HİSSE-17

HİSSE-17
VEFA HAZRETLERİ
İstanbul’un Vefa semtine adı verilen Şeyh Vefa, Fatih devrinin büyük alimlerinden ve evliyasındandı. Akşemseddin, Molla Gürani gibi devrin manevi önderlerinden biriydi. Bu büyük zatın oyun yaşlarındaki bir oğlu kötü bir alışkanlık edinmişti. Ucuna çivi çakılmış bir sopa ile o devirde evlere içme suyu taşıyan sakaların kırbalarını deliyordu. Evcil hayvan derisinden yapılmış su tulumu demek olan kırba, sivri bir madde ile dokunuldu mu kolayca delinecek bir nesneydi. Şeyh Vefa’nın oğlu da bunu yapıyordu. Sakalar, “Bir din ulusunun oğludur, çok sürmez geçer” diye bir müddet dayandılarsa da baktılar vazgeçeceği falan yok, Şeyh Vefa’ya şikayet ettiler. Vefa Hazretleri olanları duyunca hayretler içinde kaldı. Nasıl olur da bunca dikkat ve özenle yetiştirilen, haram lokmadan uzak tutulan bir çocuk böyle bir şey yapardı? Şeyh Vefa sakalara, “Tamam” dedi. Konu anlaşıldı, gereken yapılacak, sizin de zararınız ödenecektir. Önce kendinden işe başladı. “Acaba ben bu çocuğa yanlışlıkla da olsa haram yedirdim mi?” diye düşündü. Bir şey bulamadı. Hanımına sordu; “Sen bu çocuğa hamileyken veya süt verirken haram bir şey yedin mi, çok iyi düşün, bana bildir, yoksa oğlanın sonu kötü” dedi.
Hanım düşündü, taşındı, rüyaya yattı, nihayet bir olay hatırladı. Oğlana hamileyken oturmağa gittiği bir komşu evinde, masadaki bir tabakta portakallar varmış. Görünce canı çekmiş ama istemeye de utanmış. Ev sahibi hanım bulundukları odadan dışarı çıktıkça yakasındaki iğneyi portakallara batırıp sularını içmiş. Bunu şeyhe anlattı. Şeyh Vefa “Aman hatun hiç vakit geçirmeden o komşuya git, olanı biteni dosdoğru anlat ve helallik dile” diye tenbihledi. Kendi de sakaları çağırdı, kimin kaç tane kırbası delinmişse hepsinin parasını ödedi ve haklarını helal ettirdi. Oğlana olayın başından sonuna kadar bir şey denmedi. Hakkında böyle şikayet var, bir daha yaparsan asarız, keseriz yollu tehdit edilmedi. Ama çocuk bir daha çivili sopa ile kırbaları delmedi.
*************
DİBE ÇEKEN AĞIRLIKLARIMIZ
İBRETLİK BİR FIKRA
Hindistan’ın İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda bir İngiliz subayı hiçbir neden olmaksızın halktan bir Hintliye sertçe bir tokat atar. Hintli adam hemen yüzüne bir yumruk vurur. Subayı yere serer.
Bu karşılığı beklemeyen subay hem korkar ve hem de sinirlenir.
Tek başına bir şey yapamayacağını bildiğinden yardım almak için bölüğe gider. Nasıl olur da sıradan bir Hintli İngiliz Kraliyet Subayını vurmaya cesaret ederdi !
Subay Generalin yanına gidip kendisinden asker talep eder. General onu dinledikten sonra onu bir odaya götürür.
General bir kasadan 50.000 rupiye çıkarıp subaya verir:
– Bu parayı bu gün sana tokat atan Hintliye ver. ve ondan da özür dile!
Bunu duyan İngiliz subay sinirlenir:
– Zavallı bir Hintli, İngiltere Kraliyet Subayını vurup hakaret edecek ve karşılığında ondan özür mü dileyeceğim !
General emrivaki:
-Bu bir emirdir! Soru sormaksızın itaat edeceksin !
Subay çaresizce parayı alıp Hintli adama götürür ve ondan da özür diler. Hintli adam bu kadar çok para karşısında bayağı sevinir. O zamanın parasıyla yarı servet gibi bir şey. Onunla ev araba vs… alır
Bir müddet sonra bu Hintli tanınan tüccarlar arasına girer. Bir gün General tokat yiyen subayı çağırır.
– Zamanında sana tokat atan Hintliyi hatırlıyor musun?
Subay:
-Unutmam mümkün mü efendim !
General:
-Şimdi intikamını alma vaktidir ! Ona topluluğun içinde vur ! İnsanları hepsi görsün !
Subay itiraz ederek:
-Bu Hintli kimsesiz iken onu vurmama izin vermezken şu an şehrin tanınan kişilerinden olmuşken mi vurma mı istiyorsunuz? Onu vurur vurmaz etrafındakiler bana saldırırlar efendim !
General kendinden emin bir şekilde:
– Endişelenecek bir şey yok. Sana dediğimi yap. Git ona vur gel !
İngiliz Subay Hintli adamın mağazasına gider. Hintlinin adamları da orada bulunmaktadır. İngiliz subay bir şey demeksizin öyle bir vurur ki, Hintli adam yere kapaklanıp düşer.
Hintli adam hiçbir karşılık vermediği gibi düştüğü yerden de kalkmaz! İşin garip tarafı Hintli adam subayın yüzüne dahi bakmaya cesaret edemez !
Karşılık görmeyen subay hayretler içerisinde kalır. İntikam almanın verdiği sevinçle oradan ayrılıp generalin yanına gelir.
General:
-Seni hem sevinçli ve hem de hayretler içerisinde görüyorum.
Subay:
– Evet efendim. O Hintli İlk seferinde kimsesiz iken ona vurduğumda sessiz kalmayıp daha sert bir şekilde beni vurdu. Ama bugün mal makam sahibi iken ona vurduğumda bana bir söz dahi edemedi !
General:
-İlk sefer onu vurduğunda İZZETİ NEFSİ vardı. Ve bunu en büyük sermayesi bilirdi. Onu korumak için sana karşılık verdi.
Ama ikinci seferde İZZETİ NEFSİNİ PARAYA SATTI. Menfaati tehlikeye girer diye sana karşılık vermeye korktu. Onun için kendini savunamadı !
Menfaati için haksızlık karşısında susanlara ithaf olunur. siz de susmanın bedelini ödeyeceksiniz..
****************
Ortalama 75 sene yaşayan bir insan ömründe neler yapıyor ⁉️

⏰ 8 saat uykuyla ömrünün ⏳25 senesi uykuda.
⏰ 9 saat Sabah 08:00 – 17:00 arası çalışma ile ömrünün ⏳ 28 senesi çalışmakla
⏰ 2 saat yolda gidiş,geliş ve ulaşım ömrünün ⏳ 6 senesi ulaşımla.
⏰ 2 saat yemek,içmek vs ömrünün ⏳ 6 senesi.
⏰ 1 saat telefon,televizyon sosyal medya vs. Ömrünün ⏳ 3 senesi
⏰ 1 saat kişisel temizlik,banyo,wc vs . ömrünün ⏳ 3 senesi

8+9+2+2+1+1= 23 saat ömrünün 72 senesi

24 saatin 23 saati, 75 senelik ömrünün 72 senesi dünya için

Acaba yirmiüç saatini şu kısacık hayat-ı dünyeviyeye sarfeden ve o uzun hayat-ı ebediyeye bir tek saatini sarfetmeyen;
ne kadar zarar eder,
ne kadar nefsine zulmeder,
ne kadar hilaf-ı akıl hareket eder.
Sözler ?

Rabbim zamanın kıymetini bilip, rızası dairesinde harcamayı nasib etsin.??
***************
Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osmana hakaret ve tekfir eden Şia yani İranlılar şunu düşünmezler mi acaba?
Kendilerinin kızlarını bir kâfir veya yahudi istese verirler miydi?
Veya kendileri onlardan kız alırlar mıydı?
Vermeyip alamayacakları gibi, bunu hakaret olarak kabul edeceklerdi.
Peki peygamberimiz nasıl böylelerinden kız alır ve verir?
Kendisinin gösterdiği hassasiyet kadar, inandığı veya inandığını söylediği peygamberin hiç mi hassasiyeti yoktur?
Nitekim….
MEHMET ÖZÇELİK
6-5-2022




İRAN İÇ TEHDİDİ VE ŞİA

İRAN İÇ TEHDİDİ VE ŞİA

İran ve inancı olan Şia aslında batının değil, geçmişten geleceğe İslam dünyasının bir problemi olmuştur.

İran sözde batıyla uğraşıyor görünse de aslında onun en çok uğraşıp problem çıkardığı İslam ülkeleri ve özellikle Osmanlıdan hatta İslam tarihinden bugüne Türkiye ile devam etmektedir.

Batıyla söz kavgası içerisine girerken, Osmanlıdan günümüze bizimle 23 defa karşı karşıya gelmiş ve de gelmektedir.

En az tabirle batı dünyası İran’ı bahane ederek, onun şahsında İslam dünyasına saldırmaktadır.

Bu konuda birkaç yazıda bunu belirtmiştim.[1]

Ve onun bir şubesi olan Alevilik konusunu genişçe ele almıştım.[2]

-1502 yılında Şeyh iken Şahlığa soyunan Şah İsmail’in yarım bıraktığını bugün İran devam ettirmektedir.[3]

1979 yılında Ayetullah Humeyni liderliğinde İran’da bir İslam Cumhuriyeti kurulması ile yeni bir döneme ve değişime girmiş oldu.[4]

Oda Müslümanları öldürerek. Bugün bir milyon Suriye’de akan kanlarda İran’ın kanlı eli bulunmaktadır.

İran derin devleti.

Milyonlarca Müslümanı öldürüp, öldürülmesine ortak olan devlet.

Suriye, Irak, Yemen.

– “Irak’ta Şii gruplar arasındaki çatışma cami ve medreselere sıçradı, karşıt gruplar camilere saldırıp minareleri yıktı. Gerilimin temelinde ise İran’ın Irak’taki etkisi var. Yaşananlar, İran ile ABD arasındaki nükleer müzakere sürecinin sonucu için de anlam taşıyor.”[5]

Bugün camilerinde çok rahatlıkla özellikle Hz. Ebubekir, Hz. Ömer hatta Efendimizin hanımı Hz. Aişe’ye lanet edilmektedir.

Hatta Hz. Aliye olan muhabbetleri, Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer’e olan düşmanlıklarındandır.

Zahiren Hz. Ali taraftarlığı görünürken, diğerlerine olan düşmanlığı sürekli körüklemektedir.

Bizde bir kısım gayrı Müslimlerin veya o yapıda olanların; keşke Osmanlı Müslüman olmasaydı sözü gibi onlarında içinde bir kısım ve kesim; keşke İran Müslüman olmasaydı düşüncesi içerisindedirler.

Bunlar İranlıların temel Şii kitaplarında da açıkça işlenmektedir. Bunlar;

-Bihar-ul Envar, Kitab-ul Vafi, Rahmanın Nefesi, Kâfi, 12. İmamın Tarihi kitapları gibi.

-Şia üzerine birçok reddiyeler ve tahliller ele alınmıştır.[6]

-“İran Azerbaycan ve Türkiye ye karşı, tarafını Ermenistan’dan yana tutmuştur. Azerbaycan Ermenistan savaşında da bunu göstermiştir.[7]

İran’ın en büyük hedefi kendilerinin İslam’dan önceki Sasani İmparatorluğunu tekrar canlandırmak ve bu amaçla Osmanlı ve şimdi de Türkiye’nin güçlenmesini hazmedememektedir.

-”Pentagon, PKK’nın Türkiye’ye karşı ittifak kurduğu yeni müttefiği açıkladı.

Türkiye’nin terör örgütü PKK’ya karşı yürüttüğü sınır ötesi operasyonları devam ederken, Pentagon tarafından hazırlanan yeni bir raporda, PKK’nın İran destekli militanlarla işbirliği yapmaya başladığı belirtildi.”[8]

-Altında Yahudi fitnesinin yani Abdullah bin Sebe’nin bulunduğu ve siyasi bir yapıya sahip olan Şia bir mezhepten çok artık bir inanç halini almıştır.

Tarihlerine baktığımızda kin ve kan kokar. Yayılmacılık düşüncesi her an tazeliğini korumaktadır.

Yavuz Sultan Selim Han olmasaydı bugün Anadolu tamamen Şia’nın idaresi altında olacaktı.

Onun hedefinde İslam’ı yaymak değil, Müslümanlarla uğraşmak vardır.

Onun temelinde din esas değil, siyaset esastır.

Bugün Hristiyanlıktaki Teslis inancı gibi Hz. Ali’yi Allah’ın oğlu kabul eden Ğulat-ı Şia bulunmaktadır.

Hristiyanlıkta papa nasıl Allah’ın yer yüzündeki hakimi ise, İran’daki İmamda aynı güç ve yetkidedir.

“Şiilere göre amellerin kabul edilmesi imametin kabul edilmesine bağlıdır. Cafer b. Muhammed babasından rivayetle şöyle demiştir. “Cebrail (aleyhisselam) Hz. Muhammed’e inerek şöyle demiştir: ‘Ey Muhammed! Selam olan Allah sana selam söyleyerek şöyle buyurdu: Ben yedi tabaka arzı ve içindekileri yarattım. Rükün ile
Makam’dan daha yüce bir yer yaratmadım. Eğer bir kul yerleri ve gökleri yarattığım andan itibaren bana itaat etse, ama huzuruma Ali’nin velayetini inkâr ederek gelse
onu yüzüstü cehenneme atarım.”[9]

İmamet ve Velayet konusunda Humeyni kitabı­nda şöyle söylüyor: “İman ancak Ali’nin ve onun pak ve masum olan vasilerinin velayeti vasıtası ile olur. Hatta şöyle diyebiliriz:
Velayeti kabul etmeden Allah’a ve Peygambere iman da kabul olunmaz.”[10]

İmamlar masum ve peygamber özelliği olan İsmet sıfatına sahiptirler.

Gaybı bilip, mucize sahibidirler.

İran’ın ve Şia’nın problemi asıl ve temelden başlar.

Peygamber Kur’an-da problemleri vardır.

Kur’an-ı Kerim hakkında:” Şia âlimlerden Nuri et-Tabrisi Kur’an’ın tahrif edildiğini
ispatlamak gayesi ile bir kitap yazmıştır. Güya Kur’an’daki tahrifatı ispatlamaya çalışan et-Tabrisi kitabına şu ismi vermiştir: Fasl el-Hitap Fi İsbati Tahrifi Kitabi Rabb’il-Erbab. Nuri et-Tabrisi bu kitabında şunları zikrediyor: “Masum
imamlarımızdan Kur’an’ın her türlü tahrifata uğradığını destekleyen iki binden fazla rivayet bulunmaktadır.

Humeyni bu konuda şunları söylüyor: “Bunların (yani sahabelerin) bu ayetleri Kur’an’dan çıkarmaları, semavi kitabı tahrif etmeleri ve Kur’an’a perde çekip onu âlemin gözünden gizlemeleri kolay bir şeydir.

Bu suçlamada Kur’an’ın üçte birinin çıkarıldığını ve yok edildiğini ve Kur’an’ın ayetlerinin sayısının yetmiş bin olduğunu söyleyecek kadar ileri gittiler.90 Bunlar, Kur’an’ın aslının Hz. Ali’nin (radiyallahu anh) topladığı Kur’an olduğuna, bu Kur’an’ın da ğaib imamın yanında olduğuna ve mevcut Kur’an’dan ayrı olduğuna inanıyorlar.
İmamlarından bazıları şunu iddia ediyorlar: “Bizim yanımızda Fatıma’nın mushafı var. Bu Mushaf mevcut Kur’an’ın üç misli kadardır.”
Kâmil Süleyman, eseri Yevm el-Halas’ta imam Cafer es-Sadık’tan rivayetle şunu söylüyor: “Kaim Mehdi çıktığında Allah’ın kitabını olduğu gibi okuyacak ve Ali’nin
(aleyhisselam) yazmış olduğu Mushaf’ı çıkaracaktır.”
[11]

Hz. Ali İslam için o kadar mücadele ettiği halde, eğer gerçekten dürüst ve şereften bir nasipleri varsa, bunu hiç beklemeden ortaya çıkarırlar.

