşte Risale-i Nur, bu tarz tefsirlerin en yükseği, en mümtazı ve en müstesnasıdır. İşte madem bu tarz tefsirler mütedavildir, kimse ilişmiyor, Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır. İlişenler, Kur’ana ve ecdada düşmanlıklarından ilişirler.”[290]

            “Risale-i Nur, erkân-ı imaniyeyi ve âyât-ı Kur’aniyeyi tefsir ederek öyle bir tarzda beyan eder ki; hiç bir münkir, hiç bir dinsiz, o hakikatları inkâr edemez. Hem riyazî bir kat’iyyetle isbat eder, göze gösterir, aklı doyurur, letaifi kandırır; artık hiç bir imanî ve Kur’anî hakikatı inkâra mecal kalmaz. Bundan dolayıdır ki; dinsizler, komünistler, bu memlekette Risale-i Nur varken mel’unane fikirlerini saha-yı tatbike koyamadıklarından ve bir manevî bekçi gibi Risale-i Nur daima karşılarına çıktığından, Risale-i Nur’un her vecihle neşrine sed çekmeyi gaye edinmişlerdir.”[291]

            “Risale-i Nur, tahkikî iman dersleri verir. Şakirdlerini her türlü fenalıktan alıkoyar. Kalblere doğruluk aşılar. Onu hakkıyla anlayan, artık fenalık yapamaz. Onun içindir ki, bugün memleketin her tarafındaki Risale-i Nur talebeleri, asayişin manevî muhafızı hükmündedirler. Şimdiye kadar hiçbir hakikî Nur talebesinde asayişe münafî bir hareket görülmemiş, âdeta Nur talebeleri zabıtanın manevî yardımcısı olmuşlardır. Risale-i Nur talebelerinin rıza-i İlahîden başka, a’mal-i uhreviyeye müteveccih olmaktan gayrı düşünceleri yoktur. Şu halde Risale-i Nur’a garazkâr tertibler hazırlayanlar, perde arkasındaki malûm din düşmanlarından başka kimse değildir.”[292]

            “Risale-i Nur, iman-ı billah ile tevhidi en yüksek derecede, aynelyakîn ve hakkalyakîn bir surette göze gösterip bütün letaifi a’zamî derecede doyurmasıyla imanı taklidden kurtarıp, derece-i tahkike yükseltir. “[293]

            “Hem madem mahkemelerin beraeti mevcud ve vicdan hürriyeti var ve hiçbir memlekette ilim ile iştigal edenlere ilişilmiyor; şu halde ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ olan Risale-i Nur’a da ilişmemek lâzımdır.”[294]

            “Hülâsa: Risale-i Nur, Kur’anın bu asırda en yüksek ve en kudsî bir tefsiridir. Hakikatları semavîdir, Kur’anîdir. O halde Kur’an okundukça, o da okunacaktır. Risale-i Nur, mücevherat-ı Kur’aniye hakikatlarının sergisidir, pazarıdır. Bu ulvî pazarda herkes istediği gibi ticaret yapar. Uhrevî, manevî zenginliklere mazhariyeti temin eder.”[295]

            “Risale-i Nur, Kur’anın malıdır. Arşı ferşe bağlayan Kelâmullah ile mazi canibindeki milyarlar ehl-i iman, evliya ve enbiya alâkadar oldukları gibi, Risale-i Nur mahkemesiyle de manen alâkadardırlar. Çok ihtiyarlamış Arz’ın, dörtyüz milyon Müslüman sekenesi, Risale-i Nur’un beraetine ve serbestiyetine ve intişarına muntazırdırlar.”[296]

            “Mazi tarafından perde-i gayb arkasına çekilen mübarek ecdadımızın nuranî kafileleri, ulvî makamlarından Risale-i Nur mahkemesine manen nâzırdırlar.”[297]

“İsm-i A’zam’ın hakkına, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hürmetine ve Resul-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın şerefine, bu “İşarat-ül İ’caz”ı bastıranları ve mübarek yardımcılarını ve Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül Firdevs’te saadet-i ebediyeye mazhar eyle. Âmîn! Ve hizmet-i imaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle. Âmîn! Ve defter-i hasenatlarına bu İşarat-ül İ’caz’ın herbir harfine mukabil bin hasene yazdır. Âmîn! Ve Nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlas ihsan eyle… Âmîn! Âmîn! Âmîn!”[298]

 

“Risale-i Nur dahi yaralanmış talib-i hakikatı kısa bir zamanda tedavi ettiği gibi, ehl-i ilhad ve dalaleti de tam ilzam ve iskât ediyor. Demek bu Arabî Mesnevî Mecmuası, Risale-i Nur’un bir nevi çekirdeği ve fidanlığı hükmündedir. Bu mecmuanın yalnız dâhilî nefis ve şeytanla mücadelesi, nefs-i emmarenin ve şeytan-ı cinnî ve insînin şübehatından tamamıyla kurtarıyor. Ve o malûmat ise, meşhudat hükmünde ve ilmelyakîn ise, aynelyakîn derecesinde bir itminan ve bir kanaat veriyor.”[299]

            “Eski Said ilm-i hikmet ve ilm-i hakikatın çok derin mes’eleleriyle meşgul olması ve büyük ülemalarla derin mes’eleler üzerinde münazarası ve medresenin yüksek derslerini gören eski talebelerinin fehimlerinin derecesine göre yazması ve Eski Said’in de terakkiyat-ı fikriye ve kalbiyesinde, yalnız kendisi anlayacak bir surette, gayet kısa cümlelerle ve gayet muhtasar bir ifade ile uzun hakikatlara kısa kelimelerle işaretler nev’inde o mecmuayı yazdığı için, bir kısmını en müdakkik âlimler de zorla anlayabilir. Eğer tam izah olsa idi, Risale-i Nur’un mühim bir vazifesini görecekti. Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş. Bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Âdeta Musa Aleyhisselâm’ın asâsı gibi nereye vurmuş ise su çıkarmış…

            Hem Risale-i Nur, hükema ve ülemanın mesleğinde gitmeyip, Kur’an’ın bir i’caz-ı manevîsiyle, her şeyde bir pencere-i marifet açmış;”[300]

            “Kur’anın delaletiyle bulduğum yola gitmek isteyen için ve ona o yolu güzelce tarif etmek için, “Risale-i Nur Külliyatı” güzel bir tarifçidir…”[301]

            “Risale-i Nur’un şakirdleri içinde Cenab-ı Hakk’ın nimetlerine mazhar bazı zâtlar (Hüsrev, Re’fet gibi), iktiranı illetle iltibas etmişler; Üstadına fazla minnetdarlık gösteriyorlardı. Halbuki Cenab-ı Hak onlara ders-i Kur’anîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.”[302]

            “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”[303]

“Bazı evliya bir dakikada bir günlük işi görmüş. Bazıları, bir saatte bir senelik vazifesini yapmış. Bazıları, bir dakikada bir hatme-i Kur’aniyeyi okumuş oldukları gibi, Risale-i Nur’un te’lifinde de bu bast-ı zaman hakikatı çok defa vukua gelmiş.”[304]

            “Barla Lâhikaları: Risale-i Nur’un Barla’da te’lif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak talebelerinin, Nurların hemen te’lifi zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını dile getiren fıkralarını ve Hazret-i Üstad’ın da bazı mektublarını ihtiva etmektedir.”[305]

            Kastamonu Lâhikaları ise: Eskişehir hapsinden tahliyeden sonra Nur Müellifi Kastamonu’ya nefyedilmiş, Denizli hapsi zamanına kadar orada ikamete mecbur edilmiş; bu müddet zarfında Nur Müellifi Isparta’daki talebeleri ile daimî muhabere ederek Nurların hatt-ı Kur’an’la yazılıp çoğalması, neşri ve inkişafı ve eski yazı bilmeyen gençlerin istifadesi için de, Risale-i Nur Külliyatı’ndan bazı bahislerin daktilo ile çoğaltılması hususunda şedid alâka göstermiş ve Risale-i Nur’un mahiyeti, kıymeti, deruhde ettiği kudsî vazife-i imaniyesi ve mazhariyeti; hem talebelerinin tarz-ı hizmetleri, mütecaviz dinsizler karşısında sebat ve metanetleri ve ehl-i İslâm’ın birbiri ile muamelâtında takib edecekleri ihlaslı hareketleri gibi, dâhilî ve haricî bir çok mes’elelere temas etmiştir. Bu itibarla Kastamonu Lâhika mektubları bilhassa yazıldığı zaman itibariyle de büyük ehemmiyet kesbeden bir devrin mahsulü olması ve birçok içtimaî mes’eleleri ve küllî imanî bir nazar-ı hakikatla mütalaa, mülahaza ve küllîleşmesi gibi cihetlerde büyük kıymeti haizdir.”[306]

“Emirdağ Lâhika Mektubları, birinci kısmı: 15 Haziran 1944’de Denizli hapsinden beraet ile tahliyeden sonra Heyet-i Vekile kararıyla Emirdağı’nda ikamete memur edilen Risale-i Nur müellifi Said Nursî Hazretleri 1947 sonlarına kadar, yani üçüncü büyük hapis olan Afyon hapsine kadar Emirdağı’nda ikamet ettiği müddetçe Isparta, Kastamonu, İstanbul, Ankara ve Üniversite talebeleri ve Anadolu’da Nurların neşre başlandığı yerlerdeki talebelerine hizmete müteallik bazı mektub ve suallerine cevaben yazdığı mektublardır.”[307]

İkinci kısım ise: 1948-1949 Afyon Cezaevi’nde yirmi ay mevkufen kalıp tahliyeden sonra tekrar Emirdağı’na avdet edip orada bir müddet kaldıktan sonra 1951 yılında Eskişehir’de iki ay ikameti müteakib, oradan da “Gençlik Rehberi” mahkemesi münasebetiyle iki defa İstanbul’a gelip üçer ay İstanbul’da kaldığı 1952-1953 tarihlerinde ve daha sonra yine Emirdağı’nda iken talebelerine yazdığı mektublar ve mahkemelere ve davalara temas eden mes’elelere dair müteaddid bahislerdir.

            1953’ten sonra ikamet eylediği Isparta’da da arasıra yazdığı mektublar da vardır. Eskişehir, Denizli ve Afyon Cezaevleri’nde iken hapisteki talebelerine yazdığı pek kıymetdar hapishane mektubları ise, yine müellif-i muhterem Hazret-i Üstad’ın neşrini tensibiyle Şualar Mecmuası’nda aynen neşredilmiştir. Bu lâhikalarda geçen talebelerin mektubları, Nurlardan aldıkları feyz-i iman, ihlas ve sadakatlarını, şehamet-i imaniyelerini ifade ile üstadlarına arzetmek ve teşekküratlarını bildirmekle bu zamanda zuhur eden bu ders-i Kur’aniyenin muhatabları olduklarını izhar ediyor. Ve Risale-i Nur’un hakkaniyetine ve Hazret-i Üstad’ın davasına birer şahid hükmünde bulunuyor.”[308]

            “Risale-i Nur’un te’lifi ve neşriyle beraber bu lâhika mektublarının zuhuru, devamı ve neşri, bizzât muhterem müellifi tarafından yapılması ve tensib edilmesi ve müteaddid mektublarda da bu lâhikaların kıymetini ifade buyurmaları ve nazara vermeleri, herhalde bu lâhikaların ehemmiyetini tebarüze kâfidir.”[309]

            “Evet Risale-i Nur’un te’lifi, zuhuru ve neşri ile beraber hizmet-i Nuriyenin ve ders-i Kur’aniyenin taliminde ve îfasında ve meslek-i Nuriyenin taallümünde ve uzun bir zamandaki hizmetin devamında vaki’ olacak binler ahval ve hücuma maruz talebelerin cereyanlar karşısında sebat, metanet ve ihlasla hareketlerinde onlara yol gösterecek, hizmet-i Kur’aniyenin inkişafında sühulete medar olacak ikaz ve ihtarlara elbette ihtiyaç zarurîdir, kat’îdir, bedihîdir.”[310]

            “Bu lâhikalarda görüleceği gibi, Nur Müellifi Aziz Üstadımız Risale-i Nur’un neşri, okunup yazılması gibi bizzât Nurlarla iştigale ehemmiyet vermekte, talebelerini daima teşvik etmektedir. Bunun lüzum ve hikmeti ise, şübhesiz izahtan vârestedir. Zira asrımızda kâinat fenleri ve maddî ilimler revaçta olup, yeni yetişen nesiller bu ilim ve fenleri okudukları; hem tabiiyyun ve maddiyyunun din ve maneviyat aleyhindeki neşriyatı; hem küfr-ü mutlak cereyanı ki, hiçbir din ve maneviyatı tanımayan ve Allah’a iman hakikatına karşı muaraza ederek dinsizliği neşreden, İslâmî fikri zedeleyen ve bütün beşeriyeti tehdid eden, yeni nesillere ve gençliğe imansızlık fikr-i küfrîsini aşılamak isteyen kitab, broşür, gazete gibi neşir vasıtalarının İslâm ve iman düşmanlarınca ön plâna alındığı böyle acib ve dehşetli bir zamanda elbette Risale-i Nur’a, okunmasına, neşredilmesine şiddetle ihtiyaç ve zaruret var.”[311]

            “Risale-i Nur, Kur’an-ı Hakîm’in bir mu’cize-i maneviyesi ve bu zamanın dinsizliğine karşı manevî atom bombası olarak solculuk cereyanlarının maneviyat-ı kalbiyeyi tahribine mukabil, maneviyat-ı kalbiyeyi tamir edip ferden ferda iman-ı tahkikîden gelen muazzam bir kuvvet ve kudrete istinadı okuyucuların kalblerine kazandırıyor. Ve bu vazifeyi de yine mukaddes Kur’anımızın ilham ve irşadıyla ve dersiyle îfa ediyor. Tefekkür-ü imanî dersiyle tabiiyyun ve maddiyyunun boğulduğu aynı mes’elelerde tevhid nurunu gösteriyor; iman hakikatlerini madde âleminden temsiller ve deliller göstererek izah ediyor. Liselerde, üniversitelerde okutulan ilim ve fenlerin aynı mes’elelerinde iman hakikatlerinin isbatını güneş zuhurunda gösteriyor. Bu gibi çok cihetlerle Risale-i Nur, bu zamanda ehl-i iman ve İslâm için ön plânda ele alınması îcabeden, ehl-i iman elinde manevî elmas bir kılınçtır. Asrın idrakine, zamanın tefehhümüne, anlayışına hitab eden, ihtiyaca en muvafık tarzı gösteren, ders veren ve doğrudan doğruya feyz ve ilham tarîkıyla âyetlerin yıldızlarından gelen ders-i Kur’anîdir, küllî marifetullah bürhanlarıdır.”[312]

            “Asrımızın efkârının anlayışına ve idrakine hitab edici mahiyeti ve Kur’an-ı Hakîm’in bu zamanın fehmine bir dersi olması noktasından Nur Risaleleri, bilhassa bu memlekette büyük ehemmiyet kazanmıştır. Asırlarca Kur’an’a bayraktarlık yapan ve dünyayı diyanetiyle ışıklandıran bu necib millet, yine dünyaya örnek, ahlâk ve fazilette üstad olarak insanlığın geçirdiği müdhiş buhranlardan halas için çare-i necatı göstermektedir. Beşeriyeti dehşetli sadmelere uğratan, tehdid eden anarşiliğin ifsad ve tahribin yegâne çaresi ancak ve ancak İlahî, semavî bir dinin ezelî ve ebedî hakikatlarıdır, hakikat-ı İslâmiyettir. Risale-i Nur, hakikat-ı İslâmiye ve Kur’aniyeyi müsbet ve müdellel bir şekilde insanlığın nazar-ı tahkikine arz ve ifade etmektedir.”[313]

            “Risale-i Nur gerçi zahiren sizin eserinizdir, fakat nasılki Kur’an-ı Mübin Allah’ın kelâmı iken Seyyid-i Kâinat, Eşref-i Mahlukat Efendimiz nâsa tebliğe vasıta olmuştur, siz de bu asırda yine o Furkan-ı Azîm’in nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına emr-i Hak’la hitab ediyorsunuz. Öyle ise; O Hakîm-i Rahîm, size bu eseri yaptırtan, o Nurları ayak altında bıraktırmaz. Elbette ve elbette fânilerden belki de hiç ümid edilmediklerden sahibler, hâfızlar, ikinci üçüncü hattâ onuncu derecede mübelliğler, naşirler halk buyurur itikadındayım.”Hulusi.”[314]

            “Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semaya giderdi. Acaba yardım ne taraftan erişecek diye beklerdim. Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi. Aramak üzere iken bana ilham olundu ki; “Mürşidi sen uzakta arıyorsun, pek yakınında bulunan Bediüzzaman vardır. O zâtın Risale-i Nur’u müceddid hükmündedir. Hem aktabdır, hem Zülkarneyn’dir, hem âhirzamanda gelecek İsa Aleyhisselâm’ın vekilidir; yani müjdecisidir.” denildi. Bunun üzerine Üstad-ı Muhteremin nezdine vardım. Risaleleri, bize yazmak için emir verdi. Ben de onbeş kadar Sözler’den yazdım ve okuyorum. İstidadım kısa, fikrim müşevveş olduğundan, risalelerden hakkıyla istifade ve istifaza edemiyordum.”[315]

“Risale-i Nur, lisan-ı hal ile Avrupa meftunu bulunan tek gözlü Deccal’a “Ya iman et, yahut bütün dünyanın maskarası olacaksın” diyor.”[316]

“Merhum büyük kardeşim Mustafa, risalenin şakirdleriyle velayetin şakirdlerini ve birbirinin arasındaki dereceyi anlatmak istiyor. Bu mes’eleyi Risale-i Nur halletmiş. Hem tevhid-i âmi ile tevhid-i hakikîyi göstermiş. Hem gözü kapalı olarak gitmenin ve gözü açık olarak gitmenin farkını Risale-i Nur beyan etmiş. Hem âlem-i yakaza ile âlem-i menamı Risale-i Nur keşfetmiş. Hem âlem-i misal ile âlem-i şehadeti birbirinden Risale-i Nur ayırmış. Hem velayet-i kübrayı, velayet-i vustâyı, velayet-i suğrayı ve birbirinin farkını tamamıyla Risale-i Nur göstermiş. Bir sohbette, bir kademde -Sahabelerin meseli gibi- zahirden hakikata geçmenin sebeblerini anlatmış. Hem tarîkat şeyhlerinin ve Eimme-i Erbaa’nın caddelerini Risale-i Nur beyan etmiş. Hem ilmelyakîn, aynelyakîn, hakkalyakîn ile elde edilen imanın farklarını Risale-i Nur göstermiş. Hem Hazret-i Ebubekir-i Sıddık (R.A.) ve Hazret-i Ömer (R.A.) ve Hazret-i Osman’ın (R.A.) meşrebini Risale-i Nur takib etmiş. Hem İmam-ı Ali’nin (R.A.) bir veled-i manevîsi olduğunu, Celcelutiye’yi tefsir ile Risale-i Nur’un kıymetini ve vazifesini Risale-i Nur göstermiş. Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mehdi ve İsa Aleyhisselâm ve Deccal ve Ye’cüc-Me’cüc ve Sedd-i Zülkarneyn hakkındaki müteşabih hadîsleri Risale-i Nur tevil etmiş, esas maksadı anlatmış.”[317]

            “Ey küre-i arzda bulunan gençler, hocalar ve halifeler! Bin seneden beridir insanların aradığı Mehdi Hazretlerinin pişdarı ve müjdecisi üstadımın neşrettiği Risale-i Nur’dur. Ey benim kardeşlerim! Benim gibi âciz bir talebenin okumasından, anlamasından ne çıkar? Üstadıma ne sual açabilirim? Kaç kitab okudum da sual açayım ve mes’ele halledeyim? Ne gibi sual sorayım?”[318]

            “Ey hocalar ve ehl-i kalb! Soracağınız suallerin cevablarını Risale-i Nur’da bulabilirsiniz.”[319]

“Üstadımızın Kur’an-ı Hakîm’den aldığı ve neşrettiği Risale-i Nur vasıtasıyla Nasara’nın bir kısmı İslâmiyeti kabul edecek ve Nasara Müslümanları veya Hristiyan mü’minleri hükmüne geçip Üstadımızın sözlerini İsa Aleyhisselâm’ın sözleri nev’inden hüsn-ü kabul edeceklerine işarettir.”[320]

            “Evet Risale-i Nur’da öyle bir kuvvet vardır ki, Avrupa’nın en muannid feylesoflarını dahi teslime mecbur eder. Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan, hakikî iman nurunu arayan Hristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur’u görseler (Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın vesayası nev’inden) kabul edip sarılacaklardır.”Dereli Mutaf Hâfız Ahmed”[321]

            “Madem bu elmas ve cevherler, bu sergiler asrımıza verilmiş; bütün asrımızda kazancımızı versek, yine o elmasların birinin fiyatını veremeyeceğiz. Bahar mevsimi geçmeden bütün cevherlerden alalım. O cevherler ise, Risale-i Nur Külliyatıdır.”[322]

            “Benim gibi yaralı kardeşlerime, bütün müslümanlara, bütün kuvvetimle bağırıyorum: “Eyvah! Bu asrımızda, bu yaralar ile nasıl istirahat edebiliriz, yoksa!.. Bu asrın manevî doktoru ve ilâçları ise, Kur’an’dan tereşşuh eden Risale-i Nur ve Mektubat-ün Nur’dur. Onlara sıkı sarılalım.”Âciz Talebeniz Ali Ulvî”[323]

            “Ben de bu okunan Sözler hem tarîkata, hem hakikata pek muvafıktır. Bu zamanın yaralarına bir ilâçtır diyordum. Ve her ne zaman ye’s içerisinde kalsam kardeşimin yanına gelir, işittiğim hakikatleri Risale-i Nur’dan okutur, dinler ve Risale-i Nur’un verdiği feyizle yaralarım tedavi olur, giderdim. Herhangi bir mes’eleden bahsedilse, Risale-i Nur’da en iyisi vardır. Yalnız çok insanlar var ki, Sözler’in kıymetini bilmiyorlar. Ben de; bütün bu söylenen sözlere ilâç, risalelerde vardır diyorum. Olanca kuvvetimle küre-i arza bağırarak derim ki, “Hariçte görülen marazlara ilâç vardır.”[324]

            “Üstadım kendi şahsiyetini merciiyetten azlediyor. Yalnız Risale-i Nur’u merci’ gösteriyor. Hazret-i Mevlâna Hâlid’in şahsiyeti, kutb-ül irşad, merciil-has ve-l âmm olmuştur.”[325]

“Madem Hazret-i Mevlâna Hâlid, milyonlar etba’larının ittifaklarıyla müceddiddir ve baştaki hadîs-i şerifin bir mâsadakıdır. Ve madem tam yüz sene sonra, dört mühim cihet-i tevafukla beraber Risale-i Nur aynı vazifeyi görüyor. Demek nass-ı hadîs ile, Risale-i Nur eczaları tecdid ve takviye-i din vazifesini görüyorlar.”[326]

“Kanaat verir ki -nass-ı hadîs ile- Risale-i Nur tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir.”[327]

            “Benim üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yani kıymet bende yoktur. Belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i maneviye hizmetini görüyorlar.”[328]

“Ehl-i iman -bilhassa şimdiki Risale-i Nur’un zâkir ve muvahhid şakirdleri- öyle bir cadde ve minhaca girmişler ki; o cadde gayet müstakim, gayet nurlu, gayet sevimli. Bütün iki tarafı elmas, inci dükkânı.”[329]

“Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır. Cesedleri müteaddiddir; ruhları müttehid hükmündedir. “[330]     

“Felillahilhamd, kalb ve ruhum Risale-i Nur’un tesiratıyla intibaha gelmişler. Kalbimin intibahını rü’yalarımla anlıyorum.” [331]

Risale-i Nur eczaları, küre-i arzın mevsim-i erbaa kütübhanesinde bir bahardır ve bahar kadar letafetlidir ve canbahştır. “[332]

            “Risale-i Nur’un bütün cüzlerinde öyle bir kuvvet var ki, yalnız birini dinlemeye, okumaya veya yazmaya muvaffak olan kimse, Allah tevfik verirse, imanını kurtaracak hakikatları onda bulur. Çünki her cüz’ün diğerleri ile manen irtibatları vardır. Okuyana ve dinleyenlere sırran diyorlar ki: Bu okuduğun kitabda bizdeki hakikatların da uçları, kokuları, işaretleri var. Dikkat edersen görürsün, çalışırsan anlarsın, cüz’-i ihtiyarını bu emre sevk edersen Allah da muvaffakıyet verir. Bulur ve bilebilirsin.”[333]

            “Biz Risale-i Nur’ları yazmak, okumak ve dinlemek için herkesin ihtiyacı var, onun için ey müslümanlar! Manevî yaralarınıza ilâç ararsanız, Risale-i Nur’da vardır. Yazın, okuyun, imanınız o kadar teâli edecektir. Hiç şübhe etmeyiniz.”[334]

            “Biz bakıyoruz, bu zamanda en büyük ihsan, imanı kurtarmaktır. Ve görüyoruz, imanı hârika bürhanlarla kurtaran -başta- Risale-i Nur’dur. Demek bu zamana nisbeten bir Allah’tan onlara pek büyük bir lutuf ve ihsan vardır. (Ahzâb Sûresi, 33:47.) de odur.”[335]

            İlahî ya Rab! Sen Risale-i Nur’u ve Risale-i Nur Müellifi Üstadımız Said Nursî’yi ve Risale-i Nur talebe ve şakirdlerini ve mensublarını, muhafaza-i hıfzında ve kal’a-i İlahiyen içinde muhafaza ve emîn eyle.. âmîn! Ve hizmet-i Kur’an ve imanda sabit ve daim eyle.. âmîn! Ve bu kudsî hizmetlerinde, muvaffakıyetlerle yardım ve muavenetler ihsan eyle.. âmîn! Ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan-ı Azîmüşşan’ın sırr-ı a’zamına, marifetullah, muhabbetullah ve muhabbet-i Resulullah sırr-ı kudsîsine ve “Hasbünallahü ve ni’melvekil” sırr-ı uzmasına ve rızaullah ve rü’yet-i cemalullah lütf u ihsanına mazhar eyle, Ya Rabb-el Âlemîn!..Fakir, âciz, zayıf, günahkâr talebe ve hizmetkârınız İnebolu’lu Ahmed Nazif Çelebi”[336]

“Zannederim ki, hakaik-i âliye-i imaniyeyi tamamıyla Risale-i Nur ihata etmiş, başka yerlerde aramaya lüzum yok. Yalnız bazan izah ve tafsile muhtaç kalmış. Onun için vazifem bitmiş gibi bana geliyor.”[337]

“Sizin vazifeniz devam ediyor. Ve inşâallah vazifeniz şerh ve izahla ve tekmil ve tahşiye ile ve neşr ve talim ile, belki Yirmibeşinci ve Otuzikinci mektubları te’lif ile ve Dokuzuncu Şua’ın Dokuz Makamını tekmil ile ve Risale-i Nur’u tanzim ve tertib ve tefsir ve tashih ile devam edecek. Risale-i Nur’un samimî, hâlis şakirdlerinin heyet-i mecmuasının kuvvet-i ihlasından ve tesanüdünden süzülen ve tezahür eden bir şahs-ı manevî, bâki ve muktedir bir kuvvet-i zahrdır, bir rehberdir.”[338]

            “Risale-i Nur kendi kendine, hem dâhilde, hem hariçte intişar edip fütuhat yapıyor. En muannid dinsizleri de teslime mecbur ettiğini haberler alıyoruz. “[339]

            “Fışkırdı Risale-i Nur, ufuktan nur-u Risalet”[340]

            “Benden bana ben gitmek için Risale-i Nur diye koştum”[341]

            “Kahreyledi ol zulmeti Risale-i Nur’a akanlar”[342]

            “Kardeşlerim! Çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalahakârane davranınız, enaniyetlerine dokunmayınız, bid’at tarafdarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedilerle uğraşıp onları dinsizlerin tarafına sevketmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir sened olur. İstanbul’da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeğe çalışınız.”[343]

            “Hem müşterileri aramak değil, belki müşteriler hakikî ihtiyacını hissedip ve yarasının tedavisi için Risale-i Nur’u aramasının lüzumu… “[344]

“Nur’un hakikî şakirdlerine Nur kâfidir. Onlar da kanaat etmeli, başka şereflere veya maddî, manevî menfaatlere gözünü dikmesin. Hem münakaşa, münazaa ve mesail-i diniyede damarlara dokunacak tarafgirane mübahase etmemek lâzımdır ki, Nur aleyhinde garazkârlar çıkmasın.”[345]

            “Her bir adam eğer hanesinde dört-beş çoluk çocuğu bulunsa kendi hanesini bir küçük Medrese-i Nuriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok alâkadar komşularından üç-dört zât birleşsin ve bu heyet bulundukları haneyi küçük bir Medrese-i Nuriye ittihaz etsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri olmadığı vakitlerde, beş-on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek veya yazmak cihetiyle bir mikdar meşgul olsalar, hakikî talebe-i ulûmun sevablarına ve şereflerine mazhar oldukları gibi, İhlas Risalesi’nde yazılan beş nevi ibadete de mazhar olurlar. Hakikî ilim talebeleri gibi, onların maişetlerini temin hususundaki âdi muameleleri de bir nevi ibadet hükmüne geçebilir diye kalbe ihtar edildi. Ben de kardeşlerime beyan ediyorum.”[346]

            “Risale-i Nur’da isbat edilmiş ki, insanların ayn-ı zulümleri içinde kader-i İlahî adalet eder.”[347]

            “Şimdi ise Risale-i Nur’a âlem-i İslâm sahib çıktı.”[348]

            “Bu Nur Talebeleri Risale-i Nur’la, hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem bir sed tesis ediyorlar.”[349]

“Risale-i Nur ise, öyle geniş bir mikyas ile intişar ediyor ki, değil yalnız Türkiye’de ve bilâd-ı İslâmiyede, hattâ ecnebilerde de iştiyakla istenilir oluyor.”[350]

            “Risale-i Nur’u okumak, on defa benimle görüşmekten daha kârlıdır. Zâten benimle görüşmek; âhiret, iman, Kur’an hesabınadır. Dünya ile alâkamı kestiğim için, dünya hesabına görüşmek manasızdır. Âhiret, iman, Kur’an için ise; Risale-i Nur daha bana ihtiyaç bırakmamış.”[351]

            “Hem madem Risale-i Nur’un mesleği hıllettir.”[352]

“Evet şarktaki ilim ve irfan faaliyetinin bir semeresi ve netice-i külliyesi olan Risale-i Nur, şark dârülfünununun İslâmiyet noktasında bir proğramı olması hasebiyle İslâmiyet’e, bu millete ve âlem-i İslâm’a hizmete çalışanları şiddetle alâkadar etmektedir. Ve şimdi Amerika’da ve Avrupa’da, Nur Risalelerini istemeleri ve oralarda intişarı, bu müddeamızın fevkalâde ehemmiyetini gösterir.”Mustafa Sungur”[353]

            “Şimalde çıkan dehşetli dinsizlik cereyanının bu vatanı manevî istilâsına karşı, Kur’an’ın hakikatları ve imanın nurlarıyla mukabele etmektir. Çünki o dinsizlik cereyanı manevî tahribat nev’inden olduğundan, karşısında bir manevî mukabele olmalıdır. Hakaik-i Kur’aniyenin lemaatı olan Risale-i Nur manevî tamirci bir atom bombası olarak, bu dalalet cereyanına mukabele edebilir ve etmiştir.”[354]

            “Bin seneden beri İslâmiyet’in kahraman bir ordusu ve bayrakdarı olan Türk milletine âlem-i İslâm’ın adavetini izale etmek, Türkler yine eskisi gibi İslâmiyet’in kahramanıdırlar kanaatını verdirmektir. Bu suretle dörtyüz milyon hakikî kardeşleri bu millete kazandırmakla saadet-i hayatiyesine en ehemmiyetli bir hizmeti îfa eylemektir ki, Risale-i Nur iman hakikatlarını bu vatanda neşrederek bu azîm faideyi fiilen göstermiştir.”[355]

“Risale-i Nur’un gaye ve maksadı tamamen uhrevî ve rıza-yı İlahî dairesinde imana hizmet etmek olduğundan, netice verdiği sair dünyevî iyilikler, dolayısıyla hayat-ı içtimaiyeye ait bir faidesidir.”[356]

Hem benim şahsımın, hem Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsinin sermayesini, kendilerini Risale-i Nur’un hizmetine vakfedenlerin tayinlerine vermek, hususan nafakasını çıkaramıyanlara vermek lâzımdır.”[357]

            “Üstadımız âhir ömründe insanların sohbetinden men’edildiği cihetle anladı ki, bu zamanda şahsiyet cihetiyle insanlara zarar verecek haller var. Risale-i Nur’un mesleğindeki a’zamî ihlas için bu hastalık verilmiş. Çünki bu zamanda, şan şeref perdesi altında riyakârlık yer aldığından a’zamî ihlas ile bütün bütün enaniyeti terk lâzımdır. Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir. Risale-i Nur’daki a’zamî ihlas ile bütün bütün terk-i enaniyet için buna bir manevî sebeb hissediyorum. Kendini Risale-i Nur’a vakfetmiş olan yanımda bulunanlardan nöbetle birer adam kabrimin yakınında olup, bu manayı lüzumsuz ziyarete gelenlere bildirsinler.”Said Nursî”[358]

“Benim kabrimi gayet gizli bir yerde, bir-iki talebemden başka hiç kimse bilmemek lâzım geliyor. Bunu vasiyet ediyorum. Çünki dünyada sohbetten beni men’eden bir hakikat, elbette vefatımdan sonra da o hakikat bu surette beni mecbur ediyor.”[359]

            “Bu dehşetli zamanda, eski zamandaki Firavunların dünyevî şan ü şeref arzusuyla heykeller ve resimler ve mumyalarla nazar-ı beşeri kendilerine çevirmeleri gibi, enaniyet ve benlik verdiği gafletle, heykeller ve resimler ve gazetelerle nazarları, mana-yı harfîden mana-yı ismîyle tamamen kendilerine çevirtmeleri ve uhrevî istikbalden ziyade dünyevî istikbali hayal edinmiş olmaları ile; eski zamandaki lillah için ziyarete mukabil ehl-i dünya kısmen bu hakikate muhalif olarak mevtanın dünyevî şan ü şerefine ziyade ehemmiyet verir, öyle ziyaret ediyorlar. Ben de Risale-i Nur’daki a’zamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum. Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider.”[360]

            “Risale-i Nur’un esas mesleği hakikî ihlas olmak cihetiyle şimdiki tezahür, sohbet etmek, fazla hürmet etmek; bu enaniyet zamanında bir nefisperestlik, riyakârlık, tasannu’ alâmeti olmak cihetiyle ona şiddetle dokunuyor. Çünki der: “Benimle görüşmek isteyen, eğer âhiret için, Risale-i Nur için ise; Risale-i Nur bana kat’iyyen ihtiyaç bırakmamış. Milyonlar nüshası her birisi on Said kadar faide veriyor. Eğer dünya cihetiyle ve dünyaya ait işler için görüşmek ise: O, dünyayı şiddetle terkettiği için, dünyaya dair şeyleri malayani, vakti zayi’ etmek olduğu için cidden sıkılır. Eğer Risale-i Nur’un hizmetine, intişarına ait olsa; bana hizmet eden hakikî fedakâr talebelerim ve manevî evlâdlarım ve kardeşlerim benim bedelime görüşmeleri kâfi, bana hiç ihtiyaç yok. Uzun yerlerden uzak memleketlerden gelenlerle beraber başka kardeşlerimizin de hatırları kırılmasın.”[361]

Evet şiddet-i fakr ve istiğna ile hediye almamakla beraber Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki, yasak olmayan daktilo makinesi ile intişar eden Risale-i Nur’un verdiği sermaye ile şimdi manevî Medreset-üz Zehra’nın dört-beş vilayetinde hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.”[362]

A’zamî ihlası kırmamak için Risale-i Nur has talebelerine, hususan nafakasını tedarik edemeyenleri tam tamına idare edecek derecede Risale-i Nur’un satılan nüshalarının beşten birisi Risale-i Nur’un hakkı olduğu cihetle şimdi elli-altmış talebesine kâfi sermayesi çıkıyor.”[363]

“Hadîs-i Şerifin “Her yüz sene başında dini tecdit edecek bir müceddid gönderiyor” va’d-i İlâhîsine binaen, Hazret-i Mevlânâ Hâlid, ekser ehl-i hakikatça bin ikiyüz senesinin, yâni onikinci asrın müceddididir. Mâdem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüştür, kanaat verir ki, nass-ı Hadîsle Risale-i Nur, tecdid-i din hususunda bir müceddid hükmündedir. Benim Üstadım daima diyor ki: “Ben bir neferim, fakat müşir hizmetini görüyorum. Yâni: Kıymet bende değil, belki Kur’an-ı Hakîm’in feyzinden tereşşuh eden Risale-i Nur eczaları, bir müşiriyet-i mâneviye hizmetini görüyor.” Şamlı Hâfız Tevfik.”[364]

            “ Risale-i Nur şâkirdlerinden Rıza görüyor: Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm, camide Hazret-i Ebu Bekir-is-Sıddîk Radıyallahü Anha emrediyor: “Çık hutbe oku” Ebu Bekir-is-Sıddîk koşarak minberin en yukarı basamağına kadar çıkar, hutbe okur. Hutbe içinde cemaate der ki: “Bu söylediğim hakikatların izahatı “Yirmidokuzuncu Söz” dedir..””[365]

            “Risale-i Nur şâkirdlerinden Nazmidir. Rü’yasında ona diyorlar ki: “Risale-i Nur şâkirdleri îmansız ölmezler, kabre imanla girerler.”[366]

            “Risale-i Nurun bir hâdimi ve bir tek şâkirdi yirmi dört saatte lâakal Risale-i Nur talebelerinin hüsn-ü âkıbetlerine ve saadet-i ebediyeye mazhar olmalarına, yüz def’a Risale-i Nur talebelerine ettiği duaları içinde hiç olmazsa yirmi-otuz def’a selâmet-i îmanlarına ve hususî hüsn-ü âkıbetlerine ve îman ile kabre girmelerine aynı duayı en ziyade kabûle medar olan şerait içinde ediyor.”[367]

            “Bu şehre bir kutub, bir Gavs-ı A’zam gelse, dese: “Seni on günde velâyet derecesine çıkaracağım.” Sen, Risale-i Nur’u bırakıp onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.”[368]

“Lillâhilhamd, bu zamanda Sünnet-i Seniyye dairesinde kemâl-i îmanı kazanan Risale-i Nur şâkirdleri, evliyaların, mürşidlerin nazar-ı dikkatini celbedecek vaziyeti aldığından, her zamanda bulunan hakikî mürşidler, her halde bu zamanda Risalet-ün-Nur şâkirdlerine müşteri olurlar. Birisini elde etseler, yirmi mürid kadar kıymet verirler. Hem zevkli ve cazibedar velâyet tereşşuhatı karşısında Risalet-ün-Nurun hizmetindeki meşakkat, mücahede, külfet bulunduğundan, Feyziye hitaben beyan edilen bu hakikat kaleme alındı.”[369]

            “Evet, Risale-i Nur, Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfanından kurtulmasına sebeptir. Çünki zaaf-ı îmandan gelen tuğyan ekserî musibet-i âmmeyi celbettiği gibi, îmanı fevkalâde kuvvetlendiren Risalet-ün-Nur, o musibet-i âmmeyi dairesinin haricine bırakmağa rahmet-i İlâhiyye tarafından vesile oldu. Bu ehl-i îman, bu Anadolu halkı, Risalet-ün-Nura girmeseler de, ilişmesinler. Eğer ilişseler, yakında bekliyen yangınlar, tûfanlar, tâunların istilâsına uğrayacaklarını düşünsünler, akıllarını başlarına alsınlar. Mâdem biz onların dünyalarına karışmıyoruz, onlar da bizim bu derece âhiretimize karışmaları onlara felâket getirmek ihtimali kavîdir.”[370]

            “O divanlar derler ki: “Veli ol, gör, makamata çık, bak; nurları, feyzleri al.” Risale-i Nur ise der:”Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanını kurtar.”[371]

“Bu asırda Risalet-ün-Nurun hakikî şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsi hakaik-ı îmaniye muhafazasında tecdid vazifesini yaptırmıştır.”[372]

            “Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsi “ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlaka ile Hicazda bulunan kutb-u a’zamın tasarrufundan hariç olduğu ve onun hükmü altına girmeğe mecbur değil. Her zamanda bulunan iki “İmam” gibi, onu yâni kutb-u a’zamı tanımağa mecbur olmuyor. Ben eskide Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsini o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı A’zamda “kutbiyet” ve “gavsiyet”le beraber “ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhir zamandaki şâkirdlerinin bağlandığı Risalet-ün-Nur o ferdiyet makamının mazharıdır. Gizlenmeğe lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i Mükerreme’de dahi farz-ı muhal olarak Risale-in-Nur aleyhinde bir îtiraz kutb-u a’zamdan dahi gelse, Risale-in-Nur şâkirdleri sarsılmayıp o mübarek kutb-u a’zamın itirazını iltifat ve selâm suretinde telâkki edip teveccühünü de kazanmak için medar-ı îtiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı îzah ile ellerini öpmektir.”[373]

            “Ne vakit bir araya gelsek, Sözler’den birisini açıp okuruz, tatlı tatlı istifade edip Üstadımızla görüşürüz. Hem Risale-i Nur’un en bariz hâsiyeti usandırmamaktır. Yüz def’a okunsa, yüz birincide yine zevk ile okunabilir.”[374]

            “Risale-i Nur, dostlara tiryak olduğu gibi, düşmanlara da sâıka oluyor.”[375]      

Huzur bulur bu gün seninle âlem

Ey bu asırda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur.

Sürur bulur bugün seninle âdem

Ey bir rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!

Bu hasta gönüller çoktan perişan,

Varsa sende eğer Lokman’dan nişan,

Bir şifa sun, gel ey mahbub-u zîşan

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!

Gelmez mi sonu bu uzun hecenin,

Geçmez mi gamı bu yaslı gecenin,

Zâri arttı, sabrı bitti nicenin

Ey cilve-i rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!

Fahr-i âlem arşdan bu yere indi,

Şâh-ı velâyet gelip düldüle bindi,

Zülfikara bugün artık “Nur” dendi

Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risalet-ün-Nur!”[376]

            “Risale-i Nur, şimdiye kadar hiç bir ilim adamının tam bir vuzuhla isbat edemediği en muğlak mes’eleleri gayet basit bir şekilde, en âmi avam tabakasından tut, tâ en âlî havas tabakasına kadar herkesin isti’dadı nisbetinde anlıyabileceği bir tarzda, şüphesiz ikna edici ve yakinî bir şekilde îzah ve isbat etmesidir. Bu hususiyet hemen hemen hiç bir ilim adamının eserinde yoktur.”[377]

            “En meşhur İslâm feylesoflarından İbn-i Sîna, Fârâbî, İbn-i Rüşd bu mesleklerde bütün mevcudatı delil olarak gösterdikleri halde; Risale-i Nur, o hakikatları aynen bir zerre veya bir çekirdek lisaniyle isbat ediyor. Eğer Risale-i Nurun ilmî kudretini şimdi onlara göstermek mümkin olsaydı, onlar hemen diz çöküp Risale-i Nurdan ders alacaklardı.”[378]

            “Risale-i Nur; insanın senelerce uğraşarak elde edemeyeceği bilgileri, komprime hulâsalar nev’inden kısa bir zamanda te’min etmesidir.”

            “Risale-i Nur; ilmin esas gayesi olan rıza-yı İlâhîyi tahsile sebep olması ve dünya menfaatine ilmi hiçbir cihetle âlet etmeyerek tam mânasiyle insaniyete hizmet gibi en ulvî vazifeyi temsil etmesidir.”

            “Risale-i Nur; kuvvetli ve kudsî ve îmanî bir tefekkür semeresi olup bütün mevcudatın lisan-ı hal ve kal suretinde tercümanlığını yapar. Aynı zamanda îman hakikatlarını ilmelyakîn ve aynelyakîn ve hakkalyakîn derecelerinde inkişaf ettirir.

            “Risale-i Nur; bütün ilimleri câmi’ oluşudur. Âdetâ ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan en derin vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır. Misâl olarak birkaçını zikrederek, hey’et-i mecmuası hakkında bir fikir edinmek isteyenlere Risale-i Nur bahrine müracaat etmesini tavsiye ederiz.”[379]

Olmasaydın ey Risale-i Nur bize sen armağan;

Câh-ı mâsiva, nefs-i tâğutla bel’ederdi bizi heman.

Dalâletten geçemez, küfür benliğinde kalırdık üryan,

Hamden Lillâh katremizi bahr-i envârına düşürdün.Hâk-i der-i Âl-i Abâ.”[380]

Risale-i Nur, nurdan bir ibrişimdir ki; kâinat ve kâinattaki mevcudatın tesbihatları onda dizilmiştir. Risale-in-Nur, âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-i Kur’aniye’dir ki; onun tel ve lâmbaları ve âyine ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârâne ve i’cazdârâne bast edilmiştir ki, yarın her ilim ve fen adamları ve her meşrep ve meslek sahipleri, ilim ve iktidarları miktarınca âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhâniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir. Zîra Risale-in-Nur, menşur-u Kur’andır. Risale-in-Nur, mü’minlere hedâyâ-yı hidâyet, vesile-i saadet, mazhar-ı şefaat ve feyyaz-ı Rahmandır. Risale-in-Nur, kâinata nevbaharın feyzini veren bir âb-ı hayat ve ayn-ı rahmet ve mahz-ı hakikat ve bir gülzar-ı gülistandır. Risale-in-Nur; lûtf-i Yezdan, kemal-i îman, işârât-ı Kur’an ve bereket-i ihsandır. Risale-i Nur; kâfire hüsran, münkire tokat, dalâlete düşmandır. Risale-i Nur; bir kenz-i mahfî, bir sandukça-i cevahir ve menba’-i envardır. Risale-in-Nur, hakikat-ı Kur’an ve mi’rac-ı îmandır. Risale-in-Nur; sertâc-ı evliya, sultan-ül-eser ve zübdet-ül-meânî ve atâyâ-yı İlâhî ve hedâyâ-yı Sübhânîdir. Risale-i Nur, bir bahr-i hakaik ve bir sırr-ı dekaik ve kenz-ül-maârif ve bahr-ül-mekârimdir. Risale-i Nur hastalara şifahâne-i hikmet ve mâ-i zemzem, sağlara maişet-i hakikat ve rîh-i reyhan ve misk-i anberdir. Risale-i Nur, mev’id-i Ahmedî (A.S.M.) ve müeyyed-i Haydarî (R.A.) ve teâvün-ü Gavsî (K.S.) ve tavsiye-i Gazâlî (K.S.) ve ihbar-ı Fârûkîdir ( K.S.).”[381]

            “Risale-i Nur eczaları, bir sema-i mâneviyenin güneşleri ve ayları ve yıldızlarıdır. Nasılki zâhiren perde-i esbab olan güneşten, kamerden ve kevâkibten bütün kâinat tenevvür ve tezeyyün ve bütün eşya neşv-ü nemâ ve hayat buluyor. İşte Risale-i Nur dahi bu asırda bütün âlem-i beşeriyete hayat-ı câvidân ve âdeme kâmil-i insan ve kulûbe neş’e-i îman ve ukule yakîn-i itmi’nan ve efkâra inkişaf ve nüfusa teslim-i rıza ve can şuâlarını Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyandan alıp saçmaktadır.”[382]

            İsm-i a’zamın hakkına ve Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyanın hürmetine ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın şerefine bu mecmuayı bastıran Risale-i Nur talebelerini Cennet-ül-Firdevsde saadet-i ebediyeye mazhar eyle.. âmin. Ve hizmet-i îmaniye ve Kur’aniyede daima muvaffak eyle.. âmin. Ve defter-i hasenatlarına Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’nin herbir harfine mukabil bin hasene yazdır.. âmin. Ve nurların neşrinde sebat ve devam ve ihlâs ihsân eyle.. âmin.

Yâ Erhamerrâhimîn! Umum Risale-i Nur şâkirdlerini iki cihanda mes’ud eyle.. âmin. İnsî ve cinnî şeytanların şerlerinden muhafaza eyle.. âmin. Ve bu âciz ve bîçâre Said’in kusuratını afveyle.. âmin.”Umum Nur Şâkirdleri Nâmına Said Nursî “[383]

“Risale-i Nur Külliyatının mazhar olduğu İlâhî fütuhat, hep bu Enbiya mesleğinde sebat kahramanlığının şaheser misali ve harikulâde neticesidir. Ve bu sayede Üstad, izzet-i ilmiyesini, cihan – kıymet bir elmas gibi muhafaza eylemiştir.”[384]

            “Üstad; Risale-i Nur Külliyatı’nda; dinî, içtimaî, ahlâkî, edebî, hukukî, felsefî ve tasavvufî en mühim mevzulara temas etmiş ve hepsinde de hârikulâde bir surette muvaffak olmuştur.”[385]

            “Risale-i Nur Külliyatını aziz milletimizin her tabakasına kemal-i emniyet ve samimiyetle takdim etmekle şeref duyuyoruz. Nur Risaleleri, Kur’an-ı Kerimin nur deryasından alınan berrak katreler ve hidayet güneşinden süzülen billûr huzmelerdir.”[386]

            “Bu asîl gayeyi istihdaf eden herhangi mutasavvıf bir kardeşimizin, Risale-i Nur Külliyatını seve seve okumasına hiçbir mani kalmadığı gibi, bilâkis, Risale-i Nur; tasavvuftaki “Murakabe” dairesini, Kur’an-ı Kerim yolu ile genişleterek, ona bir de tefekkür vazifesini en mühim bir vird olarak ilâve etmiştir.”[387]

            “Risale-i Nurun açtığı iman ve irfan ve Kur’an yolunu takib eden, işte böyle muazzam ve muhteşem bir mabede girer. Ve herkes de iman ve irfanı, feyiz ve ihlâsı nisbetinde feyizyâb olur.”[388]

            “Bir Nur Talebesi “Risale-i Nur Külliyatı” nı mütalâası ile – üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa – hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.”[389]

“Said Nursî, hadsiz muarızlara, çok kuvvetli ve kesretli düşmanlara karşı; az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine, kuvve-i mâneviyye, gaybî imdat, teşci, sebat ve metanet vermek için Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlâhî ve hizmetin makbuliyetine ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.”[390]

“Risale-i Nur hizmetinin umumiyet kesbedip, Türk Milletinin yine İslâmiyetin kahraman bir ordusu ve fedakârı olacağını; Risale-i Nurun neşri ve ileride resmen intişarı, milletçe benimsenmesi ve maarif dairesinin hakikat-ı Kur’aniyeye yapışması neticesi: Maddeten ve manen milletin terakki edeceğini, İslâmiyetin büyük kuvvet bulacağını zikretmiştir.”[391]

            “Risale-i Nur; bir alemdir, ünvandır. Bu zamanda zuhur eden Kur’anî hakikatler manzumesidir.”[392]

            “Bediüzzaman, Risale-i Nuru, hiçbir makam ve meşrebin te’siri altında kalmadan, maddî – manevî hiç bir menfaat ve hissiyat karışmadan, doğrudan doğruya Kur’an-ı Hakîmin umumun istifade edebileceği ve umuma hitab eden hakikatlarını tefsir etmiş, bu hakikatların tercümanlığını yapmıştır. Te’lif ettiği âsârından herkes istifade edebilmektedir. Bir taifeye bir sınıf halka mahsus değildir.”[393]

            “Risale-i Nurun yolu, mesleği; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahval-i ruhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur’andır. Serapa ilim ve tefekkür üzerine gitmektedir. İçtimaî hayatta çeşitli hizmetler gören ferdlerin istifadesi büyüktür.”[394]

            “Risale-i Nuru okuyan ve ondan ders alarak tefekkür-ü imaniyyeyi kazananlar, dünyevî vazife ve mesleklerini, Âhiret hayatına ve ebedî saadete vesîle yaparak büyük bahtiyarlığa erişecektir.”[395]

            “İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakikî saadet, ancak Kur’anın gösterdiği yolda ve Rıza-yı İlâhînin parıldadığı ufuktadır. Bediüzzaman, Risale-i Nurla insanlığa bu yolu ve bu ufku göstermekte, sırat-ı müstakim ashabının nurlu kafilesine iltihak etmenin insan için elzem olduğunu duyurmakta ve isbat etmektedir.”[396]

            “Evet; Bediüzzamana yapılan o tarihî zulüm ve işkence ve ihanetler altında feveran edip parlayan Risale-i Nur, bu zamanda ve istikbalde bir seyf-ül-İslâmdır. Risale-i Nur; ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların mâşuku, canların cânânı olmuş icabında bu cânan için canlar feda edilmiştir. Risale-i Nur; beşerin sertacı ve halaskârı mevki-i muallâsında hizmet yapmış ve yapmaktadır. Risale-i Nur, Kur’anın son asırlarda beklenen bir mu’cize-i mânevîsi olarak tulû etmiş…”[397]

            “Evet; Risale-i Nur, iman-ı tahkikîyi bu vatanda neşretmekle imanı kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve imansızlık, dalâlet ve sefahete karşı mukabele ve müsbet bir tarzda mücadele ederek bunları mağlûb etmiştir.”[398]

            “İşte; Risale-i Nur, Asr-ı Saadette, İslâmın cihanı fetih anahtarları hükmünde olan Bedir, Uhud muharebelerinin ehemmiyeti nev’inden bir kıymeti ihtiva eden bir zamanın mahsulüdür ki; vesile olduğu hizmet-i imaniye ve ifasında bulunduğu manevî cihad-ı diniye, tarihde Asr-ı Saadetten maada hiçbir zamanda görülmemiş bir azamettedir.” [399]

            “Kur’an hattını muhafaza etmek hizmetiyle de muvazzaf olan Risale-i Nurun, muhakkak Kur’an yazısıyle neşredilmesi lâzımdı. Eski yazı yasak edilmiş ve matbaaları kaldırılmıştı. Bediüzzamanın parası, serveti yokdu; fakirdi, dünya metaiyle alâkası yokdu. Risaleleri el ile yazarak çoğaltanlar da, ancak zarurî ihtiyaçlarını temin ediyorlardı. Risale-i Nuru yazanlar, karakollara götürülüyor.. işkence ve eziyetler yapılıyor, hapislere atılıyordu.”[400]

            “Nur Talebeleri, tek bir şeyi gaye edinmiştir: “İmanlarını kurtarmak niyetiyle Risale-i Nuru okumak ve Rızâ-yı İlâhî için iman ve İslâmiyete Risale-i Nurla hizmet etmek.” Bu gayelerinde muvaffak olmak için, her şeylerini bu hizmete hizmetkâr yapmışlardır.”[401]  

“Risale-i Nurdaki cerhedilmez yüksek hakikatlar, iman hizmetinin yalnız ve yalnız Rızâ-yı İlâhî için yapılması ve Bediüzzaman Hazretlerinin azamî ihlâsıdır.”[402]

            “Üstadım; Kur’ân hakkında bir kamer hükmünde olup, semâ-i risâletin şemsi olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan nûru istifade edip “Risale-i Nur” şeklinde tezâhür etmiş.”[403]

            “ Harb-i Umumî hâdisat ve netâicleri mâni olmasa idi, İşârâtü’l-İ’câz’ı, Allah’ın izniyle altmış cilt yazacaktım. İnşâallah Risale-i Nur, âhiren, o mutasavver hârika tefsirin yerini tutacak.”[404]

            “Risale-i Nur, nurdur. Nurdan zarar gelmez.”[405]

            “Risale-i Nur, hayat-ı içtimaiyenin kanunlarını da ihata eden dinin geniş dairesinden bahsetmez. Belki asıl mevzuu ve hedefi; dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden bahseder. Hem ekseriyetle muhatabım, evvel kendi nefsim, sonra Avrupa feylesoflarıdır.”[406]

            “Ehl-i îmanın me’yusiyetine karşı, istikbâlde bir Nur var diye müjde verdiğidir. Bir hiss-i kablelvuku’ ile Risale-i Nur’un istikbâlde, dehşetli bir zamanda, çok ehl-i îmanın îmanlarını takviye edip kurtarmasını hissedip, o adese ile hürriyet inkılâbındaki siyaset dairelerine bakmış ; tâbirsiz, te’vilsiz tatbika çalışmış, siyaset ve kuvvet ve kemmiyet noktasında zannetmiş; doğru hissetmiş, fakat tam doğru diyememiş.”[407]

            “Medresetüzzehra’nın hakikatı ise, istikbâlde çıkacak olan Risale-i Nur Medresesine bir zemin ihzar etmek idi ki, bilmediği halde ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu. Bir hiss-i kablelvuku’ ile o nuranî hakikatı maddî suretinde arıyordu. Sonra o hakikatın maddî ciheti dahi vücuda gelmeye başladı. Sultan Reşad (Merhum), ondokuzbin altun lirayı, Van’da temeli atılan o Medresetüzzehra’ya verdi, temel atıldı, fakat sâbık Harb-i Umumî çıktı, geri kaldı. Beş altı sene sonra Ankara’ya gittim, yine o hakikata çalıştım. İkiyüz meb’usdan yüzaltmışüç meb’usun imzalariyle, o medresemize yüzellibin banknota iblâğ ederek, o tahsisat kabul edildi. Fakat, binler teessüf, medreseler kapandı, o hakikat geri kaldı. Fakat Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki, o medresenin mânevî hüviyeti Isparta vilâyetinde te’sis edildi, Risale-i Nur’u tecessüm ettirdi.”

            İnşâallah istikbâlde, Risale-i Nur şâkirdleri, o âlî hakikatın maddî suretini de te’sis etmeye muvaffak olacaklar…”[408]         

“Malûmdur ki bir adamın bir günde harab ettiği bir sarayı, yirmi adam yirmi günde yapamaz. Ve bir adamın tahribatına karşı yirmi adam çalışmak lâzım gelirken, şimdi binler tahribatçıya mukabil, Risale-i Nur gibi bir tamircinin bu derece mukavemeti ve te’siratı pek hârikadır. Eğer bu iki mütekabil kuvvetler bir seviyede olsaydı, onun tamirinde mu’cizevâri muvaffakiyet ve fütuhat görülecekti.”[409]

            “Risale-i Nur Şâkirdlerinin böyle bir hâdisede mânevî mücahedeleri, İnşâallah zaman-ı Sahâbedeki gibi, az amelle pek büyük sevab ve a’mâl-i sâlihaya medar olur.”[410]

            “Risale-i Nur dünya işlerine âlet olamaz. Dünya işlerinde siper edilmez. Çünki, ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî maksadlar kasden ondan istenilmez. İstenilse, ihlâs kırılır. O ehemmiyetli ibadet şekli değişir. Bazı çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’an’ı siper eder. Başına gelen darbe, Kur’an’a geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle muannid hasımlara karşı siper isti’mâl edilmemeli.”[411]

“Risale-i Nur dairesinde, ihtiyarımız olmadan takarrur ve tahakkuk eden şirket-i mâneviye-i uhreviye cihetiyle, herbir hakikî sâdık şâkirdi; binler dillerle, kalblerle dua etmek, istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisan ile tesbih etmektir.”[412]

            “Risale-i Nur, kendi sâdık ve sebatkâr şâkirdlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymetdar neticeye mukabil; fiat olarak, o şâkirdlerden tam ve hâlis bir sadakat ve dâimî sarsılmaz bir sebat ister.”[413]

“Üstadımızla dağa gittiğimiz zaman, daha şehre dönme zamanı gelmeden, birden Üstadımız kalkarlar, bize de emrederlerdi. Hikmetini sormak istediğimizde: “Acele gidelim, Risale-i Nur hizmeti için bizi bekliyorlar.” Hakikaten, şehre avdetimizde, mutlaka mühim bir Risale-i Nur şâkirdi bizi bekliyor bulur veya bir kaç defa gelip gittiğini komşular haber verirlerdi.”[414]

            “Risale-i Nurun neşriyat ve fütuhat dairesi gittikçe genişliyor… İştiyakla Nurları okuyanlar, günden güne ziyadeleşiyor. Risale-i Nurdaki hârika kuvvet ve te’siratın neticesini müşahede eden gizli İslâmiyet düşmanları, yine bir entrika çevirip Risale-i Nura ve müellifi Bediüzzamana sûikasdla: “Bediüzzaman gizli cemiyet kuruyor, halkı hükûmet aleyhine çeviriyor, inkılâbları kökünden yıkıyor, Mustafa Kemale deccal, süfyan, din yıkıcısı diyor, bunu Hadîslerle isbat ediyor.” gibi bir sürü bahaneler ve plânlarla ittiham edilerek Kastamonu’dan Denizli Ağır Ceza mahkemesine, yüz yirmi altı talebesiyle beraber 1943 senesinde sevkediliyor.”[415]

“Elhamdülillah, şimdi radyomuzda Kur’ân okunuyor. İnşâallah öyle bir zaman gelecektir ki, Kur’ân hakikatları olan Risale-i Nur, radyolarla ders verilecek, beşeriyet büyük istifadelere nail olacaktır.”[416]

            “Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor. Evet kardeşlerim, saklamağa lüzum yok; o zındıklar, Risale-i Nur’u ve Şâkirdlerini, tarikata ve bilhassa Nakşî Tarikatına kıyas edip, o ehl-i tarikatı mağlûp ettikleri plânlar ile bizleri çürütmek ve dağıtmak fikriyle bu hücumu yaptılar.”[417]

            “Meslek-i Risale-i Nur ise, tarikatlara kıyas edilmez!”[418]

            “Mâdem âhiret için, hayır için, ibadet ve sevab için, îmân ve âhiret için Risale-i Nur ile bağlanmışsınız. Elbette bu ağır şerait altında, herbir saati yirmi saat ibadet hükmünde ve o yirmi saat ise, Kur’ân ve îmân hizmetindeki mücahede-i mâneviye haysiyetiyle yüz saat kadar kıymetdar ve yüz saat ise, böyle herbiri yüz adam kadar ehemmiyetli olan hakikî mücahid kardeşler ile görüşmek ve akd-i uhuvvet etmek, kuvvet vermek ve almak ve teselli etmek ve müteselli olmak ve hakikî bir tesanüdle kudsî hizmete sebatkârane devam etmek ve güzel seciyelerinden istifade etmek ve Medresetüz-Zehranın şakirdliğine liyâkat kazanmak için açılan bu imtihan meclisi olan şu Medrese-i Yusufiyede tâyinini ve kaderce takdir edilen kısmetini almak ve mukadder rızkını yemek ve o yemekten sevab kazanmak için buraya gelmenize şükretmek lâzımdır. Bütün sıkıntılara karşı mezkûr faideleri düşünüp sabır ve tahammülle mukabele etmek gerektir.”[419]

            “Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf âhirete bakar; gayesi Rıza-yı İlâhî ve îmanı kurtarmak ve şâkirdlerinin ise, kendilerini ve vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferidden kurtarmaya çalışmaktır, fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir; ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler kısmını dalâlet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünki, bir Müslüman başkasına benzemez. Dîni terkedip İslâmiyet seciyesinden çıkan bir Müslim; dalâlet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha idare edilmez.”[420]

            “Risale-i Nur’da daima dâva edip demişim: “Zaman tarikat zamanı değil, belki îmanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsız cennete gidenler çoktur, îmansız cennete giden yoktur” diye bütün kuvvetimizle îmana çalışmışız. Ben hocayım, şeyh değilim. Dünyada bir hanem yok ki… Nerede tekkem olacak?… Bu yirmi sene zarfında, bir tek adam yok ki; çıksın desin: “Bana tarikat dersi vermiş” Ve mahkemeler ve zâbıtalar bulmamışlar.”[421]

            “Bu yaz mevsimi, gaflet zamanı ve derd-i maişet meşgalesi hengâmı ve Şuhur-u Selâsenin çok sevaplı ibadet vakti ve zemin yüzündeki fırtınaların silâhla değil, diplomatlıkla çarpışmaları zamanı olduğu cihetle; gayet kuvvetli bir metanet ve vazife-i nuriye-i kudsiyede bir sebat olmazsa, Risale-i Nur’un hizmeti zararına bir atâlet, bir fütûr ve tevakkuf başlar.”[422]

            “Aziz kardeşlerim, siz kat’î biliniz ki: Risale-i Nur ve şâkirdlerinin meşgul oldukları vazîfe, rûy-i zemindeki bütün muazzam mesailden daha büyüktür. Onun için; dünyevî merak-âver mes’elelere bakıp, vazife-i bâkıyenizde fütur getirmeyiniz. Meyvenin Dördüncü Mes’elesini çok def’a okuyunuz, kuvve-i mâneviyeniz kırılmasın.”[423]

            “Evet, ehl-i dünyanın bütün muazzam mes’eleleri; fâni hayatta zâlimane olan düstur-u cidal dairesinde; gaddarane, merhametsiz ve mukaddesat-ı dîniyeyi dünyaya feda etmek cihetiyle, kader-i İlâhî, onların o cinayetleri içinde, onlara bir mânevî cehennem veriyor. Risale-i Nur ve şâkirdlerinin çalıştıkları ve vazifedar oldukları; fâni hayata bedel, bâki hayata perde olan ölümü ve hayat-ı dünyeviyenin perestişkârlarına gayet dehşetli ecel cellâdının, hayat-ı ebediyeye birer perde ve ehl-i îmanın saadet-i ebediyelerine birer vesile olduğunu, iki kere iki dört eder derecesinde kat’î isbat etmektedir. Şimdiye kadar o hakikatı göstermişiz.”[424]

            “Risale-i Nur’un bir talebesini tecrübe ettim. Acaba bu heyecan, şimdiki siyasete karşı ne fikirdedir diye, Boğazlar hakkında boşboğazlığı münasebetiyle bir iki şey sordum. Baktım, alâkadarâne ve bilerek cevap verdi. Kalben, yazık dedim. Bu vazife-i nuriyede zararı olacak. Sonra şiddetle ikaz ettim. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” bir düsturumuz vardır. Eğer insanlara acıyorsan, geçmiş düstur onlara merhamete liyakatini selbediyor. Cennet adamlar istediği gibi, Cehennem de adam ister.”[425]

            “Risale-i Nur’un tezâhürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı mânevî lisaniyle Kur’andan gelmiş yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sâdık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri, ve kabûl ve tasdik ve tatbik etmeleri gibi çok cihetlerle o tercümanın istidadından çok ziyade o Nur’ların zuhuruna medar oldukları gibi, Risale-i Nur’un ve şâkirdlerinin şahs-ı mânevîsinin hakikatını onlar teşkil ediyorlar. Tercümanının da içinde bir hissesi var. Eğer ihlâssızlıkla bozmazsa, bir tekaddüm şerefi bulunabilir.”[426]

            “Eski zamandanberi çok zâtlar, üstadını veya mürşidini veya muallimini veya reisini kıymet-i şahsiyelerinden çok ziyade hüsn-ü zan etmeleri, dersinden ve irşadından istifadeye vesile olması noktasında o pek fazla hüsn-ü zanlar bir derece kabul edilmiş. Hilâf-ı vâkıadır diye tenkid edilmezdi. Fakat şimdi, Risale-i Nur şâkirdlerine lâyık bir üstada muvâfık ulvî mertebe ve fazileti, bîçâre, kusurlu bu şahsımda kabûl ettikleri sebebiyle gayret ve şevkleriyle çalışmaları, bu noktada haddimden ziyade hüsn-ü zanları kabûl edebilir. Fakat, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsinin malı olarak elimde bulunuyor diye bilmek gerektir.”[427]

            Ey bu asırda rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey cilve-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey bu zamanda rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey misâl-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

Ey şule-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey ziyâ-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey bir hakikat-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey dertlilere rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey muhtaçlara rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey nümune-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey bîçârelere rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey ehl-i Kur’ana rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey seyf-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey zülfikar-ı rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey hüccet-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey şimdi bir rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey bir eczahane-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey âyine-i rahmet-i âlem Risale-i Nur!

            Ey bizlere rahmet-i âlem Risale-i Nur!”[428]

            Eller açıp yürü bugün kana kana Risale-i Nurdan ışık al!”[429]

            “Hem, kim hakikat peşinde koşuyorsa, Risale-i Nur’dan ders alması lâzımdır. Ve Nur yolunda giden her münevver, hakikî saadete kavuşacak ve yeryüzünün mahiyetini derkedecektir.”[430]

            “Madem İslâm âlimleri -Hadîs-i Şerife göre- dünya ikbal ve heveslerinin peşinde koşmadıkça, peygamberlerin en emin vârisleridirler. Biz de Risale-i Nur’u, onun tam vârisi biliyoruz..”[431]

İslâmın gayet-ül-gayesi olan “Tevhid” ve “Allaha İman” esası, onun ve Risale-i Nur’un en büyük umdesidir. Devr-i Saadette, Müslümanlığın ilk kuruluş zamanlarında olsaydı, Hazreti Peygamber, Kâbe’deki putların parçalanması vazifesini ona verirdi. Şirk’e ve putperestliğe o derece düşmandır.”[432]

            “Risale-i Nur’u anlamıyorlar. Yahut anlamak istemiyorlar. Beni, skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta da bazı eserler te’lif eyledim. Fakat ben, öyle mantık oyunları bilmiyorum. Felsefe düzenbazlıklarına da kulak vermem. Ben, cemiyetin iç hayatını, mânevî varlığını, vicdan ve îmanını terennüm ediyorum. Yalnız Kur’ânın tesis ettiği tevhid ve îman esası üzerinde işliyorum.. ki İslâm cemiyetinin ana direği budur. Bu sarsıldığı gün, cemiyet yoktur.”[433]

            “İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin îmanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüzbin, yahut birkaç milyon kişinin -adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beşyüz bin demişti. Belki daha ziyade- îmanını kurtarmağa vesile oldu. Ölmekle, yalnız kendimi kurtaracaktım, fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar îmanın kurtulmasına hizmet ettim. Allaha bin kere hamdolsun.”[434]

            “Risale-i Nuru, himmet ve dualarınızla, dikkat ve tefekkürle okudukça, bu muazzam eser külliyatının tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaf olduğunu, hâl ve istikbalin bir mürşid-i ekberi ve bir rehber-i a’zamı olduğunu, yine dua ve himmetinizle idrak ediyoruz. Evet Üstadımız Hazretleri! Risale-i Nuru okuyan her idrak sahibi anlıyor ki; Risale-i Nur, gerek bu asrın, gerekse önümüzdeki asrın beşeriyetini fikir karanlıklarından kurtarıp, tenvir ve irşad edecektir.”[435]

            “Risale-i Nur, yalnız bu vatan ve millet için değil, Âlem-i İslâm ve bütün beşeriyetin ihtiyacına cevap verecek bir külliyat olarak te’lif edilmiştir. Bugün, tarihte hiç görülmemiş bir fecaat ve felâket içerisinde çırpınan beşeriyet için, halâskâr olarak Risale-i Nura sarılmaktan ve ne bahasına olursa olsun, Risale-i Nurun nurani ve parlak eczalarını elde edip dikkat ve tefekkürle okumaktan başka bir kurtuluş çaresi yoktur. Risale-i Nuru okuyan herkes, bu hakikatı idrak etmiş ve etmektedir. Eğer biz muktedir olsak; bu hakikatı, kâinata nazır bir mahalle çıkıp, bütün kâinata ilân edeceğiz. Fakat mademki buna muvaffak olamıyoruz, ve mademki Risale-i Nurun cihanşümul kıymetini bu derece Üstadımızın himmetiyle idrak etmişiz; şu halde o nur ve feyiz hazinesi, irfan ve kemalât menbaı olan Risale-i Nuru, bir dakikamızı bile boş geçirmeden, mütemadi ve devamlı bir şekilde her gün ve her saat okuyacağız, ve bu uğurda geceli gündüzlü çalışacağız inşâallah.”[436]

            “Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nurun ve müellifinin talebesidir. Risale-i Nuru okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse, kendisini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur külliyatını okumazsa, büyük bir mahrumiyete dûçar olur.”[437]

            “Yâ Rab! Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp bâki ve sermedi bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaik hazinesinin anahtarını Risale-i Nur gibi nazirsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstadımızı, zâlimlerin ve düşmanların su-i kasıdlarından muhafaza eyle, Kur’an ve îman hizmetinde daima muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle!” diye dua ediyoruz.”[438]

Bu acîb madde ve dinsizlik asrında, nazarlar kısalmış; kalbler, fenalıklar ve kötülüklerle dolmuş; yalnız ve yalnız, Kur’ân-ı Hakîmin bu zamandaki en hakikî ve kat’î tereşşuhatı olan Risale-i Nur; o kısalmış nazarları, âdeta maddenin ruhuna nüfuz ettiriyor; o kötü kalblerin zindan gibi karanlık olan içini, nurla dolduruyor. Bunun için, bu asra “Nur asrı” denmesi münasiptir.”[439]

“Risale-i Nur, beşeriyetin bu tamiri imkân olmayan yarasını uhrevî ilâçlarla tedavi ediyor.”[440]

            “Siz, Risale-i Nur’un tercümanı haysiyetiyle ve bu iman hizmetinizin İslâm ufuklarında parlaması cihetiyle, bu asrın bir hidayet serdarısınız.”[441]

            “Kur’ânın hakikatlarını müsbet ilim anlayışına uygun bir tarzda izah ve isbat eden Risale-i Nur Külliyatı, her insan için en mühim mesele olan “Ben neyim? Nereden geliyorum? Nereye gideceğim? Vazifem nedir? Bu mevcudat nereden gelip nereye gidiyorlar? Mahiyet ve hakikatları nedir?” gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’i bir şekilde, çekici bir üslûp ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor.”[442]

            “Risale-i Nur sübjektif nazariye ve mütâlâalardan uzak bir şekilde, her asırda milyonlarca insana rehberlik yapan mukaddes kitabımız olan Kur’ânın hakikatlarını rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arzedilen bir külliyattır.”[443]

            “Risale-i Nur!.. Kur’an Âyetlerinin nurlu bir tefsiri.. Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhen.. Her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış… Müsbet ilimlerle mücehhez.. Vesveseli şüphecileri ikna ediyor… En avamdan en havassa kadar herkese hitap edip, en muannid feylesofları dahi teslime mecbur ediyor…”[444]

            “Risale-i Nur!.. Nurlu bir külliyat… Yüzotuz eser… Büyüklü küçüklü risaleler halinde… Asrın ihtiyaçlarına tam cevap verir… Aklı ve kalbi tatmin eder… Kur’an-ı Kerim’in yirminci asırdaki -lâfzî değil- manevî tefsiri…”[445]

            “Risale-i Nur’un lâyık ellere geçmesi ve onun hakiki fiatı olarak en az yirmibeş kişinin istifade etmesinin temin edilmesidir.”[446]

            “Risale-i Nur, nuru yerleştirerek zulmeti izale ediyor; yok ediyor. İyiyi öğreterek, fenayı fark ve tefrik ettiriyor ve vaz geçiriyor. Hakikatı ders vermekle, bâtıldan kurtarıyor ve bâtıldan mahfuz kılıyor.”[447]

            “Hülâsa-i kelâm: Biz, ancak nurlarla meşgulüz.. biz mücevherat-ı Kur’aniye ile iştigal ediyoruz.. bizler, Kur’anın Kâinat vüs’atindeki elmas gibi hakikatlarına çalışıyoruz.. bizler, ancak bâki’ye hizmet ediyoruz.. bizler, fâni şeylere emek sarf etmeyiz.. bizim, Risale-i Nur’la olan hizmet-i îmaniyemiz, başka şeylerle iştigalimize ihtiyaç bırakmıyor.. her şeye kâfi geliyor…”[448]

            “İttihad-ı İslâmı meydana getirmek için çalışan ehl-i İslâma yegâne çarenin Risale-i Nur olduğu mütehassıs zatlar tarafından kabul ve tasdik edilmektedir. Hem, bugünkü dünyadaki ihtilâfları halledecek olan; aklen, fikren terakki etmiş yirminci asır insanlarına hak ve hakikatı anlatabilecek yepyeni bir ilmî keşfiyatı ve bir teceddüdü Amerika’da, Avrupa’da hususan Almanya’da, taharri eden cereyanlar meydana gelmiş; eğer idrak edebilirler ve görebilirlerse, işte Risale-i Nur Külliyatı… Nitekim bu hakikatın idrak edilmeye başlandığını gösteren emareler bahtiyar Alman Milleti içinde görülmektedir.”[449]

            “”Risale-i Nur sönmez, söndürülemez. Risale-i Nur, söndürülmek için üflendikçe parlayan bir nurdur. Risale-i Nur, tılsım-ı kâinatın muammasını keşf ve halleden bir keşşaftır.”[450]

            “Hem, haşr-i cismanî meselesinde, hükemadan İbni Sina gibi, meşhur bir dâhînin, “Haşir naklîdir, iman ederiz; akıl bu yolda gidemez” dediği bir hakikat, Risale-i Nur’da, hem umumun istifade edebileceği emsalsiz bir tarzda Kur’ânın feyziyle aklen ispat edilmiştir.”[451]

            “Risale-i Nur, fevkalâde müstesna bir edebî üstünlüğe maliktir.”[452]

            “Risale-i Nur, Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun müsbet bir metodla akla ve kalbe hitab ederek ikna ve isbat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.”[453]

Risale-i Nur; Avrupa, Amerika ve Afrika’da da hüsn-ü teveccühe mazhar olmuş; başta bahtiyar Almanya ve Finlandiya olmak üzere, birçok memleketlerde okunmaya başlanmıştır.”[454]

            “Bu Nur Talebeleri; Risale-i Nur’la, hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem bir sed te’sis ediyorlar.”[455]

            “İşte o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o davayı kaybettirmeyen hârika bir dava vekilini o işde çalıştıran vazifeleri bırakıp ebedî dünyada kalacak gibi âfâkî malayaniyat ile iştigal etmek tam bir akılsızlık bildiğimizden, biz Risale-i Nur şakirdleri, her birimizin yüz derece aklımız ziyade olsa da ancak bu vazifeye sarfetmek lâzım diye kanaatımız var.”[456]

“Risale-i Nur, esas bakımından bütün ilimleri câmi’ oluşudur. Âdeta ilim iplikleriyle dokunmuş müzeyyen bir kumaş gibidir. Ve şimdiye kadar hiçbir ilim erbabı tarafından söylenmemiş ve her ilme olan vukufunu tebarüz ettiren vecizeler mecmuasıdır”[457]

                       

Mehmet   ÖZÇELİK

[1] Sözler.100,Şualar.187.

[2] Age..142.

[3] Age.145.

[4] Age.148.

[5] Age.148.

[6] Age.149.

[7] Sözler.155.

[8] Age.445.

[9] Age.449.

[10] Age.451.

[11] Age.458.

[12] Age.461.

[13] Age.466.Haşiye.1.

[14] Age.748.

[15] Age.750.

[16] Age.750.

[17] Age.752.Haşiye.1.

[18] Age.753.

[19] Age.753.

[20] Age.753.

[21] Age.755.

[22] Sözler.756.

[23] Age.758.

[24] Age.758.

[25] Age.758.

[26] Age.758.

[27] Age.759.

[28] Sözler.759.

[29] Age.760.

[30] Age.760.

[31] Age.762.

[32] Age.763.

[33] Age.763.

[34] Age.764.

[35] Sözler.764.

[36] Age.764.

[37] Age.765.

[38] Age.766.

[39] Age.766.

[40] Sözler.766.

[41] Age.767.

[42] Age.768.

[43] Age.768.

[44] Age.768.

[45] Age.768.

[46] Sözler.769.

[47] Age.770.

[48] Age.770.

[49] Age.770.

[50] Age.770.

[51] Sözler.771.

[52] Age.771.

[53] Age.771.

[54] Age.772.

[55] Age.772.

[56] Age.772.

[57] Sözler.772.

[58] Age.772.

[59] Age.773.

[60] Age.774.

[61] Age.792.

[62] Mektubat.34.

[63] Age.219.

[64] Age.330.

[65] Mektubat.372.

[66] Age.426.

[67] Age.428.

[68] Age.462.

[69] Age.465.

[70] Mektubat.465-466.

[71] Age.466.

[72] Age.482.

[73] Mektubat.482.

[74] Age.482.

[75] Age.482.

[76] Age.482.

[77] Age.487.

[78] Age.509.

[79] Age.509.

[80] Age.524.

[81] Age.524,Lem’alar.450,İşarat-ül İ’caz.230,Tarihçe-i Hayat.740.

[82] Lem’alar.131.

[83] Age.134.

[84] Age.161.

[85] Lem’alar.163.

[86] Age.164.

[87] Age.166.

[88] Age.167.

[89] Age.176.Haşiye.1.

[90] Lem’alar.199.

[91] Age.204.

[92] Age.222.

[93] Age.246.Haşiye.1.

[94] Age.253.

[95] Age.258.

[96] Age.259.

[97] Age.260.

[98] Lem’alar.260.

[99] Age.261.

[100] Age.265.

[101] Age.276.

[102] Age.277.

[103] Lem’alar.277.

