Ruh ile Nefsin Kavşağında İnsan

Ruh ile Nefsin Kavşağında İnsan

1. İnsana Ruhun Üflenmesi

“Ona (Âdem’e) ruhumdan üflediğim zaman…” (Hicr, 29)

🔹 İnsan ruhu, semavî bir sırdır; sadece bedene hayat vermekle kalmaz, bütün İlâhî isimleri yansıtacak bir potansiyel taşır.

2. Nefis ve İmtihan

Kur’ân buyurur:
“Nefse ve ona bir düzen verene, sonra da ona fücurunu ve takvâsını ilham edene andolsun ki, nefsini arındıran kurtulmuştur; onu kirleten de ziyana uğramıştır.” (Şems, 7-10)

Nefis, kendini serbest ve müstakil ister.
🔹 Nefis, arzi yönüyle bir imtihan vesilesidir. Onu terbiye eden yükselir; terk eden düşer.

3. Kalp, Akıl ve Vicdanın Şahitliği

Kur’ân hatırlatır:
“Biz insana iki yol (hidayet ve dalâlet) göstermedik mi?” (Beled, 10)

🔹 İnsanın en büyük sermayesi deruni cihazlarıdır. Onlar doğru kullanılırsa, ruhu arşa yükseltir; yanlış kullanılırsa, nefse esir eder.

4. İmtihanın Hikmeti

Kur’ân:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yaratandır.” (Mülk, 2)
Risale-i Nur:

🔹 Ruh-nefis mücadelesi, insanın içindeki kabiliyetleri açığa çıkarır.

5. Sonuç: Yüceliş veya Düşüş

Kur’ân iki nihai noktayı bildirir:
“Andolsun, biz insanı en güzel kıvamda yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik. Ancak iman edenler ve salih amel işleyenler müstesna.” (Tîn, 4-6)

🔹 İnsan, iki uç arasında bir yolcudur. Ya ruhuyla semavîleşir, ya nefsiyle esfel olur.

✒️ Böylece Kur’ân’ın âyetleri, insanın ruh ve nefis kavşağındaki imtihanının azametli bir tablo olduğu ortaya çıkar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com




Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

Yasak Ağaç ve Açılan Avret: Cennet’ten Dünyaya Düşüşün Hikmeti

  1. Kur’an’da “Bu Ağaca Yaklaşmayın” Emri Nerede Geçer?

Kur’ân-ı Kerim’de Hz. Âdem ve Havvâ’ya “Bu ağaca yaklaşmayın” şeklinde verilen ilahi emir birkaç yerde geçmektedir:

Bakara Suresi 35. ayet:

> “Dedik ki: ‘Ey Âdem! Sen ve eşin cennete yerleşin, dilediğiniz yerden bol bol yiyin. Ancak şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.’”

A’râf Suresi 19. ayet:

> “Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalın; dilediğiniz yerden yiyin, sadece şu ağaca yaklaşmayın; yoksa zalimlerden olursunuz.”

Tâhâ Suresi 117-121:

> “… Ey Âdem! Bu (şeytan) senin ve eşinin düşmanıdır. Sakın sizi cennetten çıkarmasın, sonra perişan olursun… Ama şeytan onları aldattı ve ayakları kaydı. Böylece çıplaklıkları açığa çıktı…”

  1. O Ağaç Nedir?

Kur’ân, ağacın cinsini bildirmez. Sadece “bu ağaç” diye geçer. Zikredilen şekliyle mühim olan, ağacın ne olduğu değil, ilahi emre riayet meselesidir. Ancak bazı İslam âlimleri yorum yapmıştır:

Taberî: İncir ağacı olduğunu söyleyenler olmuştur.

Fahreddin Râzî: O ağacın belirli bir tür olmasından ziyade, imtihan vesilesi olduğuna dikkat çeker.

İbn Abbas’tan rivayetle: Buğday, hurma, üzüm gibi farklı görüşler vardır.

Aslında bu belirsizlik, dikkatlerin “ağacın türüne” değil, emre itaate çevrilmesini sağlar.

  1. Ağaca Yaklaşmanın Hikmeti ve Önemi Nedir?

Ağaç, “yasak” ile sınır arasında sembol bir sınavdır.

Cennet her nimetiyle serbest kılınmışken, tek bir sınır vardır: “Şu ağaca yaklaşmayın.”

Bu sınır, insanın irade serüveninin başladığı noktadır. İlk emir, ilk imtihan, ilk irade karşılaşmasıdır.

İlahi emir ve nehiylerin insan üzerindeki terbiye edici etkisini sembolize eder.

  1. Avret Yerlerinin Açılması ve Kur’ân’daki Yeri

A’râf Suresi 22. ayet:

> “Böylece onları aldatarak yoldan çıkardı. Ağaçtan tadar tatmaz, avret yerleri kendilerine göründü…”

Tâhâ Suresi 121:

> “Böylece ondan yediler, hemen ayıpları açığa çıktı ve cennet yapraklarıyla örtünmeye başladılar…”

Avret Açılması Ne Anlama Geliyor?

Bu bir ceza değil, bir hal değişimidir.

Günah ile birlikte masumiyet elbisesi sıyrılmış, insan “örtüsüzlüğü” tatmıştır.

İnsanın nefsanî çıplaklığı ve manevî savunmasızlığı başlamıştır.

  1. Ağaçla Avretin Bağlantısı Nedir?

Ağaç, sınırı temsil eder. İtaatsizlikle birlikte örtü (setr) kalkar.

İtaat, örtüdür; isyan, çıplaklıktır.

Bu mecazi çıplaklık daha sonra fıtrî hayâ ile örtünme ihtiyacını doğurmuştur.

>  “Günah, insanı soyundurur, iffeti örter.”

  1. Cennet’ten Dünyaya Gönderilmenin Hikmeti

Bu düşüş bir ceza değil, terfi-i derecât içeren bir hikmettir:

Cennet’te verilen emir ile irade devreye girmiştir.

İrade ile işlenen ilk hata, tövbe ve mağfiret kapısını açmıştır.

Dünya, insanın imtihan sahnesi, emanet taşıyıcılığı görev alanı olmuştur.

> “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım…” (Bakara, 2/30)

Bu, düşüş değil; misyonun başlamasıdır.

  1. Bu Günah Ne Kadar Büyüktü?

Günahın büyüklüğünden ziyade, sonuçları büyüktür.

Bu, “sıradan bir hata” gibi görünse de; neticesi açısından insanlık tarihini şekillendirmiştir.

Cennet ortamında bile nefsin kandırılabileceği gösterilmiş, şeytanın hileleri açığa çıkmıştır.

  1. Şeytan Bunu Nasıl Başardı?

A’râf 20: “Rabbiniz size bu ağacı yasak etti; çünkü melek olmayasınız, ebedi kalmayasınız diye…”

Tâhâ 120: “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?”

> Şeytan, yasak olanı “cazip” göstererek kandırdı. Bu hâl, bugünkü reklam ve tüketim psikolojisinin temelidir.

  1. Günümüzde Benzeri Nasıl İşleniyor?

Şeytan hâlâ aynı taktiği kullanıyor: İffet, hayâ, edep sınırlarını kaldırmak.

“Avretin açılması” bugün moda, özgürlük, bireysel haklar ambalajlarıyla sunuluyor.

Tıpkı ilk günah gibi: Süslenen bir haram, arzuyla sunulan bir isyan.

Yahudilerin Rolü:

Tarih boyunca “fuhuş, çıplaklık, iffetsizlik” gibi fitnelerin yayılmasında organize roller üstlenmişlerdir.

Medya, moda, sinema, müzik gibi alanlarda iffetsizliğin sistemleştirilmesinde başat aktör olmuşlardır.

Talmud ve Kabalistik öğretilerde “çıplaklıkla yükselme” gibi sapkın yorumlara rastlanır.

  1. Bugünkü Fuhuş, Açıklık ve Kıyametle İlgisi

Kur’ân ve hadislerde fuhşun yayılması, kıyamet alâmetlerinden sayılmıştır:

> “İnsanlar açık açık zina yapmadıkça, bulaşıcı hastalıklar ve ölümler artmaz.” (İbn Mâce, Fiten 22)

İffetin ortadan kalkması, toplumun manevî dokusunun çözülmesidir.

Bir toplumun hayâsı öldüğünde, medeniyeti de ölmeye mahkûmdur.

SONUÇ VE ÖZET

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece geçmişte Hz. Âdem’e değil, bugün tüm insanlığa verilen ilahi bir uyarıdır. Yasak ağaç, sınırdır; avretin açılması ise sınırın çiğnenmesiyle gelen fıtrî bozulmadır.