1400 yıldır niye bekliyorlar?

Oysa bu bir aldatmaca ve uyutmacadır.

“Bütün Şii fırkalar Rasulullah’tan sonra üç, dört kişinin dışında bütün sahabenin irtidat edip küfre düştükleri hususunda hem fikirdirler.”[12]

Böylece o sahabeleri takip eden Müslümanların durumu da gayet açıkça anlaşılmaktadır.

Böyle olunca Sünni Müslümanlarının malları da kafir olduklarından tüm kaynaklarınca da mubah sayılmaktadır. Kafirin tüm hükümleri ehli sünnet için geçerlidir.

Ehli sünnetle evlenilmeyip, kestikleri yenilmez ve arkalarında namaz kılınmaz.[13]

Geçici evlilik olan Mut’a nikahıyla fuhşun her nevi uygulanmaktadır.[14]

-Ehli sünnetin 1400 senedir çiğerini yakıp parçalayan Kerbela olayı ise, Şianın siyasetini besleyen en önemli vakadır.[15]

MEHMET ÖZÇELİK

4-5-2022

[1] http://www.tesbitler.com/index.php?s=iran

https://www.youtube.com/watch?v=DmrKuhOEKeg

http://www.tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurlarda-hz-ali/  

[2] http://www.tesbitler.com/index.php?s=alevi

[3] Bak. Şah İsmailin Turk Siyaseti ve Kültürel yeri.1-137.

[4] Bak. DİN, SİYASET ve KADIN-İran Devrimi-SERPİL SANCAR-1-283.

[5] https://video.haber7.com/video-galeri/208899-ramazan-gunu-irakta-camiler-neden-yikildi

[6] EMEVÎLER DEVRİ ve GUNUMUZ ŞİİLİĞİ.Doç. Dr. Hasan ONAT.1-216, Ibn Teymiyye – EL – MUNTEKA (ŞİA VE MAHİYETİ)1-549.

[7] https://video.haber7.com/video-galeri/208602-iran-ordusundan-turkiye-ve-azerbaycani-hedef-alan-video-ermenistan-kirmizi-cizgimizdir

[8] https://www.haber7.com/dunya/haber/3219349-pentagon-pkknin-turkiyeye-karsi-ittifak-kurdugu-yeni-muttefigi-acikladi

[9] Kendi Kaynaklarına Göre Ş İ A V E ŞİİLİK. İSMAİL K A Y A. Sh.21.

[10] Age.25.

[11] Age.64-65. Geniş bilgi için bakınız. Şia’da ve Ehl-i Sünnet’te Kur’an Tasavuru. Şaban Karataş. 1-221.

[12] Age.118.

[13] Bak.age.127 ve devamı.

[14] Age. 132-136

[15] HZ. HÜSEYİN ve KERBELA FACİASI. M. Asım KÖKSAL.1-396,Çeşitli yönleriyle Kerbela.1-3.cilt.Sh.1.1430, K E R B E L A  V A K I A S I.  E B U M İ H N E F.1-224, Kerbela güzeli ve Kerbela faciasının iç yüzü.1-180.




HİSSE-16

HİSSE-16

 

AT NALI UĞUR GETİRİR Mİ?

Kadıköy Camisinde vaaz vermekte olan Osman Demirci Hoca’ya “At nalını evimizin kapısına asarsak uğur getirir mi?” diye sormuşlar.

Demirci Hoca:

– Zannetmiyorum, diye cevap vermiş. O nallardan her atta dört tane var ama bütün gün kamçı yiyip duruyorlar.

 

HAYATI SEYRETMEK

Yazar Kazancakis, akan bir suyun başında uzun süredir duran ihtiyara “Neye bakıyorsun öyle?” diye sorduğunda ihtiyar adam, gözlerini sudan ayırmadan şu cevabı verir:

– Hayatıma oğlum, akıp giden hayatıma…

 

HERKES YANINDAKİNİ VERİR!

Kendisine hakaret edilen Hz. İsa’ya “Niçin karşılık vermediniz?” diye sorduklarında:

– Herkes yanındakini verir. Onda olan, benim yanımda yoktu, demiş.

 

SELAMDAKİ İNCELİK

Muzaffer Ozak Hoca’nın sahaflar çarşısındaki dükkanına giren bir genç

“Selâmunaleyküm babalık!”diye selam verince, hazret selamı şöyle alır:

– Aleykümselâm kurukalabalık…

 

KABRİSTAN

Hz. Ali, mezarlığa neden sık gittiğini soranlara şu cevabı vermiş:

– İki sebebi var. Anlattıklarıma itiraz etmiyorlar ve arkamdan gıybetimi yapmıyorlar.

 

ÖLÜLER ÇİÇEK DE KOKLAMAZ

Amerikalı bir iş adamı, bir Çinliye alaylı bir ifadeyle “Ölüleriniz, mezarlarına koyduğunuz pirinçleri ne zaman yiyecek?” diye sorunca Çinli, yaptığı işten başını kaldırmadan cevap vermiş:

– Sizin ölüleriniz, koyduğunuz çiçekleri kokladığı zaman…

 

ÖLÜM NEDİR?

Talebelerinden birinin “Ölüm nedir?” sorusuna

Konfüçyüs’ün cevabı şu olmuş:

– Hayat hakkında ne biliyorsun ki sana ölümden bahsedeyim…

 

ZOR AMA GÜZEL

Fars sufi ve filozof Cüneyd-i Bağdâdî’ye “Sabır nedir?” diye sorduklarında şu cevabı vermiş:

– Yüzünü ekşitmeden acıyı yudumlamaktır…

 

DERDİN DEVASIZI..

İbn-i Sinâ’ya:

“Dünyada devası olmayan bir dert var mıdır?” diye sorduklarında:

– Derdin devasızı, iyinin kötüye muhtaç olmasıdır, cevabını vermiş.

 

KORKUYA GEREK YOK

Bir Rus generali, Kafkas Kartalı Şeyh Şâmil’in iştahını abartarak “Beni de yemenizden korkuyorum!” deyince, Şeyh Şâmil:

– Boşuna korkmayın efendi, demiş. Bizim dinimizde domuz eti yemek haramdır.

 

UYKU KARDEŞLİĞİ

Mevlânâ Hazretleri, talebelerinden biriyle yürürken yol kenarında birkaç köpeğin sarmaş dolaş uyuduklarını görürler.

Yanındaki talebesi:

– Güzel bir kardeşlik örneği, der. Keşke insanlar da bunlardan ibret alsa…

Mevlânâ, tebessüm ederek karşılık verir.

– Aralarına bir kemik atıver de gör kardeşliklerini…

 

DÜNYANIN YÜZÜ

Hastalıktan ötürü gözleri kapanmış olan bir adam, halk şairi Seyrani’ye:

– Bende dünyayı görecek göz mü kaldı, diye şikayette bulununca söz eri Seyrani:

– Hiç üzülme dostum, demiş. Zaten dünyada bakılacak

yüz de kalmadı…

 

MUTLULUK

Tolstoy’a “Nasıl mutlu oluyorsunuz?” diye sorduklarında şu cevabı vermiş:

– Sahip olduğum şeylere sevinerek, sahip olmadıklarımı ise hiç düşünmeyerek…

 

HAKSIZ ÖLÜM

Sokrat Ölüme mahkûm edildiğinde, eşi “Haksız yere öldürülüyorsun.” diye ağlamaya başlayınca Sokrat:

– Ne yani, demiş bir de haklı yere mi öldürülseydim!..

 

KENDİ İŞİNİ YAP

Bir şemsiye tamircisi, yazmış olduğu şiirleri incelemesi için Shakespeare’e  gönderdiğinde ünlü yazarın ilettiği cevap şu olur:

Dostum siz şemsiye yapın!

Hep şemsiye yapın!

Sadece şemsiye yapın!

****************  

Genç Kaymakam, yeni atandığı İlçeye bakmaya gitti.

 

İlçeyi kendi başına gezdikten sonra, ara sokakta gördüğü çay ocağında, bir bardak çay içeyim diye oturdu.

O anda 12-13 yaşlarında bir çocuk, “amca boyayayım mı?” dedi

 

Ayakkabısı boyalı olmasına rağmen, çocuğu kırmamak için, “tamam gel boya” dedi.

 

Bu arada “iyi boyarsan sana istediğin paranın iki katını veririm” deyince, o çocuk:

“Ben hep aynı boyarım” dedi.

Kaymakam, “nasıl yani?” deyince,

– Öğretmenimiz; “çocuklar, ne iş yaparsanız yapın ama herkese AYNI YAPIN. Ayrım yapmayın” diye tembih etti. Ben de bu parayla hasta anneme ilaç alacağım, sana ayrım yaparsam o ilacın annemin hastalığına şifası olmaz.”

 

Genç Kaymakam, hayatının en iyi dersini almıştı. Ağlamamak için kendini zor tuttu.

Boyacı çocuğa cebindeki en büyük parayı verirken, bir de kartını verdi.

 

Babası olmayan ve hem okuyan hem de hasta annesine bakmaya çalışan çocuğa ilgilenme sözü verdi.

 

Çocuğa o dürüstlüğü aşılayan öğretmenini de ziyaret ederek, ilçede görev yaptığı sürece ilgi gösterdi.

 

Boyacı çocuktan duyduğu “BİZDE HERKES AYNI OLUR” cümlesini meslek hayatında unutmamak ve hep uygulamak için, makamında masasında bulunan isimliğinin arkasına yazdırdı.

 

Bazen uygulamakta zorlansa da asla taviz vermemeye çalıştı.

**************** 

Defalarca müracaat etmesine rağmen kendisine Hac kurâsı çıkmayan Urfalı amca: “Allah bu Nemrut’un belâsını versin !” deyince

yanındaki kişi sorar; “Amin de ne alâkası var sana kura çıkmaması ile Nemrut’un ?”

Urfalı amca cevap verir; “Ha o kâfir, İbrahim’le iyi geçinseydi Kâbe’yi Urfa’ya inşa edecekti, her sene hac yapacaktık ne güzel.”…. ?

***************   

100 yıl Tavukluğa Razı edilen ülke.                  Dört tavuk, bir kartal yuvasına gidip bir yumurta çalarlar.Yumurtayı kümese getirdiklerinde, diğer tavuklar gördükleri bu yumurtanın çok büyük bir tavuğa ait olduğunu düşünürler.

Zaman geçer, yumurtayı getirenler de unuturlar, onlar da bu yumurtanın büyük bir tavuğa ait olduğuna inanırlar.

Günün birinde kuluçkaya yatan bir tavuğun altındaki o yumurta kırılır. İçinden simsiyah kanatlı, ilginç gagalı tuhaf bir tavuk çıkar.

Herkes şaşkın, mutludur; böylesini ilk defa görmüşlerdir.

Anne tavuk, yavrusuna dersler vermeye başlar: “Bak yavrum, yerden bulduğun böceği şöyle ye! Arpayı buğdayı böyle ye!.” Anne tavuk her geçen gün yeni şeyler öğretir yavrusuna; tehlikelere karşı nasıl davranılacağını da..

Büyük yumurtadan çıkan ilginç gagalı yavru tavuk, annesinin her söylediğini yapmakta, büyüdükçe de güzelleşmektedir. Oldukça uzun kanatları vardır. Diğer tavuklar onun kanatlarına kıskançlıkla bakmaktadır.

Bir gün anne tavuk yavrusuna havadan gelen tehlikelere karşı kendini nasıl savunacağını anlatırken yavrunun gözü, gökyüzünde çoook yukarılarda süzülerek ihtişamla uçan başka bir canlıya ilişir. “Anne bu ne?” diye sorar.

Anne tavuk;

“Ha o mu? O kartal yavrum, kuşların padişahı.”

“Ne de güzel uçuyor!..” deyip iç geçirir yavru tavuk.

“Evet yavrum. Ama sen sakın ona özenme! Asla onun gibi olamazsın. Senden önce baban, deden, amcan hepsi ona özendi ama hiç biri onun gibi uçamadı. Sen bir tavuksun ve bir tavuk gibi yaşamalısın.”

O günden sonra küçük tavuk, ömrü boyunca arka bahçede kartalın ihtişamlı geçişini izleyip iç çeker ve her defasında, “Keşke ben de bir kartal olup uçabilseydim.” diye hayıflanır.

 

Ve bir gün siyah uzun kanatlı büyük tavuk, ihtişamlı kartalı izlerken ölüp gider. Onu bir tavuk gibi defnederler. Oysa ölen bir kartaldır.

 

Etienne de La Boétie “Gönüllü Kulluk” kitabında der ki:

 

“Eğer iki kuşak köleleştirilirse, bundan sonra gelen kuşak özgürlüğü hiç tanımadığı, görüp bilmediği için pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.”

Yanlışı alkışlıyorsan fikrin yoktur.

Eğri ile doğruyu ayıramıyorsan aklın yoktur. Yalana sahip çıkıyorsan ahlakın yoktur.

Akıl,ve ahlakını,kiraya verdiysen,

sen zaten yaşamıyorsun…

Ayşe Bulut

*******************  

ACINACAK ADAM

Gönenli Mehmet Efendi,

Sultan Ahmet Camii’ne tayin

edilince çevreyi incelemiş.

Fakir ve düşkün kimseleri bulup alâkadar olmak istemiş.

 

O civarda oturan âmâ bir kimse olduğunu öğrenince ziyaretine gitmiş.

Selâm vermiş,  kendini tanıtmış:

 

– Efendim ben Sultan Ahmet Camii’ne imam geldim. Hem sizi ziyaret etmek hem de üzerime düşen bir vazife varsa onu ifa etmek isterim.

 

Âmâ:

– Hoş geldiniz hocaefendi.. Allah razı olsun.

 

Hocaefendi:

– Maaşınız falan var mı?

– Hayır, yok.

 

Hocaefendi:

– Peki, başka yerden geliriniz falan…

 

Âmâ:

– Hayır, herhangi bir gelirim yok!

– Peki, neyle geçiniyorsunuz?      

 

Amâ adam öfkelenmiş:

– Bundan size ne efendi? Bir de imamsınız. Rızık kimden? Gidebilirsiniz!

Hocayı bir güzel terslemiş.

 

Hoca çıkmak zorunda kalmış lâkin

o gece gözüne uyku girmemiş.

 

Ertesi gün sabah yine gitmiş ve kapıyı çalmış.

Âmâ içeriden:

– Kimsin?

Hoca:

– Dün kovduğun yüzsüz imam.     

Âmâ adam kapıyı açmış:

–Gene neye geldin?

Hocaefendi:

–Hiç efendim, ziyaretinize geldim. Beni bin defa kovsanız da yine geleceğim.

Âmâ:

– Adın ne senin?

Hoca:

–Adım Mehmet Öğütçü, efendim. Gönenli Hoca diye tanırlar beni.

Âmâ bunu duyunca:

–Buyur gir içeri, konuşalım.       

İçeriye buyur etmiş. Hocaefendi içeri girince âmâ:

– Kusura bakma hoca, dün kalbini kırdım. Hakkını helâl et.

Hocaefendi:

–Estağfirullah efendim. Sizin gözleriniz görmez, kimsenin yardımına ihtiyaç duymuyorsunuz, bu nasıl oluyor,  sırrınız nedir? Meraktayım.