[104] Age.277.

[105] Age.277.Haşiye.1.

[106] Age.279.

[107] Age.279.

[108] Age.279.

[109] Lem’alar.Age.285.

[110] Age.341.

[111] Age.388.

[112] Age.393.

[113] Age.400.

[114] Age.410.

[115] Age.425.

[116] Age.444,373.

[117] Age.450.

[118] Şualar.33.Haşiye.1.

[119] Age.60.

[120] Age.81.

[121] Age.133.

[122] Age.159.

[123] Age.166.Haşiye.1.

[124] Age.170.

[125] Şualar.179.

[126] Age.193.

[127] Age.194.

[128] Age.203.

[129] Şualar.203.

[130] Age.236.

[131] Age.256.

[132] Age.256.

[133] Age.260.

[134] Age.267.

[135] Age.271.

[136] Age.271.

[137] Şualar.276.

[138] Şualar.279.

[139] Age.281.

[140] Age.285.

[141] Age.285.

[142] Şualar.287.

[143] Age.287.

[144] Age.289.

[145] Şualar.294.

[146] Age.295.

[147] Age.296.

[148] Age.299.

[149] Age.302.

[150] Şualar.302.

[151] Age.305.

[152] Age.306.

[153] Age.306.

[154] Age.307.

[155] Şualar.308.

[156] Age.309.

[157] Age.310.

[158] Age.314.

[159] Age.314.

[160] Şualar.316.

[161] Age.318.

[162] Age.319.

[163] Age.320.

[164] Age.322.

[165] Şualar.322.

[166] Age.324.

[167] Age.324.

[168] Age.325.

[169] Age.325.

[170] Age.327.

[171] Şualar.329.

[172] Age.329.

[173] Age.330.

[174] Age.332.

[175] Age.335.

[176] Age.336.

[177] Şualar.336.

[178] Age.337.

[179] Age.338.

[180] Age.338.

[181] Şualar.Age.341.

[182] Age.345.

[183] Age.345.

[184] Age.349,Tarihçe-i Hayat.556.

[185] Age.349,292.

[186] Age.349.

[187] Şualar.351.

[188] Age.354.

[189] Age.355.

[190] Age.357.

[191] Şualar.358.

[192] Age.360.

[193] Age.361.

[194] Age.362.

[195] Şualar.362.

[196] Age.362.

[197] Age.363.

[198] Age.364.

[199] Age.365.

[200] Age.365.

[201] Şualar.366.

[202] Age.367.

[203] Age.368.

[204] Age.370.

[205] Age.370.

[206] Age.372.

[207] Age.376.

[208] Şualar.376.

[209] Age.377.

[210] Age.377.

[211] Age.377.

[212] Age.378.

[213] Age.379.

[214] Age.384.Haşiye.1.

[215] Şualar.393.

[216] Age.393.

[217] Age.396.

[218] Age.398.

[219] Age.402.

[220] Age.414.

[221] Age.434.

[222] Şualar.436.

[223] Age.436.

[224] Age.437,Barla Lahikası.147.

[225] Age.441.

[226] Age.441.

[227] Şualar.442.

[228] Age.444.

[229] Age.444.

[230] Age.444.

[231] Age.444.

[232] Age.446.

[233] Age.482.

[234] Age.483.

[235] Şualar.486.

[236] Age.502.

[237] Age.506.

[238] Age.508.

[239] Age.515.

[240] Age.538.

[241] Age.539.

[242] Age.541.

[243] Şualar.544.

[244] Age.544.

[245] Age.545.

[246] Şualar.547.

[247] Age.547.

[248] Şualar.547.

[249] Şualar.551.

[250] Age.551.

[251] Şualar.552.

[252] Age.552.

[253] Age.553.

[254] Age.554.

[255] Age.554.

[256] Age.554.

[257] Şualar.556.

[258] Age.557.

[259] Age.559.

[260] Şualar.560.

[261] Age.564.

[262] Age.569.

[263] Age.572.

[264] Şualar.574.

[265] Age.574.

[266] Age.575.

[267] Age.615.

[268] Age.618.

[269] Age.645.

[270] Age.670.

[271] Şualar.675,678.

[272] Age.676.

[273] Age.678.

[274] Age.681.

[275] Age.684.

[276] Age.686.

[277] Age.698.

[278] Age.700.

[279] Age.718.

[280] Age.724.

[281] Şualar.735.

[282] Age.746.

[283] Age.747.

[284] Age.747.

[285] Age.747.

[286] Age.748-749.

[287] İşarat-ül İ’caz.6.

[288] Age.226.

[289] Age.226.

[290] Age.226.

[291] Age.227.

[292] Age.227.

[293] Age.227.

[294] Age.228.

[295] İşarat-ül İ’caz.228.

[296] Age.229.

[297] Age.229.

[298] Age.230.

[299] Mesnevi-i Nuriye.8.

[300] Age.8.

[301] Age.82.Haşiye.1.

[302] Age.174.

[303] Age.181.

[304] Age.197.Haşiye.1.

[305] Barla Lahikası.5.

[306] Age.5.

[307] Age.6.

[308] Age.6.

[309] Age.6.

[310] Age.6.

[311] Barla Lahikası.7.

[312] Age.8.

[313] Age.8.

[314] Age.29.

[315] Age.140.

[316] Age.143.

[317] Age.143.Haşiye.1.

[318] Age.146.

[319] Barla Lahikası.146.

[320] Age.156.

[321] Age.156.

[322] Age.158.

[323] Age.159.

[324] Age.159.

[325] Age.165.

[326] Age.165.Haşiye.1.

[327] Barla Lahikası.166.

[328] Age.166.

[329] Age.169.

[330] Age.171.Haşiye.1.

[331] Age.239.

[332] Age.295.

[333] Age.306.

[334] Age.308.

[335] Age.366.

[336] Barla Lahikası.366.

[337].Age.371.

[338] Age.372.

[339] Age.381.

[340] Emirdağ Lahikası. 1 / 119.

[341] Age. 1 / 120.

[342] Age. 1 / 120.

[343] Age. 1 / 133.

[344] Age. 1 / 257.

[345] Age. 1 / 273.

[346] Emirdağ Lahikası. 2 / 104.

[347] Age. 2 / 104.

[348] Age. 2 / 146.

[349] Age. 2 / 171.

[350] Age. 2 / 171.

[351] Age. 2 / 187.

[352] Age. 2 / 188.

[353] Age. 2 / 193.

[354] Age. 2 / 196.

[355] Age. 2 / 196.

[356] Emirdağ Lahikası. 2 / 197.

[357] Age. 2 / 200.

[358] Age. 2 / 201.

[359] Age. 2 / 204.

[360] Age. 2 / 204.

[361] Emirdağ Lahikası. 2 / 214.

[362] Age. 2 / 216.

[363] Age. 2 / 232.

[364] Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.17.

[365] Age.21.

[366] Age.22.

[367] Age.30.

[368] Age.42.

[369] Age.43.

[370] Age.185.

[371] Age.188.

[372] Age.195.

[373] Age.196.

[374] Age.199.

[375] Age.201.

[376] Age.242.

[377] Age.249.

[378] Age.249.

[379] Age.250.

[380] Age.251.

[381] Age.266.

[382] Age.267.

[383] Age.271.

[384] Tarihçe-i Hayat.14.

[385] Age.17.

[386] Age.17.

[387] Age.19.

[388] Age.19.

[389] Age.20.

[390] Age.25.

[391] Age.28.

[392] Age.28.

[393] Age.28.

[394] Age.28.

[395] Age.29.

[396] Age.29.

[397] Age.155.

[398] Tarihçe-i Hayat.156.

[399] Age.159.

[400] Age.162.

[401] Age.163.

[402] Age.165.

[403] Age.211.

[404] Age.213.

[405] Age.222.

[406] Age.231.

[407] Tarihçe-i Hayat.287.

[408] Age.288.

[409] Age.303.

[410] Age.304.

[411] Age.314.

[412] Age.315.

[413] Age.320.

[414] Tarihçe-i Hayat.328.

[415] Age.399.

[416] Age.405.Haşiye.1.

[417] Age.427.

[418] Age.428.

[419] Age.431.

[420] Age.472.

[421] Age.475.

[422] Age.478.

[423] Age.478.

[424] Age.478.

[425] Age.479.

[426] Tarihçe-i Hayat.486.

[427] Age.486.

[428] Age.533-537.

[429] Age.538.

[430] Tarihçe-i Hayat.624.

[431] Age.624.

[432] Age.626.

[433] Age.628.

[434] Age.629.

[435] Age.641.

[436] Tarihçe-i Hayat.641.

[437] Age.642.

[438] Age.642.

[439] Age.668.

[440] Age.668.

[441] Age.670.

[442] Age.680.

[443] Age.681.

[444] Tarihçe-i Hayat.681.

[445] Age.681.

[446] Age.682.

[447] Age.692.

[448] Age.692.

[449] Age.696.

[450] Age.696.

[451] Age.696.

[452] Age.696.

[453] Tarihçe-i Hayat.710.

[454] Age.711.

[455] Age.732.

[456] Asa-yı Musa.21.

[457] Age.247.




RİSALE-İ NUR’DA ŞİRK KONUSU

RİSALE-İ NUR’DA  ŞİRK KONUSU

             Risale-i Nur’da Bediüzzaman hazretleri sürekli iman konusunu işlerken diğer yandan da sürekli şirkin muhaliyetini ve zulüm ve çirkinliğini nazara verir.

Âyette belirtiliş ifadesiyle Allah’a eş ve ortak koşma olan şirk bütün kâinata karşı büyük bir zulümdür.[1]

            Bediüzzaman Hazretleri her vesile ile iman yolunun nihayet derecede kolay olduğunu,şirk ve küfür yolununda imkansız olduğunu gözlere gösterircesine isbat etmiştir.

            Şirkin mesleği Müşkilatlı,Mümteni,binler muhal içinde bulunduğunu bizzat müşahede ettiğini ifade etmektedir.[2]

            Kıyametin kopmasına sebeb şirktir.[3]Çünki kâinat şükür için yaratılmıştır.

İhlas suresi şirki 6 vecihle reddeder.[4]

            Kâinattaki Nizam ve İntizam sinek kanadı kadar şirke yer bırakmamaktadır.[5]

            Zerreden küreye kadar her şey şirki tard ve reddedip,kabul etmek ise tam bir cehalet ve hamakattır.[6]

            Şirk affedilmez büyük bir cezayı gerektirmektedir.[7]

            Bütün şirkler insanda bulunan enaniyetin yani benliğin kötü cihetinden çıkmaktadır.Nefis ve enaniyet kendisinde bir ortaklık tahayyül etmektedir.[8]

            Cehli mutlakta olan enenin rengi ise,şirk ve tatildir.[9]

            Felsefe tarafından beslenen ene,Allah’ın yerine –Aklı evvel-i ikame eder.[10]

            “Evet, ene ince bir elif, bir tel, farazî bir hat iken, mahiyeti bilinmezse, tesettür toprağı altında neşvünemâ bulur, gittikçe kalınlaşır, vücud-u insanın her tarafına yayılır. Koca bir ejderha gibi, vücud-u insanı bel’ eder. Bütün o insan, bütün letâifiyle adeta ene olur. Sonra, nev’in enaniyeti de bir asabiyet-i nev’iye ve milliye cihetiyle o enaniyete kuvvet verip, o ene, o enaniyet-i nev’iyeye istinad ederek, şeytan gibi, Sâni-i Zülcelâlin evâmirine karşı mübareze eder. Sonra, kıyas-ı binnefis suretiyle, herkesi, hattâ herşeyi kendine kıyas edip, Cenâb-ı Hakkın mülkünü onlara ve esbaba taksim eder, gayet azîm bir şirke düşer…”[11]

            Bütün kâinatın silsilelerine şirk namına onlara sahib olmaya çalışan şirki iman ve tevhid kuvvetli bürhanlarla tard etmektedir.[12]

            “Nasılki bir gün gelecek, şu müsahhar zemin yüzünün zîneti olan âsâr-ı beşeriyeyi şirk-âlûd, şükürsüz görüp, çirkin bulur. Hâlık’ın emriyle büyük bir zelzele ile bütün yüzünü siler, temizler. Allah’ın emriyle ehl-i şirki Cehennem’e döker. Ehl-i şükre “Haydi, Cennet’e buyurun” der.”[13]

            “…Sinek kanadından tâ semavat kandillerine kadar o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Madem bunlar bu derece hilaf-ı akıl ve hikmet ve münafî-i his ve bedahet hareket ediyorlar. Onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.”[14]

            Kâinattaki tüm güzellikler içerisinde şirkin ne kadar çirkin düşüp,cezayı gerektirdiğini belirtmektedir.[15]

            “Şirk ve dalaletin ve fısk ve sefahetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor. Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zaîf ve âciz beline yükletir.”[16]

            “Ki İsa (A.S.) ya Üzeyr’in, ya melaik, ya ukûlün tevellüd şirki meydan alıyor nev-i beşerde gâh bâ-gâh…

            Esbabperestî, nücumperestlik, sanemperestî, tabiatperestlik şirkin birer nev’idir; dalalette birer çâh…”[17]

            “Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?”[18]

            “Herbir mevcud, hattâ herbir zerre, eğer kesrete ve şirke ve esbaba ve tabiata ve kendi kendine isnad edilse; o vakit herbir zerre, herbir mevcud, ya bir ilm-i muhit ve kudret-i mutlaka sahibi olmalı veyahut hadsiz manevî makine ve matbaalar, içinde teşekkül etmeli; tâ ona tevdi’ edilen acib vazifeleri yapabilsin. Eğer o zerreler Vâhid-i Ehad’e isnad edilse; o vakit her bir masnu, herbir zerre ona mensub olur, onun memuru hükmüne geçer. Şu intisabı onu tecelliye mazhar eder. Bu mazhariyet ve intisabla, nihayetsiz bir ilim ve kudrete istinad eder. Hâlıkının kuvvetiyle, milyonlar defa kuvvet-i zâtîsinden fazla işleri, vazifeleri; o intisab ve istinad sırrıyla yapar.”[19]

            “İnsan, dalalet ve küfür ile o fıtrî şükrün mahiyetini değiştiriyor; şükürden, şirke gidiyor.”[20]

            Şirkin her türlüsünü,görüneni görünmeyeni,küçüğünü büyüğünü kesip kişiyi kurtaran ihlastır.[21]

            “Nasılki âyinede yılanın sureti ısırmaz ve ateşin misali yandırmaz ve murdarın aksi, telvis etmez. Öyle de: Hayal veya fikir âyinesinde küfriyatın ve şirkin akisleri ve dalaletin gölgeleri ve şetimli çirkin sözlerin hayalleri, itikadı bozmaz, imanı tağyir etmez, hürmetli edebi kırmaz.”[22]

            “Şirkin hakikatı yok, yolu kapalı, bataklıkta saplanır; hükmü muhal, mümteni’dir.”[23]

            “…Rububiyet suretindeki hâkimiyet, hiçbir cihetle iştiraki ve müdahale-i gayrı kabul etmez. Belki gayet şiddetle reddeder ve şirki tevehhüm ve itikad edenleri gayet hiddetle dergâhından tardeder.”[24]

            “Eğer şirk yolunda müteaddid esbaba ve tabiata havale edilse; nihayet derecede pahalılık içinde, gayet derecede ehemmiyetsiz, san’atsız, manasız, kuvvetsiz olur.”[25]

            “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikatı vardır, elbette şirkin hakikatı olamaz.”[26]

            Evet intizam tam bir vahdettir, birtek nazzamı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”[27]

            “İhata etmek bir vahdettir, şirke yer bırakmaz.”[28]

            “Kur’an-ı Kerim, tahliye-i seyyiatı üç mertebesiyle zikretmiştir. Birincisi, şirki terk; ikincisi, maasiyi terk; üçüncüsü, masivaullahı terk etmektir.”[29]

            “Tesir-i hakikînin esbaba verilmesi, bir nevi şirktir.”[30]

            “İzzet ve azamet perdeyi iktiza eder; tevhid ve celal dahi şirketi reddeder, tesiri esbaba vermiyor.”[31]

            “Sual: Şirk bu kadar zahmetli olduğu halde ne için kâfirler kabul ediyorlar?

            Cevab: Kasden ve bizzât kimse küfrü kabul etmez. Yalnız şirk heva-i nefislerine yapışır. Onlar da içine düşer; mülevves, pis olurlar. Ondan çıkması müşkilleşir. İman ise, kasden ve bizzât takib ve kabul edilmekle kalbin içine bırakılır.”[32]

            “Tesadüf, şirk ve tabiat”tan teşekkül eden fesad şebekesinin âlem-i İslâmdan nefiy ve ihracına, Risale-i Nur’ca verilen karar infaz edilmiştir.”[33]

            “Enaniyetten neş’et eden şirk-i hafî katılaştığı zaman, esbab şirkine inkılab eder. Bu da devam ederse, küfre tahavvül eder. Bu dahi devam ederse, ta’tile yani hâlıksızlığa incirar eder. El’iyazü billah!..”[34]

            “Evet bu tokatlardan pür-şer beşer, şirkten şükre girmezse ve Kur’ana tarziye vermezse, melaike elleriyle de ahcar-ı semaviye başlarına yağacağını, bu sure bir mana-yı işarî ile tehdid ediyor.”[35]

 

                                                                                                                 12-06-2004

                                                                                                          Mehmet   ÖZÇELİK

 

[1] Lokman.13,Sözler.36,Şualar.11.

[2] Sözler.61,160,662,Mektubat.248,254,257,Lem’alar.192,312,324-325.

[3] Sözler.66.

[4] Sözler.164.

[5] Sözler.173,Lem’alar.312-313,320.

[6] Sözler.606-608,790,Lem’alar.431.

[7] Sözler.195,Lem’alar.325.

[8] Sözler.242,537.

[9] Sözler.538.

[10] Sözler.540,542.

[11] Sözler.242.

[12] Sözler.276.

[13] Sözler.170.

[14] Sözler.389.

[15] Sözler.429.

[16] Sözler.632.

[17] Sözler.687,Mesnevi-i Nuriye.85,175.

[18] Mektubat.169.

[19] Mektubat.255.

[20] Mektubat.365.

[21] Mektubat.450,456,Lem’alar.165.

[22] Lem’alar.75.

[23] Şualar.15.

[24] Şualar.19.

[25] Şualar.25.

[26] Şualar.152.

[27] Şualar.163.

[28] Şualar.168.

[29] İşarat-ül İ’caz.40.

[30] Age.95.

[31] Mesnevi-i Nuriye.10,33.

[32] Age.78.

[33] Age.181.

[34] Age.185,200,Emirdağ Lahikası.1/15.

[35] Emirdağ Lahikası.1/231.




RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR

RİSALE-İ    NUR’DAN    TAHLİL  VE   HÜLASALAR

            Üstad Bediüzzaman Said Nursi çok yönlü bir şahsiyet.Kendi bu külli şahsiyetinde tek bir noktayı toplamış,özetlemiş ve yansıtmıştır;İman hizmeti.

            Hizmetlerin şahı ve padişahı olan bu imanda terakki ile marifetullahda yükselişi sağlamıştır.Zira bir açının merkezindeki farklılıklar çevresindeki büyüklüğü de otomatikman arttırmış olacaktır.

            Üstad gerek hizmetinde gerekse eserlerinde asla şahsını nazara vermemiş,şahsına aid bahislerden ziyade,hizmet-i Kur’aniyeye aid kısımların neşredilmesini esas almıştır.Şimdiye kadar gelmiş ve geçmiş bütün üstadlardan temel farkı burada yatmaktadır.

            Dünyayı değil,ukbayı hedef almıştır.Öyleki dünya terekesi 200-300 lira tutan birkaç eşyadan ibarettir.

            Ortaya koyduğu tüm hakikatlar asrın fehmine uygun hakikatlardır. İmani, islami,içtima-i,tarihi,fıkhi her alanda,Umumül Belvâ denilen şimdiye kadar çözülememiş meselelerin çözümünde ikna edici,isbat edici,temsillerle en zor meseleleri kolayca akla yaklaştırıcı beyanlarla izahda bulunmuştur.

            Bediüzzaman gerek kendi bulunduğu asır olan 12. asrın gerekse de kendisinden sonra gelecek olan asrın müceddididir.

            Felsefe ile din ilimlerinin ittifakını esas almış,asırlardır birbirleriyle neredeyse kavgalı olan akılla kalbi barıştırmıştır.Barış,musalaha ve ittifakı sağlayıcı esasları tesis etmiştir.

            Menfi ırkçılığı şiddetle tenkid etmiş,batının öldürmek için içimize attığı bir hastalık olarak göstermiştir.

            Yarım asırdan fazla bıkmadan,cesaretle mücadele etmiş,önüne yığılan ölüm dahil tüm engelleri aşmıştır.

            Bediüzzaman yeni bir çığır açmıştır.

            Maddi alandaki sür’at gibi,manevi alanda da sür’at sağlayıcı esasları kazandırmıştır.

            Bütün gaye ve himmeti imanların kurtulması olmuştur.Adeta cehennem kapısında durarak,cehenneme girmeyi engellemiş,cennete adam kazandırmıştır.Bir yandan da Müslümanların imanlarını takviye etmiş,diğer yandan da islamın tealisine çalışmıştır.

            Türkiyede kanun perdesi altında menfi ideolojiler,şahsi kin ve ihtirasların hareketi içerisinde,hizmetini tamamen Kur’an hesabına sürdürmüş,Risale-i Nurun neşriyle kendisinin de onun bir talebesi ve bir çekirdeği olarak vasıflandırmıştır.

            Bediüzzamanın hizmetinin başlangıcı;Van’da inzivaya çekildikten sonraki dönemde başlar.İngiliz müstemlekat nazırının İngiliz meclisinde;”Bu Kur’an,İslâmların elinde bulundukça biz onlara hakim olamayız.Ne yapıp yapmalıyız,bu Kur’an-ı onların elinden kaldırmalıyız;yahut Müslümanları Kur’andan soğutmalıyız.”

            Şimşek gibi çakan bir kıvılcım ile hizmet sahasına atılır.Bu amaçla:”Kur’anın sönmez ve söndürülmez manevi bir güneş hükmünde olduğunu,ben dünyaya isbat edeceğim ve göstereceğim!”demiş ve Allah’ın izniyle de muvaffak olmuştur.

            Ölüme terk edildiği Barla hayatı Risale-i Nurların neşvü nema bulup yazılıp yayıldığı bir yer olur.

            Bediüzaman İmam-ı Gazali gibi ilk zamanlarında felsefeyle iştiğal etmiştir.

            Hiçbir zaman karşılıksız olarak zekât,sadaka ve hediye kabul etmemiş, talebelerini de zekat ve hediyeden men etmiştir.

            Rasulullaha verdiği söz gereği;hiçbir zaman soru sormamış,sorulan tüm sorulara mukni cevablar vermiştir.Kendisine ilim ihsan edilen bu zat,Allah’ın Hakim ve Rahim ismine mahzar olmuştur.

            Bundandır ki;tüm eserlerinde her şeyin hikmet yönü,nedeni,niçini,sebebi,ele alınmış,sürekli irdelenerek maslahatları dile getirilmiştir.

            Manevi terakkisinde zühd ve riyazetin önemi üzerinde durmuş ve ulema-işrakiyyunun;”Riyazetin küşayiş-i fikre hizmet ettiği..”sözünü kendisine düstur edinmiştir.Ondandır ki;az yemiş,az uyumuş,kolay kolay uyuduğuna vakıf olunamamıştır.

            Zira geceleri sürekli olarak virdi adet edinmiştir.Bazen cezaya uğramasını bile bu virdi terk etmeye bağlamıştır.Yatsı namazından sonra tâ sabaha kadar hiç kimseyi yanına kabul etmez,evradına devam ederdi.

            Üstadın geceleri okuduğu virdleri ise;Kur’andan vird edindiği sureler, Cevşen,Şah-ı Geylani ve Nakşibend gibi büyük evliyaların münacat,hizb,salavat-ı şerife,hizbunnuriye,29.lemadaki hizb ve münacatı okur ve risale-i nurla da meşgul olurdu.

            Gündüzleri ise;risale-i nur ve hizmetiyle meşgul olurdu.

            O bir hürriyet aşıkıydı.Çorbanın tanelerini bile karıncalara verir,onların hürriyetçi olduklarını söyler ve çorbanın suyunu kendisi içerdi.

            Tasannu ve tekellüften asla hoşlanmazdı.

            En sevmediği şey siyasetti.

            Meşrutiyet taraftarıydı,kendi tabiriyle meşruiyet içerisindeki bir meşrutiyet…

            Başarımızı beş noktada özetler;Kalb birliği,Milli sevgi,Maarif,Çalışmak ve Sefaheti terk etmektir.

            Başarısızlığımızı ise üç noktada toplar;İsraf,şeriata zıd hareket,meşru olmayan zevkler…

            Milletin gerçek hastalığına koyduğu teşhis;za’fı diyanet yani dindeki zaifliktir.

            Bu zamandaki harici cihad;Kur’anın bürhanlarıyla cihad olarak belirler.

            Hizmeti ve davası gereği herkesle diyalog içerisinde olmuş,İstanbul hahambaşısı olan sinsi,Yahudi Karosso ile konuşmasında Karasso Müslüman olma korkusuyla kaçmıştır.

            Her şeyi mizan-ı şeriatla muvazene etmiştir.

            Konuşmaları ve hizmetleriyle şark vilayetini uyandırmıştır.

            Düşmanımız;Cehalet,Zaruret,İhtilaftır.

            Bu üç düşmana karşı çare olarak;Sanat,marifet,İttifak silahlarıyla mücadele edilmesi gerektiğini belirtmiştir.

            Asker neferatının,siyasete karışmamasını söylemiş ve bu konuda yeniçerilerin halini şahit göstermiştir.

            Sosyal huzurun tesisinde;herkesin bir fikri olduğundan;esas olan,sulhu umumi,aff-ı umumi ve ref’i imtiyazın lazım olduğunu ifade etmiştir.

            Aldığı dersi şöyle özetlemiş;Zaife şefkat ve gadre şiddet-i nefret…

            İslâm aleminde peş peşe üç nur inkişafa başlarken,rusda üç zulmet inkişaf edecektir.

            İstikbale yönelik,asrımıza bakan ayetleri tefsir ederken,ebced ve cifir hesabından da yararlanarak tarihi bir çok tesbitde bulunmuştur.Eserlerinde incelendiğinde bir çok sırların mevcut olduğu görülmektedir.

            “Elbette nev’-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve mânevi bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlândiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabûlüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli cemiyeti gibi rûy-i zeminin kıtaları ve hükümetleri, Kur’an-ı Mu’ciz-ül-Beyanı arayacaklar ve hakikatlarını anladıktan sonra bütün ruh u canlariyle sarılacaklar.”[1]

“Ümmetin beklediği, âhir zamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimmi ve en büyüğü ve en kıymetdarı olan îman-ı tahkikîyi neşr ve ehl-i îmanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmiha Risale-i Nurda görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı Âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zâtın makamını Risale-i Nurun şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bâzan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatdan anlaşılıyor ki; sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nuru bir programı olarak neşr ve tatbik edecek. O zâtın ikinci vazifesi, Şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife, maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli îtikad ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife, gayet büyük maddî bir kuvvet ve hâkimiyet lâzım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. O zâtın üçüncü vazifesi, Hilâfet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip Dîn-i İslâma hizmet etmektir. Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. Birinci vazife, o iki vazifeden üç-dört derece daha ziyade kıymetdardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şa’şaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avâmın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar.”[2]

            Şu anda dağınık görülen ve başka devletlerin boyunduruğu altında bulunan İslâm devletlerinin adeta tahsile gidip,diplomalarını alarak bir kıtanın başına geçeceklerini,eski satvetlerini kazanacaklarının müjdesini vermektedir. Hindistan, Mısır,Kafkas,Türkisatn gibi.

            Hristiyanlık dünyasının İslama gireceğini kesin bir vakıa olarak beyan etmektedir.

            Bugünkü durumumuzun ise,gayrı Müslimlerle yapılan bir takas olup,onlar bizlerin güzel ahlaklarını alırken,bizde onların kötü ahlaklarını almışız.

            Bizler Avrupaya hamile olup bir Avrupalı doğurduğumuz gibi,Avrupalılar da İslam ile hamile olup onun sancısını çekmekte,günün birinde bir İslam devletini doğuracaklardır.

            Bu başarıyı geciktiren ise;bir yandan bizim islamı hakkıyla temsil edemeyişimiz ve yaşantımızla örnek olmamamızdan geçmektedir.

            Diğer yandan içimizde bulunan altı hastalıktır bizi geri bırakan;Ümitsizlik, Doğruluğun içimizde ölmesi,Düşmanlığa sevgi,aramızdaki nurani bağları bilmememiz,çeşitli istibdatlar,Şahsi menfaatlar.

            Özellikle ümitsizlik en büyük hastalığımız olup,kanser gibi öldürücü bir özelliğe sahiptir.

            Doğruluk ise islamın temelidir.

            Tedavi çareleri ise;Yukarıdaki hastalıkların izalesi ve uygulanmasıdır.

            Ve bütün bu engeller,zaman içerisinde;Fen,Hakiki marifet ve Medeniyetin güzellikleriyle ortadan kalkacaktır.

            Bu engellerin bir kısmı da;Ecnebilerin cehaleti,vahşet,dinlerine taassubları, ruhani reislerin riyaseti ve tahakkümleri ve onları körü körüne taklid,bizdeki istibdat, şeriata muhalefetten gelen kötü ahlakımız,fennin islama zıd ve muhalif telakki edilmesi, islamiyetin mazi kıtasını istilaya mani birer engel olarak görmektedir.

            İslamiyet maddi olarakda zenginleşecektir.

            Avrupanın medeniyeti fazilet ve hüda üstüne te’sis edilmeyip;heves,heva,rekabet ve tahakküm üzerine bina edilmiştir.

            Bütün hizmet ve himmetini nesli cedid üzerine teksif etmiş,adeta onların için zemin ihzar etmiştir.

            Alemi İslam dünya saadetini görecektir.

            Arap devletleri ABD gibi bir birleşik devletler haline gelecektir.Arap Birleşik Devletleri.

            Bizde din ile milliyet birdir,ayrı telakki edilmemelidir.

            Kur’an umumun saadetini temin ederken,medeniyet ise,ekallin yani azınlığın saadetini esas alır.

            İslam alemi her alanda mağlub duruma düşse de,küfür alemi din yönüyle hiçbir zaman galebe edememiştir.

            Şarkın terakkisi din ile kâimdir.

            Bediüzzaman dalalet tağutunun şahsı manevisini üç kısımda ele alır;Ehli küfür,ehli sefahet,ehli dalaet.

            Risale-i Nurun en büyük özelliği;ileride gelecek ve islamın her alanında hizmet edeceklere bir çekirdek ve temel olarak zemin hazırlamaktır.

            Risale-i Nur geniş daireden değil,dinin en has en yüksek kısmı olan imanın büyük rükünlerinden bahseder.

            Bediüzzaman 27 sene zarfında Nur talebelerine hitaben ilmi,imani,islami mevzularda ve hizmet-i imaniyeye dair bazı mektublar yazmıştır.

            Medresetü’z-Zehra hakikatı,Risale-i Nur olarak tecelli edip,maddi sureti de tesis edilecektir.

            Bu acib  zamanda değil ehli diyanet ve tarikat,imanı olup firak-ı dalleden bile olsa onlarla uğraşmamak,Allah’ı tanıyıp,Âhireti tasdik eden hristiyan olanlarla dahi münakaşa noktaları münakaşa sebebi yapmamayı,mesleğin ve hizmetin gereği olarak kabul eder.

            Maddi müdafaada değil,sürekli manevi müdafaada bulunmuştur.

            “Ordu,dizginini o dehşetli şahsın elinden kurtaracak”sözünün manası: ”Maksadım,o kumandan ya ölecek veya tebdil edilecek,ordu onun tahakkümünden kurtulacak demektir.”

            Üstad en büyük sıkıntıyı 1944 yılından itibaren Emirdağ’da çekmiştir.Öyle ki,bir önceki Denizli de bir ayda çektiğini burada bir günde çekmiştir.Ölümü için yukarıdan emir verilmiştir.

            Bu zamanda ehli imanın muhtaç olduğu hakikatlar,kâinatta hiçbir şeye âlet ve basamak olamaz.

            Nur talebesi manevi bir zabıtadır.

            Bediüzzamanın hapishane hayatı başlı başına bir eser muhteviyatındadır.Medrese-i Yusufiye yani Yusuf peygamberin bir medresesi kabul etmiş ve tüm Kur’an hizmetini adeta bir kürsü ve üniversite gibi oralarda,hapishane ve mahkeme salonlarında yapmıştır.

            En büyük ızdırabı ise,islamın maruz kaldığı ızdıraplardır.

            Büyük devrilişlerin olduğu üç devir yaşamıştır.Meşrutiyet,İttihad ve Terakki,Cumhuriyet…

            Bediüzzamanın üzerinde durmadığı,ilgilenmediği bir kesim olmamıştır.Çocuk,genç,ihtiyar,kadın,mahpus,mazlum,İslam alemi,insanlık alemi,hristiyan dünyası,geçmiş ve gelecek zamanlar…

            İlmi,sosyal,psikolojik,dini,ferdi,maddi,manevi her konu ilgi alanına girer.

            Bir Nur talebesinin en önemli vazifesi;Risale-i Nurları yazmak ve yazdırmak,intişarına yardım etmektir.

            Risale-i Nur Kur’anın manasına hizmet ettiği gibi,lafzının korunmasına da hizmet etmiştir.

            Birinci derecede onları muhtaç ellere ulaştırmaktır.Tıpkı ölümcül hastaya ulaştırılan acil bir ilaç gibi…

            Bediüzzaman ihtar,ilham ve sünuhatlarla sürekli himmete mahzar olmuştur.

            Hizmetinde ortaklığı esas almış,şirketi maneviyeyi tesis etmiştir.Herkesin katılımını sağlamıştır.

            Mesleğini sahabe mesleği olarak yürütmüş,adeta Hz.Hasan’ın yarım kalan hilafetinin bir devamı olarak beşinci halife gözüyle bakılabileceğini ifade etmiştir.

            Saffı evvel olan talebeleri seçkin ve seçilmiş kişilerdir.

            Hizmeti ihlas temelleri üzerine oturmuştur.

            Bir yandan asrın hastalıklarını tedavi ederken,diğer yandan da tarz ve usullerin esaslarını tayin ve teybin etmiş,yapılan hücumlara mukabelede bulunmuştur.

            Risale-i Nurda yok yoktur.Her mesele kıymeti nisbetince yer almaktadır.

            Her bir risalenin bir makamı olup,önemli bir münasebete binaen tasnif ve tanzim edilmiştir.14.Lemanın 2. makamı gibi ki,1.söze ilhak edilmiştir.8.9.18.27.lemalar başka yerlerde neşredileceğinden alınmamıştır.

            Her şey getirilen temsillerle kolaylaştırılmıştır.

            Bazen elden tutarak,hayalen olsun kâinatı gezmekte ve gezdirmektedir.Bu dar alemin boyutlarından soyutlanarak,manevi alemlerin aralanan kapılarından girmekte ve girdirmektedir.

            Risale-i Nur ve Bediüzzaman zamanın sahibidir.

           

 

 

         ÜSTADIN TALEBELERİNE HİTABI VE HİTAB ŞEKLİ

 

-Risale-i Nur mektubları üstadla talebeler veya yazılan merci ile aradaki hat ve bağlantıyı sağlamak ve sürdürmek içindir.Hizmetin varlığı ve devamı için elzemdir.Hizmetin sağlam bir zemine oturup sürdürülmesi mektubların muhteviyatı iledir.

-Mektublar birer seneddir.Birer belgedir.Birer imzadır.Tarz,Usul ve Yöntemdir. Hizmetin mihenk taşıdır.Şimdiki asrı gelecek asırlara taşıyan zincirin birer halkalarıdır.

-Risale-i Nur mektubları genellikle –Bismihi Sübhanehu –(Sübhan olan yani her türlü noksanlıklardan beri ve münazzeh olup yüce olan Allahın ismi ve adı ile başlıyorum) ile başlamaktadır.

-Bazı yerlerde –Bismihi Sübhanehu Ve inmin şey’in illa yüsebbihu bihamdihi. Essalamu aleyküm ve rahmetullahi ve berekatuhu- (Sübhan olan Allahın adıyla.Hiç bir şey yoktur ki kendi lisanı mahsusuyla Allahı tesbih etmiş olmasın yani her şey O’nu tesbih eder. Allah’ın Selamı,Rahmeti ve Bereketi üzerinize olsun.-şeklinde genel olarak zikredilmektedir.

-Gerek üstadın gerekse talebelerinkinde bazen doğrudan giriş yapılıp konu ele alınmış ve anlatılmıştır.

-Bazen doğrudan konuya girilmekte,konunun muhtevası başlıkta belirtilmektedir.Ve o fıkra veya mektub kime aid ise onun adıyla gönderilmiş bir fıkra olarak zikredilmektedir.

-Bu arada Gerek Bediüzzamanın gerekse de talebelerinin mahkemelerde yapmış oldukları müdafaalar,hapishanede yazılan,birbirlerine yazdıkları hizmet amaçlı yazılar mektublar arasında yer almaktadır.

-En çok geçen ifade ise;-Aziz,Sıddık Kardeşlerim- ifadesidir.

-Ve özellikle Barla lahikasında talebelerinin mektubları yazılırken,kime aid olduğu ve onlar hakkında öne çıkan şerh ve izah edici kısa cümlelerle bilgi verilmiştir.

-Ve genelde bu ifadelerin sonu Virgül ile son bulmaktadır.Devam ettiğini ifade etmektedir.

-Üstadın yazdığı Mektublarının sonuna atılan imzalarda;El-Bâki hüve’l Bâki Kardeşiniz Said Nursi veya Kardeşiniz Said,Mirzazâde Said Nursi,Kardaşınız Mirzâzâde Said Nursi,Hasta kardeşiniz Said Nursi,Âhiret kardeşiniz Said Nursi,Seni unutmayan Hasta kardaşınız Said el-Nursi,Mevkuf Said Nursi,Gayr-ı resmî,fakat dehşetli bir tecrid-i mutlakda Said Nursi,Gayr-ı Resmî ve Haps-i Münferidde Said Nursi,Emirdağında tecrid-i mutlakda Said Nursi,Emirdağında Said Nursi,Tecrid-i mutlakda hasta ve perişan Said Nursi,Afyon cezaevinde mevkuf Said Nursi,Zulmen bütün hukuk-u medeniyeden ve insaniyeden ve yaşamak hakkından mahrum edilen Said Nursi,Nur Talebelerinden onların namına Said Nursi,Hasta ve memnun kardeşiniz Said Nursi, Hasta Said Nursi,Hasta kardeşiniz Said Nursi,Duanıza muhtaç kardeşiniz Said Nursi, Duanıza muhtaç,size müştak kardeşiniz Sad Nursi,Çok hasta,çok ihtiyar, garib, tecrid içinde Said Nursi,Çok hasta ve çok ihtiyar Said Nursi,Kardeşiniz ve sizinle dünyada, berzahta,âhirette müteşekkirane iftihar eden ve edecek,hizmet-i Kur’aniyede arkadaşınız Said Nursi,Bu Mübarek şuhur-u selasede duanıza çok muhtaç kardeşiniz Said Nursi,Dualarınıza kuvvetli itimad eden ve çok muhtaç bulunan kardeşiniz Said Nursi,Buranın umum ahalisi ve Risale-i Nur şâkirdleri namına Kardeşiniz Said Nursi, Denizli hapishanesinde tecrid-i mutlak ve haps-i münferide mevkuf Said Nursi;

 

-Talebelerinin ise;Fakir talebeniz Ahmed Husrev,Hulusi;Abdulcelil oğullarından Âdilcevazlı Emrullah oğlu Bekir;Talebeniz Emrullah oğlu Bekir;Dr.Yusuf Kemal;Nurun eski talebesi Merhum Lütfi’nin Arkadaşı Zeki;Lütfi’nin arkadaşı;Pür-kusur talebeniz Sabri;Elbaki Hüvelbaki Hakir talebeniz Ahmed Husrev;Fakir talebeniz Küçük Hüsrev Mehmed Feyzi,Hâfız Ali(Rahmetullahi Aleyh);Nasûhizade Şeyh Mehmed;Âciz talebeniz Ali Ulvi;Şamlı Hâfız Tevfik;Ümmî talebeniz Mustafa;Kusurlu talebeniz Hâfız Ali;Risale-i Nurun kusurlu Hâdimi Zekâi;Her an ayaklarının altını öpmek ateşiyle mütehassir ve nâlân,ahkar-ı mahlukat Ahmed Feyzi;Günahkâr talebeniz Ahmed Husrev;Mücrim talebeniz Ali;Uhrevi kardaşınız Hulusi;Hizmetkâr ve talebeniz Mustafa;Âcize talebeniz Müzeyyene;Kardeşiniz,fakir ve muhtaç Âsım;Elhubbu fillah Câhil ve âciz talebeniz Hacı Osman;Uhrevi talebeniz ve âciz talebeniz Hulusi; Fakir, âciz,zaif,günahkâr talebe ve hizmetkârınız İnebolu’lu Ahmed Nazif Çelebi; Daimi kudsi dualarınıza muhtaç günahkâr hizmetkâr ve talebeniz Ahmed Nazif;Âciz,fakir, zayıf, günahkâr talebeniz ve hizmetkârınız İnebolu’lu Ahmed Nazif Çelebi; Duanıza muhtaç talebeniz Hasan Feyzi (Rahmetullahi Aleyh);Milas ve havalisi Risale-i Nur talebeleri namına duanıza muhtaç Halil İbrahim (R.H);Hizmetkâr ve Talebeniz Ahmed Nazif; Talebe Namzedi Sefil Yusuf Toprak;Risale-i Nur Şakirdlerinden İhsan Sırrı;Çok kusurlu talebeniz,Günahkâr,âciz,kusurlu talebeniz Halil İbrahim (Rahmetullahi aleyhi ve alâ Hasan Feyzi);Elbâki Hüvelbâki,çok kusurlu talebeniz Hüsrev;Hizmetinde bulunan Halil,Sâdık,İbrahim;Konyalı Zübeyr;Emirdağ Nur talebeleri namına Mehmed, İbrahim,Ziya,vesaire…;Nur Talebeleri ve Nurcu Üniversite Gençliği namına Sadık, Sungur,Ziya;Üstadın hizmetinde bulunan kusurlu Sungur,Zübeyr,Ziya;Üniversite Nur talebeleri namına Yusuf Ziya Arun;Ankara Üniversitesi Nur Talebeleri;Kardeşleriniz Sâdık,İbrahim,Zübeyr;İmza.Vatikan Bayn Başkâtibi;Çok kusurlu köleniz Süleyman Kaya-21-4-1951;Üstadın Hizmetindeki Nur Talebeleri;El-hubbu fillah muhibb-i muhlisiniz Hulûsi;Elbâki Hüvel Bâki çok kusurlu ve hasta talebeniz Mehmed Feyzi; Üstadımızın hastalığı münasebetiyle hizmetinde bulunan Nur talebeleri;Şiddetli hastalığı ve çok ihtiyarlığı için zaruri işlerini gören hizmetkârları;Sizi nefsinden ziyade seven âciz şakirdiniz Binbaşı Muhyiddin;Risale-i Nur talebelerinden ve daimi hizmetçilerinden Emin ve Küçük Husrev olan Feyzi;Risale-i Nurun tenbel bir şakirdi, fakat elmas kalemli kardeşlerinin gayret ve faaliyetiyle iftihar eden Mehmed Feyzi; Duanıza çok muhtaç günahkâr kardeşiniz Hâk-i der-i Âl-i Abâ;Afyon Hapsinde Mevkuf Ahmed Feyzi;Mânevi Evlâtlarınızdan Ali Ulvi;

 

-Lemaatta parçaların içerisinde bulunan önemli noktalar,konunun özeti mahiyetinde olup,başlık olarak alınmıştır.

 

-Talebelerine hitabda kullandığı ifadeler ise;

-Aziz Kardeşim!

-Aziz kardeşim Re’fet Bey!

– Aziz Kardeşim,hamiyetli arkadaşım,gayretli talebem,sevgili birâderzâdem!

-Aziz Kardeşlerim!

-Aziz kardaşım ve sevgili arkadaşım.

-Aziz Kardeşim Hafız Ali.

-Aziz kardeşim Mustafa Efendi!

-Aziz kardeşim Re’fet Bey!

-Aziz Kardeşlerim ve Sıddık Arkadaşlarım!

-Aziz,Muhterem Kardeşim.

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık Kardaşım!

-Aziz,Sıddık, Kardeşlerim ve Hizmeti İmaniyede Kuvvetli,Metin,Ciddi,Sarsılmaz, Fedakâr Arkadaşlarım ve Seyahat-i Berzahiye ve Uhreviyede Nurani Yoldaşlarım.

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim Safranbolu, Eflani Havalisi Nur Şakirdleri!

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim Ve Nur şakirdlerinin Küçük Pehlivanları.

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniye ve İmaniyede Fedakâr ve Metin Arkadaşlarım.

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Fa’al,Sebatkâr Arkadaşlarım.

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Muktedir, Kuvvetli Arkadaşlarım!

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim;ve Hizmet-i İmaniyede Azimkâr Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hakikat Yolunda Arkadaşlarım!

– Aziz,Sıddık Kardeşim ve Hizmet-i Kur’aniyede Muvafakiyetli Arkadaşım!

– Aziz,Sıddık Kardeşlerim Ve Hizmeti Kur’aniyede Kuvvetli Arkadaşlarım.

– Aziz,Sıddık Kardeşlerim Ve Hizmeti Kur’aniyede ve İmaniyede Hâlis Arkadaşlarım! Ve Âhiret Yolunda Ayrılmaz Yoldaşlarım!

Aziz, Sıddık Kardeşlerim, Medreset-üz Zehra Erkânları, Nur Naşirleri!

-Aziz,Sıddık Kardeşim ve Bu Fani Dünyada Hamiyetli ve Ciddi Bir Arkadaşım.

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hapis Arkadaşlarım!

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Musibet Arkadaşlarım!

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Nur’un Genç Kahramanları!

Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Manevî Medreset-üz Zehra’nın Nur Şakirdleri!

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim,Bu Medrese-i Yusufiyede Ders Arkadaşlarım.

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim ve Bu Misafirhane-i Dünyada Arkadaşlarım!

-Aziz,Sıddık  Kardeşlerim ve Hakiki Varislerim!

-Aziz,Sıddık  Kardeşlerim ve Varislerim!

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim,Sebatkâr ve Hakiki Varislerim.

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim,Bu Dehşetli Asırda Mükemmel Tesellilerim ve Varislerim.

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim;ve Mübarek Varislerim;ve Emin Vekillerim!

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim;Ve Ebed Ve Hak Yolunda Hakikatli Arkadaşlarım!

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Kuvvetli, Dirayetli Arkadaşlarım!

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Kahraman Arkadaşlarım.

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede fedakâr arkadaşlarım Sabri,Hâfız Ali,Husrev,Re’fet,Bekir,Lütfü,Rüşdü Efendiler!

-Aziz, Sıddık Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede çalışkan arkadaşlarım Sabri (R.H),Husrev,Hâfız Ali, (R.H),,Re’fet,Bekir,Lütfü (R.H),Rüşdü!

– Aziz, Sıddık Kardeşlerim,Husrev ve Mehmed Feyzi,Sabri!

-Aziz,Sıddık Kardeşlerim ve Benim Hakkımda Bu Gurbette Samimi Akrabalarım

-Aziz,Sıddık,Sebatkâr Kardeşlerim ve Hakiki Varislerim.

Aziz, Sıddık kardeşim Osman Nuri!

Aziz, Sıddık Kardeşim Refet Bey.

-Aziz,sıddık,ciddi,samimi âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede çalışkan bir arkadaşım Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık,gayyur,ciddi kardeşlerim Re’fet Bey,Husrev Efendi!

-Aziz,Sıddık,Müdakkik meraklıkardeşim Re’fet Bey!

-Aziz,sıddık kardeşim ve hizmet-i Kur’aniyede hakikatlı bir arkadaşım Re’fet Bey!

-Aziz ve Sıddık Kardeşlerim ve Fedakâr ve Sadık Arkadaşlarım!

-Aziz ve Sıddık Kardeşlerim!

-Aziz, Tam Sıddık Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Çalışkan Kardeşim.

-Aziz,Sıddık ve Sebatkâr Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Müteyakkız,Samimi,Müttehid,Mübarek Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Muktedir,Müteyakkız Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Mübarek,Fedakâr Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Müstakim Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Müdakkik,Müstakim Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Müdakkik âhiret kardeşim,hizmet-i Kur’aniyede arkadaşım!

-Aziz,Sıddık,Müdakkik âhiret kardeşim ve mütefekkir ve hakikatlı arkadaşım Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık,Müdakkik kardeşim Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık,Müdakkik,müştak kardeşim Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık ve ziyade müteharri ve müstefsir kardeşim Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık,dikkatli kardeşim Re’fet Bey!

-Aziz,Sıddık,Hâlis,Muhlis Kardeşlerim ve Hizmeti Kur’aniyede Ciddi,Hakiki Arkadaşlarım,

Aziz, Sıddık ve Mübarek Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Mübarek Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Mübarek,Metin Kardeşlerim.

-Aziz, Sıddık,Çok Mübarek,Çok Fa’al,Çok Halis,Çok Kıymettar Kardeşim!

-Aziz,Sıddık,Vefadar ahiret kardeşlerim Hacı Nuh Bey,Molla Hamid!

-Aziz, Sıddık, Vefadar, Fedakâr Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Vefadar, Sebatkâr Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Vefadar,,hakikatlı,fedakâr kardeşlerim Nuh Bey,Molla Abdulmecid,Molla Hamid!

-Aziz, Sıddık, Fedakâr, Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Fedakâr, Vefakâr Kardeşlerim,

-Aziz, Sıddık ve Fedakâr ve Vefakâr Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniye ve İmaniyede Kuvvetli ve Kıymetli ve Çalışkan ve Muktedir Arkadaşlarım!

-Aziz,Sıddık,Sebatkâr ve Vefadâr Kardeşlerim.

– Aziz,Sıddık,Sebatkâr Muhlis Kardeşlerim.

– Aziz, Sıddık,Tam Metin Kardeşlerim!

– Aziz, Sıddık,Metin Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık ve Sadık Kardeşlerim!

-Aziz,sıdık,sâdık,çalışkan kardeşim!Hizmet-i Kur’an’da arkadaşım Re’fet Bey!

-Aziz ve Sıddık ve Hâlis Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Kıymetdar Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Metin, Ciddî, Çalışkan Arkadaşlarım!

-Aziz ve Sıddık ve Sadık ve Fedakâr ve Vefadar Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Vefadâr ve Şefkatli Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Risale-i Nur Şakirdleri Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Sebatkâr Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Mübarek Kardeşlerim,Dünya’da Medar-ı Tesellilerim ve Berzah Yolunda Nurani Yoldaşlarım ve Mahşer’de İnşallah Şefaatçilerim!

-Aziz,Sıddık,Mübarek Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniye ve İmaniyede Sebatkâr,Sarsılmaz,Yılmaz Arkadaşlarım ve Bu Misafirhane-i Dünyada Şefkatkâr ve Fedakâr ve Vefâdar Yoldaşlarım.

-Aziz,Sıddık,Mübarek,Kahraman Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Mübarek Kardeşlerim ve Hizmet-i Kur’aniyede Kuvvetli,Fa’al,Sebatkâr Arkadaşlarım.

Aziz, Sıddık, Sadık, Muhlis ve Hâlis Kardeşlerim ve Hemşirelerim!

-Aziz,Sıddık,Mübarek Kardeşlerim Ve Hizmeti Kur’aniyede Çalışkan Ve Kuvvetli Arkadaşlarım Ve Tarik-i Hakda Ve Berzah Seyahatinde Ve Ahiret Yolunda Nurani Yoldaşlarım.

Aziz, Sıddık, Mütefekkir Kardeşlerim!

Aziz, Sıddık, Fedakâr Kardeşlerim!

– Aziz,Sıddık,Sarsılmaz Kardeşlerim!

– Aziz,Sıddık,Sarsılmaz Kardeşlerim ve Vârislerim!

– Aziz,Sıddık,Metin,Sarsılmaz,Sebatkâr,Fedakâr,Vefadâr Kardeşlerim.

– Aziz,Sıddık,Sarsılmaz,Sebatkâr,Fedakâr,Vefadâr Kardeşlerim.

– Aziz,Sıddık,Sarsılmaz,Telâş Etmez,Âhireti Bırakıp Fâni Dünyaya Dönmez Kardeşlerim!

-Aziz, Sıddık, Sarsılmaz, Sebatkâr, Fedakâr Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Sarsılmaz,Yılmaz,Sebatkâr,Fedakâr Kardeşlerim.

-Aziz,Sıddık,Sarsılmaz,Usanmaz,Çekinmez,Çekilmez Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Sarsılmaz,Sıkıntıdan Usanıp Bizlerden Çekilmez Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Sâdık,Hâlis ve Muhlis Kardeşlerim,

-Aziz,Sıddık,-Aziz,Sıdık ve Sâdık,muhlis ve Hâlis Kardaşım İbrahim Hulûsi Bey!Hâlis,Sebatkâr,Fedakâr Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Muhlis Kardeşim!

-Aziz,Sıddık,Muhlis Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Muhlis,Hâlis Kardaşım.

– Aziz,Sıddık,Muhlis Kardaşım Hulûsi Bey!

-Aziz,Sıddık,muhlis kardaşım ve iman hizmetinde sebatkâr,metin arkadaşım!

-Aziz, Sıddık, Fedakâr, Hâlis, Muhlis Kardeşlerim Ve Hizmet-i Kur’aniyede Hakikî, Ciddî, Metanetli Arkadaşlarım!

-Aziz,sıddık,fedakâr ve vefâdâr kardaşım Kürd Bekir Bey!

-Aziz, Sıddık, Mübarek Kardeşlerim Ve Hizmet-i Kur’aniye Ve İmaniyede İhlaslı Ve Kuvvetli Ve Şanlı Arkadaşlarım!

-Aziz, Sıddık, Âlîcenab Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Bahtiyar,Vefakâr,Fa’al,Sebatkâr Kardeşlerim!

-Aziz,Sıddık,Mübarek,Kur’an-ı Mu’cizül Beyanın Bir Vech-i İ’cazını Harika Kalemiyle Gösteren ve Mütemadiyen Defter-i Hasenatına,O Yazdığı Kur’an-ları Okuyanların Sevabları Yazılan Kıymetdar Hüsrev!

-Aziz,Sıddık,Mücahid Kardeşlerim Hasan Âtıf ve Sâdık Rüfekası!

-Aziz,Sıddık,Âlicenap Eski ve Yeni Kardeş Yeşil Salih!

-Aziz,Sıddık,Bahtiyar Kardeşim Süleyman Rüştü!

-Aziz,Sıddık,Hakikatlı,âhiret kardeşlerim ve ciddi ve kuvvetli arkadaşım!

-Aziz,Sıddık,gayyûr kardeşim!

-Aziz, Sebatkâr, Fedakâr, Sıddık Kardeşlerim!

-Aziz, Kıymetdar, Sadık ve Sebatkâr Kardeşlerim!

-Aziz ve Vefadar ve Fedakâr, Sadık Kardeşlerim!

-Aziz ve gayretli âhiret kardeşim ve hizmet-i Kur’an’da yoldaşım Hulûsi-i sâni ve Sabri-i evvel!

-Aziz,ciddi,sıddık, kardeşlerim,hizmet-i Kur’aniyede samimi ve kuvvetli arkadaşlarım Sabri,Husrev,Ali,Re’fet,Lütfü,Rüşdü!

-Aziz,Masum Evlatlarım!

-Aziz, Mübarek, Sıddık, Sadık, Ruhum, Canım Kardeşlerim!

-Aziz, Mübarek, Sıddık kardaşım!

-Aziz Kardeşim Hüsrev!

-Aziz Yeni Kardeşlerim Ve Eski Mahpuslar!

-Aziz Nur kumandanı ve Kur’anın hâdimi kardeşim Re’fet bey!

-Arkadaş!

-Âhiret Kardeşlerime Mühim Bir İhtar.

-Âhiret Kardeşlerim ve Çalışkan Talebelerim.

-Âhirzamandan Haber Veren Mühim Bir Hadîs:

-[Adliyenin Şahs-ı Manevîsine ve Dâhiliye Vekiline Bera-yı Malûmat Takdim Edilen ve Emirdağı’ndaki İstintakta Verdiğim İfadenin Haşiye ve Lâhikasıdır.]

-Afyon Emniyet Müdürlüğüne!

-[Adnan Menderes’e Gönderilmek Niyetiyle Evvelce Yazılan İçtimaî Hayatımıza Ait Bir Hakikatın Haşiyesini Tekrar Takdim Ediyoruz]

 

-Bahtiyar kardeşim Husrev,

-[Bera-yı Malûmat Size Gönderildi.]

-Bu Mektub Gayet Ehemmiyetlidir.

-Birkaç Biçare Gençlere Verilen Bir Tenbih,Bir Ders,Bir İhtarnamedir.

-(Bir Derece Mahremdir)

-(Bu Fıkra Bir Derece Mahremdir.Yalnız Haslara Mahsustur.)

-Birinci Ağır Ceza Mahkemesine

-Birden İhtar Edilen Bir Mes’ele:

-Bediüzzaman Said Nursî’nin Gazetelere Bir Mektubu

-(Birden Hatıra Gelen Bir Mes’eledir.)

-(Bugünlerde mânevi bir muhaverede bir sual ve cevabı dinledim.Size bir kısa hülasasını beyan edeyim)

 

-Ciddi,sıddık,,dikkatli,hakikatlı kardeşim Re’fet Bey!

 

-Çok Aziz,Sıddık,Kahraman,Bahtiyar Emirdağlı Kardeşlerim.

-Çok Aziz,Çok Sıddık ve Sâdık Kardeşlerim ve Risale-i Nur Cihetinde Emin ve Hâlis Varislerim!

-Çok Aziz ve Sıddık Kahraman Sabri.

-Çok Ehemmiyetlidir.

 

-(Dahili Vekili ile Hasbihalden Bir Parçadır.)

-Dindar ve Hamiyetkâr ve Vatanperver Milletvekillerine Şunu Arzediyorum:

-Demokratlara Büyük Bir Hakikatı İhtar:

 

-Evvelce,Hayat-ı Dünyeviyeyi Hayat-ı Uhreviyeye Tercih Etmeye Dair Yazılan İki Parçaya Tetimmedir.

-Ey Adliye Efendileri!

-Ey Fedakâr Kardeşlerim!

-Ey ehl-i hall ve akd!

-Ey bu dâr- fânide medar-ı tesellilerim,bu diyâr-ı gurbette Enislerim ve esrar-ı Kur’aniyede beni iştiyaklarıyla konuşturan zeki,ferâsetli muhatablarım!

-Ey Hapis Arkadaşlarım ve Din Kardeşlerim!

-(Eğridir Müftüsüne son ihtar)

-Efendiler (Mahkemeye).

-(Ehemmiyetli Fakat Bir Derece Mahremdir.)

-(Ehemmiyetlidir)

-Emirdağdaki Kardeşlerime.

-(Emirdağ Zabıtasıyla Bir Hasbihal)

Emirdağı’nın Manidar Bir Hatırası

-Ehl-i Vukuf Raporuna Hafif Bir İtiraz Tarzında Hakikat-ı Hali Beyan Etmektir.

 

-Gayretli Kardeşlerim,Hamiyetli Arkadaşlarım ve Dünya Denilen Diyar-ı –Gurbette Medar-ı Tesellilerim.

-Gayet Ehemmiyetlidir.

-[Gayet Ehemmiyetli Bir Hâdise, Bir İstida ve Bir Şekvadır]

-Gayyûr,ciddî,hâlis ve muhlis âhiret kardeşim!(Hulûsi Bey’e hitabdır)

-Gayyûr,zeki,ciddi,sıddık,hakiki kardeşlerim Hoca Sabri Efendi,Hâfız Ali!

-(Gafil kafaya bir tokmak ve bir dersi ibrettir)

 

Hapsin Latif Bir Hatırası

-[Hazret-i Üstad’ın Emirdağı’nda Santral Sabri, Sıddık Süleyman’a Arabî İşarat-ül İ’caz’dan Verdiği Derstir]

-Heyet-i Sıhhiyeye

-Heyet-i Vekile’ye ve Tevfik İleri’ye

 

-İfademin Kısacık Bir Tetimmesi.

-İspartadaki Aziz Kardeşlerimize.

-İspartadaki Kardeşlerimize.

-Isparta Cumhuriyet Müdde-i Umumiliğine

-(İhtiyar Kadınlara Ehemmiyetli Bir Müjde ve Bekâr ve Mücerred Kalmak İsteyen Genç Kızlara Bir İhtar)

-[1952’de İstanbul’da Görülen Gençlik Rehberi Mahkemesine, Ehl-i Vukufa Cevaben Verilen İtiraznamedir.]

-[İmanın Dünyada Dahi Bir Nevi Cennet Lezzetini Benim Hayatımda Temin Ettiğine Dair:]

-(İki Acib Suale Karşı Def’aten Hatıra gelen Garib cevabtır)

-İ’lem.

-İ’lem,eyyühe’l-aziz.(Mesnevi-i Nuriye’de bu tarz hitab bulunmaktadır.(Ey aziz kardeşim bil)

-İ’lem,ey zikreden ve namaz kılan kardeş!

-İ’lem,ey din âlimi!

-İ’lem,ey hitabet-i umumiye sıfatı ile gazete lisanıyla konferans veren muharrir!

-İ’lem,ey gafletli,sağır ve kör olarak,zulmetler içinde esbaba ibadet eden ahmaklar!

-İ’lem,eyyühe’s-Said!

 

-Kardeşlerim.

-Küçük Hüsrev Feyzi’nin Bir İstihracıdır.

-Kardeşim Husrev,Lütfi,Rüştü!

-Kastamonu’daki Kardeşlerimize Hitaben Yazılan Bir Hakikattır.Belki Size de Faidesi Olur Diye Gönderdim.

-Kardeşlerim! Bugünlerde Biri Risalet-in Nur Talebelerine, Diğeri Bana Ait İki Mes’ele İhtar Edildi. Ehemmiyetine Binaen Yazıyorum:

-Kardeşlerim! Size Latif Bir Hikâye:

-Kıymettar Kardeşim.

-(Kanunca İfademi Almak lazımken İfademi Almadılar Ben de,İfademi Şimdi Adliyenin Şahs-ı Manevisine ve Dahiliye Vekiline Bera-yı Malumat Arzediyorum)

-[Kardeşlerim! Sizce Münasib İse Başvekil’e ve Dindar Meb’uslara Verilmek Üzere, İhtara Binaen Yazdırılmış Gayet Ehemmiyetli Bir Hakikattır.]

-Kalbe İhtar Edilen İçtimaî Hayatımıza Ait Bir Hakikat

 

-Latif Bir Tevafuk.

-Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir mes’ele-i mühimme

 

-Muhterem Ahmed Hamdi Efendi!

-Muhterem Ahmed Hamdi Efendi Hazretleri!

-Muhterem,Sevgili,Mübarek Kardeşlerim!

-[Mahkeme-i Kübra’ya Şekva ve Müdafaatın Bir Haşiyesidir.]

-Mahkeme-i Kübra’ya Şekva ve Müdafaat’ın Bir Haşiyesi Olan Parçanın Hülâsasıdır.

-Mahkeme Reisi Ali Rıza Bey Efendi.

-Müdür Bey! (Afyon Emniyet Müdürüne)

-[Mahremdir. Şimdilik Medreset-üz Zehra Erkânlarına Mahsustur.]

Müdafaatın Bir Haşiyesidir

-Mahkeme Reisine:

-Medar-ı İbret ve Hayret ve Şükrandır ki:

-[Müddeiumumîler Hakkında Üstadımızın Garib Bir Halet-i Ruhiyesini Beyan Etmek Zamanı Geldi.]

-(Medarı İbret ve Hayret Bir Hadisedir.)

 

Nurculara Ehemmiyetli Bir Müjde!

-Nur Risalelerine Çok Müştak ve Onların Mütalaasından İntibaha Gelen Bir Doktora Yazılan Mektubdur.Merhaba,Ey Kendi Hastalığını Teşhis Edebilen Bahtiyar Doktor,Samimi,Aziz Dostum.

-Nur Âleminin Bir Anahtarı’nın Bir Haşiyesi

 

-Osman,Mehmed,Hasan Efendiler!

 

-Reis Beyefendi.

-Reis-i Cumhur Celal Bayar ve Heyet-i Vükelasına.

-Reisicumhur’a, Heyet-i Vekile’ye, Başbakanlığa, Adliye Bakanlığı Yüksek Katına, Diyanet Riyaseti’ne/Ankara

-[Risale-i Nur’un Vatana, Millete ve İslâmiyet’e Büyük Hizmetini Kabul ve Takdir Eden Başvekil Adnan Menderes’e Üstad’ın Yazdığı Bir Mektub]

-(Risale-i Nurun kerametinin bu havalide zuhur eden çok tereşşuhatından bir-iki hadise beyan ediyorum)

-Reisicumhur’a ve Başvekil’e

-Resisi Cumhura Gönderilen İstidanın Zeylidir ki,Yazmağa Mecbur Oldum.

-Re’fet Bey!

 

-(Said’in bir fıkrasıdır)

-(Said Nursi’nin bir fıkrasıdır)

-(Said’in  fıkrasıdır)(Hulusi gibi bir talebemin bana gönderdiği hediyesinin iadesine dair yazdığım bir mektubu,arkadaşlarımın tensiblerine binaen onların fıkraları içine derc edildi)

-Sevgili Kardeşim!(Hulûsi Bey’e hitaben yazılmış bir mektubdur)

 

-Şefkat Yüzünden, Esasat-ı İslâmiyenin Haricindeki Bid’at ve Dalalet Yollarına Sapanları Çeviren Bir Hakikattır

 

-[Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın Vefatından Önce Vermiş Olduğu En Son Derstir.]

 

-Üstadımızın Çok Evvel Yazmış Olduğu Zîrdeki Mektubu, Şahsî Nüfuz Temin ve Dini Siyasete Âlet Etmek İttihamlarına Tam Bir Cevab Olduğundan Kararnameye İlhak Edilmiştir.]

-Üstadın Ziyaretçilere Dair Bir Mektubu

-Üstadımız İfade Buyurdular ki:

-Üstadımızın Vasiyetnamesi

-[Üstadımızın Afyon Mahkeme Heyetine Gönderdiği Yazının Suretidir]

 

-Vasiyetnamenin Haşiyesidir

-Vasiyetnamenin Bir Zeyli

 

 

 

                            NUR TALEBELERİNİN HİTAB ŞEKLİ

 

-Aziz Dost!

-Aziz,şefkatli,muhterem üstadım!

-Aziz ve Büyük Üstadım,

-Aziz Üstadım!

-Aziz Üstadım Hazretleri!

-Aziz üstad,Müşfik Kardeş,Muhterem Mücahid!

-Aziz ve müşfik üstadım efendim!

-Aziz, sıddık, fedakâr kardeşimiz Hacı Ali!

-Aziz,Sıddık,Metin,Sebatkâr Kardeşlerimize,

-Aziz, Sıddık kardeşlerimiz!

– Aziz, Sıddık,Muhterem Kardeşlerimiz!

-Aziz,Sâdık ve Muhterem Hoca haşmet Efendi.

-Aziz, muhterem kardeşimiz Tahsin Bey!

-Aziz ve Muhterem Üstadım!

-Aziz ve Muhterem Üstadım Efendim!

-Aziz,Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

-Aziz,muhterem,müşfik ve mükerrem Üstadım…

-Alemi İslam Merkezlerindeki Mübarek Müslüman Kardeşlere.

-Aziz, kahraman ağabeyimiz!

-Aziz ve çok kıymetli kahraman kardeşimiz Sungur!

-Aziz,Kıymettar Üstadım!

-Aziz ve Sevgili Üstadım!

-Aziz, sıddık kardeşlerimiz Ziya ve Abdülmuhsin!

-Aziz ve mübarek, müşfik Üstadım!

-Alemi İslamın Halaskârı,Ehli İmanın Sertacı,Risale-i Nurun Tercümanı Üstadımız Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine.

-Âlicenâb ve fazilet-mend Üstad-ı Muhteremim Efendim Hazretleri!(Kalemi kerametli Mes’ud’un ehemmiyetli bir rüyasıdır)

-(Ahmed Nazif’in bir fıkrasıdır)Kıymetli Üstadım!

-(Ahmed Nazif’in mektubundan bir parçadır)

-(Ahmed Nazif Çelebi’nin bir fıkrasıdır)(Bayram münasebetiyle kabul edilmiyen bir hediye için yazmıştır))

-(Ahmed Husrev’in fıkrasıdır)

-(Ahmed Husrev’in Otuzbirinci mektubun,Ondördüncü Lem’asının,İkinci Makamı münasebetiyle yazdığı fıkradır)

-(Ahmed Galib’in Sözler hakkında bir fıkrasıdır)

-(Ahmed Galib’in Sözler hakkındaki arabi fıkrasıdır)

-(Ahmed Galib’in Sözler hakkındaki arabi fıkrasın tercümesidir)

-(Âhiret hemşirelerimden Müzeyyene’nin fıkrasıdır)

-(Âsım Bey’in fıkrasıdır)

-(Altı sene bana kemal-i sadakatla hasbi olarak hizmet eden ve harika olarak benim gibi bir asabi adamı hiçbir vakit gücendirmeyen ve müsvedde katipliğini daima yapan Süleyman Efendi’nin fıkrasıdır)

-(Aydınlı İsmail’in fıkrasıdır)

-(Aydın’da Doktor Şevket’in fıkrasıdır)

 

-Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır)

-Bülbül-i Bağistan-ı Kur’an,Üstad-ı Erkemim,Efendim Hazretleri!…

-[Bağdad’da çıkan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir’in Arabî makalesinin tercümesi]

-[Bağdad’da çıkan, ehemmiyetli, siyasî bir ceride olan “Eddifa” gazetesinin muharriri İsa Abdülkadir diyor ki:]

-[Bazı gazetelerde çıkan yalanlar hakkındaki bir tekzibi bera-yı malûmat gönderiyoruz.]

-Bera-yı malûmat hem resmî zâtlara, hem dostlara mühim bir hakikatı beyan ediyoruz:

-(Bu fıkra Hulusi-i sânî Sabri’nindir)

-(Bir Nur talebesinin fıkrasıdır)

-(Bu uzun fıkra Hulusi Bey’indir)

-(Bu gelecek iki fıkra ikinci Sabri olan Hâfız Ali Efendi’nindir)

-(Binbaşı merhum Âsım Bey’in fıkrasıdır)

-Binbaşı Âsım Bey’in Risaletü’n-Nur Sözleri hakkında temsil ettiği bir fıkrasıdır)

-(Biraderzadem merhum Abdurrahman’ın vefatını müteakib yanıma gelip,kuvvetli emarelerle Abdurrahman’ın yerine bana gönderildiği kalbime ihtar edilen,gayet çalışkan ve halis kardaşlarımızdan,elmas kalemli,Kuleönlü Sarıbıçak Mustafa Hulusi’nin,on fıkra yerine geçecek tek birinci fıkrasıdır)

 

-Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Hazretleri!

-Çok aziz, çok mübarek, çok müşfik, çok sevgili Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

-Çok Sevgili,Çok Kıymettar,Çok Müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri.

-Çok Kıymettar ve çok sevgili Üstadım Efendim!

-Çok aziz, çok mübarek, çok sevgili, çok müşfik Üstadımız Efendimiz Hazretleri!

-Çok sevgili Üstadımız Efendimiz!

-Çok sevgili, müşfik Üstadım Efendim Hazretleri!

-Çok Muhterem Üstadımız Efendimiz,

-Çok Muhterem,Sevgili Üstadım.

-Çok aziz ve çok kıymetli, müşfik ve fedakâr Üstad-ı A’zam Efendim Hazretleri!

-Çok Mübarek,Çok Kıymettar,Çok Sevgili Üstadımız Hazretleri.

-Çok Mübarek Üstadımız Hazretleri.

-Çok muhterem kardeşimiz Sâlih,

-Çok Muhterem Kardeşlerim

 

-Devlet Bakanlığı’na!

-Din ve İmana Hâdim (Hizmet edici),Şirk ve küfrü Hadim (Yıkıcı) Pek Aziz kardeşlerim.

-Daimi Hizmetinde Bulunan Risale-i Nur Şakirdleri Tarafından Edilen Bir suale Cevabdır.

-Doğu Üniversitesi hakkında, tahrifçi bir gazeteye cevabdır:

-(Doktorundur)

–(Doktor İbrahimi’in fıkrasıdır)

-(Dereli Hafız Ahmed efendinin çok manidar rüyalı bir fıkrasıdır)

 

-[Ehemmiyetli bir hakikat ve Demokratlarla Üniversite Nurcularının bir hasbihalidir.]

-Ey Üstad;

-Ey Yüce üstad!

-Ey Üstad-ı Muazzam.

-Ey Aziz Üstad,

-Ey Aziz Üstadım!

-Ey Sevgili Üstadımız,Ey Nurların Mahzarı ve Nâşiri! (Vezirzade Küçük Mustafa’nın fıkrasıdır)

-Ey Mübarek Müşfik ve Muazzez Üstadımız Hazretleri.

-Ey benim muhterem Üstadım!

-Ey benim ruh-ı cânım Üstadım Hazretleri! (Babacan Mehmed Ali’nin fıkrasıdır)

-Ey Feyyaz-ı Mutlak ve Vahid-i Ehad olan Cenâb-ı Allah’a giden tarik-i müstakim yolunu gösterip,pek elemli ve pek hatarlı uhrevi hayatımın kurtulmasına sebeb olan üstadım efendim!

-Eyyühel Üstad!

-Eyyühel Üstadü’l Muhterem!(Hulusi Bey’in birinci fıkrasıdır)

-Eyyühel Üstadü’l-Aziz!

-Eyyühe’l Üstadü’s-Said!

-Eyyühe’l Azizin Azizi,Hazret-i Seydanın muhterem tilmizi!

-Eyyühe’l-Üstadü’l-A’zam!

-Efendim!( Vatikan Bayn Başkâtibi)

-Efendim Hazretleri!

-Emin’le Feyzi’nin sordukları bir suale Üstad’dan aldıkları cevab

-(Emin ve Küçük Hüsrev Feyzi’nin bir fıkrasıdır)

-Ehemmiyetli bir hocanın üstad hakkında ziyade hüsn-ü zannını ta’dil etmek münasebetiyle yazılmış,size de faidesi olur diye gönderildi.

-(Ehl-i bid’anın şiddetli hücumuna maruz kalan Süleyman hakkındadır)

-(Ehl-i dünyanın Üstadımız hakkındaki asılsız üç vehimleri münasebetiyle bir kardeşimizin ettiği sualine karşı cevabdır)

 

-Fahrul İslam Üstaz-ı Âzam Bediüzzaman Hazretlerine.

-Fazilet-meâb Üstadım,

-Faziletmeab Üstadım Hazretleri,

 

-Gönüller Fatihi Pek Muhterem ve Mükerrem Üstadımız Hazretleri.

-Gayet kıymetli, fedakâr Nur kahramanı ağabeyimiz Hüsrev Efendi!

-(Galib’in Farisi fıkrası) -(Galib Bey’in Farisi fıkrasının tercümesi)

 

-[Hak ve hakikatın naşiri olan Sebilürreşad’a, halen Halk Partisi namına yapılan yüz cihetle kanunsuz bir muameleyi arzediyoruz:]

-(Hulusi-i sânî ve büyük bir âlim olan Sabri Efendi’nin fıkralarıdır.)

-Hüseyin Avni ve Tahsin Tola ile bir hasbihaldir

-(Hulusi Bey’in fıkrasıdır)

-Hulusi’nin fıkrasıdır)

-(Hulusi Bey’in bir fıkrasıdır)

-(Husrev’in bir fıkrasıdır)(Eğridir’de bir kardaşımıza gönderdiği mektubdandır)

-(Husrev’in fihriste hakkında bir fıkrasıdır)

-(Husrev,Üstadının kendi hakkında hiddetini zannedip,bir mes’eleye dair,müteessiren yazdığı mektubundan bir fıkradır)

-(Husrev’in sözleri yazmağa başladığı zaman yazdığı mektubun fıkrasıdır)

-(Hafız Ali’nin bir fıkrasıdır)(Küçük bir mes’elede,”Gücendin mi?”diye istifsar münasebetiyle yazılmıştır)

-(Hafız Ali’nin dersini ne tarzda anladığını gösteren bir fıkrasıdır)

 

-[İleri Gazetesi’nin 13 Nisan 1957 tarihli nüshasından alınmıştır:]

-(İkinci bir Sabri olan Ali Efendi’nin bir fıkrasıdır)

-(İkinci Sabri ve İkinci Husrev ve Birinci Ali’nin fıkrasıdır)

-(İmamoğlu Hafız Mustafa’nın bir fıkrasıdır)(Bütün Söz ve Mektubat’ın birer mürşid-i kâmil vazifesini gördüklerine dair hatırına gelen bir mektubdur))

-(İnşâallah Kur’an’a büyük hizmet edecek olan Küçük Hâfız Zühdü’nün mektubudur)

-(İspartadaki kardeşlerinin fıkrasındaki davayı isbat eden kuvvetli iki delili gösteriyor)

-Isparta’da bulunan kardeşlerimize.

 

-(Kardeşimin bir fıkrasıdır)

-(Kardaşım Abdulmecid’in fıkrasıdır)(Hulusi Bey’e yazdığı mektubdandır)

-(Keza Hüsrev’in)

-Kıymettar Üstadım!

-Kıymettar Üstadım,Efendim!

-Kuleönü’nde Sarıbıçak Mübarek Mustafa’nın kardeşi Ali’nin fıkrasıdır)(Bulunduğumuz asrın yaralılarından,manevi doktora muhtaç bir gencin fıkrasıdır)

-Kuleönü karyesinden İbişoğlu Mehmed’in bir fıkrasıdır)

– Kuleönü karyesinden elmas kalemli Mustafa’nın kıymettar arkadaşı Hafız Mustafa’nın fıkrasıdır)

-(Küçük Zühdü’nün fıkrasıdır)

-(Küçük Husrev Mehmet Feyzi’nin bir fıkrasıdır)

 

-Lütufkâr ve inayetkâr Üstadım Efendim Hazretleri!

 

-Muhterem Üstadım!

-Muhterem Üstadımız.

-Muhterem Üstadımız Bediüzzaman Said nursi hazretlerine

-Muhterem Üstadım Efendim!

-Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

-Muhterem Efendim.

-Muhterem Efendim,Sevgili Üstadım.

-Muhterem Efendim Hazretleri.

-Muhterem ve çok kıymetli Üstadım Efendim!

-Muhterem Din Kardeşim!

-Muhterem Din Kardeşlerimiz.

-Muhterem,Mübarek,Muazzez,Şefkatli ve Faziletli Üstadımız Efendimiz Hazretlerine.

-Menderes’in Konya Nutkuna Dair Açıklaması

-(Mes’ud’un garip bir fıkrasıdır)

 

-Nasuhizade Şeyh Mehmed efendi’nin fıkrasıdır)

 

-(Osman Nuri’nin bir fıkrasıdır)

 

-Pek Muhterem Kardeşim.

-Pek Muhterem ve Sevgili Üstadım Efendim!

-Pek Sevgili ve Muhterem Üstadım!

-Pek kıymettar ve pek Muhterem Üstadım Efendim Hazretleri!

 

-(Re’fet’in fıkrasıdır)

-(Re’fet Bey’in bir fıkrasıdır)

-(Re’fet Bey ve Husrev gibi Risale-i Nur şakirdlerinin Risale-i Nur bereketine işaret eden buldukları latif bir tevafuktur)

-(Rüştü’nün fıkrasıdır)

-(Rüştü Efendi’nin fıkrasıdır)

-[Risale-i Nur’un faal bir şakirdi olan Ahmed Nazif Çelebi’nin bir istihracı ve bir fıkrasıdır.

-(Risale-i Nurun ehemmiyetli bir şakirdi olan Yusuf’un bir fıkrasıdır)

-(Risale-i Nurun istikbalde ehemmiyetli bir talebesi olan İhsan Sırrı’nın bir fıkrasıdır)

-(Risale-i Nur şakirdlerinden Hilmi ve Çaycı Emin ve Tahsin’in fıkrasıdır.

-(Risale-i Nur şakirdlerinden Emin Ve Feyzi’nin bir Fıkrasıdır.)

-(Risale-i Nur şakirdlerinden Hâfız Tevfik,Mehmet Feyzi,Emin,Hilmi,Kâmil’in bir fıkrasıdır.)

-Risale-i Nur Şakirdleri Tarafından Sorulan Suale Cevabdır.

– Risale-i Nur’un tesvidinde ve tebyizinde çok hizmeti sebkat eden Şamlı Hafız Tevfik’in Risale-i Nur’un hakkaniyetine dair istihraci bir fıkrasıdır)

-Risale-i Nur’un tesvidinde çok hizmeti sebkat eden temiz kalbli,ihlaslı,güzel bir hafız,müdakkik bir hoca olan Hafız halid’in bir fıkrasıdır)

 

-Sayın Adnan Menderes!