Şeytan, insanoğlunu ilk andan itibaren iffetsizliğe ve günaha süs vererek kandırmıştır. Bugün de aynısını yapmaktadır. Yahudi kültürü ve modernite, bu sapmayı sistematik hâle getirerek dünya çapında bir çıplaklık medeniyeti kurmuştur.

Bu durum sadece bireysel değil, küresel bir kıyamet tehlikesine gebedir. Zira hayânın kalkması, insaniyetin kalkması demektir.

> Cennette başlayan sınav, dünyada devam etmektedir. Yasak ağaç hâlâ ortadadır. Yaklaşmak, düşüşü getirir; uzak durmak ise yükselişin başlangıcıdır.

*********

  1. Yasak Ağaç ile Epstein Ağı Arasındaki Sembolik ve Ahlakî Bağlantı
  2. A) Yasak Ağaç = Haram Cazibe

Cennetteki yasak ağaç “haram cazibenin” sembolüdür. Meşru birçok nimet içinde bir tek yasak cazip gösterilir.

Epstein’in ağı da “gizli, güçlü, cazibeli, zevkli” görünen ama aslında tamamen haram, sapkın ve sömürücü bir yapıdır.

  1. B) Avretin Açılması = İnsanlığın İffetsizleştirilmesi

Ağaçtan yeme sonucu avret yerlerinin açılması, insanın fıtrî hayâsının soyulmasını sembolize eder.

Epstein ağı ve benzeri küresel fuhuş ağları da bireysel günahın ötesinde, bir medeniyetin örtüsünü soymaya çalışmaktadır.

  1. Epstein Skandalı: Modern Zamanların Şeytanî Ağacı

Epstein sadece bir şahıs değil, şeytanî bir sistemin vitriniydi.

Arkasında ABD elitleri, İngiliz kraliyet ailesi, İsrail istihbaratı (Mossad), büyük medya, Hollywood ve finans çevreleri gibi aktörler vardı.

Bu yapı, fuhuşu ve çocuk istismarını, siyasi baskı, şantaj ve ideolojik dönüşüm için kullanıyordu.

> Tıpkı şeytanın “sonsuzluk ağacı” yalanıyla Hz. Âdem’i kandırması gibi, bu yapı da zevk, güç, özgürlük yalanlarıyla insanları ifsada sürüklüyordu.

  1. Epstein’in Fuhuş Ağı: Tüm Dünyaya Yayılmış Bir “Yasak Ağaç” Tuzağı

ABD ve Avrupa’da:

Elitlerin katıldığı “partiler” aslında kontrollü günah merkezleriydi.

CIA, Mossad gibi servisler bu alanlarda çekilen görüntülerle insanları kontrol altına alıyordu.

İslam Ülkeleri ve Türkiye’de:

Hollywood, Netflix, TikTok gibi kültür ihracatıyla, iffet duygusu aşındırıldı.

Bazı zengin Araplar bu sisteme dahil edildi. Lüks, şehvet ve yozlaşma pompalandı.

Mekke ve Medine’ye Bile Etkisi:

Suudi Arabistan’da “modernleşme” adı altında konserler, karma etkinlikler yapıldı. Bu, manevî Cennet mekânına “yasak ağacın” taşınmasıdır.

  1. Yahudî Kültürü ve Şeytanî Şebekelerdeki Rolü

Epstein’in yakın ilişkili olduğu kişi: Ghislaine Maxwell (İngiliz-İsrail bağlantılı).

İsrail istihbaratına çalıştığına dair birçok delil ve şahitlik var.

Bu olay sadece bir fuhuş ağı değil, sapkın ideolojilerin nüfuz operasyonudur.

> Nitekim Tevrat dışı kabalistik öğretilerde günah üzerinden “yükselme” ve “tanrısallaşma” gibi şeytanî inançlar yer alır. Bu, İslam’a zıttır ve insanı hayvanlaştırır.

  1. Kur’ânî Bağlantı ve Kıyamet Alameti

Kur’an’da fuhuşun yayılması, çıplaklık, iffetsizlik ve hayasızlık ile beraber gelen azaplar açıkça anlatılır:

> “Fuhşiyat (çirkin işler) yaygınlaşınca, geçmiş ümmetlerde görülmeyen hastalıklar çıkar.” (İbn Mâce)

Epstein gibi şebekeler sadece bireyleri değil, toplumların manevî bağışıklığını çökertir.

Bu, kıyametin psikolojik ve sosyolojik altyapısını oluşturan bir süreci hızlandırır.

  1. Düşünce ve Ahlaki Sonuçlar

Yasak ağaç hikâyesi ile Epstein dosyası, insanlık tarihinde aynı şeytanın farklı kıyafetlerle çalıştığını gösterir.

Cennet’teki ilk günah, bugün lüks odalarda, özel adalarda, süslenmiş medyada yeniden üretiliyor.

Günahın örtüsü kalkınca, insanın onuru, mahremiyeti ve maneviyatı da soyuluyor.

SONUÇ: Şeytanın Yeni Sofrası, Aynı Ağaç

Epstein fuhuş ağı, “ağaca yaklaşmayın” ilahi emrine karşı küresel bir başkaldırının organizasyonudur. Bu örgütlü sapkınlık, sadece bireysel bir ahlaksızlık değil; insanlığın iradesini ipotek altına alma çabasıdır. Aynı şeytan, bu sefer ağaç değil ada, meyve değil beden sunuyor.

İslam ülkeleri de bu ifsad dalgasından kaçamaz; ancak Kur’ân ve Sünnet ile kendini koruyan toplumlar, bu “iblisî kıyamet”ten kurtulabilir.

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 35/6)

*********

Epstein ve Yasak Ağaç: Şeytanın Modern Tuzakları

Yasak Meyveden Cinsel Şantaja, Cennetten Manhattan Adasına: Tarih Boyunca İffetin Kuşatılması

Giriş: Yasak Ağaç Cennette Kaldı Sananlar Aldanır

İlk insan ve ilk günah… Kur’ân-ı Kerim’in anlattığı Hz. Âdem ve Havvâ kıssası, sadece tarihî bir olay değil; tüm insanlığın kaderini şekillendiren evrensel bir semboldür. Cennette her şey serbest iken yalnızca bir ağaç yasaklanmıştır. Fakat şeytan, bu yasağı cazip göstererek insanın iradesini tuzağa düşürür. Sonuç? Avret yerlerinin açılması, mahremiyetin kaybı, cennetten kopuş ve dünyaya iniş…

Bugün, modern dünyanın başkentlerinde, bu kıssa yeniden yaşanmakta, fakat bu defa “ağaç” yerine “adalar”, “yasak meyve” yerine ise küresel fuhuş ağları ve şantaj videoları vardır. Bu açıdan, ifşa olan Jeffrey Epstein vakası, sadece bir ahlâk skandalı değil, insanlık tarihinin ilk günahının postmodern versiyonudur.

  1. Yasak Ağaç Nedir, Neyi Temsil Ederdi?

Kur’an’da geçen “bu ağaca yaklaşmayın” (Bakara 35, A’râf 19, Tâhâ 120) emri, ağacın türü ne olursa olsun, insanın karşısına çıkan haramla ilk sınavı temsil eder. Bu sınav:

Cazip görünen bir şeyin arkasındaki tehlikeyi kavrayabilme imtihanı,

Fıtrat ile heva arasındaki ilk çatışmadır.

İşte bu kıssa, şeytanın insanı ayartmak için kullandığı temel stratejiyi ortaya koyar:

> “Size sonsuzluk ağacını ve yok olmayan bir mülkü göstereyim mi?” (Tâhâ 120)

Bugün de aynı sözler, medya aracılığıyla fısıldanmaktadır:

> “Özgürlük, sınırsız haz, mahremiyetsiz mutluluk, bedenin pazarlanması…”

  1. Epstein Dosyası: Modern Şeytanın Tuzak Mekanizması

Kimdir Epstein?

Jeffrey Epstein; görünüşte zengin bir yatırımcı, perde arkasında ise uluslararası fuhuş, şantaj ve istismar ağı kurucusudur.

Kurbanları: Çoğu 13-17 yaş arası genç kızlar.

Müşterileri: Prensler, başkanlar, milyarderler, akademisyenler, medya patronları.

Mekânlar: Manhattan’da gökdelenler, Karayipler’de “özel ada”, jetler, malikaneler.

Epstein olayı bir kişiden ibaret değildir. O, şeytanî düzenin bir taşeronudur. Kurduğu ağ, küresel güç elitlerinin zafiyetlerini kayda alarak onları denetim altına alan, organize bir ahlaksızlık tuzağıdır.