Âma :

– Benim sırrım şu Hocaefendi. Ben her gün kuşluk namazını kıldıktan sonra:

“Ya Rabbi! Kuşluk senindir, güzellik senindir, nimet ve her şey senindir. Eğer rızkım gökte ise yere indir. Yerde ise çıkar. Uzakta ise yaklaştır. Haram ise helâl et. Dar ise genişlet ve elime ilet.” diye dua ederim.

Sonra ellerimi yüzüme sürer sürmez, biri gelir sağ dizime vurur. “Aç elini!” der. O günkü ihtiyacımı verir gider. Kuşluk namazı kıldığım her gün bu böyle devam eder.  Aynı zat bugün de geldi ve sağ dizime vurarak benim kısmetimi verdikten sonra, sol dizime vurarak:

“Bunu da Gönenli Mehmet Efendi’ye ver.” dedi. Al kısmetini!

Bu sözlerin duyan büyük âlim, fakirlerin ve talebelerin mânevî babası Gönenli Hoca:

İlâhî ya Rabbi! Hikmetinden sual olunmaz.” diyerek içli içli ağlamaya başlamış!

Hocaefendi bu hatırasını naklederken şunu ifade etmiştir :     

 “O âmâ adamdan bu mübarek kısmeti aldıktan sonra ömrü hayatımda hiç darlık ve sıkıntı çekmedim.”

Ben hep acınacak insanları gezerdim. Meğer acınacak insan benmişim.’

Gönenli Hoca’ya Allah bol bol rahmet eylesin, ruhu şad olsun!

hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi).

Sözler – 23

“Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yı da onun bakımıyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanında bir yiyecek bulurdu. “Meryem! Bu sana nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katından” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsız rızık verir.” 3. Ali İmran suresi 37. Ayet

*****************  

İNSAN NEDİR ⁉️

 

✴THALES: İnsan, araştıran hayvandır.

 

✴SOKRATES: İnsan, sorgulayan hayvandır.

 

✴PLATON: İnsan, toplumsal hayvandır.

 

✴ARİSTO: İnsan, düşünen hayvandır.

 

✴HERAKLIETOS: İnsan, tartışan hayvandır

 

✴I.KANT: İnsan, eleştiren hayvandır.

 

✴K.MARX: İnsan, mücadeleci bir hayvandır.

 

✴F.NIETZSCHE: İnsan, düpedüz hayvandır.

 

✳BEDİÜZZAMAN :

“insan;

şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi

✅ve hakikat-ı Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm cihetiyle çekirdek-i aslîsi

✅ve kâinat Kur’anının âyet-i kübrası

✅ve ism-i a’zamı taşıyan âyet-ül kürsîsi

✅ve kâinat sarayının en mükerrem misafiri

✅ve Padişah-ı Ezel ve Ebed’in gayet dikkat altında bir müfettişi, bir nevi halife-i arzı

✅ve çok geniş bir ubudiyetle mükellef bir abd-i küllî

✅ve kâinat sultanının ism-i a’zamına mazhar ve bütün esmasına en câmi’ bir âyinesi

✅ve hitabat-ı Sübhaniyesine ve konuşmalarına en anlayışlı bir muhatab-ı hâssı

✅ve kâinatın zîhayatları içinde en ziyade ihtiyaçlısı

✅ve hadsiz fakrıyla ve aczi ile beraber hadsiz maksadları ve arzuları ve nihayetsiz düşmanları ve onu inciten zararlı şeyleri bulunan bir bîçare zîhayatı

✅ ve istidadca en zengini

✅ve lezzet-i hayat cihetinde en müteellimi

✅ve lezzetleri dehşetli elemlerle âlûde

✅ve bekaya en ziyade müştak ve muhtaç ve en çok lâyık ve müstehak

✅ve devamı ve saadet-i ebediyeyi hadsiz dualarla isteyen ve yalvaran hârika bir mu’cize-i kudret-i Samedaniye ve bir acube-i hilkat

✅ve kâinatı içine alan ve ebede gitmek için yaratıldığına bütün cihazat-ı insaniyesi şehadet eden…

Şualar ?

 

şu kâinatın hülâsası

✅ve neticesi

✅ve nazdar bir halifesi

✅ve nâzenin bir meyvesi olan insan…

Sözler ?

İNSAN,

ubudiyetin azameti cihetiyle

Hâlık-ı Arz ve Semavat’ın mahbub bir abdi

✅ve Arz’ın halifesi, sultanı

✅ve hayvanatın reisi

✅ve hilkat-i kâinatın neticesi

✅ve gayesi oluyor.

Mesnevi-i Nuriye ?

DERLEYEN

MEHMET ÖZÇELİK

 

 

 

 

 

 

 




DAĞDAN İNDİ ŞEHİRE

DAĞDAN İNDİ ŞEHİRE

Dağdan indi şehire…

Dağ eskiyalığından şehir eşkiyalığına…

Eşkiyaya şehir görevi.

“Eli keleşli PKK’lı İstanbul Büyükşehir Belediyesi çalışanı çıktı! İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde Sosyal Hizmet Uzmanı olarak görev yapan bir çalışanın terör örgütü PKK kamplarından birinde silahlı fotoğrafları ortaya çıktı.”[1]

Eskiden eşkıya dağdaydı artık bugün şehirde.. mecliste.. belediyede.. devlet kurumlarında..

Yıllarca din ve dini cemaatler iç tehdit sayıldı.[2]

Düşman hiçbir zaman için uyumadı.

“Sinsi plan ortaya çıktı! ABD, İstanbul’u böyle işgal edecekmiş.”[3]

Dünyada katliam yapıldı.

Amerika 70 milyon Kızılderili katletti. Fransa sadece Cezayir’de 1.5 milyon insan katletti. Almanya sadece Nambiya’da 100 bin insan katletti. İngilizler Asya-Afrika ve Avrupa’da 3 milyondan fazla insan katletti.

-Suriyede vahşete ortak olundu.

2013 yılında Şam’ın Al-Tadamon semtinde Esed güçleri tarafından 41 sivilin çukura atılıp katledildiği, ardından ateşe verilerek yakıldığı görüntüler ortaya çıktı.[4]

-Türkiye’de yerleştirilmeye çalışılan zihniyet, Alisiz Alevilik, İslamiyetsiz Türklük, sulandırılmış Din, Agop gibi beyne beyne bir yaşantı,

Doğumuyla ölümü Müslümanca, uygulama ve yaşantısı batıca yaşantı.

Yüz yıl önce tahrib edilen medrese, cami, tekke, zaviye ve askeriye yeniden ve de daha muhteşem olarak tamir ve ihya ediliyor.

Muhteşem devlet ve milletle…

Kripto ermeni ve Yahudiler devreye konuldu.

****************   

Nan-Kör..

Kim mi?

Yapılan onca hayırlı işleri görmeyenler. Kulp takıp inkar edenler.

Daha garibi bunların önüne set çekip, mani olanlar…

Eskiden bir doktor bulamazken, şimdi şehir hastanelerinde kaybolup, doktor çokluğundan, onca doktordan randevu aldığın doktoru arıyorsunuz, onu danışmaya sorarak buluyorsunuz.

Kısa sürede onca hizmet.

İnsanımız sadece bürokratik işlemlerin bir tıkla çözülmesi bile, bu milletin zindandan çıkışı için büyük bir başarıdır.

Ahireti zindan olanlar, bu dünyayı da zindana çevirme pesindeler.

Hem de şeytancasına.

Allah bu zihniyettekilere fırsat vermesin.

“Ve her kim burada (hakikatları görmeyip kalben) kör oldu ise işte o, ahirette de kördür, yolca da daha sapıktır.”[5]

“Kim de beni anmaktan yüz çevirirse mutlaka sıkıntılı bir hayatı olacaktır ve onu kıyamet günü kör olarak haşrederiz.”

O der ki: “Ey rabbim! Beni niçin kör olarak haşrettin? Halbuki daha önce gören biriydim.”

Allah buyurur: “İşte böyle! Sana âyetlerimiz geldiğinde onları unutmuştun, bu gün de aynı şekilde sen unutuluyorsun!”

Haktan sapan ve rabbinin âyetlerine inanmayanları işte böyle cezalandırırız. Hiç kuşkusuz âhiretteki ceza daha şiddetli ve daha kalıcıdır.

Kendilerinden önceki nice nesilleri helâk etmiş olmamız onları hâlâ yola getirmedi mi? Oysa onların yurtlarında dolaşıp duruyorlar! Kuşkusuz bunlarda akıl sahiplerinin çıkaracağı dersler vardır.”[6]

MEHMET ÖZÇELİK

1-5-2022

 

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/hdp-ile-ittifakin-diyeti-ise-bilerek-almislar-3817593

https://www.yenisafak.com/gundem/eli-kelesli-terorist-istanbul-buyuksehir-belediyesi-calisani-cikti-3807341

https://www.haber7.com/guncel/haber/3217499-eli-kelesli-pkkli-istanbul-buyuksehir-belediyesi-calisani-cikti

[2] https://www.yeniakit.com.tr/haber/30-nisan-1997-darbeciler-tarafindan-dinin-ic-tehdit-olarak-ilan-edilmesi-1651953.html30%20Nisan%201997:%20Darbeciler%20Taraf%C4%B1ndan%20Dinin%20%C4%B0%C3%A7%20Tehdit%20Olarak%20%C4%B0lan%20Edilmesi

[3] https://www.yeniakit.com.tr/haber/sinsi-plan-ortaya-cikti-abd-istanbulu-boyle-isgal-edecekmis-1652001.htmlD%C3%BC%C5%9Fman%20hi%C3%A7bir%20zaman%20i%C3%A7in%20uyumad%C4%B1

[4] https://video.haber7.com/video-galeri/209883-esed-rejiminin-sivilleri-cukura-atarak-katlettigi-goruntuler-ortaya-cikti

https://www.yenisafak.com/dunya/suriyedeki-vahsetin-goruntuleri-27-katliam-videosu-daha-var-3817892

[5] İsra. 72.

[6] Taha suresi. 124-128.




ZEHİRLİ ŞIRINGA

ZEHİRLİ ŞIRINGA

Bu millete medeniyet adıyla çok zehirli fikirler şırınga edildi.[1]

Bu şırınganın tesirinde olanlar bugün bu milleti idareye talipler, geçmişte olduğu gibi.

Evet, Ne gariptir ki bu milletin değerlerinden kopuk veya taban tabana zıt olan insanlar bu milleti yönetmeye talip oluyorlar.

Mesela, hutbeleri beğenmediğinden, cuma namazının farzını kılıp çıkıyorum. Hutbeyi dinlemiyorum.

Teravih namazı 40 rekat.

Cuma namazını salı gününden kılıyorum.

Cumayı evde kılıyorum.

Veya Ramazan’da utanmadan, sıkılmadan gündüz vakti milletin gözü önünde veya meclis kürsüsünde hakaret amaçlı su içilmesi gibi.

Türkiye’de ya Şia veya Ermeni yanlısı bir yönetim oluşturulması yönünde çaba gösteriliyor.

PKK bunun silahlı gücü.

Suriye’deki gibi azınlığın çoğunluğa sahip ve hakim olması sağlanmaya çalışılıyor.

Tıpkı yüz yıldır yapmaya çalışılıp, kavgalı bir ortam oluşturma amacıyla darbelerle yönetilmesi gibi.

Zira azınlıkların büyük devletlerce yönetimi kolay olur.

Onun için yüz yıldır uyuyan kripto hücreler uyandırılmış, bulundukları önemli mevkilerin kullanımını kendi lehlerine çevirmeye çalışmaktadırlar.[2]

Dağda olan eşkıya şehre indi hatta devletin içine sızdı.

“İçişleri Bakanlığı: İBB’de işe alımlarda süreç gereği gibi işletilmedi

İçişleri Bakanlığı: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde ilk defa işe alımlarda güvenlik soruşturması ve arşiv araştırması sürecinin gereği gibi işletilmediği anlaşılmıştır.”[3]

Türkiye’deki sol PKK’nın ve terörün göbeğinde faaliyet göstermektedir.

-Menderes bu millete devlet olacağını gösterdi.

Özal devletle tanıştırdı.

Erdoğan devletle buluşturdu.

Bu millet kolay bozulmadı. Evvela fikir ve kalbinden vuruldu. İşte 1931 yılında Devlet  tarafından basılan Tarih kitabından zehirli örnekler;

“İnsan, tabiatın mahlukudur. Hayatın büyük kaidesi de tabiata tabi olmaktır.
Tabiatta hiçbir şey yok olmaz ve hiçbir şey yoktan var olmaz. Yalnız tabiatı vücuda getiren varlıklar, tabiatın kanunları icabı olarak· şekillerini değiştirirler. Arzın ve hayatın mütalea ve tetkikinde bu hakikat pek açık görülür.

…insanların bütün bilgileri ve inanışları, insanın zekası eseridir.
Zeka tabii olan dimağdan çıkar. Bun dan, tabiatı anlamakta zekanın, en büyük cevher ve müessir olduğu anlaşıldığı gibi tabiatın fevkinde ve haricindeki bütün mefhumların, insan dimağı için kendi tarafından uydurma şeylerden başka bir şey olmayacağı meydana çıkar.”
1/2.

“Bundan 200 sene evveline kadar, dünyanın 5 – 6 bin sene evvel yaratıldığı ve insanın Basraya iki günlük yolda, Fırat nehri üzerinde bulunan cennette yaratıldığı
zannolunmakta idi.
Bu kanaatler hep din kitaplarındaki hikayelerin olduğu gibi hakikat sanılmasından doğuyordu.
Artık, hayatın 6 bin senelik değil, milyonlarca senelik olduğu anlaşılmıştır.”

Hayatın oluşumu tam bir tesadüfler zinciri neticesinde olduğu işlenmektedir.

“Her halde, hayatın, herhangi bir tabiat harici amilin mü­dahalesi olmaksızın dünya üzerinde tabii, zaruri bir kimya v e fizik seyri neticesi olduğunu kabul etmek lazımdır.

Filhakika umumiyetle iddia olunuyor ki, insanın ve büyük maymunların (Res. 1,2) müşterek bir cetleri vardır. Bu cet dahi, daha basit şekilleri haiz bir nesilden, ilk memeli hayvan cinslerinin birinden ayrılıyor. Bu memeli hayvan da bir nevi yerde sürünen hayvandan ve nihayet bu da balıklardan geliyor. Bunların hepsi de ilk hayat şekli olan iptidai hücreye dayanıyor.
İnsanın bu şeceresi, insanın teşrihile sair kemikli hayvanların teşrihi arasındaki mukayeselere müstenittir.
İnsan, doğmadan evvel, vücudunun geçirdiği pek garip safhalar vardır ki, onlar bilinecek olursa, bu iddianın sıhhatini kabul etmemek mümkün olmaz. Filhakika rüşeymi hayat ile cenin hayatı devirlerinde insan, evvela bir balık olacakmış gibi başlar; yerde sürünen hayvanları hatırlatan birtakım şekillerden geçer; basit memeli hayvanların bünyelerini tekrarlar; hatta bir müddet için kuyruğu da vardır.
İnsan doğduktan sonra dahi, şahsi inkişafında insan olarak başlamaz. İnsanlığa doğru atılmak için, adeta ilk hayvanların yaptıkları gibi, çırpınır durur.
Hülasa insanlar, sularda kaynaşıp çırpınan bir mevcuttan, çok yavaş yürüyen bir tekamülle, bugünkü şekle geldiler.