-Sevgili Üstadım!

-Sevgili Üstadım Efendim!

-Sevgili Üstadımız, Efendimiz!

-Sevgili Üstadım Efendim Hazretleri!

-Sevgili Üstadım,Muhterem Efendim!

-Sevgili Üstadım,aziz hocam,efendim hazretleri!

-Sevgili ve kıymetli Üstadım, faziletmeab Efendim Hazretleri!

-Sevgili ve kıymettar Üstadım,Efendim!

-Sevgili müşfik Üstadım efendim hazretleri!

-Sahibül İhlas ven Nur vel kemal vel İrşad Mücahidi Ekber Bediüzzaman Hazretleri.

Sevgili,Muhterem Üstadım,Kıymettar Üstadım.

-Sevgili ve Muhterem Üstadım.

-Sevgili ve Muhterem Üstadım Efendim.

– [Seyyid Sâlih’in mektubundan bir parçadır.]

-(Sabri’nin fıkrasıdır)

-(Sabri efendinin bir fıkrasıdır)

-(Saatçı Lütfi Efendi’nin fıkrasıdır)

-(Sözler hakkında Murad Efendi’nin fıkrasıdır)

-(Sözleri müştakların ellerine yetiştiren kardaşım Bekir Ağa’nın fıkrasıdır)

-(Süleyman Efendi,Mustafa Çavuş ve Bekir Bey’in bir fıkrasıdır)(Isparta’daki kardeşlerimizin fıkrasındaki davayı isbat eden kuvvetli iki delili gösteriyor)

 

-(Şu fıkra kardeşim Abdülmecid’indir)

-(Şu fıkra Şamlı Hâfız Tevfik’indir)

-(Şu fıkra, hakikî ve birinci bir kardeşimiz olan Hakkı Efendi’nindir)

-(Şu fıkra ikinci bir Sabri olan Hâfız Ali’nindir)

-(Şu fıkra mühim bir talebe olan Seyyid Şefik’indir)

-(Şu fıkra Hulusi’nindir)

-(Şu fıkra Hüsrev’in mektubundandır)

-(Şu fıkra Re’fet Bey’in mektubudur)

-(Şu fıkra dahi Sabri Efendi’nin mektubudur)

-(Şu iki fıkra Hüsrev’indir)

-(Şu fıkra Hâfız Zühdü’nündür)

-(Şu fıkra Doktorundur)

-(Şu fıkra aklen Hulusi,kalben Sabri,vicdanen Hüsrev hükmünde olan Re’fet Bey’in mektubudur)

-(Şu fıkra Mes’us Efendi’nindir)

 

-Tarikat hakkında olan Telvihat-ı Tis’a münasebetiyle yazılmış

 

-Üstad-ı Âlişânım Efendim!

-Üstad-ı Âlişânım Efendim Hazretleri!

– Üstad-ı Ekremim!

-Üstad-ı Ekremim Efendim Hazretleri!

-Üstad-ı Muhteremim Efendim!

-Üstad-ı Âzam Efendim Hazretleri

-Üstad-ı A’zamım Efendim!

-[Üstadımızın tebrik telgrafına Reis-i Cumhur Celal Bayar’ın telgrafla verdiği cevabdır.]Bediüzzaman Said Nursî/Emirdağ

-Üstadım!

-Üstadım Efendim!

-Üstadım Efendim Hazretleri!

-Üstadımız diyor ki:

-Üstadımız Said Nursî diyor ki:

-[Üstadımızın köylerde dolaştığına dair çıkarılan uydurma habere karşı bir cevabdır; mûcib-i merak hiçbir şey yoktur.]

-(Ümmi fakat allâmelerin işini gören ve esrar-ı Kur’aniyeye karşı Isparta’nın intibahına sebeb olan, âhiret kardeşim Âdilcevaz’lı Bekir Ağa’nın Sözler hakkındaki ihtisasatıdır.)

-(Üç cesedli bir ruhun bir fıkrasıdır)(Yani:Hâfız Ali,Sabri,Sarıbıçak Ali)

-Üçüncü Medrese-i  Yusufiyenin Elhüccetü’z-Zehra ve Zühret-ün Nur olan Tek Dersini Dinleyen Nur Şakirdleri namına.

 

-Vâkıf-ı esrâr-ı Sübhân,Ferîd-i Bediüzzaman,Esseyyid Saidi’l-Kürdi Hazretleri!Huzûr-u sâmîsine,Esselâmü aleyküm ey mürşîd-i kâmil!

-(Vezirzade Mustafa’nın fıkrasıdır)

 

-(Yeni mühim bir kardeşimiz Müftü Ahmet feyzi Efendi’nin fıkrasıdır)

-(Yine Sabri’nin)

-(Yine şu fıkra Sabri’nindir)

-(Yine Hakkı Efendi’nindir)

 

-(Zekâi’nin fıkrasıdır)

-(Zeki’nin fıkrasıdır)

 

 

 

                                               KERAMETLER

 

-Mustafa Paşa ile bir gün at yarışına çıkarlar. Fakat kasdî olarak Mustafa Paşa gayet serkeş ve talimsiz ve hiç binilmemiş bir at hazırlanmasını emreder. Molla Saide binmek için verir. (Allahu a’lem, attan düşüp ölmesini istemiş.) On altı yaşında bulunan Molla Said, serkeş atı biraz dolaştırdıktan sonra koşturmayı arzu eder. At, onun verdiği istikametden çıkarak başka bir istikamete doğru koşar. Var kuvvetiyle durdurmak ister ise de muvaffak olamaz. Nihayet çocukların bulunduğu yere gider. Cezîre ağalarından birisinin oğlu yol üstünde iken hayvan iki ayağını kaldırıp çocuğun omuzları arasına vurunca çocuk yere düşerek hayvanın ayakları altında çırpınmaya başlar. Nihayet etrafdan imdada ulaşırlar. Çocuğu hareketsiz ölü suretinde görünce Molla Saidi öldürmek isterler. Ağanın hizmetçileri hançerlerini çekince, Molla Said hemen rovelverine el atar ve adamlara hitaben:

            – Hakikata bakılırsa, çocuğu Allah öldürmüş; zâhire bakılırsa, at öldürmüş; sebebe bakılırsa, Kel Mustafa öldürmüş, çünki bu atı bana o verdi. Durunuz, ben gelip çocuğa bakayım, ölmüş ise sonra muharebe edelim, diyerek atdan inerek çocuğu kucaklar; çocukta hareket görmeyince soğuk suyun içine batırıp çıkarır. Çocuk gülerek gözünü açar. Bunun üzerine bütün ahali mütehayyir kalırlar. Bu acib vak’a üzerine bir müddet Cezire’de kaldıktan sonra, talebesi Molla Salih ile bedevî arabların meskeni olan Biroya giderler. Orada biraz kalınca tekrar Mustafa Paşa’nın eskisi gibi zulme başladığını işitir, yanına gider ve ona nasihat eder, tehdit eder. Bir gün bir münakaşa arasında Mustafa Paşaya:

            – Yine mi zulme başladın, seni Hak namına öldüreceğim! tehdidinde bulunur. Paşa’nın kâtibi ortaya atılır.

O sırada Molla Said, Mustafa Paşayı zulmünden dolayı çok tahkir eder.

            Paşa bu tahkire tahammül edemiyerek, öldürmek için üzerine hücum eder; fakat Mîran ağaları zabtederler. Nihayet Mustafa Paşanın oğlu Abdülkerim Molla Saide yaklaşarak:

            – Onun akidesi yanlıştır; rica ederim, şimdilik buradan başka yere teşrif ediniz, der.

            Abdülkerimin sözünü kırmaz, yalnız olarak, bedevilerin meskeni olan Biro Çölüne doğru hareket eder. Yolda bedevî eşkiyalarına tesadüf eder. Bedevilerin silâhları mızrak ve Molla Saidin silâhı mavzer olduğundan, eşkiyalara doğru kurşun atmaya başlar, eşkiyalar çekilirler. Yoluna devam ederken ikinci çeteye tesadüf eder. Bu defa eşkiyalar çok olduğundan etrafını çevirirler. Kendisini öldürecekleri sırada içlerinden birisi tanıyarak:

            – Ben bunu Mîran aşiretinin içinde gördüm. Bu meşhur bir adamdır deyince, derhal bedeviler çekilerek kusurlarının af buyrulmasını dilerler. Ve korkulu olan yerlerde kendilerine muhafızlık yapmak istemişlerse de Molla Said reddedip, yalnız olarak yoluna devam eder. Birkaç gün sonra Mardine gelir. Mardin uleması muarazaya kalkışırlarsa da muvaffak olamazlar, evlâtları yaşında olan genç Saidde harika bir şekildeki ilmî kudreti görünce kendilerine üstad kabul ederler.”[3]

 

-İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin’de başlamıştır. Bunun üzerine bir mutasarrıfın pençe-i kahriyle, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlise nefyedildi. Jandarmalarla yolda giderken namaz vakti gelir. Namaz kılmak için, kayıdların açılmasını jandarmalara ihtar eder. Jandarmalar kabul etmeyince, demir kayıdları bir mendil gibi açarak önlerine atar, jandarmalar, bu hali keramet addedip hayretler içinde kalırlar. Teslimiyetle, rica ve istirham ile:

– Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra hizmetçiniziz! derler (*).

(*) Bir gün Bediüzzamana soruldu:

            – Kaydı nasıl açtın?

            Dedi:

            – Ben de bilmem. Fakat, olsa olsa namazın kerametidir.”[4]

-İki minare yükseklikteki Van kalesinden aşağı düştüğü halde,zahiri duruma göre kurtulması mümkün değilken,izni ilahi ile kendisine bir şey olmamıştır.

-Harpte kurşunların isabet etmesine aldırmadan İşarat-ül İ’caz adlı tefsirini yazmıştır.

-Bediüzzaman’ı üserâ kampına götürürler. Burada şu şekilde şayan-ı takdir bir hâdise cereyan eder. Şöyle ki:

            Bir gün Rus Başkumandanı esirleri teftişe gelir. Teftiş esnasında, Bediüzzaman kumandana selâm vermez ve yerinden kalkmaz. Kumandan kızar, belki tanımamıştır diyerek tekrar önünden geçtiği zaman yine yerinden kalkmayınca, kumandan tercüman vasıtasiyle der:

            – Beni herhalde tanımadılar?

            Bediüzzaman:

– Tanıyorum, Nikola Nikolaviç’tir.

            Kumandan:

            – Şu halde Rus ordusuna, dolayısiyle Rus Çarına hakaret ediyorlar.

            Bediüzzaman:

            – Hakaret etmedim. Ben bir Müslüman âlimiyim. İmanlı bir kimse, Cenab-ı Hakkı tanımayan bir adamdan üstündür. Binaenaleyh, ben sana kıyam etmem, der.

            Bunun üzerine Bediüzzaman divan-ı harbe verilir. Birkaç zabit arkadaşı, hemen özür dileyerek vahîm neticenin önlenmesine çalışmasını istirham ederler.

            Fakat Bediüzzaman:

            – Bunların idam kararı, benim ebedî âleme seyahat etmem için bir pasaport hükmündedir, deyip kemal-i izzet ve şecaatle hiç ehemmiyet vermez.

            Nihayet idamına karar verilir. Hüküm infaz edileceği vakit, namaz kılmak için müsaade ister; vazife-i diniyesini ifadan sonra, atılacak kurşunlara göğsünü gereceğini beyan eder. Tam bu esnada, namazını eda ederken, Rus kumandanı gelerek, Bediüzzaman’dan özür dileyip:

            – O hareketinizin, mukaddesatınıza olan bağlılıktan ileri geldiğine kanaat getirdim, rica ederim, beni affediniz. Diyerek verilen idam hükmünü geri aldırır.”[5]

“Nihayet menhus Otuzbir Mart hâdisesi meydana gelir. Şeriat isteyen ve o hâdisede ismi karışan on beş kadar hoca idam edilir. Bediüzzaman, onlar mahkeme binasının bahçesinde asılı durdukları ve kendisi de pencereden onları gördüğü bir halde muhakeme olunur. Mahkeme reisi Hurşid Paşa sorar:

            – Sen de şeriat istemişsin?…

            Bediüzzaman cevap verir:

            – Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat, ihtilâlcilerin isteyişi gibi değil!

            Bediüzzaman’ın divan-ı harbdeki bu kahramanca müdafaası, o zaman iki defa tabedilip neşredilmiştir. O dehşetli mahkemeden idamını beklerken beraet etmiş ve mahkemeye teşekkür etmeyerek, yolda Bayezid’den tâ Sultanahmet’e kadar arkasında kalabalık bir halk kütlesi mevcut olduğu halde: “Zalimler için yaşasın Cehennem! Zalimler için yaşasın Cehennem!” nidalariyle ilerlemiştir.”[6]

 

-Bediüzzaman hapiste iken, bir gün, o zamanın Eskişehir müddeiumumîsi

Üstadı çarşıda görür. Hayret ve taaccüple ve vazifesine son vereceği ihtariyle, hapishane müdürüne:

            – Ne için Bediüzzamanı çarşıya çıkardınız? Şimdi çarşıda gördüm, der. Müdür de :

            – Hayır efendim. Bediüzzaman hapishanede, hattâ tecrittedir; bakınız, diye cevap verir.

            Bakarlar ki, Üstad yerindedir. Bu hârika vakıa adliyede şayi olur. Hâkimler, “Bu hale akıl erdiremiyoruz” diye birbirlerine naklederler. (Hâşiye).

(Hâşiye): Aynen bunun gibi bir vakıa da, Bediüzzaman Denizli hapsinde iken olmuştur. Üstadı, halk, iki-üç defa muhtelif camilerde sabah namazında görür. Savcı işitir. Hapishane müdürüne pürhiddet:

            – Bediüzzamanı sabah namazında dışarıya, camiye çıkarmışsınız, der. Tahkikat yapar ki, Üstad hapishaneden dışarı kat’iyyen çıkarılmamış.

            Eskişehir hapishanesinde iken de; bir Cuma günü, hapishane müdürü, kâtip ile otururken bir ses duyuyor:

            – Müdür bey! Müdür bey!

            Müdür bakıyor. Bediüzzaman yüksek bir sesle:

            – Benim mutlaka bugün Ak Camide bulunmam lâzım.

            Müdür:

            – Peki Efendi Hazretleri, diye cevap veriyor. Kendi kendine: “Herhalde, Hoca Efendi kendisinin hapiste olduğunu ve dışarıya çıkamıyacağını bilemiyor” diye söylenir ve odasına çekilir. Öğle vakti; Bediüzzaman’ın gönlünü alayım, Ak Camiye gidemiyeceğini izah edeyim düşüncesiyle Üstadın koğuşuna gider. Koğuş penceresinden bakar ki, Bediüzzaman içeride yok! Hemen jandarmaya sorar, “İçeride idi, hem kapı kilitli” cevabını alır. Derhal camiye koşar. Bediüzzaman’ın ileride, birinci safda, sağ tarafta namaz kıldığını görür. Namazın sonlarında Bediüzzamanı yerinde göremeyip, hemen hapishaneye döner; Hazret-i Üstadın; “ALLAHÜ EKBER” diyerek secdeye kapandığını hayretler içerisinde görür. (Bu hadiseyi bizzat o zamanki hapishane müdürü anlatmıştır.)”[7]

 

-Yemek konusunda da bir çok kerametlere mahzar olmuştur.Ve tam bir ikramı ilahi ile yaşamaktadır.

-Süleyman isminde bir misafirime, katran ağacı başında koca bir ekmek hârika bir tarzda gösterilmiş. İki gün ikimiz, o hediye-i gaybîden yedik.”[8]

 

-Kardeşlerim! Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”[9]

 

-Bunca hayatındaki yüzlerce kerametlrin görülmesine rağmen yazılmasını istememiş ve bahsetmemiştir.Son Şahitler adlı eserde yüzlercesine rastlanmaktadır.

 

 

 

 

                                               FETVALAR

 

-“Bu senin eski medrese arkadaşların olan başta Ahmed Hamdi gibi zâtlar, dehşetli ve şiddetli bir tahribata karşı “ehven-üş şer” düsturuyla mümkün olduğu kadar bir derece bir kısım vazife-i ilmiyeyi, mukaddesatın muhafazasına sarfedip, tehlikeyi dörtten bire indirmeleri, onların mecburiyetle bazı noksanlarına ve kusurlarına inşâallah keffaret olur” diye kalbime şiddetli ihtar edildi.”[10]

 

-Rü’ya-yı sadıkada ervah-ı habise ve şeytan, peygamber suretinde temessül edemez.[11]

-Öşür,şer’i zekattır.Zekât ise,müstahaklaradır.

 

-Kur’an-ı hızlı okumak bir hürmetsizliktir.[12]

 

-Kur’an hakaıkının hıfzı,lafzının hıfzından önce ve önde gelir ve lüzumu daha çoktur.

 

-Zalimden para alınmaz.[13]

-Herşeyi şeriat mizanlarıyla muvazene etmeli.

 

-Haksız yere öldürülen iki şehit sevabı kazanır.

 

-Sağlam dindar,hakperest ulül emre itaat farzdır.[14]

 

-Hukukta şah ve geda birdir.

 

-Sevad-ı Âzama tabi olmalı.

 

-Önceden İslamın istiklaliyeti ve bekası için farzı kifaye olan cihad,bu zamanda farzı ayin hükmüne geçmiştir.

 

-Hukukullah hukuku ibadı da tazammun etmektedir.

 

-Meclis manevi şahsiyetiyle saltanat manasını deruhte edebildiği gibi,islami şeairi imtisal etmekle de hilafet manasını dahi vekaleten deruhte edebilir.

 

-Risale-i Nur bütün hakaıkta bir üstadı küldür.[15]

 

-Eğer hakim,şahsi hiddet edip bir katili katletse o hakim katil olur.[16]

 

-Bir kanunu reddetmek başkadır ve o kanunla amel etmemek bütün bütün başkadır.Birinin cezası külli ise,diğerinin cüz’idir.[17]

 

-Hakaik-ı imaniye ve esasatı Kur’aniye,resmi bir şekilde ve ücret mukabilinde dünya muamelatı suretine sokulmaz.[18]

-Münafık kâfirden eşedir.

-Namazdan sonraki tesbihatlar,Tarikat-ı Muhammediyedir(ASM) ve velayet-i Ahmediyenin (ASM) bir evradıdır.

 

-Hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için,zaruret derecesinde olmak şartıyla,bazı âhiret işlerine geçici olarak tercih edilmesine ruhsatı şer’iyye var.Fakat yalnız bir ihtiyaca binaen,helakete sebebiyet vermiyen bir zarara göre tercih edilmez,ruhsat yoktur.[19]

 

-Musibetlerde (Felaket-Sefalet-Açlık) kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor.

 

-Musibet-i semâviyeden, zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun, şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâma bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve mâdem âhir zamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan Hazret-i İsa’ya mensub Hristiyanların mazlumlarının çektikleri felâket, onlar hakkında bir nevi şehâdettir denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar; elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber yüz derece onlara kârdır…

-Eğer o felâketi gören, zâlimler ise ve beşerin perişaniyetini ihzar eden gaddarlar ve kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgâm, alçak insî şeytanlar ise, tam müstehak ve tam adalet-i Rabbaniye’dir.

-Eğer o felâketi çekenler; mazlumların imdadına koşanlar ve istirahat-ı beşeriye için ve esasât-ı diniyeyi ve mukaddesat-ı semâviyeyi ve hukuk-u insaniyeyi muhafaza için mücadele edenler ise elbette o fedakârlığın mânevî ve uhrevî neticesi o kadar büyükdür, o musibeti onlar hakkında medar-ı şeref yapar, sevdirir.[20]

 

-Haramın terki vacibtir.

 

-Her zaman def’-i şer, celb-i nef’a racih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, bu takvâ olan def’-i mefasid ve terk-i kebâir üssül-esas olup, büyük bir rüçhaniyet kesbetmiş. Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur. Böyle kebair-i azîme içinde amel-i salihin ihlâsla muvaffakiyeti pek azdır. Hem az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir. Hem takva içinde bir nevi a’mel-i salih var. Çünki bir haramın terki, vâcibdir; bir vâcibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Böyle zamanlarda -binler günahın tehacümünde- bir tek içtinab az bir amelle yüzer günah terkinde, yüzer vâcib işlenmiş olur.[21]

 

-İki veli, iki ehl-i hakikat birbirini inkâr etmekle makamlarından sukut etmezler. Meğer bütün bütün zahir-i şeriata muhalif ve hatası zahir bir içtihad ile hareket edilmiş ola.[22]

 

-Tekellüf,şer’an ve hikmeten fenadır.

 

-Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakta…[23]

 

-Cennet cin ve insana hazırlanmıştır.

 

-Dînî farzlarını yerine getirmek suretiyle dünyevî çalışmaların da bir ibadet hükmüne geçtiğine dair Üstadımızın yanına gelenlere verdiği derslerden bir kaç nümune:

            1- Üstadımız Bediüzzaman Hazretleri ile birlikte, bir gün, Eskişehir’deki Yıldız Otelinde bulunuyorduk. Şeker Fabrikasından yanına gelen bir kaç işçi ve ustabaşına kısaca dedi:

            “Siz farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer. Çünki, milletin zarurî ihtiyacını temin eden mübarek bir hizmette bulunuyorsunuz.”

            2- Yine bir gün, Eğridir yolu altında oturmuş Rehber’i okuyorduk. Tren yolunda çalışan birisi geldi. Ve Üstad, ona da aynı şekilde: Feraizi eda edip, kebairden çekilmek şartıyle; bütün çalışmalarının ibadet olduğunu, çünki: On saatlik bir yolu bir saatte kestirmeğe vesîle olan tren yolunda çalıştığından mü’minlere, insanlara olan bu hizmetin boşa gitmiyeceğini, ebedî hayatında sevincine medar olacağını ifade etmiştir.

            3- Yine bir gün vaktiyle Eskişehir’de, tayyareciler ve subaylar ve askerlere de aynen şu dersi vermişti: “Bu tayyareler, bir gün İslâmiyete büyük hizmet edecekler. Farz namazlarınızı kılsanız, kılamadığınız zaman kaza etseniz asker olduğunuz için her bir saatınız, on saat ibadet; hususan hava askeri olanların bir saati, otuz saat ibadet sevabını kazandırır. Yeter ki kalbinde îman nuru bulunsun ve îmanın lâzımı olan namazı îfa etsin.

            4- Hem Barla, hem Isparta, hem Emirdağ’da çobanlara derdi: “Bu hayvanlara bakmak, büyük bir ibadettir. Hattâ, bazı Peygamberler de çobanlık yapmışlar. Yalnız, siz farz namazınızı kılınız, tâ hizmetiniz Allah için olsun.”

            5- Yine bir gün, Eğridir’de, elektrik santralının inşasında çalışan amele ve ustaya: “Bu elektriğin umum millete büyük menfaati var. O umumî menfaattan hissedar olabilmeniz için, farzınızı kılınız… O zaman bütün sa’yiniz, uhrevî bir ticaret ve ibadet hükmüne geçer.” demiştir.Bu neviden onbinler misaller var.[24]

 

-Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakâr olmaz;cezaya müstahak olmaz.

-Cihad-ı dinîde olsa, kâfirlerin çoluk-çocuklarının vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar, onları kendi mülküne dâhil edebilir. Fakat İslâm dairesinde birisi dinsiz olsa; çoluk-çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez, hukukuna müdahale edilmez. Çünki o masumlar, İslâmiyet rabıtasıyla dinsiz pederine değil, belki İslâmiyet’le ve cemaat-ı İslâmiye ile bağlıdır. Fakat kâfirin çocukları, gerçi ehl-i necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tâbi’ ve alâkadar olmasından, cihad darbesinde o masumlar memluk ve esir olabilirler.[25]

 

-Haccac-ı Zalim, Yezid ve Velid gibi heriflere İlm-i Kelâm’ın büyük allâmesi olan Sa’deddin-i Taftazanî, “Yezid’e lanet caizdir” demiş; fakat “Lanet vâcibdir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünki hem Kur’anı, hem peygamberi, hem bütün sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lanet etmese, hiçbir zararı yok. Çünki zemm ve lanet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i sâlihte dâhil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena…[26]

 

-Ehl-i Sünnet’in ve İlm-i Kelâm’ın azîm imamlarından meşhur Sa’deddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif-i Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet Velcemaat’in allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tövbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lanet edilmez. Belki

 “Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.”gibi umumî bir ünvan ile lanet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur.” diye Sa’deddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.[27]

 

-Büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.

 

-Güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de yağmursuzluk, kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve neticesi, emir ve rıza-i İlahîdir; faidesi, uhrevîdir. Eğer namazdan, ibadetten dünyevî maksadlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur. Meselâ: Akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için kılınmaz.[28]

 

-Sakal bir sünnettir.

 

-Birinci Sualiniz: Eğer Kur’an okunurken, namazın, tesbihatın tetimmesi ise, kıbleye karşı duranlar vaziyetlerini bozmamak evlâdır. Yalnız müezzinin önündeki adam arkasını çevirsin, yahut çekilsin. Eğer Kur’an müstakil olarak okunursa, okuyana karşı teveccüh etmek evlâdır. Hem cihat-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla

dinleyen adam kıbleye karşı teveccüh etse ve cismanî kulağıyla dinleyen adam, okuyana karşı teveccüh etse evlâdır.

İkinci Sualiniz: Cemaatin iştiyakına ve okuyanın niyetine göre efdaliyet tahavvül eder. (Haşiye). (Haşiye): İkinci Sual: Sabah ve akşam namazlarından sonra Sure-i Haşr’in sonunda

“Hüvallâhüllezî”den başlamak sünnet iken,

“Lâ yestevî”den başlanması efdaliyeti terk olur mu?

Üçüncü Sualiniz: Üç İhlas bir Fatiha muhtasar bir hatim hükmünde olduğundan, ona vakit tahdid edilmez. Her vakitte gayet müstahsendir.

Dördüncü Sualiniz:

  “Allah’ım selâm Sensin; selâmet de ancak Sendendir. Mübâreksin, ey Celâl ve İkrâm Sahibi!” Müslim, Mesâcid: 135, 136; Ebû Dâvud, Vitr: 25, 27; Tirmizî, Salât: 108; Nesâî, Sehv: 81, 82; İbn-i Mâce, İkâme: 32; Dârimî, Salât: 88; Müsned: 5:275, 280, 6:62, 184, 235.”

kelâmını değil yalnız müezzin, her bir musallî her bir namazın selâmından sonra söylemesi Şafiîce sünnettir. Hanefîce dahi müezzin için her namazda sünnet olması gerektir.”[29]

 

-Sual: Salavatın bu kadar kesretle hikmeti ve salâtla beraber selâmı zikretmenin sırrı nedir?

            Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a salavat getirmek, tek başıyla bir tarîk-ı hakikattır. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm nihayet derecede rahmete mazhar olduğu halde, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir. Çünki Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bütün ümmetin dertleriyle alâkadar ve saadetleriyle nasibedardır. Nihayetsiz istikbalde ebed-ül âbâdda nihayetsiz ahvale maruz ümmetin bütün saadetleriyle alâkadarlığının ihtiyacındandır ki, nihayetsiz salavata ihtiyaç göstermiştir.”[30]

 

-(Dişlerin kaplanması hakkındaki suale cevab)

            1932 tarihli sualinize şimdilik etrafıyla cevab veremiyorum. Fakat bu mes’ele ile münasebetdar bir-iki mes’ele-i şeriatı icmalen yazıyorum. Şöyle ki:

            Abdest vaktinde ağzı yıkamak farz değil sünnettir. Fakat gusül hengâmında ağzını yıkamak farzdır. Az bir şey de yıkanmadık kalsa olmaz, zarardır. Onun için dişleri kaplama lehinde ülemalar fetva vermeye cesaret edemiyorlar. İmam-ı A’zam ile İmam-ı Muhammed (Radıyallahü anhüma) gümüş ve altundan dişlerin yapılmasına fetvaları, sabit kaplama hakkında olmamak gerektir. Halbuki bu diş mes’elesi umum-ül belva suretinde o derece intişarı var ki, ref’i kabil değil. Ümmeti bu belva-yı azîmeden kurtarmak çaresini düşündüm, birden kalbime bu nokta geldi. Haddim ve hakkım değil ki ehl-i içtihadın vazifesine karışayım, fakat bu umum-ül belva zaruretine karşı, fetvalara tarafdar olmadığım halde diyorum ki:

Eğer mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen kaplama sureti olsa, altındaki diş ağzın zahirîsinden çıkar, bâtın hükmüne geçer. Gusülde yıkanmaması guslü ibtal etmez. Çünki üstündeki kaplama yıkanıyor, onun yerine geçiyor. Evet cerihaların üstündeki sargıların zarar için kaldırılmadığından ceriha yerine yıkanması, şer’an o yaranın gasli yerine geçtiği gibi; böyle ihtiyaca binaen sabit kaplamanın yıkanması dahi dişin yıkanması yerine geçer, guslü ibtal etmez.

M

  “Gerçek Allah katındadır. Ancak O bilir.” Madem ihtiyaca binaen bu ruhsat oluyor. Elbette yalnız süs için, ihtiyaçsız dişleri kaplamak veya doldurmak bu ruhsattan istifade edemez. Çünki hattâ zaruret derecesine geldikten sonra böyle umum-ül belvada eğer bilerek sû’-i ihtiyarıyla olsa, o zaruret ibaheye sebebiyet vermez. Eğer bilmeyerek olmuş ise, zaruret için elbette cevaz var.”[31]

 

– Kebair çoktur, fakat ekber-ül kebair ve mubikat-ı seb’a tabir edilen günahlar yedidir: “Katl, zina, şarab, ukuk-u vâlideyn (yani kat’-ı sıla-yı rahm), kumar, yalancı şehadetlik, dine zarar verecek bid’alara tarafdar olmak”tır.”[32]

 

-Mülteka Şerhi Damad’ın ve Merak-ul Felah ikisi demişler: İki Ramazan için bir keffaret kâfidir. Müteaddid vakıalara bir keffaret kifayet eder. Çünki tedahül vardır. Ve hüve’s-sahîh demişler. Hakikat nokta-i nazarında bu mes’elede azimet var, ruhsat var. Azimet hali, kuvveti müsaid ise, her Ramazan için ayrı bir keffaret var. Fakat ruhsat ciheti, tedahül sırrına binaen müteaddid Ramazan için bir keffaret farz, ayrı ayrı keffaret müstehab derecesinde kalır. Bu keffarette mana-yı ukubetle mana-yı ibadet ikisi dahi münderic olduğu için, hem kerhen icbar edilmeyecek, hem tedahül eder.”[33]

 

-Ruhsat-ı şer’iye olan kasr-ı namaz ve takdim te’hir, vesait-i nakliye bir kararda olmadığı için onlara bina edilmez. Belki kaide-i şer’iye olan kasr-ı namaz, sabit olan mesafeye bina edilebilir.

            Eğer denilse ki: Tayyare ile ve şimendifer ile bir saatte giden zahmet çekmiyor ki, ruhsata müstehak olsun.

            Elcevab: Tayyare ve şimendiferde abdest alıp, vaktinde namazını kılmak, yayan serbest gidenlerden daha ziyade müşkilât bulunduğu için, ruhsata sebebiyet verir.”[34]

 

-”Üç günden fazla bir mü’min diğer bir mü’mine küsmemek”İslâmiyet emrediyor.

 

-Her hasenenin sevabı başka vakitte on ise, Receb-i Şerifte yüzden geçer, Şaban-ı Muazzamda üçyüzden ziyade ve Ramazan-ı Mübarekte bine çıkar ve cuma gecelerinde binlere ve Leyle-i Kadir’de otuzbine çıkar.”[35]

 

 

                                                                                              Mehmet ÖZÇELİK

                                                                                                    16-08-2003

 

[1] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.7

[2] sikke-i Tasdik-i Gaybi.9-10.

[3] Tarihçe-i Hayat.42-43.

[4] Tarihçe-i Hayat.43-44.

[5] Tarihçe-i Hayat.114-115.

[6] Tarihçe-i Hayat.60.

[7] Tarihçe-i Hayat.216-216.

[8] Mektubat.357.

[9] Emirdağ Lahikası.1/141.

[10] Emirdağ Lahikası.2/10.

[11] Emirdağ Lahikası.2/156.

[12] Tarihçe-i Hayat.43

[13] Tarihçe-i Hayat.46.

[14] Tarihçe-i Hayat.65.

[15] Tarihçe-i Hayat.148.

[16] Tarihçe-i Hayat.203.

[17] Tarihçe-i Hayat.209.

[18] Tarihçe-i Hayat.241.

[19] Tarihçe-i Hayat.258.

[20] Tarihçe-i Hayat.296-297.

[21] Tarihçe-i Hayat.303.

[22] Kastamonu Lahikası.195.

[23] Şualar.55.

[24] Tarihçe-i Hayat.466.

[25] Emirdağ Lahikası.1/39-40.

[26] Emirdağ Lahikası.1/205.

[27] Emirdağ Lahikası.1/206.

[28] Emirdağ Lahikası.1/32.

[29] Barla Lahikası.251-252.

[30] Barla Lahikası.270.

[31] Barla Lahikası.277-278.

[32] Barla Lahikası.335.

[33] Barla Lahikası.351-352.

[34] Barla Lahikası.383.

[35] Şualar.494.




RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ

                  RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ

                             USUL – METOD – MODEL -TARZ

             Her zamanın bir hükmü vardır.O hükme uygun harekette bulunulurken,asla da sadık kalınması gerekmektedir.Buna istinadendir ki;”Her asır başında Hadîsce geleceği tebşir edilen dînin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebi’dirler. Yâni, kendilerinden ve yeniden birşey ihdâs etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esâsat ve ahkâm-ı dîniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (A.S.M.) harfiyyen ittiba’ yoluyla dîni takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve ibtal ve dîne vâki tecavüzleri red ve imhâ ve evâmir-i Rabbaniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak, tavr-ı esâsîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni îzah tarzlariyle zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-yı vazife ederler.”[1]

            Kendi usullerini de diğer insanlardan farklı olarak belirlerler.Nitekim;”Üstad, bu yüksek iktisadçılık kudretini sırf yemek, içmek, giymek gibi basit şeylerle değil; bilâkis fikir, zihin, istidad, kabiliyet, vakit, zaman, nefis ve nefes gibi mânevî ve mücerred kıymetlerin israf ve heder edilmemesi ile ölçen bir dâhîdir. Ve bütün ömrü boyunca bir karakter halinde takip ettiği bu titiz muhasebe ve murakabe usulünü, bütün talebelerine de telkin etmiştir. Binaenaleyh bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.”[2]

            Bu amaçla;”Maksadı ise, esasen kendisinde fıtraten mevcud bulunan icad ve teceddüd fikrini medrese usullerinde göstermek ve bir teceddüd vücuda getirmek (Hâşiye) ve bir sürü hâşiye ve şerhlerle vakit zâyi etmemekti. Bu suretle, alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.”[3]

            Nitekim;”Bediüzzaman, Van’da bulunduğu müddet zarfında, o zamana kadar edindiği fikir ve mütalâalar ve ilmî ve dinî tedris usullerini görmek ile, ve zamanın ihtiyac-ı zarurîlerini nazar-ı itibara almakla kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad eder. Bu da, hakaik-i diniyeyi asrın fehmine uygun en yeni izah ve beyan tarzlariyle isbat etmek suretiyle talebelerini tenvir etmektir.”[4]

            Tarz ve usulün farklılığına gerekçe olarak;”- Yalnız; sen, medrese usuliyle, sırf İslâmiyet noktasında gidiyorsun; halbuki şimdi garblılara benzemek lâzım.

            Bediüzzaman:

            – O Vilâyât-ı Şarkiye, Âlem-i İslâmın bir nevi merkezi hükmündedir; fünun-u cedide yanında, ulûm-u diniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü: Ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki; Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilâyetlerde sırf fünun-u cedide okuttursanız da, Şarkta her halde; millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u diniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan müslümanlar, Türke hakikî kardeşliğini hissedemiyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız.”[5]

            Menfi uygulamaların farklı olması,ona karşı sürdürülecek taktiklerin de farklı olmasını gerektirmektedir.

            “Evet; dinsizliğin hükümferma olduğu o dehşetli devirde, ehl-i din, terzil edilmeye çalışılıyordu. Hattâ Kur’anı dahi tamamen kaldırmak ve Rusyadaki gibi dinî akideleri tamamen imha etmek düşünülmüş; fakat millet-i İslâmiyece bir aksülameli netice verebilmesi ihtimali ileri sürülünce bundan vazgeçilmiş, yalnız şu karar alınmışdı: “Mekteblerde yaptıracağımız yeni öğretim usulleriyle yetişecek gençlik, Kur’anı ortadan kaldıracak ve bu suretle milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilecek!” Bütün bu dehşet-engiz plânları çeviren o müthiş fitnenin menbaları, şimdiki dinî inkişafın muarızı ve düşmanları olan haricî dinsiz cereyanların reisleri ve adamları idi. Evet; Türk milleti içerisinde meydana getirilen o dehşetli hadisatın iç yüzünü, tafsilâtını, istikbalin hakikat-perest tarihçilerine, ve bunları, şimdi demokrat idaredeki serbestiyetle bir derece neşretmekte olan İslâm-Türk muharrirlerine havâle ediyoruz. Bizim vazifemiz, yalnız ve yalnız hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye ile meşgul olmakdır. Biz yalnız ve yalnız iman ve İslâmiyet cereyanındayız.”[6]

            Devletler kanun ve usulle ayakta dururlar.”Evet, her bir hükûmetin bir kanunu, bir usulü var, o kanuna göre ceza verilir.”[7]

            İnsanları bir noktada birleştiren usul ve esaslardır.”Evet, istidatları ve meslekleri muhtelif olduğu halde usul ve erkân-ı îmâniyede onların müttefikan ittifakları ve herbirisinin kuvvetli ve yakînî bürhanlarına istinadları öyle bir hüccettir ki; onların mecmuu kadar bir zekâvet ve dirayet sahibi olmak ve bürhanlarının umumu kadar bir bürhan bulmak mümkin ise karşılarına ancak öyle çıkılabilir. Yoksa o münkirler, yalnız cehalet ve echeliyet ve inkâr ve isbat olunmıyan menfî mes’elelerde inad ve göz kapamak suretiyle karşılarına çıkabilirler. -Gözünü kapayan, yalnız kendine gündüzü gece yapar.-“[8]

            Din bir usul üzerine tesis ve edilmiş ve o usul üzerine hareket etmektedir.Alimleri de o usuldeki mizan üzerine ölçer ve hareket ederler.[9]

            Aslı olmayan usuller cüz-i ve ferdi kalarak umumu ve umumunun değerleri dışlar.” Eğer siz hamiyetperver, milliyetperver adamlar gibi, şimdiye kadar cereyan eden ve medeniyet hesabına mukaddesatı çiğneyen usulleri muhafazaya çalışıp, üç-dört şahsın inkılâb namındaki yaptıkları icraatı esas tutarak, mevcud haseneleri ve inkılâb iyiliklerini onlara verip; ve mevcud dehşetli kusurlar millete verilse; o vakit üç dört adamın üç-dört seyyiesi üç-dört milyon seyyie olup, bu kahraman ve dindar milleti ve İslâm ordusu olan Türk Milletinin geçmiş asırlardaki milyarlar şerefli merhum ordularına ve milyonlarla şehidlerine ve milletine büyük bir muhalefet ve ervahına bir mânevî azab ve şerefsizlik olmakla beraber; o üç-dört inkılâpçı adamın pek az hisseleri bulunan ve millet ve ordunun kuvvet ve himmetiyle vücud bulan haseneleri, o üç-dört adama verilse, o üç-dört milyon iyilikler, üç-dört haseneye inhisar edip küçülür, hiçe iner; daha dehşetli kusurlara keffaret olamaz.”[10]

            Usuldeki noksanlık hükmüde noksan ve geçersiz kılar.[11]

            Usulüne göre bir hareket ve tavır hedefi kısa yoldan belirler ve ulaştırır.”…eski zamanda medrese usulü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risale-i Nur’la onbeş haftada elde edilebiliyor. Üstadımız buyuruyorlar ki: “Bir sene Risale-i Nur derslerini anlayarak ve kabul ederek okuyan kimse, bu zamanın mühim ve hakikatlı bir âlimi olabilir.”[12]

 

            Cephede kaybeden batı dünyası farklı usul ve metodlar sebebiyle aleyhlerine olan neticeyi lehlerine çevirmeyi başarmışlardır.”Ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komiteleri, İslâmiyeti imha için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye’de, öyle desiselerle entrikalar çevirmişler, haince dolaplar döndürmüşler, hunharane ve vahşiyane zulümler irtikâb ve şeytanî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalatta bulunmuşlar; iblisane, sinsî metodlar takib etmişler ve kardeşi kardeşe çarpıştırmışlar ve öyle aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâm’ın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük tahribatlar yapmıştır.”[13]

            Devletlerde farklı insan ve farklı metod uygulayanlar olur.Ancak”Her hükûmette muhalifler bulunur. Asayişe, emniyete ilişmemek şartıyla herkes vicdanıyla, kalbiyle kabul ettiği bir metodu, bir fikri ile mes’ul olamaz. Çünki dininde en mutaassıb ve cebbar bir hükûmet olan İngilizlerin yüz sene hâkimiyeti altında bulunan yüz milyondan ziyade Müslümanlar, İngilizlerin küfrî rejimlerini Kur’an ile reddettikleri ve kabul etmedikleri halde, İngiliz mahkemeleri şimdiye kadar onlara, o cihette ilişmemiştir. Hem bu millette ve bu hükûmet-i İslâmiye içinde eskiden beri bulunan Yahudiler ve Nasraniler, bu milletin dinine ve kudsî rejimlerine muhalif ve zıd ve mu’teriz oldukları halde hiçbir zaman mahkeme, kanunlarıyla onlara o cihette ilişmemiştir. Hem Hazret-i Ömer (R.A.) hilafeti zamanında bir âdi Hristiyan ile mahkemede beraber muhakeme olmuşlar.”[14]

            İçinde bulunduğumuz 20.asırda tüm geçmiş 14 asırdan farklı bir metod izlenmektedir.Ancak o metoda uygun hareketle hüsnü kabul görebilir.”Risale-i Nur, Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun müsbet bir metodla akla ve kalbe hitab ederek ikna ve isbat yoluyla gittiği için, yalnız Türkiye’de değil, hariç memleketlerde de hüsn-ü kabule mazhar olmuştur.”[15]

            Mesela onlardan biri;”Risale-i Nur tafsilata ve teferruata dalmamıştır. Zihni, teferruatla dağıtmamak metodunu esas tutmuştur.”[16]

           

            Kâinatta bulunan herşey bir model çerçevesinde yaratılmıştır.”Meselâ: Nasılki terzi gibi bir san’atçı, birçok külfetler, meharetlerle musanna birşeyi icad eder ve ona bir model yapar. Sonra onun emsalini külfetsiz çabuk yapabilir. Hattâ bazan öyle bir derece sühulet peyda eder ki, güya emreder yapılır ve öyle kuvvetli bir intizam kesbeder, (saat gibi) güya bir emrin dokunmasıyla işlenir ve işler. Öyle de: Sâni’-i Hakîm ve Nakkaş-ı Alîm, şu âlem sarayını müştemilâtıyla beraber bedi’ bir surette yaptıktan sonra cüz’î ve küllî, cüz ve küll herşeye bir model hükmünde bir nizam-ı kaderî ile bir mikdar-ı muayyen vermiştir. İşte bak o Nakkaş-ı Ezelî, herbir asrı bir model yaparak mu’cizat-ı kudreti ile murassa, taze bir âlemi ona giydiriyor. Herbir seneyi bir mikyas ederek, havarik-ı rahmetiyle musanna, taze bir kâinatı o kamete göre dikiyor. Herbir günü bir satır yaparak dekaik-i hikmetiyle müzeyyen, mücedded mevcudatı onda yazıyor. Hem o Kadîr-i Mutlak, herbir asrı, herbir seneyi, herbir günü bir model yaptığı gibi, rûy-i zemini, herbir dağ ve sahrayı, bağ ve bostanı, herbir ağacı birer model yapmıştır. Vakit-bevakit, taze taze birer kâinatı zeminde kuruyor, birer yeni dünyayı icad ediyor. Birer âlemi alıp da diğer muntazam bir âlemi getiriyor. Mevsim be-mevsim her bağ ve bostanda taze taze mu’cizat-ı kudretini ve hedaya-yı rahmetini gösterir. Yeni birer kitab-ı hikmet-nüma yazıyor. Taze taze birer matbaha-i rahmetini kuruyor. Mücedded bir hulle-i san’at-nüma giydiriyor. Her baharda, herbir ağaca sündüs-misal taze bir çarşaf giydiriyor. Lü’lü-misal yeni bir murassaatla süslendiriyor. Yıldız-misal rahmet hediyeleriyle ellerini dolduruyor. İşte şu işleri nihayet hüsn-ü san’at ve kemal-i intizam ile yapan ve şu birbiri arkasında gelen ve zaman ipine takılan seyyar âlemleri, nihayet hikmet ve inayet ve kemal-i kudret ve san’at ile değiştiren Zât; elbette gayet Kadîr ve Hakîm’dir.”[17]

            Özellikle Allah insanı büyük bir ücret mukabilince isimlerine ayna olmak üzere bir model olarak yaratmıştır.Hayatın başına gelen her şey o modelliğin birer tecellileridirler.” Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen herşey hasendir. Meselâ: Gayet zengin, nihayet derecede san’atkâr ve çok san’atlarda mahir bir zât; âsâr-ı san’atını, hem kıymetdar servetini göstermek için âdi bir miskin adamı, modellik vazifesini gördürmek için, bir ücrete mukabil bir saatte murassa’, musanna’ yaptığı gömleği giydirir, onun üstünde işler ve vaziyetler verir, tebdil eder. Hem her nevi san’atını göstermek için keser, değiştirir, uzaltır, kısaltır. Acaba şu ücretli miskin adam o zâta dese: “Bana zahmet veriyorsun. Eğilip kalkmakla vaziyet veriyorsun, beni güzelleştiren bu gömleği kesip kısaltmakla güzelliğimi bozuyorsun” demeğe hak kazanabilir mi? “Merhametsizlik, insafsızlık ettin” diyebilir mi? İşte onun gibi Sâni’-i Zülcelal, Fâtır-ı Bîmisal; zîhayata göz, kulak, akıl, kalb gibi havas ve letaif ile murassa olarak giydirdiği vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir. Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”[18]

            “Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.”[19]

            Varlıklardaki model harika ve taklidi yapılmaz birer surette yaratılmışlardır:”Sonra o müddeî gider zeminin yüzüne serilen geniş haliçeye ve zemine giydirilen gayet müzeyyen ve münakkaş gömleğe esbab namına ve tabiat lisanıyla ve felsefe diliyle der ki: “Sende tasarruf edebilirim ve sana mâlikim veya sende hissem var” diye dava eder. O vakit o gömlek, o haliçe, hak ve hakikat namına, lisan-ı hikmetle o müddeîye der ki: “Eğer seneler, karnlar adedince yere giydirilip sonra intizam ile çıkarılıp geçmiş zamanın ipine asılan ve yeniden giydirilecek ve kemal-i intizam ile kader dairesinde proğramları ve biçimleri çizilen ve tayin olunan ve gelecek zamanın şeridine takılan ve intizamlı ve hikmetli, ayrı ayrı nakışları bulunan bütün gömlekleri, haliçeleri dokuyacak, icad edecek kudret ve san’at sende varsa, hem hilkat-i arzdan tâ harab-ı arza kadar, belki ezelden ebede kadar ulaşacak, hikmetli, kudretli iki manevî elin varsa ve bütün atkılarımdaki bütün ferdleri icad edecek kemal-i intizam ve hikmetle tamir ve tecdid edecek sende bir iktidar ve hikmet varsa, hem bizim modelimiz ve bizi giyen ve bizi kendine peçe ve çarşaf yapan küre-i arzı elinde tutup mûcid olabilirsen, bana rububiyet dava et. Yoksa haydi dışarıya! Bu yerde yer bulamazsın. Hem bizde öyle bir sikke-i vahdet ve öyle bir turra-i ehadiyet vardır ki, bütün kâinat kabza-i tasarrufunda olmayan ve bütün eşyayı, bütün şuunatıyla birden görmeyen ve nihayetsiz işleri beraber yapamayan ve her yerde hazır ve nâzır bulunmayan ve mekândan münezzeh olmayan ve nihayetsiz hikmet ve ilim ve kudrete mâlik olmayan bize sahib olamaz ve müdahale edemez.”[20]

            Böylece:”Herşey bir model olup, pek kesretli muntazam ve mevzun suretler giydiriliyor.”[21]

            “Demek o Mâlik-ül Mülk-i Zülcelal; küçük-büyük, cüz’î-küllî herşey’i birer model hükmünde inşa ederek, yüzler tarzda, taze taze nakışlarla münakkaş mensucat-ı san’atını onlara giydirir; cilve-i esmasını, mu’cizat-ı kudretini izhar eder.”[22]

            Bu yaratılan modeller sabit kalmayıp sürekli değişmektedirler.İlahi tecellinin hiçbir anı ve tecelli şekli aynı şekilde tezahür etmemekte ve zuhura çıkmamaktadır.Onun gibide o isimlerin tecelli ettiği varlıklarda sürekli farklı modellerde yenilenmektedirler.”İnsanın hem şahsı, hem âlemi her zaman teceddüd ettikleri için, her zaman tecdid-i imana muhtaçtır. Zira insanın herbir ferdinin manen çok efradı var. Ömrünün seneleri adedince, belki günleri adedince, belki saatleri adedince birer ferd-i âher sayılır. Çünki zaman altına girdiği için o ferd-i vâhid bir model hükmüne geçer, her gün bir ferd-i âher şeklini giyer.”[23]

            “Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir.”[24]

            Peygamber efendimiz Hz.Muhammed bütün insanlığa hem seçkin bir model hem de insanlık için seçilmiş bir şablondur.”İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman eden ve ümmetinden olan gafillerin, (sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.[25]

            Kader ise bu modellerin oluşumunda birer kalıbdır.”Kader, ilmin bir nevidir ki, herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin eder. Ve o mikdar-ı kaderî, o şey’in vücuduna bir plân, bir model hükmüne geçer. Kudret icad ettiği vakit; gayet sühuletle o kaderî mikdar üstünde icad eder. Eğer o şey muhit ve hadsiz ve ezelî bir ilmin sahibi olan Kadîr-i Zülcelal’e verilmezse; -sâbıkan geçtiği gibi- binler müşkilât değil, belki yüz muhalat ortaya düşer. Çünki o mikdar-ı kaderî ve mikdar-ı ilmî olmazsa; binler haricî ve maddî kalıplar, küçücük bir hayvanın cesedinde istimal edilmek lâzım gelir.”[26]

            Bu modellerin oluşumunda tabiat hakim değil mahkum durumundadır.”Elbette o halde bir çekirdeği bütün bir ağaçtan, bir zîhayatı bütün rûy-i zeminden ince elekle eleyip ve en hassas bir mizan ile ölçüp toplattırmak lâzım geliyor. Ve madem esbab-ı tabiiye cahildir, camiddir; bir ilmi yoktur ki bir plân, bir fihriste, bir model, bir proğram takdir etsin, ona göre manevî kalıba gelen zerratı eritip döksün; tâ dağılmasın, intizamını bozmasın.”[27]

            Her şeyin modeli Allah’ın ilmindedir.”…ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün ettiğinden ve bütün zerrat onun ilim ve kudreti dairesinde hareket ettiklerinden, kibrit çakar gibi herşeyi nihayet kolaylıkla icad eder. Ve hiçbir şey, zerre mikdar hareketini şaşırmaz. Seyyarat muti’ bir ordusu olduğu gibi, zerrat dahi muntazam bir ordusu hükmüne geçer.”[28]

 

            Cenâb-ı Hakkın yaratış tarzı,akılları hayrette bırakacak şekildedir.[29]

            Bu sanatlarını resmi geçit tarzında teşhir etmektedir.[30]

            Hergün ayrı bir tarzda tecdid etmektedir.[31]

            İlmiyle her birinin işleyiş ve teşkilat tarzını bilmektedir.[32]

            Her birini cennet hurisi tarzında giydirmekte ve süslendirmektedir.[33]

            Elbiseleri farklı farklı tarzlarda dokunmuştur.[34]

            Ve bütün bunlar umulmadık tarzda yapılmaktadır.[35]

            Ve bunu da en münasib tarzda yapmaktadır.[36]

            Ve her birine kendi lisanlarıyla tesbih ve ibadet tarzı vermiştir.[37]

            Kendilerine layık bir tarzda tezyin ve tanzim etmiştir.[38]

            Parlak bir tarzda rahmetine mahzar etmiş ve onlara ebediyet ve beka vermiştir.[39]

            Her varlık gibi hayatımızında bir vazife tarzı vardır.[40]

            Tıpkı kabre giriştede o tarz arandığı gibi…[41]

            Allah’ın kelamı ve Kur’anı da acib bir tarzı üslubu vardır.[42]

            Dinin tarzı ise:”Din bir imtihandır, bir tecrübedir; ervâh-ı âliyeyi ervâh-ı sâfileden tefrik eder. Öyleyse, ileride herkese gözle görülecek vukuatı öyle bir tarzda bahsedecek ki, ne bütün bütün meçhul kalsın, ne de bedihî olup herkes ister istemez tasdike mecbur kalsın. Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak. Zira, eğer tamamen bedâhet derecesinde bir alâmet-i kıyamet görülse, herkes tasdike muztar olsa, o vakit kömür gibi bir istidat, elmas gibi bir istidatla beraber kalır. Sırr-ı teklif ve netice-i imtihan zayi olur.”[43]

            Eğitimdeki tarz,istidadı çabuk inkişaf ettirir.[44]

            Ondandır ki,her bir peygamber ve getirdiği şeriatlar kendi tarzlarına göre ayrı ayrı gelmiştir.[45]

            Mezheblerde bu tarz binaen farklılık arzetmiştir.[46]

            “Mezâhibin ihtilâfı ise, Sahib-i Şeriatin gösterdiği nazarî düsturların tarz-ı tefehhümünden ileri gelmiştir.”[47]

            Cennet gibi cennetteki her şeyde aynı tarzda değildir.[48]

            Hayat ise,bu kadar çokluklar ve farklı tarzlar içerisinde bir birliği temin ve tesis etmektedir.”…hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir.”[49]

            “Evet, havanın herbir zerresi, herbir zîhayatın cismine, herbir çiçeğin herbir meyvesine, herbir yaprağın binasına girip işleyebilir. Halbuki onların teşkilâtları ayrı ayrı tarzdadır, başka başka nizamatı var.”[50]

            “…o Cemal ve Kemal Sahibinin, cemal ve kemâline nihayetsiz bir muhabbeti vardır. O nihayetsiz muhabbeti, masnuatında çok tarzlarda tezahür ediyor. Masnuatını sever; çünkü masnuatının içinde cemâlini, kemâlini görür. Masnuat içinde en sevimli ve en âli, zîhayattır. Zîhayatlar içinde en sevimli ve âli, zîşuurdur. Ve zîşuurun içinde, câmiiyet itibarıyla en sevimli, insanlar içinde bulunur. İnsanlar içinde, istidadı tamamıyla inkişaf eden, bütün masnuatta münteşir ve mütecellî kemâlâtın nümunelerini gösteren fert, en sevimlidir.”[51]

            “herşeyi, herşeye lâyık bir tarzda, en güzel bir mertebede halk eder bir Hâlıktır.”[52]

            “Nev-i beşere rahmet nâzil olan şu Kur’ân, ancak kabul ediyor bir tarz-ı medeniyet:

            Umuma, ya eksere verirse bir saadet. Şimdiki tarz-ı hazır, heves serbest olmuştur, hevâ da hür olmuştur. Hayvânî bir hürriyet.”[53]

         “Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir.”[54]

            “Cumada hutbe-i Arabiye, zaruriyâtı ihtar, müsellemâtı tezkir, maalkifâye olur onun tarz-ı tezkiri.”[55]

            “…şefkat, fakat müşkülâtsız, daha kısa, daha safî bir tarzda, kalbi Cenâb-ı Hakka rapteder.”[56]

            “Evet, fenn-i hadisin muhakkikleri, nakkadları o derece hadisle hususiyet peydâ etmişler ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın tarz-ı ifadesine ve üslûb-u âlisine ve suret-i ifadesine ünsiyet edip meleke kesb etmişler ki, yüz hadis içinde bir mevzuu görse, “Mevzudur” der. “Bu hadis olmaz ve Peygamberin sözü değildir” der, reddeder. Sarraf gibi, hadisin cevherini tanır, başka sözü ona iltibas edemez.”[57]

            “Hazret-i Mûsâ Aleyhisselâmın zamanında sihrin revacı olduğundan, mühim mucizâtı ona benzer bir tarzda geldiği; ve Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın zamanında ilm-i tıp revaçta olduğundan, mucizâtının galibi o cinsten geldiği gibi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın dahi zamanında Ceziretü’l-Arabda en ziyade revaçta dört şey idi:

            Birincisi: Belâgat ve fesahat.

            İkincisi: Şiir ve hitabet.

            Üçüncüsü: Kâhinlik ve gaibden haber vermek.

            Dördüncüsü: Hâdisat-ı maziyeyi ve vakıat-ı kevniyeyi bilmek idi.”[58]

            “Kazâ ve kaderine itirazı işmam eder bir tarzda ah, of edip şekvâ etmek, bir nevi kaderi tenkittir, rahîmiyetini ithamdır. Kaderi tenkit eden, başını örse vurur, kırar. Rahmeti itham eden, rahmetten mahrum kalır. Kırılmış elle intikam almak için o eli istimal etmek nasıl kırılmasını tezyid ediyor; öyle de, musibete giriftar olan adam, itirazkârâne şekvâ ve merakla onu karşılamak, musibeti ikileştiriyor.”[59]

            “Hazret-i İsâ Aleyhisselâm hakkındaki ifrat-ı muhabbet Nesârâ için tehlikeli olduğu gibi, Hazret-i Ali (r.a.) hakkında da o tarzda ifrat-ı muhabbet, hadis-i sahihte, tehlikeli olduğu tasrih edilmiş.”[60]

            “Allah’a (celle celâluhu) imanınız varsa, elbette Allah’ı seveceksiniz. Madem Allah’ı seversiniz; Allah’ın sevdiği tarzı yapacaksınız. Ve o sevdiği tarz ise: Allah’ın sevdiği zâta benzemelisiniz. Ona benzemek ise, ona ittibâ etmektir. Ne vakit ona ittibâ etseniz, Allah da sizi sevecek. Zaten siz Allah’ı seversiniz, tâ ki Allah da sizi sevsin.”[61]

            “Evet, Fâtır-ı Hakîm, Kitab-ı Mübînin düsturlarını gayet güzel bir surette ve muhtasar bir tarzda ve has bir lezzette ve mahsus bir ihtiyaçla icmâl edip derc eder. Herşey öyle has bir lezzet ve mahsus bir ihtiyaçla amel etse, o Kitab-ı Mübînin düsturlarını bilmeyerek imtisal eder.”[62]

            “Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: ‘Sen böyle yapsan sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?’ diye tecrübe eder. Fakat abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: ‘Ben böyle işlesem Sen böyle işler misin?’ diye tecrübevâri bir surette Cenâb-ı Hakkın rububiyetine karşı imtihan tarzı, sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”[63]

            “Evet, Kadîr-i Mutlakın iki tarzda, hem ibdâ’, hem inşa suretinde icadı var. Varı yok etmek ve yoğu var etmek en kolay, en suhuletli, belki daimî, umumî bir kanunudur.”[64]

            “Hem dua istediğimiz tarzda kabul olmazsa, makbul olmadı denilmez. Hâlık-ı Hakîm daha iyi biliyor; menfaatimize hayırlı ne ise onu verir. Bazan dünyaya ait dualarımızı, menfaatimiz için âhiretimize çevirir, öyle kabul eder.”[65]

            “…bu kâinat öyle bir tarzda yaratılmış ki, bir çekirdeği halk etmek için, bir ağacı halk edebilir bir kudret lâzımdır.”[66]

            Sahabeyi sahabe ve farklı yapan âmil,tarzı telakkidir.”Bir zaman, birtek tesbihin, birtek namazda, Sahabelerin tarz-ı telâkkisine yakın bir surette bana inkişafı, bir ay kadar ibadet derecesinde ehemmiyetli göründü; Sahabelerin yüksek kıymetini onunla anladım. Demek, bidâyet-i İslâmiyede kelimât-ı kudsiyenin verdiği feyiz ve nurun başka bir meziyeti var. Tazeliği haysiyetiyle başka bir letâfeti, bir tarâveti, bir lezzeti var ki, gaflet perdesi altında mürur-u zamanla gizlenir, azalır, perdelenir. Zât-ı Muhammediye (a.s.m.) ise, onları menba-ı hakikîsinden (Zât-ı Akdesten) turfanda, taze olarak, fevkalâde istidadıyla almış, emmiş, massetmiş. Bu sırra binaen, o zat, birtek tesbihten, başkasının bir sene ibadeti kadar feyiz alabilir.”[67]

            İçinde bulunduğumuz asır ve işleyişi diğer asırlardan farklıdır.”Hiçbir asır böyle bir tarzı göstermemiş. Sair asırlarda o ehl-i dalâlet âhireti bilmiyor ve inkâr ediyor. Elması elmas bilmiyor, dünyayı tercih ediyor.”[68]

            “…daire-i kesretin müntehâsında ve en dağınık cüz’iyâtında, sırr-ı vahdetle bin bir esmâ-i İlâhiye, zîhayat denilen küçücük mektuplarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni-i Hakîm, zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.”[69]

            “…rû-yi zeminde dört yüz bin milletlerden teşekkül eden zîhayat ordusundaki hadsiz efradın yüz binler tarzda iaşe ve idareleri…”[70]O’nun rububiyetini gösterir.

            “…herşeyin hüsnü kendine göredir; hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır.”[71]

            “…azot ve müvellidülhumuza (oksijen) gibi iki basit maddeden ibaret olan havanın zerreleri birbirinin misli iken zemin yüzünde yüz binler tarzda bulunan Rabbânî san’atlarda kemâl-i intizam ile bir dest-i hikmet tarafından çalıştırılıyor görüyorum.”[72]

            “…herbir ferdin, herbir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle, hususi bir surette, fakat perdeler arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.”[73]

            “Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş.”[74]

            “Kader-i İlâhi kısmetimizin bir kısmını buradan bize yedirmek için herhalde gelecektik. En hayırlısı bu tarzdır.”[75]

            “…bize zulmedenler, ellerinde hayat ve medeniyeti ve lezzeti tutup, bizi o tarz-ı hayata ehemmiyet vermemekle itham edip mes’ul ederler, hattâ idam ve ağır ceza ile hapse sokmak isterler.”[76]

            “Yirmi seneden beri münzevî yaşayan ve yirmi sene evvelki Said’in kafasıyla sorduğu bu suallerde bu zamanın tarz-ı telâkkisine uygun gelmeyen kusurlarına bakmamak, insaniyetin muktezasıdır.”[77]

            “Bu tarz hayattan bıktım.”[78]

           

Risale-i Nur bu farklı tarzdaki asırda tamamen diğer asırlardan tarz olarak farklı bir tarzı intihab etmiş ve etmektedir.

            “İnsanın cesedini teşkil eden zerreler, âlemin zerratı içinde camid, dağınık bir şekilde iken, bakarsın ki, mahsus bir kanunla, muayyen bir nizamla intizam altına alınarak âlem-i anâsıra gönderilir. Âlem-i anâsırda sâkit, sâkin, gizli bir vaziyette iken, birden bire kafile kafile, muayyen bir düsturla, yevmî bir intizamla, bir kast ve hikmet altında âlem-i mevalide intikal eder. Âlem-i mevalidde de, sükût içinde iken, birdenbire acip, garip bir tarzla nutfeye inkılâp eder. Sonra müteselsil inkılâplarla alaka olur, sonra mudga olur, sonra et, kemik olur. Bu inkılâpların herbirisi, evvelkisine nisbeten daha mükemmel ise de, lâyıkına göre mevattır, yani hayatsızdır.”[79]

            “Evet, Cenab-ı Hak, âlem-i kevn ve fesad denilen şu âlemde hüsün, kubuh, nef’, zarar gibi zıtları, çok hikmetlere binaen karışık bir tarzda yaratmıştır.”[80]

            “Ve keza, bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübâli bir tarzda söyleyemez.”[81]

            “İşte, o zât-ı nurânî, okuduğu o hutbe-i ezeliyeyi öyle bir tarzla okuyor; ne tereddüdü var, ne hicabı, ne korkusu var, ne teessürü…”[82]

            “Ey gururlu, mağrur gafil! Sana ne olmuş ki, Müslümanları ecanib tarzında hayat-ı dünyeviyeye davet edersin? O hayat, uyku içinde bir lû’b ve hevâ içinde bir lehivden başka birşey değildir.”[83]

            “İnsandaki şu tarz-ı zenginlik gösteriyor ki, insanın vazife-i asliyesi, aczini ve fakrını ve kusurunu derk ederek ubudiyetle ilân etmek; ve hâcâtının celbi için dua etmek; ve mevcudatın tesbihatını görüp müşahede ederek şehadet etmek; ve nimetleri görüp tefekkür içinde şükretmek; ve ibret içinde bakmaktır.”[84]

            “On Dokuzuncu Mektuba has bir tarz-ı hat var. Eğer o tarz hatta tevfikan yazılsa, çok garip letafetler görünecektir. Her vakit musırrâne, her yazana “Seyrek ve güzel yazınız” derdim. Şimdi anlaşılıyor ki, o mânevî has hattı tavsiye etmek için, intak-ı hak kabilinden bana söylettiriliyordu.”[85]

            “bize şimdiki tarz-ı hayat yaramaz. Bize bu dünyada daha sâfi ve âli ve kudsî bir hayat-ı mâsumane ihsan edildiğinden, ona kanaat lâzımdı.”[86]

            “Hem de cerbeze ile, insan adalet yaparken zulme düşüyor. Zirâ insan kusursuz olmaz. Fakat uzun zamanda ve efrad-ı kesîre içinde ve tahallül-ü mehasinle tâdil olunan müteferrik kusurları cerbeze ile cem edip bir zaman-ı vahidde bir şahs-ı vahidden sudurunu tevehhüm ederek şedid cezaya müstehak görür. Halbuki bu tarz, bir zulm-ü şedîddir.”[87]

            “kelâmın müstetbeâtı” tabir olunan telvihat ve telmihatında ve “suver-i maânî” ve “tarz-ı ifade” ve “maânî-i ûlâ” tabir olunan vesail ve uslûp garazında olan günah ve muâhaze, mütekellimin zimmetinde değil, belki örf ve âdete ve kabul-ü umumiye aittir. Zira, tefhim için, kabul-ü umumî ve örf ihtiram olunur. Hem de eğer hikâye ise, halel ve hatâ mahkîyun anh’a aittir.”[88]

            “Beşerde meyl-i teceddüd var. Halef selefi kâmil görse, tezyid eylemese, meylinin tatminini başka tarzda arar, bazan aksülâmel yapar.”[89]

            Demek biz mağlubiyetle ikinci cereyana takıldık ki, mazlumların ve cumhurun cereyanıdır. Başkalarından yüzde seksen fakir ve mazlumsa; İslâmdan doksan, belki doksanbeştir.

 Âlem-i İslâm şu ikinci cereyana karşı lâkayd veya muarız kalmakla, hem istinadsız hem bütün emeğini heder hem onun istilasıyla istihaleye maruz kalmaktan ise, âkılane davranıp onu İslâmî bir tarza çevirip kendine hâdim kılmaktır. Zira düşmanın düşmanı, düşman kaldıkça dosttur. Nasılki düşmanın dostu, dost kaldıkça düşmandır.”[90]

            “Din dahilde menfi tarzda istimal edilmez.”[91]

            (Şeyh Bahid)”Bu gençle münazara edilmez. Ben de aynı kanaatteyim. Fakat bu kadar veciz ve beliğâne bir tarzda ifade etmek, ancak Bediüzzaman’a hastır”demiştir.”[92]

            “Evet, Risale-i Nur, iman-ı tahkikîyi bu vatanda neşretmekle imanı kuvvetlendirip, bu memleketteki dinsizlik ve imansızlık, dalâlet ve sefahete karşı mukabele ve müspet bir tarzda mücadele ederek bunları mağlûp etmiştir.” Büyük ve küllî ve umumî mücahede-i diniyesinde muzaffer olmuştur.”[93]

            “Üstad, yanına gelen gençlere de, daima Nur derslerini okumalarını, zamanın ahlâksızlık tehlikelerinden sakınmalarının büyük menfaat ve saadetini onlara telkin ederek, namaz kılmalarının lüzumunu ihtar ederdi. Bu tarzdaki dersinden, belki binlerce gençler intibaha gelmişlerdir.”[94]

            “Bediüzzaman, beşeri, Risale-i Nur’la sefâhet ve dalâletten kurtarırken, korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor. Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor. Kalb ve ruhu hissiyata mağlûp olmaktan muhafaza ediyor.”[95]

 

                                                                                                                      29-05-2004

                                                                                                             Mehmet   ÖZÇELİK


[1] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.263,Tarihçe.609.

[2] Tarihçe-i Hayat.14-15.

[3] Age.33.

[4] Age.47.

[5] Age.143.

[6] Age.158-159.

[7] Age.258,273.

[8] Age.348.

[9] Age.370.

[10] Age.506-507.

[11] Age.614.Haşiye.

[12] Age.695.

[13] Sözler.770.

[14] Emirdağ Lahikası.2/157,Tarihçe.651.

[15] Tarihçe.710.

[16] Gençlik Rehberi.261.

[17] Sözler.196.

[18] Age.472,Mektubat.284,Lem’alar.9,207.

[19] Age.551.

[20] Age.595.

[21] Mektubat.230.

[22] Age.233.

[23] Age.332.

[24] Ene ve Zerre.39.

[25] Lem’alar.60.

[26] Age.193.

[27] Age.240,Tarihçe.127.

[28] Age.241,Tarihçe.128.

[29] Sözler.21.

[30] Age.21,33,77.

[31] Age.25.

[32] Age.25,117-120.126-127.

[33] Age.27.

[34] Age.70.

[35] Age.76.

[36] Age.28.

[37] Age.39,63,115,229.

[38] Age.45.

[39] Age.46.

[40] Age.48.

[41] Age.55,59.

[42] Age.49-50,60,173-174,177,181-182,187-192.

[43] Age.147.

[44] Age.213.

[45] Age.215.

[46] Age.215-218.

[47] Mektubat.435.

[48] Age.223.

[49] Age.231.

[50] Age.248.

[51] Age.260,282,284.

[52] Age.281.

[53] Age.327.

[54] Age.331.

[55] Age.336.

[56] Mektubat.383.

[57] Age.390.

[58] Mektubat.184-185.

[59] Lem’alar.12.

[60] Age.24.

[61] Age.57.

[62] Age.126.

[63] Age.131.

[64] Age.194.

[65] Age.215.

[66] Age.313.

[67] Lem’alar.327.

[68] Şualar.724.

[69] Şualar.10.

[70] Şualar.51.

[71] Şualar.77.

[72] Şualar.108.

[73] Şualar.125.

[74] Şualar.167.

[75] Şualar.322.

[76] Şualar.340.

[77] Şualar.355.

[78] Şualar.392.

[79] İşarat-ül İ’caz.177.

[80] Age.180.

[81] Mesnevi-i Nuriye.26.

[82] Age.27.

[83] Nurun ilk kapısı.23.

[84] Age.60.

[85] Barla.342.

[86] Age.383.

[87] Divan-ı Harbi.Örfi.13.

[88] Muhakemat.45,73,104.

[89] Sünuhat.22.

[90] Sünuhat.43.

[91] Age.48.

[92] Tarihçe-i Hayat.54.

[93] Age.156.

[94] Age.465.

[95] Konferans.42.




NUR TALEBELERİ

NUR TALEBELERİ

             Üstad sürekli olarak Nur Talebelerine ve hüsnü akibete mahzar olmaları konusunda duada bulunmuştur.[1]

            Birbirlerine kardeş olmayı tavsiye etmiştir.[2]

            Nur Talebeleri en dehşetli devirde dahi uydurma ezanı okumamış ve Bid’alara taraftar olmamıştır.[3]

            Üstad Kur’an-a hizmet yolunda kendisi için dahi üstadlığı değil Nur Talebeliğini ve Nur Talebelerinin bir ders arkadaşı olduğunu kabul ve ifade etmiştir.[4]

            Bir Nur Talebesinin ızdırabı,İslam aleminin ızdırabıdır.[5]

            Bir Nur talebesi;”cesur ve kahraman ve fa’al ve amel-i sâlih sahibi, mütedeyyin, müttaki ve bununla beraber, şahsî rahatlık ve menfaatlarını iman ve İslâmiyet’in kurtuluşu uğrunda feda eden, fedai ve mücahid Müslümanlar yetiştirsin, neme lâzımcılıktan kurtarsın. Hem taarruz ve işkenceler ve ölüm ihtimalleri karşısında, tahkikî iman kuvvetinden gelen bir cesaretle, Kur’an ve İslâmiyet cephesinden asla çekilmeyen, “Ölürsem şehidim, kalırsam Kur’anın hizmetkârıyım” diyen ve yılgınlık haline düşmeyen sadık ve ihlaslı, yalnız Allah rızası için hizmet eden, Nur talebeleri gibi İslâmiyet hâdimleri yetiştirsin, böyle muazzez Müslümanlar meydana getirsin.”[6]

            “Hem amansız din düşmanlarının plânlarıyla mahkemelere sürüklenen Risale-i Nur talebelerinin müdafaaları; ve bu talebelerin İslâmiyete hizmetleri esnasında, gizli İslâmiyet düşmanı, insafsız, cebbar zalimlerin entrikalarıyla maruz kaldıkları işkencelerden yılmamak, şahıslarını düşünmeden, yani şahsî refahlarını İslâmın refah ve saadeti için feda ederek, sıddıkıyetle sebat etmeleri ve eşedd-i zulme mukavemet etmeleri aşikâr bir delil teşkil etmektedir.”[7]

            “O ihlaslı Nur talebeleri ki, “Cenab-ı Hak, Hafîz’dir. Ben onun inayeti ve himayeti altındayım. Başıma ne gelse hayırdır.” diye iman etmekle beraber amel ederler. İman hizmetini yaparlar. Din düşmanlarına yakalanmamak ve canlarından kıymetli olduğuna inandıkları Nur Risalelerini onlara kaptırmamak için de ihtiyat ederler. Şahıslarına gelecek zararları nazar-ı itibara almadan hizmetlerine devam ederler. Hapse, zindana atılıp, işkence yapıldığı zamanda, onlar yine üstadları Bediüzzaman ile alâkadardırlar. Eğer gizlice bir imkân bulurlarsa, onlar yine Risale-i Nur ile meşguldürler. Hattâ “Belki hapse atılırım, Nur Risalelerimi vermezler, çalışmaktan mahrum kalırım.” diye bazı Nurları ezberleyen talebeler de olmuştur.”[8]

            “Muhlis bir Nur talebesi, hapishaneden çıkarıldığı vakit; güya o kırbaçlı, falakalı, türlü türlü işkenceli hapishane, ona bir kuvvet, bir enerji kaynağı olmuş sadakat ve teyakkuzla Nur hizmetinde koşturmak için bir kırbaç tesiri yapmış gibi, üstadına daha ziyade yakınlaşır ve eskisinden daha fazla Nurlara çalışır, neşriyat yapar.”[9]

            “Afyon hâdisesinde, Bediüzzaman hapiste iken, muallim bir Nur talebesi, savcılıkta Risale-i Nur ve Üstadı hakkında kahramanca cevablar verdiği için, savcı kızmış. “Şimdi seni hapse atarım” diye tehdid etmiş. O İslâm fedaisi muallim de cevaben “Ben hazırım, derhal hapse gönderin” demiştir.”[10]

            “Yine Afyon mahkemesinde, bir Nur talebesi hakkında tevkif kararı veriliyor, fakat adliye bulamaz. O talebe bundan haberdar olur. Diğer Nur kardeşleri gibi, “Üstadım ve kardeşlerim hapiste iken, nasıl hariçte kalabilirim” diyerek savcılığa teslim olup, hapse girer.”[11]

            “Aynı bu hapishanede, bir Nur talebesini sehven tahliye ederler. O da “Üstadım ve kardeşlerim henüz hapistedirler. Hem istinsahını tamamlayacağım yeni te’lif edilen Nur Risaleleri var.” diye düşünerek hapishane müdürüne, “Benim kırk gün sonra tahliye edilmem lâzım. Ceza müddetim daha bitmedi.” der. Hesab ederler ki hakikaten böyledir, tekrar hapse koyarlar.”[12]

            “İslâmiyet düşmanları, bir taraftan tamamıyla yalan propagandalarına ve taarruzlarına devam ederken, diğer taraftan da Nur talebelerinin üstadları ve Risale-i Nur hakkında istidadları nisbetinde, istifade ve istifazalarından doğan minnet ve şükranlarını ifade eden takdirkâr yazı ve sözlerden mürekkeb bir nevi müdafaalarını perdeler arkasından men’etmeye çalışıyorlar. Bunun için, safdil gördükleri dostların dostlarına veya dostlara samimî görünerek “İfrata gidiyorsunuz” gibi, bir takım şeyler söylettiriyorlar. İşte böyle sinsi, böyle dessas, böyle entrikalı çeşitli iftiralarla bizi korkutmaya, yıldırmaya ve susturmaya çalışıyorlar.”[13]

            “Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir.”[14]

            “…üstadımız Bediüzzaman, bir Nur talebesine Risale-i Nur’dan bazan okuyuvermek lütfunu bahşederken izah etmiyor, diyor ki: “Risale-i Nur, imanî mes’eleleri lüzumu derecesinde izah etmiş. Risale-i Nur’un hocası, Risale-i Nur’dur. Risale-i Nur, başkalarından ders almağa ihtiyaç bırakmıyor. Herkes istidadı nisbetinde kendi kendine istifade eder. Aklınız herbir mes’eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır. Ne kadar istifade etseniz, büyük bir kazançtır.”[15]

            “Risale-i Nur talebelerinin, Üstadlarına ve bazan birbirlerine yazdıkları ve Risale-i Nur’un mütalaasından aldıkları parlak feyizler…”dir.[16]

            Nur Talebelerine eziyet verenler kendileri dahi dünyada cezasını çekerler.”Meselâ: Halk Partisi, Nur talebelerine verdikleri azab ve sıkıntı ve ihanetlerden, kendileri dünyada daha ziyade cezasını çektiler, aynını gördüler.”[17]

            Nur Talebeleri herhangi bir sebeble yaptıkları hatalardan dolayı Şefkat Tokadı yerler.[18]

            “Nur talebeleri manevî bir zabıtadır. Asayişi muhafazada bize yardım ediyorlar. İman-ı tahkikî ile; Nur’u okuyan her adamın kafasında bir yasakçıyı bırakıyorlar, emniyeti temine çalışıyorlar.”[19]

            “…hakikat-ı Kur’aniyeye ve hakaik-i imaniyeye tesirli bir surette çalışan Nur talebelerine “tarîkatçı” ve “siyasî cem’iyetçi” namını vererek aleyhimize sevketmek istiyorlar.”[20]

            “Nur talebelerinin bu zamanda toplanmaları; zararsız olarak, Medrese-i Yusufiyede olur. Ve birbirini görüp sohbet etmek, hariçte masraflı ve şübheli olur. Hattâ benimle görüşmek için bazıları kırk-elli lirayı sarfederek gelip, ya yirmi dakika veya hiç görüşmeden döner giderdi. Ben bazı kardeşlerimi yakından görmek için, hapsin zahmetini severek kabul ederdim. Demek hapis bizim için bir nimettir, bir rahmettir.”[21]

            “Hapse giren Nur talebeleri birbirinin hallerinden, seciyelerinden, ihlas ve fedakârlıklarından ders almalarıyla beraber, Nurlar hizmetinde dünyevî menfaatleri daha aramazlar.”[22]

            “…kısa bir ömür ve muvakkat bir hayatta, bu acib asırda, saadet-i ebediyeye en yarayışlı amel ve en makbul hizmet ve en devamlı sevab, “imanın takviyesine medar Risale-i Nur talebelerinin tarzında ulûm-u imaniyeye çalışmak”[23]

            İmam-ı Ali (R.A.) ve Şah-ı Geylanî (R.A.) gibi kudsî, hârika kahramanların, Nur talebelerinin başlarında üstad ve arkalarında yardımcı olarak, her vakit hazır..”dırlar.[24]

            “…mazlumlarının bu asırdaki küllî ferdleri başında Risale-i Nur talebelerinin bulunması ve hakikaten bu talebeleri de ümem-i salifenin enbiyalarına verilen necatlar gibi pek büyük umumî ve hususî necatlara mazhar etmesi…”[25]

            “…bize zulmeden o zalimler de dâhil olduğu halde, herkese iyilik etmek, Risale-i Nur talebelerinin kalblerine yerleşen bir şiar-ı İslâm…”dır.[26]

            “Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, Kaside-i Celcelutiye’de iki suretle Risale-i Nur’dan…”ve..”Nur talebelerine gelecek ve Âyet-ül Kübra hakkı için o fecet ve musibetten şakirdlerine aman ver, diye niyaz eder, o risaleyi ve menbaını şefaatçı yapar.”[27]

            Nur talebeleri birer Müderris,Muallim olup,”Nur talebelerine “Hocalar” namı verilmiş. Herkes lisanında “Hocalar.. hocalar” diye hürmetle yâdediyorlar.”[28]

            Nur Talebelerinin siyasetle hiç alâkaları olmayıp,iman ve âhiretinden başka bir maksadları bulunmamaktadır.[29]

            Nur talebeleri Kur’an hakikatlarına hizmet etmektedir.[30]

            “Risale-i Nur talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var.”[31]

            “Nur talebeleri hâlis ve masum olup, imanları için Nurlara çalışmışlar.”[32]

            “Nur talebeleri hiç bir vecihle siyasî cem’iyet olmazlar.”[33]

            “Nur talebelerinin şapka giymeyerek bere giydikleri müşahede edilmiştir.”[34]

            “Hem gayet küllî ve geniş Nur talebeleri ve Risale-i Nur’un bedeline yalnız şahsımı çürütmek ve ehemmiyetten iskat etmek bizim için büyük bir maslahattır ki, Risale-i Nur ve talebelerine kader-i İlahî iliştirmiyor. Yalnız benim şahsımla meşgul eder. Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki: Bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum.”[35]

            “Biz Nur talebeleri hem idareye, hem asayişe, hem vatan ve milletin saadetine çalışıyoruz. Karşımızdaki dinsiz anarşist ve millet ve vatan düşmanlarıdır. Hükûmet için bize ilişmek değil, tam himaye ve yardım etmek elzemdir.”[36]

            “Evet Risale-i Nur talebesi olduğumu memnuniyetle ve ilân edercesine söyleyebilirim. İnkâr etmek, Risale-i Nur’un bana verdiği fazilet dersleriyle zıd olduğu için, bu cürmü işlemem. Risale-i Nur’un okuyucusu olan bir kimse, okuduğunu gizleyemez. Bilakis iftiharla bilâperva söylemekten çekinmez. Zira çekingenliği îcab ettirecek hiç bir cümlesi veya kelimesi yoktur.”[37]

            “Biz Risale-i Nur talebeleri; iman ve İslâmiyet hizmeti uğrunda zalimlerin zulmüne maruz kaldığımız vakit, hapishane köşelerinde veya darağaçlarında ölmeği, istirahat döşeğindeki ölüme tercih ederiz. Görünüşü hürriyet, hakikatı istibdad-ı mutlak olan bir esaret içinde yaşamaktansa, hizmet-i Kur’aniyemizden dolayı zulmen atıldığımız hapishanede şehid olmayı büyük bir lütf-u İlahî biliriz.”[38]

            “…hiçbir yerde Nur talebelerinin vatan ve millete ve idareye zararlı bir hâdiseye katıldıkları görülmemiş ve zabıtaca kaydedilmemiştir.”[39]

            “Risale-i Nur ile imanlarını kurtaran yüzbinler Nur talebesinin hasenatının bir misli defter-i a’maline geçen faziletmeab efendimiz!”[40]

            “…Risale-i Nur talebeleri içine girdim ve hizb-ül Kur’an âlimlerine arkadaş oldum. Hizmet-i neşriyede ve ilimde onlara yetişemiyorum. Fakat inşâallah irtibat ve muhabbet ve ihlasta yetişmeye çalışacağım.”[41]

            “…vazifedarane kalemi her gün istimal etmeyenler, Risale-i Nur talebeleri ünvan-ı icmalîsinde her yirmidört saatte yüz defa hissedar olmak yeter diye, hususî isimlerle has şakirdler dairesi içinde bir kısmın isimleri muvakkaten tayyedildi.”[42]

            “…Risalet-in Nur talebelerinin imanla kabre gireceklerine dair olan işarî beşaret-i Kur’aniyeyi vefatıyla imza etmiş. (Rahmetullahi Aleyhi Rahmeten Vâsia.)”[43]

            “Risale-i Nur’a intisab eden zâtın en ehemmiyetli vazifesi, onu yazmak veya yazdırmaktır ve intişarına yardım etmektir. Onu yazan veya yazdıran, Risale-i Nur talebesi ünvanını alır. Ve o ünvan altında, her yirmidört saatte benim lisanımla belki yüz defa, bazan daha ziyade hayırlı dualarımda ve manevî kazançlarımda hissedar olmakla beraber; benim gibi dua eden kıymetdar binler kardeşlerin ve Risale-i Nur talebelerinin dualarına ve kazançlarına dahi hissedar olur.”[44]

            “Risale-i Nur talebelerinin hasları olan sahib ve vârisleri ve haslarının hasları olan erkân ve esasları olan kardeşlerim…”[45]

            “Hayat-ı içtimaiyedeki Risale-i Nur talebelerinin vaziyetlerini tahattur ettim. Risale-i Nur şakirdleri hakkında necatlarına ve ehl-i saadet olduklarına dair kuvvetli işaret-i Kur’aniyeyi ve beşaret-i Aleviyeyi ve Gavsiyeyi düşündüm. Kalben dedim ki: “Herbiri bin yerden gelen günahlara karşı bir dil ile nasıl mukabele eder, galebe eder, necat bulur?” diye mütehayyir kaldım. Bu tahayyürüme mukabil ihtar edildi ki:

            Risale-i Nur’un hakikî ve sadık şakirdlerinin mabeynlerindeki düstur-u esasiye olan iştirak-i a’mal-i uhreviye kanunuyla ve samimî ve hâlis tesanüd sırrıyla herbir hâlis, hakikî şakird bir dil ile değil, belki kardeşleri adedince diller ile ibadet edip istiğfar ederek bin taraftan hücum eden günahlara, binler dil ile mukabele eder. Bazı melaikenin kırkbin dil ile zikrettikleri gibi; hâlis, hakikî, müttaki bir şakird dahi, kırkbin kardeşinin dilleriyle ibadet eder, necata müstehak ve inşâallah ehl-i saadet olur. Risale-i Nur dairesinde sadakat ve hizmet ve takva ve içtinab-ı kebair derecesiyle o ulvî ve küllî ubudiyete sahib olur. Elbette bu büyük kazancı kaçırmamak için takvada, ihlasta, sadakatta çalışmak gerektir.”[46]

            “Risale-i Nur talebelerinden bir genç hâfız, pek çok adamların dedikleri gibi dedi: “Bende unutkanlık hastalığı tezayüd ediyor, ne yapayım?” Ben de dedim: Mümkün oldukça nâmahreme nazar etme. Çünki rivayet var. İmam-ı Şafiî’nin (R.A.) dediği gibi: Haram nazar, nisyan verir.”[47]

            “Bugünlerde Risale-i Nur talebeleri hesabına gayet ehemmiyetli, endişeli bir sual-i manevî kalbime ihtar edildi. Sonra anladım ki; ekser Risale-i Nur talebelerinin lisan-ı halleri bu suali soruyor ve soracaklar. Birden bir cevab hatıra geldi, Feyzi’ye söyledim. Dedi: “Hiç olmazsa icmalen kaydedilsin.