  1. Cennette Avretin Açılması – Manhattan’da Kameraların Açılması

Kur’an’a göre, ilk günahın sonucu:

> “Böylece ağaçtan yediler, avret yerleri açıldı.” (A’râf 22, Tâhâ 121)

Epstein vakasında da aynı ilke çalışır. Ancak bu sefer:

Fiziksel soyunma bir ifşa unsuruna dönüşmüştür.

Kayıt altına alınan çıplaklık, şantaj, kontrol ve yönlendirme için kullanılır.

Mahremiyetin kaybı, sadece bireysel değil, sistematik ve küresel bir esaret halini almıştır.

Bu, cennette açılan avretin, dünyada kamusal çıplaklığa, kültürel teşhire dönüşmesidir.

  1. Epstein’in Şeytanî Ağı: Bugünkü “Yasak Ağaç”

Semboller Aynı, Biçimler Farklı:

Cennet’te – Günümüzde Epstein Sisteminde

Yasak Ağaç – Fuhuş ve istismar ağı
Şeytan – Medya, ideoloji, istihbarat
Avretin açılması – Mahremiyetin istismarı
Cennetten iniş – Toplumun ahlaken çöküşü

Kültürel Dönüşüm:

Bu fuhuş ağı, yalnızca günah pazarlamaz. Bir yaşam tarzı, bir ideolojik normalleştirme projesidir:

Mahremiyet küçümsenir.

Cinsel sınırlar “baskı” diye gösterilir.

Aile kurumu “eski kafalı” sayılır.

Her türlü sapkınlık “özgürlük” kılığına sokulur.

  1. Yahudi Kültürünün ve Mossad’ın Rolü

Jeffrey Epstein’in hem kişisel geçmişi hem bağlantıları:

İsrail Mossad ajanı olduğu yönünde ciddi iddialar ve tanıklar vardır.
Mossad ajanı olduğu kesindir.

Ghislaine Maxwell (ortağı) İngiliz-İsrail bağlantılıdır.

Epstein’in evi, kameralarla dolu bir kontrol merkezidir. Misafirler, gizlice kayda alınır.

Bu, sadece ahlak dışı bir faaliyet değil, şeytanî bir istihbarat operasyonudur. Günah ve çıplaklık üzerinden insanlara hükmetmenin modern versiyonudur.

  1. İslam Ülkeleri ve Gençlik Üzerindeki Tehdit

Bu sistem sadece Batı elitlerini hedef almaz. Hollywood, TikTok, Netflix gibi küresel araçlarla:

İslam ülkelerindeki gençler,

Moda ile örtüsünü atan kızlar,

YouTube, sosyal medya ile zihinleri bulandırılan erkekler,

aynı “yasak ağaç” propagandasıyla karşı karşıyadır. Cazibe, süsleme, yasağın meşrulaştırılması…

  1. Bugünün Yasak Ağacı: Açık Saçıklık, Sefahat, Fuhuş

Efendimiz (sav) buyurur:

> “Zina yaygınlaşmadıkça insanlar helâk olmaz. Zina açık yapılırsa, daha önce bilinmeyen hastalıklar zuhur eder.” (İbn Mâce)

Bugün de:

Fuhşun normalleşmesiyle toplumlar çökmekte,

Aile kurumu çözülmekte,

Cinsiyet ve kimlik karmaşası her yerde yayılmaktadır.

Epstein olayı bunun vitrini, asıl ağ ise sistematik bir din-dışı medeniyet inşasıdır.

Sonuç: Yasak Ağaç Kıssası, Bugünün Gerçeğidir

Kur’an’daki “ağaca yaklaşmayın” emri, sadece Hz. Âdem’e değil; her çağın insanına hitaptır. Epstein vakası bu kıssanın günümüzdeki yeniden tezahürüdür.

İblis hâlâ aynı yalanı fısıldıyor:

> “Bunu yaparsan ebedîleşirsin… Daha özgür, daha güçlü olursun…”

Ama sonuç değişmiyor:

Mahremiyet kaybı, iffet zedelenmesi,

Cennetten uzaklaşma ve dünyevî felaket,

Sonunda kıyametin psikolojik ve sosyolojik hazırlığı.

Makale Özeti:

> Jeffrey Epstein olayı, Kur’ân’daki “yasak ağaç” kıssasının postmodern bir yansımasıdır. Şeytan, tıpkı Hz. Âdem’e olduğu gibi, günümüzde de insanları fuhuş, açık saçıklık, şehvet ve günah üzerinden kandırmakta, kameralarla mahremiyetlerini soyup esir almaktadır. Bu süreç sadece ahlâkî bir çöküş değil, aynı zamanda küresel kıyametin manevî öncüsüdür. Yasak ağaç hâlâ var, yaklaşan yine düşer.

***********

🌐 1. Küresel Şantaj Ağı: “Günah Üzerinden Hükmetmek”

Epstein Modeli nedir?

Genç kızlar ve çocuklar kullanılarak kurulan fuhuş ve şantaj tuzağı, dünya çapında birçok devlet adamını, iş insanını, akademisyeni ve kanaat önderini hedef almıştır.

Epstein bu sistemi yalnızca cinsel sömürü için değil, siyasi denetim ve yönlendirme için inşa etmiştir.

Bu sistemin arkasında istihbarat örgütleri (özellikle Mossad ve CIA) olduğuna dair çok sayıda belge, şahitlik ve analiz vardır.

> Bu sistemde şeytan “yasak meyveyi” göstermez sadece; onu yedirip sonra suç deliliyle esir alır.

🧿 2. Kur’ânî Temsil: “İlk Günahla Açılan Avret, Günümüzün İstismar Ağına Dönüştü”

Âdem ve Havvâ’nın avret yerlerinin açılması, modern dünyada devletlerin, kurumların ve liderlerin mahrem bilgilerinin ortaya saçılması şeklinde tekrar etmektedir.

Mahremiyetin kaybı → Kontrol edilebilirlik,

Günahın belgelenmesi → Rehineye dönüştürme,

Suçun sisteme entegrasyonu → Köleleştirme düzeni.

🌍 3. Şantaj ve Fuhuşla Denetlenen Dünya Liderleri:

Avrupa ve ABD’den Örnekler:

Bill Clinton: Epstein ile onlarca defa uçağına binmiş, “Lolita Express” listelerinde adı geçmiştir.

Prens Andrew: İngiliz kraliyetinden, bizzat genç kızlarla ilişkisi ortaya çıkmış, itibar ve görev kaybına uğramıştır.

Fransa, Almanya, Belçika gibi ülkelerde de yüksek bürokratlar, özellikle freemasonik otellerde çekilen kasetlerle yönlendirilmiştir.

> Bu sistem, liderleri günaha sürükleyip ardından onları utanç ve korkuyla diz çöktürmektedir.

🇹🇷 4. Türkiye’de de Benzeri Kaset Operasyonları:

  1. A) Deniz Baykal Olayı (2010):

CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın özel görüntüleri internete sızdırıldı.

Kemal Kılıçdaroğlu o dönem “Ben asla genel başkan olmam” derken kısa sürede görevi devraldı.

Bu olay CHP’nin ideolojik kimliğinde ciddi bir dönüşüm başlattı.

  1. B) Adnan Oktar Olayı:

Kurduğu yapı, fuhuş, şantaj, tehdit ve beyin yıkama mekanizmaları barındırıyordu.

Genç kadınlar hem “manevî eğitim” kisvesiyle hem cinsel istismar ile kullanıldı.

Bu yapı üzerinden iş insanları, medya mensupları ve siyasetçilerle bağlantılar kuruldu.

> Tüm bu olaylar, şeytanın çağdaş versiyonu olan modern ağların, iffetsizliği silah olarak nasıl kullandığını gösteriyor.

🧠 5. Neden Bu Kadar Etkili?

Çünkü fuhuş ve şantaj:

İnsanın en zayıf yönü olan şehveti hedef alır,

Vicdanını susturur, pişmanlık duygusuyla kişiyi çaresiz bırakır,

Açığa çıkma korkusu ile kişiyi kullanılabilir bir kuklaya dönüştürür,

Bu sayede seçimler, politikalar, medya içerikleri, hatta savaş kararları bu tür kişilerin eliyle yönlendirilir.

🔥 6. Şeytanın Stratejisi Aynı: İlk Günah = Modern Şantaj

Şeytan, Cennette şöyle dememiş miydi?