İnsanın bugünkü yüksek zeka, idrak ve kudreti, milyonlarca nesilden geçerek hazırlandı. Artık o, bugün, tabiatın, nihayetsiz büyüklüğüne ve tabiat içinde, kendi nev’inin, mukadderatına, gittikçe büyüyen bir irade ve şuur ile bakıyor.”1/5.

“İnsanların ceddi olarak tavsif olunan mahluk idi. Bu mahluk kolayca ağaçlara tırmanabiliyor, ayaklarının baş parmakları ile ikinci parmakları arasında bir maddeyi tutabiliyordu.”1/6.

Kitapta o kadar mantık dışı ve zehirli ifadeler var ki, o da ancak kitabın tümünü yazmak gerekir.

Tamamen ilahi iradeyi dışlayan, bir plan ve proje çerçevesinde olmadığını nazara vererek adeta dinin aksine aid ne varsa ele alınmaktadır.

Sanki sırf dine muhalefet olsun diye.

“Çocuğu olmayan Hazreti Davut, Allah’a dua etmiş ve ’Ya Rabbim bana bir kız çocuğu ver, onu sana kurban edeyim’ demiş.

Dua tutmuş; Davut, kızının adını Ayşe koymuş.

Gel zaman git zaman, çocuğun kurban edileceği zaman gelmiş. Hz. Davut kızı yatırmış, tam boğazını kesip kurban edecekken Azrail gökten bir keçiyle çıkagelmiş ve ’Kızı bırak, al bu keçiyi kurban et’ demiş.

Dinleyenlerden biri dayanamamış: “Yahu bunun neresini düzelteyim.”

“Hz. Davut değil Hz. İbrahim, kız değil erkek, Ayşe değil İsmail, Azrail değil Cebrail, kurban edilen de keçi değil koç olacaktı!”

Bu kadar yanlışlığın neresini düzeltelim?”

Toplum yıllarca bu yanlışlarla zehirlendi. Zehirlenmiş nesil türetildi.

“İptidai insanların atadan korktukları anlaşıyor. Çocuklar bu ata korkusu içinde büyüyordu. Öldükten sora bile onu hoşnut etmeğe çalışıyorlardı. Zaten atanın, yani reisin öldüğünden kat’i bir surette emin olunamıyordu.
Ata korkusu yavaş yavaş anlaşılmaz bir surete “kabile allahı,, korkusuna intikal eti. Dimağları bu düşünceyi geçmeyen insanlar, kainatı da aile çerçevesi için de gördü. İnsanlarda ata korkusu tehlikeli hayvanlara karşı olan korku ile karıştı. Bu suretle Allah mefhumunun başlangıç hali olan “ulvileştirilmiş ata,, ya , temsili olarak, muhtelif hayvanlara ait şekiller verildi.”
1/21.

“İnsanların hayatına taalluk eden her şeyde olduğu gibi dini meselelerde de bir tekamül hadisesi görünür. İptidai insanda Allah ve din hakkında hiçbir fikir ve kanaat yoktu. Bu
kadar umumi ve şümullü telakkilere, insanın dimağı ancak yavaş yavaş alıştırıldı. Din fikri, insanlar cemiyet hayatına sarahaten atıldığı nispette genişlemeye başlar, vahdet mefhumuna yaklaşır ve nihayet, tabiatın kudret ve azameti ile daha ziyade
anlaşılması kabil, hakiki bir mahiyet alır. Görülüyor ki insanlar cemaat halinde yaşamaya başladıktan sora, diğer içtimai müesseseler gibi din müessesesini de vücuda getirmişlerdir.
Uluhiyet mefhumunu bulan, bu mefhumun sırlarını keşfeden ve bugün dahi keşfetmeye devam eden, insan zekasıdır.”
1/23.

Belli ki bu tarih ve tarih kitabı bizim tarihimiz değildi.

“Muhammet Mekke’de müşriklik muhitinde ve tesirinde büyümüş olmasına rağmen dini meseleler ve dini düşünceler pek derin bir surette, zihnini işgal ediyordu. Muhammet 40 yaşına geldiği zaman vatandaşlarını, kendinin bulduğu ve doğru olduğuna inandığı yeni bir dine davete başladı. Muhammedin davet ettiği bu dine o zamanın haniflerine imtisalen “İbrahim dini” yahut inkıyat manasını ifade eden “islam” denilmiştir.”2/89.

“Medineliler Muhammedi ve müslümanları himaye edeceklerine söz verdiler. Muhammet te Mekkeden kalkıp Medineye kaçtı (622) ; buna hicret denildi ve bu hicret islam tarihine sonradan başlangıç oldu.

Muhammedin koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kuran denir .

Tarihi nokta-i nazardan da mütalea edildiği zaman gö­rülüyor ki: Muhammet birdenbire Allahın Resulüyüm diyerek ortaya çıkmamıştır. O, Arapların ahlak ve adetlerinin pek fena ve pek iptidai ve ıslaha muhtaç olduğunu anlamış, bunları ıslah için tenha yerlere çekilerek senelerce düşünmüş ve yıllarca tefekkürden sora kendisinde vahiy ve ilham fikri doğmuştur. Vahiy, ilham fikri Muhammetten evel de
Araplarca meçhul değildi. Bütün iptidai kavimler gibi, Araplar da, şairlerin, akil erdiremedikleri kuvvetlerden ilham aldıklarına inanırlardı. Bu kuvvetler Araplar için cinlerdi.

…Muhammet uzun bir devirdeki tefekkürlerin mahsulü olan ayetleri lüzum ve ihtiyaçlara göre takrir ediyordu.
Bununla beraber kendisini tahrik eden kuvvetin tabiat fevkinde bir m evcudiyet olduğuna samimi surette kani idi.”
2/90-1.

“Muhammet, islam teşkilatına Medine’de başladı, orada islam cemaatinin siyasi ve askeri reisi oldu ; Mekke müşriklerine karşı harp ilan etti.”2/93.

Eserde normal bir şahıstan bahsedilir gibi söz edilirken, bir peygamber sıfatıyla değerlendirilmemektedir.

Normal batılı birinin yazdığı tarih kitabı gibi. Müslümanların kitabı ve Müslümanca yazılmış değildir. İçi ruhsuzdur.

“Kuran ayetlerini bir cilt halinde toplayarak Kuran denilen kitabı ilk vücuda getiren Ebubekirdir. Kullanılan yazının esası Summer Çivi yazısından alınmış hususi bir alfabe idi. Bu alfabe sonraları muhtelif yerlerde yapılan şekillere göre muhtelif isimler almıştır.”2/119.

“Abdülhamit devrinin keyfi, muvaffakıyetsiz, şerefsiz ve sıkıcı idaresi osmanlı müslümanlarının bir kısım genç mü­nevverlerini, muhalefete sevk etmiştir. Bunlar da Yeni Osmanlılar – ikinci bir tabirle Genç Türkler – namını aldılar. Hafiye ve polislerin tecessüs ve takiplerine rağmen dahilde biraz teşkilat yapmağa ve ecnebi memleketlerinde serbest ve tenkitkar gazeteler çıkarmağa muvaffak oldular ; 1897 ye
doğru, bu hareket, hayli ciddiyet kespetti.”
3/140.

  1. Ciltte ise cumhuriyetin kuruluşundan inkılaplara, lozandan dini hayatın kurulacak yeni devletin oluşumunu kolaylaştıracak yaptırımlara, hilafet ve eğitimden askeriyenin düzenlemesine kadar geniş perspektifli yeni oluşumu ele almaktadır.

*Tarihi bir belge:

“25 yıldır saklanan Cumhurbaşkanı merhum Turgut Özal’ın kendisiyle yapılan röportajında Türkiye’deki yüz yıllık ihaneti deşifre etmektedir

Yalçın Özer, “Bunu Hasan Cemal’e sorun” bölümünü açmasını isteyince, Özal şunları anlattı: “Bizim sıkıntılarımızdan birisi de ülkemizin sıcak kuşakta bulunmasıdır. Bu ülkelerde satılık insan bulmak çok kolay. Bir Almanı, İngilizi, Fransızı, Japonu ve bir Rusu satın alamazsınız. Osmanlı’yı yıkmadan önce içerden bazı kimseleri İngilizler satın almışlar.

(…) İngilizlerden maaş alan Osmanlı Güney Cephesi Başkomutanı Cemal Paşa’ya (Hasan Cemal’in dedesi) talimat vererek, Şam’daki İslam alimlerinin (ki Şam o zaman İslami ilim merkeziymiş) genç kızlarını konağına getirmesi, onlara alkollü içki içmeye zorlaması ve tacizde bulunarak geri bırakılmaları istenmiştir. Bu emri alan (Cemal) Paşa, derhal bu işlemi yapmıştır.

ARAP OSMANLI DÜŞMANLIĞINI HASAN CEMAL’E SORUN

Bu yüz kızartıcı olaylar süratle Arap alemine yayılmış ve ‘Osmanlı artık bozulmuş ve İslami yoldan çıkmıştır’ propagandası yapılarak, Araplar Osmanlıya düşman yapılmıştır. Özellikle Hicaz’da hazır bekleyen Şerif Hüseyin de işin esasını bilmeden ve duyduklarına inanarak Arapların Osmanlı aleyhine İngilizler ile birlikte kıyama geçmesine sebep olmuştur. İşte bu nedenle ‘Arap-Osmanlı düşmanlığının kaynağını Hasan Cemal’e sorun’ dedim.”

OSMANLI İÇTEN YIKILDI

Özal, röportajında, Avrupalıların satın aldıkları adamlarla Osmanlıyı içten yıktığına dikkat çekerek, böylece Türkiye’nin hem Arap dünyasından, hem de Hindistan’daki Müslüman aleminden koparıldığını anlattı. Özal, “İngilizler, bu yolla iki şeye kavuştu: Ortadoğu’daki petrol sahasını kontrol altına aldılar ve İslam Halifesi’nin etki alanındaki bir türlü hakim olamadıkları Hindistan’a hilafeti kaldırarak hakim oldular” dedi.

DİN CAHİLİ GAZETECİLER

Merhum Özal, Türk gazetelerindeki şeriatçı devletler tartışması konusunda ise şunları söyledi: “İran Şiidir, bu güne kadar daha gayrimüslim bir devlet ile savaştıkları görülmemiştir. Şiiliği yaymak için sürekli Sünni Müslümanlarla savaşmışlardır. Vahhabiler ise İngilizlerin kurduğu bir cereyandır, bunlar da çok Sünni kanı dökmüştür. Bunların ikisi de mezhep değildir, birbirlerine düşmandır. Şeriat İslam’ı yaşamaktır, bizim gazeteciler din cahili oldukları için bilmiyorlar ve bunlara şeriat devleti diyorlar. Tıpkı Paris’te bir patlamada ölen Hıristiyanlara şehit diye haber yaptıkları gibi.”

İNGİLİZLERE ‘HİLAFETİ KALDIRMA SÖZÜ’ VERİLDİ

Özal, Osmanlı’nın çöküşüne neden olan İttihat ve Terakki ile bugünkü CHP yöneticileri arasındaki paralelliğe de dikkat çekti: “CHP’lilerin büyük dedeleri Mithat Paşa ve ‘Kinim dinimdir’ diyen Ispartalı Hüseyin Avni Paşa ekibidir. Dedeleri ise Jön Türkler ve 600 yıllık Osmanlı devletini 6 yılda yıkmayı becerebilen 3’lü çete: Yüzbaşılıktan paşalığa yükselen Enver, posta memurluğundan paşa olan Talat ve malum Cemal paşalar…”[4]

MEHMET ÖZÇELİK

26-04-2022

[1] http://www.tesbitler.com/2022/04/17/hangi-medeni-bilgiler/

[2] http://www.tesbitler.com/2015/05/01/icteki-ermeniler/

http://www.tesbitler.com/index.php?s=Ermeni

[3] https://www.haber7.com/siyaset/haber/3209849-icisleri-bakanligi-ibbde-ise-alimlarda-surec-geregi-gibi-isletilmedi

[4] https://www.yeniakit.com.tr/haber/turgut-ozalin-kayip-roportaji-ortaya-cikti-iste-gunumuze-ayna-tutan-o-sozler-231515.html

 




HANGİ MEDENİ BİLGİLER ?

HANGİ MEDENİ BİLGİLER ?

Mim-siz medeni bilgiler mi?

Meral Akşener: İktidara geldiğimizde okullarda ‘Medeni Bilgiler’ kitabını dağıtacağız.[1]

Bu ifade bu milletin yüz yıldır çektiği acının az gelmiş gibi yenilenmesinden başka bir şey değildir.

Belli ki hala eski ve eskimiş zihniyet hala değişmemiş.

Yüz yıl önceki kısır zihniyetin günümüzdeki taşıyıcıları ve taşıyıcı kolonları.

Dini değerleri ele almadan, milli değerlerle toplumu bağlamaya çalışan kısır bir bağ oluşturulmaya çalışılmaktadır.

İşte o medeni bilgilerden pasajlar:

“Türkler İslâm dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi. Bu dini kabul
ettikten sonra, bu din, ne Arapların, ne aynı dinde bulunan Acemlerin ve ne de
sairenin Türklerle birleşip bir millet teşkil etmelerine tesir etmedi. Bilâkis, Türk
milletinin millî bağlarını gevşetti; millî hislerini, millî heyecanını uyuşturdu. Bu pek
tabiî idi. Çünkü Muhammed’in kurduğu dinin gayesi, bütün milliyetlerin fevkinde,
şamil bir Arap milliyeti siyasetine müncer oluyordu. Bu Arap fikri, ümmet kelimesi
ile ifade olundu. Hz. Muhammed’in dinini kabul edenler, kendilerini unutmağa,
hayatlarını Allah kelimesinin, her yerde yükseltilmesine hasr etmeğe mecburdular.
Bununla beraber, Allah’a kendi millî lisanında değil, Allah’ın Arap kavmine
gönderdiği Arapça kitapla ibadet ve münacatta bulunacaktı. Arapça öğrenmedikçe,
Allah’a ne dediğini bilemeyecekti. Bu vaziyet karşısında Türk milleti birçok asırlar,
ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir kelimesinin manasını bilmediği
halde Kuranı ezberlemekten beyni sulanmış, hafızlara döndüler. Başlarına
geçebilmiş olan haris serdarlar, Türk milletince, karışık, cahil Hocalar ağziyle, ateş
ve azap ile müdhiş bir muamma halinde kalan, dini, hırs ve siyasetlerine alet ittihaz
ettiler. Bir taraftan Arapları zorla emirleri altına aldılar, bir taraftan Avrupa’da,
Allah kelimesinin ilası parolası altında, Hıristiyan milletlerini idareleri altına
geçirdiler, fakat onların dinlerine ve milliyetlerine ilişmeyi düşünmediler. Ne onları
ümmet yaptılar ne onlarla birleşerek bir kuvvetli millet yaptılar. Mısır’da, belirsiz
bir adamı halifedir diye yok ettiler, hırkasıdır diye bir palaspareyi, hilâfet alâmeti
ve imtiyazı olarak altın sandıklara koydular; halife oldular. Gâh şarka, cenuba, gâh
garba veya her tarafa birden saldıra saldıra, Türk milletini Allah için, peygamber
için topraklarını, menfaatlerini, benliğini unutturacak, Allah’a mütevekkil kılacak
derin bir gaflet ve yorgunluk beşiğinde uyuttular. Millî duyguyu boğan, fani dünyaya
kıymet verdirmeyen, sefaletler, zaruretler, felâketler his olunmaya başlayınca, asıl
hakiki saadete öldükten sonra ahirette kavuşacağını va’t ve temin eden dinî akîde
ve dinî his, millet uyandığı zaman onun şu acı hakikatı görmesine mani olamadı. Bu
feci manzara karşısında kalanlara, kendilerinden evvel ölenlerin. ahiretteki
saadetlerini düşünerek veya bir an evvel ölüm niyaz ederek ahiret hayatına
kavuşmak telkin eden din hissi, dünyanın, acısı duyulur takatiyle, derhal, Türk
milletinin vicdanındaki çadırını yıktı; davetlileri, Türk düşmanları olan Arap
çöllerine gitti. Türk vicdanı umumîsi derhal, yüzlerce asırlık kudret ve küşayişiyle,
büyük heyecanlarla çarpıyordu.”