            Endişeli Sual: Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak. Onunla ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup, ya ikinci, üçüncü derecede bırakmağa çalışacak diye, rivayetlerden anlaşılıyor. Acaba,herşeyde hattâ kahr azabında ehl-i iman ve masumlar için bir vech-i rahmet ve kader-i İlahî cihetinde adalet olduğu, bunda ne tarzda olur? Ve ehl-i iman, hususan Risale-i Nur talebeleri bu musibete karşı iman ve âhiret hesabına ne cihetle istifade edip, nasıl davranacaklar ve mukavemet edecekler?

            Elcevab: Şu musibetin en ehemmiyetli sebebi; küfran-ı nimet ve şükürsüzlük ve nimet-i İlahiyenin kıymetini takdir etmemeklikten gelen bir isyan olduğundan, Âdil-i Hakîm nimetinin hususan gıda kısmının, hususan hayat noktasında en büyük nimet olan ekmeğin hakikî lezzetini ve çok ehemmiyetli kıymetini ve nimetiyet noktasında fevkalâde derecesini göstermekle, hakikî şükre sevketmek hikmetiyle, Ramazan gibi riyazet-i diniyeye riayet etmeyen şükürsüz insanlara bu musibeti verip, aynı hikmet için adalet etmiş.

            Ehl-i iman, ehl-i hakikat, hususan Risale-i Nur talebelerinin vazifesi; bu musibetli açlığı, Ramazan riyazet-i diniyesinin tarzındaki açlık gibi vesile-i iltica ve nedamet ve teslimiyet yapmağa çalışmaktır. Ve zaruret bahanesiyle, dilenciliğe ve hırsızlığa ve anarşiliğe yol açmasına meydan vermemektir. Ve aç fakirlere acımayan bir kısım zengin ve bazı ehl-i maaş dahi Risale-i Nur’u dinleyip, bu mecburî açlık hissiyle açlara merhamete gelip zekatla yardımlarına koşmaktır. Ve nefsini güzel yemeklerle şımartan, serkeş eden ve hevesat-ı rezile ve tuğyanlara sevkedip sarhoş eden gençler dahi, Risale-i Nur’un irşadıyla, bu hâdiseden merdane istifade ederek, fuhşiyat ve günahlardan ellerini bir derece çektiği ve nefislerinin zevklerini ve pisliklere karşı galeyanlarını kırdığı vesilesiyle taate ve hayrata girip, o hâdiseyi kendi aleyhlerinden çıkarıp, lehlerinde istimal etmektir. Ve ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl farkedilmeyecek bir tarza gelmiş ve şübheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için mikdar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye, bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamaktır.”[48]

            “Aziz kardeşlerim! İşte böyle bir zamanda, bu dehşetli hâdisata karşı, ihlas kuvvetinden sonra bizim en büyük kuvvetimiz; iştirak-i a’mal-i uhrevî düsturuyla birbirimize kalemler ile, herbirinin a’mal-i sâliha defterine hasenat yazdırdıkları gibi, lisanlarıyla herbirinin takva kal’asına ve siperine kuvvet ve imdad göndermektir. Ve bilhassa fırtınalı tehacüme hedef olan bu fakir ve âciz kardeşinize, bu mübarek şuhur-u selâsede ve eyyam-ı meşhurede yardımına koşmak, sizin gibi kahraman ve vefadar ve şefkatkârların şe’nidir. Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum. Ve ben dahi, iman ve sadakat şartlarıyla, Risale-i Nur talebelerini bütün dualarıma ve manevî kazançlarıma, yirmidört saatte, iştirak-i a’mal-i uhreviye düsturuyla, bazan yüz defadan ziyade Risale-i Nur talebeleri ünvanıyla hissedar ediyorum.”[49]

            “Semavî musibet ise: İhtikâr neticesinde, hayat ve yaşamak hissi, hissiyat-ı diniyeye galebe çalıp, ekser nâs midesini, maişetini daima düşünüyor. Hattâ ekser fukara kısmından olan Risale-i Nur talebeleri, bu musibete karşı çabalamak mecburiyetiyle hakikî ve en mühim vazifesi olan neşir hizmetini bırakmağa mecbur oluyor.”[50]

            “Şimdi bu vakitte, talebe-i ulûmun en hâlisleri Risale-i Nur talebeleri olduğu…”[51]

            “…Nur talebelerinin Demokratları muhafaza ettiğini ve Demokratların kuvvetli bir istinadgâhı olduğunu müfrit şeytanlar anlamışlar. Nur talebelerini Demokratlardan bu tarzda nefret ettirip hükûmeti yıkmağa çalışıyorlar. Bu plânın akîm kalması ve mecmualarımızın kurtulması ve Afyon’daki kitablarımızın tamamen iade edilmesi için, pek fazla bir ehemmiyet ve gayretle çalışılmasını Üstadımız sizlere havale ediyor.”[52]

            “O rızık hatırı için namazsız ve ahlâkını kaybetmiş bir zevci aramak, riyakârane çalışıp tahakkümü altına girmek; elbette Nur talebesinin kârı değil.”[53]

            “Şübhe kalmadı ki Nur Risaleleri ve Talebeleri, hıfz u inayet-i İlahiyeye mazhardırlar ki; bu zamanın hassasiyetle ve bazı keyfî kanunlarla pek hiddetli bir inad ile uzun zamandan beri Nur Talebelerine ancak yüzde bir nisbetinde zarar verebildiler.”[54]

            “Bize eza ve cefa edenlere karşı, hiç bir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

            Ben çok hastayım. Ne yazmaya, ne söylemeye tâkatim kalmadı. Belki de bunlar son sözlerim olur. Medreset-üz Zehra’nın Risale-i Nur Talebeleri bu vasiyetimi unutmasınlar.”[55]

            “Ben de bu nevi küçücük masumları, evlâdım olmadığından evlâd-ı maneviye olarak dualarıma umumen dâhil ettim. Her sabah bunları da Nur talebeleri ile beraber dualarımda yâd ediyorum.”[56]

            “Şimdi Nur talebeleri böyle mes’elelerde derse muhtaç değildirler. Risale-i Nur, herşeyin hakikatını beyan etmiş. Başka izahata ihtiyaç bırakmamış. Risale-i Nur onlara kâfidir. Fakat Nur talebesi olmayanların aynı muhaberede, ahkâm-ı şeriat ve sünnet-i seniye esasatına muhalif telkinatı dinlememeleri lâzım ve elzemdir. Yoksa büyük hata olur.”[57]

            “Bağdad’da çıkan “Eddifa” gazetesi Risale-i Nur Talebelerinden bahisle diyor ki:

            Türkiye’deki Nur Talebelerinin İhvan-ı Müslimîn Cem’iyeti ile alâkaları nedir, ne münasebeti var? Hem farkları nedir? Türkiye’deki Nur Talebeleri, Mısır’da ve bilâd-ı Arabda İhvan-ı Müslimîn namında ittihad-ı İslâma çalışan cem’iyetler gibi müstakil cem’iyet midirler? Ve onlar da onlardan mıdır? Ben de cevab veriyorum ki:

            Nur Talebelerinin ve İhvan-ı Müslimîn cem’iyetinin gerçi maksadları; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyeye hizmet ve ittihad-ı İslâm dairesinde Müslümanların saadet-i dünyeviye ve uhreviyelerine hizmet etmektir; fakat Nur Talebelerinin beş-altı cihetle farkları var:

            Birinci Fark: Nur Talebeleri siyasetle iştigal etmez, siyasetten kaçıyorlar. Eğer siyasete mecbur olsalar, siyaseti dine âlet yapıyorlar; tâ ki siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı dinin kudsiyetini göstersinler. Siyasî bir cem’iyetleri aslâ mevcud değil.

            İhvan-ı Müslimîn ise: Memleket ve vaziyet sebebiyle siyasetle, din lehinde iştigal ediyorlar ve siyasî cem’iyet de teşkil ediyorlar.

            İkinci Fark: Nurcular, üstadlarıyla içtima etmiyorlar ve etmeye de mecbur değiller. Kendilerini üstadlarıyla içtimaa mecburiyet hissetmiyorlar. Ders almak için beraber bulunmaya lüzum görmüyorlar. Belki koca bir memleket, bir dershane hükmünde. Risale-i Nur kitabları onların eline geçmekle, üstad yerine onlara bir ders verir. Herbir risale, bir Said hükmüne geçer.

            Hem ellerinden geldiği kadar ücretsiz istinsah ederler. Muhtaçlara mukabelesiz (*) veriyorlar ki, okusunlar ve dinlesinler. Bu suretle büyük bir memleket büyük bir dershane hükmünde oluyor.

            İhvan-ı Müslimîn ise: Umumî merkezlerde mürşid ve reisleriyle görüşmek ve emirler ve dersler almak için ziyaretine giderler. Ve o umumî cem’iyetin şubelerinde de o büyük üstadla ve naibleriyle ve vekilleri hükmündeki zâtlarla yine görüşürler, ders alırlar, emir alırlar.

            Hem umumî merkezlerde çıkan ceride ve mecellelerin fiatını verip alıp, onlardan ders alıyorlar.

            Üçüncü Fark: Nur Talebeleri, aynen âlî bir medresenin ve bir üniversite dârülfünununun talebeleri gibi, ilmî muhabere vasıtasıyla ders alıyorlar. Büyük bir vilayet bir medrese hükmüne geçer. Birbirini görmedikleri, tanımadıkları ve uzak oldukları halde birbirine ders veriyorlar ve beraber ders okuyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Memleketleri ve vaziyetleri iktizasıyla mecelleleri ve kitabları çıkarıyorlar, aktar-ı âleme neşrediyorlar; onunla birbirini tanıyıp ders alıyorlar.

            Dördüncü Fark: Nur Talebeleri, bu zamanda ve bugünde ekser bilâd-ı İslâmiyede intişar etmişler ve çoklukla vardırlar. Bu intişarlarında ayrı ayrı hükûmetlerde bulundukları halde hükûmetlerden izin almaya muhtaç olmuyorlar ki, tecemmu edip toplansınlar ve çalışsınlar. Çünki meslekleri siyaset ve cem’iyet olmadığından hükûmetlerden izin almaya kendilerini mecbur bilmiyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Vaziyetleri itibariyle siyasete temas etmeye ve cem’iyet teşkiline ve şubeler ve merkezler açmaya muhtaç bulunduklarından, bulundukları yerlerdeki hükûmetten icazet ve ruhsat almaya muhtaçtırlar. Ve Nurcular gibi bilinmiyor değiller. Ve bu esas üzerine, kendilerine umumî merkezleri olan Mısır’da, Suriye’de, Lübnan’da, Filistin’de, Ürdün’de, Sudan’da, Mağrib’de ve Bağdad’da çok şubeler açmışlar.

            Beşinci Fark: Nur Talebeleri içinde çok muhtelif tabakalar var. Yedi-sekiz yaşındaki, câmilerde Kur’an okumak için elifbayı ders almakta olan çocuklardan tut, tâ seksen-doksan yaşındaki ihtiyarlara varıncaya kadar kadın-erkek; hem bir köylü, hammal adamdan tut, tâ büyük bir vekile kadar ve bir neferden, büyük bir kumandana kadar taifeler Nurcularda var. Bütün Nurcuların bu çok taifelerinin umumen bütün maksadları, Kur’an-ı Mecid’in hidayetinden ve hakaik-i imaniye ile nurlanmaktan ibarettir. Bütün çalışmaları ilm ü irfan ve hakaik-i imaniyeyi neşretmektir. Bundan başka bir şeyle iştigal ettikleri bilinmiyor. Yirmisekiz seneden beri dehşetli

mahkemeler dessas ve kıskanç muarızlar, bu kudsî hizmetten başka onlarda bir maksad bulamadıkları için onları mahkûm edemiyorlar ve dağıtamıyorlar. Ve Nurcular, müşterileri ve kendilerine taraftarları aramaya kendilerini mecbur bilmiyorlar. “Vazifemiz hizmettir, müşterileri aramayız, onlar gelsinler bizi arasınlar, bulsunlar.” diyorlar. Kemmiyete ehemmiyet vermiyorlar. Hakikî ihlası taşıyan bir adamı, yüz adama tercih ediyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Gerçi onlar da Nurcular gibi ulûm-u İslâmiye ve marifet-i İslâmiye ve hakaik-i imaniyeye temessük etmek için insanları teşvik ve sevkediyorlar; fakat vaziyet, memleket ve siyasete temas iktizasıyla, ziyadeleşmeye ve kemmiyete ehemmiyet veriyorlar, taraftarları arıyorlar.

            Altıncı Fark: Hakikî ihlaslı Nurcular, menfaat-ı maddiyeye ehemmiyet vermedikleri gibi; bir kısmı, a’zamî iktisad ve kanaatla ve fakir-ül hal olmalarıyla beraber, sabır ve insanlardan istiğna ile ve hizmet-i Kur’aniyede hakikî bir ihlas ve fedakârlıkla ve çok kesretli ve şiddetli ehl-i dalalete karşı mağlub olmamak için ve muhtaçları hakikata ve ihlasa davet etmekte bir şübhe bırakmamak için ve rıza-yı İlahîden başka o hizmet-i kudsiyeyi hiçbir şeye âlet etmemek için, bir cihette hayat-ı içtimaiye faidelerinden çekiniyorlar.

            Amma İhvan-ı Müslimîn ise: Onlar da hakikaten maksad itibariyle aynı mahiyette oldukları halde, mekân ve mevzu ve bazı esbab sebebiyle Nur Talebeleri gibi dünyayı terkedemiyorlar. A’zamî fedakârlığa kendilerini mecbur bilmiyorlar.”[58]

            “Üstadın, Nur’un ve Nur Talebelerinin Arablar’da hakkı olduğu için Arablar onlardan ciddî bahsetsinler. Zira İslâmiyet’in madde-i esasiyesi olan Arablar, Risale-i Nur’dan ziyadesiyle faide görmeye başlamışlar.”[59]

            “Bu Nur Talebeleri Risale-i Nur’la, hem Türkiye’de, hem bilâd-ı Arabda komünistliğe karşı muhkem bir sed tesis ediyorlar.”[60]

            “Nur Talebeleriyle Nur Risaleleri ve onların bu büyük hizmet-i Kur’aniyeleri Demokrat Hükûmetinin bir büyük hasenesidir ki, mübarek âlem-i İslâm’daki hareket-i İslâmiye bu hükûmet-i demokrasiyi takdir ve tahsinle karşılıyor. Bütün Irak ahali-i müslimesi ki, Arab, Türk, Kürd, İran, bu İslâmî hizmeti ve kudsî mücahedeyi kemal-i ferah ile karşılıyorlar. Ve Türkiye’deki Türk kardeşlerimiz, garbın yanlış tesiratlarına karşı bunlarla mukavemet gösteriyorlar kanaatindedirler.”[61]

            Birinci Yalan: Nur Risalelerini okuyanlara mürid ve tarîkat diye beni tarîkat dersi vermekle ittiham ediyor. Halbuki beni tanıyanlar biliyorlar ki: Mahkemelerde de sabit olduğu gibi; ben tarîkat dersi değil, imanın, Kur’anın hakikatlarını ders veriyorum. Dersimi dinleyenlere Nur Talebesi denir. Mesleğimiz tarîkat değil, imanın hakikatlarıdır.”[62]

            “Beşinci Hakaretkârane İftirası: Gerilemek ve irtica, yani İslâmiyet ahkâmına, ahlâkına dönmek manasıyla “mel’un fikir” tabiri kullanması; küre-i arzı titretecek kâfirane bir iftira olduğu gibi, yalnız Ispartalılara ve Nur talebelerine değil, belki âlem-i İslâm’a karşı bir ihanettir.”[63]

            “…hayatını Risale-i Nur’a vakfeden ve nafakasına çalışmaya zaman bulamayan fedakâr Nur talebelerinin tayinatına acib bir bereketle kâfi gelen ve Nur nüshalarının fiatı olan o mübarek sermayeyi ben öldükten sonra da o hâlis, fedakâr kardeşlerime vasiyet ediyorum ki, altmış-yetmiş sene evvelki kaidemi yetmiş sene sonraki şimdiki düsturlarıma aynen tatbik etsinler. İnşâallah Risale-i Nur’un tab’ serbestiyeti olsa, o düstur daha fazla inkişaf eder.”[64]

            “[Umum Nur Talebelerine Üstad Bediüzzaman’ın vefatından önce vermiş olduğu en son derstir.]

            Aziz kardeşlerim!

            Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”[65]

            “İşin orijinal tarafı: Bu meslek, kendi şahsına münhasır kalmamış, talebelerine de kudsî bir mefkûre halinde intikal etmiştir. Nur deryasında yıkanmak şerefine mazhar olan bir Nur Talebesinin istiğnasına hayran olmamak kabil değildir…”[66]

            “…bir Nur Talebesine olur olmaz eseri okutturmak ve her sözü dinlettirmek kolay bir şey değildir. Zira, onun gönlünün mihrak noktasında yazılı olan şu “Dikkat!” kelimesi, en hassas bir kontrol vazifesi görmektedir.”[67]

            “…bir Nur Talebesi “Risale-i Nur Külliyatı” nı mütalâası ile – üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa – hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam mânasiyle tatmin edilmiş oluyor.”[68]

            “Said Nursî, hadsiz muarızlara, çok kuvvetli ve kesretli düşmanlara karşı; az, fakir ve zayıf olan Risale-i Nur talebelerine, kuvve-i mâneviyye, gaybî imdat, teşci, sebat ve metanet vermek için Risale-i Nur hakkındaki ikram-ı İlâhî ve hizmetin makbuliyetine ait inayet-i Rabbaniyeyi zikretmiş; insafsız hücum ve asılsız iftiralara karşı mecburiyetle müdafaaya geçilmiştir.”[69]

            “Taife-i mücahidîn olan Nur Talebeleri; a’zamî sadakat ve ittihaddan neş’et eden azîm, manevî, makbûl bir sır ile rahmet-i İlâhiyyenin celbine ve teveccühüne vesile olmuştur. Bu ihlâslı taife-i mücahidîn; küçük bir çekirdek gibi dar bir dairede iken, o çekirdekte âlemi istilâ edecek bir şecere-i Tûbanın mahiyeti bulunduğu misillü, On dördüncü Asr-ı Muhammedîde (Aleyhissalâtü Vesselâm) Kur’andan çıkan Risale-i Nurun Anadoluda tulû ve intişar etmesiyle, neticede neşv ü nema ederek Âlem-i İslâm ve insaniyete kadar genişlemiş ve daha da genişliyecektir!”[70]

            Risale-i Nurdan tahkikî iman dersi alan ve gittikçe ziyadeleşen Nur Talebelerinin îmanları inkişaf etmiş, îmanî bir şehamet ve İslâmî bir cesarete sahib olmuşlardır. Nasılki, cesur bir kumandan yüzlerce askere lisan-ı hâliyle cesaret verir ve nokta-i istinad olursa; aynen öyle de Risale-i Nur şahs-ı manevîsinin mümessili olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başda olarak, tahkikî iman dersleriyle imanları kuvvetlenen yüzbinlerce, şimdi milyonlarca Nur Talebeleri, ehl-i imana bir nokta-i istinad ve bir hüsn-ü misâl olmuşlardır. Nur Talebelerinin bu iman kuvvetleri ve dinsizliğe karşı kahramanca mücadeleleri, halkın üzerinde çok tesir yapmış ve bir intibah (uyanıklık) husule getirmiştir. Böylelikle, milletin içindeki korku ve evhamları da Risale-i Nurla izale etmişler, vatan ve millete umumî bir cesaret, ümid ve ferahlık husule getirip müslümanları yeisden kurtarmışlardır.

            Risale-i Nuru gaye-i hayat edinen bir Nur Talebesi, yüz adam kuvvetinde olduğu ve yüz nâsih kadar iman ve İslâmiyete hizmet ettiği, ehl-i hakikatça müsellem ve musaddakdır. Nur talebeleri; dinsizliğin şa’şaalı taarruzlarına, tantanalı yaygaralarına, zulümlerine, hapislerine; üstadları gibi, kıymet vermeden, korkmadan, lüzumunda canlarını, mallarını, evlâd ve iyâllerini dahi çekinmeden Risale-i Nurla iman ve İslâmiyete hizmet uğrunda feda etmişlerdir. Nur Talebeleri, tek bir şeyi gaye edinmiştir: “İmanlarını kurtarmak niyetiyle Risale-i Nuru okumak ve Rızâ-yı İlâhî için iman ve İslâmiyete Risale-i Nurla hizmet etmek.” Bu gayelerinde muvaffak olmak için, her şeylerini bu hizmete hizmetkâr yapmışlardır.”[71]

            “…öyle Nur Talebesi hanımlar vardır ki, kendilerini son nefesde iman nuriyle hüsn-ü hâtimeye nail edecek Nur Risalelerini hararetle okumuşlar ve diğer din kardeşleri olan hanımlara da okuyup tanıtmışlar; Nurları hanımlar içinde neşrederek, çok hanımların Kur’an ve iman nurlariyle nurlanmalarına vesile olup kahramanca hizmette bulunmuşlardır. Risale-i Nuru okuyup okutmakla iman mertebelerinde terakki edip âdeta birer mürşid mertebesine yükselmişlerdir. Hanımlar, sırf Allah rızasını tahsil için, safvet ve ihlâsla, Risale-i Nurdaki parlak ve çok feyizli Kur’an nurlarına bağlanmış ve kalblerinde sönmez bir muhabbet ve sevgi besliyerek dünya ve âhirette bahtiyar olacak bir vaziyete kavuşmuşlardır. Risale-i Nurun kıymet ve büyüklüğü, temiz kalblerine o kadar yerleşmiş ki; onu beraberce okuyup dinledikçe; içleri nurlarla, feyizlerle dolup taşmış, nuranî göz yaşları dökerek cûş u hurûşa gelmişlerdir. Ne bahtiyardır o hanımlar ki; Risale-i Nurun bu mukaddes îmanî hizmetinde çalıştıkları için onlar daima hayırla yâdedilecek, âhiretlerine nurlar gönderilecek, kabirleri Cennet-misâl pürnur olacak ve âhirette de en yüksek mertebelere ulaşacaklardır. İnşâallah. En başta Bediüzzaman Hazretlerinin dualarına dahil olmakla beraber, Nur Talebeleri mabeynindeki şirket-i maneviye sırriyle defter-i hasenatlarına hayırlar kaydedilmektedir. Risale-i Nura samimî alâkaları, o fedakâr hanımları, milyonlarca Nur Talebelerinin dualarına nail etmektedir. Risale-i Nurları okuyup okutmakla büyük manevî kazançlara, yüksek derecelere erişmektedirler. İnşâallah, ekseri hanımların böyle olmasını, rahmet-i İlâhîden kuvvetle i’tikad ve ümid ve niyaz ediyoruz.”[72]

            “Bu mektublarda Hazret-i Üstad, talebelerine, el yazısiyle risaleleri yazmalarının, neşretmelerinin ehemmiyetini; Risale-i Nur Talebelerinin şimdilik cüz’î gibi görünen hizmetlerinin, hakikatta, kâinatta en muazzam mes’ele olduğunu ve bir gün bu memlekette Risale-i Nurun nuriyle geniş çapta fütuhat olacağını müjdelemekte, Risale-i Nurun dairesinin ve neşriyatının temellerini, esaslarını vaz ve tahkim etmektedir.”[73]

            “Bediüzzaman Hazretleri Denizli hapsinde iken, gayet mühim dokuz mes’eleyi ihtiva eden “Meyve Risalesi” ni iki Cuma gününde te’lif etmiştir. Bu eser, Risale-i Nur’un hakikatlarını hülâsaten cem’eden kıymettar bir risaledir. Hapis müddetinde Nur talebeleri bu Meyve Risalesi’ni müteaddit defalar yazmak ve okumak suretiyle meşgul olmuşlar.”[74]

            “Yalnız bir muallimin talebeleri ve darülfünun şâkirdleri ve Kur’ân dersini veren hâfızın hıfza çalışanları gibi Risale-i Nur Talebelerinde bir uhrevî kardeşlik var.[75]

            “…eski zamanın kahraman mücahidlerine nisbeten en az zahmet, ağır şerait ve bu zamanın şiddeti ihtiyaç cihetiyle çok sevab kazanan inşaallah halis Nurculardır. Ve boş boşuna, bad-ı heva, belki günahlı, zararlı giden birkaç sene ömrünü, böyle kudsî bir hizmet-i imaniye ve Kur’aniyeye sarfeden ve onun ile ebedî bir ömrü kazanan Nur talebeleridir.[76]

            “…hem mâdem, bütün kuvvetiyle Nur talebeleri de, îman ve İslâmiyete Ehl-i Sünnet dairesinde hizmet için hayatlarını dahi çekinmeden veriyor ve süflî menfaat peşinde değildirler ve madem yüz binlerce Nur talebeleri bütün tazyik ve tehditlere rağmen bu hakikati fiilen isbat etmişler; hem her talebe, bugün cereyan eden bâtıl felsefenin akidelerine, hakikî, mantıkî cevaplar vermek üzere yetişmişler ve yetişiyorlar; hem her ihtiyacımıza Kur’ân cevap veriyor, onda lâzım olan her hakikat sarih olarak vardır ve madem Kur’ân, en güzel şekilde ders veren Allahın hediyesi, bir nuru ve rahmetidir..”[77]

            “Hiçbir Nur talebesi yoktur ki, sınıfının en faziletlisi, en çalışkanı olmasın.”[78]

            “Siz kurtarıcı Üstadımızla Risale-i Nur talebeleri arasındaki bağ, ebedî bir bağlılıktır.” Bunu hiçbir kuvvet çözemez.”[79]

            “Hem her birisi hizmet-i Kur’âniyye itibariyle birer kutup hükmünde olan Nur talebelerinin medar-ı iftihar büyük kardeşleri de yine Ispartalıdırlar.”[80]

            “Urfa ve Diyarbakır’daki faal Nur talebeleri birer medrese-i Nuriyye kurdular. Risale-i Nur’u her sınıf halktan, bilhassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate okumak suretiyle ilmî derslere başladılar. Bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i ulûmun şerefini ihyâ ettiler. Şark havâlisinde büyük hizmet-i imaniyye ifa olundu.”[81]

            “Ahmak din düşmanları güya Nur Talebelerini korkutmak sevdasiyle resmî kimseleri aldatıp tahrik ve âlet etmeye çalışıyorlar.”[82]

            “Hattâ öyle Nur Talebeleri meydana gelmektedir ki, asıl halis niyet ve kudsî gayeden sonra -bir sebep olarak da- münafıkların mezkûr plânlarının inadına, rağmına Dünyayı terk edip kendini Risale-i Nur’a vakfediyor.. ve üstadımızın dediği gibi diyorlar: “Zaman, İslâmiyet fedaisi olmak zamanıdır.”[83]

            “Risale-i Nur Talebeleri başkalarına benzemez; onlarla uğraşılmaz; onlar mağlûp olmazlar.”[84]

            “Avrupada hıristiyanlar içinde bir tek kasabada altmışbeş adet sarıklı genç Nur Talebesinin çıkması, bunun bir nümunesidir.”[85]

            “Nur talebesi kardeşlerime söylüyorum: “Nerede olursa olsun siyonizme karşı mücadele etsinler.”[86]

            “Risale-i Nur Talebeleri, Risale-i Nur’un dairesi haricinde nur aramamalı ve aramaz. Eğer arasa, Risale-i Nur’un penceresinden ışık veren manevî güneşe bedel, bir lâmbayı bulur, belki güneşi kaybeder.”[87]

            “Eğer hizmet-i Kur’aniye ve imaniyede yardımcı bir hanım bulsa alır. Hizmetine zarar vermez. Lillahilhamd bu neviden çok Nur talebeleri var, zevceleri onlardan geri kalmıyorlar. Belki kadınlardaki şefkatten gelen ücretsiz fıtrî kahramanlık ve hakikî ihlas cihetiyle zevcinden daha ileri gidebilir. Nur talebelerinin yetişmiş kısımlarından ekserisi evlenmişler, bu sünneti yerine getirmişlerdir. Risale-i Nur onlara der ki: Haneniz bir küçük Medrese-i Nuriye, bir mekteb-i irfan olsun ki; bu sünnet tam yerine gelsin. Sünnet-i seniyenin meyvesi olan çocuklar âhirette size şefaatçı olsunlar. Dünyada da iman dersini alıp size hakikî evlâd olsunlar. Yoksa bu otuz senede kısmen olduğu gibi, o çocuklara yalnız terbiye-i medeniye verilse, bir cihette o çocuklar dünyada faidesiz ve âhirette davacı olarak “Ne için imanımı kurtarmadınız?”diyeceklerinden peder ve vâlidelerini mahzun etmek, sünnet-i seniyenin hikmetine münafî olur.”[88]

            “Üstadımız! Nur talebelerinin okudukları bir eşi, bir benzeri daha dünyada olmayan “Cevşen-ül Kebir” isimli Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimiz Hazretlerinin duasını ve çok sevablı, çok nurlu, çok faziletli salavat-ı şerifelerinizi elde ettik, okumağa başladık. Sizin devam ettiğiniz bu pek kıymetdar, çok mübarek evradlar; bizim zikrimiz, bizim virdimiz oldu elhamdülillah! Fakat en ziyade Risaleleri okumağa gayret ediyoruz, ehemmiyet veriyoruz. Çünki Nur Risalelerini ne kadar sık sık okursak, bu dualardan daha ziyade feyz alıyoruz. Duaları, evradları mübarek gecelerde, hususan Leyle-i Regaib ve Leyle-i Mi’rac ve Leyle-i Berat, Leyle-i Kadir ve Cuma geceleri gibi vakitlerde okuyoruz.”[89]

            “İhlas Risalesi’nin onbeş günde bir defa okunmasının emredilmesiyle, sırr-ı ihlas ve uhuvvetin Nur Talebeleri mabeyninde bizzât istimalinin azameti ve ehemmiyeti anlaşılmaktadır.”[90]

            “Risale-i Nur serapa İslâmiyet, Kur’an, iman hakikatlarından ibarettir ve Nur talebeleri Kur’ana kopmaz rabıtalarla bağlanmışlardır. Dini hiç bir şahsî, dünyevî, süflî menfaatlere âlet etmedikleri ve sadece rıza-yı İlahî için çalıştıkları güneş gibi tezahür etti.”[91]

            “Nur talebelerinde en birinci maksad ve en büyük gaye, rıza-i İlahîdir.”[92]

            “Risale-i Nur’u sadakat ve devamla okuyan hakikî bir Nur Talebesi, ahlâken düşük insanlar arasında kalsa da, ahlâkını bozmadan onlardan uzaklaşıp kendini kurtarıyor.”[93]

 

                                                                                                          24-05-2004

                                                                                                    Mehmet   ÖZÇELİK


[1] Sözler.100,Mektubat.524,Lem’alar.373,444,450,Şualar.59,187,684,İşarat-ül İ’caz.230,Barla lahikası.366,Kastamonu.19,46,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.30,67,271,Tarihçe.398,740,

[2] Sözler.153.

[3] Sözler.757.

[4] Sözler.758.

[5] Sözler.761.

[6] Sözler.766.

[7] Sözler.766.

[8] Sözler.767.

[9] Sözler.767.

[10] Sözler.767.

[11] Sözler.767.

[12] Sözler.767.

[13] Sözler.768.

[14] Sözler.770.

[15] Sözler.772.

[16] Mektubat.346.

[17] Lem’alar.40.Haşiye.1.

[18] Lem’alar.45.

[19] Lem’alar.262,425,İşarat-ül İ’caz.227,Tarihçe.553.

[20] Lem’alar.262.

[21] Lem’alar.266,263.

[22] Lem’alar.267.

[23] Lem’alar.393.

[24] Lem’alar.399-400.

[25] Şualar.256.

[26] Şualar.256.

[27] Şualar.297.

[28] Şualar.314.

[29] Şualar.368,Tarihçe.639.

[30] Şualar.376.

[31] Şualar.379.

[32] Şualar.400.

[33] Şualar.407.

[34] Şualar.418.

[35] Şualar.508,511.

[36] Şualar.516,Emirdağ.2/77,198,Tarihçe.628.

[37] Şualar.544.

[38] Şualar.553.

[39] Şualar.571.

[40] Şualar.672.

[41] Barla Lahikası.183.

[42] Barla.372,Kastamonu.57,203.

[43] Kastamonu.23,43,Sikke-i Tasdik-i Gaybi.30.

[44] Kastamonu.24,Emirdağ Lahikası.1/191,Tarihçe.284.

[45] Kastamonu.76.

[46] Kastamonu.96.Sikke-i Tasdik-i Gaybi.166.

[47] Kastamonu.133.

[48] Kastamonu.140-141.

[49] Kastamonu.149,Tarihçe.304.

[50] Kastamonu.198.

[51] Kastamonu.255.

[52] Emirdağ.2/29.

[53] Emirdağ.2/49.

[54] Emirdağ.2/76.

[55] Emirdağ.2/81.

[56] Emirdağ.2/102.

[57] Emirdağ.2/156.

[58] Emirdağ.2/168-170.

[59] Emirdağ.2/171.

[60] Emirdağ.2/171.

[61] Emirdağ.2/171.

[62] Emirdağ.2/193.

[63] Emirdağ.2/194.

[64] Emirdağ.2/216,218.

[65] Emirdağ.2/241.

[66] Tarihçe-i Hayat.13.

[67] Tarihçe.15.

[68] Tarihçe.20.

[69] Tarihçe.25.

[70] Tarihçe.156.

[71] Tarihçe.162-163.

[72] Tarihçe.164.

[73] Tarihçe.283.

[74] Tarihçe.435.

[75] Tarihçe.566.

[76] Tarihçe.596.

[77] Tarihçe.624.

[78] Tarihçe.627.

[79] Tarihçe.668.

[80] Tarihçe.671.

[81] Tarihçe.673.

[82] Tarihçe.690.

[83] Tarihçe.691.

[84] Tarihçe.693.

[85] Tarihçe.696.Haşiye.1.

[86] Tarihçe.719.

[87] Hakikat Nurları.150.

[88] Hanımlar Rehberi.29.

[89] Hanımlar rehberi.158.

[90] Hizmet rehberi.10.

[91] Nur Çeşmesi.135.

[92] Nurun İlk Kapısı.183.

[93] Nurun İlk Kapısı.197.




BEDİÜZZAMAN SAİD NURSİ

                                   BEDİÜZZAMAN   SAİD   NURSİ

Vefatının 36. yıl dönümünde Bediüzzaman Said Nursi…

            İnsanlık tarihi başlangıç itibarıyla;ilk insan ve ilk peygamber,kendisine ilk suhuf indirilen Hz. Âdem ile başlar.

          Böylece insanlık ve insanoğlu;yaratıldığı ilk andan beri yalnız ve başı boş bırakılmamış,kendisine ilahi canibden bir peygamber ve rehber gönderilmiştir.

            Bu olay ta Peygamberimiz Hz. Muhammed (SAM)’e kadar süregelmiş ve peygamberliğin son halkası onunla sonlanmış ve “Hatem-ul Enbiya”,-Peygamberlerin sonuncusu- ve peygamberlik müessesesini mühürleyici,son peygamber olmuştur.

            Evet,peygamberlik onunla son bulurken,ilk sahifenin ve kitapların da sonu ,son olarak o zata indirilen Kur’an-ı Kerim-le son bulmuş,noktalanmış ve de kemal manada kitab,insanlığa hitab,son doruk noktasına oturmuş oldu.

            Peygamberimiz her türlü maddi-manevi şahsiyetiyle de insanlığın zirvesine çıkmış,gerçek manada insanlığı ve insanı temsil eden ve edecek olan bir kişi olduğunu da göstermiştir.

            Hasılı;hakkında ne söylense az olup,kısaca;”Sözlerimle onu övmüş olmuyorum. Belki onu övmekle,sözlerimi övmüş oluyorum.”diyen şair gibi yapmış oluyoruz.

            Peygamberimizden sonra,velayet kapısı açılmış olmaktadır. Bu da:Hz. Ali ile başlamaktadır. Velayet kapısı onunla fetholunmuştur. Maddi fatih olup,bir çok fetihlerde bulunan Hz. Ali,böylece manevi fatih de olduğunu hayatının ve hayatından sonraki dönemlerin her safhasında manevi tasarrufuyla göstermiştir.

            Evet,velayet yollarının başı Hz. Ali ile başlayıp,bir çok veli zatlarla tâa zamanımıza kadar sürüp gelmiştir.

            İmam-ı Gazali,İmam-ı Rabbani gibi zatlar başta olmak üzere,bir çok veli zatın aradığı ve arzuladığı velayetteki zirve makam,hizmetteki doruk nokta;

            Nihayet küfür ve zulmünde son noktasına çıkmasıyla,zirve de noktalanmıştır.

            Böylece tam bir müsabaka,tam bir mücadele iki tarafın karşılaşmasıyla ringde başlamıştır.

            Başlangıcı cehalet asrıyla başlayan bu mücadelenin sonu;

            Küfrün ve zulmün koz olarak kullanması veya kullanmaya çalışmasıyla fen ve maddenin,iman ve Kur’an-la mukabelesi şeklinde gösterilmeye çalışılmıştır.

            Netice;cehalet asrının maddesi,insanı ve her şeyinin İslâma ram olmasıyla sonuçlanması gibi;

            Sonuç da aynı olarak;Fen,teknik,teknoloji,madde,batısı ve doğusuyla,tüm insanı ve ilim adamıyla Kur’an-ın ve hakikatlarının halkasına gireceği bir hak olarak –İnşaallah- tecelli ve tezahür edecektir.

            İşte Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin bir asırlık hayatı ve hizmetleri şahittir ki,ortaya koyduğu hizmet;

            a)Küfrün bel kemiğini bir daha doğrulamıyacak şekilde kırmış,gittiği yollarının muhal,batıl ve imkansız olduğunu iki kere iki dört eder kat’iyyetinde ortaya koymuştur.

            “Küfür üzerinde yürümek,buzlar üzerinde yürümek gibidir.”

            “Eşek kat kat eşek olsa,sonra dönse insan olsa (küfür ve şirk gibi imkansız bir meseleyi) kabul etmeyip kaçacak;küfür ve inkar içerisinde geçen bir insanlıktan istifa ediyorum.-diyerek eşekliği,böyle bir insanlığa tercih edecektir.

            Küfrün;en büyük bir cehli mutlak,en büyük bir zulüm,cehli mürekkeb,en büyük bir cinayet ve hıyanet olduğunu akli ve nakli delillerle isbat eder.

            b)Bediüzzaman kendi asrına ve şimdiye kadar hiçbir zaman ve zeminde yapılmayan İman konusunda bir tahşidat,bir birikim oluşturur.

            Her şeyin,her mesleğin,her zaman ve zeminin zemin ve zenbereğine İmanı oturtturur.

            İman-sız,iman olmadan hiçbir şeyin olmıyacağı ve çalışmıyacağını kat’i delillerle isbat eder.

            “Ben mesailimi iman üzerine teksif ettim. Gözümde ne cennet sevdası var,ne cehennem korkusu… Milletimin imanını selamette görürsem,cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken,gönlüm gül gülistan olur.”

            İman uğruna Hz. Ebûbekir misal;”Ya Rabbi vücudumu cehennemde öyle büyült ki,ta ehli imana yer kalmasın.”

            Bediüzzaman,milletin imanının selameti,ebedi hayatlarının kurtulması uğruna;dünyayı da terketmiş,şahsi olarak ahiretine çalışmayı da…

            İmanın mertebelerinden ilmel yakin,aynel yakin ve hakkal yakine çıkarmaya kadar imanda terakki kaydettirir.

            Sürekli bir şekilde kulun Allah ile olan intisabını temine çalışır.

            Her şeyin O’nunla var olup ve de var olabileceğini,O’nsuz hiçbir şeyin var olamıyacağı ve de ona varlık adının verilemiyeceğini izah ve ifade eder. “O’nu bulan neyi kaybeder,O’nu kaybeden neyi bulur? O’nu bulan her şeyi bulur ve onu kaybeden hiçbir şeyi bulamaz. Bulsa da ancak başına bela bulur.”

            c)Her şeyin anahtarı olan Besmele ile eserine başlayarak,Namazın hakikatını,hikmet yönünü muhtelif şekillerde ele alarak;”İnsanın yaratılıb,bu dünyaya gönderilmesindeki gerçek gaye;Halık-ı kainatı tanımak ve ona iman edip ibadet etmektir.”ayetinin gerçek manası olan,insanın yaratılışının gaye ve maksadını,insanın nereden geldiği? Ve nereye gideceği? Ve bu dünyadaki gerçek vazifesinin ne olduğunu? en veciz ve mukni bir şekilde izah ve şerhetmektedir.

            ç)Haşir risalesiyle,ahiretin varlığını iki kere iki dört kesinliğinde isbat ederek;cennet,cehennem,kabir,mahşer gibi ahiret alemlerinin gerçek mahiyetini her tabakada insana bildirmekte ve tanıtmaktadır.

            d)Ölümün korkulacak bir şey olmadığını,mahiyet ve hakikatını bildirerek,bir terhis ve yet değiştirmek,gerçek vatana gitmek olarak göstermektedir.

            e)Peygamberimizin maddi ve manevi şahsiyetini tanıtarak,onun sünnetine uyulması gerektiğini,sünnetine uymanın Allah’ı sevmek demek olduğunu ve de Allah tarafından sevilmenin yolunun yine onun habibi olan peygamberine uymak ve onu sevmekten geçtiğini ayet ve hadisler ışığında izah ve şerh eder.

            f)Kur’an-ı Kerim-in doğrudan doğruya Allah kelamı olduğunu isbat eder. Ve insanların hayatlarında uygulamaları için Allah tarafından hayatı düzenleyici tüm esasların,kanun ve şeriatların esaslarını ihtiva ettiğini anlatır.

            g)Peygamberlerin gösterdikleri mu’cizelerin;insanları hidayete davet için olmakla beraber,hayata uygulanabilirliliğinin de mümkün olduğunu,böylece insanları onlara teşvik için gösterildiğini ibretli bir tesbit ile anlatır.

            ğ)Allah’ın isim ve sıfatlarını tanıtarak,ancak onlarla tanınabileceğini belirtir. Kafirlerin Allahı bildiklerini ancak sıfatlarında hataya düştüklerini temsillerle izah eder.

            k)Hikmet,felsefe ve bunların birbirleriyle olan mukayeseleriyle izah yoluna giderek,veciz ifadelerde bulunur.

            l)İsraftan sakınılması gerektiğini,iktisad ve kanaata alışılmasının lüzumunu anlatarak,ekonominin de temelini oluşturacak esasları belirler.

            m)Sahabe ve onların üstünlüklerini belirterek,onların insanlık aleminde birer maddi manevi yıldızlar olduklarının hakikatını izah eder.

            n)İnsanın tanımını mükemmel yapar. İnsana kendisini tam olarak bildirir. Bulunduğu mevkiyi ona hatırlatır ve anlatır.

            o)Ulemanın dahi zorlandıkları imanın esaslarından olan Kaderin;Allah’ın bir ilmi olduğunu,bir takdir,bir plan ve proğram ve bir proje hükmünde olarak,zorlayıcı olmadığını mukni olarak izah eder.

            ö)Madde ve maddiyatın her şey olmayıp,maneviyatı maddi gözlere madde gibi zahir bir şekilde göstermektedir.

            p)Şimdiye kadar İslam aleminde;İslam alimlerinin de üzerinde münakaşa ettikleri konuları yani –Umumül Belvâ- denilip içerisinden çıkılamıyan konulara bir netlik ve izah kazandırarak,asırlardır süren münakaşaları kökünden kaldırır.

            r)Değil sadece İslam aleminde bir ittifak ve muhabbet,hristiyanlık alemiyle,İslam aleminin dahi temel noktalarda birliğine gidip,birleştirici bir rol oynayarak,inkarcılığa karşı umumi bir cephe alır.

            s)Başta Fir’avunları yetiştiren benlik,enaniyet,gurur gibi kavram ve vasıfların mahiyetlerini,iç yüzünü göstererek,insanları böyle bir vartaya düşmekten koruyucu tedbirleri gösterir.

            ş)Görünen alemde,her bir zerre de ve her şeyde Allah’a giden yolu göstermektedir. “Allah’a giden yollar mahlukatın nefesleri sayısıncadır.” Kapalı olan kapılardan,iman ve marifet anahtarlarıyla,O’nun marifetine yollar açmaktadır.

            t)Hayatını sevgi üzerine oturtturan Yunus gibi,aşk üzerine oturtturan Mevlana gibi;her şeye karşı sevgi ve aşk yolunu göstermektedir.

            u)Zulmette nuru,zulümde adaleti,kış da baharı,kesrette vahdeti,kısaca;her şey de bir şeyi,bir şeyde de her şeyi göstererek,gerçek ve hakikatı tek bir şeyde O’nda görmüş ve de göstermiştir.

            ü)Siyasi alemde dönen dolap ve entrikalara alet olmadığı gibi,alet olunmamanın yollarını da göstermiştir.

            v)Hizmette muvaffakiyetin sırrının geleceğe yönelik nesiller yetiştirmekten vaz geçtiğini görerek;ihlaslı ve sadık talebeler ve nesillerin yetiştirilmesine gayret göstermiştir.

            Bu uğurda gösterilecek en küçük gevşemenin kişiye büyük zararlar ve kayıplar getireceğini de yaşayan belgeleriyle göstermiş ve bildirmiştir.

            Kainatın vereceği en önemli mahsul insan olduğuna göre,insanın da en önemli, netice ve gayesini göstermiş ve o hedefe yönelerek,yöneltmiştir.

            y)”Kişinin cennet hayatı,aile hayatıdır.”diye ifade edilen evin tesisi ve kadının,çocuğun yetiştirilmesi üzerinde durur.

            Kadının;başta sefahet olmak üzere dünyaya alet olmaması ve edilmemesini ısrarla işlemiştir.

            z)Uhuvvet risalesiyle kardeşliğin,ihlas risalesi ile hulusiyet ve samimiyetin temellerini atmıştır.

            aa)Bin yıldır devam etmekte olan,Kur’an-ın ve ecdadın lisanının muhafazasına ehemmiyetle çalışmış,toplumları o zengin miras üzerine oturtturmayı hedeflemiştir.

            ab)Cenâb-ı Hakkın kainata koyduğu kanunlar muvazenesiyle,insanlara gönderdiği şeriatlar dengesini izah etmektedir.

            ac)Peygamberler hasseten peygamberimizin gösterdiği mu’cizeler yani harikulade olaylar ile nübüvvet ve risaletinin belgelerini göstermekle,küfür ve dalaletin girdaplarında olanları çekip çıkarırken;

            Ehli imanın imanını,İslâmın ilk devrelerindeki,güçsüzlükler içerisinde bulunan sahabelerin imanlarını da takviye etmektedir.

            aç)İnsanların milliyet bakımından farklı oluşunun;ayrılık sebebi olmadığını,insanların gerçek milliyetlerinin İslamiyet olduğunu geniş bir şekilde izah etmektedir.

            ad)Asrı saadette olan olayların,şimdiye kadar münakaşaya sebeb olan noktaların izahını yaparak,yanlışları tashih etmektedir.

            Meselenin içtihattan kaynaklanıp,günahı gerektiren bir durumun olmadığını belirtir.

            ae)Hastalar risalesiyle,hastalığın gerçek manada korkulacak bir şey olmadığını belirterek,hakiki hikmetini göstermekle şikayeti şükre döndürmektedir. İnsanın acizliğini ve fakirliğini göstermekle,hamd ile mükellef olduğumuzu bildirmektedir.

            af)İhtiyarlar risalesiyle;insanın acziyetini daha iyi bilip,kemal yaşı olan ihtiyarlığın sevilmesi gerektiğini,ihtiyarların hürmete layık kimseler olup,Hadis-deki:”Eğer beli bükülmüş ihtiyarlarınız olmasa idi;belalar üzerinize sel gibi yağardı.”hakikatıyla;ihtiyarların ve ihtiyarlığın,belaların def’ine vesile kimseler olduğunu anlatmaktadır.

            Özetle:Hz. Âdem-den beri,asırlarca süregelen,İslâma yöneltilen tüm meselelere izah,isbat ve mantıki yorumlar getirerekten,inancın,İslâmın etrafına kasıtlı veya cahilane örülen ve örülmek istenen tüm “Utanç Duvarlarını” yıkmış ve eserleriyle yıkmaya da devam etmektedir.

 

                                                                                              15-3-1996

                                                                                  MEHMET   ÖZÇELİK

 




KİMDİR

KİMDİR

             “Acaba beni tecrübe edip kendini bana tanıttırmak isteyen ve bu acib yol ile bir maksada sevkeden kimdir?”[1]

 

“Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi müheyya edip oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir?”[2]

 

            “Sizin âzalarınız içinde en kıymetdar göz ve kulaklarınızın mâliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız?”[3]

 

“Ölmüş yeri ihya edip yüzbinler ölmüş taifeleri ihya eden kimdir? Hak’tan başka ve bütün kâinatın Hâlıkından başka şu işi kim yapabilir?”[4]

 

“Sarf ve Nahiv ilmini okuyan bir medrese talebesinin vefat edip, kabirde Münker ve Nekir’in: “Men Rabbüke”= “Senin Rabbin kimdir?” diye suallerine karşı, kendini medresede zannedip Nahiv ilmi ile cevab vererek: “(Men) mübtedadır. (Rabbüke) onun haberidir; müşkil bir mes’eleyi benden sorunuz, bu kolaydır.”[5]

 

“Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?”[6]

 

“Hâlıkımızı tarif eden, pek büyük bir şahsiyet-i maneviyeye mâlik, bürhan-ı nâtık dediğimiz “Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm kimdir?”[7]

 

“Hâlık-ı Semavat ve Arz kimdir?” diye sorulduğu zaman çar ü nâçar “Allah’tır” diyecektir.”[8]

 

“Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir soba, bir lâmbadır. Odununu, gazyağını veren kimdir? Bil, ayıl!” Başına vurur.”[9]

 

            “Tarihe sorun, kimdir o nur, hem kim imiş menfur…”[10]

 

“Ey benî-Âdem! Nereden geliyorsunuz ve nereye gideceksiniz? Ve ne yapacaksınız? Ve her şeye karışıyor ve bazan karıştırıyorsunuz. Sultanınız ve hatibiniz ve reisiniz ve ileri geleniniz kimdir? Tâ bana cevab versin.”[11]

 

“Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?”[12]

 

K  İ  M  ?

 

“Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi).”[13]

 

“Şu saray içinde bulunan ve memleketi ihata eden yeknesak unsurlar, madenler var.Âdeta memleketten çıkan herşey, o maddelerden yapılıyor. Demek o maddeler kimin mülkü ise, bütün ondan yapılan şeyler de onundur. Tarla kimin ise, mahsulât da onundur. Deniz kimin ise, içindekiler de onundur. Hem bak, bu dokunan şeyler, bu nescolunan münakkaş kumaşlar, birtek maddeden yapılıyor. O maddeyi getiren, ihzar eden ve ip haline getiren, elbette bilbedahe birdir. Çünki o iş, iştirak kabul etmez. Öyle ise bütün nescolunan san’atlı şeyler, ona mahsustur. Hem de bak, bu dokunan, yapılan şeylerin herbir cinsi, bütün memleketin her tarafında bulunuyor; bütün ebna-yı cinsleriyle öyle intişar etmiş; beraber olarak birbiri içinde, bir tarzda, bir anda yapılıyor, nescediliyor. Demek birtek zâtın işidir, birtek emirle hareket ediyor. Yoksa böyle bir anda, bir tarzda, bir keyfiyette, bir heyette ittifak ve muvafakat, muhaldir. Öyle ise bu san’atlı şeylerin herbirisi, o gizli zâtın bir ilânnamesi hükmünde, onu gösteriyor. Güya herbir çiçekli kumaş, herbir san’atlı makine, herbir tatlı lokma, o mu’ciznüma zâtın birer sikkesi, birer hâtemi, birer nişanı, birer turrası hükmünde; lisan-ı hal ile herbirisi der: “Ben kimin san’atıyım, bulunduğum sandıklar ve dükkânlar da onun mülküdür.” Ve herbir nakış der: “Beni kim dokudu ise, bulunduğum top da onun dokumasıdır.” Herbir tatlı lokma der: “Beni kim yapıyor, pişiriyorsa bulunduğum kazan dahi onundur.” Herbir makine der: “Beni kim yapmış ise, memlekette intişar eden bütün emsalimi de o yapıyor ve bütün memleketin her tarafında bizi yetiştiren, odur. Demek memleketin mâliki de odur. Öyle ise, bütün bu memlekete, bu saraya mâlik kimse, o bize mâlik olabilir.”[14]

 

“Ben kimin sikkesiyim, bu yer dahi onun masnuudur. Ben kimin hâtemiyim, bu mekân dahi onun mektubudur. Ben kimin turrasıyım, bu vatanım dahi onun mensucudur.” Demek en edna bir mahluka rububiyet; bütün anasırı kabza-i tasarrufunda tutana mahsustur ve en basit bir hayvanı tedbir ve tedvir etmek; bütün hayvanatı, nebatatı, masnuatı kabza-i rububiyetinde terbiye edene has olduğunu kör olmayan görür. Evet herbir ferd, sair efrada mümaselet ve misliyet lisanı ile der: “Kim bütün nev’ime mâlik ise, bana mâlik olabilir, yoksa yok.” Her nev’, sair nevilerle beraber yeryüzünde intişarı lisanıyla der: “Kim bütün sath-ı Arza mâlik ise, bana mâlik olabilir; yoksa yok.” Arz, sair seyyarat ile bir Güneşe irtibatı ve semavat ile tesanüdü lisanıyla der: “Kim bütün kâinata mâlik ise, bana mâlik o olabilir; yoksa yok.” Evet faraza zîşuur bir elmaya biri dese: “Sen benim san’atımsın.” O elma lisan-ı hal ile ona “Sus!” diyecek. “Eğer bütün yeryüzünde bütün elmaların teşkiline muktedir olabilirsen, belki yeryüzünde münteşir bütün hemcinsimiz olan bütün meyvedarlara, belki sefinesiyle hazine-i rahmetten gelen bütün hedaya-yı Rahmaniyeye mutasarrıf olabilirsen, bana rububiyet dava et.” O elma böyle diyecek ve o ahmağın ağzına bir tokat vuracak.”[15]

 

Kimin merhametiyle böyle hakîmane idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikane terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lütuflarıyla böyle nazeninane besleniyorum ve idare ediliyorum?”[16]

 

Kimden meded gelir ve kimden rahmet beklenir…”[17]

 

“İnsan der: “Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Sen, de: “Kim onları bidayeten inşa edip hayat vermiş ise, o diriltecek.”[18]

 

“Evet şu dünyayı antika san’atlarla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran ve san’atperverane ve nimetperverane şu derece san’atının acibeleriyle, şu derece kıymetdar nimetlerini dünyanın yüzüne serpen, sıra-vari tanzim eden ve zeminin yüzünde seren, güzelce dizen bir Sâni’, bir Mün’imden başka şu velvele-i takdir ve istihsanla ve zemzeme-i hamd ü şükranla dünyayı dolduran ve zemini bir zikirhane, bir mescid, bir temaşagâh-ı san’at-ı İlahiyeye çeviren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir? Ondan başka kim ona sahib çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir? Dünyayı ışıklandıran ziya, Güneş’ten başka hangi şeye yakışır? Tılsım-ı kâinatı keşfedip âlemi ışıklandıran beyan-ı Kur’an, Şems-i Ezelî’den başka kimin nuru olabilir? Kimin haddine düşmüş ki, ona nazire

getirsin, onun taklidini yapsın?”[19]

 

 

“Bu azîm kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi kemal-i intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? “[20]

 

Kimin için Allah var, ona herşey var ve kimin için yoksa, herşey ona yoktur, hiçtir.”[21]

 

“Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler, onun mühürleridir, sikkeleridir.”[22]

 

“Acaba Hazret-i Davud Aleyhisselâm’dan sonra Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka hangi nebi gelmiş ki; şarktan garba kadar dinini neşretmiş ve mülûkü cizyeye bağlamış ve padişahları kendine secde eder gibi bir inkıyad altına almış ve her gün nev’-i beşerin humsunun salavat ve dualarını kendine kazanmış ve envârı Medine’den parlamış kim var? Kim gösterilebilir?”[23]

 

            “İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab ve yedinci âyeti şudur: “Amma ben, size hakkı söylüyorum. Benim gittiğim, size faidelidir. Zira ben gitmeyince, tesellici size gelmez.” İşte bakınız! Reis-i Âlem ve insanlara hakikî teselli veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir? Evet Fahr-i Âlem odur ve fâni insanları i’dam-ı ebedîden kurtarıp teselli veren odur.”[24]

 

            “Hem İncil-i Yuhanna, Onaltıncı Bab, sekizinci âyeti: “O dahi geldikte; dünyayı günaha dair, salaha dair ve hükme dair ilzam edecektir.” İşte dünyanın fesadını salaha çeviren ve günahlardan ve şirkten kurtaran ve siyaset ve hâkimiyet-i dünyayı tebdil eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiş?”[25]

 

            “Hem İncil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: “Amma o Hak ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikata irşad edecektir. Zira kendisinden söylemiyor. Bilcümle işittiğini söyleyerek, gelecek nesnelerden size haber verecek.” İşte bu âyet sarihtir. Acaba umum insanları birden hakikata davet eden ve her haberini vahiyden veren ve Cebrail’den işittiğini söyleyen ve kıyamet ve âhiretten tafsilen haber veren, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kimdir ve kim olabilir?”[26]

 

“İncil’in bir yerinde, İsa Aleyhisselâm demiş: “Ben gideceğim; tâ dünyanın reisi gelsin.” Acaba Hazret-i İsa Aleyhisselâm’dan sonra dünyanın reisi olacak ve hak ve bâtılı fark ve temyiz edip Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın yerinde insanları irşad edecek, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim gelmiştir?”[27]

 

“İşte Tevrat, İncil, Zebur’da ve sair suhuf-u enbiyada çok ehemmiyetle, âhirde gelecek bir peygamberden bahisler var, çok âyetler var. Nasıl bir kısım nümunelerini gösterdik. Hem çok namlar ile o kitablarda mezkûrdur. Acaba bütün bu Kütüb-ü Enbiyada bu kadar ehemmiyetle, mükerrer âyetlerde bahsettikleri, Âhirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’dan başka kim olabilir?”[28]

 

“Evet Hâlık-ı Vâhid’den başka kim Güneş’i Arzlılara müsahhar bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad’den başka kim havayı elinde tutar, pek çok vazifelerle tavzif edip, rûy-i zeminde çevik-çalak bir hizmetkâr eder? Ve o Vâhid-i Ehad’den başka kimin haddine düşmüştür ki, ateşi aşçı yapsın ve kibrit başı kadar bir zerrecik ateşe, binler batman eşyayı yuttursun ve hakeza… Herbirşey, herbir unsur herbir ecram-ı ulviye, o haşmet-i rububiyet noktasında Vâhid-i Zülcelal’i gösterir.”[29]

 

“Bir elmayı halkeden kim ise, bütün dünyaya gelen elmaları icad eden yine o olabilir. Çünki sikke birdir. Hem elmaları icad eden kim ise, bütün dünyada medar-ı rızk olan hububat ve semeratı halkeden yine odur.”[30]

 

            “Hayatı veren kim ise, bütün kâinatın Hâlıkı da odur. Hayatı veren elbette odur, Hayy u Kayyum’dur.”[31]

 

“Hem o cüz’iyatı icad eden kim ise, cüz’iyatı ihata eden unsurları ve semavat ve arzı dahi o halketmiştir.”[32]

 

“Bana bu sîma ve âzayı veren kim ise, bütün esasat-ı âzada bana benzeyen bütün insanların sânii dahi O’dur. Ve hem bütün zîhayatın sânii O’dur.”[33]

 

“Hortumlu sivrisinek dünyaya geldiği dakikada hanesinden çıkar; durmayarak insanın yüzüne hücum eder, uzun asâsıyla vurur, âb-ı hayat fışkırtır, içer. Hücumdan kaçmakta, erkân-ı harb gibi meharet gösterir. Acaba bu küçük, tecrübesiz, yeni dünyaya gelen mahluka bu san’atı ve bu fenn-i harbi ve su çıkarmak san’atını kim öğretmiş ve nerede öğrenmiş? Ben, yani bu bîçare Said itiraf ediyorum ki: Eğer ben o hortumlu sineğin yerinde olsaydım; bu san’atı, bu kerr u ferr harbini ve su çıkarmak hizmetini çok uzun dersler ve çok müteaddid tecrübelerle ancak öğrenebilirdim.”[34]

 

“Önümüzdeki müsbet delilleri ve vücud-u İlahîye bizi sevkeden hakaik-i müberhene ve ilmiyeyi görmeyerek, sırf Avrupa dinsizliğini en büyük lâzıme-i medeniyet ve şiar-ı irfan addile dinimizi terketsek, acaba helâk-i ebedîden bizi kim kurtaracak? Bunu düşünmeyelim mi?”[35]

 

“Bir insanın hâlıkı, sânii, rabbi kim ise; elbette bedahetle yıldızların ve nevilerin ve küll ve külliyatların ve ağaçların ve bütün kâinatın hâlıkı, sânii, rabbi aynen odur. Başka olması muhal ve mümteni’dir.”[36]

 

“Ey nâs! Kim ki ebedî hayat ister, işte âb-ı hayat; kim ki yolunu şaşırmış işte vesile-i necat; kim ki küfür ve inadından dönmez, onu bekliyor.”[37]

 

“O divanlar derler ki: “Veli ol, gör, makamata çık, bak; nurları, feyzleri al.” Risale-i Nur ise der:”Her kim olursan ol, bak, gör; yalnız gözünü aç, hakikatı müşahede et, saadet-i ebediyenin anahtarı olan îmanını kurtar.”[38]

 

Mehmet   ÖZÇELİK

03-08-2005

 

[1] Sözler.36.

[2] Age.416.

[3] Age.416.

[4] Age.416.

[5] Şualar.259,329.

[6] İşarat-ül İ’caz.12.

[7] Mesnevi-i Nuriye.21.

[8] Age.36.

[9] Kastamonu Lahikası.232.

[10] Emirdağ Lahikası.1/114.

[11] Age.2/93.

[12] Tarihçe-i Hayat.609.

[13] Sözler.23.

[14] Age.285-286.

[15] Age.304.

[16] Age.316.

[17] Age.334-Haşiye.1.

[18] Age.383.

[19] Age.397-398.

[20] Age.416.

[21] Age.462.

[22] Age.682.

[23] Mektubat.169.

[24] Age.169.

[25] Age.169.

[26] Age.169.

[27] Age.171.

[28] Age.172.

[29] Age.235.

[30] Age.238.

[31] Age.238.

[32] Age.251.

[33] Lem’alar.112.

[34] Age.126.

[35] Şualar.564.

[36] Age.665.

[37] Barla Lahikası.128.

[38] Sikke-i Tasdik-i Gaybi.188.




M Â İ D E T – Ü L K U R ‘ A N

                            M Â İ D E T – Ü L     K U R ‘ A N

         Ahmed Feyzi Efendi’nin 1366 ( + 584 = 1950) Ramazan ayında tahrir ve tebyizini yaptığı bu eser Bediüzzaman tarafından da kabul görerek:”Mâidet-ül Kur’an ve Hazinet-ül Bürhan”diye de isimlendirilmiştir.

            Buradaki tılsımlar Kur’an-ı Kerim-in:”bazı âyetlerinden hitab ve işaretler”dir.

            Bu”Mâidet-ül Kur’an”hakkında Bediüzzaman Hazretleri şöyle der:

            “Evvela:Aydın havalisinin Hasan Feyzi’si ve Hüsrev’i ve Mehmet Feyzi’si ve Risale-i Nur’un manevi avukatı Ahmed Feyzi’nin üç seneden beri âlimane,müdakkikane yazdığı şu gelen istihracı gaybiyeyi ve Sikke-i Tasdik-i Ğaybiye’nin bir kuvvetli hücceti ve şahidi bulunan şu risaleciği dikkatle mütalaa ettim. O’nun tedkikatına ve Risale-i Nur’un kıymetini tam Hadis ile ve Ayet ile isbat etmesine karşı,hayret ve istihsan ile:”Maşaallah,Barekallah”dedim. Fakat,bir derece tabire muhtaçtır. Aynı hakikattır. Fakat”Said” hakkında hususan son kısmın haşiyelerinde –şahsiyetim itibariyle haddimden yüz derece ziyade bir hüsnü zannı ile- hakikatın sureti değişmiş…

            Evet,hem sikke-i Gaybiye,hem onun yazdığı ayetler ve hadisler müttefikan bu asırda bir hakikatı nuraniyeye işaret ediyorlar. Ve bu asır ve bu zaman,cemaat zamanı olduğundan,şahsı manevi hükmedebilir. Hususan manevi vazifelerde maddi şahısların ehemmiyeti azdır. Dağlar gibi vazifeler,o zayıf şahsiyetlere yükletilmez.

            Bazı Ayet-i kerime ve Ehadis-i şerife ahir zamanda gelecek bir müceddidi ekberi,manayı işari ile haber veriyorlar. Fakat o gelecek zatın ve cemiyetinin üç vazifesinden hakikatte en ehemmiyetlisi olan ve zahiren en küçüğü görünen imanı kurtarmak ve hakaiki imaniyeyi güneş gibi göstermek vazifesini Risale-i Nur ve şakirdlerinin şahsı manevisi tam yaptıklarından o gelecek zata dair haberleri ve işaretleri,Risale-i Nurun şahsı manevisine hatta bazen tercümanına da tatbike çalışmışlar ve Şeriatı ihya ve Hilafeti tatbik olan çok geniş dairede hükmeden bu iki mühim vazifesini nazara almamışlar. Onların kanaatleri,onların Risale-i Nurdan istifade cihetine faidelidir,zararsızdır. Fakat nurun mesleğindeki İhlasa ve hiçbir şeye alet olmamasına ve dünyevi ve manevi makâmâtı aramamasına zarar verdiği gibi,Nurların muarızları her taifenin hususan siyasi taifenin tenkidine ve hücumuna vesile olabilir. Onun için ben,bu müdakkik kardaşımızın risaleciğinin bir kısmını ve bazı cümlelerini kaldırmakla bir parça tadil ettim. Siz tam tadilat yapınız ve size gönderdim. Tılsımlar mecmuasının ahirinde yazılsın. Baki kalan kısmını da,şahsıma ait kısmını kaldırıp bakiyesini tadil ederek belki size göndereceğiz. Bu münasebetle bu günlerde ruhuma gelen bir ihtarı,kalbimle gördüğüm bir manayı beyan edeceğim ki kardaşım Ahmed Feyzi benden gücenmesin. Şöyle ki:

            Nurların fütuhatını kalben temaşa ederken,bazı has kardaşlarımın nurun tercümanına verdikleri makam noktasında baktım. O makama nisbeten fütuhat az olmasından,o makamın şerefi için bir hırs ile vazife-i ilâhiyeye karışmak gibi şekva geldi. Binler derece şükür ve sırf rızayı ilahi noktasında bazı biçarelerin nurlarla imanlarını kurtarmak cihetiyle binler hamd ve sena ve şükür lazımken,bir teşekki ve sıkıntı geldi…

            Sonra,mahviyet ve terki enaniyet ve ihlası tam ile aynı vaziyete baktım,gördüm ki:O fütuhatta,binler hamd ve sena ve teşekkür ve manevi sürur ve sevinç ruhuma geldi. Ben o halde iken anladım ki,makâmâtı maneviye dahi mesleğimizde mevzu-u bahis olmamalı. Eğer bazı has kardaşlarımın,hakkımdan yüz derece ziyade bana verdikleri hassa ve hakikat olsa ve hakkım da olsa,mezkur hakikat için bırakmağa meslek-i nuriyedeki ihlası tamme mecbur ediyor.”[1]

            “Gaybı yalnız Allah bilir.”[2] Allah bildirmedikçe elbette kimse bilemez.[3] Allah’ın bildirmesi esastır.

            Bizde meseleye bu açıdan bakmaya çalışarak;Âyet ve Hadislerdeki mana ve işaretleri nazarlarınıza sunmaya çalışacağız:

            “Eğer sana hile yapmak isterlerse, şunu bil ki,Allah sana kâfidir.”[4] ( MD )

NOT : MD = Medine de nazil olmuştur. MK = Mekke’de nazil olmuştur manasınadır.

(Cifir hesabıyla) 1334-5 + 584 : 1918-1919. (Aldatma ve aldatmayla iş görme tarihi.)

-“ O,seni yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir.”[5] (MD)

1362 / 1946. (Allah’ın o şahsa ve Mü’minlere olan Nusreti.)

           “Eğer sana hainlik yapmak isterlerse (üzülme çünkü onlar) daha önce Allah’a da hainlik etmişlerdi de Allah onlara karşı sana imkan ve kudret vermişti. (Nitekim Bedir savaşında onları öldürdün ve esir aldın.) Allah (Hainlik edenleri) çok iyi bilendir, (yaptıkların da) hikmet sahibidir.”[6] (MK)

                        Allah’ın,ehli nifak,fısk ve fücurun hıyanetlerini daha önceden boşa çıkarması.

                        1362 / 1946, veya 1368 / 1952.

                        “Korkma!dedik,üstün gelecek olan”[7] (MK)

                        1292 / 1876. Korkulmaması,ümid tarihi…

                        “Kesinlikle sensin”[8](MK)

                        1948 ve 1956. Galibiyeti İslâmiyenin miladi tarihleri…

                        “İşte böylece (seni ve sana) inananları üzerimize bir borç olarak kurtaracağız.”[9] (MK)

                        1364 /1948. Mü’minlere necatın Hak olduğu tarih.

                        -“Ey peygamber! Sana ve sana tabi olan mü’minlere Allah yeter.”[10] (MD)

                        1356 / 1940 , 1362 / 1946 , 1364 / 1948 .

                        Peygambere ve ona tabi olan mü’minlere Allah’ın kâfi ve vâfi olması.

                        -“Ve kâfir olanların sözünü alçalttı.”[11] (MD)

                        1292 / 1876. Küfrün yıkılmasının başlangıç tarihi ve

                        1293 / 1877 Hidayet nurunun son zuhur tarihleridir. Ve

                        1938 ise dünya çapında küfrün külli hezimetini netice veren 2. Dünya savaşının başlangıç tarihleridir.

                        -1316 / 1900. Küfrün yıkılma tarihiyle beraber,son “İmam-ı Hidayetin” memuriyetinin başlamasıyla,küfrün yıkılmaya doğru,yıkıma gidiş tarihi…

                        -“Elbette sabırlı davrananlara,yapmakta olduklarının en güzeliyle mükâfatlarını vereceğiz.”[12](MK)

                        1338 / 1922 : 1368 / 1952…tarihleri arasında Sabr edenlere ecirlerinin verileceği ifade edilmektedir.Ve bu tarihlerde tüm meşakkatlere sabır ve mücahede de bulunan Nur talebelerine işaret edilmektedir. Özellikle;”1939;ezayı kâfirâneye senelerden beri sabreden ehli imana,sabırlarının mükafatı. 1939’da başlayan büyük harb neticesinde galibiyeti kâfirânenin erimeye başlaması mebde’ teşkil etmekte olup 1969 ve 2019 seneleri arasında Şevket-i İslâmiye ve Süruru mü’mininin azami hadde vüsûlünü göstermekle ve beşareti azimi vermektedir.”

                        -“Sabret! Senin sabrında ancak Allah’ın yardımı iledir. Onlara üzülme,kurmakta oldukları tuzaktan dolayı sıkıntıya düşme.”[13] (MD)

                   1320 / 1904 , 1372 / 1956… tarihleri arasında sabır ile devamı emredip,mahzun olmamayı tavsiye eder,tesellide bulunur.

                        -“Bugün ben onlara,sabrettiklerinin karşılığını verdim;onlar,hakikaten muradlarına (kurtuluşa) erenlerdir.”[14] (MK)

                        1361 / 1945 , 1371 / 1955…tarihleri arasında sabredenlerin ancak kurtuluşa erecekleri ifade edilirken,müjdede de bulunulmaktadır. Gerek o asrın müceddidine ve gerekse ehli imana.

                        -“O halde peygamberlerden azim sahibi olanların sabrettiği gibi sende sabret.”[15] (MD)

                        1316 / 1900 , 1328 / 1912…tarihlerinde iman hizmetinde azim ve sabır içerisinde hizmete devam edilmesine işaretle hitabta bulunulmaktadır.

                        -“Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar….. sizi imtihan edeceğiz.”[16] (MD)

                        1915 ve 1926 tarihleri arasında küfrün şahlanmasına karşı mü’minlerin büyük bir imtihana tabi tutulmalarıyla “Mücâhidin” ve “Sâbirîn” in zuhura çıkmasını göstermektedir.

                        “Mücahidin” kelimesi ise 144 adediyle “Said” kelimesine tevafukla aynı zamanda onun “Mücahede Ordusu” na da işarette bulunulmaktadır.. ve de o cemaat o şahsiyette temessül etmektedir.

                        -“Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah,iyi davrananlarla beraberdir.”[17] (MK)

                        1294 / 1878..1293 / 1877 , 1324 / 1908.. 1323 / 1907 , 1343 / 1927 , 1374 / 1958.. 1373 / 1957…

                        “Mücahidin”den olan Bediüzzamanın doğumundan son devam tarihine kadar devam edeceğini ve “Muhsinin”den olan “Zümre-i Naciye” ve “Hizb-i Hidayet”e işaretle nail olacakları ikrâmâtı ilâhiyeyi müjdelemektedir.

                        -“Bu,Allah’ın inananların yardımcısı olmasından dolayıdır.”[18] (MD)

                        1913 – 1912 , 1926 –1916. Bu tarihlerde Allah’ın mü’minlere olan dostluğunun tezahür tarihlerini göstermektedir.