> “Derken şeytan, kapalı olan avret yerlerini birbirine göstermek için onlara fısıldayıp kafalarını karıştırdı ve
“Rabbiniz size bu ağacı sırf melek olursunuz veya ebedî yaşayanlardan olursunuz diye yasakladı” dedi.
Onlara, “Ben gerçekten sizin iyiliğinizi isteyenlerdenim” diye de yemin etti.…” (A’râf 20-21)

Bugün de aynı yalanı başka bir versiyonla fısıldıyor:

> “Bu günahı işke, kimse bilmez… Bu partide kameralar kapalı… Bu dosya seni zirveye taşır…”

Sonra o görüntüyle tehdit ediyor, hükmediyor ve yönlendiriyor. Tıpkı Âdem’e “ağaç”la kandırıp, sonra avretini açtırdığı gibi.

📜 7. Sonuç: Günah Üzerinden Dünya Yönetimi

> “Şeytan sizin düşmanınızdır; onu düşman tanıyın.” (Fâtır, 6)

Fuhuş ve kaset operasyonları sadece “Ahlâk dışı olaylar” değil, sistemli küresel dizayn mekanizmalarıdır.

Epistemolojik olarak Kur’an, bu olaylara zamanlar üstü bir uyarı ihtiva etmektedir.

Kim bu ağaçtan yerse, mahremiyeti açılır, iradesi çalınır, hatta cenneti (yani özgürlüğünü) kaybeder.

Özet:

Bugün Epstein gibi fuhuş baronları, şeytanın cennette kurduğu “yasak ağaç” tuzağını modern şehirlerde kurmakta; devlet liderleri, bürokratlar, akademisyenler, medya figürleri bu tuzaklarla ya kandırılmakta ya da susturulmaktadır.

Deniz Baykal’dan Prens Andrew’e, Clinton’dan Oktar’a kadar uzanan bu zincir, Kur’an’da ilk günah olarak işaret edilen “yasak meyveye yaklaşmanın” nasıl modern bir politik ve psikolojik silaha dönüştüğünün ibret verici bir isbatıdır.

www.tesbitler.com

 




RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN

RUHUN MAHİYETİ: EMİRDEN GELEN ŞUURLU BİR KANUN
Bediüzzaman’ın Ruh Telakkisi Üzerine Derin Bir Tefekkür

“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Sâbit ve dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı irâdeden gelmiş; kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir. Mevcud ruh, mâkul kanunun kardeşidir. İkisi, hem dâimî, hem âlem-i emirden gelmişlerdir. Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücûd-u hâricî giydirseydi, ruh olurdu. Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. ”
Hutbe-i Şamiye

Giriş:

İnsanlık tarihi boyunca “ruh” meselesi, hem aklın hem inancın en çok kafa yorduğu konulardan biri olmuştur. Maddî gözle görülmeyen, elle tutulmayan ama varlığı inkâr edilemeyen bu hakikat, insanın sırlarla dolu varlığının merkezinde yer alır.
Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de ruhu tarif ederken modern felsefenin sınırlarını aşar ve Kur’ânî bir kavrayışla şöyle der:
“Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir, bir namus-u zîşuurdur.”
Bu tarif, ruhun hem manevî bir kanun hem de şuurlu bir öz olduğunu ifade eder. Ruh; sadece bir canlılık ilkesi değil, ilâhî iradenin taşıyıcısıdır. Bu makalede, bu tarifin hikmetli boyutlarını anlamaya çalışacağız.

  1. Ruh: Hissedilir Ama Maddî Değil, Varlığı Zihinsel Değil, Gerçektir

Bediüzzaman’ın “kanun-u zîvücûd-u hâricî” ifadesi, ruhun sadece zihinsel bir kavram değil, aynı zamanda haricî (dışta) varlığı olan bir gerçek olduğunu ortaya koyar.

Tıpkı yerçekimi gibi bir kanundur ama o kanundan farklı olarak şuur sahibidir.

Tıpkı hayat gibi görünmez, ama eserleriyle kendini gösterir.

Ruh, varlıkların sadece yaşamını değil, anlamını da taşır.

Bu sebeple ruh; hem içimizdedir, hem dışımızda işler; hem bedenle ilgilidir hem de âlem-i emir dediğimiz yüksek manevî boyuttan gelir.

  1. Ruh ve Kanunlar: İki Kardeş Mahiyet

Ruhun, nevilerdeki sabit kanunlara benzemesi dikkat çekicidir.

Bediüzzaman’a göre, eğer kudret, o fıtrî kanunlara maddî bir varlık giydirseydi, onlar da ruh gibi olurdu.

Tersinden bakarsak; ruhtan şuur çıksa, o da sabit bir kanun gibi kalır.

Bu benzetme bize şunu gösterir: Ruh, hem sabit ve daimî bir mahiyet taşır, hem de şuurlu ve irade sahibi bir cevherdir.
Yani ruh, kainattaki sabit kanunların dahili, canlı ve idrakli versiyonudur.

  1. Âlem-i Emir: Ruhun Geldiği Yüce Kaynak

Kur’ân, ruh hakkında şöyle der:

> “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.” (İsrâ, 85)

Bu ayetle uyumlu olarak Bediüzzaman da ruhu “âlem-i emir”den gelen bir varlık olarak tanımlar.

Yani ruh, maddeden değil, ilâhî emrin tecellisinden doğmuştur.

Bu da onun yaratılışının fizikî değil, metafizikî olduğunu gösterir.

Bu yönüyle ruh, elektrikle çalışan bir cihazdaki elektrik gibidir; ama o cihazdan bağımsız bir mahiyete sahiptir.

Ruhun bu yüce kaynağı, ona ebediyetle temas kuran bir cevher olma özelliği kazandırır.

  1. Ruhun Kudretle Giydirilmesi: Latîf Bir Sedefte Cevher

Bediüzzaman’ın şu ifadesi, ruhun somutlaşmasını tarif eder:

> “Kudret ona vücûd-u hissî giydirmiştir. Bir seyyale-i latîfeyi o cevhere sadef etmiştir.”

Yani ruh, aslında soyut bir emirdir; ama Allah’ın kudretiyle bedende hissedilir bir varlık hâline gelmiştir.

Beden, ruh için bir elbise veya bir kabuktur.

Ruh ise bu kabuğun içindeki incidir.

Ruhun latîf (nurânî ve hassas) yapısı, onu cisimlerden ayırır ama etkisini onlarda gösterir. Tıpkı bir lambanın ışığı gibi; görünmez ama aydınlatır.

  1. Şuurun Ayrılmasıyla Ruh, Yine Kanundur

Bediüzzaman, ruhun şuurundan sıyrılsa bile bir “lâyemut (ölmez) kanun” olarak kalacağını söyler.
Bu ifade; ruhun ebedîlik taşıyan bir mahiyet olduğunu ve onun sıradan bir “can” değil, yüksek bir varlık prensibi olduğunu ispatlar.
Ruhun en düşük hali bile, yine Allah’ın değişmez yasalarına (sünnetullah’a) bağlı bir gerçekliktir.

Sonuç:

Bediüzzaman’ın bu derin izahı, ruhun mahiyetini anlamada eşsiz bir perspektif sunar. Ruh, maddî değil ama gerçektir; sabit ama şuurludur; görünmez ama etkilidir. O, ilâhî bir emirden gelen, kudretle şekillenen, varlığa anlam ve hayat veren cevherdir. Bu anlayış, hem insanın kıymetini artırır, hem de yaratılışa karşı hayranlığı derinleştirir. Ruhunu tanıyan, Rabbini tanır; fıtratına kulak veren, hakikate ulaşır.

ÖZET:

Bu makalede, Bediüzzaman Said Nursî’nin Hutbe-i Şamiye’deki “Ruh, bir kanun-u zîvücûd-u hâricîdir…” cümlesinden hareketle ruhun mahiyeti izah edilmiştir. Ruh; âlem-i emirden gelen şuurlu ve sabit bir kanundur. Kudret, ona hissedilir bir varlık giydirmiştir. Şuurdan sıyrılsa bile, yine ölmeyen bir hakikat olarak kalır. Netice olarak ruh; insandaki en kıymetli cevher, varlıktaki en sır dolu emirdir. Onu anlamak, varoluşu anlamaktır.