Bir yandan bu milletin geçmişi göz ardı edilirken, Selçuklu ve Osmanlının dinden aldığı ilham, maddi ve manevi yükseliş setredilerek istibdatla yönetildiği ve bunun sebebinin ise din olduğu belirtilmektedir.

İçi doldurulmayan demokrasi öne çıkarılmaktadır.

Oysa yüz yıldır idare edilen bu millet güya demokrasi ile yönetilmekteydi.

Hepsinde de darbeyle karşılaştı.

Yüz yıldır üç lider hariç, (Menderes-Özal-Erdoğan) hiçbir yönetici gerçek manada bu milletin iradesi ve çoğunluğun seçimiyle gelmedi.

Yönetmesini istediği liderler asıldı, öldürüldü, öldürmeye teşebbüs edildi ve de 15 Temmuz darbesi ve devamıyla bu durum bitmedi.

İngiltere övülmekte, İslâm’dan önceki Türk tarihi en güzel idare yöntemi olarak öne çıkarılır.

“Bugün, İngiltere, Belçika gibi büyük eski demokrasilerin, daha bariz ve
daha iyi tanzim olunmuş bir demokrasinin tahakkuk ettirilmesi yolunda, çalıştıkları
görülmektedir.
Demokrasi fikri, asri teşkilâtı esasiyenin bir farikası olduğu halde, fikir çok eskidir.
Demokrasi fikrinin muhteviyatı ve mânası hakkında lâyıkıyle tenevvür için onun
kısaca tarihini hatırlatmak faideli olur.
Bundan en aşağı 7000 sene evvel, Mezopotamya’da , ilk beşeriyetin
medeniyetlerinden birini kuran Sumer, Elam ve Akat kavimlerinde demokrasi
prensibi tatbik , olunmuştur. Filhakika, bu Türk kavimler, müttehit bir cumhuriyet
teşkil etmişlerdir. Bundan sonra, Atina ve Isparta gibi Yunan şehirleri, bir nevi
demokrasi ile idare olunurlardı.
Roma dahi demokrasi hayatı yaşamıştır.
Türk milleti en eski tarihlerinde, meşhur kurultaylarıyla, bu kurultaylarda devlet
reislerini intihap etmeleriyle demokrasi fikrine ne kadar merbut olduklarını
göstermişlerdir. Son tarih devirlerinde, Türklerin teşkil ettikleri devletlerde,
başlarına geçen padişahlar, bu usulden ayrılarak müstebit olmuşlardır.

Kralların ve padişahların istibdadına, dinler mesnet olmuştur. Krallar, halifeler,
padişahlar etraflarını alan papazlar, hocalar tarafından yapılmış teşviklerle, ilâhî
hukuka istinat etmişlerdir. Hâkimiyet, bu hükümdarlara Allah tarafından verilmiş
olduğu nazariyesi uydurulmuştur. Buna göre, hükümdar, ancak Allah’a karşı
mes’uldür. Kudret ve hâkimiyetinin hududu yalnız din kitaplarında aranabilir. İlâhi
hukuka müstenit bir mutlakıyet kaidesi önünde, demokrasi prensibinin, ilk aldığı
vaziyet mütevazıdır. O, evvelâ hükümdarı devirmeğe değil, onun yalnız kuvvetlerini
tahdide, mutlakıyeti kaldırmağa çalıştı. Bu çalışma 400 – 500 sene evvelinden
batlar. Evvelâ, kuvvetin milletten geldiği ve kuvvet gayri muktedir bir ele düşerse
onun istirdat edilebileceği, bu kuvvetin milletin vekillerinden mürekkep meclis
tarafından kullanılması lâzım geleceği ifade olundu.
On altıncı asırda demokrasi prensibi, hükümdarların nüfuzunu kırmak için, siyasî
mücadele vasıtası olarak kullanıldı.”

Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal. Elbette geçmiş geçti ancak bu geçmişi ve geçmiş yönetimi kötülemeyi gerektirmez.

Bu taassuptur ki, geçmişe düşman olup, yeni idareyi yerleştirmek için bir savaş açmayı değil, tashih gereken yerleri düzeltmeyi gerektirir.

Maalesef bu olmadı ve yapılmadı.

“Kendine hususi bir din izafe eden (teokratik) devlet te vardır. Rus Çarlığı ile
Osmanlı Saltanatı böyle idiler. Çar kilisenin reisi, sultanlar da halife unvanını
takınmışlardı. Kezalik dini siyasetten ayırmış lâik hükumetler vardır :Amerika,
Fransa, Türkiye Cumhuriyetleri gibi. Hükümdarlıklarda, devlet riyaseti makamına
veraset tarikiyle gelinir.
Halbuki, Kuvvetinin ve salâhiyetinin Allah’tan geldiğini ve yalnız ona karşı, âhırette,
hesap verebileceğini farz eden ve devleti, memleketi mevrus bir malikâne kabul
eyliyen bir hükümdar, her türlü kayıttan kendini vareste görür. Böyle bir idarede,
milletin benliği hürriyeti mevzuu-bahs dahi olamaz. Binaenaleyh, salâhiyeti mahdut
dahi olsa hükümdarlık tekli demokrasiye, hâkimiyeti milliye prensibine mutabık
değildir. Hükümetin, mahdut insanların, sınıfların, elinde bulunması dahi millet
mevcudiyetinin asla kabul edemeyeceği bir keyfiyettir. Bütün milletin ekseriyetle,
devlet idaresine iştirakine mâni olan bu “oligarşi” usulü de bir zümrenin, kendi
menfaatlerini temin için umum millete ait hâkimiyeti, gaspından başka bir şey
değildir.”

Maalesef İttihat ve Terakkiden beri başa geçmek ve devleti yönetmek için bu milletin köklü olan din ve inancına vurmak hedef alındı.

Hem içte ve hem de dışta. Bilinçli, bilinçsiz ittifaklar oluşturulmaktadır.[2]

MEHMET ÖZÇELİK/17/4/2022

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/meral-aksener-iktidara-geldigimizde-okullarda-medeni-bilgiler-kitabini-dagitacagiz-3794968

MURAT BARDAKÇI, AKŞENER’İ YERİN DİBİNE SOKTU : O KİTAPTA YAZANLARI BİLSEYDİN.

https://www.youtube.com/watch?v=XpcKTIig180

[2] https://www.haber7.com/dunya/haber/3209506-fransada-basortu-yasagi-secim-malzemesi-oldu-asiri-sagci-le-penin-islam-dusmanligi

https://www.haber7.com/guncel/haber/3209300-can-dundarin-hain-plani-desifre-oldu-nuri-gokhan-bozkirdan-bakin-ne-istedi

https://www.yenisafak.com/yazarlar/bulent-orakoglu

Partinin temelinde mi problem var yoksa Temelde mi problem?

https://www.yenisafak.com/gundem/6li-masanin-sifreleri-3772697

https://www.haber7.com/dunya/haber/3210372-imran-hana-yonelik-operasyonlarin-arkasindaki-isim-pakistan-fetosu-tahirul-kadri

 




MARİFET VE MUHABBET




HİSSE-13

BEDEVÎNİN DUÂSI

 

Hazret-i Ömer (رضي الله عنه), Resûlullah ( ﷺ )’in kabrini ziyâret eder. Kabri önünde bir bedevînin duâ ettiğini görür ve arkasında durup duâsını dinlemeye başlar. Şöyle duâ etmektedir bedevî:

 

-“Yâ Rabbi! Bu senin Habîbin, ben de kulunum. Şeytan da düşmanın. Eğer beni bağışlarsan habîbin sevinir, kulun kazanır, düşmanın üzülür. Beni bağışlamazsan habîbin üzülür, düşmanın sevinir, kulun helâk olur. Yâ Rabbi! Sen habîbini üzmekten, düşmanını sevindirmekten, kulunu helâk etmekten daha cömertsin. Yâ Rabbi! Araplar arasında asil insanlar vefât ettiklerinde kabri başında kölesini âzâd etme geleneği vardır. İşte Âlemlerin Efendisi vefât etti. Kabri başında beni cehennemden âzâd et…”

 

Bunun üzerine Hazret-i Ömer (رضي الله عنه) avazı çıktığı kadar:

 

-“Yâ Rabbi! Bu Bedevî’nin Sen’den istediğini ben de istiyorum” diye bağırır. Sakalı ıslanıncaya kadar hıçkıra hıçkıra ağlar. Bedevî dayanamaz ve:

 

-“Ey Mü’min’lerin Emîri! Sen de mi ağlıyorsun?” der. Merhametlilerin en merhametlisi olan Allâh’ım! Bizi de, ana-babamızı da, sevdiklerimizi de, üzerimizde hakları olanları da cehennemden âzâd eyle. Yâ Rabbi! Biz de o bedevînin istediğini istiyoruz, kabûl eyle Allâh’ım…! (آمين)

***************  

ZEHİRLEYEN BENDİM

 

1980’li yıllardı. Kütahya’da, bir akşam vaktiydi. Elindeki kitaptan ders yapan zat “Konuşan Yalnız Hakikattir” başlıklı yazıyı okuyordu. Okurken sıra “…bana zulmedenlerin, beni kasaba kasaba dolaştıranların, hakaret edenlerin türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlerin, zindanlarda bana yer hazırlayanların hepsine hakkımı helal ettim.” cümlelerine gelmişti.

 

Koltuğun birisinde yarı dinler, yarı uyur vaziyette duran elli yaşlarında gösteren bir kişi bu cümlelerin okunmasıyla dikkat kesildi. Ders bitince yanındakilere sordu:

 

—Bu zat hapis yatarken zehirlenmiş midir?

 

Evet, dediler.

 

—Afyon Hapishanesi’nde mi yatmıştır?

 

Evet, dediler.

 

Bu cevapları alan kişi, üzgün ve mahcup bir vaziyette der ki: “O zatı zehirleyen sağlık memuru bendim.”

 

Emekli sağlık memuru olan bu kişi, zehirleme olayını bakın nasıl anlattı:

 

1947–1948 yıllarıydı. Afyon Hapishanesi’nde yatmakta olan bu zat için, görevli kişi, hükümet tabibini çağırmış. Elinde tuttuğu zehirli iğneyi göstererek: Bu iğneyi şu kişiye yapacaksın.” demiş. O da ancak yazılı emirle yapabileceğini söylemiş. Görevli kişi: “O zaman bir memurunu gönder.” demiş. Hükümet tabibi de beni gönderdi. Beni hapishanede karşıladılar. Önce: “Bu doğulu hoca, bir Kürt devleti kurmak istiyor. Bu kişi devletimiz için çok tehlikelidir. Gizli gizli kitaplar yazarak halkı zehirliyor. Daha neler yapıyor neler. Sen şu iğneyi bu kişiye zerk edeceksin.” dediler. Gizli güçlerin görevlendirdiği bu kişiler, ayak ayaküstüne atarak kahvelerini içerken ben de oraya çağırılan zatın hazırlanmasını bekliyordum. Kendisine iğne yapılacağını anlayan zat dedi ki:

 

—Ben hasta değilim, benim vücudum iğneyi kaldırmaz, bir haşarat salgını da yoktur. Niçin iğne vurulmak icap ediyor? Yoksa siz iğneyi yapmak mecburiyetinde misiniz?

 

Evet, dedim. “Bu iğneyi yapmak mecburiyetindeyim.”

 

“O zaman yap, dedi.

 

Ağzına kadar zehir dolu olan enjeksiyonun bir miktarı bile insanı öldürmeye yetecekken bana hepsini zerk etmem emredilmişti. Ben iki dizyem yaptım. Bu zat zehirlendiğini çok iyi anlamıştı. Koğuşuna götürüldü. Her an bayılması ve ölmesi bekleniyordu. Bir iki dakika içinde netice alınacaktı.

 

Gizli komitenin görevli kişileri, birkaç dakikada bir kendilerini arayan telefona cevap veriyorlar: “Hepsini zerk ettik, sonucu bekliyoruz.”

 

diyorlardı. Koğuşa gidip gelenler, bu zatın acılar içinde kıvrandığını söylüyorlar, fakat öldüğünü bir türlü söylemiyorlardı.

 

Telefon defalarca çalıyor, görevliler ise hep aynı cevabı tekrarlıyorlardı. Tam bu sırada ezan okunduğunu hatırlıyorum. Dışarı da “Tanrı uludur, Tanrı uludur” sesleri duyulurken içeride “Allahuekber Allahuekber” sedaları yükseliyordu.




HİSSE-12

HİSSE

İSLAMÎ TEBLÎĞ USULÜ

 

Ders ve ibret dolu bir hatıra!:

 

Molla Hamid Ağabey (r.a) anlatıyor (Bediüzzaman Said Nursi’nin talebesi)

 

Van da Nurşin Camii’ndeyken Üstadımız gelen gidenlere vaaz u nasihatlerde bulunurdu. Efendimizin (a.s.m.) ahlakını, sevgi ve şefkatini en çok takip eden oydu. Yanına devamlı gelen âlim, şeyh ve mollalara, millete şefkat ve merhametle muamele etmelerini tavsiye ederdi.

 

*“Vaaz ve nasihat ederken milleti korkutmayın, ümitlendirin”

 derdi.

 

Hatta bir seferinde kalabalık bir âlim cemaati vardı. Bir mesele konuşuluyordu.

 

Bediüzzaman, Molla Resul’e hitap ederek:

 

*“Kardeşim, size günahkâr bir genç teslim edilse, bütün imkân sizin elinizde olsa, ‘Bunu ıslah ve terbiye edin’ denilse, siz ne kadar uğraşsanız genç namaz kılmasa, oruç tutmasa, şer’î kuralları uygulamasa, ne yaparsınız?”*

 dedi.

 

Orada bulunan âlim ve fazıl zatlar:

 

*“Seyda! Vallahi bu feraizi yerine getirmezse biz önce tehdit ederiz, olmazsa döveriz. Daha da olmazsa o genci hapsederiz. Çünkü şeriat buna izin vermiştir”*

dediler.

 

Üstad onlara hitaben:

 

*“Kardeşlerim! İşte burada benim fikirlerimle sizin ki uyuşmuyor”*

dedi.

 

Orada bulunanlar:

 

*“Peki, siz ne yapardınız?”*

diye sordular.

 

Üstad şu cevabı verdi:

 

*“Ben o gence önce iyilikle söylerim. Sonra, ‘Farzları yaparsan seni hediyeyle taltif ederim’ derim. Yine yapmazsa, bir tarafa çekilip ağlayarak,*

 

*‘Ya Rab, bu genci yakma, merhamet et!*

 

*Çünkü ıslah etmek Senin elindedir!’ diye yalvarırım.*

 

*Sizinki neye benziyor biliyor musunuz? Arkadaşınızla harbe gittiniz. Arkadaşınız kaza eseri düşmana esir düştü. Onu kurtarmaya çalışmayıp ‘İyi oldu, yakalanmasaydı’ demeye benzer. Veya gezmeye çıktınız. Arkadaşınız suya veya bataklığa düştü. Elinden tutup çıkartır mısınız, yoksa bir tekme de siz atıp ‘İyi oldu, düşmeseydin’ mi dersiniz?*

 

*İşte, mühim olan onu cehennemden ve bataklıktan kurtarmaktır. Kurtaramazsanız, hem dünyası yıkılacak, hem cehenneme yollanacak. İşte bu noktada benimle sizin fikirlerimiz ayrılıyor.”