                        “Bu ayeti kerime,1926 tarihinde haddi tuğyaninin azami derecesiyle icrayı şenaate başlayan dalaleti Deccalane muvacehesinde ızdırabı şedideye düşen Nur şakirdleri için himayeyi ilahiyeyi müjde vermiştir.”

                                   (Kısmı evvelin sonu)

                                            KISMI   SÂNİ

                            BAZI HADİSLERDEKİ İŞARETLER VE DELALETLER :

                        1)Hadiste:”Ümmetim de iki adam olur (olacak) ki;onlardan biri;Vehbi ilme mazhar olup,Allah’ın kendisine hikmeti verdiği kimse olup,diğeri de;bu ümmete olan fitnesi şeytanın fitnesinden daha şiddetli olan “Cebbar” bir kimsedir.”

                        Burada Bediüzzaman Hazretlerinin ve eserlerinin hepsinin vehbi olmasıyla,kendisinin de Allah’ın “Hakim” ismine mazhar olması meseleyi tavzih etmektedir.

                        “Gaylan” ile de zalim ve cebbar bir şahsa ve onun hayatının 1930-1920 yıllarına tevafuk eder.

                        2)”Öyle bir fitne olacaktır ki;adam onda mü’min olarak sabahlar ve kafir olarak akşamlar. Ancak Allah’ın kendisine ilim (Hikmet,marifetle) hayat verdiği kimse müstesna…”

                        Burada:”Ahyâhullahu bil ilmi” : 268 ,”El-Kürdi” :265.

                        3)”İslâma hidayet kılınıp (yöneltilen) kimseye müjdeler olsun ki;onun yaşayışı (geçimi) kifayet (ölmeyecek) derece de olup ve ona kanaat eden kanaatkar bir kimsedir.”

                        Bediüzzaman-da ise bu iki hususu da müşahede etmekteyiz. Ve de bilinmektedir.

                        4)”Size en cömerdden (ecved) haber vereyim mi? (yani vereyim manasında);O Allah’dır. Ben ise Adem oğlunun en cömerdiyim.Benden sonra Adem oğullarının en cömerdi ise bir adamdır ki;ilmi öğrenir ve ilmini neşreder. Kıyamet gününde müstakil bir ümmet olarak ba’s olunur. Ve (o) öyle bir adamdır ki;(neticede) öldürülünceye kadar Allah yolunda nefsini feda eder.”

                        1294 / 1878 doğumu ve , 1344 / 1928. İlmi neşriyatının en faal dönemleridir…

                        5)Allahım! Muhammed âli’nin dünyada rızkını yeterli kıl…”

                        1294 / 1878 – 1293 / 1877 , 1334 /1918-1333 /1917 , 1374 / 1958 – 1373 /1957…

                        Bediüzzaman Hazretlerinin bütün hayatında rızkının “Kut-u Yevmiye”olması maruf ve meşhurdur.

 

                                                           MÂİDE-İ   KUR’AN   METNİ

                        1)”Yâ eyyühel müddessir”[19] (MK) “Ey bürünüp sarınan)

                        2)”Hüvellezî caaleş-şemse diyâen”[20] (MK) “Güneşi ışıklı… kılan O’dur.”

                        3)”Ve innallahe lehâdillezine âmenû ila sırâtin müstakîm.”[21] (MD) “Şüphesiz ki Allah,iman edenleri,kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir.” 1900 , 1930 , 1980…

                        4)”İnnallâhe ye’murukum en tueddul emânâti ila ehliha.”[22] (MD) “Gerçekten Allah size,emanetleri ehil olanlara vermenizi..emreder.”

                        1371 / 1955 , 1380 / 1964 , 1384 / 1968.

                        Vazife-i Hilafetin cereyan edeceği tarihlerin mebde-i ve sonu…

                        5)”İnnes-saide lemen cünnibel fitene velemenübtüliye fe sabere””Said,fitnelerden korunmuş kimsedir ve belaya uğradığında sabreden kimsedir.

                        “Allah’a yemin ederim ki;muhakkak Said bir zattır ki fitnelerden uzak kalacaktır. (Üç defa) Öyle bir zattır ki,belalara maruz kalacaktır. Ve sabredecektir. Ben ona taaccüb ediyorum. Ve o Said sakalsızdır.”[23]

                        2003 – 1953 1903… O zatın faaliyet ve ilminin hükümranlık tarihlerine delalet ve işaret etmektedir.

                        -“Andolsun ki,biz;”Allah’a kulluk edin”diye her millete bir peygamber gönderdik.”[24] (MK)

                        1902 – 1952 , 1955 – 2005…

                        -“Yarattıklarımızdan,daima hak ile doğru yolu bulan ve onunla adil davranan bir ümmet (millet) vardır.”[25] (MK)

                        1997 – 1947 – 1937..

                        -“Size,ancak az bir bilgi verilmiştir.”[26] (MK)

                        1392 / 1976 , 1362 / 1946.

                        -“Ey Rabbimiz! Gerçek şu ki biz;”Rabbinize iman edin!”diye seslenen bir davetçiyi (peygamberi) işittik,hemen iman ettik.”[27] (MD)

                        1436 / 2020 – 1336 / 1920 : 1386 / 1970 – 1332 / 1916 : 1382 / 1966 – 1330 / 1914 : 1380 /1964…

                        Veya : Mebde-i Kıyamet;şeddesiz,Tenvinsiz…

                        “Fe âmenna”,”Ve iman ettik.”,(173 eder.)

                        1332+173 :1505 / 2089 , 1509 / 2093 , 1559 / 2143.

                        -“Eğer kulumuza indirdiklerimizden her hangi bir şüpheye düşüyorsanız,haydi onun benzeri bir sure getirin.”[28] (MD)

                        1372 / 1956 , 1316 /1900 – 1325 / 1909 – 1332 /1920.

                        Kur’an-ın bu tarihlerde bütün aleme meydan okuyuşu ve

                        “Haydi onun benzeri bir sure getirin.”ayeti ile de;”1880 son asırların tâğut dalâletinin doğumu olup,”Kur’an-ın ve ondan nebean eden Risâle-i Nûrun o ruhu habise meydan okuması…

                        -“De ki:Cebrail’e kim düşman ise şunu iyi bilsin ki Allah’ın izniyle Kur’an-ı senin kalbine bir hidayet rehberi,önce gelen kitabları doğrulayıcı ve mü’minler için de müjdeci olarak o indirmiştir.”[29] (MD)

                        1316 / 1900 – 1362 /1946 – 1351 / 1935 , 1364 / 1948… 1946-1948 : 1379 / 1963… ve, 1320 / 1904 – 1316 / 1900.

                        -“Ayakta dururken,otururken,yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah’ı ananlar (şöyle dua ederler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın.”[30] (MD)

                        1921 – 1970… gün be gün imanın ve İslâmın ve Kur’an-dan lemeân eden Risâle-i Nûrun tefsirinin ve onun tesirinin etkisiyle küfrün manevi güç ve hakimiyetiyle,küfrün manevi güç ve tesirinin sönmeye yüz tuttukları tarihlere işaret etmektedir…

                        SON SÖZ : Ahmed Feyzi Efendinin tesbitlerinden hareketle sunmaya çalıştığımız bu tesbitlerimizde kusurlar varsa nefsimize aid olup,affola. Büyük ve önemli olan hesablarda küçük küsurat farkları olabilir. Nazara alına.

                        Bediüzzamanın dediği gibi:”Büyük adedlerde küçük kesirler,tevafuku bozmadığından küçük kesirlerden kat’ı nazar edildi.”[31]

                        Hz. Ali:”Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum ve esrarı mühimme bize şuhud derecesinde inkişaf etmiş. Kim ne isterse sorsun. Sözümüze şüphe edenler zelil olur.”[32]

                        Hz. Ali:”Dokuz karn (asır) sonra –Fars- yani akvam-ı şarkiyye A’rab üzerine hücum edecek. Galebe edip,hayvan gibi a’rabı kesecek. Öyle müthiş fitneler,karanlıklı musibetler ki;en karanlıklı gecelerden daha ziyade karanlık olacak.”

                        Bununla Hulâgu fitne ve katline işaret eder. Cengizin tahribatından haber verir.

                        Ebced-Cifir hesabıyla 570 yılına işaret ediyor.

                        Hz. Ali:”14. asrı Muhammedi de 1349 ve Rumice 1347’de arab hurufunu terk edip,ecnebi ve arab hurufuna İslâm içinde başlanacak. Hem umum,hem fakir ve zengin,emir ve işçi,çoluk ve çocuk gece dersleriyle o hurufu cebren öğrenecekler.”

                        Sonra”Kim inayeti ilâhiyeye mazhar ise Hz. Cebrâilin tabiriyle bu sekine-i Kudsiyye olan ismi azamı Cenâb-ı Hak ona hediye eder. Onunla o zamanın şer ve fitnelerinden kurtarır.”ve “Kim saadete mazhar ise,Said ise,şaki değilse,o ismi azam onun boynunda mübarek bir gerdanlık hükmünde bir nüsha olur.” ve

                        “O bid’alar ve acemi ve ecnebi hurufun intişarı zamanı olan o ahir zamanın fena adamları bir kısım ulema-is-sû’dur ki;hırs sebebiyle batınlarını haramla doldurmak için bid’alara yardım ve fetva verenlerdir.”Ve

                        “Ya (ey) o zamana yetişen ve alimlerden olan insan! Cenâb-ı Haktan o fitnenin şerrinden muhafaza için sana ders verdiğim ismi azam ile dua et.”Ve

                        “Biz âl-i beytten her kürbet (sıkıntı) ve şiddet zamanında birer ğavs (kurtarıcı) çıkıp imdad ediyoruz.”[33]

 

                                                                                                                      6 – 1 1996

                                                                                                          MEHMET   ÖZÇELİK

[1] Tılsımlar Mecmuası.168-169.

[2]Bakara.33,En’am.59,Hud.123,Nahl.77,Kehf.26,Furkan.6,Neml.65,Lokman.34,Sebe’.48,Fatır.38,Hucurat.18,Cin.26.

[3] En’am.50,Cin.10,26-28,Sebe’.14,Ra’d.8,İsra.36.

[4] Enfal.62.

[5] Enfal.62.

[6] Enfal.71.

[7] Taha.68.

[8] Taha.68.

[9] Yunus.103.

[10] Enfal.64.

[11] Tevbe.40.

[12] Nahl.96.

[13] Nahl.127.

[14] Mü’minun.111.

[15] Ahkaf.35.

[16] Muhammed.31.

[17] Ankebut.69.

[18] Muhammed.11.

[19] Müddessir.1.

[20] Yunus.5.

[21] Hac.54.

[22] Nisa.58.

[23] Sünen-i Ebi Davud. 4 / 460.

[24] Nahl.36.

[25] A’raf.181.

[26] İsra.85.

[27] Al-i İmran.193.

[28] Bakara.23.

[29] Bakara.97.

[30] Al-i İmran.191,Maidet-ül Kur’an Hadisleri için bak. Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 722*725.

[31] Lem’alar. 34,Ebced hesabı ve şifresiyle ilgili olarak bakn. Hak Dini Kur’an Dili . E. Hamdi Yazır. 1 / 153.

[32] Osmanlıca Lem’alar. B. Said Nursi. 18. Lem’a.(Ercuze-de)

[33] Age.18. Lem’a.




FELSEFE

                           FELSEFE

       “Felsefe Dinin huzursuz kardeşidir. Din kendi gerçeğini bulur ve huzura kavuşur. Felsefe hiçbir zaman huzura kavuşmaz. Çünki bulduğu her gerçekten sonra bir soru daha sorar.”Konçarov.

            “Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla;ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ü zahîre, ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.”(Sözler 32)

”Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”(Sözler 59)

            “Ehl-i felsefe istib’ad ile inkâra gider.”(Sözler 65 *Haşiye 1)

Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?

Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler.”(Sözler 86 *Haşiye 1)

            “Amma ilm-i hikmet dedikleri felsefe ise; huruf-u mevcudatın tezyinatında ve münasebatında dalmış ve sersemleşmiş, hakikatın yolunu şaşırmış. Şu kitab-ı kebirin hurufatına “mana-yı harfî” ile, yani Allah hesabına bakmak lâzım gelirken; öyle etmeyip “mana-yı ismî” ile, yani mevcudata mevcudat hesabına bakar, öyle bahseder. “Ne güzel yapılmış”a bedel, “Ne güzeldir” der, çirkinleştirir. Bununla kâinatı tahkir edip, kendisine müştekî eder. Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”(Sözler 132                        

“Felsefenin hâlis bir tilmizi, bir firavundur. Fakat menfaati için en hasis şeye ibadet eden bir firavun-u zelildir. Her menfaatli şeyi kendine “Rab” tanır. Hem o dinsiz şakird, mütemerrid ve muanniddir. Fakat bir lezzet için nihayet zilleti kabul eden miskin bir mütemerriddir. Şeytan gibi şahısların, bir menfaat-ı hasise için ayağını öpmekle zillet gösterir denî bir muanniddir. Hem o dinsiz şakird, cebbar bir mağrurdur. Fakat kalbinde nokta-i istinad bulmadığı için zâtında gayet acz ile âciz bir cebbar-ı hodfüruştur. Hem o şakird, menfaatperest hodendiştir ki; gaye-i himmeti, nefs ve batnın ve fercin hevesatını tatmin ve menfaat-ı şahsiyesini, bazı menfaat-ı kavmiye içinde arayan dessas bir hodgâmdır.”(Sözler 132

            “Hikmet-i felsefe ile hikmet-i Kur’aniyenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye verdiği terbiyeler:Amma hikmet-i felsefe ise, hayat-ı içtimaiyede nokta-i istinadı, “kuvvet” kabul eder. Hedefi, “menfaat” bilir. Düstur-u hayatı, “cidal” tanır. Cemaatlerin rabıtasını, “unsuriyet, menfî milliyeti” tutar. Semeratı ise”hevesat-ı nefsaniyeyi tatmin ve hacat-ı beşeriyeyi tezyid”dir. Halbuki kuvvetin şe’ni, tecavüzdür. Menfaatın şe’ni, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Düstur-u cidalin şe’ni, çarpışmaktır. Unsuriyetin şe’ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan, tecavüzdür… İşte bu hikmettendir ki, beşerin saadeti selb olmuştur.”(Sözler 132)    

Kur’an-ı Hakîm ile felsefe ulûmunun mahsul-ü hikmetlerini, ders-i ibretlerini, derece-i ilimlerini müvazene etmek istersen; şu gelecek sözlere dikkat et!

            Felsefe hikmeti ise, bütün hârikulâde olan mu’cizat-ı kudreti, âdet perdesi içinde saklayıp, cahilane ve lâkaydane üstünde geçer. Yalnız hârikulâdelikten düşen ve intizam-ı hilkatten huruc eden ve kemal-i fıtrattan sukut eden nadir ferdleri nazar-ı dikkate arzeder, onları birer ibretli hikmet diye zîşuura takdim eder. Meselâ: En câmi’ bir mu’cize-i kudret olan insanın hilkatini âdi deyip lâkaydlıkla bakar. Fakat insanın kemal-i hilkatinden huruc etmiş, üç ayaklı yahut iki başlı bir insanı bir velvele-i istiğrabla nazar-ı ibrete teşhir eder. Meselâ: En latif ve umumî bir mu’cize-i rahmet olan bütün yavruların hazine-i gaybdan muntazam iaşelerini âdi görüp, küfran perdesini üstüne çeker. Fakat intizamdan şüzuz etmiş, kabilesinden cüda olmuş, yalnız olarak gurbete düşmüş, denizin altında olan bir böceğin bir yeşil yaprakla iaşesini görür, ondan tecelli eden lütuf ve keremle hazır balıkçıları ağlatmak ister. İşte Kur’an-ı Kerim’in ilim ve hikmet ve marifet-i İlahiye cihetiyle servet ve gınası; ve felsefenin ilim ve ibret ve marifet-i Sâni’ cihetindeki fakr ve iflasını gör, ibret al!”(Sözler 138)

“Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)

“Eğer desen: “Acaba neden Kur’an-ı Hakîm felsefenin mevcudattan bahsettiği gibi etmiyor? Bazı mesaili mücmel bırakır, bazısını nazar-ı umumîyi okşayacak, hiss-i âmmeyi rencide etmeyecek, fikr-i avamı taciz edip yormayacak bir suret-i basitane-i zahiranede söylüyor?

            Cevaben deriz ki: Felsefe, hakikatın yolunu şaşırmış onun için….

            Kur’an-ı Hakîm şu kâinattan bahsediyor, tâ zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.” (Sözler 243),Mektubat.205,Mesnevi-i Nuriye.232.  

            “Şimdi bak şu sersem ve geveze felsefe ne der? Bak diyor ki: “Güneş, bir kitle-i azîme-i mayia-yi nariyedir. Ondan fırlamış olan seyyaratı etrafında döndürüp, cesameti bu kadar, mahiyeti böyledir şöyledir.” Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor. Bahs-i Kur’an gibi etmiyor. Buna kıyasen bâtınen kof, zahiren mutantan felsefî mes’elelerin ne kıymette olduğunu anlarsın. Onun şaşaa-i suriyesine aldanıp, Kur’anın gayet mu’ciznüma beyanına karşı hürmetsizlik etme!..”(Sözler.244)

“Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.”(Sözler 263)

“Şimdi sen dahi ey Katre içine giren hakîm feylesof! Senin katre-i fikrin dûrbîniyle, felsefenin merdiveniyle tâ Kamer’e kadar terakki ettin, Kamer’e girdin. Bak, Kamer kendi zâtında kesafetli, zulümatlıdır. Ne ziyası var, ne hayatı. Senin sa’yin beyhude, ilmin faidesiz gitti. Sen ye’sin zulümatından ve kimsesizliğin vahşetinden ve ervah-ı habisenin iz’acatından ve o vahşetin dehşetinden şu şartlar ile kurtulabilirsin ki,tabiat gecesini terkedip hakikat güneşine teveccüh etsen ve yakînen inansan ki, şu gece nurları, gündüz güneşinin ışıklarının gölgeleridir. Bu şartı yaptıktan sonra, sen kemalini bulursun. Fakir ve karanlıklı Kamer yerine, haşmetli Güneş’i bulursun. Fakat sen dahi öteki arkadaşın gibi, Güneş’i safi göremezsin. Belki senin aklın ve felsefen ünsiyet ve ülfet ettikleri perdeler arkasında ve ilim ve hikmetin nescettiği hicabların halfinde ve kabiliyetin verdiği bir renk içinde görebilirsin.”(Sözler 340)

            “Ey insafsız ve dikkatsiz ve imanı zaîf, felsefesi kavî, hodbîn, münekkid adam!”(Sözler 349)

“Ey gaflet ve felsefe uykusu içinde tenvim edilen insafsız adam!.

.bu nevm-âlûd nazar-ı gaflet ve fikr-i felsefe, elbette hakaik-i nübüvvete mihenk olamazlar.”(Sözler 350)

            “Ehl-i felsefe ve hikmetin nazarı; kesrete, esbaba, tabiata bakar, ona göre görür. Nokta-i nazar birbirinden çok uzaktır. Ehl-i felsefenin en büyük bir maksadı, ehl-i Usûl-üd Din ve ülema-i İlm-i Kelâm’ın makasıdı içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.”(Sözler 350)

“Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.”(Sözler 351)

daki “Gökler ve yer bitişik iken Biz onları birbirinden koparıp ayırdık.” Enbiyâ Sûresi, 21:30.

kelimesi, tedkikat-ı felsefe ile âlûde olmayan bir âlime, o kelime şöyle ifham eder ki: Sema berrak, bulutsuz; zemin kuru ve hayatsız, tevellüde gayr-ı kabil bir halde iken.. semayı yağmurla, zemini hazrevatla fethedip bir nevi izdivac ve telkîh suretinde bütün zîhayatları o sudan halketmek, öyle bir Kadîr-i Zülcelal’in işidir ki; rûy-i zemin, onun küçük bir bostanı ve semanın yüz örtüsü olan bulutlar, onun bostanında bir süngerdir anlar, azamet-i kudretine secde eder. Ve muhakkik bir hakîme, o kelime şöyle ifham eder ki: Bidayet-i hilkatte sema ve arz şekilsiz birer küme ve menfaatsiz birer yaş hamur, veledsiz mahlukatsız toplu birer madde iken; Fâtır-ı Hakîm, onları feth ve bastedip güzel bir şekil, menfaatdar birer suret, zînetli ve kesretli mahlukata menşe’ etmiştir anlar. Vüs’at-i hikmetine karşı hayran olur. Yeni zamanın feylesofuna şu kelime şöyle ifham eder ki: Manzume-i Şemsiyeyi teşkil eden küremiz, sair seyyareler, bidayette Güneş’le mümteziç olarak açılmamış bir hamur şeklinde iken; Kadîr-i Kayyum o hamuru açıp, o seyyareleri birer birer yerlerine yerleştirerek, Güneş’i orada bırakıp, zeminimizi buraya getirerek, zemine toprak sererek, sema canibinden yağmur yağdırarak, Güneş’ten ziya serptirerek dünyayı şenlendirip bizleri içine koymuştur anlar, başını tabiat bataklığından çıkarır, “Âmentü billahi-l Vâhid-il Ehad” der.”(Sözler 392)

“Felsefe-i beşeriyeyi ve hikmet-i insaniyeyi âciz bırakan kâinatın tılsım-ı muğlakını ve hilkat-i âlemin muamma-yı acibesini feth ve keşfetmek, elbette hakikat-bîn ve gayb-aşina ve hidayet-bahş ve hak-nüma olan Kur’an gibi bir mu’cizekârın hârikulâde işleridir.”(Sözler 403)

“Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler.”(Sözler 412)

“Felsefe ve hikmet-i insaniye, dünyaya sabit bakar; mevcudatın mahiyetlerinden, hasiyetlerinden tafsilen bahseder. Sâniine karşı vazifelerinden bahsetse de, icmalen bahseder. Âdeta kâinat kitabının yalnız nakış ve huruflarından bahseder, manasına ehemmiyet vermez. Kur’an ise, dünyaya geçici, seyyal, aldatıcı, seyyar, kararsız, inkılabcı olarak bakar. Mevcudatın mahiyetlerinden, surî ve maddî hâsiyetlerinden icmalen bahseder. Fakat Sâni’ tarafından tavzif edilen vezaif-i ubudiyetkâranelerinden ve Sâniin isimlerine ne vechile ve nasıl delalet ettikleri ve evamir-i tekviniye-i İlahiyeye karşı inkıyadlarını tafsilen zikreder. İşte felsefe-i beşeriye ile hikmet-i Kur’aniyenin şu tafsil ve icmal hususundaki farklarına bakacağız ki, mahz-ı hak ve ayn-ı hakikat hangisidir göreceğiz. İşte nasıl elimizdeki saat, sureten sabit görünüyor. Fakat içindeki çarkların harekâtıyla, daimî içinde bir zelzele ve âlet ve çarklarının ızdırabları vardır. Aynen onun gibi; kudret-i İlahiyenin bir saat-ı kübrası olan şu dünya, zahirî sabitiyetiyle beraber daimî zelzele ve tegayyürde, fena ve zevalde yuvarlanıyor. Evet dünyaya zaman girdiği için, gece ve gündüz, o saat-ı kübranın saniyelerini sayan iki başlı bir mil hükmündedir. Sene, o saatin dakikalarını sayan bir ibre vaziyetindedir. Asır ise, o saatin saatlerini ta’dad eden bir iğnedir. İşte zaman, dünyayı emvac-ı zeval üstüne atar. Bütün mazi ve istikbali ademe verip, yalnız zaman-ı hazırı vücuda bırakır. Şimdi zamanın dünyaya verdiği şu şekil ile beraber, mekân itibariyle dahi yine dünya zelzeleli, gayr-ı sabit bir saat hükmündedir. Çünki cevv-i hava mekânı çabuk tegayyür ettiğinden, bir halden bir hale sür’aten geçtiğinden bazı günde birkaç defa bulutlar ile dolup boşalmakla, saniye sayan milin suret-i tegayyürü hükmünde bir tegayyür veriyor. Şimdi, dünya hanesinin tabanı olan mekân-ı arz ise, yüzü mevt ve hayatça, nebat ve hayvanca pek çabuk tebeddül ettiğinden dakikaları sayan bir mil hükmünde, dünyanın şu ciheti geçici olduğunu gösterir. Zemin yüzü itibariyle böyle olduğu gibi, batnındaki inkılabat ve zelzelelerle ve onların neticesinde cibalin çıkmaları ve hasflar vuku bulması, saatleri sayan bir mil gibi dünyanın şu ciheti ağırca mürur edicidir, gösterir. Dünya hanesinin tavanı olan sema mekânı ise, ecramların harekâtıyla, kuyruklu yıldızların zuhuruyla, küsufat ve husufatın vuku bulmasıyla, yıldızların sukut etmeleri gibi tegayyürat gösterir ki; semavat dahi sabit değil; ihtiyarlığa, harabiyete gidiyor. Onun tegayyüratı, haftalık saatte günleri sayan bir mil gibi çendan ağır ve geç oluyor. Fakat her halde geçici ve zeval ve harabiyete karşı gittiğini gösterir. İşte dünya, dünya cihetiyle şu yedi rükün üzerinde bina edilmiştir. Şu rükünler, daim onu sarsıyor. Fakat şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı ayrı tavsifat ile gösteren, tazelenen âyineleridir. İşte dünya, dünya itibariyle hem fenaya gider, hem ölmeğe koşar, hem zelzele içindedir. Hakikatta akarsu gibi rıhlet ettiği halde, gaflet ile sureten incimad etmiş, fikr-i tabiatla kesafet ve küduret peyda edip âhirete perde olmuştur. İşte felsefe-i sakime tedkikat-ı felsefe ile ve hikmet-i tabiiye ile ve medeniyet-i sefihenin cazibedar lehviyatıyla, sarhoşane hevesatıyla o dünyanın hem cümudetini ziyade edip gafleti kalınlaştırmış, hem küduretle bulanmasını taz’îf edip Sânii ve âhireti unutturuyor.”(Sözler 437

“Kur’anın baştan başa kâinata müteveccih olan âyâtı, şu esasa göre gider. Hakikat-ı dünyayı olduğu gibi açar, gösterir. Çirkin dünyayı, ne kadar çirkin olduğunu göstermekle beşerin yüzünü ondan çevirtir, Sânia bakan güzel dünyanın güzel yüzünü gösterir. Beşerin gözünü ona diktirir. Hakikî hikmeti ders verir. Kâinat kitabının manalarını talim eder. Hurufat ve nukuşlarına az bakar. Sarhoş felsefe gibi, çirkine âşık olup, manayı unutturup, hurufatın nukuşuyla insanların vaktini malayaniyatta sarfettirmiyor.”(Sözler 438)

            “Nasılki çarşıda mevsimlere göre, birer meta mergub oluyor. Vakit be-vakit birer mal revaç buluyor. Öyle de, âlem meşherinde, içtimaiyat-ı insaniye ve medeniyet-i beşeriye çarşısında, her asırda birer meta’ mergub olup revaç buluyor. Sûkunda yani çarşısında teşhir ediliyor, rağbetler ona celboluyor, nazarlar ona teveccüh ediyor, fikirler ona müncezib oluyor. Meselâ: Şu zamanda siyaset metaı ve hayat-ı dünyeviyenin temini ve felsefenin revaçları gibi… Ve selef-i sâlihîn asrında ve o zaman çarşısında en mergub meta, Hâlık-ı Semavat ve Arz’ın marziyatlarını ve bizden arzularını, kelâmından istinbat etmek ve nur-u nübüvvet ve Kur’an ile, kapatılmayacak derecede açılan âhiret âlemindeki saadet-i ebediyeyi kazandırmak vesailini elde etmek idi.”(Sözler 481)

            “Amma şu zamanda, medeniyet-i Avrupa’nın tahakkümüyle, felsefe-i tabiiyenin tasallutuyla, şerait-i hayat-ı dünyeviyenin ağırlaşmasıyla, efkâr ve kulûb dağılmış, himmet ve inayet inkısam etmiştir. Zihinler maneviyata karşı yabanileşmiştir. İşte bunun içindir ki, şu zamanda birisi; dört yaşında Kur’an’ı hıfzedip, âlimlerle mübahase eden Süfyan İbn-i Uyeyne olan bir müçtehidin zekâsında bulunsa, Süfyan’ın içtihadı kazandığı zamana nisbeten, on defa daha fazla zamana muhtaçtır. Süfyan, on senede içtihadı tahsil etmiş ise, şu adam yüz seneye muhtaçtır ki tahsil edebilsin. Çünki Süfyan’ın ibtida-i tahsil-i fıtrîsi sinn-i temyiz zamanından başlar. Yavaş yavaş istidadı müheyya olur, nurlanır, herşeyden ders alır, kibrit hükmüne geçer. Amma onun naziri, şu zamanda çünki zihni felsefede boğulmuş, aklı siyasete dalmış, kalbi hayat-ı dünyeviyede sersem olmuş, istidadı içtihaddan uzaklaşmış, elbette fünun-u hazırada tevaggulü derecesinde istidadı içtihad-ı şer’î kabiliyetinden uzaklaşmış ve ulûm-u arziyede tefennünü derecesinde içtihadın kabulünden geri kalmıştır.” (Sözler 481)

            “Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.”(Sözler 482)

“Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor. “(Sözler 492)

            “İşte bak: Âlem-i insaniyette, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar iki cereyan-ı azîm, iki silsile-i efkâr; her tarafta ve her tabaka-i insaniyede dal budak salmış, iki şecere-i azîme hükmünde… Biri, silsile-i nübüvvet ve diyanet; diğeri, silsile-i felsefe ve hikmet, gelmiş gidiyor. Her ne vakit o iki silsile imtizaç ve ittihad etmiş ise, yani silsile-i felsefe, silsile-i diyanete dehalet edip itaat ederek hizmet etmişse; âlem-i insaniyet parlak bir surette bir saadet, bir hayat-ı içtimaiye geçirmiştir. Ne vakit ayrı gitmişler ise, bütün hayır ve nur, silsile-i nübüvvet ve diyanet etrafına toplanmış ve şerler ve dalaletler, felsefe silsilesinin etrafına cem’olmuştur. Şimdi şu iki silsilenin menşe’lerini, esaslarını bulmalıyız.

            İşte diyanet silsilesine itaat etmeyen silsile-i felsefe ki, bir şecere-i zakkum suretini alıp, şirk ve dalalet zulümatını etrafına dağıtır. Hattâ kuvve-i akliye dalında; Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun meyvelerini, beşer aklının eline vermiş. Ve kuvve-i gazabiye dalında; Nemrudları, Firavunları, Şeddadları beşerin başına atmış. Ve kuvve-i şeheviye-i behimiye dalında; âliheleri, sanemleri ve uluhiyet dava edenleri semere vermiş, yetiştirmiş. O şecere-i zakkumun menşei ile silsile-i nübüvvetin ki bir şecere-i tûbâ-i ubudiyet hükmünde bulunan o silsilenin, küre-i zeminin bağında mübarek dalları: Kuvve-i akliye dalında enbiya ve mürselîn ve evliya ve sıddıkîn meyvelerini yetiştirdiği gibi.. kuvve-i dafia dalında âdil hâkimleri, melek gibi melikler meyvesini veren ve kuvve-i cazibe dalında hüsn-ü sîret ve ismetli cemal-i suret ve sehavet ve keremnamdarlar meyvesini yetiştiren ve beşer nasıl şu kâinatın en mükemmel bir meyvesi olduğunu gösteren o şecerenin menşei ile beraber ene’nin iki cihetindedir. O iki şecereye menşe’ ve medar, esaslı bir çekirdek olarak ene’nin iki vechini beyan edeceğiz. Şöyle ki:

            Ene’nin bir vechini nübüvvet tutmuş gidiyor; diğer vechini felsefe tutmuş geliyor.

Evet Nemrudları, Firavunları yetiştiren ve dayelik edip emziren, eski Mısır ve Babil’in ya sihir derecesine çıkmış veyahut hususî olduğu için etrafında sihir telakki edilen eski felsefeleri olduğu gibi; âliheleri eski Yunan kafasında yerleştiren ve esnamı tevlid eden felsefe-i tabiiye bataklığıdır. Evet tabiatın perdesi ile Allah’ın nurunu görmeyen insan, herşeye bir uluhiyet verip kendi başına musallat eder.”(Sözler 538-539 *Haşiye 1,Mesnevi-i Nuriye.200)

“O uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envâr ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir.”(Sözler 540)

            “Felsefe ise, ene’ye mana-yı ismiyle bakmış. Yani kendi kendine delalet eder, der. Manası kendindedir, kendi hesabına çalışır, hükmeder. Vücudu aslî, zâtî olduğunu telakki eder. Yani zâtında bizzât bir vücudu vardır, der. Bir hakk-ı hayatı var, daire-i tasarrufunda hakikî mâliktir, zu’meder. Onu bir hakikat-ı sabite zanneder. Vazifesini, hubb-u zâtından neş’et eden bir tekemmül-ü zâtî olduğunu bilir ve hakeza.. çok esasat-ı fasideye mesleklerini bina etmişler.

…Silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.

            İşte diyanete itaat etmeyen felsefenin böyle yolu şaşırdığı içindir ki; ene kendi dizginini eline almış, dalaletin herbir nev’ine koşmuş.”(Sözler 540)

            “Felsefenin esasında, kuvvet müstahsendir. Hattâ “Elhükmü lil-galib” bir düsturudur. “Galebe edende bir kuvvet var. Kuvvette hak vardır.” der. Zulmü manen alkışlamış; zalimleri teşci’ etmiştir ve cebbarları, uluhiyet davasına sevketmiştir. Hem masnu’daki güzelliği ve nakıştaki hüsnü, masnua ve nakşa mal edip, Sâni’ ve Nakkaş’ın mücerred ve mukaddes cemalinin cilvesine nisbet etmeyerek, “Ne güzel yapılmış” yerine “Ne güzeldir” der. Perestişe lâyık bir sanem hükmüne getirir. Hem herkese satılan müzahref, hodfüruş, gösterici, riyakâr bir hüsnü istihsan ettiği için riyakârları alkışlamış, sanem-misalleri kendi âbidlerine âbide yapmıştır. O şecerenin kuvve-i gazabiye dalında, bîçare beşerin başında küçük-büyük Nemrudlar, Firavunlar, Şeddadlar meyvelerini yetiştirmiş. Kuvve-i akliye dalında, âlem-i insaniyetin dimağına Dehriyyun, Maddiyyun, Tabiiyyun gibi meyveleri vermiş; beşerin beynini bin parça etmiştir.”(Sözler 541)

“Nübüvvetin hayat-ı şahsiyedeki düsturî neticelerinden (Mansur Ali Nâsıf, et-Tâc, 1:13 (Mukaddime).kaidesiyle “Ahlâk-ı İlahiye ile muttasıf olup Cenab-ı Hakk’a mütezellilane teveccüh edip acz, fakr, kusurunuzu bilip dergahına abd olunuz” düsturu nerede? Felsefenin teşebbüh-ü bil-Vâcib insaniyetin gayet-i kemalidir kaidesiyle “Vâcib-ül Vücud’a benzemeğe çalışınız” hodfüruşane düsturu nerede? Evet nihayetsiz acz, za’f, fakr, ihtiyaç ile yoğrulmuş olan mahiyet-i insaniye nerede? Nihayetsiz kadir, kavî, gani ve müstağni olan Vâcib-ül Vücud’un mahiyeti nerede?..”(Sözler 541)

            “Nübüvvetin hayat-ı içtimaiyedeki düsturî neticelerinden ve şems ve kamerden tut, tâ nebatat hayvanatın imdadına ve hayvanat insanın imdadına, hattâ zerrat-ı taamiye hüceyrat-ı bedenin imdadına ve muavenetine koşturulan düstur-u teavün, kanun-u kerem, namus-u ikram nerede? Felsefenin hayat-ı içtimaiyedeki düsturlarından ve yalnız bir kısım zalim ve canavar insanların ve vahşi hayvanların, fıtratlarını sû’-i istimallerinden neş’et eden düstur-u cidal nerede? Evet düstur-u cidali o kadar esaslı ve küllî kabul etmişler ki, “Hayat bir cidaldir” diye eblehane hükmetmişler.”(Sözler 542)

            “Nübüvvetin tevhid-i İlahî hakkındaki netaic-i âliyesinden ve düstur-u galiyesindenyani “Her birliği bulunan, yalnız birden sudûr edecektir. Madem her şeyde ve bütün eşyada bir birlik var, demek birtek zâtın icadıdır” diye olan tevhidkârane düsturu nerede? Eski felsefenin bir düstur-u itikadiyesinden olan “Birden bir sudûr eder” yani “Bir zâttan, bizzât birtek sudûr edebilir. Sair şeyler, vasıtalar vasıtasıyla ondan sudûr eder” diye Ganiyy-i Ale-l-ıtlak ve Kadir-i Mutlak’ı âciz vesaite muhtaç göstererek, bütün esbaba ve vesaite, rububiyette bir nevi şirket verip Hâlık-ı Zülcelal’e, “akl-ı evvel” namında bir mahluku verip, âdeta sair mülkünü esbaba ve vesaite taksim ederek bir şirk-i azîme yol açan, şirk-âlûd ve dalalet-pişe o felsefenin düsturu nerede? Hükemanın yüksek kısmı olan İşrakiyyun böyle haltetseler; Maddiyyun, Tabiiyyun gibi aşağı kısımları ne kadar haltedeceklerini kıyas edebilirsin.”(Sözler 542)

            “Nübüvvetin düstur-u hakîmanesinden (“Hiçbir şey yoktur ki, Onu hamd ile tesbih etmesin.” İsrâ Sûresi, 17:44.

) sırrıyla: “Herşeyin, her zîhayatın neticesi ve hikmeti kendine ait bir ise; Sâniine ait neticeleri, Fâtırına bakan hikmetleri binlerdir. Herbir şeyin, hattâ bir meyvenin; bir ağacın meyveleri kadar hikmetleri, neticeleri bulunduğu” mahz-ı hakikat olan düstur-u hikmet nerede? Felsefenin “Herbir zîhayatın neticesi kendine bakar veyahut insanın menafi’ine aittir” diye, koca bir dağ gibi ağaca, hardal gibi bir meyve, bir netice takmak gibi gayet manasız bir abesiyet içinde gördüğü hikmetsiz hikmet-i müzahrefe düsturları nerede?”(Sözler 542)

            “İşte felsefenin şu esasat-ı fasidesinden ve netaic-i vahîmesindendir ki: İslâm hükemasından İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîler, şaşaa-i suriyesine meftun olup, o mesleğe aldanıp, o mesleğe girdiklerinden; âdi bir mü’min derecesini ancak kazanabilmişler. Hattâ İmam-ı Gazalî gibi bir Hüccet-ül İslâm, onlara o dereceyi de vermemiş.”(Sözler 543)

            “Hem meslek-i felsefenin esasat-ı fasidesindendir ki: Ene, kendi zâtında hava gibi zaîf bir mahiyeti olduğu halde, felsefenin meş’um nazarı ile mana-yı ismî cihetiyle baktığı için; güya buhar-misal o ene temeyyu edip, sonra ülfet cihetiyle ve maddiyata tevaggul sebebiyle güya tasallub ediyor. Sonra gaflet ve inkâr ile o enaniyet tecemmüd eder. Sonra isyan ile tekeddür eder, şeffafiyetini kaybeder. Sonra gittikçe kalınlaşıp sahibini yutar. Nev’-i insanın efkârıyla şişer. Sonra sair insanları, hattâ esbabı kendine ve nefsine kıyas edip, onlara -kabul etmedikleri ve teberri ettikleri halde- birer firavunluk verir. İşte o vakit, Hâlık-ı Zülcelal’in evamirine karşı mübareze vaziyetini alır. (“Çürümüş kemikleri kim diriltecek?” Yâsin Sûresi, 36:78.)der. Meydan okur gibi Kadîr-i Mutlak’ı acz ile ittiham eder. Hattâ Hâlık-ı Zülcelal’in evsafına müdahale eder. İşine gelmeyenleri ve nefs-i emmarenin firavunluğunun hoşuna gitmeyenleri ya red, ya inkâr, ya tahrif eder.”(Sözler 543)

“Bir kısım felasife, “Cüz’iyata ilm-i İlahî taalluk etmiyor” diye ilm-i İlahînin azametli ihatasını nefyedip, bütün mevcudatın şehadat-ı sadıkalarını reddetmişler. Hem felsefe, esbaba tesir verip, tabiat eline icad verir. Yirmiikinci Söz’de kat’î bir surette isbat edildiği gibi; her şeyde Hâlık-ı Külli Şey’e has, parlak sikkeyi görmeyip âciz, camid, şuursuz, kör ve iki eli tesadüf ve kuvvet gibi iki körün elinde olan tabiata masdariyet verip, binler hikmet-i âliyeyi ifade eden ve herbiri birer mektubat-ı Samedaniye hükmünde olan mevcudatın bir kısmını ona mal eder.”(Sözler 544)

“Bir hâdise-i misaliye, rü’yaya benzer bir hâdise gördüm ki: Kendimi, bir sahra-yı azîmede görüyorum. Bütün zeminin yüzünü; karanlıklı, sıkıcı ve boğucu bir bulut tabakası kaplamış. Ne nesim var, ne ziya, ne âb-ı hayat.. hiçbirisi bulunmuyor. Her tarafı canavarlar, muzır ve muvahhiş mahluklarla dolu olduğunu tevehhüm ettim. Kalbime geldi ki: “Şu zeminin öteki tarafında ziya, nesim, âb-ı hayat var. Oraya geçmek lâzım.” Baktım ki, ihtiyarsız sevk olunuyorum. Zeminin içinde, tünel-vari bir mağaraya sokuldum. Gitgide zeminin içinde seyahat ettim. Bakıyorum ki: Benden evvel o taht-el arz yolda çok kimseler gitmişler. Her tarafta boğulup kalmışlar. Onların ayak izlerini görüyordum. Bazılarının bir zaman seslerini işitiyordum. Sonra sesleri kesiliyordu.

            Ey, hayali ile benim seyahat-ı hayaliyeme iştirak eden arkadaş! O zemin, tabiattır ve felsefe-i tabiiyedir. Tünel ise, ehl-i felsefenin efkârı ile hakikata yol açmak için açtıkları meslektir. Gördüğüm ayak izleri, Eflatun ve Aristo (Haşiye)gibi meşahirlerindir. İşittiğim sesler, İbn-i Sina ve Farabî gibi dâhîlerindir. Evet İbn-i Sina’nın bazı sözlerini, kanunlarını bazı yerlerde görüyordum. Sonra, bütün bütün kesiliyordu. Daha ileri gidememiş. Demek boğulmuş.”(Sözler 545)

            “Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.”(Sözler 551)

            “İşte o müddeî, evvelâ mevcudatın en küçüğü olan bir zerreye rast gelir. Ona Rab ve hakikî mâlik olmakta olduğunu; zerreye, tabiat lisanıyla, felsefe diliyle söyler. O zerre dahi, hakikat lisanıyla ve hikmet-i Rabbanî diliyle der ki: “Ben hadsiz vazifeleri görüyorum. Ayrı ayrı her masnua girip işliyorum, bütün o vezaifi bana gördürecek, sende ilim ve kudret varsa.. hem, benim gibi hadd ü hesaba gelmeyen zerrat içinde beraber gezip (Haşiye)iş görüyoruz. Eğer bütün emsalim o zerreleri de istihdam edip emir tahtına alacak bir hüküm ve iktidar sende varsa.. hem kemal-i intizam ile cüz olduğum mevcudlara, meselâ kandaki küreyvat-ı hamraya hakikî mâlik ve mutasarrıf olabilirsen, bana Rab olmak dava et; beni, Cenab-ı Hak’tan başkasına isnad et. Yoksa sus! Hem bana Rab olamadığın gibi, müdahale dahi edemezsin. Çünki vezaifimizde ve harekâtımızda o kadar mükemmel bir intizam var ki; nihayetsiz bir hikmet ve muhit bir ilim sahibi olmayan bize parmak karıştıramaz. Eğer karışsa, karıştıracak. Halbuki senin gibi camid, âciz ve kör ve iki eli tesadüf ve tabiat gibi iki körün elinde olan bir şahıs, hiçbir cihette parmak uzatamaz.”(Sözler 591)

            “Serseri felsefe lisanı ile……(Sözler.593-594)

            “Şeytanlaşmış felsefe lisanıyla…..(Sözler.596)

            “Firavunlaşmış felsefe lisanıyla….(Sözler 597)

            “Tuğyan etmiş felsefe lisanıyla…(Sözler 597)

O müddeînin yüzüne recm-i şeytan gibi, bir yıldız öyle bir tokat vurur ki, yıldızlardan tâ cehennemin dibine onu atar. Ve beraberinde olan tabiatı evham derelerine ve tesadüfü adem kuyusuna ve şerikleri, imtina’ ve muhaliyet zulümatına ve din aleyhindeki felsefeyi, esfel-i safilînin dibine atar.”(Sözler 598)

            “Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi esfel-i safilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur’an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i safilîne sukuttan insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delail-i kat’iyye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor.”(Sözler 636)

            “Eski zamanda dalalet, cehaletten geliyordu. Bunun yok edilmesi kolaydır. Bu zamanda dalalet, -Kur’an ve İslâmiyet’e ve imana taarruz- fen ve felsefe ve ilimden geliyor. Bunun izalesi müşkildir. Eski zamanda ikinci kısım, binden bir bulunuyordu; bulunanlardan, ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünki öyleler hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.”(Sözler 752)

            “Said Nursî, Eski Said tabir ettiği gençliğinde felsefede çok ileri gitmiştir. Garbın Sokrat’ı, Eflatun’u, Aristo’su gibi hakikatlı feylesofları ve şarkın İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabî gibi dâhî hükemalarından felsefe ve hikmette Kur’an-ı Hakîm’in feyziyle çok ileri geçmiş ve Kur’andan başka halâskâr ve hakikî rehber olmadığını dava etmiş ve Risale-i Nur eserlerinde isbat etmiştir. Bu hakikatlarda şübhesi olan olursa, Üstad âhirete teşrif etmeden bizzât şübhesini izale edebilir.”(Sözler 758)

            “Ta’likat namındaki te’lifatı, Mantık’ta bir şaheserdir. Hem mümtaz ve hakperest ve hakikatbîn bir dâhîdir, hem Kur’anla barışık müstakim felsefenin hakikatperver bir feylesofudur, hem nazirsiz bir sosyolog içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir.”(Sözler 762)

            “Büyük şâirimiz, edebiyatımızın medar-ı iftiharı merhum Mehmed Âkif, bir üdebâ meclisinde, “Viktor Hügo’lar, Şekspirler, Dekartlar; edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman’ın bir talebesi olabilirler.” demiştir.”(Sözler 764)

            “Âhirzamanda Hazret-i İsa Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek mealindeki hadîsin sırrı şudur ki: Âhirzamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı uluhiyete karşı İsevîlik dini tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılab edeceği bir sırada, nasılki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılıncıyla o müdhiş dinsizliğin şahs-ı manevîsini öldürür; öyle de Hazret-i İsa Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı manevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı manevîsini temsil eden Deccal’ı öldürür…yani inkâr-ı uluhiyet fikrini öldürecek.”(Mektubat 6)

            “Ehl-i gaflet ve dalalet ve felsefenin ahmaklığına bak ki: Kudret-i Fâtıranın o Levh-i Mahfuzunu ve hikmet ve irade-i Rabbaniyenin o basirane kitabının eşyadaki cilvesini, aksini, misalini hissetmişler; hâşâ “Tabiat” namıyla tesmiye etmişler, körletmişler.”(Mektubat 37)

            “Tabiiyyun, maddiyyun felsefesinden tevellüd eden bir cereyan-ı Nemrudane, gittikçe âhirzamanda felsefe-i maddiye vasıtasıyla intişar ederek kuvvet bulup, uluhiyeti inkâr edecek bir dereceye gelir.”(Mektubat 56)

            “hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar.”(Mektubat 87)

            “Hem Kur’an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şahiddir. Başta ülema-i ilm-i Kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan esasat-ı Kur’aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmişler. “(Mektubat 190)

            “Ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan Sofestaîler, tarîk-ı haktan yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalalet tarîkına bakmışlar; görmüşler ki: Şirk yolu, tarîk-ı haktan ve tevhid yolundan yüzbin defa daha müşkilâtlıdır, nihayet derecede gayr-ı makuldür. Onun için bilmecburiye herşey’in vücudunu inkâr ederek akıldan istifa etmişler.”(Mektubat 248)

            “Hem ekser enbiyanın Asya’da zuhuru, ağleb-i hükemanın Avrupa’da gelmesi, kader-i ezelînin bir remzi, bir işaretidir ki; Asya akvamını intibaha getirecek, terakki ettirecek, idare ettirecek; din ve kalbdir. Felsefe ve hikmet ise, din ve kalbe yardım etmeli, yerine geçmemeli.”(Mektubat 325,Şualar.376,Mesnevi-i Nuriye.100,Tarihçe-i Hayat.562)

            “Bir zaman ben, bu hiss-i kabl-el vukuu, zahirî ve bâtınî meşhur duygulara ilâve olarak, insanda ve hayvanda “saika” ve “şaika” namıyla aynı “sâmia” ve “bâsıra” gibi iki hiss-i âheri ilmen bulmuştum. Ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, o gayr-ı meşhur hislere; -hata ederek- ahmakçasına “sevk-i tabiî” diyorlar. Hâşâ sevk-i tabiî değil, belki bir nevi ilham-ı fıtrî olarak insan ve hayvanı kader-i İlahî sevkediyor. Meselâ: Kedi gibi bazı hayvan; gözü kör olduğu vakit, o sevk-i kaderî ile gider, gözüne ilâç olan bir otu bulur, gözüne sürer, iyi olur.”(Mektubat 348)

            “Sonra muazzam bir perde daha açıldı, âlem-i Arz göründü. Felsefenin karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayale dehşetli bir âlem gösterdi.” (Mektubat 410)

            “Zaîflerin kuvveti ve mukavemeti, karanlık ve tesadüfe bağlı, şuursuz, tabiî felsefeden alınmaz; belki hamiyet-i İslâmiye ve kudsî İslâmiyet milliyetinden alınır!..”(Mektubat 422)

            “Eski Said ile mütefekkirîn kısmı, felsefe-i beşeriyenin ve hikmet-i Avrupaiyenin düsturlarını kısmen kabul edip, onların silâhlarıyla onlarla mübareze ediyorlar; bir derece onları kabul ediyorlar. Bir kısım düsturlarını, fünun-u müsbete suretinde lâ-yetezelzel teslim ediyorlar, o suretle İslâmiyetin hakikî kıymetini gösteremiyorlar. Âdeta kökleri çok derin zannettikleri hikmetin dallarıyla İslâmiyeti aşılıyorlar, güya takviye ediyorlar. Bu tarzda galebe az olduğundan ve İslâmiyetin kıymetini bir derece tenzil etmek olduğundan, o mesleği terkettim. Hem bilfiil gösterdim ki: İslâmiyetin esasları o kadar derindir ki; felsefenin en derin esasları onlara yetişmez, belki sathî kalır. Otuzuncu Söz, Yirmidördüncü Mektub, Yirmidokuzuncu Söz bu hakikatı bürhanlarıyla isbat ederek göstermiştir. Eski meslekte, felsefeyi derin zannedip, ahkâm-ı İslâmiyeyi zahirî telakki edip felsefenin dallarıyla bağlamakla durutmak ve muhafaza edilmek zannediliyordu. Halbuki felsefenin düsturlarının ne haddi var ki, onlara yetişsin?”Mektubat 442,517)

“Eski hikmet, semavatı dokuz tasavvur edip, lisan-ı şer’îde, Arş ve Kürsi yedi semavat ile beraber kabul edip acib bir suretle semavatı tasvir etmiştiler. O eski hikmetin dâhî hükemasının şaşaalı ifadeleri, nev-i beşeri çok asırlar müddetince tahakkümleri altında tutmuşlar. Hattâ çok ehl-i tefsir, âyâtın zahirlerini onların mezhebine göre tevfik etmeye mecbur kalmışlar. O suretle Kur’an-ı Hakîm’in i’cazına bir derece perde çekilmişti. Ve hikmet-i cedide namı verilen yeni felsefe ise, eski felsefenin mürur u ubura ve hark u iltiyama kabil olmayan semavat hakkındaki ifratına mukabil tefrit edip, semavatın vücudunu âdeta inkâr ediyorlar. Evvelkiler ifrat, sonrakiler tefrit edip hakikatı tamamıyla gösterememişler. Kur’an-ı Hakîm’in hikmet-i kudsiyesi ise, o ifrat ve tefriti bırakıp hadd-i vasatı ihtiyar edip der ki: Sâni’-i Zülcelal, yedi kat semavatı halketmiştir. Hareket eden yıldızlar ise, balıklar gibi sema içinde gezerler ve tesbih ederler. Hadîste (Tirmizî, 58. Sûrenin tefsiri: 1; Müsned, 2:370; el-Mubârekforî, Tuhfetü’l-Ahvezî, 3352; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 8:132.)denilmiş. Yani: “Sema, emvacı karardade olmuş bir denizdir.”(Lemalar 66)

            “Bu zamanda ehl-i İslâmın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi: Nurdur, nur göstermektir ki, kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse, galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münafık, kâfirden daha fenadır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe girer, saklanır; nifaka inkılab eder. Hem nur, hem topuz.. ikisini, bu zamanda benim gibi bir âciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmağa mecbur olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun bakmamak lâzım geliyor. Amma maddî cihadın muktezası ise; o vazife şimdilik bizde değildir. Evet ehline göre kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lâzımdır. Fakat iki elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir. Topuzu tutacak elimiz yok!..”(Lemalar 104)

            “İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyz ile hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi’ san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden fünunları takib eden bu birinci Avrupa’ya hitab etmiyorum. Belki felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiatını mehasin zannederek, beşeri sefahete ve dalalete sevkeden bozulmuş ikinci Avrupa’ya hitab ediyorum.”(Lemalar 115)

            “O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim:

            Bil ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalaletli bir felsefeyi ve sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dava edersin ki, beşerin saadeti bu ikisi iledir. Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek.”(Lemalar 115)

            “Hem felsefe-i sakîmenin şakirdleriyle Kur’an-ı Hakîm’in tilmizlerinin hamiyetkârlık ve fedakârlıklarını bununla müvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:

            Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dava açar. Kur’anın şakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telakki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes’ud oluyor ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder. Hem en büyük şey olan Arş ve Şems’i, müsahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahluk telakki eder.”(Lemalar 119)

“O vakit herşeyden evvel, eskiden beri tahsil ettiğim ilme müracaat edip, bir teselli, bir rica aramaya başladım. Maatteessüf o vakte kadar ulûm-u felsefeyi, ulûm-u İslâmiye ile beraber havsalama doldurup o ulûm-u felsefeyi pek yanlış olarak maden-i tekemmül ve medar-ı tenevvür zannetmiştim. Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu. Birden Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve keremiyle Kur’an-ı Hakîm’deki hikmet-i kudsiye imdada yetişti. Çok risalelerde beyan edildiği gibi; o felsefî mes’elelerin kirlerini yıkadı, temizlettirdi. Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu. Hangi cihete baktım, nur aradım; o mes’elelerde nur bulamadım, teneffüs edemedim. Tâ Kur’an-ı Hakîm’den gelen ve “Lâ İlahe İlla Hu” cümlesiyle ders verilen tevhid, gayet parlak bir nur olarak bütün o zulümatı dağıttı; rahatla nefes aldım. Fakat nefs ve şeytan, ehl-i dalalet ve ehl-i felsefeden aldıkları derse istinad ederek, akıl ve kalbe hücum ettiler. Bu hücumdaki münazarat-ı nefsiye lillahilhamd kalbin muzafferiyetiyle neticelendi.”Lemalar 239)

            “Ve fen ve felsefenin soğuk, hayatsız, zulmetli, dehşetli göstermelerine mukabil; hayatlı, şuurlu, ışıklı, ünsiyetli, tatlı bir kâinat göstererek bâki hayatın bir cilve-i lezzetini ehl-i imana derecesine göre dünyada dahi tattırır.”(Şualar 264)

            “Komünistlerin dayandığı materyalist (maddiyyun) felsefenin hak ve hakikat ile hiç bir ilgisi olmadığını, nazariyelerinin tamamen asılsız olduğunu Risale-i Nur Kur’an-ı Kerim’in âyetleri ile ve gayet kuvvetli bürhan ve hüccetlerle aklen, fikren ve mantıken isbat ediyor.” (Şualar 545 

“Dini dinlemeyen bir felsefe nazarıyla, mağdub dâllîn cereyanıyla baktılar. Gördü ki: Küre-i arzdan bin defa büyük, top güllesinden yüz defa çabuk hareket edenler içlerinde bulunan binler kütleler, ateş saçan yıldızlar, şuursuz, camid, serseri gibi birbiri içinde sür’atle gezerler. Bir dakika bir tesadüfle biri yolunu şaşırsa; o boş ve hududsuz ve hadsiz, nihayetsiz âlemde bir şuursuz küre ile çarpmak suretinde kıyamet gibi bir herc ü merce sebeb olur.”(Şualar 638,677)

“Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şualarını ve insan âleminde o hakaikin düsturlarını süflî hevesatlarına e müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ! hâşâ!) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.”(Şualar 724)

            “Felsefe, her şeyi çirkin, korkunç gösteren siyah bir gözlüktür. İman ise, herşeyi güzel, ünsiyetli gösteren şeffaf, berrak, nuranî bir gözlüktür.”(Şualar 753)

            Sağ Cihet: Bu cihetten maksad, geçmiş zamandır. Binaenaleyh felsefe gözlüğü ile sağ cihete bakıldığı zaman, mazi ülkesinin kıyameti kopmuş, altı üstüne çevrilmiş, karanlıklı, korkunç büyük bir mezaristanı andıran bir şekilde görünecektir.

            Sol Cihet: Yani, gelecek zamana felsefe gözlüğü ile bakıldığı zaman; bizleri çürütecek, yılan ve akreplere yedirip imha edecek, zulümatlı, korkunç, büyük bir kabir şeklinde görünecektir. Fakat iman gözlüğü ile bakılırsa Cenab-ı Hakk’ın Hâlık-ı Rahman-ı Rahîm’in insanlara ihzar ettiği çeşit çeşit nefis, leziz me’kûlât ve meşrubata zarf olan bir maide ve bir sofra-i Rahmanî şeklinde görünecektir. Ve binlerce “Elhamdülillah” okutturarak tekrar ettirecektir.

            Üst Cihet: Yani, semavat cihetine felsefe ile bakan bir adam, şu sonsuz boşlukta, milyarlarca yıldız ve kürelerin at koşusu gibi veya askerî bir manevra gibi yaptıkları pek sür’atli ve muhtelif hareketlerinden büyük bir dehşete, vahşete, korkuya maruz kalacaktır. Fakat imanlı bir adam baktığı vakit o garib, acib manevranın bir kumandanın emri ile nezareti altında yapıldığı gibi; semavat âlemini tezyin eden ve o yıldızın bize de ziyadar kandiller şeklinde olduklarını görecek ve o atlar koşusunda korku, dehşet değil, ünsiyet ve muhabbet edecektir. Âlem-i semavatı şöylece tasvir eden iman nimetine elbette binlerce “Elhamdülillah” söylemek azdır.

            Alt Cihet: Yani, arz âlemine felsefe gözü ile bakan insan; küre-i arzı başıboş, yularsız, şemsin etrafında serseri gezen bir hayvan gibi veya tahtası kırık, kaptansız bir kayık gibi görür ve dehşete, telaşa düşer. Fakat iman ile bakarsa, arzın Rahmanî bir sefine olup, Allah’ın kumandası altında bütün me’kûlât, meşrubat, melbusatı ile beraber, nev’-i beşeri tenezzüh için şemsin etrafında gezdiren bir sefine şeklinde görür. Ve imandan neş’et eden şu büyük nimete büyük büyük “Elhamdülillah”ları söylemeğe başlar.

            Ön Cihet: Felsefeci bir adam bu cihete bakarsa görür ki: Bütün canlı mahlukat -insan olsun, hayvan olsun- kafile be-kafile büyük bir sür’atle o cihete gidip kaybolurlar. Yani, ademe gider, yok olurlar.

            Arka Cihet: Yani geride gelenlere felsefe nazarı ile bakılsa; “Yahu bunlar nereden nereye gidiyorlar ve ne için dünya memleketine gelmişlerdir?” diye edilen suale bir cevab alınamadığından -tabiî- hayret ve tereddüd azabı içinde kalınır.”(Şualar 753-755)

            “Evet hayat nevi’lerinin en ednası nebat hayatıdır. Hayat-ı nebatiyenin başlangıcı, çekirdekte veya habbede hayat düğümünün uyanıp açılmasıdır. Bunun keyfiyeti o kadar zahir, o kadar umumî, o kadar me’luf iken, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar hikmet-i beşerden ve felsefesinden gizli kalmıştır.”(İşarat-ül İ’caz 178)

            “Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’anın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadatından pek ziyade ulvîdir.”(İşarat-ül İ’caz 214)

“Kur’an ahlâk ve felsefenin bütün esasatını câmi’dir. Fazilet ve rezilet, hayır ve şer, eşyanın mahiyet-i hakikiyesi, hülâsa her mevzu Kur’anda ifade olunmuştur. Hikmet ve felsefenin esası olan adalet ve müsavatı öğreten ve başkalarına iyilik etmeyi, faziletkâr olmayı talim eden esaslar.. bunların hepsi Kur’anda vardır.” Müsteşrik Sedio.(İşarat-ül İ’caz 218)     “Arkadaş! Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. “O hastalık marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir.”(Mesnevî-i Nuriye 69)

            “Şimdi ise, fikir ve kalblerin teşettütü, inayet ve himmetlerin za’fiyeti, insanların siyaset ve felsefeye ibtilâ ve rağbetleri yüzünden, bütün istidadlar fünun-u hazıra ve hayat-ı dünyeviyeye müteveccihtir.”(Mesnevî-i Nuriye 91

            “Âlem-i küfür, bütün vesaitiyle, medeniyetiyle, felsefesiyle, fünunuyla, misyonerleriyle âlem-i İslâma hücum ve maddeten uzun zamandan beri galebe ettiği halde, -âlem-i İslâma- dinen galebe edemedi.”(Mesnevî-i Nuriye 100)                 

“Felsefe talebesiyle medeniyet tilmizleri, müslümanları ecnebi âdetlerine ittiba ile şeair-i İslâmiyeyi terk etmeye davet ettiklerinde, Kur’an Nurcuları böylece müdafaada bulunurlar: “Eğer dünyadan zeval ve ölümü ve insandan acz ve fakrı kaldırmaya iktidarınız varsa, pekâlâ, dini de terk ediniz, şeairi de kaldırınız. Ve illâ dilinizi kesin, konuşmayınız.”(Mesnevî-i Nuriye 219)           

“Mi’rac kitabı, felsefe düşkünü mu’terizlerin felsefesini her zaman için iflas ve sukut ettirmek kuvvetine mâlik bir eserdir. “(Barla Lâhikası 57)

            “Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intişar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır.”(Emirdağ Lâhikası-1 266)

            “Felsefe-i insaniye, gayet hârikulâde mu’cizat-ı kudret-i İlahiyenin mu’cizat-ı rahmeti üstüne âdiyat perdesi çeker. O âdiyat altındaki vahdaniyet delillerini ve o hârika nimetlerini görmüyor, göstermiyor. Fakat âdetten huruç etmiş hususî bazı cüz’iyatı görür, ehemmiyet verir.”(Emirdağ Lâhikası-2 125

            “Halbuki en cüz’î bir yavruda, memedeki âb-ı kevser gibi rızkında, onun gibi binler mu’cizat-ı rahmet ve ihsan var. Felsefe-i beşeriye görmüyor ki şükür etsin. O Rahmanürrahîm’i tanısın, şükür ile mukabele etsin.”(Emirdağ Lâhikası-2 125)

“İşte felsefe-i beşeriyenin en acib, en antika hatasından birisi de şudur ki: Cüz’-i ihtiyarîsi ve iradesi, en zahir ve küçük fiili olan söylemeye kâfi gelmiyor, icad edemiyor. Yalnız havayı harflerin mahrecine sokuyor. Bu cüz’î kesb ile Cenab-ı Hak, onun o kesbine binaen o kelimatı halkeder. Havaya da binler nüsha yazar. Bu kadar icaddan insanın eli kısa olduğu halde, bütün esbab-ı kâinat âciz kaldıkları bir hârika küllî mu’cizat-ı kudrete, beşer icadı namını vermek; ne kadar büyük bir hata olduğunu zerre kadar şuuru bulunan anlar.”(Emirdağ Lâhikası-2 125)

“Evet dinden gelmeyen, belki felsefenin hassasiyetinden gelen celb-i ervah da; hem hilaf-ı hakikat, hem hilaf-ı edeb bir harekettir. Çünki a’lâ-yı illiyyînde ve kudsî makamlarda olanları esfel-i safilîn hükmündeki masasına ve yalanların yeri olan oyuncak tahtasına getirmek, tam bir ihanettir ve bir hürmetsizliktir. Âdeta bir padişahı, kulübeciğine çağırıp getirmek gibidir. Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir.”(Emirdağ Lâhikası-2 156)

            “Ey sual soran meb’uslar! Şarkta beş milyona yakın Kürd var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arab var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan bu kardeşlere, bu talebenin Van’daki medreseden aldığı ders-i dinî mi daha lâzım? Veyahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? Sizden soruyorum!”(Emirdağ Lâhikası-2 225                  

Şimdi fen ve felsefenin dalalet kısmı; yani Kur’anla barışmayan, yoldan çıkmış, Kur’ana muhalefet eden kısmı, küfr-ü mutlakı komünistler tarzında neşre başladılar. Komünistlik perdesinde anarşistliği netice verecek bir surette münafıklar, zındıklar vasıtasıyla ve bazı müfrit dinsiz siyasetçiler vasıtasıyla neşir ile aşılanmağa başlandığı için; şimdiki hayat, dinsiz olarak kabil değildir, yaşamaz. “Dinsiz bir millet yaşamaz” hükmü bu noktaya işarettir.”(Emirdağ Lâhikası-2 243)

 

            “Onların dalaleti fenden, felsefeden geldiği için acib bir gurur ve garib bir firavunluk ve dehşetli bir enaniyet onlara verip nefislerini öyle şımartmış ki, kâinatı idare eden İlahî kanunların şuâlarını ve insan âleminde o hakaikın düsturlarını süflî hevesatlarına ve müştehiyatlarına müsaid görmediklerinden (hâşâ ! hâşâ) eğri, yanlış, noksan bulmak istiyorlar.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybî 107)

“Zaten felsefe, aslında hikmet mânasına geldikçe, Vacibül-Vücud Taalâ ve Takaddes Hazretlerini, Zât-ı Bâri’sine lâyık sıfatlarla isbata çalışan her eser en büyük hikmet ve o eserin sahibi de en büyük hakîmdir.”(Tarihçe-i Hayat 18)

“Avrupa’dan gelen müdhiş bir dalâlet ve zındıka taarruzuna karşı koymayı ve felsefe-i tabiiyyeden doğan dehşetli bir istibdad-ı mutlakın hilâf-ı Kur’an prensiplerine boyun eğmemeyi, onlara itaat etmemeyi ve hakikî hürriyet-i meşrua olan İslâmî hürriyet ve medeniyete çalışmayı netice vermiştir.”(Tarihçe-i Hayat 45)

“Elifba okumayan çocuğa felsefe-i tabiiye dersi verilmez!”(Tarihçe-i Hayat 65)

“Âlem-i İslâmın şu medeniyete karşı istinkâfı ve soğuk davranması ve kabülde ıztırabı cây-ı dikkattir. Zira istiğna ve istiklâliyet hassasiyle mümtaz olan şeriattaki İlâhî hidayet, Roma felsefesinin dehasiyle aşılanmaz, imtizac etmez, bel’ olunmaz, tâbi olmaz… Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden Eski Roma ve Yunan, iki dehalariyle; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar) medeniyet ve Hıristiyanlığın temzîcine çalıştığı halde, yine istiklâllerini muhafaza, âdeta tenasuhla o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar. Onlar, tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim, pis medeniyetin esası olan Roma dehasiyle hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz…”(Tarihçe-i Hayat 132)

            “Bediüzzaman, hür adamların, hür memleketinin İlâhî kuruluş felsefesini, akıllara ve gönüllere nakşeden din adamıdır.”(Tarihçe-i Hayat 638)

Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir, belki muzır kısmınadır. Çünki felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemalât-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’an ile barışıktır. Belki Kur’anın hikmetine hâdimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor.”(Asa-yı Musa 6)

            “İkinci kısım felsefe ise, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi; sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’anın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı müvazenelerle felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaatdar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektebliler, Risale-i Nur’a itirazsız çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler.”(Asa-yı Musa 6)

Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. “(Muhakemat 27)

            “Ehl-i zahirin zihinlerini teşviş eden, felsefe-i Yunaniyeye incizablarıdır. Hattâ o felsefeye fehm-i âyette bir esas-ı müselleme nazarıyla bakıyorlar. “(Muhakemat 82)

            “Unsuriyet ve besatet ve erbaiyet, felsefenin bataklığındandır; şeriatın maden-i safîsinden değildir. Fakat felsefenin yanlışı, seleflerimizin lisanlarına girdiğinden, bir mahmil-i sahih bulmuştur.” (Muhakemat 83)

            “Eğer hür-fikirsen bu felsefenin şerrine bak: Nasıl ezhanı esaretle sefalete atmıştır. Âferin, hürriyetperver olan hikmet-i cedidenin himmetine ki, o müstebid hikmet-i Yunaniyeyi dört duvarıyla zîr ü zeber etmiştir. Demek muhakkak oldu ki: Âyâtın delail-i i’cazının miftahı ve esrar-ı belâgatın keşşafı, yalnız belâgat-ı Arabiyenin madenindendir. Yoksa felsefe-i Yunaniyenin destgâhından değildir.”(Muhakemat 83)

            “Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurafat gibi hayal gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.”(Muhakemat 102)

            “Felsefe-i beyaniyeye müşabih, Nahv’in dahi bir felsefesi vardır. O felsefe ise, vâzıın hikmetini beyan eder.”(Muhakemat 102)

 

Hikmet

           

 

            “Senin gibi zaîf-i mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı müsahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-ı rahmettir.” (Sözler 10)

“Hem hiç bir cihetle şübhe kabul etmeyen ve hiç bir vechile noksaniyeti olmayan, Güneş gibi zahir olan rahmetini ve ziya gibi görünen hikmetini inkâr ettirsin. Hâşâ..”(Sözler 12)

            “Demek şu beş vakit, herbiri birer inkılab-ı azîmin işaratı ve icraat-ı cesîme-i Rabbaniyenin emaratı ve in’amat-ı külliye-i İlahiyenin alâmatı olduklarından; borç ve zimmet olan farz namazın o zamanlara tahsisi, nihayet hikmettir…” (Sözler 47)

            “Bak ne kadar âlî bir hikmet, bir intizamla işler dönüyor. Hem ne kadar hakikî bir adalet, bir mizanla muameleler görülüyor. Halbuki hikmet-i hükûmet ise, saltanatın cenah-ı himayesine iltica eden mültecilerin taltifini ister. Adalet ise, raiyetin hukukunun muhafazasını ister; tâ hükûmetin haysiyeti, saltanatın haşmeti muhafaza edilsin.”(Sözler 50)

Evet görünüyor ki; şu âlemde tasarruf eden zât, nihayetsiz bir hikmetle iş görüyor. Ona bürhan mı istersin? Her şeyde maslahat ve faidelere riayet etmesidir. Görmüyor musun ki: İnsanda bütün aza, kemikler ve damarlarda, hattâ bedenin hüceyratında, her yerinde, her cüz’ünde faydalar ve hikmetlerin gözetilmesi, hattâ bazı âzası, bir ağacın ne kadar meyveleri varsa, o derece o uzva hikmetler ve faydalar takması gösteriyor ki; nihayetsiz bir hikmet eliyle iş görülüyor. Hem herşeyin san’atında nihayet derecede intizam bulunması gösterir ki, nihayetsiz bir hikmet ile iş görülüyor.”(Sözler 66)

            “Evet güzel bir çiçeğin dakik proğramını, küçücük bir tohumunda dercetmek, büyük bir ağacın sahife-i a’malini, tarihçe-i hayatını, fihriste-i cihazatını küçücük bir çekirdekte manevî kader kalemiyle yazmak; nihayetsiz bir hikmet kalemi işlediğini gösterir.”(Sözler 66)

            “Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir. “(Sözler 66)

            “Hem istidad lisanıyla, ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla, ızdırar lisanıyla sual edilen ve istenilen herşeye daimî cevab vermek; nihayet derecede bir adl ve hikmeti gösteriyor.”(Sözler 67)

            “ Evet kemik gibi bir kuru ağacın ucundaki tel gibi incecik bir sapta gayet münakkaş, müzeyyen bir çiçek ve gayet musanna’ ve murassa’ bir meyve, elbette gayet san’atperver mu’cizekâr ve hikmettar bir Sâniin mehasin-i san’atını zîşuura okutturan bir ilânnamedir. İşte nebatata hayvanatı dahi kıyas et.” (Sözler 68 *Haşiye 1)

            “Anlarsın ki: O han gibi bu dünya dahi kendi için değil. Kendi kendine de bu sureti alması muhaldir. Belki kafile-i mahlukatın gelip konmak ve göçmek için dolup boşanan, hikmetle yapılmış bir misafirhanesidir.”(Sözler 74)

            “Evet şu kâinatı idare eden zât, herşeyi nizam ve mizan içinde muhafaza ediyor. Nizam ve mizan ise; ilim ile hikmet ve irade ile kudretin tezahürüdür.” (Sözler 77)

Evet zaman-ı hazırdan, tâ ibtida-i hilkat-ı âleme kadar olan zaman-ı mazi; umumen vukuattır. Vücuda gelmiş herbir günü, herbir senesi, herbir asrı; birer satırdır, birer sahifedir, birer kitabdır ki kalem-i kader ile tersim edilmiştir. Dest-i kudret, mu’cizat-ı âyâtını onlarda kemal-i hikmet ve intizam ile yazmıştır.”(Sözler 78 *Haşiye 1)

            “Hem hiç akıl kabul eder mi ki, insanın başına ve içindeki havassına saçları adedince vazifeler yükletsin de, yalnız bir saç hükmünde ona bir ücret-i dünyeviye versin; adalet-i hakikiyesine zıd olarak ve hikmet-i hakikiyesine münafî, manasız iş yapsın?”(Sözler 84)

            “Hem hiç mümkün müdür ki, bir ağaca taktığı neticeler, meyveler miktarınca herbir zîhayata, belki lisan gibi herbir uzvuna, belki herbir masnua o derece hikmetleri, maslahatları takmakla kendisinin bir Hakîm-i Mutlak olduğunu isbat edip göstersin, sonra bütün hikmetlerin en büyüğü ve bütün maslahatların en mühimmi ve bütün neticelerin en elzemi ve hikmeti hikmet, nimeti nimet, rahmeti rahmet eden ve bütün hikmetlerin, nimetlerin, rahmetlerin, maslahatların menbaı ve gayesi olan beka ve likayı ve saadet-i ebediyeyi vermeyip terkederek, bütün işlerini abesiyet-i mutlaka derekesine düşürsün…”(Sözler 84)

            “Madem dünya var. Ve dünya içinde bu âsârıyla hikmet ve inayet ve rahmet ve adalet var. Elbette dünyanın vücudu gibi kat’î olarak âhiret de var.” (Sözler 87)

“Ve madem bu kâinatta ve zîhayatta gayet haşmetli ve hikmetli ve şefkatli bir rububiyet-i mutlaka var ve görünüyor. Elbette o rububiyetin haşmetini sukuttan ve hikmetini abesiyetten ve şefkatini gadirden kurtaran ebedî bir dâr-ı saadet bulunacak ve girilecek.”(Sözler 101)

            “Evet dünya dâr-ül hikmet ve âhiret dâr-ül kudret olduğundan; dünyada Hakîm, Mürettib, Müdebbir, Mürebbi gibi çok isimlerin iktizasıyla, dünyada icad-ı eşya bir derece tedricî ve zaman ile olması; hikmet-i Rabbaniyenin muktezası olmuş. Âhirette ise, hikmetten ziyade kudret ve rahmetin tezahürleri için maddeye ve müddete ve zamana ve beklemeye ihtiyaç bırakmadan birden eşya inşa ediliyor.”(Sözler 113)

“Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terketmekle, bütün eczasıyla hikmetle yoğrulmuş hilkat şeceresini abes ve beyhude yapar mı zannedersiniz?”(Sözler 115)

            “Hayatın bir kelime-i mektubedir. Kalem-i kudretle yazılmış hikmet-nüma bir sözdür. Görünüp ve işitilip, esma-i hüsnaya delalet eder.”(Sözler 128)

Amma hikmet-i Kur’anın hâlis tilmizi ise; bir abd’dir. Fakat a’zam-ı mahlukata da ibadete tenezzül etmez. Hem cennet gibi a’zam-ı menfaat olan bir şeyi, gaye-i ibadet kabul etmez bir abd-i azizdir.”(Sözler 132)        

            “Amma hikmet-i Kur’aniye ise, nokta-i istinadı, kuvvete bedel “hakk”ı kabul eder. Gayede menfaate bedel, “fazilet ve rıza-yı İlahî”yi kabul eder. Hayatta düstur-u cidal yerine, “düstur-u teavün”ü esas tutar. Cemaatlerin rabıtalarında; unsuriyet, milliyet yerine “rabıta-i dinî ve sınıfî ve vatanî” kabul eder. Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder. Hakkın şe’ni, ittifaktır. Faziletin şe’ni, tesanüddür. Düstur-u teavünün şe’ni, birbirinin imdadına yetişmektir. Dinin şe’ni, uhuvvettir, incizabdır. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir.”(Sözler 133,408)

            “Demek ya herbir zerre ve herbir parça havada nihayetsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir ilmi, iradesi ve nihayetsiz bir kuvveti, kudreti ve bütün zerrata hâkim-i mutlak bir hassaları bulunmak lâzımdır ki; bu işlere medar olabilsin. Bu ise, zerreler adedince muhal ve bâtıldır. Hiçbir şeytan dahi bunu hatıra getiremez.”(Sözler 162)

            “ Şu misafirhane-i dünyada nazar-ı hikmetle baksan, hiçbir şeyi nizamsız gayesiz göremezsin. Nasıl sen nizamsız, gayesiz kalabilirsin? “(Sözler.170)

            “Büyük hatalar ve cinayetler te’hir ile büyük merkezlerde ve küçücük cinayetler ta’cil ile küçük merkezlerde verildiği gibi; mühim bir hikmete binaen ehl-i küfrün cinayetlerinin kısm-ı a’zamı, Mahkeme-i Kübra-yı Haşre te’hir edilerek ehl-i imanın hataları, kısmen bu dünyada cezası verilir.”(Sözler 172

Hem bazan kemal-i intizamı ve nihayet adli ve gayet hilmi ve kuvvet-i hikmeti göstermek için, en büyük ve kuvvetli esbabı, en küçük ve zaîf bir şeye karşı tahşid eder ve üstünde tutar; düşürtmez, tecavüz ettirmez. “(Sözler 181)

            “Kur’andadır hak hikmet, isbat ederim, muhalif felsefeyi beş paraya saymam.”(Sözler 206)

            “Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.”(Sözler 228)

            “Bir Cemil-i Zülcelal’in, dest-i hikmetle takılmış pek güzel meyveleriyiz biz.”(Sözler 229)

            “Birer hârika-i san’at-ı hâlıkane; birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.”(Sözler 229)

            “Meselâ: Kudret-i Fâtıranın büyük mu’cizelerinden olan dikenli otları ve ağaçları muzır, manasız telakki eder. Halbuki onlar, otların ve ağaçların mücehhez kahramanlarıdırlar. Meselâ: Atmaca kuşu serçelere tasliti, zahiren rahmete uygun gelmez. Halbuki serçe kuşunun istidadı, o taslit ile inkişaf eder. Meselâ: Kar’ı, pek bâridane ve tatsız telakki ederler. Halbuki o bârid, tatsız perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler vardır ki, tarif edilmez. Hem insan hodgâmlık ve zahirperestliğiyle beraber, herşeyi kendine bakan yüzüyle muhakeme ettiğinden, pek çok mahz-ı edebî olan şeyleri, hilaf-ı edeb zanneder. Meselâ âlet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”(Sözler 232)

            “İşte menba-ı edeb olan Kur’an-ı Hakîm’in bazı tabiratı bu yüzler ve perdelere göredir. Nasılki bize görünen çirkin mahlukların ve hâdiselerin zahirî yüzleri altında gayet güzel ve hikmetli san’at ve hilkatine bakan güzel yüzler var ki, Sâniine bakar ve çok güzel perdeler var ki, hikmetleri saklar ve pek çok zahirî intizamsızlıklar ve karışıklıklar var ki, pek muntazam bir kitabet-i kudsiyedir.”(Sözler 232)

“Belki hikmeten daha acib ve intizamca daha garib bir surette hikmet ve inayet-i İlahiye tecelli ediyor.”(Sözler 249)   

“Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.”(Sözler 261)

Sakın siz de terakkiyatınızda şeytana uyup hikmet-i İlahiyenin semavatından, tabiat dalaletine sukuta vasıta yapmayınız. “(Sözler 262)

            “Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.”(Sözler 263)

            “Bununla beraber her tarafa bak ki, hem öyle bir hikmetle herşeyi yerli yerine koyuyor ve öyle mükrimane herkese lâyık oldukları lütufları yapıyor; hem öyle ihsan-perverane umumî perdeler ve kapılar açıyor ki, herkesin arzularını tatmin ediyor.”(Sözler 283)

“Herşey onun hikmetiyle tanzim olur. “(Sözler 285)

            “Hem esbab-ı zahiriyenin diğer bir hikmeti şudur ki: Haksız şekvaları ve bâtıl itirazları Âdil-i Mutlak’a tevcih etmemek için, o şekvalara, o itirazlara hedef olacak esbab vaz’edilmiştir. Çünki kusur onlardan çıkıyor, onların kabiliyetsizliğinden ileri geliyor.