 




Modern Deformasyon

Modern Deformasyon

Sekülerizm → Tevhid kodunun çözülmesi

Kapitalizm → İnfak ve kanaat duygusunun yok olması

Bireycilik → Cemaat ve ümmet şuurunun çözülmesi

Mekanik eğitim → Hikmetsiz bilgi üretimi

Medya kültürü → Derinliksizliğin kalıcılaşması

MODERN DEFORMASYON: HAKİKATTEN KOPUŞUN YÜZLERİ
Tevhidin çözülmesi, insanın çözülmesidir…

İnsanlık tarihi boyunca her medeniyet, ya hakikatin izini sürmüş ya da ondan kaçmıştır. Çağımız, belki de bu kaçışın en sarsıcı biçimlerini yaşatan bir döneme sahne olmaktadır. Adına “modernite” denen bu süreç, şeklen ilerleme ve özgürlük vaat etse de, manen yıkım ve kopuşlar üretmiştir. Çünkü bu çağda insan, fıtrat kodlarından koparılmış, kökünden sökülerek yapay sistemlerin nesnesi hâline getirilmiştir. Bu çözülme; tevhidden, kanaatten, cemaatten, hikmetten ve derinlikten uzaklaşarak gerçekleşmiştir. Bu yazıda modern deformasyonun bazı boyutlarına hikmet penceresinden bakacağız.

Sekülerizm: Tevhid Kodunun Çözülmesi

Seküler anlayış, hayatı din-dışı bir alana indirir. Böylece insanın Allah ile olan bağını koparır. Oysa İslam’ın kalbi olan tevhid, hayatın her anında Allah’ı bilmek, O’nu merkeze almaktır. Sekülerizm, tevhidin bu bütüncül yapısını parçalayarak insanı ruhsuz bir makineye çevirir. Vahiy yerine ideolojiyi, ibadet yerine tüketimi, dua yerine haz arayışını ikame eder. Netice: Hakikat kaybı, amaçsızlık ve varoluşsal boşluk…

Kapitalizm: İnfak ve Kanaatin Yok Oluşu

Kapitalist sistem, insanı “sahip olmak” üzerinden tanımlar. Tüketim kutsanır, ihtiyaçlar sınırsızlaştırılır. Böylece “infak” gibi bir paylaşım ahlâkı, “kanaat” gibi bir zenginlik kaynağı anlamsız hâle gelir. Oysa Kur’ân, malın değil infakın insanı değerli kıldığını öğretir. Modern insan, sahip oldukça tükenir, biriktirdikçe kaybeder. Çünkü doymaz, doyamaz. Zira “kalpler ancak Allah’ı anmakla tatmin olur.”

Bireycilik: Cemaat ve Ümmet Şuurunun Çözülmesi

Modern ideolojiler bireyi kutsar; toplumu ise tehdit görür. Bu da insanı yalnızlaştırır, köksüzleştirir. Oysa İslam, bireyin şahsiyetini cemaatle inşa eder. Namaz cemaatle, zekât toplumla, hac ümmetle anlam bulur. Bireycilik bu bağları keser; aidiyetsiz, sorumsuz, tekil varlıklar üretir. Böylece kardeşlik yerine rekabet, ümmet yerine çıkar grupları egemen olur.

Mekanik Eğitim: Hikmetsiz Bilgi Üretimi

Modern eğitim sistemleri, bilgiyi bir üretim nesnesi olarak görür. Bilginin ruhu, hikmeti ve değeri değil; faaliyetliği önemsenir. Halbuki Kur’ân’da “ilim”, sadece bilmek değil, “hikmetiyle anlamak” demektir. Hikmetsiz bilgi ise karanlık bir güç hâline gelir. Atom parçalanır, ama insan da parçalanır. Eğitim, insanı inşa etmezse, yalnızca ezber üretir, ruhsuz nesiller yetiştirir.

Medya Kültürü: Derinliksizliğin Kalıcılaşması

Görüntü kültürü, düşünceyi yüzeyselleştirir. Sosyal medya çağında derinlik, sabır ve tahammül değil; hız, haz ve dikkat dağınıklığı ön plandadır. İslam, “tefekkür” ile derinleşmeyi öğütlerken; modern medya kültürü ise anlık uyarıcılara bağımlı bireyler üretir. Düşünce klipleşir, hakikat özünü kaybeder. Böylece insan kendi iç sesini duyamaz hâle gelir.

Sonuç: Hakikate Dönüş Mecburiyeti

Modern deformasyon, yalnızca sistematik bir bozulma değil; insanın fıtratından uzaklaşmasıdır. Tevhid yerine sekülerlik, infak yerine bencillik, cemaat yerine yalnızlık, hikmet yerine yüzeysellik, derinlik yerine görüntü geçtiğinde; insan, insanlığını kaybeder. Bu nedenle bugünün en büyük ihtiyacı; modernliğe değil, hikmete yönelmiş bir medeniyet inşasıdır. Vahyin rehberliğinde yeniden tevhid merkezli bir hayat kurmak, yalnız bireyi değil, toplumu ve insanlığı da ihya edecektir.

Özet:

Bu makale, modern çağda yaşanan beş temel deformasyonu ele alır:

Sekülerizm ile tevhid anlayışı çözülür.

Kapitalizm, infak ve kanaat duygusunu yok eder.

Bireycilik, ümmet şuurunu parçalar.

Mekanik eğitim, hikmetsiz bilgi üretir.

Medya kültürü, derinliksizliği normalleştirir.
Tüm bu başlıklar, insanı özünden ve fıtratından uzaklaştırır. Çözüm ise yeniden tevhid, hikmet, cemaat ve infak merkezli bir hayat tasavvuruna dönmektir.

 

 




İhanetin Gölgesinde Arınmak: Geçmişle Değil, Gelecekle Hesaplaşmak

İhanetin Gölgesinde Arınmak: Geçmişle Değil, Gelecekle Hesaplaşmak

Korkum, ne mi?
50 yıl sürecek yeni bir süreç; FETÖ.
PKK bitecek, Kemalizm bitecek ancak FETÖ gelecek 50 yıl için canlı tutulacak.
Şimdiden Almanya ve Abd’den bu yönde destek ve toparlanma için küllî miktarda fonda ayrılmış vaziyette.
15 temmuz darbe hatta işgal girişiminde özetle cemaat için şöyle denildi;
Altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet.
O halde darbeyi yiyen insanların insaflı ve aklı selim davranarak geçmişe sahiplenmek değil, gelecek için arınmak gerek.
PKK’nın feshi dolayısıyla gündeme getirilen;” Cemaat kendini feshetmeli.” Düşünce ve planı yerinde bir tesbittir.
Bunca her şey zahir olduktan ve toplum nezdinde de menfi bir bakış sergilemek, 50 yıl sürecek bir kavganın kapısını açmak demektir.
O halde PKK’nın feshi gibi, Fetö’de kendisini feshetmeli, geçmişe ve başındakine sahiplenmemelidir.

Pkk gibi bu da bir 50 yıl sürmesin.

*********

Tarihler 15 Temmuz 2016’yı gösterdiğinde milletçe, belki de son yüz yılın en sinsi ve en derin ihanetine şahit olduk. Bu ihanetin failleri bir grup değil, bir zihniyetti: Maskesi dindarlıkla örtülü, derin bir ihanet şebekesi. Yıllar boyu ilmek ilmek örülen bir yapı, milletin kalbine hançer gibi saplandı. Bu yapı için “altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” denildiğinde aslında sadece bir analiz değil, bir uyanış çağrısı da yapılmış oldu. Çünkü bu yapı, kendisini “cemaat” olarak tanıttı, ancak özünde bir örgüttü; maneviyat kisvesi altında maddi çıkar, hırs ve uluslararası servislerle kirli ittifaklara giren bir ihanet organizasyonuydu.

Bugün artık PKK gibi örgütlerin ömrü tükeniyor. Kemalizm gibi ideolojik dayatmalar da halkın vicdanında sorgulanıyor. Lakin FETÖ, önümüzdeki 50 yıl boyunca hâlâ bir tehdit olarak canlı tutulmak isteniyor. Çünkü bu yapı, salt bir örgüt değil; akışkan, esnek ve kimliksiz bir zihniyetin taşıyıcısıdır. Almanya başta olmak üzere bazı batılı devletlerin bu yapıya verdiği külli fonlar ve uluslararası himaye, gelecek kuşaklar için yeni bir vesayet planının habercisidir.

Bugün bazı çevrelerde dile getirilen “PKK kendini feshetmeli” çağrısı, aslında toplumsal bir rahatlama ve normalleşmenin ifadesidir. Aynı şekilde, FETÖ de kendisini feshetmeli; ne liderliğine ne de geçmişteki “hizmet” iddiasına sahip çıkmalıdır. Çünkü bu sahiplenme, yeni nesilleri kandırmak ve tekrar kullanıma hazır hale getirmek anlamına gelir.