************ 

MAYMUN TUZAĞI

 

Asya’da maymun yakalamak için kullanılan bir çeşit tuzak vardır.

Bir hindistan cevizi oyulur ve iple bir ağaca veya yerdeki bir kazığa bağlanır.

Hindistan cevizinin altına ince bir yarık açılır ve oradan içine tatlı bir yiyecek konur.Bu yarık sadece maymunun elini açıkken sokacağı kadar büyüklüktedir, yumruk yaptığında elini dışarı çıkaramaz.

 

Maymun tatlının kokusunu alır ve yiyeceği kavrar, ama yiyecek elindeyken

elini dışarı çıkartması olanaksızdır. Sıkıca yumruk yapılmış el, bu yarıktan dışarı çıkamaz. Avcılar geldiğinde maymun çılgına döner ama kaçamaz. Aslında maymunu tutsak eden bir şey yoktur. Onu sadece kendi bağımlılığının gücü tutsak etmiştir.

Yapması gereken tek şey elini açıp yiyeceği bırakmaktır.Ama zihninde açgözlülüğü o kadar güçlüdür ki bu tuzaktan kurtulan maymun çok nadir görülür.

 

Bizi tuzağa düşüren ve orada kalmamıza neden olan şey, arzularımız ve zihnimizde onlara bağımlı oluşumuzdur. Tüm yapmamız gereken, elimizi açıp benliğimizi ve bağımlı olduğumuz şeyleri serbest bırakmak ve dolayısıyla özgür olmaktır.

Joseph Golstein

**************

Gönül Hûn Oldu Şevkinden

Gönül hûn oldu şevkinden boyandım yâ Rasûlallah
Nasıl bilmem bu nîrâne dayandım yâ Rasûlallah.
Ezel Bezmi’nde dinmez bir figândım yâ Rasûlallah
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallâh.

Yanan kalbe devâsın sen, bulunmaz bir şifâsın sen
Muazzam bir sehâsın sen, dilersen rû-nümâsın sen
Habîb-i Kibriyâ’sın sen, Muhammed Mustafâ’sın sen
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Gül açmaz, çağlayan akmaz, ilahî nûrun olmazsa
Söner âlem, nefes kalmaz, felek manzûrun olmazsa
Firâk ağlar, visâl ağlar, ezel mesrûrun olmazsa
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Erir canlar o gül-bûy-i revân-bahşın nevasından
Güneş titrer, yanar dîdârının bak ihtirasından
Perîşân bir nazâr inler hayâtın müntehasından
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Susuz kalsam yanan çöllerde, can versem elem duymam
Yanardağlar yanar bağrımda, ummânlarda nem duymam
Alevler yağsa göklerden ve masseylesem duymam
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Ne devlettir yumup aşkınla göz, râhında can vermek
Nasîb olmaz mı Sultânım, haremgâhında can vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında can vermek
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

Boyun büktüm perîşânım, bu derdin sende tedbiri
Lebim kavruldu âteşten, döner pâyinde tezkîri
Ne dem gönlün murâd eylerse taltîf eyle Kıtmîri
Cemâlinle ferahnâk et ki yandım yâ Rasûlallah.

YAMAN DEDE

 




HİSSE

HİSSE

Mescid-i Nebevi’de Sahabe’den bir halka oluşmuş.

 

Halkanın yanında Sahabe’den bir kişi de mescidin direğine yaslanmış oturuyor.

 

Halkada oturan Sahabiler birbirlerine şöyle bir teklifte bulunuyorlar: “Herkes hasebini ve nesebini, soyunu sopunu bize anlatsın.”

 

Birisi “Tabii” diyor, “Ene min Temîm (Ben Temîm kabilesindeninm); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan… (Falan Oğlu Falan Oğlu Falan…)”

 

Diğeri diyor ki: “Ene min Evs; İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”

 

Bir başkası “Ene min Kureyş, eşref-un nas (İnsanların en şereflisi); İbn-u Fulan İbn-u Fulan İbn-u Fulan…”

 

Direğe yaslanmış olan Sahabi’ye, Selman-ı Farasi’ye dönüyorlar; diyorlar ki: “Yâ Selmân! Ve mâ hasebuke ve mâ nesebuk? (Ey Selman! Senin hasebin ve nesebin nedir?)”

 

O da diyor ki: “Ene Selmân İbn-ul İslam (Ben İslam Oğlu Selman’ım).”

 

Sonra gözü dolarak diyor ki: “Ben dalaletteydim, Allah beni Resul-i Ekrem’le hidayete erdirdi. Ben fakirdim, Allah beni Resul-i Ekrem’le zenginleştirdi. Ben köleydim, Allah beni onunla özgürleştirdi. Benim hasebim nesebim, soyum sopum budur.”

 

Uzaktan Hazret-i Ömer bu sahneye şahit oluyor.

 

O da yaklaşıyor, “Benim de hasebimi nesebimi öğrenmek istiyor musunuz?” diye soruyor.

 

“Evet” diyorlar.

 

“Ben de İslam Oğlu Ömer’im, İslam Oğlu Selman’ın kardeşiyim.”

*************** 

??… Ben Camii İmamıyım.

Ne kadar inanacaksınız bilemedim ama sır kalsın da istemedim.

️… Dün namaz bitti.

İki kişi, iki ayrı köşe de dua ediyor.

Biri ağlıyor, sanki diğeri de gülüyor.

Ama bizim cemaatten değil belli.

?… Dur dedim, bunda bir iş var.

Nasılsa çıkacaklar.

Oturdum bekledim.

Bir şeyler okuyor gibi yapıp onları izledim.

Çok güzel giyimli olan bey sesli ‘’Amin’’ dedi, bütün camii sanki inledi.

Kalkıp yanıma geldi.

“Hocam” dedi. “Bu zarfı al.”

Çocuğum yoğun bakımdaydı, doktorlar birkaç gün ömrü kaldı. Yaşaması zor ama duaya devam edin demişlerdi Şükür ki şimdi evde.

Annesinin dizlerinde.

İki rekat şükür namazı kıldım, adağımı yerine getireyim dedim de. Sen bulursun bir ihtiyaç sahibi, olur değil mi..? diye sordu. “Tamam kardeşim” dedim. Çıktı gitti. Diğer kardeşimiz belli ki sokakları temizleyen birisi. O da kalktı biraz sonra çıkıyor kapıdan ama gözlerinde yaş var. Ben 55 yaşındayım, insanların halini biraz anlarım. Kardeş bak kimse yok gel anlat dedim. Hocam, iki evladım var. Daha dün işe girdim elim biraz dar. Maaşa da çok zaman var. Öğretmen bir şeyler istemiş. Bizim de borç isteyecek kimsemiz yok ki idare edelim maaşa kadar.

İçim daraldı, dua ettim.

Rabbimden bir çıkış kapısı istedim.

Kardeşim bak inanmayacaksın ama az önce çıkan bey bana zarf verdi.

Bunu ihtiyaç sahibi birine iletir misin dedi. Buyur bu senin duanın kabul eseri. Akşama doldur sepeti, sevindir o iki garibi dedim. Zorla kabul ettirdim. Zarfı açmamıştım, kaç para var bakmamıştım. Adamcağız da sevinip çıktı gitti. Sonra oturup şükrettim. Allah’ım dedim. Adak adayanı da, para lâzım olanı da, camiinin hocasını da aynı mekânda buluşturdun Zarfa bile baktırmadın çünkü ben eminim ki sen lazım olacak kadar içine koydurdun. Beni de bu yolda vesile kıldın. Allah’ım sana HAMDOLSUN. (Alıntı)

**************

BEYZA   ELBİSE

 

            “Asla,asla!”diye yırtınırdı bu konu açıldıkça.”Yobaz değil uygarım,çağdışı değil,çağdaşım;örtünmeyeceğim işte!…”Bu devirde bohçaya sarılmış gibi giyinemem ben…Yaşadıkça da hep böyle olacağım!”

            Oldu da…Yerli yabancı nice moda dergisini merak ve özenle takib ederdi.Seçtiği en çarpıcı,en ilginç,en pervasız kıyafetleri cesaretle ilk giyen olmakla tanınırdı çevrede.

            O gün…Evet,o gün aynı konu açıldığı halde ses çıkarmamasına kimse şaşırmıyordu.Asıl hayret”Giymem!”feryadını bekleyen bana düşmeliydi demek.Hiç itiraz etmeden nasıl da örtünmüştü!Hem de hiçbir moda dergisinde rastlıyamıyacağı,hiç de cazib olmayan elini yüzünü açıkta bırakmak şöyle dursun,gözlerini bile kapatan bu yeni elbiseye (kendi tabiriyle-ki,bu defa tam yerindeydi-“bohça”ya) bu beyaz patiskaya sarılmak üzere,yaşlı komşu teyzelere vücudunu ne kadar da uysal teslim edivermişti.

            Bu kıyafet yüzünden meşhur iddiasında direnememenin mahcubiyetini duymasına lüzum yoktu aslında.Nasıl olsa hepimiz;”Sözünde durdu doğrusu!”diye düşünüyorduk hüzünle.Hem şimdi bile iddiasından dönmüş sayılmazdı ki…Çünki o”yaşadıkça”giymiyeceğini söylemiyor muydu?”(S.Himmetoğlu)

**************** 

KUR’ANLA KONUŞAN KADIN


>Abdullah ibni mübarek anlatıyor;
>
>   Bir gün hacca gidiyordum,Irak;Suriye topraklarından geçerken
>yalnız
>bir kadına rastladım.Selam verdim;
>
>Selamımı Söz olarak Rahim bir Rab’den selam sözüdür
>onların duyacağı(Yasin:58) ayetiyle aldı
>
>.Buralarda ne yapıyorsun? diye sordum.
>
>Allah kimi yoldan çıkarmışsa,ona yol bulduracak yoktur”(A’raf
>:186)
>ayetini okudu…
>
>.Anladım ki ,yolunu kaybetmiş.Nereye gittiği soruma ;
>
>Bir gece kulunu Mescid-i Haramdan alıp Mescid-i Aksaya götüren
>Allah’ı
>tesbih ederim(İsra:1) ayetiyle karşılık verdi.
>
>Anladım ki,geçtiğimiz hac mevsiminde haccını
>tamamlamış,kudüse gidiyor.
>
>    Ne zamandan beri böyle yolunu kaybettin? dedim.
>
>Tam üç gece (yani üç gündür)(Meryem:10) dedi.
>
>Yiyecek verme teklifinde bulundum.
>
>Sonra orucunuzu gün batıncaya kadar tamamlayın( Bakara:187)
>ayetini
>okudu.
>
>iyide Ramazan da değiliz dedim.
>
>Kim Allah için nafile bir hayır yaparsa,Allah her hayrın
>karşılığını
>verendir ,her şeyi hakkıyla bilendir(Bakara:158) ayetiyle cevap
>verdi.
>
>Yolculukta oruç açılabilir”dedim.”Ama orucu tutarsanız,bu
>hakkınızda daha
>hayırlıdır(Bakara :184) ayetini okudu.
>
>    Niye benim gibi konuşmadığını sordum.
>
>Ağzından tek bir söz bile çıkmasın ki,yanında onu
>gözleyen ve o sözü
>kaydetmeye hazır bir gözcü bulunmamış olsun”(Kaf:18)dedi.
>
>”kimlerdensin?diye sordum.Bu konuda kesin bilgin yok(ailemi söylesem de
>tanımazsın).Sonra göz de kalp de(görmeden,kesin bilgiye
>dayalı olmadan
>verdiğin her hükümden) sorumludur.”(İsra:36)ayetiyle cevap verdi.
>
>Hata ettim,hakkını helal et dedim
>
>.Bugün size kınama yok.Allah sizi bağışlasın(Yusuf
>:92) dedi.
>
>Deveme bindirip kafilesine ulaştırma teklifinde bulundum.
>
>”Hayır adına ne işlerseniz Allah onu bilir(Bakara:215) ayetiyle
>mukabele
>etti.
>
>Devemi yanına getirdim,binecekken.Mümin erkeklere söyle
>,bakışlarını
>sakınsınlar(Nur:30)ayetini okudu.
>
>Gözlerimi çevirdim;binecekken deve ürküp kaçtı,bu arada elbisesi az
>yırtıldı.
>
>Başınıza musibet olarak ne gelirse,bu bizzat işleyip,onu hak
>etmeniz
>sebebiyledir(şura:30)ayetini mırıldandı.
>
>Sabret,deveyi bağlayayım!dedim.Bu hususta Süleyman’ı
>anlayışlı ve daha
>isabetli davranır kıldık(Enbiya :79)ayetini okuyarak,devemi
>yönlendirme
>konusunda benim daha başarılı olduğumu kasdetti.
>
>Deveye bindi ve Bunu bize baş eğdiren Allah’ı tesbih
>ederim;yoksa bunu biz
>başaramazdık.Ve sonunda şüphesiz Rabbimize
>döneceğiz!”(Zuhruf:13-14)ayetlerini okudu
>
>.”Haydi!” diye deveyi hızlandırdım.
>
>”Yürüyüşünde (ve davranışlarında)vakur ol ve sesini
>yükseltme.seslerin en
>çirkini eşeğin sesidir!”(Lokman :19) mukabelesinde bulundu.
>
>Yürürken şiir okumaya başladım.Kur’an’dan kolayınıza geleni
>okuyun!”(Müzzemmil:20) dedi.
>
>şiir okumak haram değil ki !dedim.
>
>Bu hususu ancak idrak ve basiret sahipleri düşünür anlar! (Bakara :269)
>cevabını verdi.
>
>    Bir süre gittik;sonra evli olup olmadığını sordum.
>
>”Ey iman edenler!Cevabı verildiğinde sizi üzecek meselelerden
>sormayın!”(Maide :101)ayetini okudu.
>
>Derken kafilesine ulaştık ve “kafile içerisinde kimsen var mı?
>dedim
>
>Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür!(Kehf:46) dedi.
>
>Anladım ki ,evladı var.İsimlerini sordum.Allah
>İbrahim’i dost edindi;Allah
>Musa ile konuştu;Ey Yahya ,Kitaba kuvvetle tutun!(Nisa
>:125,164;Meryem:12) Ayetlerini okudu.
>
>.Ey İbrahim,ey Musa ,ey İsa! diye kafileye seslendim.Nur yüzlü
>üç
>genç Buyur!” diye çıkageldi.
>
>Onlara para verip,Bununla içinizden birini şehre yollayın!Yemeklerin
>helal
>ve temiz olanına baksın ve size bir yiyecek getirsin.Dikkatli
>davransın!(Kehf:19) dedi.
>
>Yiyecek gelince bana Geçmiş günlerinizde
>yaptıklarınızın karşılığında
>şimdi afiyetle yiyip için!”(Hakka:24)dedi.
>
>   Çocuklara,Annenizin bu durumunu bana söylemezseniz bu yemekten
>yemem!”dedim.Annemiz”dediler.Ağzından Cenab-ı
>Allahın gazabını çekecek
>yanlış bir söz çıkar korkusuyla 40 yıldır böyle sadece
>Kuranla konuşur.
>
>   İbni Mübarek,bu hadiseyi Kuran’da her şeyin bulunduğuna delil
>olarak
>anlatırdı.

 

 




SİLİK PARA

SİLİK PARA

Diğer adıyla geçersiz akçe, silinmiş para geçerli olmazken, hiç silik insan geçerli bir akçe eder mi?

Paranın siliği gibi, insanın siliği de Allah nezdinde geçersizdir.

Ahirette geçmez.

Herkes kendi tinet, karakter, yapı ve mayası doğrultusunda hareket eder.

Abdullah bin Sebe’ler kendisi gibi olanları seçmektedir.