…Evet izzet ve azamet ister ki, esbab perdedar-ı dest-i kudret ola aklın nazarında… Tevhid ve celal ister ki; esbab ellerini çeksinler tesir-i hakikîden…”(Sözler 294)

            “Cevab vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevab vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tâbi’dir. Meselâ: Hasta bir çocuk çağırır: “Ya Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der.. “Ne istersin?” cevab verir. Çocuk: “Şu ilâcı ver bana” der. Hekim ise; ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır, nâzır olduğu için, abdin duasına cevab verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın hevaperestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.”(Sözler 317)

            “Ubudiyet ise, hâlisen livechillah olmalı. Yalnız aczini izhar edip, dua ile ona iltica etmeli. Rububiyetine karışmamalı. Tedbiri ona bırakmalı. Hikmetine itimad etmeli. Rahmetini ittiham etmemeli. “(Sözler 318)

Cenab-ı Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı tecrübe ve meydan-ı imtihanda çok mühim şeyleri, kesretli eşya içinde saklıyor. O saklamakla çok hikmetler, çok maslahatlar bağlıdır. Meselâ: Leyle-i Kadri, umum ramazanda; saat-ı icabe-i duayı, Cum’a gününde; makbul velisini, insanlar içinde; eceli, ömür içinde ve kıyametin vaktini, ömr-ü dünya içinde saklamış. Zira ecel-i insan muayyen olsa, yarı ömrüne kadar gaflet-i mutlaka, yarıdan sonra darağacına adım adım gitmek gibi bir dehşet verecek.”(Sözler 342)

            “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın Mekke Sureleriyle Medine Sureleri belâgat noktasında ve i’caz cihetinde ve tafsil ve icmal vechinde birbirinden ayrı olmasının sırrı ve hikmeti şudur ki: Mekke’de, birinci safta muhatab ve muarızları, Kureyş müşrikleri ve ümmileri olduğundan belâgatça kuvvetli bir üslûb-u âlî ve i’cazlı, mukni’, kanaat verici bir icmal ve tesbit için tekrar lâzım geldiğinden ekseriyetçe Mekkiye sureleri erkân-ı imaniyeyi ve tevhidin mertebelerini gayet kuvvetli ve yüksek ve i’cazlı bir îcaz ile tekrar edip ifade ederek mebde’ ve meadi, Allah’ı ve âhireti, değil yalnız bir sahifede, bir âyette, bir cümlede, bir kelimede; belki bazan bir harfte ve takdim te’hir ve tarif ve tenkir ve hazf ve zikir gibi heyetlerde öyle kuvvetli isbat eder ki, ilm-i belâgatın dâhî imamları hayretle karşılamışlar. Risale-i Nur ve bilhassa Kur’anın kırk vech-i i’cazını icmalen isbat eden Yirmibeşinci Söz, zeyilleriyle beraber ve Kur’anın nazmındaki vech-i i’cazı hârika bir tarzda isbat eden Arabî Risale-i Nur’dan “İşarat-ül İ’caz” tefsiri bilfiil göstermişler ki, Mekkiye olan sure ve âyetlerde en âlî bir üslûb-u belâgat ve en yüksek bir i’caz-ı îcazî vardır. Amma Medine sure ve âyetlerde, birinci safta muhatab ve muarızları ise, Allah’ı tasdik eden Yahudi ve Nasara gibi ehl-i kitab olduğundan mukteza-yı belâgat ve irşad ve mutabık-ı makam ve halin lüzumundan sade ve vazıh ve tafsilli bir üslûb ile ehl-i kitaba karşı dinin yüksek usûlünü ve imanın rükünlerini değil, belki medar-ı ihtilaf olan şeriatta ve ahkâmda ve teferruatın ve küllî kanunların menşe’leri ve sebebleri olan cüz’iyatın beyanı lâzım geldiğinden o Medine sure ve âyetlerde ekseriyetçe tafsil ve izah ve sade üslûbla beyanat içinde Kur’ana mahsus emsalsiz bir tarz-ı beyanla birden o cüz’î teferruat hâdisesi içinde yüksek kuvvetli bir fezleke, bir hâtime, bir hüccet ve o cüz’î hâdise-i şer’iyeyi küllîleştiren ve imtisalini iman-ı Billah ile temin eden bir cümle-i tevhidiyeyi ve imaniyeyi ve uhreviyeyi zikreder. O makamı nurlandırır, ulvîleştirir.”(Sözler 455)

“Evet hangi zîhayata bakılsa görünüyor ki, gayet hikmetli ve san’atlı bir kalıbdan çıkmış gibi, bir mikdar, bir şekil var ki; o mikdarı, o sureti, o şekli almak ya hârika ve nihayet derecede eğri büğrü maddî bir kalıp bulunmalı veyahut kaderden gelen mevzun, ilmî bir kalıb-ı manevî ile kudret-i ezeliye o sureti, o şekli biçip giydiriyor.”(Sözler 469)

            “Madem bilmüşahede görüyoruz ki, herbir zîhayatın neşv ü nema zamanında, zerreleri eğribüğrü hududlara gider, durur. Zerreler yolunu değiştirir. O hududların nihayetlerinde birer hikmet, birer faide, birer maslahatı semere verirler.” (Sözler 470)

            “Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”(Sözler 472)        

            “Hakikat ilmini, hakikî hikmeti istersen; Cenab-ı Hakk’ın marifetini kazan. Çünki bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî herbir şeyin, herbir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir.”(Sözler 473)

            “Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat ise; tercihe sebebdir, îcaba icada medar değildir. İllet ise, vücuduna medardır. Meselâ: Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç olmasa da namaz kasredilir. Çünki illet var. Fakat sefer bulunmasa, yüz meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatın aksine olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet yerine ikame edip ona göre hükmediyor. Elbette böyle içtihadat arziyedir, semavî değildir.”(Sözler 482)

            “Madem ehl-i hikmetle ehl-i din ve ashab-ı akıl ve nakil manen ittifak etmişler ki: Mevcudat, şu âlem-i şehadete münhasır değildir.” (Sözler 510)

            “Hilkat-i kâinatta bir hikmet-i tâmme görünüyor. Evet inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i İlahiye, kâinatın umumunda gösterdiği maslahatların riayeti ve hikmetlerin iltizamı lisanı ile, saadet-i ebediyeyi ilân eder. Çünki saadet-i ebediye olmazsa, şu kâinatta bilbedahe sabit olan hikmetleri, faideleri, mükâbere ile inkâr etmek lâzım gelir.” (Sözler 519)

            “Akıl ve hikmet ve istikra ve tecrübenin şehadetleri ile sabit olan hilkat-ı mevcudattaki adem-i abesiyet ve adem-i israf, saadet-i ebediyeye işaret eder.”(Sözler 519)

“Sizi hiçten bu derece hikmetli bir surette kim inşa etmiş ise, odur ki, sizi âhirette diriltecektir.”(Sözler 524)     

            “Bilmediğimiz çok ince, âlî hikmetler için, âlemi bu surette irade ettiğinden şu âlemin tegayyür ve tahavvülünü dahi o hikmetler için irade etti. Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tabi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, manasını ifade etti. Dünya, âhiret fidanlarını yetiştirdi. Zemin, Sâni’-i Kadîr’in bütün mu’cizat-ı kudretini, umum havarik-ı san’atını teşhir edip gösterdi. Şu âlem-i fena, sermedî manzaraları teşkil eden levhaları zaman şeridine taktı. O Sâni’-i Zülcelal’in hikmet-i sermediyesi ve inayet-i ezeliyesi; o imtihan neticelerini, o tecrübenin neticelerini, o esma-i hüsnanın tecellilerinin hakikatlarını, o kalem-i kader mektubatının hakaikını, o nümune-misal nukuş-u san’atının asıllarını, o vezaif-i mevcudatın faidelerini, gayelerini, o hidemat-ı mahlukatın ücretlerini ve o kelimat-ı kitab-ı kâinatın ifade ettikleri manaların hakikatlarını ve istidad çekirdeklerinin sünbüllenmesini ve bir mahkeme-i kübra açmasını ve dünyadan alınmış misalî manzaraların göstermesini ve esbab-ı zahiriyenin perdesini yırtmasını ve herşey doğrudan doğruya Hâlık-ı Zülcelal’ine teslim etmesi gibi hakikatları iktiza etti ve o mezkûr hakikatları iktiza ettiği için, kâinatı dağdağa-i tegayyür ve fenadan, tahavvül ve zevalden kurtarmak ve ebedîleştirmek için o zıdların tasfiyesini istedi ve tegayyürün esbabını ve ihtilafatın maddelerini tefrik etmek istedi.”(Sözler 532)

            “Evet, akılları gözlerine sukut etmiş Maddiyyunların hikmetsiz hikmetleri, abesiyet esasına istinad eden felsefeleri nazarında tesadüfle bağlı olan tahavvülât-ı zerratı, bütün düsturlarına üss-ül esas tutup, masnuat-ı İlahiyeye masdar göstermişler. Nihayetsiz hikmetlerle müzeyyen masnuatı; hikmetsiz, manasız, karmakarışık bir şeye isnad etmeleri, ne kadar hilaf-ı akıl olduğunu zerre miktar şuuru bulunan bilir.”(Sözler 551)

            “Kur’an-ı Hakîm’in hikmeti nokta-i nazarında tahavvülât-ı zerratın pekçok gayeleri, hikmetleri ve vazifeleri vardır.”(Sözler 551)

            “Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.” (Sözler 551)

“En cüz’î bir şeye küllî hikmetleri takan bir hikmet; seyl-i kâinatın içinde en büyük faaliyet gösteren ve hikmetli nakışlara medar olan harekât-ı zerratı hikmetsiz bırakmaz. Hem en küçük mahlukatı, vazifelerinde ücretsiz, maaşsız, kemalsiz bırakmayan bir hikmet, bir hâkimiyet; en kesretli ve esaslı memurlarını, hizmetkârlarını nursuz, ücretsiz bırakmaz.”(Sözler 555)    

“Geçmiş yedi kanun, yani Kanun-u Rububiyet, Kanun-u Kerem, Kanun-u Cemal, Kanun-u Rahmet, Kanun-u Hikmet, Kanun-u Adl, Kanun-u İhata-i ilmî gibi pekçok muazzam kanunların görünen uçları arkalarında birer İsm-i A’zam ve o İsm-i A’zamın tecelli-i a’zamını gösteriyor. Ve o tecelliden anlaşılıyor ki: Sair mevcudat gibi şu dünyadaki tahavvülât-ı zerrat dahi, gayet âlî hikmetler için kaderin çizdiği hudud üzerine kudretin verdiği evamir-i tekviniyeye göre hassas bir mizan-ı ilmî ile cevelan ediyorlar. Âdeta başka yüksek bir âleme gitmeğe hazırlanıyorlar. Öyle ise zîhayat cisimler, o seyyah zerrelere güya birer mekteb, birer kışla, birer misafirhane-i terbiye hükmündedir. Ve öyle olduğuna bir hads-i sadıkla hükmedilebilir.”(Sözler 557)

            “Mi’racın hikmeti o kadar yüksektir ki, fikr-i beşer ulaşamıyor. O kadar derindir ki, ona yetişemiyor. O kadar incedir ve latiftir ki, akıl kendi başıyla göremiyor.” (Sözler 572)

            Bak, ne mu’ciz-i hikmet, iz’anrubâ-yı kâinat;

            Name-i nurîn-i hikmet, bak ne takrir eylemiş.

            Bir Cemil-i Zülcelal’in dest-i hikmetiyle takılmış, binler güzel meyveleriz biz.

            Birer nadire-i hikmet, birer dâhiye-i hilkat, birer nur âlemiyiz biz.(Sözler603- 604)

“Tanzim ve tahdid fiilleri, ilim ve hikmet pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdid arkasında, ilim ve hikmet manaları hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek.. “(Sözler 628)

            “ Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki İsm-i “Hak ve Rahmanurrahîm”in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki; bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, herbirinin libası ayrı, erzakı ayrı, silâhı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hacatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile “Hak” ve “Rahman”, “Rezzak” ve “Rahîm”, “Kerim” ünvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.”(Sözler 643)

            “Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki: Hüceyrat-ı bedenden tut, tâ mecmu-u âleme şamil bir hikmet ve tanzim var. “(Sözler 681)

            “Hikmetteki desatir, hükûmette nevamis, hakta olan kavanin, kuvvetteki kavaid birbiriyle olmazsa müstenid ve müstemid:

            Cumhur-u nâsta olmaz, ne müsmir ve müessir. Şeriatta şeair; kalır mühmel, muattal. Umûr-u nâsta olmaz, müstenid ve mu’temid.”(Sözler 706)

İcad Ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems Ve Zerre Birdir”(Sözler 719)

            “O Hallak-ı Lemyezel, halk-ı ezdad içinde hikmetini gösterdi. Haşmeti etti zuhur…(Sözler 720)

            “Rububiyet-i İlah hikmet ve inayeti, ağızla hem burunla iki merkezi teşkil eylemiştir, içinde hudud karakolu, hem Muhbirleri de koymuş.”(Sözler 722)

            “Kör kuvvetin yerine inayetli, hikmetli bir kudret-i İlahî ona medar-ı beyan. Onun için kâinat, vahşetzar suret giymez.”(Sözler 737)    

            “Güya bütün kâinat ulvî bir musikîdir, îman nuru işitir ezkâr ve tesbihleri. Zira hikmet reddeder tesadüf vücudunu, nizam ise tardeder ittifak-ı evham-sâz.”(Sözler 744)

“Küre-i Arz sür’atli, hikmetli hareketiyle bir daire-i vücudun temessülüne ve o daire-i vücud mahsulâtıyla beraber, bir meydan-ı haşr-i ekberin teşekkülüne medardır.”(Mektubat 38)

Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

            Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki yeknesak makam sahibi olan melaikeler çoktur, o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlahiye, nihayetsiz makamatı kat’edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melaikelerin aksine olarak mukteza-yı fıtratları olan malûm günahla Cennet’ten ihraç edildi. Demek Hazret-i Âdem’in Cennet’ten ihracı, ayn-ı hikmet ve mahz-ı rahmet olduğu gibi; küffarın da Cehennem’e idhalleri, haktır ve adalettir.”(Mektubat 42)

            “Şeytanların halkı ve icadı ne içindir? Cenab-ı Hak, şeytanı ve şerleri halketmiş, hikmeti nedir? Şerrin halkı şerdir, kabihin halkı kabihtir?

            Elcevab: Hâşâ!.. Halk-ı şer, şer değil, belki kesb-i şer şerdir. Çünki halk ve icad, bütün netaice bakar; kesb, hususî bir mübaşeret olduğu için, hususî netaice bakar. Meselâ: Yağmurun gelmesinin binlerle neticeleri var, bütünü de güzeldir. Sû’-i ihtiyarıyla bazıları yağmurdan zarar görse, “Yağmurun icadı rahmet değildir” diyemez; “Yağmurun halkı şerdir” diye hükmedemez. Belki sû’-i ihtiyarıyla ve kesbiyle onun hakkında şer oldu. Hem ateşin halkında çok faideler var; bütünü de hayırdır. Fakat bazıları sû’-i kesbiyle, sû’-i istimaliyle ateşten zarar görse, “Ateşin halkı şerdir” diyemez. Çünki ateş yalnız onu yakmak için yaratılmamış; belki o, kendi sû’-i ihtiyarıyla, yemeğini pişiren ateşe elini soktu ve o hizmetkârını kendine düşman etti.

            Elhasıl: Hayr-ı kesîr için, şerr-i kalil kabul edilir. Eğer şerr-i kalil olmamak için, hayr-ı kesîri intac eden bir şer terkedilse; o vakit şerr-i kesîr irtikâb edilmiş olur.”(Mektubat.43)

            “Kâinatın hilkatindeki makasıd-ı İlahiyeyi bilecek ve bildirecek ve tahavvülâtındaki Rabbanî hikmetleri talim edecek ve vazifedarane harekâtındaki neticeleri ders verecek ve mahiyetindeki kıymetini ve içindeki mevcudatın kemalâtını ilân edecek ve o kitab-ı kebirin manalarını ifade edecek bir yüksek dellâl, bir doğru keşşaf, bir muhakkik üstad ve bir sadık muallim istediği ve iktiza ettiği ve her halde bulunmasına delalet ettiği cihetle, elbette bu vazifeleri herkesten ziyade yapan bu zâtın hakkaniyetine ve bu kâinat Hâlıkının en yüksek ve sadık bir memuru olduğuna şehadet ettiğini bildi.”(Mektubat 219)

Bütün mevcudatta görünen bütün hikmetler, o ilme işaret eder. Çünki hikmet ile iş görmek ilim ile olur.” (Mektubat 242)

“Mü’minlerde nifak ve şikak, kin ve adavete sebebiyet veren tarafgirlik ve inad ve hased; hakikatça ve hikmetçe ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyetçe ve hayat-ı şahsiyece ve hayat-ı içtimaiyece ve hayat-ı maneviyece çirkin ve merduddur, muzır ve zulümdür ve hayat-ı beşeriye için zehirdir.” (Mektubat 262)         

“Madem Cenab-ı Hak Hakîm’dir; biz ondan isteriz, o da bize cevab verir. Fakat hikmetine göre bizimle muamele eder. Hasta, tabibin hikmetini ittiham etmemeli. Hasta bal ister; tabib-i hâzık, sıtması için sulfato verir. “Tabib beni dinlemedi” denilmez. Belki âh ü fîzârını dinledi, işitti, cevab da verdi; maksudun iyisini yerine getirdi.”(Mektubat 301)

            “Hakikî illet, emir ve nehy-i İlahîdir.”(Mektubat 397)

            “Ramazan-ı Şerifteki orucun çok hikmetleri; hem Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine, hem insanın hayat-ı içtimaiyesine, hem hayat-ı şahsiyesine, hem nefsin terbiyesine, hem niam-ı İlahiyenin şükrüne bakar hikmetleri var.”(Mektubat 398)   

“Bu dünya, dâr-ül hikmettir, dâr-ül hizmettir; dâr-ül ücret ve mükâfat değil.” (Mektubat 451)

 

            “Desatir-i hikmet, nevamis-i hükûmetle; kavanin-i hak, revabıt-ı kuvvetle imtizac etmezse cumhur-u avamda müsmir olamaz.”(Mektubat 471)

            “Hikmet dolu her cümlede, Kur’andaki nur var.”(Mektubat 481)

            “MÜHİM BİR SUAL: Fahr-ül Âlemîn ve Habib-i Rabb-ül Âlemîn Hazret-i Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Sahabelerinin, müşrikîne karşı Uhud’un nihayetinde ve Huneyn’in bidayetinde mağlubiyetinin hikmeti nedir?

            ELCEVAB: Müşrikler içinde, o zamanda saff-ı Sahabede bulunan ekâbir-i Sahabeye istikbalde mukabil gelecek Hazret-i Hâlid gibi çok zâtlar bulunduğundan, şanlı ve şerefli olan istikballeri nokta-i nazarında bütün bütün izzetlerini kırmamak için, hikmet-i İlahiye, hasenat-ı istikbaliyelerinin bir mükâfat-ı muaccelesi olarak mazide onlara vermiş, bütün bütün izzetlerini kırmamış. Demek mazideki Sahabeler, müstakbeldeki Sahabelere karşı mağlub olmuşlar. Tâ o müstakbel Sahabeler, berk-i süyuf korkusuyla değil, belki barika-i hakikat şevkiyle İslâmiyete girsin ve o şehamet-i fıtriyeleri çok zillet çekmesin.”(Lemalar 29)

            “Hikmet dahi bir ziyadır.. rahmet-i muhita bir ziyadır.. tezyin, tevzin, tanzim, tanzif muhit birer ziyadırlar ki, o Şems-i Ezelî’nin şualarıdırlar.”(Lem’alr.307)

            “Cesed-i hayvanînin hüceyratından ve kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülâtından ve cihazat-ı bedeniyenin tenasübünden tut, tâ denizlerin vâridat ve masarıfına.. tâ zemin altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına.. tâ hayvanat ve nebatatın tevellüdat ve vefiyatlarına.. tâ güz ve baharın tahribat ve tamiratlarına.. tâ unsurların ve yıldızların hidemat ve harekâtlarına.. tâ mevt ve hayatın, ziya ve zulmetin ve hararet ve bürudetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ile ve o kadar ince bir ölçü ile tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiçbir yerde hakikî olarak hiçbir israf, hiçbir abes görmediği gibi; hikmet-i insaniye dahi, herşeyde en mükemmel bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor.

Belki, hikmet-i insaniye o intizam ve mevzuniyetin bir tezahürüdür, bir tercümanıdır.”(Lemalar 308-309)

“Herbir çiçekte, herbir meyvede bir mizan var. Ve o mizan, bir intizam içinde.. ve o intizam, tazelenen bir tanzim ve tevzin içinde.. ve o tevzin ve tanzim, bir zînet ve san’at içinde.. ve o zînet ve san’at, manidar kokular ve hikmetli tatlar içinde bulunduğundan; herbir çiçek, o ağacın çiçekleri adedince Hakem-i Zülcelal’e işaretler ediyor. “(Lemalar 312)

“Sâni’-i Kadîr, İsm-i Hakem ve Hakîm’iyle bu âlem içinde binler muntazam âlemleri dercetmiştir. O âlemler içinde en ziyade kâinattaki hikmetlere medar ve mazhar olan insanı, bir merkez, bir medar hükmünde yaratmış. Ve o kâinat dairesinin en mühim hikmetleri ve faideleri, insana bakıyor. Ve insan dairesi içinde dahi, rızkı bir merkez hükmüne getirmiş. Âlem-i insanîde ekser hikmetler, maslahatlar; o rızka bakar ve onunla tezahür eder. Ve insanda şuur ve rızıkta zevk vasıtasıyla İsm-i Hakîm’in cilvesi parlak bir surette görünüyor. “(Lemalar 313)

“Bir zaman tılsım-ı kâinat ve muamma-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faidelerine baktım, dedim: “Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar?” Onların şahsına bakıyorum; muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye temaşagâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup; faidesiz boşuboşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksad nedir? diye çok merak ediyordum. O zaman mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lütf-u İlahî ile buldum. O da şudur: Herşey, hususan zîhayat, gayet manidar bir kelime, bir mektub, bir kaside-i Rabbanîdir; bir ilânname-i İlahîdir. Umum zîşuurun mütalaasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalaacılara manasını ifade ettikten sonra, lafzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismaniyesi kaybolur. Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok hârika ve pek ince san’atın mu’cizeleri inkişaf etti. Anladım ki: Bu çok ince ve çok hârika olan dekaik-ı san’at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mana için değildir. Gerçi herbir mevcudu, hadsiz zîşuurlar mütalaa edebilir. Fakat hem onların mütalaası mahduddur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-ı san’atına nüfuz edemezler. Demek zîhayatların en mühim netice-i hilkatı ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyum-u Ezelî’nin kendi nazarına, kendi acaib-i san’atını ve verdiği rahîmane hediyelerini ve ihsanlarını arzetmektir. “(Lemalar 345)

            “Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bab, her babı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.”(Şualar 77)

            “Herşeyin, hususan nebatat ve eşcar ve hayvanat ve insanların şekilleri ve mikdarları, ilm-i ezelînin iki nev’i olan kaza ve kaderin düsturlarıyla san’atkârane biçilmiş ve herbirinin kametine göre tam münasib dikilmiş, mükemmel giydirilmiş, gayet muntazam birer hikmetli şekil verilmiş. Onlar, herbiri ve beraber, bir nihayetsiz ilme delalet ve bir Sâni’-i Alîm’e adedlerince şehadet ederler.(Şualar 649)

Risale-i Nur, İsm-i A’zam cilvesiyle ve İsm-i Rahîm ve Hakîm’in tecellisiyle zuhur ettiği…”(Şualar 734)

            “Evet benî-âdem, büyük bir kervan ve azîm bir kafile gibi mazinin derelerinden gelip, vücud ve hayat sahrasında misafir olup, istikbalin yüksek dağlarına ve müzeyyen bağlarına müteveccihen kafile kafile müteselsilen yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini celbetti. “Şu garib ve acib mahluklar kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar?” diye ahvallerini anlamak üzere hilkat hükûmeti, fenn-i hikmeti karşılarına çıkardı. Ve aralarında şöyle bir muhavere başladı:

            Hikmet: Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

            Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelî’nin kudretiyle yokluk karanlıklarından ziyadar varlık âlemine çıkarılan mahluklardır. Sultan-ı Ezelî, bütün mevcudatı içinde biz insanları seçmiş ve emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz haşir yoluyla saadet-i ebediyeye müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye yollarını temin etmekle, re’s-ül malımız olan istidadlarımızı nemalandırmaktır. Ve şu azîm insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezelî’den risalet vazifesiyle gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelî’nin risalet beratı olarak bana verdiği Kur’an-ı Azîmüşşan elimdedir. Şübhen varsa al, oku!”(İşarat-ül İ’caz 12-13)

Kâinatın ve dolayısıyla insanların hilkatindeki hikmet ve gaye, “Cinleri ve insanları ancak Bana îman ve ibadet etsinler diye yarattım.” Zâriyat Sûresi, 51:56.) ferman-ı celilince, ibadettir. Hamd ise, ibadetin icmalî bir sureti ve küçük bir nüshasıdır.”(İşarat-ül İ’caz 17)          

“Ve keza kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki, hiç bir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki; hakkı bâtıl, bâtılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekâya mâlik olur. Vasat mertebesi ise hikmettir ki; hakkı hak bilir imtisal eder, bâtılı bâtıl bilir içtinab eder.” (İşarat-ül İ’caz 23)

            “Evet zekatın vücubu ile ribanın hurmetinde büyük bir hikmet, yüksek bir maslahat, geniş bir rahmet vardır.” (İşarat-ül İ’caz 45)

            “Herbir nev’de, herbir ferdde hikmetlere, maslahatlara riayet eden ve inayet-i ezeliyenin timsali olan hikmet-i tâmme, saadet-i ebediyenin gelmesini tebşir ediyor.” (İşarat-ül İ’caz 53)

            “Bütün fenlerin şehadetiyle, fıtratta israf yoktur. Eğer insan-ı ekber denilen âlemdeki hikmetleri idrakten âciz isen, âlem-i asgar denilen insandaki nüktelere, hikmetlere dikkat et. Evet “Fenn-i Menafi’-ül A’za”nın şerh ve beyan ettiği vecihle, insanın cisminde, herbirisi bir menfaat için takriben ikiyüz küsur kemik vardır. Ve herbirisi bir faide için altı bin damar vardır. Ve hüceyrata hizmet eden yirmidört bin mesame ve pencere vardır. O hüceyratta cazibe, dafia, mümsike, musavvire, müvellide namıyla herbirisi bir maslahat için beş kuvvet çalışıyor. Âlem-i asgar böyle olsa, insan-ı ekber ondan geri kalır mı? Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur. Çünki saadet-i ebediye olmasa, bütün maneviyat kurur. O hakikatlar, israf memleketine kaçarlar. “(İşarat-ül İ’caz 54)

            “Bütün bu nizamlar, bu kanunlar, bu intizamlar; hep bir kasd, bir irade, bir hikmetten çıkıyor. Evet meselâ Habib’in gözünde yerleşen bir zerrenin, unsur-u havadan veya unsur-u türabdan o garib, acib tavırlarda, inkılablarda yaptığı muntazam hareketinden anlaşılır ki; o zerre, toprakta iken Habib’in gözüne tayin edilmiş ve bir memur gibi mahall-i memuriyetine muntazaman i’zam kılınmıştır (yükseltilmiştir.)”(İşarat-ül İ’caz 57)

İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. Eğer başka bir hikmet ve bir faide ibadete illet gösterilse, o ibadet bâtıldır. Faideler, hikmetler yalnız müreccih olabilirler, illet olamazlar.”(İşarat-ül İ’caz 85)

            “Evet Cenab-ı Hak gayr-ı mütenahî hikmetler için bu âlemi, imtihana sahne yaptı; yine sonsuz hikmetler için tegayyürata, tahavvülâta, inkılablara mahal olmasını irade etti; ve yine sonsuz gayeler için hayır ile şerri, nef’ ile zararı, hüsün ile kubhu, hülâsa iyilikle kötülüğü karışık bir şekilde Cennet ve Cehennem’e tohum olmak üzere kâinatın şu mezraasına serpti.” (İşarat-ül İ’caz 140)

            “Hikmet ve nizamın iktizası üzerine, Cenab-ı Hakk’ın insanlar ile konuşması zarurîdir.”(İşarat-ül İ’caz 161)

            “Evet temsilât-ı Kur’aniyedeki hikmeti fehmetmek için Allah canibinden nur-u imanla bakmak lâzım…

            …..Alçak nefis tarafından herşeyi karanlıklı gösteren küfür zulmetiyle temsilât-ı Kur’aniyeye bakan olursa; tabiî o temsilâtın hikmetini anlayamaz, evhama kapılır. Kalbindeki marazın yardımıyla, her vehim onun nazarında bir dev kesilir, tarîk-i hakkı kaybeder, tereddüdlere maruz kalır. Sonra istifhama, yani sorup sual etmeye başlar; içinden çıkamaz, en nihayet iş inkâra dayanır, inkârın içinde kalır. “(İşarat-ül İ’caz 162)

            “İnsan, hikmet ile yapılmış bir masnudur. Ve Sâniin gayet hakîm olduğuna, yaptığı vuzuh-u delalet ile sanki mücessem bir hikmet-i nakkaşedir. “(Mesnevî-i Nuriye 182)

            “Hadd-i evsatı gösterecek, ifrat ve tefriti kıracak yalnız felsefe-i şeriatla belâgat ve mantık ile hikmettir. Evet hikmet derim, çünki hayr-ı kesîrdir. Şerri vardır; fakat cüz’îdir. Usûl-i müsellemedendir ki: Şerr-i cüz’î için hayr-ı kesîri tazammun eden emri terk etmek, şerr-i kesîri işlemek demektir. Ehvenüşşerri ihtiyar elzemdir. Evet eski hikmetin hayrı az, hurafatı çok, ezhan istidadsız, efkâr taklid ile mukayyed, cehl avamda hükümferma olduklarından selef bir derece hikmetten nehyettiler. Fakat şimdiki hikmet ona nisbeten maddî cihetinde hayrı çok, yalanı az; efkâr dahi hür, marifet hükümfermadır. Zâten her zamanın bir hükmü olmak gerektir.”(Muhakemat 27)

            “Neam, akıl ve hikmet ve istikra’ın şehadetleriyle sabit olan hilkatteki adem-i abesiyet; haşr-i cismanîdeki saadet-i ebediyeye işaret, belki delalet eder. Zira adem-i sırf, herşeyi abes eder.”(Muhakemat 168)

 

Mehmet   ÖZÇELİK




Hutbe-i Şamiye

                               Hutbe-i Şamiye

             Hutbe-i Şamiye ile ilgili olarak Risalelerde:”Sâniyen: Şiddetli hastalık ve sair sebeblerin tesiriyle ben Nurcu kardeşlerimle konuşamadığımdan ve o musahabeden mahrum kaldığımdan benim bedelime sizler ve Risale-i Nur’un Kur’an medresesinde Yeni Said’e verdiği ders ve Eski Said’in de Hutbe-i Şamiye ve zeyilleri gibi hayat-ı içtimaiye medresesinde aldığı dersleri ve konuşmaları bu bîçare kardeşiniz bedeline, müştak olduğum kardeşlerimle benim yerimde konuşmalarını tevkil ediyorum.”[1]

“Türk milletinin dünyaya örnek olmuş kahraman ecdadının yerinde İslâmiyet hakikatlarına sarılarak yine Kur’anın bayrakdarlığı vazifesiyle istikbalin kıt’alarında hâkim-i manevî olacağını hissedebilirler. Bu çok yüksek ve çok ehemmiyetli hakikatları tam anlayabilmek için, Bediüzzaman’ın bundan kırk sene evvel 1327’de Şam’da Câmi-ül Emevî’de, içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin kişilik bir cemaata hitaben irad buyurdukları Hutbe-i Şamiye eserini okumak lâzımdır. Şimdi o eserin tercümesini yapmak lütfunda bulunan o aziz zât, o zamanda perişan ve esaret altında bulunan İslâm âlemine pek azîm müjdelerle medeniyetin seyyiatı hasenesine galib gelmesine mukabil, istikbalde İslâmiyet’in kuvvetiyle medeniyetin mehasini galebe ederek Şems-i İslâmiyet’in büyük milletler ve kıt’alar üzerinde hâkim olacağını beyan ve isbat ederek haber veriyor.”[2]

            “Madem o ehl-i vukuf ismini alanlar, “kalbe ihtar edilen bir mes’ele” cümlesinde hakikata nüfuz edemiyerek yanlış mana çıkarmışlar. 1327’den tâ 1371 senesinden sonraki âlem-i İslâm’ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye’deki hakikatlar dahi -bilirkişilerin yanlış anladıkları veya yanlış mana verdikleri- bu “ihtar” kelimesinin hakikatını ve geniş manasını çok yüksek bir hakikat halinde gösterdiğinden Hutbe-i Şamiye eserinin tercümesini mahkemeye arz ediyoruz. “[3]

            “Bu Hutbe-i Şamiye; İslâm Âleminin içinde bulunduğu maddî mânevî hastalıkların nelerden ibaret bulunduğunu, felâket ve esarete hangi sebeplerden dolayı mâruz kaldıklarını bildiren; ve buna karşı çare-i halâs gösteren; ve bundan sonra, İslâmiyetin zemin yüzünde maddî-mânevî en yüksek terakkiyi göstereceğini, İslâmî medeniyetin kemal-i haşmetle meydana geleceğini ve zemin yüzünü pisliklerden temizliyeceğini delâil-i akliye ile isbat eden, müjde veren çok kıymetdar, bütün müslümanlara, hattâ insanlığa şamil bir dersdir, bir hutbedir.”[4]

            “Şamda fazla kalmadı. Şarkî Anadolu’da Medresetüz-Zehra nâmiyle vücuda getirmek istediği dârülfünunun küşadı için çalışmak üzere İstanbul’a geldi. Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati münasebetiyle Vilâyât-ı Şarkiye nâmına refakat etti. Yolda şimendiferde iki mektep muallimi ile aralarında bir bahis açılır. Şimendiferde yaptıkları bu mübahasenin hülâsası, Hutbe-i Şamiye adlı eserin zeylinde yazılmıştır. “[5]         

            “Hutbe-i Şamiye’nin Arabî Zeylinde, gayet latif bir temsil ile imandan gelen manevî ve kırılmaz bir kahramanlık gösteriyor. “[6]

“(Bediüzzaman Hazretlerinin müslümanların içtimaî hayatlarında teşhis ettiği, medeniyet terakkiyatına mani’ olan altı hastalık ve tedavileri için eczahane-i Kur’aniyeden aldığı altı kelime.)”[7]

“Bu Hutbe-i Şamiye eseri, Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin otuzbeş yaşında iken Şam’da, Şam ülemasının ısrarı üzerine Câmi-i Emevî’de irad ettiği bir hutbedir. Çok büyük bir ehemmiyeti haiz olması hasebiyle o zaman Şam’da bir hafta içinde iki defa tab’edilmiştir. Bilâhere müellif Bediüzzaman Said Nursî tarafından tercümesi neşredilmiştir.”[8]

            “Eski Said ona dedi: “Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i siyasiyene muhalif bir melek olsa, lanet edeceksin.” Bunun için Eski Said “Euzü billahi mineşşeytani vessiyase” dedi ve otuzbeş seneden beri siyaseti terk etti.

* Siyaseti Yeni Said bütün bütün terkettiği için bakmadığından, Eski Said’in siyasete temas eden Hutbe-i Şamiye dersinin (onun yerine) tercümesi yazıldı.Nur Şakirdleri.”[9]

            “Hutbe-i Şamiye namında matbu Arabî risaleyi, Arabî bilmediğimiz için üstadımızdan rica ettik ki: Bize bir-iki gün ders ver. Birkaç gün zarfında söylediği dersin takririni kaleme aldık. Üstadımız ders verdiği vakit, bazı cümlelerini zihnimizde tam yerleştirmek için tekrar ederdi. Âhirdeki temsil ve hikâyeyi izahlı bulduğumuzdan en evvel onları üniversitelilerin ve dindar meb’usların nazarlarına göstermemizin sebebi: Üstadımız derse başladığı vakit “Eski zamanda şimendiferde mektebli o iki muallim yerine sizleri ve bana şeriat hakkında sual soran kırkbeş elli sene evvelki meb’uslar yerine, şimdiki hakikî dindar meb’usları kabul ve tasavvur ediyorum ve öylece konuşuyorum” dediği için, biz de ehl-i maarif ve dindar meb’uslara, bera-yı malûmat bu dersimizi gösteriyoruz. Sonra isterlerse Hutbe-i Şamiye’den bütün dersimizi göstereceğiz. Münasib görülse neşir de edeceğiz.”[10]

            “İlk önce H. 1329’da İstanbul’da Matbaa-i Ebuzziya’da tab’ edilmiştir. M. 1950 ve müteakib senelerde Isparta’da teksir ile neşredilen Mektubat Mecmuasının ikinci cildinde Hutbe-i Şamiye ile birlikte Hz. Üstadımızın tensibiyle neşredilmiştir. Fakat Üstadımız ilk matbu’ nüshayı kendi dest-i hattıyla tashih etmiş ve 42. sahifesinde “Dine zarar olmasın, ne olursa olsun” sualinin başına kendi mübarek dest-i hattıyla “Buradan başlansın” diye işaretlemiştir. İşte buna binaen teksir Mektubat’ta Münazarat Risalesi “Buradan başlansın”[11]

 

            “Mektubat’ta bulunan bu Münazarat’tan başka bir de yine Hüsrev Ağabey’in hattıyla müstakil olarak 1951’de Hz. Üstadımız Emirdağı’nda iken, Eskişehir’de teksir edilip neşredilen “Hutbe-i Şamiye’nin bir zeyli ile Eski Said’in kırkbeş sene evvel aşairin suallerine verdiği cevablar” ismi ile bir Münazarat daha neşredilmiştir. Bilâhere yeni harfle neşredilen Münazarat’lar, Hz. Üstad zamanında neşredilen bu nüshalara göredir. Ancak mezkûr sebeblere binaen nüsha farkları meydana gelmiştir. Gerek Münazarat, gerek Divan-ı Harb-i Örfî ve sair bütün Nur Mecmua ve Risalelerinin neşrinde Hz. Üstadımızın tashihleri me’haz ve esas alınmıştır.”[12]

            “Bediüzzaman Said Nursî, kırksekiz sene evvel Şam’da Câmi-i Emevî’de Hutbe-i Şamiye namındaki nutkunda dava etmiş ki: “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’andır.” Gayet kuvvetli delillerle o davayı isbat etmiş. (Buna ait yazı; “Risale-i Nur Müellifi Said Nur” adlı eserde “İstikbalin hâkim-i mutlakı Kur’andır” başlıklı yazının 74-75’inci sahifelerinde kısmen münderiçtir.) Delillerin birisi; Avrupa ve Amerika’nın en meşhur filozoflarının, Kur’anın emsalsiz ve ayn-ı hakikat bir kitab olduğunu tasdik etmeleridir. Prens Bismark, Mister Karlayl gibi çoklarını bu davaya yüzer şahid göstermiş.”[13]

“Ahirzamanda müttefik ordular düzenine geçileceğini belirten hadiste üç ordudan bahsedilmektedir. Bunlardan birisinin Irak, diğerinin Şam ve üçüncüsünün de Yemen’de olacağı ifade edilmektedir. Peygamberimiz (asm), bunu nakleden ravi sahabe İbni Havele’nin hangisini tercih etmesi gerektiğini sorması üzerine Şam ordusuna iltihakını tavsiye etmiştir. Zira Şam, Cenab-ı Hakk’ın toprağının en hayırlılarındandır ve hayırlı kullarını burada cemeder. Bu hadisleri, topluca yorumlayan Abdullah Azzam, insanlığı bulunduğu bataklıktan ve vartadan çıkarmak için Şam’ın henüz son sözünü söylemediğini belirtmektedir. Peygamberimiz (asm) Şam ve Yemen için dua etmiş ve Necid sorulduğunda meskut geçmiş ve ısrar edildiğinde de orasının fitne ve karışıklıklar diyarı/toprağı olduğu beyan etmiş ve şeytanın boynuzunun veya yüzyılının oradan doğacağını ifade buyurmuştur.

Yine Abdullah Bin Havale’den; “Ya Resulullah, sen kaldığın müddetçe senin yakınlığını başka bir yeri tercih etmem ama senden sonra tercih edeceğim bir belde söyler misin” demesi  ve bunu üç defa tekrarlaması üzerine, Peygamberimiz üç defa ‘Şam’ diye buyurmuşlardır. Onun bundan hoşlanmadığını da görünce şöyle buyurdular: “Allah ne buyuruyor, bilir misiniz? Der ki: Ey Şam! Yedi kudretim senin üzerindedir. Sen beldelerimin en seçkinisin. Kullarımdan en hayırlılarını sana sevkederim. Sen benim intikam kılıcımsın, sen benim azabımın kırbacısın. Ender sensin ve dönüş (mahşer) sanadır…” Tayalisi ve Ebu Davud’un rivayetine göre Efendimiz (asm): “Şam ehli bozulursa, sizde hayır kalmamıştır…”buyurmuşlardır. Bunlar Peygamberimizin (asm) ‘sadık el masduk’ olan ağzından sadır olmuş İslamın ve beşeriyetin mustakbelini ve bununla ilgili Şam’ın konumunu ve rolünü anlatan müjdelerdir.”[14]

4572 – Yine Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:”Medine’ye geçit veren dağ gediklerinde (birbiriyle kenetlenmiş) melekler var. (Her gedikte (kınından çekilmiş) kılıçlarıyla bekleyen iki meleğin) korumaları sebebiyle) Medine’ye ne veba ve ne de Deccâl giremez.”[15]Müslim’in rivayetinde şu ziyade var: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: “Mesih Deccal, doğu tarafından gelir. Kasdı Medine’dir. Uhud’un arka tarafına iner. Derken (Medine’yi bekleyen) melekler, onun yüzünü Şam tarafına çevirirler ve orada helak olur.”  

4596 – İbnu Havâle radıyallahu anh anlatıyor: “Resûlullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:”Bu iş, sizin bir kısım toplu gruplara ayrılmanıza müncer olacak: Şam’da bir grup, Yemen’de bir grup, Irak’da bir grup!”Ben: “Ey Allah’ın Resûlü! dedim. O güne erdiğim takdirde (bunlardan en hayırlısı hangisi ise şimdiden) bana seçiverin!” dedim. “Öyleyse dedi, sana Şam’ı tavsiye ederim! Çünkü orası, Allah’ın, arzında mümtaz kıldığı yerdir. Allah kulları arasında seçkin olanları oraya tahsis eder. Ancak (oraya gitmekten) imtina ederseniz, size Yemen’inizi tavsiye eder, (oradaki) havuzlarınızdan için derim. Zira Allah, Şam ve ahalisini (fitnelerden koruma hususunda) bana garanti verdi.” [16]

            Şam peygamberimiz tarafından emin ve emanet yeri olarak belirtilmiştir.

            “Kırk sene evvel Şam’daki Câmi-i Emevî’de Şam ülemasının ısrarıyla içinde yüz ehl-i ilim bulunan onbin adama yakın bir azîm cemaate verilen bu Arabî ders risalesindeki hakikatları bir hiss-i kabl-el vuku’ ile Eski Said hissetmiş, kemal-i kat’iyyetle müjdeler vermiş ve pek yakın bir zamanda o hakikatlar görünecek zannetmiş. Halbuki iki harb-i umumî ve yirmibeş sene bir istibdad-ı mutlak, o hiss-i kabl-el vukuun kırk elli sene te’hirine sebeb olmuş ve şimdi o zamandaki verdiği haberlerin aynen tezahürleri âlem-i İslâmiyette başlamış. Demek bu pek ehemmiyetli ders, zamanı geçmiş eski bir hutbe değil, belki doğrudan doğruya 1327’ye bedel, 1371’de ve Câmi-i Emevî yerine âlem-i İslâm câmiinde üçyüz yetmiş milyon bir cemaate hakikatlı ve taze bir ders-i içtimaî ve İslâmîdir, diye tercümesini neşretmek zamanıdır tahmin ederim.”(Sh.5)

            -Hutbe-i Şamiye içtima-i ve İslâmi bir derstir.[17]

            -Üstad Burada olduğu gibi tüm eserlerinde bu zamanın iki dehşetli halinin Küfrü mutlak ve Sefaheti mutlaka olduğunu dile getiriyor. Üstad tüm hayatı boyunca bu iki hastalığın tedavisine gitmiş ve imanın takviye edilmesiyle onlara sed çekmiştir.[18]

            Ve öyleki üstad imanda cenneti,küfürdede cehennemi göstermiştir.” imanda manevî bir cennet ve dalalette manevî bir cehennem bu dünyada da vardır, yakînen bildim.”[19]

            Gerek ehli dalalet,gerekse ehli sefahetin dünyada cehennemi azabı hissetmemelerinin sebebi olarak;’Hissi iptal’ ve ‘ Nazarı âfaka dağıtma’ olarak değerlendirir.[20]

Geçmiş zamanda cehaletten gelen küfrün,bu zamanda fen ve felsefeden gelmesiyle müşkilleşmesi,eskide bir kâfiri mutlak yerine şimdi bir kasabada yüz tane bulunması…[21]

            “Ben bu zaman ve zeminde, beşerin hayat-ı içtimaiye medresesinde ders aldım ve bildim ki: Ecnebiler, Avrupalılar terakkide istikbale uçmalarıyla beraber bizi maddî cihette kurûn-u vustâda durduran ve tevkif eden altı tane hastalıktır. O hastalıklar da bunlardır:

            Birincisi: Ye’sin, ümidsizliğin içimizde hayat bulup dirilmesi.

            İkincisi: Sıdkın hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede ölmesi.

            Üçüncüsü: Adavete muhabbet.

            Dördüncüsü: Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmemek.

            Beşincisi: Çeşit çeşit sâri hastalıklar gibi intişar eden istibdad.

            Altıncısı: Menfaat-ı şahsiyesine himmeti hasretmek.[22]

            Üstad devamlı ümid bahşetmektedir.“İstikbal yalnız ve yalnız İslâmiyet’in olacak. Ve hâkim, hakaik-i Kur’aniye ve imaniye olacak.”[23]

Hüküm cümlesi olarak İstikbalde Kur’anın hükmedeceği ve bununda başlangıcının 1371 (1955) de meydana geleceği bildirilmiştir.“Haşiye): Eski Said, hiss-i kabl-el vuku’ ile 1371’de ( 1371 + 584= 1955) -başta Arab Devletleri- Âlem-i İslâm’ın ecnebi esaretinden ve istibdadından kurtulup İslâmî devletler teşkil edeceklerini kırkbeş sene evvel haber vermiş. İki Harb-i Umumî ve 30-40 sene istibdad-ı mutlakı düşünmemiş. Bin üçyüz yetmiş’te olan vaziyeti bin üçyüz yirmi yedi’de olacak gibi müjde vermiş, te’hirinin sebebini nazara almamış.”[24]

Meselenin can damarını yakalayıp temele inen üstad,himmetin teksif edilmesi gereken hususu şöyle tesbit eder: “Biliniz! Hakikî vukuatı kaydeden tarih, hakikata en doğru şahiddir. İşte tarih bize gösteriyor. Hattâ Rus’u mağlub eden Japon başkumandanının İslâmiyetin hakkaniyetine şehadeti de şudur ki:

            Hakikat-ı İslâmiyetin kuvveti nisbetinde, Müslümanlar o kuvvete göre hareket etmeleri derecesinde ehl-i İslâm temeddün edip terakki ettiğini tarih gösteriyor. Ve ehl-i İslâm’ın hakikat-ı İslâmiye’de za’fiyeti derecesinde tevahhuş ettiklerini, vahşete ve tedenniye düştüklerini ve herc ü merc içinde belalara, mağlubiyetlere düştüklerini tarih gösteriyor. Sair dinler ise bilakistir. Yani salabet ve taassublarının za’fiyeti nisbetinde temeddün ve terakki ettikleri gibi, dinlerine salabet ve taassublarının kuvveti derecesinde de tedenni ve ihtilallere maruz kaldıklarını tarih gösteriyor. Şimdiye kadar zaman böyle geçmiş.”[25]

“Bir Müslümanın muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakînî ile ve İslâmiyete tercih etmekle eski ve yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor.”[26]

“Bütün dinlerin etba’ları ise -hattâ en ziyade dinine taassub gösteren İngilizlerin ve eski Rusların- muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dâhil olduklarını ve günden güne, bazı zaman takım takım kat’î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.”[27]

“İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu davaya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur’anı mekteblerinde ders vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiblerinin bir kısmı Kur’an’ı İngiliz’e kabul ettirmeye taraftar çıkmaları ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli bir şahid olur.”[28]

“Nev’-i beşer bu son harb-i umumînin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdadı ile ve merhametsiz tahribatı ile ve birtek düşmanın yüzünden yüzer masumu perişan etmesiyle ve mağlubların dehşetli me’yusiyetleriyle ve galiblerin dehşetli telaş ve hâkimiyetlerini muhafaza ve büyük tahribatlarını tamir edememelerinden gelen dehşetli vicdan azablarıyla ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma görünmesiyle ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın ve mahiyet-i insaniyesinin umumî bir surette dehşetli yaralanmasıyla ve gaflet ve dalaletin, sert ve sağır olan tabiatın, Kur’anın elmas kılıncı altında parçalanmasıyla ve gaflet ve dalaletin en boğucu, aldatıcı en geniş perdesi olan siyaset-i rûy-i zeminin pek çirkin, pek gaddarane hakikî sureti görünmesiyle elbette ve elbette hiç şübhe yok ki: Şimalde, garbda, Amerika’da emareleri göründüğüne binaen nev-i beşerin maşuk-u mecazîsi olan hayat-ı dünyeviye, böyle çirkin ve geçici olmasından fıtrat-ı beşerin hakikî sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi bütün kuvvetiyle arayacak….”[29]

“..elbette nev-i beşer bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anı kabul etmeğe çalışan meşhur hatibleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünki bu hakikat noktasında kat’iyyen Kur’anın misli yoktur ve olamaz ve hiçbir şey bu mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.”[30]

Üstad önce Şimal ile Rusyayu zikretmekle beraber,Abdullah Yeğin abi önce Almanya ve Amerikanın müslüman olacağını söylemiştir.

-Medeniyet fenleri insanlığın ikaz ve intibahına vesiledir. [31]

-Asrın dehşeti beşerin uyanmasına ve silkinmesine vesile olmuştur.

-Geçmişten alınan derslerin gelecek belaların def’ine sebeb olacağı,ibret alınması gerektiği ifade edilir.[32]

-Hamiyeti Diniyenin Hamiyeti Milliyeden önce olduğu ifade edilmektedir.[33]

-Gerçek Hürriyetin Şeriatta olduğu,hırsızın elinin Allah,Din ve Şeriat adına kesilmesiyle kalb ve kafada bir yasakçı bırakırken;Adaletin kaybedilmesinde beşer kanunlarının uygulanmasının gaflet edilen noktasının;” Maslahat-ı beşeriye yerine adalet perdesi altında garazlar, zalimane ve tarafgirane cereyanlar müdahale eder, hükümlerin tesirini kırar.”[34]

“Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlahiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve manevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, ye’cüc ve me’cüclere teslim-i silâh edecekler diye kalbe ihtar edildi.”[35]

İnsanların selâmeti islâmiyete teslim iledir.

-Bu zamanda İ’layı Kelimetullahın en büyük sebebinin maddeten terakki etmek olup;cehl,fakr ve ihtilafa karşı fen ve sanat silahlarıyla cihad edilmesi,meşrebimizin esası olarakta,Muhabbet fedaileri olup,muhabbete muhabbet,husumete husumet edilmelidir.

İçtima-i düstur ve reçeteleri yazan üstad,Yeisin;manii her kemâl olduğu tesbitinde bulunur.

-Bu zamanda İttihadı İslâm ise;Farz bir vazifedir.

“İttihad-ı İslâm olan İttihad-ı Muhammedî (Aleyhissalâtü Vesselâm) dediğimiz vakit, umum mü’minlerin mabeyninde bilkuvve veya bilfiil sabit olan ittihad muraddır. Yoksa İstanbul ve Anadolu’daki cemaat murad değildir. Amma bir katre su da, sudur. Bu ünvandan tahsis çıkmaz. Tarif-i hakikîsi şöyledir:

            Esas temeli, şarktan garba cenubdan şimale mümted ve merkezi Haremeyn-i Şerifeyn ve cihet-i vahdeti tevhid-i İlahî.. peyman ve yemini iman.. nizamnamesi, Sünnet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm).. kanunnamesi, evamir ve nevahi-i şer’iye.. kulûb ve encümenleri, umum medaris, mesacid ve zevaya.. o cemaatin ilelebed ve muhalled naşir-i efkârı, umum kütüb-ü İslâmiye ve her vakit naşir-i efkârı başta Kur’an ve tefsirleri (ve bu zamanda bir tefsiri, Risale-i Nur) ve i’lâ-yı kelimetullahı hedef ve maksad eden umum dinî ve müstakim ceraiddir. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Reisi de Fahr-i Âlem’dir (Aleyhissalâtü Vesselâm).”[36]

            Buda gerçek Uhuvvetin tesisi iledir. Şener Dilek’in ifadesiyle buda şu dört şekilde olur:Uhuvvet;Cevru cefaya tahammül,Ahdu vefa,Hazmı şifa,Zevku sefa.

            -Vede Risale-i nura kuvvet vermektir ki;İhlas iledir. Genişlemesine çalışmak ise;Uhuvvet iledir.

            Risale-i Nur bu İttihadı İslâmı tesis etmektedir.

            -Medenilere gerçek galebe çalmak ikna iledir,icbar ile değildir.

            -Bizi bu kadar düşüren sebebin başı;Dinsiz dünyanın hayrı olmadığı gibi;Şeriata muhalefet,fakirlik ve onun semeresi olan Su-i ahlak ve Nifaktır.

            -Gerçek hürriyetin din ve dinin tabileri olan sünnete ittiba olup,sefahette değildir. Dinin zincirinden çıkanlar,nefsin esareti altına girerler.

            “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır. Zihnin marifetullahtır. Hissin muhabbetullahtır. Latifenin müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayat-ül gayata sevkeder.”[37]

            Hutbe-i Şamiyede birinci derecede hastalıkların tedavi usulleri gösterilirken,tedaviyi güçleştirip yavaşlatacak olan kin,nefret ve gıybet gibi kötü hasletlerin çirkinlikleri nazara verilmektedir.

 

                        HUTBE-İ ŞAMİYEDE GEÇEN ÂYETLER-HADİSLER VE KAYNAKLARI

            ÂYETLER:

            -Sh.9-“الَّذِينَ يَسْتَحِبُّونَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا عَلَى الآخِرَةِ  ””Vay onlara ki,ahirete inanmalarına rağmen,bile bile dünyayı ahirete tercih ederler.”(İbrahim.3)

            Risalede:Şualar.675,724,Kastamonu Lahikası.104,110,Emirdağ Lahikası. 1 / 232,Hutbe-i Şamiye.9,Tarihçe-i Hayat.293,296,310,Mufassal Tarihçe.1201.Risale-i Nurun Kudsi Kaynakları.Abdulkadir Badıllı.1992 baskılı.Envar Neşr.806 sahife.Sh.144.Sıra no.447/25.

            -Sh.18-قُلْ يَا عِبَادِيَ الَّذِينَ أَسْرَفُوا عَلَى أَنفُسِهِمْ لَا تَقْنَطُوا مِن رَّحْمَةِ اللَّهِ إِنَّ اللَّهَ يَغْفِرُ الذُّنُوبَ جَمِيعًا إِنَّهُ هُوَ الْغَفُورُ الرَّحِيمُ     “De ki:’Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünki Ğafur ve Rahimdir;çok affedicidir,merhamet ve ihsanı fazladır.”(Zümer.53.

            Risalede:El-Mesneviyyül Arabi.sh.128,Tercüme Mesnevi.(Abdulmecid.65,(A.Badıllı)107, Barla Lahikası.88,217,374,Emirdağ. 1 / 59,Hutbe-i Şamiye.18,44,Tarihçe-i Hayat.95,Mufassal Tarihçe.1158,R.N.Kudsi Kaynakları.sh.159. S.No. 524/7.

            -Sh.38. الَّذِي أَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَأَ خَلْقَ الْإِنسَانِ مِن طِينٍ “,”Yarattığı her şeyi güzel ve muhkem yapıp insanı ilkin çamurdan yarattı.”(Secde.7)

            Risalede:Sözler.196,231,617,664,El-Mesneviyyül Arabi.60,Tercüme Mesnevi.(Abdulkadir)27,Hutbe-i Şamiye.38,R.N.Kudsi Kaynakları.sh.71.  

            -Sh.60.” وَأَمْرُهُمْ شُورَى بَيْنَهُمْ “,”İşlerini istişare ile yürütürler.”(Şura.38)

            Risalede:Hutbe-i Şamiye.60,Âsarı Bediiyye.137,Tarihçe-i Hayat.100,R.N.K. Kaynakları. sh.176,S.No.607/1.

            -Sh.77. وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُواْ أَيْدِيَهُمَا جَزَاء بِمَا كَسَبَا نَكَالاً مِّنَ اللّهِ وَاللّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ “,”Hırsız erkek ile hırsız kadının irtikâb ettikleri suça bir karşılık ve Allah tarafından insanlara ibret verici bir âkibet olmak üzere ellerini kesiniz.”(Mâide.38)

            Risalede:Hutbe-i Şamiye.77.

 

            -Sh.79. لاَ إِكْرَاهَ فِي الدِّينِ    “Dinde zorlama yoktur.” Bakara Sûresi, 2:256.

            -Sh.89.”İnnallâhe hüvel kaviyyül metin”,Allah kavi ve metindir.”(iki ayrı âyetten alınmıştır.Zariyat.58,Hadid.25.)

            Risale-de:Hutbe-i Şamiye-89,R.N.K.Kaynakları.sh.177,S.No.609/3.

-Sh.134.” وَلَمْ يَكُن لَّهُ كُفُوًا أَحَدٌ”.”Nede herhangi bir şey ona denk oldu.”(İhlas.4)

Risalede:Sözler.412,Hutbe-i Şamiye.134,R.N.K.Kaynakları.91.S.No.187.

-Sh.134.“ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَيْءٌ وَهُوَ السَّمِيعُ البَصِيرُ      ”,”Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir ve bilir.”(Şura.11)

Risalede:Sözler.14,Mektubat.84,Lem’alar.101,341,El-Mesneviyyül Arabi.255,436,Tercüme Mesnevi.(Abdulkadir)240,295,Âsarı Bediiye.18,75,Hutbe-i Şamiye. 134,R.N.K.Kaynakları.sh.54,S.No.7.

-Sh.141.” أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا    ”.”Hiç sizden biriniz ölmüş kardeşinin etini yemeyi severmi?”(Hucurat.12)

Risalede:Sözler.381,Mektubat.275,Barla Lahikası.267,Kastamonu Lahikası.190,192,Âsarı Bediiye.150,618,Hutbe-i Şamiye.141,Mufassal Tarihçe.754,898,900,R.N.K. Kaynakları. 84, S.No.151.

-Sh147. وَلاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخْرَى”.”Hiçbir günahkâr,başkasının günahını yüklenmez.”(En’am.164,İsra.15,Fatır.18,Zümer.7,Necm.38.)

Risalede:Mektubat.264,Şualar.353,Emridağ-1 / 39,Emirdağ-2/82-84,98,163,172,179,181,195,237,239,241,245,Hutbe-i Şamiye.147,Âsarı Bediiye.133,Tarihçe-i Hayat.477,619,704,Mufassal Tarihçe.384,993,1538,1619,R.N.K.Kaynakları.116,S.No.309/40.

-Sh.147. مَن قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا         ”Kim katil olmayan yeryüzünde fesad çıkarmayan bir kişiyi öldürürse sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur.”(Mâide.32)

Risalede:Sözler.717,Mektubat.53,Emirdağ-2/98,Hutbe-i Şamiye.147,Âsarı Bediiye.126,Mufassal Tarihçe.1565,R.N.K.Kaynakları.107,S.No.264.

-Sh.148.” وكُلُواْ وَاشْرَبُواْ وَلاَ تُسْرِفُواْ ”.”Yiyin için,fakat israf etmeyin.”(A’raf.31)

Risalede:Lem’alar.139,316,Emirdağ-2/99,Hutbe-i Şamiye.148,R.N.K.Kaynakları.131,S.No.383/26.

-Sh.148.” وَأَن لَّيْسَ لِلْإِنسَانِ إِلَّا مَا سَعَى    ””İnsan çalışma ve gayretinin neticesinden başka şey elde edemez.”(Necm.39)

Risalede:Sözler.746,Emirdağ-2/99,Hutbe-i Şamiye.148,Âsarı Bediiye.85,438,628, Mufassal Tarihçe.396,R.N.K.Kaynakları.108,S.No.268.

 

HADİSLER :

-Sh.18.“İnnî buîstü li ütemmime mekârimel ahlaki ” انما بُعِثْتُ ُِتَمِّمَ مَكَارِمَ اﻻﺧْﻼَقِ

.Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.sh.707,S.No.963.

-Sh.20.Emel ile ilgili hadiste:”Emel ve ümid,benim ümmetim için Allahu Tealanın mutlaka rahmetidir. Çünki eğer ümid ve bekleyiş olmasaydı,anne çocuğunu emzirmez,bahçeci fidan dikmezdi.”(Enes bin Malik’ten)

Bak.R.N.K.Kaynakları.708,S.No.964.

“Eğer emel olmasaydı amel boşa giderdi.”Bak.R.N.K.Kaynakları.S.No.875.Envar neşr.1994.baskı.1020.sahife.

-Sh.37.” zaman hatt-ı müstakim üzerine hareket etmiyor.”.”Hadiste:”Zaman,Allahın yer ve gökleri halk edeliden beri daire şeklinde dönüp dolaşmaktadır.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.sh.708,S.No.965,1994 baskılı.S.No.876.

-Sh.44.” Mâ lâ yudreku küllühü,lâ yutreku küllühü”- مَا لاَ يُدْرَكُ كُلُّهُ لاَ يُتْرَكُ كُلُّهُ  -.”Umumu elde edilmeyen bir şeyin,umumuda terkedilmez.”

Risalede:Âsarı Bediiye.460,Münazarat.71,Saykalül İslâm.239,Hutbe-i Şamiye. 44, Tercüme Mesnevi(Abdulkadir).356,Tarihçe-i Hayat.95,R.N.K.Kaynakları.681,S.No.901,1994 baskılı sıra no.842.

-Sh.44.”Ene înde zanni,hüsnü abdi bî.”--Cenâb-ı Hak buyurmuş:”Ben kulumun bana karşı taşıdığı zannı (yani akidesi) yanındayım..ve beni çağırdığı zaman onunla beraberim.”

Risalede:Sözler.35,El-Mesneviyyül Arabi.362,Âsarı Bediiye.440,Tercüme Mesnevi (Abdulkadir)462,470,Tarihçe-i Hayat.95,Hutbe-i Şamiye.44,Osmanlıca Nurun ilk kapısı taksir-Hüsrev.39,Yeni yazı nurun ilk kapısı.16,R.N.K.Kaynakları.303,S.No.10,1994 baskılı sıra no.364.

-Sh.45-“ Riyakârlık, fiilî bir nevi yalancılıktır. Dalkavukluk ve tasannu, alçakça bir yalancılıktır. Nifak ve münafıklık, muzır bir yalancılıktır. Küfür, bütün enva’ıyla kizbdir, yalancılıktır.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.680,s.no.899,1994 baskılı.841.

-Sh.49-“Sahabeler, daima doğru söylerler. “

Bak.R.N.K.Kaynakları.708,s.no.966,1994 baskı.s.no.879.

-Sh.54,80.” seciye-i İslâmiye olan insaf ve hüsn-ü zan..”

Bak.R.N.K.Kaynakları.681,s.no.903,1994 baskılı.s.no.842.

-Sh.59.” Kimin himmeti yalnız nefsi ise, o insan değil.” .”

“Kişinin kıymeti,onun himmetidir. Kimin himmeti sadece karnına yemek doldurmak olsa,işte onun kıymeti,ondan çıkan şeylerdir.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.709,s.no.967,1994 baskılı sıra no.876.

-Sh.60.” İnsanın fıtratı medenîdir.”

Bak.R.N.K.Kaynakları.709.s.no.968,1994 baskılı sıra no.877.

-Sh-92,101-“Esselâmu alâ menittebeâl Hudâ   ”- .” -.”Selâm Hüda ve hidayete tabi olanlara olsun.”

Risalede:Âsarı Bediiye.384,Hutbe-i Şamiye.92,101.R.N.K.Kaynakları.675.s.no.888,1994 baskılı sıra no.835.

-Sh.93.”Lâ hayra fiddünya,bilâ dinin”.”Dinsiz bir dünyada hayır yoktur.” .”

Risalede.Âsarı Bediiye.387,Hutbe-i Şamiye.93,R.N.K.Kaynakları.676,s.no.889,1994 baskılı sıra no.836.

-Sh.105.” şeriat dairesinde ulü-l emre itaat farzdır.”

Risalede:Âsarı Bediiye.396,Hutbe-i Şamiye.105,Tarihçe-i Hayat.666,Bak.Nisa.59, R.N.K. Kaynakları.676,s.no.890,1994 baskılı sıra no.836.

-Sh.114-“ Hazret-i İsa nâzil olup gelecek, ümmetimden olacak, şeriatımla amel edecektir.”

Risalede:Sözler.703,Mektubat.6,Şualar.587,Âsarı Bediiye.102,524,639,Hutbe-i Şamiye. 114,R.N.k.Kaynakları.368,s.no.165,1994 baskılı sıra no.447.

-Sh.145.”El kelâmu kel mâli,lâ yecuzü fîhil israf. ”- .”

-.”Söz mal gibidir. İsraf edilmesi caiz değildir.”

Risalede:Âsarı Bediiye.666,Hutbe-i Şamiye.145,R.N.K.Kaynakları.683,s.no.909,1994 baskılı s.no.845.

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK

                                                                                              2001 / EKİM / ADIYAMAN

 

 

            

 

           

 

 

 

[1] Emirdağ Lahikası. 2 / 109.

[2] Age. 2 / 142.

[3] Age. 2 / 142.

[4] Tarihçe-i Hayat.89.

[5] Age.101.

[6] Bediüzzaman Cevab veriyor.100.

[7] Age.177.

[8] Hutbe-i Şamiye.4.

[9] Age.46.Haşiye.1.

[10] Age.78.Haşiye.1.

[11] Münazarat.5.

[12] Münazarat.6.

[13] Nur Çeşmesi.146.

[14] Yeni Asya gazt.Mustafa Özcan.22-7-2001.

[15] .” Buhari, Fezailu’l-Medine 9, Tıbb 30, Fiten 27; Müslim, Hacc 485, 486, (1379, 1380); Muvatta, Câmi’ 16, (2, 892); Tirmizi, Fiten 51, (2244).

[16] Ebu Davud, Cihad 3, (2483).

[17] Hutbe-i Şamiye.sh.6.

[18] Age.9.

[19] Age.13.

[20] Age.15.

[21] Age.15.

[22] Age.19.

[23] Age.21.

[24] Age.21.

[25] Age.22.

[26] Age.22.

[27] Age.23.

[28] Age.23.

[29] Sözler.154.

[30] Sözler.154-155.

[31] H.Şamiye.24.

[32] Age.26.

[33] Age.64.

[34] Age.76.

[35] Age.79.

[36] Age.94.

[37] Age.136.




RİSÂLE-İ NUR-DA DUA

RİSÂLE-İ NUR-DA DUA

            “Dua bir ibadettir.İbadetin semeresi ahirette görünür. Dünyevi maksatlar ise,namaz vakitleri gibi,dualar ibadet için birer vakittirler. Duaların semeresi değillerdir. Mesela;şemsin tutulması Küsuf namazına,yağmursuzluk yağmur namazına birer vakittir.”

Zamanı,vakti ve kabulü ise;

“Ve keza,zalimlerin tasallutu ve belaların nüzulü bazı hususi dualara vakittir. Bu vakitler baki kaldıkça,o namazlar,o dualar yapılır. Eğer bu vakitlerde dünyevi maksatlar hasıl olursa,zaten nur-un ala nur ve illa,icabet duaya iktiran etmedi,diyemezsin. Ancak,henüz vakit inkiza etmemiş,duaya devam lazımdır,diyebilirsin.

Çünki o maksatlar duaların mukaddemesidir,neticesi değillerdir. Cenab-ı Hakkın duaların icabetine vaadetmesi ise,icabet aynı kabul değildir. Yani icabet kabulü istilzam atmaz. Duaya her halde cevap verilir. Cevapsız bırakılmaz. Matluba olan is’af ise,mucibin hikmetine tabidir. Mesela;doktoru çağırdığın zaman her halde:”Ne istersin?”diye cevap verir. Fakat”Bu yemeği veya bu ilacı bana ver.”dediğin vakit,bazen verir,bazen hastalığına,mizacına mülayim olmadığından vermez.”[1]

Duada ihlası kıran ve kabul edilmemeye sebeb konusunda:”Adem-i kabul esbabından biri de,duayı ibadet kasdıyla yapmayıp,matlubun tahsiline tahsis ettiğinden aksul amel olur.O dua ibadetinde ihlas kırılır,makbul olmaz.”[2]

Kur’an başlı başına bir “Dua kitabı”dır.[3]

Duanın devamı konusunda;”Duanın tekrarı bir takrirdir.”[4]

Dualar üç kısım olup;1)İnsanların kavli duaları.

2)Bitki ve ağaçların ihtiyaci duaları.

3)Varlıkların istidadi duaları.[5]

Belayı defetmede ve bid’anın kalkmasında;hastaların duası duada müessirdir.[6]

Duaların birikimi,manevi atmosferin oluşması,iyilik ve hayrın şerre galebesine sebeb olmaktadır.[7]

“Dua esbabı kabul dairesinde olmalı.”Yani başta istiğfar,sonunda salavat,iki duanın arasında yapılacak dua ise makbul olur.[8]

Ve Gıyaben;

Ve cami’ dualarla;

Ve Mübarek mevkilerde;

Ve Cuma da ,hususan saat-i icabede;

Ve üç aylarda,hususan meşhur gecelerde,Ramazan ve Kadir gecesinde,yapılan dua kabule karindir.[9]

Dua eden kişi özellikle:

“Dualar,tevhid ve ibadetin esrarına nümunedir. Tevhid ve ibadette lazım olduğu gibi,dua eden kimse de,”Kalbinde dolaşan arzu ve isteklerini Cenâb-ı Hak işitir.”deyip kadir olduğuna itikat etmelidir. Bu itikat,Allah-ın her şeyi bilir ve her şeye kadir olduğunu istilzam eder.”[10]

Külli ve ciddi bir nedametle tevbe ve münacatta bulunmak gerektir.[11]

“Şu insan,ma’bud-u Ezelinin azamet-i hitabına,hadsiz kalblerden ve dillerden çıkan sesler,dualar,zikirler ile mukabele ediyor. O sesler,dualar,zikirler birbirine tesanüd ederek ve birbirine yardım edip ittifak ederek öyle geniş bir surette ma’bud-u ezelinin ulûhiyetine karşı bir ubudiyet gösteriyor ki,güya küre-i arz kendisi o zikri söylüyor,o duayı ediyor ve aktarıyla namaz kılıyor.” [12]

İnsanın vazife konusunda;

“Ferşten arşa,ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi,yalnız duadır.”[13]

İnsan”İnfial,sual,dua cihetiyle Rahman-ı Rahimin aziz bir misafiridir.”[14]

“Velilerin himmetleri,imdatları manevi fiilleriyle feyiz vermeleri hali veya fiili bir duadır.”[15]

Kur’an-ın şefaatçı yapılıp,41 Yasin-in okunmasıyla yağmursuzluk tılsımının açılmasına vesile olur.[16]

Sekine;muhafazaya vesile bir dua[17],Celcelutiye Bediüzzaman-ın 30 senelik bir virdidir.[18]

“Hz. Yunuz İbn-i Metta ala nebiyyina ve aleyhis-salatu ves-selamın münacatı,en azim bir münacattır ve en mühim bir vesile-i icabe-i duadır.”[19]

“Ya Rabbi!Sensin ilah,senden başka yoktur ilah. Sübhansın ,bütün noksanlardan münezzehsin,yücesin. Doğrusu kendime zulmettim,yazık ettim.Affını bekliyorum Rabbim!”[20]

Sabır kahramanı Hz. Eyyüb Aleyhisselam-ın şu münacatı hem mücerreb,hem te’sirlidir”[21]

“Ya Rabbi!Bu dert bana iyice dokundu. Sen merhametlilerin en merhametli olanısın”[22]

“Ya Rabbi!Şeytan bana bir yorgunluk ve işkence dokundurdu.”[23]

“Evet, salavatın manası Rahmettir. Ve o zihayat mücessem Rahmete rahmet duası olan salavat ise,o Rahmeten lil-Aleminin vüsulüne vesiledir.”[24]

Ona cami dualarla yalvarmakta büyük bir huşu vardır.[25]

Ayet:”De ki:” Duanız olmazsa Rabbim size ne diye değer versin ki?(Ne ehemmiyetiniz var?)”[26]

“Sebeb-i hilkati alemin biriside duadır. Yani,kainatın hilkatinden sonra,başta nev-i beşer ve onun başında alem-i İslam ve onun başında Muhammed-i Arabi Aleyhis-Salatu Ves-Selamın muazzam olan duası,bir sebeb-i hilkat-ı alemdir.”[27]

“Birisi kendine bir erkek evlat ister. Cenâb-ı Hak,Hazret-i Meryem gibi bir kız evladını veriyor. Duası kabul olunmadı,denilmez.”Daha evla bir surette kabul edildi.”denilir. Hem bazen kendi dünyasının saadeti için dua eder. Duası ahiret için kabul olur.” Duası reddedildi.”denilmez. Belki,”daha enfa bir surette kabul edildi.”denilir. “[28]

“Dua,ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.”,

“Eğer vermek istemeseydi,istemek vermezdi.”[29]

Üstadın 25 senedir daima en mühim duası “Allahümmeşrah Sadri lil iman vel İslam.”(Allahım!Göğsümü iman ve İslâma aç.)[30]

“Bu mübarek Ramazanı şerifteki dualar,ihlas bulunmak şartıyla İnşaallah makbuldür.”[31]

Cevşen ve Evrad-ı Bahaiyyenin tesiri azimdir.”[32]

“Üstadımız Muhacir Hafız Ahmed Efendiye dedi ki;sen 41 Yasin-i Şerif oku, M. H. Ahmed Efendi bir kamışa okudu,o kamışı suya koydular,daha yağmur alameti görünmezken ikindi namazı vaktinde… söylediği üzere Yasin-ler tılsımı açıb o gecede yağdı.”[33]

Dua;her kapalı kapıyı açan bir tılsım,bir şifredir.[34]

                                                                                              13-03-2000  

                                                                                  MEHMET ÖZÇELİK

[1] Mesnevi-i Nuriye.205-506.

[2] Age.206.

[3] Age.210,218,Şualar.205.

[4] M. Nuriye.210,218.

[5] Age.216,Mektubat.277,258,Lem’alar.122,Asa-yı Musa.57,Sözler.330.

[6] Le^’alar.95,202 (17. deva)

[7] Şualar.263.

[8] Mektubat.258.

[9] Age.258.

[10] M.Nuriye.78,104.

[11] Age.153.

[12] Age.150.

[13] Age.97.

[14] Age.202.

[15] Age.219.

[16] S.T.Gaybi.18-20,57,Kastamonu L.218.

[17] S.T.Gaybi.119.

[18] A.Badıllı-nın Tarihçesi. 2 /1102,S.T.Gaybi.119,122.

[19] Lem’alar.3.

[20] Enbiya.87.

[21] Lem’alar.6.

[22] Enbiya.83.

[23] Sad.41.

[24] Lem’alar.93-94,257.

[25] Mektubat.222,285,Lem’alar.354.

[26] Furkan.77,24.Mektub.1.Zeyl,289.

[27] Mektubat.278.

[28] Mektubat.279.

[29] Age.280.

[30] Kastamonu L.169.

[31] Age.242.

[32] Emirdağ L. 1 / 138,142-143,145,159,160,172,207, 2 / 59,119,121 ve muhtelif yerler.

[33] Osmanlıca Lem’alar.139-140,156-158.

[34] Ayriyeten bakn. Son Şahitler N. Şahiner. 1 / 37,113-114,203,238,443, 2 / 27.

 

-3-




CEVŞEN VE FAZİLETİ

                                      CEVŞEN     VE       FAZİLETİ

(Dua ubudiyetin ruhudur ve halis bir imanın neticesidir.)

            Kelime olarak bir zırh anlamına gelen Cevşen-in maddi ve manevi yönden görülen bir çok faziletleri vardır.” Yani: Bin bir esma-i İlâhiyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihette Kur’andan çıkan bir hârika münacat olan ve marifetullahta terakki eden bütün âriflerin münacatlarının fevkinde bulunan ve bir gazvede “Zırhı çıkar, onun yerine bu Cevşen’i oku” diye Cebrail vahiy getiren “Cevşen-ül Kebir” münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler,”[1] ihtiva etmektedir.

            Zeynel Abidin’den rivayet edilmiş olup,onun okuduğu virdlerindendir. Zincirleme olarak Ümame,Cafer bin Muhammed Sadık,o da babasından,oda dedesi Hz.Hüseyin’den,oda Hz.Ali’den rivayet etmiş olmaktadır.

            Hz. Ali oğlu Hz. Hüseyin’e:”Ey oğlum. Sana kendisinden başka ilah olmayıp,şanı yüce olan Allah’ın sırlarından bir sırrı öğreteyim ki,Allah’ın rasulü o sırrı bana öğretmiştir.. Diyerek o sırrın Cevşen olduğunu bildirir.)

            Rasulullah anlatıyor:”Vaktaki üzerimde zırh varken ben şiddetli sıcak bir günde Uhud’a gidiyordum.Sema tarafına bakıyor ve Allah’a dua ediyordum. Birden gördüm ki sema kapıları açılmış,Cibril nurlu bir vaziyette indi ve Allah sana Selam,Tahiyyat ve İkramda bulunuyor. Ve zırhı çıkar bu duayı oku”diyor. Ben de onu okudum ve taşıdım. Zira o zırhtan daha büyüktür,koruyucudur.) Dedim ki:Ey kardeşim Cibril. Bu sadece benim için mi? Yoksa benim ve ümmetim için mi?  Dedi:Ya Rasulallah. Bu dua (Cevşen) Allah tarafından sana ve ümmetine bir hediyedir. Onun (okumanın) sevabını ise,Ancak Allah bilir. Kim ki onu taşır ve okursa,ister sabah,ister akşam,evinden çıktığında Allah hakkında o kişiye salih amel yapmış muamelesi vacib olur. Öyle ki,sanki o kul Tevrat ve İncil,Zebur ve Furkan (Kur’an) okumuş gibi sevab verir.Ve onların her harfine mukabil Huril Îyn-lerden iki zevce verir ve cennette onun için bir ev yapar. Ve ona Tevrat,İncil,Zebur,Furkan,İbrahim suhûfunun harfleri sayısı kadar sevab verir ve İbrahim Halil,Musa Kelim,İsa Ruhullah,Muhammed Hatemi Nebi sevabı kadar sevab verir.

            Arzı Beyzâ yani uzak,gizli,beyaz bir yerin arkasında –bazı mahluklar olup- bunlar Allah’a ibadet edip isyan etmezler. Öyle ki Allah’ın gazabının korkusundan ağlamakla yüzlerinin etleri parçalanır. ne yer ne de içerler. Allah bu duayı okuyanlara o kullarının sevabını verir.