Kendi geçmişiyle yüzleşemeyen, yaptığı hatalardan ders çıkaramayan her yapı, zamanla daha büyük felaketlere zemin hazırlar. FETÖ’nün hâlâ bazı çevrelerde “mağduriyet” algısıyla pazarlanması, gelecekte yeni darbe ve işgal senaryolarına zemin hazırlamaktadır. Bu yapının bireyleri eğer gerçekten bir “cemaat” olduklarına inanıyorlarsa, ihanetin zirvesine ulaşmış bu yapıyı topyekûn terk etmeli, kendilerini ve geçmişlerini sorgulamalıdır.

Hiçbir cemaat, hiçbir yapı; millete rağmen, milletin üstünde konumlanamaz. Dindarlık, masumane bir ibadet hali olmaktan çıkıp bir taktik ve çıkar zeminine dönüşürse, orada ne din kalır ne de insanlık. Bu nedenle mesele sadece bir yapının yıkımı değil, bir zihniyetin arındırılmasıdır. Geçmişe değil, geleceğe sahip çıkmak gerekir.

FETÖ’nün gerçek manada tasfiyesi, ancak bu zihniyetin terk edilmesiyle mümkündür. Aksi hâlde, bu yapı; farklı isimler, farklı maskelerle yeniden toplumun damarlarına sızacaktır. Unutulmamalıdır ki, en tehlikeli virüs; görünmeyen ama bulaşan zihniyet virüsüdür. Bu virüsle baş etmek için fert fert, vicdan vicdan arınmak ve uyanmak gerekir.

Sonuç: Geçmişle Vedalaş, Geleceği Temizle

Bugün yapılması gereken, “geçmişe sahip çıkmak” değil, “geleceği temize çekmektir.” Herhangi bir yapı, geçmişin kutsallığına sığınarak geleceğe ihanet edemez. Bu nedenle FETÖ, tıpkı dağılmış diğer ihanet odakları gibi, kendisini feshetmeli; isim, lider ve geçmiş sahiplenmesinden feragat etmelidir. Aksi takdirde 50 yıl sürecek bir iç çatışmanın fitili bugünden yakılmış olur.

Makale Özeti:

Bu makale, FETÖ’nün sadece bir darbe girişimi değil, uzun vadeli bir zihniyet tehdidi olduğunu anlatıyor. PKK’nın silinmeye yüz tuttuğu bir dönemde, FETÖ’nün hâlâ fonlandığı ve desteklendiği belirtiliyor. Cemaat görünümlü bu yapının gerçek anlamda tasfiyesi için geçmişe değil, geleceğe odaklanılması gerektiği ifade ediliyor. “Altı ibadet, ortası ticaret, üstü ihanet” yapısının artık feshedilmesi, lider ve geçmiş sahiplenmesinden vazgeçilmesi gerektiği savunuluyor.

 

 




CİNSİYETSİZLİK Mİ, YOKSA CİNSİYET VE KİŞİLİK BOZUKLUĞU MU?

CİNSİYETSİZLİK Mİ, YOKSA CİNSİYET VE KİŞİLİK BOZUKLUĞU MU?
Bir Kavmin Çöküşü: Sodom ve Gomore Üzerine Düşünceler

Modern çağ, insan fıtratını yerinden oynatan, cinsiyetin doğallığını sarsan bir ideolojik fırtınaya tutulmuş durumda: “Cinsiyetsizlik” adı altında öz benliğin ve yaradılış düzeninin inkârı. Bu gidişat, yeni gibi sunulsa da, aslında tarihin en karanlık dönemlerinden birinin tekrarıdır: Sodom ve Gomore’nin hikâyesi bu bakımdan sadece bir kıssa değil, ibretlik bir uyarıdır.

1. Fıtratla Savaş: İnsanın Kendi Hakikatine İsyanı

İnsan erkek veya kadın olarak yaratılır. Bu sadece biyolojik değil, ruhsal ve toplumsal bir dengedir. Her cinsin kendine has bir güzelliği, görevi ve hikmeti vardır. Bu denge bozulduğunda yalnız fert değil, toplum da çöker. Bugün cinsiyetsizlik ideolojisi, tam da bu hikmetli dengeye savaş açmış durumda. Kadını kadınlıktan, erkeği erkeklikten uzaklaştırıyor; çocukları ise kimliksiz, cinsiyetsiz ve kişiliksiz bireyler hâline getirmeye çalışıyor.

Bu, yalnızca bir tercihler meselesi değil; insanın özünü, ailesini, neslini ve toplumunu hedef alan sistematik bir bozulmadır.

2. Lut Kavmi: Sapkınlığın Resmîleştiği Bir Toplum

Kur’an’da defalarca geçen Lut Kavmi, bu sapmanın en eski ve çarpıcı örneklerinden biridir. Erkeklerin erkeklere yöneldiği, iffetin alaya alındığı, ahlâksızlığın normalleştirildiği bir toplum… Hz. Lut’un defalarca uyarmasına rağmen bu kavim, sapkınlığı bir hak, bir yaşam tarzı gibi benimsedi. Sonuç: Yerle bir edilen şehirler, gökten yağan taşlar ve ibretlik bir son.

Bugünün “özgürlük” adı altındaki sapmalarını o günkü Lut Kavmi’nin yaşadıklarından ayıran ne var? Eğer cinsiyeti inkâr eden bu düşünce sistemi durdurulmazsa, akıbetin benzer olması da şaşırtıcı olmaz.

3. Ailenin Çöküşü: Neslin Tükenişi

Cinsiyetsizlik ideolojisi, ailenin tanımını yeniden yazmak istiyor. Anne yok, baba yok; iki erkek, iki kadın ya da “hiçbir şey olmayanlar” aile gibi sunuluyor. Bu bir “sosyal deney” değil, doğrudan nesle kasteden bir tuzaktır.

Aile, yalnız bir birlikte yaşama modeli değil; merhametin, sorumluluğun, neslin ve terbiyenin merkezidir. Bu merkezin ortadan kalkması, geleceği yetim bırakır. Bugün Batı toplumlarında artan yalnızlık, intiharlar, antidepresan kullanımı; bozulmuş aile düzeninin ve kimlik kaybının doğal sonucudur.

4. Cinsiyet Bozukluğu Değil, Kişilik Bozukluğu

İnsanın yaratılışını inkâr etmesi sadece biyolojik değil, psikolojik bir tahribattır. Fıtratına savaş açan insan, kendini kaybeder. Erkeklikten kaçan bir erkek, kadınlığa özenen bir kadın ya da hiçbir kimliği kabul etmeyen bir birey, aslında cinsiyet değil kişilik krizindedir. Bu kriz, çocuklara sirayet ettiğinde, gelecek nesiller kimliksiz, inançsız ve amaçsız hâle gelir.

5. İbret Alanlar İçin Mesajlar

Fıtrat, ilahi bir emanettir. Oynanacak bir kurgu değil.

Cinsiyet bir seçim değil, bir nasiptir. Seçilemez, silinemez, taklit edilemez.

Aile kutsaldır. Onu zayıflatmak toplumu zayıflatmaktır.

İffet, özgürlüğün değil, insanlığın ölçüsüdür. Her isteyen her istediğini yapamaz; bu anarşidir, özgürlük değil.

Lut Kavmi tarih değil, uyarıdır. Onlar yaşadı ve yok oldular. Biz okuyalım ve ibret alalım.

Son Söz: Kendine Gel Ey İnsan!

Bugün insan, kendine dair her şeyi unutmuş, hatta unutturulmak istenmiştir. Oysa hakikat, çok yakındır: Yaradılışına dön. Fıtratını koru. Neslini muhafaza et. Aileni sahiplen. Ve bil ki, Allah her şeyi yerli yerince yarattı. Sen de yerini bil!

 

 




İSLAMİ İLİMLERDE ARAŞTIRMA BOŞLUKLARI VE GELECEĞİN İLİM VİZYONU: ZAMANIN RUHUNU YAKALAYAN BİR YENİDEN İNŞA ÇAĞRISI

İSLAMİ İLİMLERDE ARAŞTIRMA BOŞLUKLARI VE GELECEĞİN İLİM VİZYONU: ZAMANIN RUHUNU YAKALAYAN BİR YENİDEN İNŞA ÇAĞRISI

“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz. Hem de hüküm müştak üzerine olsa, me’haz-ı iştikakı, illet-i hüküm gösterir.”
— Bediüzzaman Said Nursî

İslami ilimler tarih boyunca Kur’an ve Sünnet merkezli bir medeniyetin ruhunu taşımış, çağlara yön vermiştir. Ne var ki, modern zamanlarda gerek bilgi üretiminde, gerek yöntem seçiminde, gerekse muhatap kitlenin değişen yapısında bazı ciddi boşluklar ve ihmaller ortaya çıkmıştır. Bu boşluklar sadece akademik değil; aynı zamanda hikmet, ahlak, tefekkür ve toplum inşası boyutlarıyla da derinleşmiştir.