Maddi yapının bozulmasıyla hastalıklar ortaya çıktığı gibi, manevi yapının bozulmasıyla da, manevi dünyada bozulmalar ve hastalıklar baş gösterir.

Bu da dışa yansır. Hayatı kokutur ve bozar.

Bundan da firavun ve nemrutlar çıkar.

Cennet de cehennem de kendi müşterilerini oluşturmaktadır.

Müşterisine göre…

Dünyada gübreye de, demire de, altın ve elmasa da müşteri çıkmaktadır.

Herkes bu dünyada cennet ve cehennem binasını kurmaktadır.

Ahirette herkes talep ettiğini bulacak ve ona kavuşacaktır.

Buğday eken arpa biçmez, diken eken de pamuk biçmez.

Hiçbir asırda firavun ve nemrutlar eksik olmamıştır.

Ancak asrımızda bu her devlet ve belde de firavuncuklar olarak kendisini göstermiştir.

Son ana kadarda olmaya devam edecektir.

Ancak bunlar kader cihetiyle olumlulukların ve olumlu duyguların ortaya çıkması sebebiyle dolaylı olarak şer de olsa, hikmet ve onların varlıklarına müsaade edilmesi sebebiyle hayırları doğurmaktadır.

Ehli iman için bir gübre olmuştur. Şeytan bir gübredir, duyguların gelişmesi veya duygusuzların ortaya çıkması için…

Allah yakmasın… Hızımız kılsın…

Cennet ucuz değil, cehennem dahi lüzumsuz değildir.

Kabiliyetler ayrıştırılırken, kaliteler ve kaliteliler de ortaya çıkmaktadır.

Hayatta olan olaylar farklı yapıda olan insanların iç dünyalarını dışarıya çıkarıyor.

Musibetler, savaş, kıtlık gibi durumlar insanların samimiyetini ölçen birer miyar ve değerleri ölçer aletdir.

Şu anda bir kısım esnafın malını stoklayıp ihtikar yapması, toplumdaki boşluktan istifade etmek amacıyla haksız kazanca yönelmesi, aslında kendisine verilen fırsatı lehine değil, aleyhine çevirmekte, gerçek yüzünü ortaya koymaktadır.

Şu an fırsatçılık yapıp da malını stoklayanlar millete pahalı pahalı satmaya çalışanlar, aslında içlerindeki gerçek karakterlerini, hayvaniyet duygularını açığa çıkartmış oluyorlar.

Hadislerde ihtikar yani stokçuluk yasaklanmış ve de lanetlenmiştir.[1]

Aslında kolay da değil, bu memlekette Allah demek yasaktı.[2]

Zira bu milletin maddi ve manevi başına gelen eğer gündüzün başına gelseydi, gündüzü gece olurdu.

Asırların görüp yaşamadığı zulümler yaşandı.

Onun içindir ki; Allah imhal eder ancak ihmal etmez. Yani bir süre fırsat verip dener, göz ardı etmez.

Altın çıkarsa ne ala, kömür çıkarsa tinetini göstermiş olur.

Nitekim dünyadaki kavgalarda, ayı ile domuzun yaptıkları kavgalar çiçekleri vurdu. Çiçekçileri üzdü. Çiçekler soldu.

Ayı ile domuz tinetlerinin gereğini yaparken, ezilen çiçekler yapması gerekeni yapamadı.

Etrafa çiçeklerin güzel kokuları değil, ayı ve domuzun kokularıyla, çıkardıkları toz toprağın kokusu yayıldı, etrafı sardı.

Bu dünya iş yönüyle ekme, duygular yönüyle de ekilme yeridir.

Ya olup gelişecek ya da sönüp gidecektir.

Zorluklar ve zor durumlar bazen kahramanları çıkarırken, bazen de zalimleri…

Allah bir fırsat vermiştir, o da bir ömür…

Kimler geldi kimler geçti bu felekten/ Kalbur ile un elerken deve geçti bu elekten.

İnsanlık tarihi boyunca nice devler ve nice develer gelip geçmiştir.

Karakter meselesi…

Katranı kaynatsan  olur mu şeker, herkes aslına çeker.

İşler aslına döner.

Kurt kurtluğunu, tilki tilkiliğini, ayı ayılığını yapar.

Arı su içer bal akıtır, yılan su içer zehir akıtır.

Anlat anlat anlamaz, kaynat kaynat kaynamaz.

Kimi rahmetlik olurken, kimi de zahmetlik.

Ne kendi etti rahat, ne halka verdi huzur/ çekip gitti dünyadan dayansın ehli kubur.

Gidiş nasıl?

Hayırlı olsun, hayırla olsun, hayırlılarla olsun, hayırla dolsun.

Hamdım. Piştim. Yandım…

Hayat mutfağında ne olmak ne nasıl olmak istersiniz?

Afiyet olsun…

MEHMET ÖZÇELİK

8-4-2022

 

[1] https://sorularlaislamiyet.com/kaynak/ihtikar

http://www.hadismerkezi.com/h640_stokculuk-haramdir

https://dergi.diyanet.gov.tr/makaledetay.php?ID=22009#:~:text=Di%C4%9Fer%20bir%20had%C3%AEs%2Di%20%C5%9Feriflerinde,olunmaz%C2%BB%20(3)%20buyurmu%C5%9Flard%C4%B1r.

[2] https://www.yenisafak.com/hayat/allah-demek-boyle-yasaklandi-yesilcamin-sansur-tarihi-cikti-3773524

https://www.yenisafak.com/hayat/yesilcamin-sansur-tarihi-filmde-kbeyi-istemediler-3773731

 




DERS GİBİ….

DERS GİBİ….
SAKIN ANLATMA
Velî bir zât devesiyle çölde giderken, yerde susuzluktan kıvranan bir kişiye rast gelir.

Hemen devesinden inerek, susuzluktan ölmek üzere olduğunu söyleyen kişiye, çöl boyunca kendisine yetecek kadar su kırbasını uzatır.

İkram edilen suyu çok yavaş içmesini de “herhalde takatsizlikten yavaş içiyor” veya “birden içerse, rahatsızlık verir” gibi düşüncelerle hayra yorar.

Oysa; suyu içen kişi son yudumundan sonra, sinsice ve çok hızlı bir hareketle velî zâta sert bir omuz atarak, onu yere yuvarlar.

Velî zât neye uğradığını anlayamadan, o kişi deveye binerek oradan uzaklaşmaya başlar.

Devesinin çalındığını, kendisinin de enâyi yerine konulduğunu anlayan velî zât, o hırsızın arkasında şöyle bağırmaya başlar:

-“Heey, bir dakika, beni dinler misin?”

Hırsız durur, geri döner ve gâlip bir eda ile bir kahkaha atar. Veli zât:

-“Evlâdım, tamam, devem ve eşyalarım senin olsun. Fakat senden bir istirhamım var. Ne olur bu olayı, hiç kimseye anlatma!
Tamam mı?…”

Hırsız şaşkınlıkla sorar:
-“Peki, ama niçin?”

“Çünkü, bu olayı duyanlar, çölde susuz ve çaresiz kalmışlara, bir daha hiç yardım etmezler. Neticede de İslâm’ın yardımlaşma düsturu felce uğrar.”
**************
İhtilâlci Savcıya Kefen Göstermek!

Yakın zamanda vefat eden Samsunlu Hamdi Sağlamer, yaşamış olduğu ibret dolu bir hadiseyi şöyle anlatır:

Sene 1964; hadise, Ankara’da Yargıtay’da cereyan etti.
Av. Bekir Berk, ‘Temyiz’de mahkeme var, birlikte gidelim dedi.
Öğretmen kardeşimiz Konya’lı Mustafa Özsoy’la beraberdik. Temyiz’deki duruşmalara avukatlar dışında kimse alınmıyordu. Bekir Ağabey, bana bir çanta verdi, Mustafa’nın eline de bir dosya tutuşturdu. Bizi stajyer ve yardımcı avukat süsüyle mahkeme salonuna aldırttı.
Manzara dehşet vericiydi:
Yuvarlak bir masa etrafında 27 Mayıs Darbesinin karanlık yüzlü adamları çöreklenmişlerdi. O Egesel’ler, Başol’lar hep oradaydı. İhtilalde oynadıkları başarılı(!) rollerine mükâfat olsa gerek, bu makama atanmışlardı.
Bekir Ağabeyi Yassıada’dan tanıyorlardı. Kin ve nefret dolu gözlerle bizi süzüyorlardı, adeta yiyecek gibi bakıyorlardı.
Savcı Egesel, Bekir Ağabeyin moralini bozacak şeyler yapıyordu: Eliyle masaya vuruyor, dinlemez gibi görünüyordu.
Bekir Ağabey, hiç aldırış etmeden 40 dakika savunma yaptı. Elindeki bütün belgeleri sundu ve bunların zapta geçirilmesini istedi. Zapta geçme talebi, Egesel’i iyice kızdırdı. İki eliyle masayı tutup yüksek sesle:

“Kime, neye güveniyorsun Bekir Bey! Neyine güveniyorsun sen!” diye açıkça tehdit etti.

Bekir Ağabey, tehdide pabuç bırakacak adam değildi. Hemen “Ver şunu!” deyip hızla çantayı elimden kaptı. Başka bir evrak çıkarıp gösterecek sandım. Bir de baktım ki, çantasında sürekli taşıdığı kefenini çıkardı. (Adamların gözleri faltaşı gibi açıldı.) Sonra, gür bir sesle:
“Ben Allah’a güveniyorum!” dedi;
Ardından, kefeni fırlattı ve konuşmasına devam etti…

Öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, adeta salon çınlıyordu.
Vallahi yeminle söylüyorum, o anda adamların masaya dayalı ellerine baktım, tirtir titriyorlardı.
O zaman, gerçekten Bekir Ağabeyin arkasında bir kuvve-i maneviye olduğunu, müdafaa esnasında başka bir şahsiyete büründüğünü gördüm ve anladım…
*****************
Anadolu’da bir ilçede müftüydüm. Günlerden cumartesi. Kazanın pazarı da o gün kurulur. Daireler kapalı. Evde oturacağıma müftülüğe gideyim dedim. Daireye vardım, bir çay demledim, camdan dışarı bakıyorum. Bahsettiğim pazar, müftülüğün biraz ilerisinde kurulur. Kimi almaya, kimi satmaya, herkes pazara geliyor. Kalabalık. Müftülüğün karşısında bir bakkal var.

Ben camdan ilçenin cumartesi günlerine mahsus bu hareketli vaziyetini seyrederken, lüks bir otomobil gelip, bakkalın önüne park etti. Bakkal bir hışımla çıktı;
«–Yok arkadaş dükkânın önüne park etme!» dedi.

Zaten ‘pazarın kurulduğu gün’ olduğu için, bakkala giden gelen yok. Bir de dükkanın önü kapanacak diye adamcağız iyice asabîleşti. Arabanın sahibi de haklı;
«–Yahu burada park yasağı mı var? Niye park etmiyormuşum?!.» diye çıkıştı. Baktım gereksiz bir münakaşa çıkacak. Hemen indim, arabanın sahibine;

«–Arkadaş, bugün ilçenin pazarı var. Gelen-giden çok. Bakkal; ‘Belki satış yaparım’ diye dükkânın önü kapansın istemiyor. Burada arabana zarar gelmesin. Müftülüğün bahçesinde müsait park edecek yer var. Ben kapısını açayım, oraya koy.» dedim.
«–Olur…» dedi.

Arabayı park ettikten sonra;
«– Yukarıda çay demledim, tek başıma içiyorum, istersen buyur birlikte içelim» dedim.
«–Olur, içelim.» dedi. Teşekkür etti.

Yukarı çıktık. Bir yandan çaylarımızı içiyor, bir yandan tanışıyor, konuşuyorduk.

O sırada müftülüğün kapısı açıldı. İçeriye elleri titreyen yaşlı bir hanım girdi. Elinde tek sıra dizilmiş bir tabak incir.
«–Oğlum, müftülüğün kapısını açık gördüm de içeri girdim. Kusura bakmayın. Ben bu incirleri bizim bahçeden topladım. Pazara satmaya götürüyorum. Parasını da sana getireceğim bir kız Kur’ân kursu yaptırırsınız diye…»

Bir tabak incir… 1 kilo ya gelir, ya gelmez. Kur’ân kursu yaptırmak için onu getirip hayır olarak müftülüğe verecek…
Duygulandırıcı bir samimiyet, niyet ve arzu…

Ben dondum kaldım. Misafirim de duygulandı. Hanıma dedi ki:
«–Kaça satıyorsun?»

Kadıncağız, mütevekkil;
«–Ne verirseniz?» dedi.

Adam da coştu:
«–Peki, bir Kur’ân kursu yaptırmaya verir misiniz?»

Yâ Rabbî!..
Bir tabak incir ile bir Kur’ân kursu…
Adam bu güzel niyeti gerçekleştirmek için harekete geçti. O kadıncağızın arzusu gerçek oldu…”

Siz ne derseniz deyin, bunun adı samimiyetten başka bir şey değil. Samimiyetle, ihlâsla istersen; Mevlâ’m karşılığını hemen, fazlasıyla verir.

O kadıncağız, istemiş, gönülden arzu etmiş. «Benim ne imkânım var ki?» diye düşünmemiş. «Bir tabak incirden ne olur…» dememiş. Onu toplamış. «Bana gülerler…» dememiş, yola koyulmuş. Bunlar hep bereketin sırları…

-Vehbi Akşit (Kuşadası İlçe Müftüsü)
****************
İMAM-I GÂZÂLÎ ve BATINÎ TÜCCAR

Şelemzar’a Medrese yapımıyla görevlendirilen İmam-ı GAZALİ, medrese inşaatına yardım etmek isteyen BATINÎ bir tüccara şu sözleri söyler:

“Bu altınlarla kurulacak medresede yetişecek müderrisler, ola ki bir gün doğru yoldan sapıp, altın uzatan ellerin işaret ettiği tarafa yönelirler.
Temiz olduğundan emin olmadığımız ellerin işaret ettiği tarafa yönelmek, şiarımıza terstir.
Velhasıl tüccar efendi bizim tanımadığımız bir elden, kaynağını bilmediğimiz bir pınardan cansuyu istemişliğimiz vaki değildir.”
*********************
1897 yılında, OSMANLI, yunan harbi zaferle neticelenmişti.

Dedem Sultan II. ABDÜLHAMİD Han büyük sevinç içindeydi. Harpte yaralananların hepsini İstanbul’a getirtmiş. Bu gazileri, Gümüşsuyu Hastanesi ve yeni yaptırdığı Şişli Etfal Hastanesine yerleştirmişti. Padişah, yaralıların durumlarını öğrenmek için her gün hastanelere görevliler gönderiyordu.

dedem Sultan ABDÜLHAMİD Han marangozluğa meraklıydı. Yıldız Sarayı’nda bir marangoz atölyesi vardı. Devlet işlerinden yorulduğu zaman dinlenmek için buraya gelirdi. Her biri sanat şaheseri kabul edilen ahşap eşyalar yapardı.

Bir sabah dinlenmek için atölyeye inmişti. Kendisini yardımcısı Mehmed Usta karşıladı.

-Hadi bakalım Mehmed Usta, 150 tane baston ağacı kes..

Usta şaşkınlıkla sordu:

-Ferman Padişahımızındır. Lakin merakımı mazur görün. Bu kadar baston ağacı ne olacak?

-Askerlerim ayaklarından yaralı..

Dedem ABDÜLHAMİD Han ustanın bu hayretini gideren şu cevabı verdi:

-Mehmed Usta, araştırdım. Gazilerimizden, 150 kadarının ayaklarından yaralandıklarını öğrendim. Bunlar iyi olsalar da yürümek için bir asaya muhtaç kalacaklar. Hepsine birer baston yapacağım ve hastaneden çıkıp memleketlerine gidecekleri zaman kendilerine hediye edeceğim.