            Dördüncü katta da bir beyt vardır ki,ona Beyt-i Ma’mur denilir. her gün oraya yetmiş bin melek girer,çıkar. Ve öyle ki kıyamete kadar oraya dönmez. (Bir daha kendine sıra gelmez.) İşte Allah bu duayı okuyanlara bu melaikeler kadar sevab verir.

            Kim bu duayı evinde okursa hırsız girmez ve ebediyyen evi yanmaz.

            Peygamber Efendimiz dedi:Ey kardeşim Cibril,arttır. (daha yok mu?) Cebrail dedi:Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki İsrafile sordum ve bana dedi:Aziz ve Celil olan Allah bana;İzzetim,Celalim,Varlığım,Keremim,Makamımın yüceliği hakkı için,kim bana iman eder,seni tasdik ederse,Ey Muhammed bu duayı da doğrularsa (Hürmet ve büyüklüğünü kabul ederse) o kişiye çokça melek veririm. (Onun şanını yüceltmek ve korumak için) Kudretim hakkı için Ey Muhammed,bu durum hazinemden hiçbir şeyi noksanlaştırmaz.

            Eğer kullarımdan bir kul bu duayı halis bir niyet ile,nefsi sadıkla yetmiş kere okursa o Baras (Alaca hastalığı),Cüzzam ve Cünundan (Delilikten) beri olur,kurtulur. Kim bu duayı miskli ve kafurlu gümüş bir kab içine yazar ve onu yıkayıp ölünün kefeni üzerine çiselerse kabri üzerine yüz bin nur iner. Allah Münker ve Nekirin korkusunu ondan kaldırır. Kabir azabından emin kılar. Ve o kabirde iken ona yetmiş bin melek gönderir.Her melekle beraber nurdan bir tabak olup,ona sunarlar ve onu cennet ile müjdelerler. Allah ise bunu işitir ve der:Bu dua dünya yaratılmadan beş bin sene önce Arşın duvarında yazılmıştır.

            Hangi kul ki şek ve şüphe göstermeksizin halis bir niyet ile bu duayı Ramazanın evvelinde veya sonunda veya her Cuma gecesi veya gündüzünde okursa,Allah ona kadir gecesini gösterir ve Allah Kadir gecesini yaratır ki onda yetmiş bin melek vardır. Her semada yetmiş bin melek vardır. Mekke’de yetmiş bin melek,Medine-i Münevvere de yetmiş bin melek,doğuda yetmiş bin melek,her meleğin yirmi bin başı vardır,her başta yirmi bin ağız,her ağızda yirmi bin dil Allah’ı muhtelif sözlerle tesbih ederler. Ve onların sevabını bu duayı yapana verir. Allah ile bu duayı yapan arasında da perde kalmaz. Perdesiz olaraktan… Ve Allah’dan her ne şey isterse Allah ona verir.

            Kimde bu dua ile üç kere –velev bir kerede olsa- duada bulunursa,Allah onun cesedine cehennemi haram kılar ve cenneti de vacib kılar. Kendisini koruyacak iki meleği ona vekil kılar. Tesbih ve takdisatta bulunan o melekler onu günahlardan ve bütün belalardan korur ve ona cennet kapılarını açarlar. Ve bu dua Allah’ın hazinelerinden bir hazinedir. Bin isimle maruftur yani bilinmektedir. Ve her bir isimle Allah onu emn-u emân içinde dünya afet ve korkularından korur. Dünya nimet ve saadetlerinden faydalandırır.

            Peygamberimiz buyurmaktadır ki:Ya Ali! Cibril bu duanın faziletini bana bildirdi.

            Havada,denizde,yağmur damlalarıyla müekkel olan,hep bütün rahmet melekleri bu duayı okuyana hürmet gösterir. kerâmeten kürsülerinden iner,taçlarını çıkarır. Önünden ve arkasından bütün afet ve belalara karşı korur. ve bütün işlerinde yardımcı olur. Her melek üzerinde bin melek yaratılır. Yedinci kata kadar müekkel melekler sema kapılarında vardır. Yine bunlar bu dua (Cevşen) sahibi için iner ve onlara her işlerinde şefaatçı ve bütün ihtiyaçlarında yardımcı olurlar.

            Rızkında genişlik,bedeninde afiyet,ihtiyaçlarının giderilmesinde melekler şefaatçı olurlar. Ve onlar derler ki:”Ey kapıları açan Rabbimiz! Kulun için fazıl kapılarını aç. Devamlı onu inayetinle koru. Ondan hastalıkları ve sıkıntıları kaldır. rahmetinle ona isabet eden dünya ve ahiret musibetlerinin hepsini gider. Ey rahmet sahibi olan Allah…”

            Ve bu Cevşeni taşıyanı her türlü afetten,kibirlenen şeytandan,kötülük yapanın kötülüğünden koru. Gizli olan lutfunla lutfet. Sağlam olan korumanla setret. Zira sen Ğafur ve Rahimsin.

            Kur’an-da bu meleklerin ismi:”Biz saf saf olanlar ve Allah’ı tesbih edenleriz.”[2] Bunlar on iki kabiledirler. Her kabilenin eli altında bir milyar asker vardır.Bir milyon sancak olup,her sancağın altında da melaikelerden yetmiş bin saf vardır. Bütün bunlar bu dua sahibi için ikrâmen kürsülerinden iner,başlarından taçlarını çıkarır ve rablerine secdeye kapanırlar. Ve o kişi için şefaatda bulunur ve derler:”Ya Rabbi,sen sema ve arzın nuru,onları nurlandıransın. Seni tesbih ederiz. Cebbar ve malik sensin. Bu da sahibini her türlü afetten,şiddetten,yakıcı fakirlikten koru. Zira bu sana kolaydır.

           Sen mülk sahibisin. Melikleri zelil kılansın. Rahmetinle küçük çocukları rızıklandıransın. Ve bu sayısız melaikeler de o Cevşen sahibine hürmette bulunurlar. Rablerine secde ederek secdelerinde derler:Hamdınla seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz. Ey Allahım. Hamd sana mahsustur. Senden başka ilah yoktur. Hannan ve Mennansın. Acıyıp şefkat edensin.

            Ey bilinen Celal ve İkram sahibi olan. Semaları ve arzı eşsiz yaratan sensin. Bu kulunu bütün üzüntü,keder,zorluklardan koru. Rahmetinle setret.Ya Erhamer Rahimin. İhsan ve Kereminle ya Ekremel Ekremin…”[3]

                Cevşen-in açıklamasında mübalağa gibi görülen sevab hakkında Bediüzzaman şöyle der:” . Bir bîçare vesveseli ve hassas ve dinsizlerle görüşen bir adam, meşhur dua-i Nebevî olan Cevşen-ül Kebir hakkında ve akıl haricindeki sevab ve faziletine dair bir hadîsi görmüş, şübheye düşmüş. Demiş: “Râvi, Ehl-i Beyt’in imamlarındandır. Halbuki hadsiz bir mübalağa görünüyor. Meselâ içinde der: Bu duaya Kur’an kadar sevab verilir. Hem göklerdeki büyük melaikeler, o dua sahibini gördükçe, kürsîlerinden inip ona pek büyük bir tevazu ile hürmet ederler. Bu ise, aklın ve mantığın mikyaslarına gelmez.” diye, Risale-i Nur’dan imdad istedi. Ben de Kur’andan ve Cevşen’den ve Nurlardan gayet kat’î ve tam akıl ve hikmete mutabık bir cevab verdim. Size gayet kısa bir icmalini beyan ediyorum. Şöyle ki, ona dedim:

            Evvelâ: Yirmi dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında on aded usûl var, böyle şübheleri esasıyla keser, izale eder. Ona bak, cevabını al.

            Sâniyen: Her gün bütün ümmet kadar hasenat ona işlenen ve bütün ümmetin saadetlerine yardım eden ve ism-i a’zamın mazharı ve kâinatın çekirdek-i aslîsi, hem en mükemmel ve câmi’ meyvesi olan Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o duanın kendi hakkında o azîm mertebesini görmüş, ona haber veren Cebrail Aleyhisselâm’dan işitmiş, başkalarını kendine kıyas etmiş veya edilmiş. Demek o pek fevkalâde ve acib sevab, Zât-ı Ahmediye’nin (A.S.M.) velayet-i kübrasından ona gelmiş. Küllî, umumî değil. Belki o duanın mahiyetinde böyle hârika bir kıymet var ve ism-i a’zam mazharı olan zâtın tebaiyetiyle başkalara dahi o sevab mümkündür; fakat gayet ehemmiyetli şartları var, yalnız okumak kâfi gelmez. Yoksa müvazene-i ahkâmı bozar, farzlara ilişir.

            Sâlisen: O dua, nasıl ki Zât-ı Ahmediye’ye baktığı vakit mübalağadan münezzeh ve ayn-ı hakikat oluyor; öyle de, o duadaki yüzer esma-i hüsnanın hakikatlarına baktığı zaman değil mübalağa, belki onların nihayetsiz tecellilerinden gelmesi mümkün ve gelebilen feyizlerin nihayetsizliğini göstermek için pek az bir kısmını Muhbir-i Sadık (A.S.M.) haber vermiş ve teşvik için mübhem ve mutlak bırakmış. Sonra mürur-u zamanla o kaziye-i mümkine ve mutlaka, bilfiil vaki’ ve külliye telakki edilmiş.

            Râbian: “Yirminci Lem’a-i İhlas”ta bir adama beş yüz senelik bir genişlikte bir Cennet verilmesine dair olan bir haşiye var. Ona da bak, gör ki; o koca Cennet’in verilmesi, bilmediğimiz tarzda bir mâlikiyet değil, belki insan nasıl hususî hanesine çok cihetlerle mâliktir, sahibdir; öyle de zemin yüzündeki şeylere çok duygularıyla bir nevi mâliktir, tasarruf ve istifade edebilir.

            Hem koca dünyayı, benim hanemdir, bana vermiş ve güneş lâmbamdır diyebilir. Demek bazı fevkalhad, hârika ve akıl haricindeki bir kısım sevablar, bu mezkûr hakikata bakar.

            Hem İslâmiyette her sevabın, her fazilet-i a’malin en evvel mazharı ve bizlerin bir duada, bir zerre sevabımızda, o duada bir dağ kadar sevab ve feyzi kazanan Zât-ı Ahmediye (A.S.M.), hususî virdler ve dualar ve şeriat ve risalet cihetiyle değil, belki velayet-i Ahmediye noktasında ve umumî olmayan derslerinde, kendine verilen en yüksek mertebeyi beyan eder. Kendine tam tebaiyet eden has vârislerini, o noktalara teşvik eder. 1 (Gerçek Allah katındadır. Gaybı ancak Allah bilir.) dedim. O vesvese edip şübhelere düşen adam, lillahilhamd kurtuldu, tam kanaatı geldi. Belki sizin bazılarınıza faidesi var diye size de gönderdim. Umumunuza binler selâm.”[4]

            “Dokuzuncu Asıl: Mesail-i imaniyeden bir kısmın netaici, şu mukayyed ve dar âleme bakar. Diğer bir kısmı, geniş ve mutlak olan âlem-i âhirete bakar. Amellerin fazilet ve sevabına dair ehadîs-i şerifenin bir kısmı tergib ve terhibe münasib bir tesir vermek için belâgatlı bir üslûbda geldiğinden, dikkatsiz insanlar onları mübalağalı zannetmişler. Halbuki bütün onlar ayn-ı hak ve mahz-ı hakikat olduklarından mücazefe ve mübalağa, içlerinde yoktur.”[5]

                “Dünyada dar nazarımızla, kısacık fikrimizle Musa ve Harun Aleyhisselâmların sevablarını ne derece tasavvur ediyoruz, biliyoruz. Âlem-i ebediyette Rahîm-i Mutlak, saadet-i ebedîde nihayetsiz ihtiyaç içinde bir abdine bir tek virde mukabil vereceği hakikat-ı sevab, o iki zâtın sevablarına -fakat daire-i ilmimize ve tahminimize giren sevablarına- müsavi olabilir. Meselâ: Bedevi, vahşi bir adam hiç padişahı görmemiş. Saltanat haşmetini bilmiyor. Bir köyde bir ağayı nasıl tasavvur eder, o mahdud fikriyle bir padişahı ondan büyükçe bir ağa kadar bilir. Hattâ bizde sade-dil bir taife var ki, eskiden diyorlardı ki: “Padişah, kendi ocağı yanında ve tenceresinin başında pişirdiği bulgur çorbası yanında ne yapıyor, bizim ağamız onu biliyor.” Demek onlar, padişahı o kadar dar bir vaziyette ve âdi bir surette tahayyül ediyorlar ki, kendi bulgur çorbasını kendi pişiriyor, âdeta bir yüzbaşı haşmetinde farzediyorlar. Şimdi biri o adamlardan birisine dese: “Sen bugün benim için bu işi yapsan, senin bildiğin padişah haşmeti kadar sana bir haşmetlik vereceğim.” Yani bir yüzbaşı kadar bir rütbe vereceğim. O söz hakikattır. Çünki haşmet-i padişahîden onun dar daire-i fikrine giren, ancak bir yüzbaşılık kadar bir şevkettir.

            İşte dünya nazarıyla dar fikrimizle âhirete müteveccih hakaik-i sevabiyeyi o bedevi adam kadar da düşünemiyoruz. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) meçhulümüz olan hakikî sevabları ile müvazene değil, -çünki teşbih kaidesi, meçhulü malûma kıyas eder- belki müvazene edilen ve malûmumuz olan ve tahminimize giren sevablarıyla bir abd-i mü’minin bir virdine mukabil meçhulümüz olan hakikî sevabıdır. Hem de deniz yüzü ile katrenin gözbebeği, Güneşin tamam aksini tutmakta müsavidirler. Fark, keyfiyettedir. Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyet-i sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır. Mahiyetçe, kemmiyetçe birdirler. Keyfiyet ise, kabiliyete tabidir. Hem bazan olur ki; birtek kelime, birtek tesbih, öyle bir saadet hazinesini açar ki, altmış sene hizmetle o açılmamış. Demek bazı hâlât oluyor ki, birtek âyet Kur’an kadar faide verebilir. Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz. Hem de sevab ve fazilet, nur âlemindendir. O âlemden bir âlem, bir zerreye sığışabilir. Nasılki bir zerrecik bir şişede, semavat nücumuyla beraber görünebilir. Öyle de, niyet-i hâlise ile şeffafiyet peyda eden bir zikirde veya bir âyette, semavat gibi nuranî sevab ve fazilet yerleşebilir.”[6]

            Okuyacak kişiye verilecek ilahi sonsuz rahmet,Ğına,Cud ve Seha, Kerem,İhsan ve İkram sahibinin yanında hiç mesabesindedir.”Deryadan bir damla” bile değildir.Zira biri yani verilenler her yönüyle sınırlı iken,Diğeri yani Cenab-ı Hak taraf ve canibinden bakıldığı düşünüldüğünde had ve hududa gelmeyip ebedi ve sonsuzdur. Sonsuzdan kaçı çıkarırsanız çıkarın,yine sonsuz kalır. Aksa takdirde sonlanmış ve sonlu olmuş olur. Oysa O’nun hazinesinde hiçbir şey eksilmez ve tükenmez. Hem O’nu biz niye düşünüyoruz ki;yaratan biz olmadığımız gibi,verecek olan da biz değiliz,O’dur. O halde konuşan bilir,bilen yapar.

            Evine misafir davet eden,misafirin ihtiyaçlarını bilir. Kali ve hali lisanından ihtiyaçlarını anlar ve ona göre cevap verir.

            Bizlerde bu alemde Cenab-ı Hakkın birer misafirleriyiz. Ev sahibi,her şeyin sahibi olan Allah,bizi bizden daha iyi bilir ve düşünür. Ne gam…

            O halde bunca varlıkların yüklerini yüklenmeye ne mahal var. İşi ona bırakıp tevekkülane cefayı değil,sefayı çekmeli. Kadere teslim olup,kederlerden emin olmalı. Bize düşen iman ve ibadete devam etmeli…

            Netice olarak,her şeyin temel ve esasında Ma’rifetullah yani O’nu bilip,O’na inanmak olduğu gibi,bu konuda da O’nu bilmeli,O’na inanmalı ve O’na güvenilmelidir. O her şeye kadirdir. O her şeye hakimdir.

            “Çünki ancak O’nun kudretiyle,iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve O’nun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh,necat ve halas ancakAllah’a iltica ile olur.”[7]

            “Mühim bir taraftan ehemmiyetli bir sual: Rivayette gelmiş ki; Cennet’te bir adama beş yüz senelik bir Cennet verilir. Bu hakikat akl-ı dünyevînin havsalasında nasıl yerleşir?

            Elcevab: Nasıl ki bu dünyada herkesin dünya kadar hususî ve muvakkat bir dünyası var. Ve o dünyanın direği onun hayatıdır. Ve zâhirî ve bâtınî duygularıyla o dünyasından istifade eder. Güneş bir lâmbam, yıldızlar mumlarımdır der. Başka mahlukat ve zîruhlar bulunmaları, o adamın mâlikiyetine mani olmadıkları gibi, bilakis onun hususî dünyasını şenlendiriyorlar, zînetlendiriyorlar. Aynen öyle de, fakat binler derece yüksek, her bir mü’min için binler kasır ve hurileri ihtiva eden has bahçesinden başka, umumî Cennet’ten beş yüz sene genişliğinde birer hususî Cennet’i vardır. Derecesi nisbetinde inkişaf eden hissiyatıyla, duygularıyla Cennet’e ve ebediyete lâyık bir surette istifade eder. Başkaların iştiraki onun mâlikiyetine ve istifadesine noksan vermedikleri gibi, kuvvet verirler. Ve hususî ve geniş Cennetini zînetlendiriyorlar. Evet, bu dünyada bir adam, bir saatlik bir bahçeden ve bir günlük bir seyrangâhtan ve bir aylık bir memleketten ve bir senelik bir mesiregâhta seyahatından; ağzıyla, kulağıyla, gözüyle, zevkiyle, zaikasıyla, sair duygularıyla istifade ettiği gibi; aynen öyle de, fakat bir saatlik bir bahçeden ancak istifade eden bu fâni memleketteki kuvve-i şâmme ve kuvve-i zaika, o bâki memlekette bir senelik bahçeden aynı istifadeyi eder. Ve burada bir senelik mesiregâhtan ancak istifade edebilen bir kuvve-i bâsıra ve kuvve-i sâmia orada beşyüz senelik mesiregâhındaki seyahattan; o haşmetli, baştan başa zînetli memlekete lâyık bir tarzda istifade eder. Her mü’min derecesine ve dünyada kazandığı sevablar, haseneler nisbetinde inbisat ve inkişaf eden duygularıyla zevk alır, telezzüz eder, müstefid olur. “[8]

            “Bir siyasî memurun iğfali ve “İmhası için yukarıdan emir aldık” demesine aldanan bir bekçi başı, Üstadın penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış, ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. Zehirin tesiri çok azîm olduğu halde, kendisi: “Cevşenül-Kebir gibi evrad-ı kudsiyelerin feyziyle ölümden muhafaza olunuyorum. Fakat hastalık, ızdırap çok şiddetlidir” derdi. Bir hafta kadar aç susuz denecek bir halde perişan bir vaziyette inlemiş, sonra biiznillâh şifa bulup, tekrar tashihat gibi Risale-i Nur vazifeleriyle iştigale başlamıştı.”[9]   

                “Al-i Beytin gayet mühim bir mirası ve bir madeni feyzi olan Cevşen-ül Kebiri kendine üstad eden”[10]üstad,talebelerine de bunu tavsiye etmiştir.

           

                                                                                                       5-8-1991

                                                                                              MEHMET     ÖZÇELİK

[1] Şualar.B.Said Nursi.570.

[2] Saffat.165.

[3] Yazar daha bunun senedinin ve konularının daha uzun olduğunu,ancak bu kadarla yetindiğini söyler. Mecma-ul Ahzab-dan tercüme edilmiştir. Muhyiddin-i Arabi cildi.sh.231, Cevşen-in bazı parçaları Hakim-in Müstedrek-in de vardır. Cevşen hakkında,Bak.Risale-i Nurun Kudsi kaynakları. Abdulkadir Badıllı. 340-342,241,739, İslam Ansiklopedisi. TDV. 7 / 462-464.

[4] Denizli ve Emirdağ Lahikaları. B.Said nursi. 1 / 160

[5] Sözler.B.Said Nursi.320.

[6] Age.323.

[7]Age. 108,231, M. Nuriye.age.58,Kastamonu Lahikası.B.Said Nursi.211.

[8] Lem’alar.B.Said Nursi.146.

[9] Tarihçe-i Hayat.B.Said Nursi.375.

[10] Bak.Zaman gazt.2-4-Ağustos-1996.




RİSALE-İ NURDAN DAMLALAR.

RİSALE-İ NURDAN DAMLALAR.

SÖZLER

 “Ben nefsimi herkesten ziyade nasihata muhtaç görüyorum.” 5

Senin nihayetsiz aczin ve fakrın, seni nihayetsiz kudrete, rahmete rabtedip Kadîr-i Rahîm’in dergâhında aczi, fakrı en makbul bir şefaatçı yapar.”6

“Evet bütün kâinatı bir saray, bir ev gibi muntazam idare eden ve yıldızları zerreler gibi hikmetli ve kolay çeviren ve gezdiren ve zerratı muntazam memurlar gibi istihdam eden Zât-ı Akdes-i İlahî’nin şeriki, naziri, zıddı, niddi olmadığı gibi,

“Onun benzeri hiçbir şey yoktur. O herşeyi hakkıyla işitir, herşeyi hakkıyla görür.” Şûrâ Sûresi, 42:11.) sırrıyla sureti, misli, misali, şebihi dahi olamaz.”12-13,14.Lem’,5.sır.

            “Rezzak-ı Hakikî’yi ittiham etmek derecesinde derd-i maişete dalıp, feraizi terk ve maişet yolunda rastgelen günahları işleyen fâsık-ı hâsirdir.”22

            “Kâmil insanlar, aczde ve havfullahta öyle bir lezzet bulmuşlar ki; kendi havl ve kuvvetlerinden şiddetle teberri edip, Allah’a acz ile sığınmışlar. Aczi ve havfı, kendilerine şefaatçı yapmışlar.”29

            “Ey bu yerlerin hâkimi! Senin bahtına düştüm. Sana dehalet ediyorum ve sana hizmetkârım ve senin rızanı istiyorum ve seni arıyorum.”33

                “Felsefe şakirdleri ve millet-i küfriye ve nefs-i emmarenin en müdhiş dalaleti, Cenab-ı Hakk’ı tanımamaktadır.”54

            “Toprakta her bir zerresi kabildir ki, muhtelif bütün tohumlar ve çekirdeklere medar ve menşe olsun.”55

            “Ona getirilen her bir salavat dahi, onun duasına birer âmîndir ve ümmetinin her bir ferdi, her bir namazın içinde ona salât ü selâm getirmek ve kametten sonra Şafiîlerin ona dua etmesi; onun saadet-i ebediye hususundaki duasına gayet kuvvetli ve umumî bir âmîndir.”64

            “Sual: Eğer dense: Neden en çok misalleri çiçekten ve çekirdekten ve meyveden getiriyorsun?

Elcevab: Çünki onlar hem mu’cizat-ı kudretin en antikaları, en hârikaları, en nazeninleridirler. Hem ehl-i tabiat ve ehl-i dalalet ve ehl-i felsefe, onlardaki kalem-i kader ve kudretin yazdığı ince hattı okuyamadıkları için onlarda boğulmuşlar, tabiat bataklığına düşmüşler. “78

            “Ey sersem nefsim ve ey pürheves arkadaşım! Âyâ zannediyor musun ki, vazife-i hayatınız; yalnız terbiye-i medeniye ile güzelce muhafaza-i nefs etmek, ayıb olmasın, batn ve fercin hizmetine mi münhasırdır?”113

            “Evet dinsiz felsefe, hakikatsiz bir safsatadır ve kâinata bir tahkirdir…”118

            “Beşer ve cin, nihayetsiz şerre ve cühuda müstaid olduklarından, nihayetsiz bir temerrüd ve bir tuğyan yaparlar.”166

            “Melekler ve semekler gibi, yıldızların dahi gayet muhtelif efradları vardır. Bir kısmı nihayet küçük, bir kısmı gayet büyüktür. Hattâ gök yüzünde her parlayana yıldız denilir.”167

            “Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.”187

            “Hem o Rahman’ın nihayetsiz rahmetinden uzak değil ki, nasıl vazife uğrunda, mücahede işinde telef olan bir nefere şehadet rütbesini veriyor ve kurban olarak kesilen bir koyuna, âhirette cismanî bir vücud-u bâki vererek Sırat üstünde, sahibine burak gibi bir bineklik mertebesini vermekle mükâfatlandırıyor.”187

            “Elbette zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak ve müz’iç dağdağa-i hayat-ı cismaniyeden âlem-i rahata ve meydan-ı tayeran-ı ervaha geçmek ve mahlukatın sıkıntılı gürültüsünden sıyrılıp huzur-u Rahman’a gitmek; bin can ile arzu edilir bir seyahattir, belki bir saadettir.”188

            “Her şeyde, hattâ en çirkin görünen şeylerde, hakikî bir hüsün ciheti vardır. Evet kâinattaki her şey, her hâdise ya bizzât güzeldir, ona hüsn-ü bizzât denilir. Veya neticeleri cihetiyle güzeldir ki, ona hüsn-ü bilgayr denilir.”215

                “Alet-i tenasül-i insan, insan nazarında bahsi hacalet-âverdir. Fakat şu perde-i hacalet, insana bakan yüzdedir. Yoksa hilkate, san’ata ve gayat-ı fıtrata bakan yüzler öyle perdelerdir ki, hikmet nazarıyla bakılsa ayn-ı edebdir, hacalet ona hiç temas etmez.”216

            “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ her şey dahi hiçe iner. Evet elbette böyle bedi’ bir kâinatta, böyle bir zât lâzımdır. Yoksa kâinat ve eflâk olmamalıdır.”220

            “En müzmin dertlere dahi derman bulunabilir. Öyle ise ey insan ve ey musibetzede benî-Âdem! Me’yus olmayınız. Her dert, -ne olursa olsun- dermanı mümkündür. Arayınız, bulunuz. Hattâ ölüme de muvakkat bir hayat rengi vermek mümkündür.” Cenab-ı Hak, şu âyetin lisan-ı işaretiyle manen diyor ki: “Ey insan! Benim için dünyayı terk eden bir abdime iki hediye verdim. Biri, manevî dertlerin dermanı; biri de, maddî dertlerin ilâcı… İşte ölmüş kalbler nur-u hidayetle diriliyor. Ölmüş gibi hastalar dahi, onun nefesiyle ve ilâcıyla şifa buluyor. Sen de benim eczahane-i hikmetimde her derdine deva bulabilirsin. Çalış, bul! Elbette ararsan bulursun.”238

            “Uzak mesafelerden eşyayı aynen veya sureten ihzar etmek mümkündür. Hem vaki’dir ki; risaletiyle beraber saltanatla müşerref olan Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm, hem masumiyetine, hem de adaletine medar olmak için pek geniş olan aktar-ı memleketine bizzât zahmetsiz muttali olmak ve raiyetinin ahvalini görmek ve dertlerini işitmek; bir mu’cize suretinde Cenab-ı Hak ihsan etmiştir. Demek, Cenab-ı Hakk’a itimad edip Süleyman Aleyhisselâm’ın lisan-ı ismetiyle istediği gibi, o da lisan-ı istidadıyla Cenab-ı Hak’tan istese ve kavanin-i âdetine ve inayetine tevfik-i hareket etse; ona dünya, bir şehir hükmüne geçebilir. Demek taht-ı Belkıs Yemen’de iken, Şam’da aynıyla veyahut suretiyle hazır olmuştur, görülmüştür. Elbette taht etrafındaki adamların suretleri ile beraber sesleri de işitilmiştir. İşte uzak mesafede, celb-i surete ve savta haşmetli bir surette işaret ediyor ve manen diyor:

            “Ey ehl-i saltanat! Adalet-i tâmme yapmak isterseniz; Süleymanvari, rûy-i zemini etrafıyla görmeye ve anlamaya çalışınız.”239

            “Ey benî-Âdem! Bir abdime geniş bir mülk ve o geniş mülkünde adalet-i tâmme yapmak için; ahval ve vukuat-ı zemine bizzât ıttıla veriyorum ve madem herbir insana fıtraten, zemine bir halife olmak kabiliyetini vermişim. Elbette o kabiliyete göre rûy-i zemini görecek ve bakacak, anlayacak istidadını dahi vermesini, hikmetim iktiza ettiğinden vermişim. Şahsen o noktaya yetişmezse de, nev’an yetişebilir. Maddeten erişemezse de, ehl-i velayet misillü, manen erişebilir. Öyle ise, şu azîm nimetten istifade edebilirsiniz. Haydi göreyim sizi, vazife-i ubudiyetinizi unutmamak şartıyla öyle çalışınız ki, rûy-i zemini, her tarafı her birinize görülen ve her köşesindeki sesleri size işittiren bir bahçeye çeviriniz. “240

                “Ey insan! Bana itaat eden bir abdime cin ve şeytanları ve şerirlerini itaat ettiriyorum. Sen de benim emrime müsahhar olsan, çok mevcudat, hattâ cin ve şeytan dahi sana müsahhar olabilirler.”240

            “Celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden manevî istifade etmektir ki, âyetler ona işaret eder ve işaret içinde bir teşviki ihsas ediyorlar ve bu nevi san’at ve fünun-u hafiyenin en ileri hududunu çiziyor ve en güzel suretini gösteriyorlar.”241

            “Çekirge âfetinin istilâsına karşı; çekirgeyi yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faideli bir hizmette ücretsiz olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshiri ve telefon ve fonoğraf gibi camidatı konuşturmak ve tuyurdan istifade etmek; en münteha hududunu şu âyet çiziyor. En uzak hedefini tayin ediyor. En haşmetli suretine parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.”242

                “Ateş, soğukluğuyla yandırır gibi tesir gösteriyor. Hem ateştir, hem berddir. Evet, hikmet-i tabiiyede nâr-ı beyza halinde ateşin bir derecesi var ki; harareti etrafına neşretmiyor ve etrafındaki harareti kendine celbettiği için, şu tarz bürudetle, etrafındaki su gibi mayi şeyleri incimad ettirip, manen bürudetiyle ihrak eder. İşte zemherir, bürudetiyle ihrak eden bir sınıf ateştir. Öyle ise, ateşin bütün derecatına ve umum enva’ına câmi’ olan Cehennem içinde, elbette “Zemherir”in bulunması zarurîdir.

            Üçüncüsü: Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh olduğu misillü; dünyevî ateşinin dahi tesirini men’edecek bir madde-i maddiye vardır.”243

“Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm)”245

            “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” Hem öyle bir surette ifade ediyor ki, o ifade ile şöyle işaret eder ki: “Elbette nev’-i beşer, âhir vakitte ulûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir.”246

            “Bu dâr-ı imtihanda olan teklifat-ı İlahiye bir ibtilâdır ve bir müsabakaya sevktir ki; istidad-ı beşer madeninde olan cevahir-i âliye ile mevadd-ı süfliye, birbirinden tefrik edilsin…”248

            “Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarf ediyorsun!”252

            “Manalar kalbden çıktıkları vakit, suretlerden çıplak olarak hayale girerler; oradan suretleri giyerler. Hayal ise, her vakit bir sebeb tahtında bir nevi suretleri nesceder. Ehemmiyet verdiği şeyin suretlerini yol üstünde bırakır. Hangi mana geçse ya ona giydirir, ya takar, ya bulaştırır, ya perde eder. Eğer manalar münezzeh ve temiz iseler, suretler mülevves ve rezil ise giymek yoktur, fakat temas var.”256

            “Maânî-i mukaddesenin, suret-i mülevveseye mücavereti zarar etmez.”256

            “Tedai-yi efkâr, galiben ihtiyarsızdır. Onda mes’uliyet yoktur. Hem tedaide, mücaveret var; temas ve ihtilat yoktur. Onun için, efkârın keyfiyetleri, birbirine sirayet etmez, birbirine zarar vermez.”256

            “Emir ile güzellik, nehy ile çirkinlik tahakkuk eder.257

            “Ey bîçare ve sinekten daha âciz, daha hakir! Sen necisin ki, şu kâinatın Sahib-i Zülcelal’ini tekzibe yelteniyorsun?”287

            “Kıyamet yakındır” ferman ediyor. Bin bu kadar sene geçtikten sonra gelmemesi, yakınlığına halel vermez. Zira kıyamet, dünyanın ecelidir. Dünyanın ömrüne nisbeten bin veya ikibin sene, bir seneye nisbetle bir-iki gün veya bir-iki dakika gibidir. Saat-ı Kıyamet yalnız insaniyetin eceli değil ki, onun ömrüne nisbet edilip baîd görülsün.”318

            “Eskiden Mançur, Moğol ünvanıyla içtimaat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden taifeler ve Sedd-i Çinî’nin yapılmasına sebebiyet verenler, kıyamete yakın yine anarşistlik gibi bir fikirle medeniyet-i beşeriyeyi zîr ü zeber edecekleri, rivayetlerde vardır.”319-320

            “Her bir nevi mevcudatın, hattâ yıldızların da bir ser-zâkiri ve nur-efşan bir bülbülü var. Fakat, bütün bülbüllerin en efdali ve en eşrefi ve en münevveri ve en bahiri ve en azîmi ve en kerimi ve sesçe en yüksek ve vasıfça en parlak ve zikirce en etemm ve şükürce en eamm ve mahiyetçe en ekmel ve suretçe en ecmel, kâinat bostanında, arz ve semavatın bütün mevcudatını latif secaatıyla, leziz nağamatıyla, ulvî tesbihatıyla vecde ve cezbeye getiren, nev-i beşerin andelib-i zîşanı ve benî-Âdemin bülbül-ü zül-Kur’anı: Muhammed-i Arabî’dir.”329

                “Yeryüzünün tarlasında nebatatın her bir taifesi, lisan-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedi’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahata iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar”330

            “Muhabbet, şu kâinatın bir sebeb-i vücududur. Hem şu kâinatın rabıtasıdır. Hem şu kâinatın nurudur, hem hayatıdır. İnsan, kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istila edecek bir muhabbet o meyvenin çekirdeği olan kalbine dercedilmiştir.”331

            “Sonra nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.”333

            “Nebatatın tohumları ve çekirdekleri, onların niyetleridir.”334

            “Bir muamele-i şer’iyeye tatbik-i amel ettiğin vakit, bir nevi huzur veriyor. Bir nevi ibadet oluyor. Uhrevî çok meyveler veriyor.”335

            “Aile hayatı, kadın-erkek mabeyninde mütekabil hürmet ve muhabbetle devam eder. Halbuki açık-saçıklık, samimî hürmet ve muhabbeti izale edip ailevî hayatı zehirlemiştir.”381

            “Cin ve insin hattâ şeytanların netice-i efkârları ve muhassala-i mesaîleri olan medeniyet ve hikmet-i felsefe ve edebiyat-ı ecnebiye, Kur’anın ahkâm ve hikmet ve belâgatına karşı âciz derekesindedirler, demektir.”383

            “İstidad ve ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla insan ne istemişse, bütün verilmiş. İnsana olan nimet-i İlahiye, ta’dad ile bitmez, tükenmez.”393

            “Evet Kur’anın dediği gibi, insan seyyiatından tamamen mes’uldür. Çünki seyyiatı isteyen odur.”433

            “Kader, hakikî illetlere bakar, adalet eder. İnsanlar zahirî gördükleri illetlere, hükümlerini bina eder; kaderin aynı adaletinde zulme düşerler.”433

            “İnsan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur.”440

            “Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.”441

            “Hayat zannettiğin hâlât, yalnız bulunduğun dakikadır.”442

            “Şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.”449

                “Dinin zaruriyatı ki, içtihad onlara giremez. Çünki kat’î ve muayyendirler.”449

            “ Asırlara göre şeriatlar değişir, milletlerin istidadına göre ahkâm tahavvül eder.”454

                “Ahirzaman Peygamberinin gelmesiyle, insanlar güya ibtidaî derecesinden, idadiye derecesine terakki ettiğinden, çok inkılabat ve ihtilatat ile akvam-ı beşeriye bir tek ders alacak, bir tek muallimi dinleyecek, birtek şeriatla amel edecek vaziyete geldiğinden, ayrı ayrı şeriata ihtiyaç kalmamıştır, ayrı ayrı muallime de lüzum görülmemiştir.”454

            “(Beşer)tamamen bir seviyeye gelmediğinden ve bir tarz-ı hayat-ı içtimaiye de giymediğinden, mezhebler taaddüd etmiştir. Eğer beşerin ekseriyet-i mutlakası bir mekteb-i âlînin talebesi gibi, bir tarz-ı hayat-ı içtimaiyeyi giyse, bir seviyeye girse; o vakit mezhebler tevhid edilebilir. Fakat bu hal-i âlem, o hale müsaade etmediği gibi, mezahib de bir olmaz.”454

                “Ahkâm-ı İlahiye mezheblere hikmet-i İlahiyenin sevkiyle ittiba edenlere göre değişir, hem hak olarak değişir ve herbirisi de hak olur, maslahat olur.”455

            “Elbette dâr-ı saadet ve ebediyet olan Cennet’te bittarîk-ıl evlâ dost dostu ile beraber iken, her birisi istidadına göre sofra-i Rahmanürrahîm’den, istidadları derecesinde hisselerini alırlar. Bulundukları cennetler ayrı ayrı da olsa, beraber bulunmalarına mani olmaz.”469

            “Evet her bir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır.”485

            “İnsanda olan hadsiz istidadat-ı maneviye ve nihayetsiz âmâl ve efkâr ve müyulât dahi israf edilmeyecektir.”487

            “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor.”488

            “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse “Ebed!.. ebed!” sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.”489

            “Şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.”492

            “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır. Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır.”502

            “O Hâlık-ı Kerim, tenasül kanun-u azîminde istihdam ettiği hayvanata ücret olarak birer maaş gibi birer lezzet-i cüz’iye veriyor. Ve arı ve bülbül gibi, sair hidemat-ı Rabbaniyede istihdam olunan hayvanlara birer ücret-i kemal verir.”520-521

            “Şu dünyada camid, şuursuz ve mühim vazifeler gören zerrat-ı arziyenin elbette taşı, ağacı, her şeyi zîhayat ve zîşuur olan âhiretin bazı binalarında derc ve istimali mukteza-yı hikmettir. Çünki harab olmuş dünyanın zerratını dünyada bırakmak veya ademe atmak israftır.”521

            “Elbette kâinatın teşekkülüne çekirdek olan nur, onun zâtında cismini giyerek en âhir bir meyve suretinde görünecektir.”542

            “Evet âlem-i süflînin manevî tezgâhları ve küllî kanunları, avalim-i ulviyededir.”543

            “Akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak” sırr-ı teklif iktiza ediyor.”549

            “İman ise, aklın ihtiyarıyladır.”550

            “Ruhun manevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor.”580

            “Kadının en cazibedar, en tatlı güzelliği, kadınlığa mahsus bir letafet ve nezaket içindeki hüsn-ü sîretidir.”598

            “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku… Yoksa hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var!”641

            “Sebeb Sırf Zahirîdir”650

            “Vücud, Âlem-i Cismanîde Münhasır Değil”651

           “Kalem-i Kudrette İttihad, Tevhidi İlân Eder”651

            “Bir Şey, Her Şeysiz Olmaz”651

“Güneşin hareketi cazibe içindir, cazibe istikrar-ı manzumesi içindir”651

“Küçük Şeyler Büyük Şeylerle Merbuttur “651

“Kâinatın Nazmında Büyük Bir İ’caz Var”652

“Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir”652

“Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez“652

“İhya-yı Nev’, İhya-yı Ferd Gibidir”652

“Tabiat, Bir San’at-ı İlahiyedir”653

“Vicdan, Cezbesi İle Allah’ı Tanır”653

“Fıtratın Şehadeti Sadıkadır”653

“Nübüvvet Beşerde Zaruriyedir”654

“ Meleklerde Mi’rac, İnsanlarda Şakk-ı Kamer Gibidir“654

“Kelime-i Şehadetin Bürhanı İçindedir”654

“Hayat Bir Çeşit Tecelli-i Vahdettir”654

“Ruh, Vücud-u Haricî Giydirilmiş Bir Kanundur”654

“Hayatsız Vücud, Adem Gibidir”655

            “Hayat Sebebiyle Karınca Küreden Büyük Olur”655

“Nasraniyet İslâmiyete Teslim Olacak”655

“Tebaî Nazar, Muhali Mümkin Görür”656

“Kur’an Âyine İster, Vekil İstemez”656

“Mübtıl, Bâtılı Hak Nazarıyla Alır”656

“Kudretin Âyineleri Çoktur”657

“Temessülün Aksamı Muhtelifedir”657

“Müstaid, Müçtehid Olabilir; Müşerri’ Olamaz”657

“Nur-u Akıl, Kalbden Gelir”658

“Dimağda Meratib-i İlim Muhtelifedir, Mültebise”658

“Hazmolmayan İlim Telkin Edilmemeli”658

“Tahrib Esheldir; Zaîf, Tahribci Olur”659

“Kuvvet Hakka Hizmetkâr Olmalı”659

“Bazan Zıd, Zıddını Tazammun Eder”659

“Menfaatı Esas Tutan Siyaset Canavardır”659

“Kuva-yı İnsaniye Tahdid Edilmediğinden Cinayeti Büyük Olur”659

“Bazan Hayır, Şerre Vasıta Olur”660

“Gaye-i Hayal Olmazsa, Enaniyet Kuvvetleşir”660

“Hayat-ı İhtilal; Mevt-i Zekat, Hayat-ı Ribadan Çıkmış”660

“Beşer Hayatını İsterse, Enva’-ı Ribayı Öldürmeli”661

“Beşer Esirliği Parçaladığı Gibi, Ecîrliği De Parçalayacaktır661

“Gayr-ı Meşru Tarîk, Zıdd-ı Maksuda Gider”662

“Cebr Ve İtizalde Birer Dane-i Hakikat Bulunur”662

“Acz Ve Ceza’ Bîçarelerin Kârıdır”662

“Bazan Küçük Bir Şey, Büyük Bir İş Yapar”662

“Bazılara Bir An, Bir Senedir”662

“Yalan, Bir Lafz-ı Kâfirdir”663

“Cehil, Mecazı Eline Alsa Hakikat Yapar”668

“Mübalağa Zemm-i Zımnîdir”668

“Şöhret Zalimedir”668

“Din İle Hayat Kabil-i Tefrik Olduğunu Zannedenler Felâkete Sebebdirler”668

“Mevt, Tevehhüm Edildiği Gibi Dehşetli Değil”669

“Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!”669

“Za’f, Hasmı Teşci’ Eder. Allah Abdini Tecrübe Eder. Abd Allah’ını Tecrübe Edemez.”670

“Beğendiğin Şeyde İfrat Etme”670

“İnadın Gözü, Meleği Şeytan Görür”670

“Hakkı Bulduktan Sonra Ehak İçin İhtilafı Çıkarma”670

“İslâmiyet, Selm Ve Müsalemettir; Dâhilde Niza Ve Husumet İstemez”670

“İcad Ve Cem’-i Ezdadda Büyük Bir Hikmet Var. Kudret Elinde Şems ve

Zerre Birdir”671

“Meziyetin Varsa Hafa Türabında Kalsın; Tâ Neşvünema Bulsun”672                                                                                                        

            “Allah’ın Rahmet Ve Gazabından Fazla Tahassüs Hatadır”673

            “İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır”673

            “Zaika Telgrafçıdır, Telziz İle Baştan Çıkarma”674

            “Niyet Gibi, Tarz-ı Nazar Dahi Âdeti İbadete Çevirir”674

            “Böyle Zamanda Tereffühte İzn-i Şer’î Bizi Muhtar Bırakmaz”675

            “Zaman Olur Ki, Adem-i Nimet Nimettir”675

            “Her Musibette, Bir Cihet-i Nimet Var”675

            “Büyük Görünme Küçülürsün”676

            “Hasletlerin Yerleri Değişse, Mahiyetleri Değişir”676

            “El-Hakku Ya’lu” Bizzât, Hem Akibet Muraddır”676

            “Dalalet-i fikrîdir, zulümat-ı kalbîdir, israf-ı cesedîdir.”678

            “Kadınlar Yuvalarından Çıkıp Beşeri Yoldan Çıkarmış, Yuvalarına Dönmeli”678

            “Tasarruf-u Kudretin Vüs’ati, Vesait Ve Muinleri Reddeder”679

            “Melaike Bir Ümmettir; Şeriat-ı Fıtriye İle Memurdur”680

            “Madde Rikkat Peyda Ettikçe, Hayat Şiddet Peyda Eder”680

            “Maddiyyunluk, Bir Taun-u Manevîdir”681

            “Vücudda Atalet Yok. İşsiz Adam, Vücudda Adem Hesabına İşler”681

            “Riba, İslâm’a Zarar-ı Mutlaktır”681

            “Kur’an, Kendi Kendini Himaye Edip Hâkimiyetini İdame Eder”681

            “Talim-i Nazariyattan Ziyade, Tezkir-i Müsellemata İhtiyaç Var”683

            “Hadîs Der Âyete: Sana Yetişmek Muhal!”683

            “Îcaz İle Beyan İ’caz-ı Kur’an”683

            “Dallar, Semeratı, Rahmet Namına Takdim Ediyor”688

            “Hakikî Bütün Elem Dalalette, Bütün Lezzet İmandadır”690

            “İnsan, saray gibi bir binadır; temelleri, erkân-ı imaniyedir. İnsan, bir şeceredir; kökü esasat-ı imaniyedir. İmanın rükünlerinden en mühimmi, İman-ı Billah’tır; Allah’a imandır. Sonra Nübüvvet ve Haşir’dir. Bunun için, bir insanın en başta elde etmeye çalıştığı ilim; iman ilmidir. İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.”699

 

                                                           LEM ‘ ALAR

            “Bahtiyar odur ki, bu ittiba-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittiba etmeyen, tenbellik eder ise, hasaret-i azîme; ehemmiyetsiz görür ise, cinayet-i azîme; tekzibini işmam eden tenkid ise, dalalet-i azîmedir.”54

            “İşsiz, tenbel, istirahatla yaşayan ve rahat döşeğinde uzananlar, ekseriyetle sa’yeden, çalışanlardan daha ziyade zahmet ve sıkıntı çeker. Çünki daima işsizler ömründen şikayet eder; eğlence ile çabuk geçmesini ister. Sa’yeden ve çalışan ise; şâkirdir, hamdeder, ömrün geçmesini istemez.”115

            “ Âyâ bu insan zanneder mi ki, başı boş kalacak? Hâşâ!.. Belki insan, ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzeddir. Küçük-büyük, az-çok her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.”128

            “Ahiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.”287

            “Evet nasıl ki hayat, bu kâinattan süzülmüş bir hülâsadır.. ve şuur ve his dahi hayattan süzülmüş, hayatın bir hülâsasıdır.. akıl dahi şuurdan ve histen süzülmüş, şuurun bir hülâsasıdır.. ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır..”317

 

                                                               İŞARAT – ÜL   İ’ CAZ   ( TESBİTLER )

            “Bidayet-i zuhur-u İslâmiyette muannid ve kitabsız kâfirlerin ve nifaka giren eski dinlerin münafıkları gibi, aynen bu zaman-ı âhirde bir naziresi çıkacağı..”4

            “(Kur’an)umumunun bütün suallerine ve ihtiyaçlarına cevab veriyor; elbette manaları, küllî ve umumîdir.”5

            “Bir şeyin hüsn ü cemali, o şeyin mecmuunda görünür.”5,8

            “Bir ferdin mesleği ve meşrebi taassubdan hâlî olamaz ki, hakaik-i Kur’aniyeyi görsün, bîtarafane beyan etsin. Hem bir ferdin fehminden çıkan bir dava, kendisine has olup, başkası o davanın kabulüne davet edilemez. Meğer ki bir nevi icmaın tasdikine mazhar ola.”7

            “Evet her bir âlemde emr u nehiy, sevab u azab, tergib u terhib, tesbih u tahmid, havf u reca gibi pek çok füruat, celal ve cemalin tecellisiyle teselsül ede gelmektedir.”15

            “Muhyiddin-i Arabî, hadîs-i şerifinin beyanında: “Mahlukatı yarattım ki, bana bir âyine olsun ve o âyinede cemalimi göreyim.” demiştir.”17.( Süyûti, ed-Dürerü’l-Müntesire, s. 125; Ali el-Kàrî, el-Esrârü’l-Merfûa’, s. 273.)

            “Evet daire-i esbabda iken tevekkül etmek, bir nevi tenbellik ve atalettir.”22

            “Nimet-i kâmile, ancak dindir.”25

            “Kâinatta maksud-u bizzât ve küllî ve şümullü olarak yaratılan ancak kemaller, hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise; hüsünlerin, hayırların, kemallerin arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz’iyet kabilinden tebaî olarak yaratılmışlardır ki; hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nev’lerini, kısımlarını göstermeye vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir vâhid-i kıyasî olsunlar.”28

“Zulüm ve fıskta hasis ve hayırsız bir lezzet görüldüğünden, onlardan nefis teneffür etmez. Kur’an-ı Kerim o zulmün akibeti olan gazab-ı İlahîyi zikretmiştir ki, nefisleri o zulüm ve fısktan tenfir ettirsin.”29

“Hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebaî zikirleri, belâgata münafî değildir.”32

“Maalesef insanlar, teavün sırrını idrak edememişler. Hiç olmazsa, taşlar arasındaki yardım vaziyetinden ders alsınlar.”41

“A’mal-i kalbînin şemsi, imandır. A’mal-i bedeniyenin fihristesi, namazdır. A’mal-i maliyenin kutbu, zekattır.”43

“Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.”44

“İmanın var olup olmadığı sorgu ile anlaşılır.”44

“Kasd ve iradeden doğan bir nizam-ı ekmel vardır. Hilkat ve yaratılışta tam bir hikmet hükümfermadır. Âlemde abes yok. Fıtratta israf yok.”56

“Mütevatir hadîsler de, bu hususta, âyetler gibidir. Yalnız birinci kaziye, teemmül yeridir. Çünki ile işaret edilen hadîsin hakikaten hadîs olup olmadığında tereddüd yeri vardır.”73

“Evet Şems-i Kur’anın tulûu ile, bazı kalbler onun ziyasıyla tenevvür etti. Ve mü’minlerin nev’ini temyiz ve tayin eden bir hakikat-ı nuraniye meydana geldi. Kezalik o keskin ziya karşısında, mezbeleye benzeyen bazı pis kalbler de yanıp kömür oldular. Ve o kâfirlerin nev’ini ilân eden zehirli bir hakikat-ı küfriye husule geldi.”72

Sual: Şeytanın kalbinde marifet var mıdır?

            Cevab: Yoktur. Çünki san’at-ı fıtriyesi iktizasınca, kalbi daima idlâl ile telkin için, fikri daima küfrü tasavvur etmekle meşgul olduğundan, kalbinde veya fikrinde boş bir yer marifet için kalmıyor.”73

            “S- Küfür, kalbe ait bir sıfattır. Kalbde o sıfat bulunmadığı takdirde, zünnar bağlanmasından veya ona kıyas edilen şapkanın giyilmesinden ne için küfür hasıl olsun?

            C- Gizli olan umûra, şeriat emarelere göre hükmeder. Hattâ illet olmayan esbab-ı zahirîyi, illet yerine kabul eder. Binaenaleyh itmam-ı rükûa mani olan bir kısım zünnarların bağlanması ve secdenin ikmaline mani olan bazı şapkaların giyilmesi, ubudiyetten istiğna ve küfre teşebbüh etmeye emarelerdir. Gizli olan o sıfat-ı küfriyenin yok olduğuna kat’iyyetle hükmedilemediğinden, bu gibi emarelere göre hükmedilir.”74

            “Kâinat, İlahî bir musikî dairesidir.”77

            “Tesir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah’ındır.”79

            “Âdetullah üzerine, irade-i külliye-i İlahiye abdin irade-i cüz’iyesine bakar.”80

            “Bir şey, vücudu vâcib olmadıkça vücuda gelmez. Evet irade-i cüz’iyenin taallukuyla irade-i külliyenin taalluku bir şeyde içtima ettikleri zaman, o şeyin vücudu vâcib olur ve derhal vücuda gelir.”80

            “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.”82

            “Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan ve isteyen ve Sâni’in vücudunu delailiyle ilân eden, kalb ile vicdandır.”85

            “Vicdan, akıl ve vehim gibi, haricî ve ebedî hakikat hükmüne geçmiş bir azabdan yapılan terhible müteessir olur.”89

            “Cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir.”90

            “Mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz. Çünki mikdarı bir hadd altına alınmadığından sû’-i istimale uğrar.”91

            “Evet Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan ibadetle, vicdanî ve aklî olan imanî hükümler terbiye ve takviye edilmezse, eserleri ve tesirleri zayıf kalır.”92

            “Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.”93

            “Ezel cihetine sonsuz olarak uzanıp giden hiçbir nev’ yoktur. Çünki bütün enva’, imkândan vücub dairesine çıkmamışlardır.”98

            “Beşeriyet ve sair hayvanatın teşkil ettikleri silsilelerin mebdei en başta bir babada kesildiği gibi, en nihayeti de son bir oğulda kesilip bitecektir.”99

            “İbadetle yapılan tekliften hasıl olan meşakkat, hitab-ı İlahiyeden neş’et eden zevk ve lezzetle karşılanır ve insanlara ağır gelmez.”104,bk.107

“Tesir-i hakikînin esbaba verilmesi, bir nevi şirktir.”106

            “İbadet, şükürdür. Şükür, mün’ime edilir; yani nimetleri veren zâta şükretmek vâcibdir.”107

            “İbadette insanların kusurları, umum kâinata tecavüzdür.”109

            “Cenab-ı Hak insanlara kemal için bir istidad, teklif için bir kabiliyet ve bir ihtiyar vermiştir.”111

            “Bir zerrenin, bin keyfiyeti kabul etmeye kabiliyeti vardır; ve bir halet, binlerce zerrelere hal olabilir.”112

            “Arz’ın tefrişine sebeb yani vesile, insandır. Bu misafirhanedeki ziyafet onun namına verildi. Fakat istifade, insanlara mahsus ve münhasır değildir. Öyle ise insanların ihtiyacından, istifadesinden fazla kalana abes denilemez.”112,bk.113

            “Vesenî mezhebinin menşei; yıldızları ilah itikad etmek, hulûlü tahayyül etmek, cismiyeti tevehhüm etmek gibi gülünç şeylerdir.”117

            “Alihe ve esnam, bir şeye kadir olmayıp, onlar da mahluk ve mec’ul şeylerdir.”117

            “Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikata yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır.”120

            “Melaike ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik bir zâtta içtima eden ahlâk-ı âliye; kizb, hile gibi alçak halleri reddeder.”120

            “Devlet bir şahs-ı manevîdir. -Çocuk gibi- teşekkülü, büyümesi tedricîdir.”123

            “Bir işde muvaffakıyet isteyen adam, Allah’ın âdetlerine karşı safvet ve muvafakatını muhafaza etsin ve fıtratın kanunlarına kesb-i muarefe etsin ve heyet-i içtimaiye rabıtalarına münasebet peyda etsin. Aksi takdirde fıtrat, adem-i muvafakatla cevab verecektir.”124

            “Şeriatın hakaikı, fıtratın kanunlarındaki müvazeneyi muhafaza etmiştir. İçtimaiyatın rabıtalarına lâzım gelen münasebetleri ihlâl etmemiştir.”125

            “İrşadın tam ve nâfi’ olmasının birinci şartı, cemaatın istidadına göre olması lâzımdır.”126

            “Şeriat-ı İslâmiye, aklî bürhanlar üzerine müessestir. Bu şeriat, ulûm-u esasiyenin hayatî noktalarını tamamıyla tazammun etmiş olan ulûm ve fünundan mülahhastır.”126

            “Fünun; fikirlerin birleşmesinden hasıl olup, zamanın geçmesiyle tekâmül eder.”128

            “Evet Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zahirî hârikalarının herbirisi âhâdî olup mütevatir değilse de, o âhâdîlerin heyet-i mecmuası ve çok nevi’leri, mütevatir-i bil’manadır.”135

            “Her üren kelbin ağzına bir taş atacak olsan dünyada taş kalmaz.”140

            “Bu ateş (cehennem ateşi), tufan vesair musibetler gibi iyi-kötü bütün insanlara şamil musibetlerden değildir. Ancak bu musibeti celbeden, küfürdür. Bu beladan kurtuluş çaresi, ancak Kur’an-ı Kerim’e imtisaldir.”145

            “Ateş unsuru, kâinatın bütün kısımlarını istilâ etmiş pek büyük bir unsurdur.

……. şu şecere-i nâriyeye nazar-ı hikmetle dikkat edilirse, bu şecerenin başında yani sonunda büyük bir meyvenin bulunduğu anlaşılır. Evet toprağın içinde büyük ve uzun bir damarı gören adam, o damarın başında kavun gibi bir meyvenin bulunduğunu zannetmesi gibi, âlemin her tarafında damarları bulunan şu şecere-i nâriyenin de Cehennem gibi bir meyvesinin bulunduğuna bilhads yani sür’at-i intikal ile hükmedebilir.”145

            “Arz’ın merkezinde, harareti iki yüz bin dereceye baliğ bir ateş vardır.”145

            “Cehennem matvîdir, yani bükülmüştür, yani tam açık değildir. Demek Cehennem’in bir yumurta gibi Arz’ın merkezinde mevcud ve bilâhere tezahür edeceği mümkinattandır.”146

            “Evet insan-ı kebirin ölümü, küçük bir ölüm değildir. Sekerata başladığı zaman, milyarlarca kürelerin çarpışmasından husule gelen fırtınanın ne tasavvuru ve ne tarifi ve ne de görülmesi imkân dairesinde değildir.

            İşte bu şiddetli ölüm ile hilkat bayılır, kâinat yayılır, hilkatın yağı ayranı birbirinden ayrılır. Cehennem maddesiyle, aşiretiyle bir tarafa çekilir; Cennet de letafetiyle, lezaiziyle ve bütün güzel unsurlarıyla tecelli ve incilâ eder.162

            “Cennet’in cem’i, Cennetlerin taaddüdüne ve amellere göre Cennet’in mertebelerine işarettir. Ve keza Cennet’in her bir cüz’ü, Cennet gibi bir Cennet olduğuna ve her bir mü’mine düşen kısım, büyüklüğüne nazaran tam bir Cennet gibi göründüğüne işarettir.”171

            “Dünya kadınları da Cennet’e girdikten sonra bir tetahhur ve tasfiye ve tasaykul ameliyatıyla güzellikte hurilerin derecelerine çıkacaklarına (ayet) delalet eder.”175

            “Cenab-ı Hakk’ın azametine mikyas, ancak mecmu’ âsârıdır, yalnız bir eser mikyas olamaz!”178

            “Cenab-ı Hak insanlara cüz’-i ihtiyarî vermekle, onları âlem-i ef’ale masdar yaptı. O âlem-i ef’ali bir nizam altına almak üzere kelâmını, yani Kur’anını da o âlem-i ef’ale gönderdi. Binaenaleyh tanzif ve tanzim için yapılan İlahî bir proğram, itirazlara mahal olamaz.”183

            “Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır.”186

            “Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.”186

            “Teklif de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev’iyeye sebeb ve âmil olduğuna kat’iyyetle hükmedilebilir.”187

            “Teklif, saadet-i nev’iyenin yegâne âmilidir.”187

            “Fısk; haktan udûl, ayrılmak, hadden tecavüz, hayat-ı ebediyeden çıkıp terketmektir. Fıskın menşei; kuvve-i akliye, kuvve-i gazabiye, kuvve-i şeheviye denilen üç kuvvetin ifrat ve tefritinden neş’et eder.”188

            “Temsillerin darbı ve darb-ı meseller, sikkenin darbı kadar kelâma kıymet veriyor.”191

            “Küfrü olan adam, hakikatı bilmez, tereddüde düşer, inkâra girer, istifham şeklinde istihkar eder, hakir görür.”195

            “Dalalete gidenler, fâsıklardır. Dalaletlerinin menşei de fısktır. Fıskın sebebi ise, kesbleridir.”196

            “Mütemerrid bir fâsıkın fıskı, Arz’ın müvazene-i maneviyesinin bozulmasına vesile olabilir.”199

            “Nimetleri verene şükür, vâcibdir; küfran-ı nimet, aklen de haramdır.”201

            “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.”205

            “Madde-i esîriye, mevcudata nazaran akıcı bir su gibi mevcudatın aralarına nüfuz etmiş bir maddedir.”215

            “Cenab-ı Hakk’ın Arş’ı, su hükmünde olan şu esîr maddesi üzerinde imiş. Esîr maddesi yaratıldıktan sonra, Sâni’in ilk icadlarının tecellisine merkez olmuştur. Yani esîri halkettikten sonra, cevahir-i ferd’e kalbetmiştir. Sonra bir kısmını kesif kılmıştır ve bu kesif kısımdan, meskûn olmak üzere yedi küre yaratmıştır. Arz, bunlardandır.”215

           

                                                           ŞUALAR

            “Ve sinek dahi Nemrud’un sekerat vaktinde azaba ve hicaba inkılab eden iftiharına karşı kendi mensubiyetinin şerefini irae edip, onunkini hiçe indirebilir.10,bk.22

            “İnsanın en kıymetdar cihazı akıldır. Eğer sırr-ı tevhid ile olsa, o akıl, hem İlahî kudsî defineleri, hem kâinatın binler hazinelerini açan pırlanta gibi bir anahtarı olur.”14

            “Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.”21

            “Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter.”57

            “Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir.”57

            “Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar.”60

            “Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür.159

            “Bu zemin yüzü dahi, acele hareket eden kafilelerin yollarında bir gecelik konmak ve göçmek için bir handır.”164

            “Gençlik yazı ve ihtiyarlık güzünün arkası kabir ve berzah kışıdır.”167

            “Ehl-i dalalet ve sefahetin elli-altmış sene sonraki vaziyetleri onlara gösterilse idi, şimdiki güldüklerine ve gayr-ı meşru’ keyiflerine nefretler ve teellümlerle ağlayacaklardı.”167

            “Git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor. Elbette ekseriyetle, gençlerin gençliğinin sû’-i istimalinden ve taşkınlıklarından ve gayr-ı meşru keyiflerin cezası olarak gelen tokatlardan eyvahlar ve ağlamalar ve esefler işiteceksin.”172

            “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.”185

            “Evet Kur’anın hitabı, evvela Mütekellim-i Ezelî’nin rububiyet-i âmmesinin geniş makamından, hem nev-i beşer, belki kâinat namına muhatab olan zâtın geniş makamından, hem umum nev-i beşer ve benî-âdemin bütün asırlarda irşadlarının gayet vüs’atli makamından, hem dünya ve âhiretin, arz ve semavatın ve ezel ve ebedin ve Hâlık-ı Kâinat’ın rububiyetine ve bütün mahlukatın tedbirine dair kavanin-i İlahiyenin gayet yüksek ihatalı beyanatının makamından aldığı vüs’at ve ulviyet ve ihata cihetiyle o hitab, öyle bir yüksek i’cazı ve şümulü gösterir ki; ders-i Kur’anın muhatablarından en kesretli taife olan tabaka-i avamın basit fehimlerini okşayan zahirî ve basit mertebesi dahi en ulvî tabakayı da tam hissedar eder.204-205

            “Erkân-ı imaniyenin herbirinin ayrı ayrı pek çok belki hadsiz meyveleri olduğu gibi, mecmuunun birden çok meyvelerinden bir meyvesi, koca Cennet ve biri de saadet-i ebediye ve biri de belki en tatlısı da rü’yet-i İlahiyedir.”219-220

            “Kadere iman olmazsa hayat-ı dünyeviye saadeti mahvolur.”220

            “Deki: Sığınırım sabahın Rabbine. Felâk Sûresi, 113:1)cümlesi, bin üçyüz elliiki veya dört (1352–1354) tarihine hesab-ı ebcedî ve cifrîyle tevafuk edip nev’-i beşerde en geniş hırs ve hasedle ve birinci harbin sebebiyle vukua gelmeye hazırlanan ikinci harb-i umumîye işaret eder. Ve ümmet-i Muhammediyeye (A.S.M.) manen der: “Bu harbe girmeyiniz ve Rabbinize iltica ediniz.”225

            “-şedde sayılmaz- kelimesiyle âlem-i İslâmca en dehşetli olan Cengiz ve Hülâgu fitnesinin ve Abbasi Devleti’nin inkıraz zamanının asrına dört defa mana-yı işarî ile ve makam-ı cifrî ile bakar ve parmak basar.

            … bin yüz altmış bir (1161) ve sekizyüzon (810) ederek, o zamanlarda ehemmiyetli maddî manevî şerlere işaret eder. Eğer beraber olsa, Miladi bin dokuzyüz yetmişbir (1971) olur. O tarihte dehşetli bir şerden haber verir. Yirmi sene sonra, şimdiki tohumların mahsulü ıslah olmazsa, elbette tokatları dehşetli olacak.”227,bk.339

            “Dinde zorlama yoktur; doğruluk sapıklıktan, îman küfürden iyice ayrılmıştır.” Bakara Sûresi, 2:256.
cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mana-yı işarî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükûmetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükûmet lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil manevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’an’dan çıkacak”229

            “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar.”229,bk.306

            “Sizin sebat ve metanetiniz, masonların ve münafıkların bütün plânlarını akîm bırakıyor.”254

            “(Risale-i Nur)İstikbalde gelecek mübarek heyetin şahs-ı manevîsinin bir mümessili olması..”255

            “Ahirzamanın en büyük bir hasaret-i insaniyesi olan bu ikinci harb-i umumîden çare-i necat ise iman ve amel-i sâlih olması..”272

            “Dikkat ediniz, küfr-ü mutlakı müdafaa eden gizli komite içinize parmak sokmasın.”274bk.320,333,386

            “Dinsiz bir millet yaşayamaz” dünyaca bir umumî düsturdur.”294,bk.299

            “Vatanımızda anarşiliğe inkılab eden komünist tehlikesi..”318

            “İmam-ı Ali (R.A.) hilafeti zamanında bir Yahudi ile beraber mahkemede oturup, muhakeme olmuşlar.”319

            “Bu Osmanlı ordusunda belki yüzbin evliya var.”302

            “Hem bu kahraman milletin ebedî bir medar-ı şerefi ve Kur’an ve cihad hizmetinde dünyada pırlanta gibi pek büyük bir nişanı ve kılınçlarının pek büyük ve antika bir yadigârı olan Ayasofya Câmii’ni puthaneye ve Meşihat Dairesini kızların lisesine çeviren bir adamı sevmemek bir suç olması imkânı var mı?”324

            “Cinn ve insin Şeyhülislâmı Zenbilli Ali Efendi’nin “Şapkayı şaka ile dahi başa koymağa hiç bir cevaz yok.” demesi..”324

            “Şapka başa gelecek, secdeye gitme diyecek. Fakat baştaki iman o şapkayı da secdeye getirecek, inşâallah müslüman edecek.” demesiyle avam-ı ehl-i imanı hem isyan ve ihtilâlden, hem ihtiyarıyla imanını ve dinini bırakmaktan kurtardığı..”324

            “Ölmüş gitmiş, hükûmetten alâkası kesilmiş ve inkılabdaki bazı kusurata sebeb olmuş bir reise, sarihan tenkid ve itiraz da olsa kanunen bir suç olamaz.”329

            “Hilafet saltanatının vefatı beni mahzun eyledi.”365,bk.Lem’alar.215

            “Bu inkılabları mevki-i mer’iyete koyan devletin bir kısım yeni kanunlarına, cebr-i keyfî-i küfrî; cumhuriyete, istibdad-ı mutlak; rejime, irtidad-ı mutlak ve bolşeviklik ve medeniyete sefahet-i mutlaka” demiş.368

            “Dünyada en büyük ahmak odur ki; dinsiz serserilerden terakkiyi ve saadet-i hayatiyeyi beklesin.”371

            “Gençliğimiz, hak ve hakikatı öğreten malûmat ve en yüksek ahlâk istiyor.”375

            “Hapiste geçen ömür günleri, herbir gün on gün kadar bir ibadet kazandırabilir ve fâni saatleri, meyveleri cihetiyle manen bâki saatlere çevirebilir ve beş-on sene ceza ile, milyonlar sene haps-i ebedîden kurtulmağa vesile olabilir. İşte ehl-i iman için bu pek büyük ve çok kıymetdar kazanç şartı, farz namazını kılmak ve hapse sebebiyet veren günahlardan tövbe etmek ve sabır içinde şükretmektir. Zâten hapis çok günahlara manidir, meydan vermiyor.”403,bk.Sözler.137

            “Bir dakika intikam lezzeti ile katleder, seksen bin saat hapis elemlerini çeker ve bir saat sefahet keyfiyle -bir namus mes’elesinde- binler gün hem hapsin, hem düşmanının endişesinden sıkıntılarla ömrünün saadeti mahvolur.”404,bk.Sözler.135

            “Bazan bir adamın ihlası, yirmi adam kadar faide verir.”416

            “Beş-on senede medrese hocalarının tahsil derecelerini, Nur şakirdleri on haftada kazanır.”435

           

                                               MESNEVİ – İ   NURİYE

            “Üstad-ı hakikî Kur’an’dır. Tevhid-i kıble bu üstadla olur.”7

            “İnsanın kalbini binlerce âlemlere örnek ve pencere yapan ve beşerin kuvve-i hâfızasında tarih-i hayatını taallukatıyla beraber yazan, ancak ve ancak her şeyi yaratan Hâlık olabilir.”11

            “Evet kesret vahdete isnad edilmediği takdirde, vahdeti kesrete isnad etmek mecburiyeti hasıl olur.”16

            “Aklı başında olan bir adam münazaralı davalarda yalan söyleyemez. Çünki bilâhere yalanının açığa çıkıp mahcub olmasından korkar. Ve keza bir insan yalan söylediği takdirde pervasız, lâübali bir tarzda söyleyemez. Ve keza serbest, heyecanlı söylenmesine girişemez. -Velev âdi bir mes’ele, küçük bir cemaat içinde, küçük bir vazifede bulunan küçük bir şahıs olsun.-“24

            “İnkılab-ı hakaik ise muhaldir.”26

            “Âdem zamanından kıyamete kadar her bir asrın halkı bir saf olup, bütün asırlar safları onun arkasında, onun duasına “Âmîn” diyorlar.

            Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedid bir ihtiyac-ı azîm için dua eder. Ve onun duasına, yalnız o cemaat değil, belki arz ve sema ve bütün mevcudat “Âmîn” söyler. Yani “Ya Rabbena! Onun duasını kabul eyle. Biz de o duayı ediyoruz. Biz de onun taleb ettiğini taleb ediyoruz.”

            Bilhassa o cemaat-ı uzma önünde kıldırdığı namazda, öyle bir tazarru’ ve tezellül ile, öyle bir iştiyakla, öyle bir hüzün ile niyaz ve dua eder ki, kâinat bile heyecana gelir; O Zât’ın duasına iştirak eder. Evet öyle bir maksad için niyaz eder ki, eğer o maksad husule gelmezse, yalnız mahlukat değil âlem bile kıymetsiz kalır, esfel-i safilîne düşer. Çünki o zâtın matlubuyla mevcudat yüksek kemalâta erişir. Acaba o zât, o matlubu kimden istiyor? Evet öyle bir zâttan talebeder ki, en gizli ve en küçük bir hayvanın cüz’î bir ihtiyacı için lisan-ı haliyle yaptığı duayı işitir, kabul eder, ihtiyacını yerine getirir.

            …Evet o zât, Cenab-ı Hakk’ın rızasını ve Cennet’te mülâkat ve rü’yetiyle saadet-i ebediyeyi istiyor. Bu istenilen şeylerin icadına rahmet, hikmet, adalet gibi sayısız esbab olmadığı takdirde, o zât-ı nuranînin tek duası ve tazarru’ ile niyaz etmesi, Cennet’in icadına ve îtasına kâfidir. Binaenaleyh o zât’ın risaleti, imtihan ve ubudiyet için şu dünyanın kurulmasına sebeb olduğu gibi, o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.

            Evet edna bir sesi, edna bir kimseden, âdi bir iş için işitip kabul etmekle; en yüksek bir savtı, en büyük bir iş için işitip kabul etmemek, emsalsiz bir kubh ve çirkinlik ve bir kusurdur. Bu ise, mümkün değildir. Çünki hüsn-ü zâtî, kubh-u zâtîye inkılab eder. “25-26

            “Ubudiyet dairesi bütün kuvvetiyle rububiyet dairesi hesabına çalışıyor. Tefekkür, teşekkür, istihsan levhası da bütün işaretleriyle hüsn-ü san’at ve nimet levhasına bakıyor.”29

            “Ubudiyet reisi, rububiyetin has mahbub ve makbulüdür.”29

            “Rububiyet-i âmme, ubudiyet-i küllîyi ister. Bu da zülcenaheyn resullerin vahdet-i İlahiyeyi halka ilân etmeleri ile mümkün olur.”34

            “O cemalin kesif âyinelerinden biri sath-ı arzdır. Bu sath-ı arz her asırda, her mevsimde, her vakitte daima tecelli etmekte olan o cilvelerin gölgelerini teşhir, tavsif, ilân ve izhar eder.”37

            “Dergâh-ı izzete iltica eden kurtuluyor.”38

            “Bu dünya ebedî kalmak için yaratılmış bir menzil değildir. Ancak Cenab-ı Hakk’ın ebedî ve sermedî olan “Dâr-üs selâm” menziline davetlisi olan mahlukatın içtimaları için bir han ve bir bekleme salonudur.”40

            “Mef’ul fâilsiz olamadığı gibi, mef’ulün camid bir cüz’ü de fâil olamaz.

            …in’am ve ihsan, mün’im ve muhsinsiz olamaz.

            …sıfat mevsufsuz olamaz.

            …fiil fâilsiz olamaz.”54

            “Evet kâinat o Hâlık’ın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.”56

            “Nefiste öyle dehşetli bir nokta ve açılmaz bir ukde var ki, zıdları birbirinden tevlid eder.”70

            “Nefsin vücudunda bir körlük vardır. O körlük vücudunda zerre-miskal kaldıkça hakikat güneşinin görünmesine mani’ bir hicab olur.”74

            “Bu hilkat sayesinde, insan eğer ubudiyet yoluna giderse; bütün lezzet, nimet, kemalât nevilerinin bir kısımlarına mazhar olmaya şâyandır. Ve keza eğer enaniyet yolunu takib ederse, çeşit çeşit elem ve azablara da mahal olmaya müstehaktır.”79

            “Kelime-i Tevhid’in tekrar ile zikrine devam etmek, kalbi pek çok şeylerle bağlayan bağları, ipleri kırmak içindir. Ve nefsin tapacak derecede sanem ittihaz ettiği mahbublardan yüzünü çevirtmektir.”80

            “Zâtî olan meziyetini mükâfat-ı uhreviyeye sakla, birkaç kuruşluk dünya metaına satma.”80

            “Zamanın geçti kabirden başka mekânın var mı? Bîçare! Aczine ve fakrına bir had var mı? Emellerin nihayetsizdir, ecelin yakındır. Evet böyle acz ve fakrınla iktidar ve ihtiyardan hâlî bir insanın ne olacak hali? Hazain-i rahmet sahibi Hâlık-ı Rahman-ür Rahîm’e, böyle bir acz ile itimad etmek lâzımdır. Odur herkese nokta-i istinad. Odur her zaîfe cihet-i istimdad…”87

            “İslâmiyetten tecerrüd eden bedbaht, milliyetsiz Avrupa meftunu firenk mukallidleri, avam-ı müslimîne tercih etmek, maslahat-ı İslâma münafî olduğundan, âlem-i İslâm nazarını başka tarafa çevirecek ve başkasından istimdad edecek…”91

            “Ene ile tabir edilen enaniyetin kalbi, Allah Allah zikrinin şua ve hararetiyle yanıp delinirse, büyüyüp gafletle firavunlaşamaz. Ve Hâlık-ı Semavat ve Arz’a isyan edemez. O zikr-i İlahî sayesinde, ene mahvolur.”94

            “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve zînetleri, Hâlıkımızı, Mâlikimizi ve Mevlâmızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.”95

            “Acz, nidanın madenidir. İhtiyaç duanın menbaıdır.”97

            “İnsan, yaşayış vaziyetince, bir dağdan kopup sel içine düşen veya yüksek bir apartmandan düşüp yuvarlanan bir şahıs gibidir.

            Evet hayat apartmanı yıkılıyor. Ömür tayyaresi şimşek gibi geçiyor.”100

            “Her şeyde kabiliyetinin liyakatına göre bir kemal-i ittikan vardır.”101

            “İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur. Eğer o kalb çekirdeği böyle bir terbiye görmezse, kuru bir çekirdek kalarak nura inkılab edinceye kadar ateş ile yanması lâzımdır.”107

            “Kalb, ebed-ül âbâda müteveccih açılmış bir penceredir. Bu fâni dünyaya razı değildir.”110

            “Küre-i Arzı bir köy şekline sokan şu medeniyet-i sefihe ile gaflet perdesi pek kalınlaşmıştır. Ta’dili, büyük bir himmete muhtaçtır.”112

            “Çünki mürtedin vicdanı tamam bozulduğundan, hayat-ı içtimaiyeye zehir olur. Ondandır ki, ilm-i usûlde “Mürtedin hakk-ı hayatı yoktur. Kâfir eğer zimmî olsa veya musalaha etse, hakk-ı hayatı var” diye usûl-i Şeriatın bir düsturudur. Hem mezheb-i Hanefiyede, ehl-i zimmeden olan bir kâfirin şehadeti makbuldür. Fakat fâsık merdud-üş şehadettir, çünki haindir.”145

            “Mahlukatın en zalimi insandır. İnsan, kendi nefsine olan şiddet-i muhabbetten dolayı kendisine hizmeti ve menfaati olan şeyleri hem sever, hem kıymet verir. Semeresinden istifade gördüğü şeylere abd ve köle olur. Aksi halde ne sever ve ne kıymet verir.”173

            “Evet Cenab-ı Hak melaikeye bildirmeksizin şeytanları def’ veya ihlâk edebilir. Fakat satvet ve haşmetinin iktizası üzerine bu kabil mücazatın müstehaklarına ilân ve teşhiri, azametine lâyıktır.”187

            “Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir. Evet zehiri içen adam, âdetullaha nazaran hastalığa, ölüme kesb-i istihkak eder. Sonra hasta olursa, adldir. Çünki cezasını çeker. Hasta olmadığı takdirde, Allah’ın fazlına mazhar olur. Masiyet ile azab arasında kavî bir münasebet vardır.”217

            “İnsan fıtraten mükerrem olduğundan hakkı arıyor. Bazan bâtıl eline gelir. Hak zannederek koynunda saklar. Hakikatı kazarken ihtiyarsız dalalet başına düşer; hakikat zannederek başına giydiriyor.”227

                                                           MEKTUBAT

“Kamer, nuru çekildikçe vücudunu kaybettiği gibi, nursuz çok küreler, mahluklar gözümüzün önünde olup göremiyoruz.“8

            “Perde-i gayb içindeki âlem-i âhirete ait menzilleri dünya gözümüzle görmek ve göstermek için, ya kâinatı küçültüp iki vilayet derecesine getirmeli veyahut gözümüzü büyütüp yıldızlar gibi gözlerimiz olmalı ki yerlerini görüp tayin edelim.”9

            “Bir Fâtır-ı Hakîm ki; dağ gibi koca bir ağacı, tırnak gibi bir çekirdekte saklar.”9

            “Neşr-i hak için Enbiyaya ittiba’ etmekle mükellefiz.”12

            “İbn-i Hacer diyor ki: “Salahat niyetiyle sana verilen bir şeyi, sâlih olmazsan kabul etmek haramdır.”13

            “Hem âhirete müteveccih a’male mukabil sadaka ve hediyeyi almak, âhiretin bâki meyvelerini dünyada fâni bir surette yemek demektir.”13

            “Der tarîk-ı Nakşibendî lâzım âmed çâr terk; terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk”

            “Der tarîk-ı acz-mendî lâzım âmed çâr çiz: fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz!”18,Bak342

            “Kerametin izharı, zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir.”29

“İnsanlar, insana verilen cihazat-ı maneviyeyi, eğer nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi gafilane davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer hafiflerini dünya umûruna ve şiddetlilerini vezaif-i uhreviyeye ve maneviyeye sarfetse, ahlâk-ı hamîdeye menşe’, hikmet ve hakikata muvafık olarak saadet-i dâreyne medar olur.“30

“Nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme! Hırs gösterme! Adavet etme! İnad etme! Dünyayı sevme!” Yani, fıtratını değiştir gibi zahiren onlarca mâlâyutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki: “Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz.” Hem nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.”30

            “BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracı ve bir kısım benî-âdemin Cehennem’e idhali ne hikmete mebnîdir?