İşte bu makalede, günümüz İslami araştırmalarında dikkat çekici boşlukları, eksik kalan alanları ve yoğunlaşılması gereken sahaları ilmi, hikmetli ve ibretli bir perspektifle değerlendireceğiz.

1. İSLAMÎ DÜŞÜNCEYİ YENİDEN İNŞA: GELENEKLE GELECEK ARASINDA USÛL SENTEZİ

Bugün en fazla ihtiyaç duyulan alan, usûl ilminde derinleşmiş, modern bilgiyle irtibatlı yeni bir İslami düşünce sistematiğidir. Mevcut literatür ya geleneği tekrar etmekte ya da moderniteye teslim olmaktadır. Oysa:

Fıkıh usûlü, sadece hüküm değil aynı zamanda bir düşünme metodolojisidir.

Kelâm ilmi, sadece itikadî meseleler değil, aynı zamanda bilgi felsefesi üretmelidir.

Tefsir, lafzî açıklamanın ötesine geçip çağın sorularına Kur’anî cevaplar vermelidir.

> Hikmetli bir tespit: Usûl, ilmin ruhudur. Usulsüzlük, vusulsüzlüğe (hakikate ulaşamamaya) sebep olur.

2. MODERN SORUNLARA KARŞILIK ÜRETEN FIKHÎ ARAŞTIRMALAR

Fıkıh tarihi boyunca karşılaşılan meseleler, içtihatlarla çözülmüştür. Ancak günümüz meseleleri, geçmişte hiç yaşanmamış karmaşık, çok boyutlu ve küresel sorunlar taşımaktadır:

Biyoteknoloji, yapay zekâ, tıp ahlakı, çevre sorumluluğu gibi alanlarda şer’î değerlendirme eksikliği

Dijital ekonomi, kripto para, algoritmik ticaret gibi yeni finansal sistemlerin İslam hukukundaki karşılığı

Cinsiyet meseleleri, aile yapısındaki değişim ve mahremiyet gibi konularda fıkhî yorum ihtiyacı

> İbretli bir soru: Sahabenin karşılaşmadığı bir meseleye, sadece sahabenin kullandığı yöntemle mi hüküm verilir, yoksa onların ruhunu çağın diliyle mi yeniden yorumlarız?

3. İSLAM’IN EVRENSEL MESAJININ MODERN DÜNYAYA HİTABI: TEBLİĞ VE DİL PROBLEMLERİ

Kur’an’ın evrensel mesajı, çağın diliyle buluşmadıkça etkisini kaybeder. Günümüzde İslam’ın tebliğ ve temsilinde anlatım dili, hedef kitle, mecra ve içerik tasarımı büyük önem kazanmıştır:

Gençlerin ve seküler kesimlerin anlayabileceği hikmet temelli, kalbî ve aklî anlatımlar

Sosyal medya, dijital platformlar ve görsel içerik üretimi alanlarında İslamî anlatım metodolojisi

Kur’an’daki evrensel değerlerin (adalet, merhamet, hakikat, hürriyet) asrın idrakine uygun anlatımla sunumu

> Düşündürücü bir gerçek: Bugün insanlar İslam’a değil, İslam’ın anlatımına mesafeli. Sorun dinde değil, dilden kaynaklanıyor olabilir.

4. TARİH VE SİYASET ALANINDA YENİDEN DEĞERLENDİRME

İslam dünyası modern dönemde çok büyük siyasi travmalar yaşadı: Hilafetin kaldırılması, işgaller, mezhep savaşları, otoriter rejimler… Bu alanlarda:

İslam siyaset düşüncesinin yeniden yapılandırılması

Tarihsel olaylara İslamî metodolojiyle eleştirel bakış

Mezheplerin ve grupların tarihsel süreçteki rolü üzerine objektif araştırmalar

> İbretli bir uyarı: İslâm’ın siyaseti adalet için vardır; ideolojiye dönüşen siyaset, İslam’ı değil, kendi hevesini konuşur.

5. İSLAM VE BİLİM İLİŞKİSİ: ÇATIŞMA DEĞİL, İNŞA

Modern bilim anlayışı ile İslamî bakış arasında köprü kuracak çalışmalar büyük bir eksikliktir. Hâlâ:

Kur’an’ın tabiat ayetleri üzerine mantıkî ve bilimsel tefsirler

İslam düşüncesinde tabiat, matematik, astronomi, tıp gibi alanlarda yeni epistemolojik yaklaşımlar

Müslüman bilim insanlarının tarihî katkılarının çağdaş yorumları

> Hikmetli yaklaşım: Kur’an’da “Oku!” emri, sadece metni değil, kâinat kitabını da okumaktır. İslam bilimi, yaratılışın sırrını hikmetle çözmektir.

6. MANEVİ HAYAT VE TASAVVUFUN MODERN İNSANA CEVABI

Modern insanın bunalımı teknolojik değil, ruhanî bir boşluktur. Bugün tasavvuf, Kur’an’a ve sünnete uygun olarak yeniden yorumlanmalı, bâtınî derinliğiyle:

Modern depresyon, yalnızlık ve aidiyet krizine çözüm

Zühd, tevekkül, sabır gibi kavramların psikolojik ve toplumsal değeri

Sahih tasavvufun günümüzdeki ahlâkî, vicdanî ve sosyal fonksiyonu

> İbretli gerçek: Günümüzde en büyük fakirlik, “kalp açlığı”dır. Tasavvuf, insanın içine açılan kapıdır.

SONUÇ: ZAMANIN RUHUYLA BULUŞAN BİR İSLAMİ İLİM İNKILABI ŞARTTIR

İslami araştırmalar, artık sadece geçmişi yorumlamak değil, geleceği inşa etmek zorundadır. Geçmişin hikmetiyle, bugünün bilgisiyle, yarının ufkuyla buluşan bir ilim inkılabı, ümmetin dirilişinin anahtarıdır.

Bu sebeple, ilim ehline düşen en büyük vazife:

Aklı uyandırmak, kalbi beslemek, vicdanı uyandırmak ve ahlâkı inşa etmektir.

“Kur’an kıyamete kadar taze kalacaktır; mesele bizim ona bayat zihinle yaklaşmamamızdır.”




İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam tarihi boyunca, bazı imanî meseleler Müslümanlar arasında farklı yorumlara yol açmış ve çeşitli mezheplerin oluşmasına sebep olmuştur. Ancak Ehl-i Sünnet anlayışı, bu tartışmalı konulara Kur’an ve Sünnet ekseninde sağlam ve dengeli bir cevap vermiştir. Bu makalede, İslam’da tartışılan başlıca imanî konular ele alınacak ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar özetlenecektir.

1. İMAN-AMEL İLİŞKİSİ

Tartışma:

İman ve amel arasındaki ilişki, tarih boyunca tartışılan konulardan biri olmuştur. Bazı mezhepler, ameli imanın bir parçası olarak kabul etmiş ve büyük günah işleyenleri iman dairesinden çıkmış saymıştır (Haricîler). Diğer bazı gruplar ise, amelin imandan tamamen bağımsız olduğunu savunmuştur (Mürcie).

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, iman kalpte tasdik, dilde ikrar ve amelle bütünleşen bir bütündür. Ancak amel imanın bir parçası değildir. Büyük günah işleyen kişi fasık olur ama dinden çıkmaz. Eğer günahını helal sayarsa, o zaman imanını kaybeder. Bu denge, Kur’an ve Sünnet’e en uygun görüştür.

Delil:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka günahları dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

Bu ayet, büyük günah işleyen kişinin kâfir değil, günahkâr olduğunu gösterir.

2. KADER VE İNSANIN HÜRRİYETİ

Tartışma:

Kader konusunda Müslümanlar arasında iki aşırı görüş ortaya çıkmıştır:

Cebriyye: İnsan tamamen kaderin mahkûmudur, özgür iradesi yoktur.

Mutezile (Kaderiyye): İnsan tamamen özgürdür, kader diye bir şey yoktur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, insanın iradesi ile kaderin varlığını dengeleyen bir görüş benimsemiştir. İnsan irade sahibidir ve yaptığı fiillerden sorumludur, ancak her şey Allah’ın bilgisi ve yaratmasıyla olur.