Mehmed Usta, Sultanın bu ulvi düşüncesine ve insan sevgisine hayran kalarak, hemen işe koyulur.

Kısa zamanda bitirilen bastonları gazilere ulaştırırlar..
*****************
Avustralya’daki kurbağa
Bir dişi hayvanın yavrularını yuttuğunu duysanız, herhalde onun ne kadar vahşi olduğunu düşünürsünüz.

Halbuki Avustralya’da yasayan bir tur kurbağa, yavrularını vahşiliğinden değil, merhametinden yutmaktadır.

“Rheobatrachus silus” adi verilen kurbağanın yumurtadan çıkmak üzere olan yavrularını yutma sebebi, onların emniyetli bir şekilde gelişmesini sağlamaktadır. Acaba anne kurbağanın midesine inen yavrular, mide tarafından hazmedilmeyecek mi?
Elbette hayır.

Çünkü bütün kainatta görülen İlahi rahmet, bu yavruları da ihmal etmeyecektir. Yeni doğan aciz yavrulara anında sut yetiştirerek merhametini gösteren Zat, mideye inen yavruların hazmedilmemesi için de, kurbağanın midesindeki sindirim faaliyetini durdurur. Dişi kurbağanın daha önce midesine doldurduğu gıda maddeleri bağırsağa iletilir ve midenin şekli ile yapısı tamamen değişerek, yavrular için sıcak ve emniyetli bir beşik suretine girer.

Oburluğu ile tanınan bu kurbağanın iştahı, aynı rahmet sahibi tarafından sonra tamamen kesilecek ve kuluçka devresi tamamlanıncaya kadar hayvan tam 2 ay aç kalacaktır. Kuluçkanın ileri safhasında mide büyüyerek akciğere dayanır. Ve onun faaliyetinin durmasına sebep olur.

Ancak İlahi Rahmet burada da imdada yetişir ve akciğerleri devreden çıkan kurbağa, derisi vasıtasıyla nefes almaya baslar.

Yumurtadan çıkan kurbağalar daha sonra yemek borusundan tırmanır ve anne kurbağanın ağzından aşağı atlayarak, gün ışığına çıkarlar.

Mide yavruların tamamen çıkmasından 8 gün sonra normal haline gelir ve vazifesini yerine getiren kurbağa, yiyip içmeye baslar.

Avustralya’nın Adelade Üniversitesi’nden Zoolog Michael J. Tyler ile yardımcısı David Carter tarafından ortaya çıkarılan bu esrarengiz hadise, fizyoloji olarak bilinen ilim dalını alt-üst etmiştir.

İlim adamları ülserin tedavisinde yeni bir ümit olarak gördükleri bu olağanüstü olayın nasıl gerçekleştiğini ve midedeki faaliyetin nasıl durdurulduğunu aramakla meşguller…

MEHMET ÖZÇELİK




KARANLIĞIN ÇOCUKLARI

KARANLIĞIN ÇOCUKLARI

Karanlıkla aydınlığın, imanla küfrün, zulmetle nurun mücadelesi aynı hızla ve artarak devam etmektedir.

Ateşin çocukları gibi karanlığın çocukları da, aydınlığa savaş açmakta ve bunu sürdürmektedir.

Önce ateşin çocukları türedi. Yaktı, yıktı.

Arkasından karanlığın çocukları aydınlığa savaş açtı.

Yarasa misal aydınlıktan rahatsız oldu, düşman oldu.

En önemlisi aydınlığın sahibine açtığı savaşı, O’nun aydınlattığı eserlerine de savaşını sürdürdü.

Bütün problem Nurun Nuru olan Zata, aydınlığından dolayı düşman kesilmesi idi.

Başta şeytan ve avaneleri O Nurdan rahatsız oldu.

Şeytanın kibri onu Rabbisine karşı aciz bıraktırmaya sevk etti ve ortaklarını arttırdı.

Kıyamete kadar o cepheyi arttırmaya ve kuvvetlendirmeye çalıştı.

Nura ve Nur Sahibi gibi, O’nu sahiplenenlere, Rab bilenlere savaş açtı.

İşte bu savaş o zamandan beri durmaksızın devam etmektedir.

Hadiste:” Küfür devam eder, zulüm devam etmez.”

Eşek hoşaftan ne anlar!

Yarasa aydınlıktan ne anlar ve ne alır!

-Rıza Nur Hatıralarında der ki;

“Abdülhamid düşmanlığı gözlerimizi o kadar kör etmişti ki, Mekteb-i Tıbbiye’ye İngiliz bayrağı çekecek kadar alçalmıştık”

Bugün karanlığın çocuklarıyla, karanlıkta kalanlar, aynı karanlıktaki oyunda ve oynaşta ortaktırlar.

Aklın karanlığı, kalbin ve basiretin karanlığı, vicdan ve duyguların karanlığı, her şeyi karanlık kılmakta ve tarih tekerrür etmektedir.

Bugünde tarih tekerrür etmektedir.

Karanlığın çocukları ile karanlıktakiler, aydınlıktakilere savaş açmıştır.

Mücadele devam etmektedir. Ve de edecektir.

Perde kapanana kadar…

MEHMET ÖZÇELİK

29-03-2022

 




KISSA

KISSA

ALLAH Resulü (S.A.S) bir gün camiye giderken yolda ezân ile dalga geçen yahudi çocuklarını duydu. Aralarından birinin sesi çok güzeldi ve o ezânı ağzını eğip bükerek söylüyor diğerleri de ona gülüyordu.

 

Bizler olsak ne yapardık bu durumda ?

 

Şiddet, hakaret…?

 

ALLAH rasulü yolunu değiştirerek çocukların olduğu yöne doğru yavaşça ilerledi.

 

Yanlarına yaklaştı öncelikle elini kaldırarak selam verdi (bu piskolojide benden size zarar gelmez anlamında)

 

Ve ” Az önce çok güzel bir ses duydum, o sizden mi geldi ? ” diye sordu.

 

Şu inceliğe bakar mısınız…

 

Çocuk güzel ses deyince sevindi tabi hemen öne atıldı evet ben söyledim dedi. Efendimiz ona senin sesin ne kadar güzeldir öyle. Seni su mescide götürsem ordaki amcalara da söyler misin dedi. Çocuğun gururu okşanmıştı mutlu oldu söylerim ama ben ezânı bilmiyorum ki dedi.

 

– Olsun ben öğretirim sana dedi ALLAH rasulü.

 

Ve o söyledi çocuk tekrarladı bu şekilde ezberledi. Sonra efendimiz elinden tuttu diğer çocuklar ile birlikte mescide gittiler ve Resul yol boyunca onun saçını okşamıştı.

 

Mescid’te okuyunca oradaki sahabeler de güzel övgülerde bulundu çocuğa. Kendini çok iyi hissetmişti çocuk. Efendimiz çocuğa yaklaşarak senin sesin çok güzel ben seni Mekke’ye göndersem orada Kâbe’ye müezzinlik yapmak ister misin dedi.

 

Şu insan kazanma sanatına bakar mısınız…

 

Çocuk farkında bile olmadan müslüman olacak.

 

Oralarda Kâbe’de müezzinlik herkesin bildiği bir şey, konuşulan bir şey, çocuk da bunu biliyor, büyük bir şey olduğunu biliyor ve çok hoşuna gidiyor bu durum. Kabul ediyor.

 

Ve yıllar sonra..

 

Işte bu çocuk Ebu Mahsure…

 

Sahabeden, Kâbe müezzinlerinden Ebu Mahsure…

 

Fakat onun diğer müezzinlerden bir farkı var, saçları çok uzun hatta o kadar uzun ki saçlarını sarıp bir keseye koyuyor o şekilde geziyor. Onu gören ve bu olayın mahiyetini bilmeyenler

 

-Ya Mahsure bir de müezzinsin neden kesmezsin bu saçlarını bu ne hal diyor.

O böyle diyenlere içleniyor ve diyor ki :

—Nasıl keserim ben bu saçları bu saçlara kim dokundu siz biliyor musunuz benden nasıl kesmemi istersiniz” diyor.

 

Daha ne denir ki…

 

Bu olay size bir çok dersi bir arada vermiyor mu ?

 

Bizler kendi çocuklarımıza bile böyle sabırlı böyle anlayışlı olamıyoruz.

 

******************

Cüneyd-i Bağdadi (K.S.) hz.leri,

Asr sure-i şerifinde geçen;

“Vel Asr İnnel İnsane Lefi Husr.”

“zamana yemin olsun ki insan hüsrandadır”,

 

ayet-i kerimesinin manasını tefekkür ediyordu.

 

Pazar yerinden geçerken, buz satan bir adamın sürekli;

“BUZ ALIN!, BUZ VAR!, BUZ ALSANA!”

diye neredeyse insanların kolundan tutup ısrarla buz satmaya çalıştığını gördü.

Satıcıya;

“Neden bu kadar ısrar ediyorsun ki, zorla satılır mı” deyince satıcı;

“Ee ERiYOR !” cevabını verir.?

 

Bunu duyunca, o anda bayılır.

Ayıldığında yanındakiler ne olduğunu sorunca;

 

-O adamın buzlarında kendi ömrümü gördüm.

Neden zamana yemin edildiğini ve neden insanın zararda olduğunu şimdi daha iyi anladım ,

Sıcak, adamın maddi sermayesi olan buzları eritip tükettiği gibi, zaman da asıl sermayemiz olan ömrümüzü tüketiyor.

Saniye saniye,

dakika dakika

ömür buzumuz eriyor, hissedebiliyor musunuz?   ???             

 

Ömrümüz buz misali eriyip gidiyor.?

Sattık, sattık.

Satamazsak eriyor.

 

“Nefis ve malını Cenâb-ı Hakk’a satmak

ve ona kul olmak ;

ne kadar kârlı bir ticaret,

ne kadar şerefli bir rütbe…”

*************  

  1. MUSA ve ÇAKALLAR

 

Musa Aleyhisselâm, bir gün sürülere zarar veren Çakallar için, ALLAH’ım

bunları ıslah eyle diye dua eder.Sabah kalktığında çakallaların ölmüş olduğunu görür.

YA RABBİ ben bunların ölmesini değil ıslah olmasını istedim deyince CENABI HĀK nida eder:

Çakallarin ıslahı ölümdür Ey Musa buyurur.

Çünkü onların fitratında çakallık var ve masum olanlara zarar verir..

YA RABBI!

Fıtratı çakallaşmış olan hainleri sen usulünce ıslah eyle.

*******************   

Tilkinin kuyruğu kayaya sıkışmış ve kurtulmak için, kuyruğunu kesmek zorunda kalmış.

 

Daha sonra, bir başka tilki onu gördüğünde,

“Kuyruğunu neden kestin” diye sormuş.

 

Kuyruğu kesik olan,

“Böyle kendimi çok mutlu hissediyorum.Şimdi o kadar mutluyum ki; adeta sevincimden havalara uçuyorum” demiş.

 

Bunun üzerine, diğer tilki de kuyruğunu kesmiş.

Fakat mutluluk yerine, şiddetli bir acı çekmiş.

Hemen tilkiye gelip,

“Neden bana yalan söyledin? Çok canım acıdı” demiş.

 

Tilki,

“Eğer acı çektiğini diğer tilkilere söylersen, onlar asla kuyruğunu kesmez ve bizimle dalga geçerler” demiş.

 

Bu iki tilki, diğer tilkilere, yaşadıkları mutluluğu anlatmışlar.

 

Böylece tilkilerin çoğu kuyruklarını kesmişler.

Çoğunluk onlara geçince bu seferde kuyruğu olanlarla dalga geçip onlara eziyet etmeye başlamışlar.

 

İşte böyle; önce toplumu bozup, farklılaştırırız, sonrada toplumu birbirine düşman ederiz.

 

KISSADAN HİSSE;

BİR TOPLUMDA BOZULMALAR ARTINCA,

BOZUK İNSANLAR, İYİ İNSANLARI AYIPLAR VE DALGA GEÇERLER.

****************  

 




HEDEF

HEDEF

Aslında Ukrayna’da geri planda hedef Türkiyedir.

İha’ların motorları Ukrayna’da idi.

Abd öne sürdüğü Ukrayna’nın arkasında durmadı.

Bizi savaşa çekmeye çalışıyor. Gerekirse NATO ile birlikte.

Muhalefeti desteklemekten ekonomik, darbe ve sokak olaylarına kadar tüm denemeleri yapan ABD, başarmak için en sinsi ve hainane uygulamasını devreye koyacaktır.

En çokta içten vurmayı deneyecektir.

Ali kalkancı, Fadime Şahin ve Müslim tipinde uyuyan hücreleri uyandırarak…

Zemin o kadar kaypak hale getirilmiş ki, bir dengesiz, bir iffetsiz ve bir meczup toplumun dengesini sarsabiliyor.

Gerçi arkasındaki gizli komite organizatör olarak durumu idare ve yönetmektedir.

İHA, Siha gibi gelişmelere ve de Çanakkale köprüsüne karşı çıkanlar kesinlikle Türk milletinin kanını taşımamaktadırlar.

Tıpkı Bediüzzaman’ın şu tesbiti gibi,

” Ben bakıyorum; kim bana zulmediyor, dikkat ediyordum, onlar katiyen Türk değillerdir. Çünkü, hakiki Türklerde zulmetmek damarı yoktur. Bana zulmedenler, Türklük perdesi altına girmiş başka millettendir, ‘

-Şerler, musibetler, olumsuzluklar ehl-i iman için bir gübre mesabesindedir.

Teyakkuza ve tedbire sebeptir.

Rabbim yakmasın.

– Her kavmin mutlaka bir firavunu vardır olmuştur ve olmaktadır. Ancak her Fir’avunun bir Musa’sı vardır. Bu kavmin firavunları o kadar çok ki o kadar çok olan o firavunlara karşı Musa’nın olması gerekli değil mi? O sahaların olması lazım. Bir Musa ile değil, birçok Musa’ların olması lazım. Musa gibi hakikatlerin olması lazım ki bu zulmün karşısında durabilsin. Ringe çıkan rakiplerin en azından birbirlerine aynı sıklette olması lazım ki adaleti ilahi tecelli etsin.

-Mumcu suikastinde CIA izleri.
Mısır’daki operasyon merkezi MİT’in dosyasında.

CIA “ekibinin hedefi bölgede istikrarsızlık ve Türkiye-İran kavgası yaratmak.

İki Hizbullah: Biri iran’ın, biri CIA’nın denetiminde. Yollara dökülen yüzbinlerce insan gericiliği, şeriatı ve Kontrgerilla’yı lanetledi…”[1]

-“Mûsâ tayin ettiğimiz vakitte buluşmak üzere kavminden yetmiş adam seçti. Onları o müthiş deprem yakalayınca Mûsâ dedi ki: “Ey rabbim! Dileseydin onları ve beni daha önce helâk ederdin. İçimizdeki beyinsizlerin işledikleri yüzünden bizi helâk edecek misin? Bu iş, senin imtihanından başka bir şey değildir; onunla dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletirsin. Sen bizim velîmizsin. Artık bizi bağışla ve bize acı! Sen bağışlayanların en iyisisin.

Bize bu dünyada da âhirette de iyilik yaz! Şüphesiz biz sana yöneldik.” Allah buyurdu ki: Azabıma dilediğimi uğratırım; rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır; ayrıca rahmetimi Allah korkusu taşıyanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.” [2]

MEHMET ÖZÇELİK

23-03-2022

[1] 2000 e doğru dergisi. 31- ocak- 1993.

[2] Araf.155.6.