            Elcevab: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki; bütün terakkiyat-ı maneviye-i beşeriyenin ve bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esma-i İlahiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netaicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennet’te kalsaydı; melek gibi makamı sabit kalırdı, istidadat-ı beşeriye inkişaf etmezdi.”39,Bk.İ.İ’caz.237,sözler.229,244.

            “Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve şeytanların ve muzırların halk ve icadları, şer ve çirkin değildir; çünki çok netaic-i mühimme için halkolunmuşlardır. Meselâ: Melaikelere şeytanlar musallat olmadıkları için, terakkiyatları yoktur; makamları sabittir, tebeddül etmez.”40

            “Âlem-i insaniyette ise meratib-i terakkiyat ve tedenniyat nihayetsizdir.”40

            “Hayat cilve-i esma ile muhtelif harekâta mazhar olur, tasaffi eder, kuvvet bulur, inkişaf eder, inbisat eder, kendi mukadderatını yazmasına müteharrik bir kalem olur, vazifesini îfa eder, ücret-i uhreviyeye kesb-i istihkak eder.”42

            “Kur’an-ı Hakîm’in hizmetinin bütün siyasetlerin fevkinde bir ulviyeti var ki, çoğu yalancılıktan ibaret olan dünya siyasetine tenezzüle meydan vermiyor.”44

            “Haksızlığı hak zanneden adamlara karşı hak dava etmek, hakka bir nevi haksızlıktır. Bu nevi haksızlığı irtikâb etmek istemem.”45,bak.68

            “Hilafet ve saltanata geçen, ya Nebi gibi masum olmalı, veyahut Hulefa-yı Raşidîn ve Ömer İbn-i Abdülaziz-i Emevî ve Mehdi-i Abbasî gibi hârikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Halbuki Mısır’da Âl-i Beyt namına teşekkül eden Devlet-i Fatımiye Hilafeti ve Afrika’da Muvahhidîn Hükûmeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki; saltanat-ı dünyeviye Âl-i Beyte yaramaz, vazife-i asliyesi olan hıfz-ı dini ve hizmet-i İslâmiyeti onlara unutturur. Halbuki saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslâmiyete ve Kur’ana hizmet etmişler.”92,bak.98,Lem’alar.17,87,Şualar.80

            “Evet Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek eli Hakîm-i Lokman’ın bir eczahanesi gibi ve tükürüğü Hazret-i Hızır’ın âb-ı hayat çeşmesi gibi ve nefesi Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın nefesi gibi meded-res ve şifa-resan olsa ve nev’-i beşer çok musibet ve belalara giriftar olsa; elbette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a hadsiz müracaatlar olmuş. Hastalar, çocuklar, mecnunlar pek kesretli gelmişler, cümlesi şifa bulup gitmişler.”130-131

            “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sair letaifi ve duyguları ve cihazatı, çok hârikalara medardır.”138

            “Ey insan! İbret alınız… Kurt, arslan; Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ı tanıyor, itaat ediyorlar. Sizlerin hayvandan, kurttan aşağı düşmemeye çalışmanız iktiza eder.”141

            “Cansız cenazeler onun risaletini tasdik etse; canlı olanlar tasdik etmese; elbette o cani canlılar, cansızlardan daha cansız ve ölülerden daha ölüdürler.”142

            “Mu’cize dava-yı nübüvvetin isbatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar etmek için değildir.”190

            “Meşiet-i İlahiye ile vücuda gelen işlerde; “İnşâallah İnşâallah” yerinde, bilerek “tabiî tabiî” demek, ne kadar hata ve muhalif-i hakikat olduğunu kıyas et…”225

            “Bütün âlem, birtek ferd gibi dest-i kudretinde çevrilir.”228

            “Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: “Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları, İslâm’ın ve beşerin hırs ve şikakından istifade ederek az bir kuvvetle nev’-i beşeri herc ü merc eder ve koca Âlem-i İslâmı esaret altına alır.”249

            “Kur’ana ve imana ait herşey kıymetlidir, zahiren ne kadar küçük olursa olsun kıymetçe büyüktür. Evet saadet-i ebediyeye yardım eden küçük değildir.”261

            “Kabrin arkası için çalışınız, hakikî saadet ve lezzet ondadır.”262

            “Rahîm, Hakîm ve Vedud isimleri; zevale ve firaka muarız değiller, belki istilzam edip iktiza ediyorlar.”273

            “Doğrudan doğruya her âlem, Cenab-ı Hakk’ın rububiyetiyle idare ve terbiye ve tedbir edilir.”305

            “Zaruriyat-ı diniye mahfazaları olan elfaz-ı kudsiye-i İlahiyenin yerine hiçbir şey ikame edilemez ve yerlerini tutamaz ve vazifelerini göremez. Ve muvakkat ifade etseler de; daimî, ulvî, kudsî ifade edemezler.

…Tercüme dedikleri şeyler ise, gayet muhtasar ve nâkıs bir mealdir. Böyle meal nerede; hayatdar, çok cihetlerle teşa’ub etmiş âyâtın hakikî manaları nerede?”317

“Merkez-i Hilafet olan İstanbul’u beşyüz elli sene bütün âlem-i Hristiyaniyenin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beşyüz yerde fışkıran envâr-ı tevhid ve o merkez-i İslâmiyedeki ehl-i imanın mühim bir nokta-i istinadı, o büyük câmilerin arkalarındaki tekyelerde “Allah Allah!” diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır.”417

“Nefis ne kadar mağrur da olsa, kendisi kendi kusurunu derkeder.“419

 

                                               TARİHÇE – İ   HAYAT

            “ Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur!…”54

            “Hindistan, İslâmın müstaid bir veledidir; İngiliz mekteb-i idadisinde çalışıyor. Mısır, İslâmın zeki bir mahdumudur; İngiliz mekteb-i mülkiyesinden ders alıyor. Kafkas ve Türkistan, İslâmın iki bahâdır oğullarıdır; Rus mekteb-i harbiyesinde talim ediyorlar. İlâ âhir…

            Yahu, şu asilzade evlâd, şehadetnamelerini aldıktan sonra, herbiri bir kıt’a başına geçecek, muhteşem âdil pederleri olan İslâmiyetin bayrağını âfâk-ı kemalâtta temevvüç ettirmekle, kader-i ezelînin nazarında feleğin inadına, nev-i beşerdeki hikmet-i ezeliyyenin sırrını ilân edecektir.”73

            “Bu millet-i İslâmın cemaatleri, her ne kadar bir cemaat namazsız kalsa, hattâ fâsık da olsa, yine başlarındakini mütedeyyin görmek ister.”125

            “Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir; akıl ve felsefe değildir.”125

            “Sakın! Sakın! şimdiye kadar mâbeyninizdeki fedakârâne uhuvvet ve samimâne muhabbet sarsılmasın. Bir zerre kadar olsa bile bize büyük zarar olur.”522

 

                                               BARLA   LAHİKASI

            “Cenab-ı Hakk’ın sana in’am ettiği vücudun, cismin, a’zaların, malın ve hayvanatın ibahedir, temlik değildir. Yani, istifaden için kendi mülkünü senin eline vermiş, istifade et diye ibahe etmiş.

…İbahe ve ziyafetin kaidesi ise; mihmandarın rızası dâhilinde tasarruf etmektir. Öyle ise israf edemez, başkasına ikram edemez, sofradan kaldırıp başkasına sadaka veremez, dökemez, zayi’ edemez. Eğer temlik olsa idi, yapabilirdi ve kendi arzusuyla hareket edebilirdi.

            Aynen bunun gibi; Cenab-ı Hak sana ibahe suretinde verdiği hayatı intihar ile hâtime çekemezsin, gözünü çıkaramazsın ve manen gözü kör etmek demek olan gözü verenin rızası haricinde harama sarfedemezsin.”351-352

 

                                               EMİRDAĞ   LAHİKASI -I-

            “Kalb-i üstad parlak bir âyine, bir mazhar, bir ma’kes.. lisan-ı üstad âlî bir mübellliğ, bir muallim, bir mürşid.. hâl-i üstad tecessüm etmiş en güzel bir örnek, bir nümune, bir misal oluyor. Tavaif-i beşerin ihtiyaçları yazılıyor, gösteriliyor.”59-60

            “Kardeşlerim! Merak etmeyiniz, Cevşen ve Evrad-ı Bahaiye bu defa dahi o dehşetli zehirin tehlikesine galebe etti; tehlike devresi geçti, fakat hastalık devam ediyor.”138,Bak.145,173,160,210,E.II / 112

            “Cenab-ı Hak hakkında suret muhal olmasından, suretten murad sîrettir, ahlâk ve sıfâttır.”143

            “Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki her halde şimal cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekat ve hurmet-i riba ile, burjuvaları avamın yardımına davet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir.”157

            “Sen olmasaydın ben âlemleri yaratmazdım.” Ali el-Kâri, Şerhü’ş-Şifâ: 1:6; el-Aclunî, Keşfü’l-Hafâ: 2:164.)beyanında “Bu hitab zahiren Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’a müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata raci’dir.” fıkrası, ta’dile muhtaçtır. Çünki küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı, hem İsm-i A’zam’ın tecelli-i a’zamının mazharı ve bütün zîruhların nuru ve kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.”174,Bak.R.N.Kudsi Kaynakları.226,273,306-308

“Şeair-i İslâmiyeye ve siyaset-i İslâmiyeye darbe vuranlar oniki, onüç, ondört, onaltı sene zarfında büyük darbeler yiyecekler”208

            “Ehl-i Beyt’e zulmedenler şimdi âhirette cezasını öyle bir tarzda görüyorlar ki, bizim onlara hücumla yardımımıza bir ihtiyaç kalmıyor. Ve mazlum Ehl-i Beyt, muvakkat bir azab ve zahmet mukabilinde o derece yüksek bir mükâfat görmüşler ki, aklımız ihata etmiyor. Değil şimdi onlara acımak, belki onlara o hadsiz rahmete mazhariyetleri noktasında binler tebrik etmek gerektir ki; birkaç sene zahmetle, milyonlar mertebeler ve bâki saadetler âhirette kazandıkları gibi; dünyada da kaldıkları zamanda, ehemmiyetsiz, dünyanın fâni saltanatı ve muvakkat hâkimiyeti ve karışık siyasetine bedel, manevî birer sultan ve hakikat âleminde birer şah, birer manevî padişah makamını kazandılar. Valiler yerine, evliyalar, aktablara kumandan oldular. Kazançları bire bin değil, milyonlardır.”209-210

            “Yezid ve Velid gibi habis herifler müstesna, ötekilerin kısm-ı a’zamı, İmam-ı Ali’nin (R.A.) hârika kemalâtına ve kerametlerine ve verasetine ilişmek değil, belki yalnız hayat-ı içtimaiye-i insaniyeye ait idaresine darbe vurmağa çalışmışlar, hata etmişler.”211

            “Vazifemiz, ihlas ile ve sebat ve tesanüdle ve mümkün olduğu kadar ihtiyat ile “sırran tenevverat” irşad-ı Alevîyi fiilen tasdik etmek, ona göre hareket etmektir. Yoksa, muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş etmek değil. Muvaffakıyet ve fütuhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise, vazife-i İlahiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlahiyeye karışmamak gerektir.”212

            “Hem eski talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara’da ve İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim: “Ey insafsızlar! Neden hem vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz. Belki de sizin lâkaydlığınızdan çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz. “İmam-ı Ali’nin (R.A.) âhirzamanın bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz”

            … Memuriyet gibi derd-i maişet belasıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar. Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil; belki derd-i maişet veyahud o heyet-i ülemadaki büyük hocalara itimad edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dinî kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel etmeğe kendine fetva buluyor.(Bak.235)

            …. Elbette hassas ve bir derece zaîf hocalara ehemmiyetli bir korku verip bir mazeret olur. Onun için, ekseriyet değil; belki yalnız fevkalâde bir cesaret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip, girmeyenleri de bir derece afvettirdiler.-Bak.226-227,E-II/88

            … Bazı hocalar, “Minare kadar yüksek bir adamı”, hem “Alnında okunacak bir yazı bulunacak” hem “Birden eli bir su ile delinecek” gibi hakikatın perdesi olan teşbihleri hakikat zannetmek bahanesiyle, Nur’un bazı ihbarat-ı gaybiyesi, sathî nazarlarına muvafık gelmiyor.. ona daha yanaşmıyor.”213-214

            “Bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış. Zahiren muhalif-i fıtratındaki emre, itaat cihetiyle serfüru’ etse de kalben bağlanmaz.”219

            “Hocalar kısmının yüzünü ak eden Nur’un santralı Sabri’nin mektubunda, merhum Hâfız Ali, Hasan Feyzi ve onların halefi ve vazifelerini gören Ahmed Fuad’ın, ihtiyar ve vazifesi bitmek üzere olan bu bîçare üstadlarına bedel ömrünü feda etmek, onun yerinde çabuk berzaha gitmek gibi; Sabri kardeşimiz de dördüncü olmak üzere ve ömrünü kabilse bana vermek, nefis ve kalbini ikna’ edip bana yazıyor.”224

            “Gayet mühim malûmatlı, dünya ile çok alâkadar ve siyasî tüccar bir hoca, bana karşı ilişmedikleri için; ben de onları daire-i Nur’a celbetmeğe çalışmadım, onlara da ilişmedim.”225

            “Bazı mutaassıb enaniyetli hocaları da şahsımın aleyhine çeviriyorlar, güya Nurları söndürmeye çalışıyorlar.”228,E-     I/11,23,43,288,Bak.Kastamonu.72,226,242,Tarihçe.77,375,R.N.Kutsi Kaynakları.A.Badıllı.183

“Esasen Risale-i Nur ise; ona şakird olmak şartıyla, herkesin kendi malı gibidir.”257

“Gördüm ki; âlem-i misal, nihayetsiz fotoğraflar ve herbir fotoğraf, hadsiz hâdisat-ı dünyeviyeyi aynı zamanda hiç karıştırmayarak alıyor. Binler dünya kadar büyük ve geniş bir sinema-i uhreviye ve fâniyatın fâni ve zâil hallerini ve vaziyetlerini ve geçici hayatlarının meyvelerini sermedî temaşagâhlarda ve Cennet’te saadet-i ebediye ashablarına dünya maceralarını ve eski hatıralarını levhalarıyla gözlerine göstermek için pek büyük bir fotoğraf makinesi olarak bildim.”260-261

            “Bir hadîs-i şerifin, âhirzamanda an’anat-ı İslâmiyenin zararına çalışacak diye haber verdiği adam, bu olduğunu ef’aliyle göstermesidir. Ben otuzaltı sene evvel o hadîsi tefsir etmiştim. Aynen bu adama manası çıkmış.”283

“Ben, medreseden çıktığım için hocalardan istimdad etmek lâzımken, bütün kuvvetimle maarif dairesine ve mekteblilere itimad edip onlara dayanmak istiyordum. Çünki Nur dairesine girenlerin çoğu mekteblilerdir, hocalar azdır; çoğu çekindiği halde, mektebliler, kemal-i takdirle Nurlara sahib çıktığı…”286

 

                        KASTAMONU     LAHİKASI

“İkiyüz sene kadar dünyanın ömrü bâki kalmışsa, bir fırka-i dâlle dahi devam edeceği…”16,Bak.186-188,R.N.Kudsi Kaynakları.283,704

“Suud ve terakki, müslüman için ancak İslâmiyette ve imanlı olmakta..”17

“Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”

Cevaben Eski Said demiş ki: Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. -Nasılki yedi sene sonra edildi.- Ve medeniyet namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki’-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.”18

            “Kâfir ve münafıkların Cehennem’de yanmalarını ve azab ve cihad gibi hâdiseleri kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak; Kur’anın ve edyan-ı semaviyenin bir kısm-ı azîmini inkâr ve tekzib olduğu gibi, bir zulm-ü azîm ve gayet derecede bir merhametsizliktir. Çünki masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârane şefkat etmek, o bîçare hayvanlara şedid bir gadir ve vahşi bir vicdansızlıktır. Ve binler müslümanların hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın sû’-i akibetine ve müdhiş günahlara sevkeden adamlara şefkatkârane tarafdar olmak ve merhametkârane cezadan kurtulmalarına dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şeni’ bir gadirdir.”70

            “O musibet-i semaviyeden ve beşerin zalim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı maneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.

            Onbeşinden yukarı olanlar, eğer masum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür; belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedî’ye (A.S.M.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş ve madem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (A.S.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (A.S.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaîfler, müstebid büyük zalimlerin cebr ü şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet, onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalaletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikattan haber aldım. Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem-i şefkatten teselli buldum.”102-103

“Ehl-i ibadet ve salahat dahi, ekser insanların aç kaldığı bu zamanda ve çok karışmış ve haram ve helâl farkedilmeyecek bir tarza gelmiş ve şübheli mal hükmünde ve manen müşterek olan erzak-ı umumiyeden helâl olmak için mikdar-ı zaruret derecesine kanaat ediyorum diye, bu mecburî belaya bir riyazet-i şer’iye nazarıyla bakmaktır. Kader-i İlahiyeye karşı şekva ile değil, rıza ile karşılamaktır.”130,Bak.187

“Derd-i maişet sersemliğiyle, ekser halk âhiret işlerine ikinci derecede bakmalarından, ehl-i dalalet istifade edip onları avlıyorlar.”142,Bak.193

“Farz ve vâciblerde ve şeair-i İslâmiyede ve Sünnet-i Seniyenin ittibaında ve haramların terkinde riya giremez.”168

Riyaya insanları sevkeden esbabın;

            Birincisi: Za’f-ı imandır.

İkinci Sebeb: Hırs u tama’, za’f u fakr noktasında teveccüh-ü nâsı celbine medar riyakârane vaziyet almıya sevkediyor.

Üçüncü Sebeb: Hırs-ı şöhret, hubb-u câh, makam sahibi olmak, emsaline tefevvuk etmek gibi hisler ve insanlara iyi görünmek, tasannu’kârane haddinden fazla kendine ehemmiyet verdirmek ve tekellüfkârane lâyık olmadığı yüksek makamlarda görünmek tarzını takınmak ile riya eder.”168

“Evet bir şahsın tehevvüsü için büyük bir daire-i muhita hareket-i mühimmesinden durdurulmaz.”201

“Küllî kanunların tazyikinden feryad eden ferdlere, inayat-ı hassa ve imdadat-ı hususiye ile ve ihsanat-ı mahsusa ile Rahmanürrahîm her bîçarenin imdadına yetişebilir. Dertlerine derman yetiştirir. Fakat o ferdin hevesiyle değil, hakikî menfaatıyla yardım eder. Bazan, dünyada istediği bir cama mukabil, âhirette bir elmas verir.”201

“Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var.”203

“Zarurete düşen bir şakird, zekatı kabul edebilir.”203

“Bu acib asırda dehşetli bir aşılamak ve şırınga ile hem hakikî, hem mecazî iki nefs-i emmare ittifak edip; öyle seyyiata öyle günahlara severek giriyor, kâinatı hiddete getiriyor.”213

 

                     MUHAKEMAT

“Kur’an’ın üslûb-u hakîmanesine yemin ederim ki: Nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalalet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir.”34

“Nev’-i beşer, şer ve kubh ve bâtılı, zahmetsiz yani (biselâmet-il emr) ile hazmedemeyecektir. Hem de hikmet-i İlahiye müsaade etmeyecektir.”35

“Hîna ki, kıssa hisse içindir; sana ne lâzım teşrihatı.. nasıl olursa olsun sana taalluk edemez. Kendi hisseni al, git.”61

“Şems, istikrarla beraber tanzim-i maişetiniz için cereyan ediyor.”66

“Evet mecazda bir dane-i hakikat bulunmak lâzımdır ki, mecaz ondan neşv ü nema bularak sünbüllensin.”68

“Evet şems, emr-i İlahîye temessül eden ve herbir hareketini meşiet-i İlahiyeye tatbik eden bir çöl paşasıdır.”71

 

                   20-6-200                       

MEHMET       ÖZÇELİK  




BEDİÜZZAMAN DEDE

                                   BEDİÜZZAMAN       DEDE

            Sevgili çocuklar. Beni tanıdınız mı?Beni tanımadıysanız gelin sizinle tanışalım:

            Herkes annesinin karnında iken,Hadis-de de belirtildiği üzere:”Said,annesinin karnında iken said,şaki (eşkıya )de annesinin karnında iken şaki olarak yaratılmıştır.” Ben de öyle olayım ve kalayım diye bana SAİD adını vermişler.

            Gelişime çok sevinen anne ve babam beni kucaklarından indirmeyip,gözleri gibi bakmaya başlamışlar. Gereğinden fazla ihtimam göstermişler. Aslında bu hallerine başkaları gibi kendileri de şaşmakta imişler. Sanki bir kuvvet kendilerini sevkediyormuş gibi hareket ediyorlarmış. Başkalarından,ellerinin değmesinin benim hayatımı değiştirir korkusuyla gözleri gibi koruyor,saklıyorlarmış.Kem gözler ruhumda yara açmasın,kem eller elektrik akımı gibi vücuduma akıp tahrib etmesin,kem ağızlar özümü yakmasın,kem ayaklar bana çelme takmasın diye beni onlardan uzak tutuyorlarmış…

            Aman canım,böyle de şey mi olurmuş? dediğinizi aklımla duyar gibiyim. İsterseniz size olmuş şöyle bir hadise anlatayım:

            “Vakti zamanın birinde kalbi açık evliyadan iki büyük zat varmış. Bunlar ikizlermiş ve hayatlarında hiçbir zaman doğruluktan ayrılmazlarmış. Hak ve hukuk konusuna çok mu çok dikkat ederlermiş. İnsanlara va’z ve sohbet etmeyi de ihmal etmezlermiş.

            Bunlardan birisi bir gün Cuma vaazında çok kalabalık bir cemaata ihlaslı bir şekilde va’z edip,cemaat de hayret ve dehşet içerisinde onu dinlemekte iken;kardeşinin kapıdan içeriye girip,etrafa şöyle bir göz gezdirdikten sonra,girip oturmadan tebessüm ederek çıktığını görür. Bu duruma çok üzülür. Kardeşinin kendi konuşmasını beğenmediğini zanneder. O üzüntü içerisinde sohbeti bitirir. Namaz kılınır. Hala kafasında kardeşinin o hali gözünün önünde,o durumu sürekli bir şerid gibi gezmeye başlar.

            Düşünceli düşünceli eve gelir. Kardeşi de gelmiştir. Belki rahatlar düşüncesiyle içini annesine açar ve der:

            Anneciğim. Ben kardeşimden şikayetçiyim.” Sebebi sorulduğunda da,”Çünkü,ben camide va’z ederken,herkes memnun memnun dinlemekte olduğu halde,kardeşim geldi,beni dinlemeden,tebessüm ederek gerisin geriye çıkarak gitti.”

            Anne öbür kardeşine dönerek,neden bunu yaptığını sorar. O kardeş de başlar anlatmaya:”Sevgili anneciğim ve sevgili kardeşim. Ben bu hareketimle hakaret etmedim. Kardeşimi hafife alıp,dinlememek için çıkıp gitmiş değilim. Tebessüm edip çıkıp gitmemin sebebi şu idi:Camiye adımımı attığımda her taraf tıklım tıklım dolu idi. herkes büyük bir memnuniyetle dinlemekte idi. Boş kalan yerler de ve aralar da meleklerce doldurulmuş idi. Hem cemaatı hem de melekleri,bulundukları bu güzel durumdan rahatsız etmemek istedim. Ta ki o feyizli sohbetin feyzinden mahrum kalmasınlar diye…”

            Bu sefer hayret ve şaşkınlık sırası öbür kardeşe gelmişti. Biraz rahatladığını hissetmiş,kardeşinden özür dileyerek annesine dönüp;-neden kendisinin de kardeşi gibi o durumu göremediğini annesine sorduğunda,aldığı cevap ibretliydi.

            Bir müddet düşünen annesi başladı anlatmaya:”Yavrularım. sizi doğduğunuzdan beri bir kere olsun abdestsiz emzirmedim. Ancak bir gün sizi yatırmış meşgul olmakta iken sen ağlamıştın. Ben sana yetişip almaya kalkana kadar,komşu kadın yetişerek seni kucağına almış,bir kere emzirmişti. İşte sen,o kadının bir kere emzirmesinden dolayı görememektesin..”

            Bir de devamlı o vaziyette emzirileni varın siz düşünün…

            Bu olaya benzer kendimle alakalı bir hadiseyi de Tahdis-i nimet yani Allah’ın nimetine bir şükür olması düşüncesiyle anlatayım:

            Bildiğiniz gibi ben 1873 yılında Bitlis vilayetine bağlı Hizan-ın Nurs köyünde doğmuşum. Küçük yaşta ilme olan merakım,beni diyar diyar gezdirdi. Hiçbir yerde aradığımı bulamadım. Bazen bana ders verecek hocanın olmayışı,talebelerin beni çekemeyip üzerime gelmeleri,hatta bir defasında kalabalık olarak üzerime geldiklerinde onlarla mücadele etmiş ve hocama da:”Efendim,bunlara söyleyin,kalabalık değil,ikişer ikişer gelsinler,demiştim de hocam:-Sen benim talebemsin,onlar sana bir şey yapamaz. Yaparlarsa sen bana söyle-demişti.

            Seksen cilt kitabı ezberlemiştim. Bu denizler bana küçük geliyordu. artık okyanuslara açılmam gerekiyordu. Bu düşünce ile kalktım şarkın yaylalarını ve sarp dağlarını aşarak İstanbula vardım. Gördüğüm sadık bir rüyada Peygamber efendimiz bana:”Ümmetimden soru sormamak üzere sana ilmi hakikat ve hikmet ilmi verilmiştir.” Yani ayet-i kerime de Rabbimizin:”Kime hikmet verilmişse Muhakkak ona büyük hayır verilmiştir.”

            Bu hakikatlar doğrultusunda Beyazıt’da Şekerci iş hanına astığım tabelada:”Her soruya cevap verilir. Soru sorulmaz.” Bu durum üzere her gün yüzlerce kişi geliyor,muhtelif alanlarda sorular sorup cevablarını alarak gidiyorlardı.

            Bu durum dikkatini çeken birkaç kişi,bendeki bu farklılıktan dolayı sebebini araştırmak üzere ailemin yanına varmak üzere uzun bir yolculuktan sonra nihayet gündüz vakti köye varıyorlar. Sora sora evimize varıp kapıyı çaldıklarında annem çıkıyor. Babamı soruyorlar. Annemde babamın tarlada olduğunu,akşama doğru geleceğini söylüyor. Bu arada beklemek üzere olan bu kişiler anneme de birkaç soru soruyorlar. Mesela;beni nasıl büyüttüklerini sorduklarında annem cevaben;-Doğumundan beri onu her emzirişimde abdestsiz olarak emzirmedim-diyor.

            Babamı beklemeye devam ederler. Akşama doğru,babamın,önüne iki öküzü katmış gelmekte olduğunu,ancak öküzlerinin ağızlarının bağlanmış olduğuna şaşarlar. Çünkü hasat zamanı değildir ki,hayvanlar mahsule saldırsınlar. Kendilerinin hasat zamanında böyle yaptıklarını düşününce buna bir mana veremezler. Babama sebebini sorduklarında babam onlara:

            -Bizim tarla biraz uzaktadır. Buraya gelinceye kadar etrafta başkalarının bağları,bahçeleri ve tarlaları vardır. olur ya,yanlışlıkla hayvanlar oraya giripte bir şeyler yemesinler diye ağızlarını bağladım-der.

            Onlar da;elbette böyle bir anne ve babadan böyle bir evlat doğar,diyerek başka soru sormaya hacet kalmadığını,artık meselenin anlaşılmış olduğunu söyleyerek,oradan ayrılırlar.

            Asrın geçirdiği dehşetli inkilaplar gibi,bende de manevi büyük inkilaplar oldu. Asır değişmiş,her şey başkalaşmıştı. Maddi-manevi temelleri sarsılan bu insanların manevi büyük bir inkilaba ihtiyaçları vardı. Bu inkilap temelden başlamalı idi. Yıkılan manevi yapılar yeniden yapılanmalıydı. Bu durum da sıfırdan başlamak üzere ferd ferd ilgilenilmeli idi. Asrı saadetteki gibi,bir iman seferberliği içerisine,herkese farzı ayın olarak başlanmalı idi. Kalblerde sönen iman ateşi yeniden yandırılmalı,yeniden tutuşturulmalı,İslam güneşini örten perdeler yeniden aralanmalı ve açılmalı idi.

            Bu gaye ve düşünce ruhumda yer etmiş,ruhuma ruh,aklıma akıl,kalbime kalb olmuştu. Onsuz ben ve ben gibi benler bir hiç ve yok idi.

            O andan itibaren bütün sesim ve nefesimle,dünyaya ve bizden sonraki nesillere ve ruhlara işittirecek bir şekilde –Allah- dedim. Dediğim için suç oldu,ben buna aldırmadım. Sürüldüm,ben buna üzülmedim. Hapsedildim,gam yemedim. Her türlü eziyet bana reva görüldü,onun arkasındaki hikmeti gördüm. Ondokuz kere öldürücü zehirlerle zehirlendim,zehirler panzehir oldu. Yirmi sekiz sene zindandan zindana attılar,zindanlar birer Medrese-i Yusufiyye oldu. Yapılan tüm bu işler hep imha içindi. Onlar imhaya çalıştıkça,Allah ihya edip,diriltti.

            İstifade edilmek için çağrıldığım meclis de silahla karşılandım. Gül değil,kurşun atıldı. O kurşunlar gül oldu. Atanlar soldu,anlatılanlar sümbül oldu.

            Sürgün diye sürdükleri yerdekiler bana ve davama sahip çıktılar. Bu durum onları kudurttu. Ceza olarak yine sürdüler. Sürdükleri yerler birer medreseye dönüştü. Son kez ve son koz olarak unutturmak amacıyla,unutulmuş bir yer buldular. Sevindiler. Onlar için bu bir sibiryaya denk idi. Adeta böyle bir yeri bulmak için çok süründüler. Buldukları yer ise Barla idi. Oysa burası bir bitişin değil,başlayışın hedef noktası olmuştu. Bütün insanlığa ulaşacak Kur’an ve İslam güneşinin ışıklarının gittiği,aleme dağıldığı yer idi. Geçmiş ve gelecek asırlardaki insanların bekleştiği,gökte meleklerin arzuladığı ve ulaşmayı istediği,ancak Musa (AS) nın Asa-sı gibi sondajını vuracak,sahibini uzun yıllar beklediği ölümsüz pınar,başında bekleyen çınar altındaki mekanda idi.

            Artık kalblerdeki şifreyi açacak numara ve anahtar bulunmuş,geriye açmak kalıyordu. Ve ona da başlandı Barla’da. Kadın-erkek,çoluk-çocuk,çoban,efe geceli gündüzlü durmadan santral gibi çalışmaya başlamışlardı. Artık kapalı olan kalblere mesajlar akmaya başlanmıştı. İnsanlarda bir değişiklik olmaktaydı. Böylece rahmet olan Nur suyu en katı kalbleri delmiş,akmaya başlamıştı. Canavarlar rahmet meleği kesilmişti. Bu durum engelleyenlerin yüzsüz yüzünü de değiştirmişti. Yanmakta olan cehennemin siyah alevleri gibi…

            Görmeğe değerdi… Zulümler daha da arttı. Artık bir kişiye değil,binlerce kişiye uygulanmaktaydı. Artık nafile. Çünkü ok yaydan çıkmıştı. Hedefi vurmak üzere ışık hızıyla gitmekteydi. Hiçbir şey onu durduramaz,dünyanın gücü ona mani olamazdı. Evet. Kader hükmünü vermişti. Bilenler bunu biliyordu.

            Gün be gün mühürlü olan kalbler açılıyor,bazılarının da foyası ile boyası ortaya çıkıyordu. İman ile küfür tüm açıklığıyla madden dahi görülüyordu.

            Öldürülmek istenilenlerin ölmeyişi,ölenlerin bire yüz dirilişi,cenaze hırsızları ve kabir soyguncuları olan bu insanları kahrından öldürüyordu.

            Artık yavaş yavaş uyur gezerler gibi,ölür gezer halinde olan bu hareket eden cenazeler,yerlerini gerçek hayat sahiplerine terketmekte idi.

            Gökten inip çorak toprağı dirilten yağmur misali,Barla pınarından akan su,rahmet suyu olarak girmiş olduğu çorak ve ölü kalblerde olan buzulları eritiyor,fırtına ve kış yerini bahara devrediyordu. Suyun vardığı ve ulaştığı yerler canlanıyor ve hareketleniyordu.

            Suyun önüne konulan barikatlar aşılıyor,setler yıkılıyor,zulmün ördüğü karanlık üreten barajlar yıkılıyor,yerine nur üreten tirübünler ve barajlar inşa ediliyordu.

            Zulmün ve küfrün diktiği piramitler çatırdıyor,yerine abideler dikiliyordu.Artık kötülüklerin satıldığı pazarda           alternatif mallar da sergileniyor ve alıcı buluyordu. Bu durum çok fırtınaların kopmasına neden oluyor,müşterisini kaybedenlerce etraf karıştırılıyor ve karışıyor,bazı malların gizlenmesine çalışılıyordu.

            Devir ve devran değişmekte idi. Devrimbazlar ise,devire devire bitiremediklerini hala devirmeye devam ediyorlar,başka sermayeleri bulunmadığından onlarla meşgul oluyorlardı. Bin yıllık değerler bitirilmeye çalışılıyordu. Ve yapılmıştı da…

Bu yıkım tarihte hiçbir yıkıma benzemiyordu.

            Ancak yapımda da farklı harikalıklar oluyor,gün yüzü gibi görülüyordu. Demek ki,rakibler birbirine denk ve aynı sıklette idiler. Bu son raund ve son rövanş da şer cephesi bütün kuvvetiyle hücum etmekte,adeta Hz. Âdem-den beri biriken intikamlarını bir kerede alma ve bir kerede kusmak istiyorlardı.

            İman cephesinde ise aynı hak ve adalet içerisinde hareket ederek,şerrin bilinen tüm kalelerinde gedikler açılırken,,hayat damarları da tıkanmaktaydı. Artık kurtuluşu olmayan damar tıkanıklığı ve kanserine tutulmuştu. Şairin dediği gibi;

            Sur’da bir gedik açtık,mukaddes mi mukaddes.

            Ey kahpe rüzgar,her nereden esersen es…

            Her şeyiyle tükenen şer cephesinde ne ses,ne de nefes kalmıştı,tükenmekte idi. Bütün bu saldırılar ve bağırışlar bir bitişin ve ölümün son çırpınışları idi. onun için esaretimde Rus-un bana çektirmediğini bunlar çektirmişti.

            Aslında hikayede anlatmakta olduğumuz her türlü zulüm ve işkence,kendisine reva görülen ben Said değil,onun temsil etmiş olduğu milleti ve savunmasını yaptığı dini davası idi.

            Sevgili çocuklar. Bediüzzaman dedenizin belki de acele edip kışta gelmesi,her türlü ızdırabı yaşayıp göğüslemesine rağmen,inşaallah sizler cennet gibi bir baharda geleceksiniz. Artık havanın açılması gibi yer yüzü de açılmış,ağaçlar çiçek açmış ve meyve verecektir. Şimdiden görür gibiyim..ümitvârım…

            Zaman göstermiştir ki;Cennet ve cennet gibi bir hayat ve o zeminin oluşması ucuz ve kolay değil. Cehennem gibi bir hayatı yaşatan içinde cehennem lüzumsuz değil…

 

                                                                                              MEHMET   ÖZÇELİK




BEDİÜZZAMAN YÜZ KAPISI DA AÇIK BİR KAPI

BEDİÜZZAMAN  YÜZ KAPISI DA AÇIK BİR KAPI

             Bediüzzaman yüz kapısı da açık olan bir şaheser ve şahsiyettir.Herkes o kapıya girdiği noktadan onda kendini ve kendisi için aradığını bulabilir.

            Tıpkı Kur’anı kendisine üstad edindiği,ondan iktibas ettiği hakikatlarda görüldüğü gibi…

“Elfaz-ı Kur’aniye, öyle bir tarzda vaz’edilmiş ki, herbir kelâmın, hattâ herbir kelimenin, hattâ herbir harfin, hattâ bazan bir sükûtun çok vücuhu bulunuyor. Herbir muhatabına ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir.”[1]

“Her şeyden Cenab-ı Hakk’ın nuruna bir kapı açılır. Bu kapılardan birisinin kapanması, gayr-ı mütenahî sair kapıların da kapanmasını istilzam etmez. Fakat, hepsinin bir miftah ile açılması mümkündür.”[2]

“Cenab-ı Hakk’a nâzır ve ona vâsıl olan yollar, kapılar; âlemin tabakaları, sahifeleri, mürekkebatı nisbetinde bir yekûn teşkil etmektedir. Âdi bir yol kapandığı zaman, bütün yolların kapanmış olduğunu tevehhüm etmek, cehaletin en büyük bir şahididir. Bu adamın meseli, gayet büyük askerî bir karargâhı hâvi büyük bir şehirde, karargâhın bayrağını görmediğinden, sultanın ve askeriyeye ait bütün şeylerin inkârına veya teviline başlayan adamın meseli gibidir.”[3]

 Onun en geniş kapısı iman ve marifet kapısıdır.

            Onun gösterip çalarak açmamızı istediği kapılar ve mahiyetleri ise;

 “Rahmet kapısı, Nur kapısı, Hak kapısı, ondan sıkılmam, geri çekilmem.”[4]

 “Bir saray, yüzer kapalı kapıları var. Bir tek kapı açılmasıyla, o saraya girilebilir, öteki kapılar da açılır. Eğer bütün kapılar açık olsa, bir iki tanesi kapansa, o saraya girilemeyeceği söylenemez.

            İşte hakaik-i imaniye o saraydır. Herbir delil, bir anahtardır, isbat ediyor, kapıyı açıyor. Bir tek kapının kapalı kalmasıyla o hakaik-i imaniyeden vazgeçilmez ve inkâr edilemez. Şeytan ise, bazı esbaba binaen, ya gaflet veya cehalet vasıtasıyla kapalı kalmış olan bir kapıyı gösterir; isbat edici bütün delilleri nazardan iskat ediyor. “İşte, bu saraya girilmez, belki saray değildir, içinde birşey yoktur.” der kandırır.”[5]

            “Hazine-i rahmetin en kıymettar pırlantası ve kapıcısı Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm olduğu gibi, en birinci anahtarı dahi “Bismillahirrahmanirrahîm”dir. Ve en kolay bir anahtarı da salavattır.”[6]

             “Hâlık ve Rezzak, ondan başka yoktur. Zarar ve menfaat, onun elindedir. O hem Hakîm’dir, abes iş yapmaz. Hem Rahîm’dir; ihsanı, merhameti çoktur” diye itikad ettiğinden her şeyde bir hazine-i rahmet kapısını bulur. Dua ile çalar.”[7]

             “Dildeki kuvve-i zaikayı, Fâtır-ı Hakîm’ine satmazsan, belki nefis hesabına, mide namına çalıştırsan; o vakit midenin tavlasına ve fabrikasına bir kapıcı derekesine iner, sukut eder. Eğer Rezzak-ı Kerim’e satsan; o zaman dildeki kuvve-i zaika, rahmet-i İlahiye hazinelerinin bir nâzır-ı mahiri ve Kudret-i Samedaniye matbahlarının bir müfettiş-i şâkiri rütbesine çıkar.”[8] 

            “İşte ey akıl, dikkat et! Meş’um bir âlet nerede? Kâinat anahtarı nerede? Ey göz, güzel bak! Âdi bir kavvad nerede? Kütübhane-i İlahînin mütefennin bir nâzırı nerede? Ve ey dil, iyi tad! Bir tavla kapıcısı ve bir fabrika yasakçısı nerede? Hazine-i hassa-i rahmet nâzırı nerede?”[9]

             “Hayat-ı ebediye esasatını ve saadet-i uhreviye levazımatını tedarik etmek için verilen akıl, kalb, göz ve dil gibi güzel hediye-i Rahmaniyeyi, Cehennem kapılarını sana açacak çirkin bir surete çevirmektir.”[10]

             “Evet bütün ehl-i ihtisas ve müşahedenin ve bütün ehl-i zevk ve keşfin ittifakıyla; o uzun ve karanlıklı ebed-ül âbâd yolunda zâd ü zahîre, ışık ve burak; ancak Kur’anın evamirini imtisal ve nevahisinden içtinab ile elde edilebilir. Yoksa fen ve felsefe, san’at ve hikmet, o yolda beş para etmez. Onların ışıkları, kabrin kapısına kadardır.[11] 

“Beş vakit namazı kılmak, yedi kebairi terketmek; ne kadar az ve rahat ve hafiftir. Neticesi ve meyvesi ve faidesi ne kadar çok mühim ve büyük olduğunu; aklın varsa, bozulmamış ise anlarsın. Ve fısk ve sefahete seni teşvik eden şeytana ve o adama dersin: Eğer ölümü öldürüp,zevali dünyadan izale etmek ve aczi ve fakrı, beşerden kaldırıp kabir kapısını kapamak çaresi varsa, söyle dinleyelim. Yoksa sus. Kâinat mescid-i kebirinde Kur’an kâinatı okuyor! Onu dinleyelim. O nur ile nurlanalım, hidayetiyle amel edelim ve onu vird-i zeban edelim. Evet söz odur ve ona derler. Hak olup, Hak’tan gelip Hak diyen ve hakikatı gösteren ve nuranî hikmeti neşreden odur.”[12]

 “Kabir ehl-i dalalet ve tuğyan için vahşet ve nisyan içinde zindan gibi sıkıntılı ve bir ejderha batnı gibi dar bir mezara açılan bir kapı olduğu halde, ehl-i Kur’an ve iman için zindan-ı dünyadan bostan-ı bekaya ve meydan-ı imtihandan ravza-i Cinâna ve zahmet-i hayattan rahmet-i Rahman’a açılan bir kapıdır…”[13]

             “Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; risaletiyle dünyanın kapısını açtığı gibi, ubudiyetiyle de âhiretin kapısını açar.”[14]

             “Evet rahmetin erzak hazinelerinden olan bir şecerenin uçlarında ve dallarının başlarındaki meyveler, çiçekler, yapraklar ihtiyar olup, vazifelerinin hitama ermesiyle gitmelidirler. Tâ, arkalarından akıp gelenlere kapı kapanmasın. Yoksa rahmetin vüs’atına ve sair ihvanlarının hizmetine sed çekilir.”[15]

             “Hiç mümkün müdür ki: Bütün enbiya mu’cizelerine istinad ederek sözünü teyid ettikleri ve bütün evliya keşf ü kerametlerine istinad edip davasını tasdik ettikleri ve bütün asfiya tahkikatına istinad ederek hakkaniyetine şehadet ettikleri Resul-i Ekrem Sallallahü Aleyhi ve Sellem’in tahakkuk etmiş bin mu’cizatının kuvvetine istinad edip bütün kuvvetiyle, hem kırk vecihle mu’cize olan Kur’an-ı Hakîm binler âyât-ı kat’iyyesine istinad ederek, bütün kat’iyyetle açtıkları âhiret yolunu ve küşad ettikleri Cennet kapısını, sinek kanadı kadar kuvveti bulunmayan vâhî vehimler, ne haddi var ki kapatabilsin!”[16]

             “O kabir, ehl-i iman için bu dünyadan daha güzel bir âlemin kapısıdır.

İkinci yol: Âhireti tasdik eden, fakat sefahet ve dalalette gidenlere, bir haps-i ebedî ve bütün dostlarından bir tecrid içinde bir haps-i münferid, yalnız başına bir hapis kapısıdır. Öyle gördüğü ve itikad ettiği ve inandığı gibi hareket etmediği için öyle muamele görecek.

Üçüncü yol: Âhirete inanmayan ehl-i inkâr ve dalalet için bir i’dam-ı ebedî kapısı… Yani hem kendisini, hem bütün sevdiklerini i’dam edecek bir darağacıdır. Öyle bildiği için, cezası olarak aynını görecek. Bu iki şık bedihîdir, delil istemiyor, göz ile görünür.”[17]                       

            “Madem ecel gizlidir; her vakit ölüm, başını kesmek için gelebiliyor ve genç ihtiyar farkı yoktur. Elbette daima gözü önünde öyle büyük dehşetli bir mes’ele karşısında bîçare insan; o i’dam-ı ebedî, o dipsiz, nihayetsiz haps-i münferidden kurtulmak çaresini aramak ve kabir kapısını bir âlem-i bâkiye, bir saadet-i ebediyeye ve âlem-i nura açılan bir kapıya kendi hakkında çevirmek hâdisesi; o insanın dünya kadar büyük bir mes’elesidir.[18]

             “Acaba yüzde bir ihtimal-i helâket bulunan bir tehlike yolunda gitmemek için, bir tek muhbirin sözü nazara alınsa ve onun sözünü dinlemeyip o yolda giden adamın, endişe-i helâketten gelen elem-i manevî, onun yemek iştihasını kaçırdığı halde; böyle yüzbinler sadık ve musaddak muhbirlerin yüzde yüz ihtimal ile, dalalet ve sefahet göz önündeki kabir darağacına ve ebedî haps-i münferidine kat’î sebeb olduğunu ve iman, ubudiyet yüzde yüz ihtimal ile o darağacını kaldırıp, o haps-i münferidi kapatıp, şu göz önündeki kabri, bir hazine-i ebediyeye, bir saray-ı saadete açılan bir kapıya çeviriyor…”[19]

             “Ve kabristanda ve mütemadiyen oraya girenler için kapıları açılıp kapanan o âlem-i berzahta -ehl-i keşfelkuburun müşahedatıyla ve bütün ehl-i hakikatın tasdikıyla ve şehadetiyle- ekser azablar, gençlik sû’-i istimalâtının neticesi olduğunu bileceksiniz.”[20]

             “Benim gibi kabir kapısında bir bîçareye, gafletle geçebilir bir saatini, on aded ibadet saatleri yapmak büyük kârdır…”[21]

             “Herkes sana kabir kapısına kadar arkadaşlık eder.”[22]

             “Bu dünya bir meydan-ı tecrübe ve imtihandır ve dâr-ı teklif ve mücahededir. İmtihan ve teklif iktiza ederler ki, hakikatlar perdeli kalıp, tâ müsabaka ve mücahede ile Ebubekirler a’lâ-yı illiyyîne çıksınlar ve Ebucehiller esfel-i safilîne girsinler. Eğer masumlar böyle musibetlerde sağlam kalsaydılar, Ebucehiller aynen Ebubekirler gibi teslim olup, mücahede ile manevî terakki kapısı kapanacaktı ve sırr-ı teklif bozulacaktı.”[23]

             “Yağmur ise, menşe-i hayat ve mahz-ı rahmet olduğu için elbette o âb-ı hayat, o mâ-i rahmet, gaflet veren ve hicab olan yeknesak kaidesine girmeyecek, belki doğrudan doğruya Cenab-ı Mün’im-i Muhyî ve Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal perdesiz, elinde tutacak; tâ her vakit dua ve şükür kapılarını açık bırakacak.”[24]

             “Kabir ise, zulümatlı bir kuyu ağzı değil; nuraniyetli âlemlerin kapısıdır.”[25]

             “Kabir kapısı yolumun başında açık görünüp; onun arkasında ebede giden cadde, uzaktan uzağa nazara çarpıyor.”[26]

“Madem Kur’an, bu dâr-ı imtihanda bir tecrübe suretinde, bir müsabaka meydanında beşerin tekemmülü için nâzil olmuştur. Elbette şu dünyevî ve herkese görünecek umûr-u gaybiye-i istikbaliyeye yalnız işaret edecek ve hüccetini isbat edecek derecede akla kapı açacak.”[27]

            “Evet nihayetsiz teessürat ve elemlere maruz ve mübtela ve nihayetsiz telezzüzata ve emellere meftun ve pürsevda bir kalbin kut ve kuvveti; herşeye kadir bir Rahîm-i Kerim’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir.”[28]

             “Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır.”[29]

“Çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır.”[30]

             “İnsan, kâinatın ekser enva’ına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış… Bir çiçeği istediği gibi, koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi, ebedî Cennet’i de arzu eder. Bir dostunu görmeğe müştak olduğu gibi, Cemil-i Zülcelal’i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksandokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acaib olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır.”[31]

             “Aklın varsa, tövbe kapısı açıktır.”[32]

             “Bütün kâinatı arkada bırakmak şartıyla mahlukıyetin kapısından Hâlık isminin müntehasına yetişirsin, daire-i sıfâta yanaşırsın.”[33]

            “Bilsen, bilmesen, hazine-i rahmet kapısı olan toprak tarafından senin rızkın gelecektir.”[34]

             “Evet, âyet-i Kur’aniye âlem kapısında durup ribaya yasaktır der. “Kavga kapısını kapamak için banka kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder. Şakirdlerine “Girmeyiniz” emreder.”[35]

“Hem toprak, nebatatıyla açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak, sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyetinden pek uzak olduğundan, toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor.”[36]

             “Bu abdde bütün kâinata taalluk eden bir emanet beraberdir. Hem şu kâinatın rengini değiştirecek bir nur beraberdir. Hem saadet-i ebediyenin kapısını açacak bir anahtar beraber olduğu için, Cenab-ı Hak kendi zâtını bütün eşyayı işitir ve görür sıfatıyla tavsif eder. Tâ o emanet, o nur, o anahtarın cihan-şümul hikmetlerini göstersin.”[37]

            “Evet hergün, her zaman, herkes için bir âlem gider, taze bir âlemin kapısı kendine açılmasından, geçici herbir âlemini nurlandırmak için ihtiyaç ve iştiyakla “Lâ ilahe illallah” cümlesini bin defa tekrar ile o değişen perdelerin herbirisine bir “Lâ ilahe illallah”ı bir lâmba yaptığı gibi, öyle de o kesretli, geçici perdeleri ve tazelenen seyyar kâinatları karanlıklandırmamak ve âyine-i hayatında in’ikas eden suretlerini çirkinleştirmemek ve lehinde şahid olabilen o misafir vaziyetleri aleyhine çevirmemek için, o cinayetlerin cezalarını ve Padişah-ı Ezelî’nin şiddetli ve inadları kıran tehdidlerini Kur’anı okumakla takdir etmek ve nefsin tuğyanından kurtulmaya çalışmak hikmetiyle, Kur’an gayet manidar tekrar eder ve bu derece kuvvet ve şiddet ve tekrar ile tehdidat-ı Kur’aniyeyi hakikatsız tevehhüm etmekten, şeytan bile kaçar. Onları dinlemeyen münkirlere Cehennem azabı ayn-ı adalettir, diye gösterir.”[38]

             “İçtihad kapısı açıktır. Fakat şu zamanda oraya girmeye “altı mani” vardır.

Birincisi: Nasılki kışta, fırtınaların şiddetli olduğu bir vakitte, dar delikler dahi seddedilir. Yeni kapıları açmak, hiçbir cihetle kâr-ı akıl değil. Hem nasılki büyük bir selin hücumunda, tamir için duvarlarda delikler açmak gark olmağa vesiledir. Öyle de, şu münkerat zamanında ve âdat-ı ecanibin istilası anında ve bid’aların kesreti vaktinde ve dalaletin tahribatı hengamında, içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.

Dördüncüsü: Nasılki bir cisimde, neşv ü nema için tevessü’ meyli bulunur. O meyl-i tevessü’ ise, -çünki dâhildendir- vücud ve cisim için bir tekemmüldür. Fakat eğer hariçte tevsi’ için bir meyl ise, o vücudun cildini yırtmaktır, tahrib etmektir; tevsi’ değildir. Öyle de, İslâmiyetin dairesine selef-i sâlihîn gibi takva-yı kâmile kapısıyla ve zaruriyat-ı diniyenin imtisali tarîkıyla dâhil olanlarda meyl-üt tevessü’ ve irade-i içtihad bulunsa; o kemaldir ve tekemmüldür. Yoksa zaruriyatı terk eden ve hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih eden ve felsefe-i maddiye ile âlûde olanlardan olan o meyl-üt tevsi’ ve irade-i içtihad, vücud-u İslâmiyeyi tahrib ve boynundaki şer’î zincirini çıkarmağa vesiledir.”[39]

              “Eğer insan yalnız camid bir vücud olsaydı veyahut yalnız mideden ibaret nebatî bir mahluk olsaydı veyahut yalnız mukayyed, ağır ve muvakkat ve basit bir zât-ı cismaniye ve bir cism-i hayvanîden ibaret olsaydı; öyle çok kasırlara, çok hurilere lâyık ve mâlik olmazdı. Fakat insan, öyle câmi’ bir mu’cize-i kudrettir ki; hattâ şu dünya-yı fânide, şu kısa bir ömürde, şu inkişaf etmemiş bazı letaifinin ihtiyacı cihetiyle bütün dünyanın saltanatı, serveti ve lezaizi verilse belki hırsı tok olmayacaktır. Halbuki ebedî bir dâr-ı saadette, nihayetsiz istidada mâlik, nihayetsiz ihtiyaçlar lisanıyla, nihayetsiz arzular eliyle, nihayetsiz bir rahmetin kapısını çalan bir insan; elbette ehadîste beyan olunan ihsanat-ı İlahiyeye mazhariyeti makuldür ve haktır ve hakikattır.”[40]

             “Kur’an âlemi kapıları açıktır. İşte Kur’an cenneti “müfettehat-ül ebvab”dır; gir bak.”[41]

             “Sadık, masduk, musaddak olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın ihbarıdır. Evet o zâtın (A.S.M.) sözleri, saadet-i ebediyenin kapılarını açmıştır ve onun (A.S.M.) kelâmları saadet-i ebediyeye karşı birer penceredir.”[42]

             “Kâinat kapıları zahiren açık görünürken, hakikaten kapalıdır. Cenab-ı Hak, emanet cihetiyle insana “ene” namında öyle bir miftah vermiş ki; âlemin bütün kapılarını açar ve öyle tılsımlı bir enaniyet vermiş ki; Hallak-ı Kâinat’ın künuz-u mahfiyesini onun ile keşfeder. Fakat ene, kendisi de gayet muğlak bir muamma ve açılması müşkil bir tılsımdır. Eğer onun hakikî mahiyeti ve sırr-ı hilkati bilinse; kendisi açıldığı gibi kâinat dahi açılır.”[43]

            “Silsile-i felsefenin en mükemmel ferdleri ve o silsilenin dâhîleri olan Eflatun ve Aristo, İbn-i Sina ve Farabî gibi adamlar; “İnsaniyetin gayet-ül gayatı, “teşebbüh-ü bil-vâcib”dir.. yani Vâcib-ül Vücud’a benzemektir” deyip firavunane bir hüküm vermişler ve enaniyeti kamçılayıp şirk derelerinde serbest koşturarak; esbabperest, sanemperest, tabiatperest, nücumperest gibi çok enva’-ı şirk taifelerine meydan açmışlar. İnsaniyetin esasında münderiç olan acz ve za’f, fakr ve ihtiyaç, naks ve kusur kapılarını kapayıp, ubudiyetin yolunu seddetmişler. Tabiata saplanıp, şirkten tamamen çıkamayıp, şükrün geniş kapısını bulamamışlar.”[44]

             “Mevcudatın en eşrefi olan zîhayat ve zîhayat içinde en eşref olan zîşuur ve zîşuur içinde en eşref olan hakikî insan ve hakikî insan içinde geçmiş vezaifi en a’zamî derecede, en ekmel bir surette îfa eden zât; elbette o mi’rac-ı azîm ile Kab-ı Kavseyn’e çıkacak, saadet-i ebediye kapısını çalacak, hazine-i rahmetini açacak, imanın hakaik-i gaybiyesini görecek, yine o olacaktır.”[45]

             “Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, o yolu açmış; velayetiyle gitmiş, risaletiyle dönmüş ve kapıyı da açık bırakmış. Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar.”[46]

             “Şu küçücük insan, neşir ve haşir gibi muazzam inkılablara medar olmuş. Kâinatın tahrib ve tebdiline sebeb olur. Onun muhakemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır.”[47]

             “Kabir kapısını kapamadığınız için, siz kat’î olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar, onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.”[48]

             “Amma Kur’anın cadde-i nuraniyesi ise: Bütün ehl-i dalaletin çektiği yaraları, hakaik-i imaniye ile tedavi eder. Bütün evvelki yoldaki zulümatı dağıtır. Bütün dalalet ve helâket kapılarını kapatır.”[49]

             “Hem kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bağistan-ı cinana ve nuristan-ı Rahman’a açılan bir kapı olduğunu isbat etmekle, beşerin en müdhiş korkusunu izale edip, en elîm ve kasavetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel bir bahçeye kapı açar. Yani kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bağistan-ı rahmete açılan bir kapı olduğunu gösterir.”[50]

             “Yâ Rab! Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca me’nus sadâsıyla çalar; tâ ona açılsın. Öyle de: Bîçare ben dahi, senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveys-el Karanî’nin nidasıyla ve münacatıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç.

            İlâhî! Sen benim Rabbimsin, ben Senin kulunum. Sen Hâlıksın, ben mahlûkum. Sen Rezzaksın, ben merzûkum. Sen Mâliksin, ben memlûküm. Sen Azizsin, ben zelîlim. Sen Ganîsin, ben fakirim. Sen Hayysın, ben meyyitim. Sen Bâkîsin, ben fâniyim. Sen Kerîmsin, ben leîmim. Sen Muhsinsin, ben âsiyim. Sen Gafûrsun, ben günahkârım. Sen Azîmsin, ben hakîrim. Sen Kavîsin, ben zayıfım. Sen Mu’tîsin, ben dilenciyim. Sen Emînsin, ben korkudayım. Sen Cevâdsın, ben muhtacım. Sen Mücîbsin, ben duacıyım. Sen Şâfîsin, ben hastayım. Sen benim günahlarımı mağfiret et. Beni cezalandırma. Hastalıklarıma şifa ver, yâ Allah, yâ Kâfi, yâ Rabbi, yâ Vâfî, yâ Rahîm, yâ Şâfî, yâ Kerîm, ya Muâfî. Benim bütün günahlarımı bağışla. Benim bütün dertlerime âfiyet ver. Beni ebediyen rızâna mazhar et. Rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.”[51]

             “İlmin elinden eğer cehlin eline düşse mecaz, eder inkılab hakikata, hem açar hurafata kapılar.”[52]

             “İsraf Sefahetin, Sefahet Sefaletin Kapısıdır.”[53]

             “Zevkî bir fark bulunur, daim onu aldatır o kuvve-i zaika, bedene, hem mideye kapıcı, müfettişe.

Onun tesiri menfî, müsbet değil! Vazife yalnız kapıcıyı taltif ve memnun etmek? Nûş verirsin o bîhûşe”[54]

             “Riba atalet verir, şevk-i sa’yi söndürür. Ribanın kapıları hem de onun kapları olan bu bankaların her dem nef’i ise, beşerin en fena kısmınadır; onlar da gâvurlardır. Gâvurlardaki nef’i en fena kısmınadır, onlar da zalimler.”[55]

            “Her asra, her asırdaki her tabakaya kapısı küşade. Güya her demde, her yerde taze nâzil oluyor o Kelâm-ı Rahmanî.”[56]

             “Vicdanda firdevslerin kapıları açılır, dünya olur bir cennet. İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz.”[57]

             “Dünya süslü bir menzildir. Herbirimizin hayatı, bir endam âyinesidir. Şu dünyadan herbirimize birer dünya var, birer âlemimiz var. Fakat direği, merkezi, kapısı, hayatımızdır. Belki o hususî dünyamız ve âlemimiz, bir sahifedir. Hayatımız bir kalem.. onunla sahife-i a’malimize geçecek çok şeyler yazılıyor.”[58]

             “Evet evet.. acz ve tevekkül ile, fakr ve iltica ile nur kapısı açılır, zulmetler dağılır.”[59]

             “Demek beni efrad-ı milletten ve raiyetten saymıyorsunuz.Nasıl kanun-u medeniyetinizin bana tatbikini teklif ediyorsunuz? Dünyayı bana zindan ettiniz. Zindanda olan bir adama böyle şeyler teklif edilmez. Siz bana dünya kapısını kapadınız; ben de âhiret kapısını çaldım; rahmet-i İlahiye açtı. Âhiret kapısında bulunan bir adama, dünyanın karmakarışık usûl ve âdâtı ona nasıl teklif edilir? Ne vakit beni serbest bırakıp memleketime iade edip hukukumu verdiniz, o vakit usûlünüzün tatbikini isteyebilirsiniz.”[60]

             “Hem madem dünyevî dostlar ve rütbeler, kabir kapısına kadardır.

Elbette en bahtiyar odur ki: Dünya için âhireti unutmasın, âhiretini dünyaya feda etmesin, hayat-ı ebediyesini hayat-ı dünyeviye için bozmasın, malayani şeylerle ömrünü telef etmesin; kendini misafir telakki edip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etsin; selâmetle kabir kapısını açıp saadet-i ebediyeye girsin.”[61]

             “Hamd ve şükür ile, yani nimetten in’amı hissetmekle, yani Mün’imi tanımakla ve in’amını düşünmekle, yani onun rahmetinin iltifatını ve şefkatinin teveccühünü ve in’amının devamını düşünmekle; nimetten bin derece daha leziz, manevî bir lezzet kapısını sana açar.”[62]

             “Sizlere müjde! Mevt i’dam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksandokuz ahbabın mecma’ı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.”[63]

             “Hem madem hulf-ül va’d ve hilaf ve kizb ve aldatmak, en çirkin bir haslet ve naks u kusurdur. Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelal, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslîsi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.”[64]

             “Ey insan! Bilir misin nereye gidiyorsun ve nereye sevk olunuyorsun? Otuzikinci Söz’ün âhirinde denildiği gibi: Dünyanın bin sene mes’udane hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen Cennet hayatının ve o Cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemaline mukabil gelmeyen bir Cemil-i Zülcelal’in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna gidiyorsun. Mübtela ve meftun ve müştak olduğunuz mecazî mahbublarda ve bütün mevcudat-ı dünyeviyedeki hüsün ve cemal, onun cilve-i cemalinin ve hüsn-ü esmasının bir nevi gölgesi ve bütün Cennet, bütün letaifiyle bir cilve-i rahmeti ve bütün iştiyaklar ve muhabbetler ve incizablar ve cazibeler, bir lem’a-i muhabbeti olan bir Mabud-u Lemyezel’in, bir Mahbub-u Lâyezal’in daire-i huzuruna gidiyorsunuz ve ziyafetgâh-ı ebedîsi olan Cennet’e çağrılıyorsunuz. Öyle ise kabir kapısına ağlayarak değil, gülerek giriniz.”[65] 

            “İşte ey mü’minler! Ehl-i iman aşiretine karşı tecavüz vaziyetini almış ne kadar aşiret hükmünde düşmanlar olduğunu bilir misiniz? Birbiri içindeki daireler gibi yüz daireden fazla vardır. Her birisine karşı tesanüd ederek, el-ele verip müdafaa vaziyeti almaya mecbur iken; onların hücumunu teshil etmek, onların harîm-i İslâma girmeleri için kapıları açmak hükmünde olan garazkârane tarafgirlik ve adavetkârane inad; hiçbir cihetle ehl-i imana yakışır mı?”[66] 

            “Malûm olsun ki: Bizi ziyaret eden, ya hayat-ı dünyeviye cihetinde gelir; o kapı kapalıdır. Veya hayat-ı uhreviye cihetinde gelir. O cihette iki kapı var: Ya şahsımı mübarek ve makam sahibi zannedip gelir. O kapı dahi kapalıdır. Çünki ben kendimi beğenmiyorum, beni beğenenleri de beğenmiyorum. Cenab-ı Hakk’a çok şükür, beni kendime beğendirmemiş. İkinci cihet, sırf Kur’an-ı Hakîm’in dellâlı olduğum cihetledir. Bu kapıdan girenleri, alerre’si vel’ayn kabul ediyorum. Onlar da üç tarzda olur: Ya dost olur, ya kardeş olur, ya talebe olur.”[67]

             “Hayalâtlara karşı kapısı açık olan rü’yaları, tahkikî bir surette mevzubahs etmek, tahkik mesleğine tam uygun gelmediği…”[68]

             “Kabir kapısında bekleyen bir adam, arkasındaki fâni dünyaya riyakârane bakması, acınacak bir hamakattır ve dehşetli bir hasarettir.”[69]

             “Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelalinin hem cemalî, hem celalî iki kısım esması bulunduğundan ve o cemalî ve celalî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi’ bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi’ kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi’ bir semeresi olan insan nev’inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş.”[70]

             “Ey Rabb-i Rahîmim ve ey Hâlık-ı Kerimim! Benim sû’-i ihtiyarımla ömrüm ve gençliğim zayi’ olup gitti. Ve o ömür ve gençliğin meyvelerinden elimde kalan, elem verici günahlar, zillet verici elemler, dalalet verici vesveseler kalmıştır. Ve bu ağır yük ve hastalıklı kalb ve hacaletli yüzümle kabre yakınlaşıyorum. Bilmüşahede göre göre gayet sür’atle, sağa ve sola inhiraf etmeyerek, ihtiyarsız bir tarzda, vefat eden ahbab ve akran ve akaribim gibi kabir kapısına yanaşıyorum. O kabir, bu dâr-ı fâniden firak-ı ebedî ile ebed-ül âbâd yolunda kurulmuş, açılmış evvelki menzil ve birinci kapıdır. Ve bu bağlandığım ve meftun olduğum şu dâr-ı dünya da, kat’î bir yakîn ile anladım ki; hêliktir gider ve fânidir ölür. Ve bilmüşahede içindeki mevcudat dahi, birbiri arkasından kafile kafile göçüp gider, kaybolur. Hususan benim gibi nefs-i emmareyi taşıyanlara şu dünya çok gaddardır, mekkârdır. Bir lezzet verse, bin elem takar çektirir. Bir üzüm yedirse, yüz tokat vurur.”[71]

             “Ey Hâlık-ı Kerimim ve ey Rabb-ı Rahîmim! Senin Said ismindeki mahlukun ve masnuun ve abdin hem âsi, hem âciz, hem gafil, hem cahil, hem alîl, hem zelil, hem müsi’, hem müsinn, hem şakî, hem seyyidinden kaçmış bir köle olduğu halde, kırk sene sonra nedamet edip senin dergâhına avdet etmek istiyor. Senin rahmetine iltica ediyor. Hadsiz günah ve hatiatlarını itiraf ediyor. Evham ve türlü türlü illetlerle mübtela olmuş. Sana tazarru’ ve niyaz eder. Eğer kemal-i rahmetinle onu kabul etsen, mağfiret edip rahmet etsen; zâten o senin şânındır. Çünki Erhamürrâhimînsin. Eğer kabul etmezsen, senin kapından başka hangi kapıya gideyim? Hangi kapı var? Senden başka Rab yok ki, dergâhına gidilsin. Senden başka hak Mabud yoktur ki, ona iltica edilsin!..”[72]

             “İktisadsızlık yüzünden müstehlikler çoğalır, müstahsiller azalır. Herkes gözünü hükûmet kapısına diker. O vakit hayat-ı içtimaiyenin medarı olan “san’at, ticaret, ziraat” tenakus eder. O millet de tedenni edip sukut eder, fakir düşer.”[73]

             “İran’ın âdil padişahlarından Nuşirevan-ı Âdil’in veziri, akılca meşhur âlim olan Büzürcümehr’den (Büzürg-Mihr) sormuşlar: “Neden ülema, ümera kapısında görünüyor da; ümera ülema kapısında görünmüyor. Halbuki ilim, emaretin fevkındedir?” Cevaben demiş ki: “Ülemanın ilminden, ümeranın cehlindendir.” Yani; ümera, cehlinden ilmin kıymetini bilmiyorlar ki, ülemanın kapısına gidip ilmi arasınlar. Ülema ise; marifetlerinden mallarının kıymetini dahi bildikleri için ümera kapısında arıyorlar. İşte Büzürcümehr, ülemanın arasında fakr ve zilletlerine sebeb olan zekâvetlerinin neticesi bulunan hırslarını zarif bir surette tevil ederek nazikane cevab vermiştir.”[74]

             “İsraf, kanaatsızlığı intac eder. Kanaatsızlık ise çalışmanın şevkini kırar, tenbelliğe atar; hayatından şekva kapısını açar, mütemadiyen şekva ettirir.Hem ihlası kırar, riya kapısını açar. Hem izzetini kırar, dilencilik yolunu gösterir. İktisad ise, kanaatı intac eder.

…Hem iktisaddan gelen kanaat; şükür kapısını açar, şekva kapısını kapatır. Hayatında daima şâkir olur. Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğna etmek cihetinde teveccühlerini aramaz. İhlas kapısı açılır, riya kapısı kapanır.”[75]

             “Ey hastalık vasıtasıyla hayrat yapamamaktan şekva eden hasta! Şükret, hayratın en hâlisinin kapısını sana açan, hastalıktır.”[76]

             “Ne kadar iyilik ve güzellik ve nimet varsa, doğrudan doğruya o Cemil ve Rahîm-i Mutlak’ın hazine-i rahmetinden ve ihsanat-ı hususiyesinden gelir. Ve musibet ve şerler ise, saltanat-ı rububiyetin âdetullah namı altında ve küllî iradelerin mümessilleri olan umumî ve küllî kanunlarının çok neticelerinden tek-tük cüz’î neticeleri olmasından, o kanunlar cereyanının cüz’î muktezaları olduğundan, elbette küllî maslahatlara medar olan o kanunları muhafaza ve riayet etmek için o şerli, cüz’î neticeleri dahi halkeder. Fakat o cüz’î ve elîm neticelere karşı, imdadat-ı hassa-i Rahmaniye ve ihsanat-ı hususiye-i Rabbaniye ile musibete düşen efradın feryadlarına ve beliyyelere giriftar olan eşhasın istigaselerine yetişir. Ve fâil-i muhtar olduğunu ve her bir şeyin her bir işi, onun meşietine bağlı bulunduğunu ve umum kanunları dahi, daima irade ve ihtiyarına tâbi’ bulunmalarını ve o kanunların tazyikinden feryad eden ferdleri, bir Rabb-ı Rahîm dinlediğini ve imdadlarına ihsanıyla yetiştiğini göstermekle; esma-i hüsnanın kayıdsız ve hadsiz cilvelerine, hadsiz ve kayıdsız bir meydan açmak için o küllî âdetullah düsturlarının ve o umumî kanunların şüzuzatıyla ve hem şerli cüz’î neticeleriyle, hususî ihsanat ve hususî teveddüdat, yani sevdirmekle hususî tecelliyat kapılarını açmıştır.”[77]

             “Sonra, pür-merak ve pür-iştiyak o misafir, âlem-i şehadet ve cismanî ve maddî cihetinde ve mahsus taifelerin dillerinden ve lisan-ı hallerinden ders aldığından, âlem-i gayb ve âlem-i berzahta dahi mütalaa ile bir seyahat ve bir taharri-i hakikat arzu ederken, her taife-i insaniyede bulunan ve kâinatın meyvesi olan insanın çekirdeği hükmünde bulunan ve küçüklüğü ile beraber manen kâinat kadar inbisat edebilen müstakim ve münevver akılların, selim ve nurani kalblerin kapısı açıldı. Baktı ki; onlar, âlem-i gayb ve âlem-i şehadet ortasında insanî berzahlardır ve iki âlemin birbiriyle temasları ve muameleleri, insana nisbeten o noktalarda oluyor gördüğünden; kendi akıl ve kalbine dedi ki: Gelin, bu emsalinizin kapısından hakikate giden yol daha kısadır. Biz öteki yollardaki dillerden ders aldığımız gibi değil, belki iman noktasındaki ittisaflarından ve keyfiyet ve renklerinden mütalaamız ile istifade etmeliyiz, dedi, mütalaaya başladı.”[78]

            “Ve tevhid-i hakikî öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki; her bir şeyle Rabbini bulabilir ve her şeyde Hâlıkına giden bir yolu görür ve hiç bir şey huzuruna mani olmaz. Yoksa Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzımgelir. “Öyle ise haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’al ve âsâr menziline ve icad ve ibda’ âlemine girdi, gördü ki: Kâinatı istila etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi isbat ederler.”[79]

             “Hem arz, senevî hayatı haysiyetiyle bir ağaç olduğu ve o dört isim içinde hafîziyeti ve onunla haşir kapısına bir anahtar yaptığı gibi, aynen öyle de, dehrî ve dünya hayatı cihetiyle yine meyveleri âhiret pazarına gönderilen bir muntazam ağaçtır. Ve o dört isme öyle bir mazhar, bir âyine ve âhirete giden bir yol açar ki, genişliğini ihataya ve tabire aklımız kâfi gelmiyor.”[80]

             “Cehennem fikri, geçmiş iman meyvelerinin lezzetlerini korkusuyla kaçırmıyor. Çünki hadsiz rahmet-i Rabbaniye o korkan adama der: Bana gel, tövbe kapısıyla gir. Tâ Cehennem’in vücudu değil korkutmak, belki sana Cennet’in lezzetlerini tam bildirsin ve senin ve hukuklarına tecavüz edilen hadsiz mahlukatın intikamlarını alsın, sizi keyiflendirsin.”[81]

             “Kalb gözü, sanki cevahire bir hazine olmak üzere Cenab-ı Hak tarafından yapılan bir binadır. Vakta ki sû’-i ihtiyarlarıyla ifsada uğradı ve cevherlere yapılan yerler, yılanlar ve akreplerle doldu; kapısı hatmedildi ki, o sâri hastalıktan başkaları mutazarrır olmasın.

…Sanki nur-u marifet onların kalblerinin kapılarına geldiği zaman kalblerini açıp kabul etmediklerinden, Allah da gazaba gelerek kalblerini hatmetti.

… hatmedilen kalbin dünyaya bakan kapısı değil, ancak âhirete nâzır olan kapısı seddedilmiş olduğuna işarettir. [82]

             “Arkadaş! Tabiat ve esbab, bazı insanlara şükür kapısını kapatıp şirk ve küfür kapısını açmıştır. Halbuki, şirkin temeli sayısız muhalâttan kurulmuş olduğundan haberleri yok.”[83]

             “Ancak Onun kudretiyle, iradesiyle her müşkil hallolur ve kapalı kapılar açılır. Ve Onun zikriyle kalbler mutmain olurlar. Binaenaleyh necat ve halas ancak Allah’a iltica ile olur.”[84]

             “Kabir, âlem-i âhirete açılmış bir kapıdır. Arka ciheti rahmettir, ön ciheti ise azabdır. Bütün dost ve sevgililer o kapının arka cihetinde duruyorlar. Senin de onlara iltihak zamanın gelmedi mi? Ve onlara gidip onları ziyaret etmeğe iştiyakın yok mudur? Evet vakit yaklaştı. Dünya kazuratından temizlenmek üzere bir gusül lâzımdır. Yoksa onlar istikzar ile ikrah edeceklerdir.”[85]

 

“Kâinatın miftahı, anahtarı insanın elindedir. Âlemin kapıları açık ise de manen kapalıdır. Cenab-ı Hak bütün o kapıları ve kenz-i mahfîyi açan “Ene” namında bir miftahı insanın eline vermiştir. Fakat, ene de kapısı kapalı bir bilmecedir. Bunun kapısı açılıyorsa kâinatın da kapıları açılıyor.”[86]

            “O kardeşimiz, hakikaten hâlis ve tam sadık. Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel. Fakat birden herşeyi mükemmel ister, onun için biraz sıkıntı çeker. Mümkün olduğu kadar hem ihtiyat etsin, hem de mübtedi’ hocalara mübareze kapısını açmasın. İnşâallah Cenab-ı Hak onu muvaffak eder.”[87]

             “Risale-i Nur hizmetinde bir kapı kapansa, daha mühim kapılar açılır…”[88]

             “Ey kör hissiyatın içine giren nefs-i emmare! Bu âdi şahsiyetimin ve bir çekirdek kadar ehemmiyeti olmayan istidadımın yüz derece fevkinde ve sırf bir inayet-i Rabbaniye olarak bu karanlıklı ve çok hastalıklı asırda Kur’anın eczahane-i kudsiyesinden çıkan ve rahmet-i İlahiye ile elimize verilen Risale-i Nur’daki hakikatlara o şahıs masdar ve menba’ ve medar olamaz. Belki yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur’an kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeğe bir vesile olduğum halde, Nur’un muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, safi ve fedakâr şakirdleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad namı verdikleri o bîçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannu’lara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridatın verdiği tevahhuş için, hattâ dostlarla dahi -hizmet-i Nuriye olmazsa- görüşmeyi terkediyorum ve etmeğe ruhen mecbur oluyorum.”[89]

             “Hakikî Ehl-i Sünnet Velcemaat,…fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar.”[90]

             “Mütevekkilâne, sabûrane tuttuğumuz otuz sene Ramazan-ı sükûtun sevabıdır ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır. Hâkimiyet-i milliyenin beraat-i istihlâli olan kanun-u şer’î, hâzin-i cennet gibi bizi duhûle dâvet ediyor.”[91]

             “Acaba, bahçıvan bir bahçenin kapısını açsa, herkese ibahe etse, sonra da zâyiat vuku bulsa, kabahat kimdedir?”[92]

             “Ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyeti bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar! Gelen neslin kapısında durmayınız. Mezar sizi bekliyor, çekiliniz; tâ ki, hakikat-ı İslâmiyeyi hakkiyle kâinat üzerinde temevvüc-sâz edecek olan nesl-i cedid gelsin!..”[93]

             “İfrat gibi tefrit de muzırdır, belki daha ziyade. Fakat ifrat, tefrite sebeb olduğundan daha kabahatlidir. Evet ifrat ile müsamahanın kapısı açıldı. Çürük şeyler o hakaik-i âliyeye karıştığından; ehl-i tefrit ile insafsız olan ehl-i tenkid, gayet haksızlık olarak şu çürük şeylerin yüzer misline olan hakaik-i âliye içinde gördüklerinden ürktüler, nefret ettiler. Hâşâ.. lekedar ve kıymetsiz zannettiler. Acaba defineye hariçten girmiş bir silik para bulunsa veyahut bir bostanda başka yerden düşmüş olan çürük ve acı bir elma görünse, hak ve insaf mıdır ki; umum defineyi kalp ve umum elmaları acı zannedip vazgeçmekle lekedar edilsin…”[94]

             “Binaenaleyh her eve kendi kapısıyla gitmek lâzımdır. Zira her evin bir kapısı var. Ve her kilidin bir anahtarı vardır…”[95]

             “Mecaz mecaza kapı açar..”[96]

             “Efkâr için kapıları açmak, duhûle davet etmek lâzımdır. Nasılki Şeriat-ı Garra öyle yapmıştır.”[97]

 

Mehmet   ÖZÇELİK

26-10-2004

 

[1] Sözler.391.

[2] Mesnevi-i Nuriye.105.

[3] Age.180.

[4]Sözler.Age.207.

[5] Lem’alar.89.

[6] Sözler.15.

[7] Age.19.

[8] Age.27-28.

[9] Age.28.

[10] Age.29.

[11] Age.32.

[12] Age.32-33.

[13] Age.38-39.

[14] Age.72-73.

[15] Age.76.Haşiye.1.

[16] Age.88.

[17] Age.142.

[18] Age.142.

[19] Age.143.

[20] Age.147.

[21] Age.151.

[22] Age.170.

[23] Age.172,341,344,587.

[24] Age.201.

[25] Age.204.

[26] Age.210.

[27] Age.267.

[28] Age.270.

[29] Age.273.

[30] Age.318,Mektubat.300.

[31] Age.319.

[32] Age.325.

[33] Age.333.

[34] Age.339.

[35] Age.409.

[36] Age.423.

[37] Age.428.

[38] Age.458-459.

[39] Age.480-482.

[40] Age.501.

[41] Age.514.

[42] Age.522,560.

[43] Age.536.

[44] Age.540,544.

[45] Age.578.

[46] Age.579-580.

[47] Age.614.

[48] Age.634.

[49] Age.635.

[50] Age.635.

[51] Age.652.

[52] Age.716,Mektubat.473.

[53] Age.721.

[54] Age.722.

[55] Age.730.

[56] Age.734.

[57] Age.745.

[58] Mektubat.11.

[59] Age.26.

[60] Age.70.

[61] Age.71.

[62] Age.225.

[63] Age.226.

[64] Age.228.

[65] Age.228.

[66] Age.269.

[67] Age.344.

[68] Age.346-347.

[69] Age.465.

[70] Lem’alar.80.

[71] Age.129.

[72] Age.130.

[73] Age.145.Haşiye.

[74] Age.145.Haşiye.1.

[75] Age.146.

[76] Age.214.

[77] Şualar.32.

[78] Age.121-122.

[79] Age.154.

[80] Age.217.

[81] Age.229.

[82] İşarat-ül İ’caz.77.

[83] Mesnevi-i Nuriye.33.

[84] Age.58.

[85] Age.129.

[86] Age.199.

[87] Kastamonu Lahikası.242.

[88] Age.266.

[89] Emirdağ Lahikası.1/200.

[90] Age.1/206-210.

[91] Tarihçe-i Hayat.56.

[92] Age.75.

[93] Age.85.

[94] Muhakemat.22.

[95] Age.48.

[96] Age.69.

[97] Age.161.