Delil:
“Gerçek şu ki biz insana doğru yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)

Bu ayet, insanın iradesi olduğunu ancak Allah’ın kaderinin de geçerli olduğunu gösterir.

3. ALLAH’IN SIFATLARI

Tartışma:

Allah’ın sıfatları konusunda Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasında görüş ayrılıkları olmuştur.

Mutezile: Allah’ın zatıyla sıfatları aynıdır; yani Allah’ın ilmi, kudreti, kelâmı gibi sıfatlar ayrı varlıklar değildir.

Ehl-i Sünnet: Allah’ın sıfatları zatından ayrı şeyler değildir ama mevcuttur ve ezelîdir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Allah’ın sıfatları vardır ve zatına uygun şekilde bulunur. Allah bilir, görür, işitir, diler, konuşur ve her şeye gücü yeter.

Delil:
“O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/282)

Bu ve benzeri ayetler, Allah’ın sıfatlarının varlığını ispat eder.

4. RU’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESİ)

Tartışma:

Allah’ın ahirette müminler tarafından görülüp görülemeyeceği tartışmalı bir konudur.

Mutezile: Allah’ın görülmesi mümkün değildir.

Ehl-i Sünnet: Cennet’te müminler Allah’ı görecektir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, müminlerin ahirette Allah’ı göreceğini kabul eder. Ancak bu görme, dünya şartlarında anlaşılan bir görme değil, ahirete uygun bir görme olacaktır.

Delil:
“O gün birtakım yüzler parlaktır. Rablerine bakacaklardır.” (Kıyamet, 75/22-23)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadisinde “Siz ayı açıkça gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz” (Buhârî, Tevhîd, 24) buyurmuştur.

5. ŞEFAAT MESELESİ

Tartışma:

Mutezile, şefaatin mümkün olmadığını savunurken, Ehl-i Sünnet şefaati kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Allah’ın izin verdiği kimseler ahirette şefaat edecektir. Ancak bu şefaat, sadece Allah’ın razı olduğu kişiler içindir.

Delil:
“Onlar O’nun izni olmadan şefaat edemezler.” (Enbiyâ, 21/28)

Hadislerde de, Peygamber Efendimiz’in büyük günah sahiplerine şefaat edeceği bildirilmiştir.

6. BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENİN DURUMU

Tartışma:

Haricîler: Büyük günah işleyen kâfirdir.

Mutezile: Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfir; “fâsık” isimli üçüncü bir kategoriye girer.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Büyük günah işleyen kişi müminlikten çıkmaz ama günahkâr olur. Eğer tövbe ederse affedilir. Eğer affedilmeden ölürse, Allah’ın takdirine bağlıdır.

Delil:
“Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başka (günahları) dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET İTİKADININ DENGESİ

Ehl-i Sünnet, imanî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak, dengeyi esas almıştır. Ne kaderi reddetmiş ne de insanı bir kukla gibi görmüştür. Ne ameli tamamen imanın bir parçası saymış ne de önemsiz görmüştür. Ne Allah’ın sıfatlarını inkâr etmiş ne de beşerî sıfatlarla tanımlamıştır.

Bu sebeple, Kur’an ve Sünnet çizgisinde, en sahih ve dengeli itikad Ehl-i Sünnet inancıdır.

Allah bizleri, doğru inanç üzere yaşayan, itikadı sağlam, şüphelerden uzak kullarından eylesin. Amin!

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZYHPII-7_WU




23 MART BEDİÜZZAMAN HAFTASI

BEDİÜZZAMAN

https://tesbitler.com/category/bediuzzaman-risale-i-nur/

https://tesbitler.com/index.php?s=Bedi%C3%BCzzaman+

RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWnjRaa3a76Fi2kunP8aG8U

SESLİ VE GÖRÜNTÜLÜ RİSALE-İ NURLAR VE BEDİÜZZAMAN:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWB-FqG4gSr3Awr2JOlun_C

VECİZ SÖZLER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

DERSLER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXNtK0q0G5Kzm6Sn6tY9fpE

Osmanlıca Mesnevi-i Nuriye:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVDlxhSQfc0-H1tS4CUyMQ2

RİSALE-İ NUR DERSLERİ:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVWSSHz6-PZJqMcLK6UsSaOF

RİSALE-İ NURLARDA – T -LER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXApwbYXvhRMHeztV_hIhhs

RİSALE-İ NURLARDA – İ -LER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVVFGIk4RODyEAKbQ-wXaHXx

RİSALE-İ NURDAN VECİZELER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVXJfrNBY2pC6uDroqgO3cew




SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.

SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.[1]


Zaman kavramı. Bin ve elli bin sene.
Bakara. 259 Üzeyir peygamberin yüz sene uyuması
Ashab-ı Kehfin 309 sene uyuması.

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren sonsuzluk kavramı üzerinde düşünmüş, ölüm sonrası hayatın ve ebedî varoluşun mümkün olup olmadığını sorgulamıştır. Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve bilimsel yaklaşımlar, bu konuya dair farklı perspektifler sunar. İslam inancında sonsuzluk, Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, cennetin ve cehennemin sürekliliği ve insanın ruhunun ölmezliği üzerinden ele alınır.

Bu makalede, Allah’ın sonsuzluğu, cennetin ve cehennemin sonsuzluğu ve insanın sonsuz varoluşu Kur’an, hadis ve bilimsel bakış açısıyla ele alınacaktır.

1. ALLAH’IN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Allah’ın Sonsuzluğu

İslam inancına göre Allah, ezelî (öncesiz) ve ebedî (sonsuza kadar var olan) bir varlıktır. O’nun varlığı, herhangi bir başlangıç ya da sona tabi değildir.

Kur’an’da Allah’ın ezelî ve ebedî olduğu şöyle belirtilir:
“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Evvel ve Âhir isimleri, Allah’ın başlangıcının ve sonunun olmadığını ifade eder. O’nun varlığı, zamanla sınırlı değildir.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Allah vardı ve O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Tevhid, 22)

Bu, Allah’ın varlığının hiçbir başlangıcının olmadığını açıkça gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, büyük patlama (Big Bang) teorisi ile evrenin bir başlangıcı olduğunu öne sürmektedir. Ancak, bilim evrenin öncesi hakkında kesin bilgi veremez. Allah’ın sonsuzluğu, evrenin ötesinde ve tüm zaman-mekan kavramlarının üstünde bir varlığı ifade eder.

2. CENNETİN VE CEHENNEMİN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Cennetin Sonsuzluğu

İslam inancına göre, cennet ve cehennem yaratılmıştır ve varlıkları sonsuza kadar devam edecektir.

Kur’an’da cennet için şöyle buyrulur:
“İman edip salih amel işleyenler için, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.” (Bakara, 2/82)

Cennete giren müminler, orada hiçbir zaman ölmeyecek, yaşlanmayacak ve sıkıntıya düşmeyecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennete giren bir kimse, orada ebedî kalır. Ölüm yoktur. Ne elbiseleri eskiyecek ne de gençliği kaybolacaktır.” (Müslim, Cennet, 22)

Kur’an ve Hadislerde Cehennemin Sonsuzluğu

Cehennem de yaratılmıştır ve bazı kimseler için ebedîdir. Allah, iman etmeyen ve kâfir olarak ölenler için cehennemin ebedî olduğunu bildirir:

“Onlar orada ebedî kalacaklardır, ne azapları hafifletilir ne de yüzlerine bakılır.” (Bakara, 2/162)

Ancak, bazı hadislerde ve alimlerin yorumlarında, cehennemdeki azabın bazı günahkâr müminler için süreli olabileceği belirtilmiştir. Büyük günah işleyip cehenneme giren bazı müminler, şefaat veya Allah’ın merhametiyle çıkabilir.

Bilimsel Bakış Açısı

Termodinamiğin ikinci yasasına göre, evrendeki enerji giderek daha düzensiz hale gelir ve zamanla yok olur. Ancak cennetin sonsuzluğu, maddî evrenin yasalarına tabi olmayan metafiziksel bir gerçekliktir.

3. İNSANIN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Ruhun Sonsuzluğu

İslam inancına göre insanın ruhu ebedîdir. Ölüm, ruhun yok olması değil, dünya hayatından ahiret hayatına geçişidir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Her nefis ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 29/57)

Hadislerde de ruhun ahirette yaşamaya devam edeceği açıkça belirtilmiştir:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26)

Bu, insan ruhunun ölümsüz olduğunu ve ahirette de yaşamaya devam edeceğini gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, ruhun varlığını maddî olarak kanıtlayamasa da, bilinç, ölümden sonra varlık ve metafiziksel deneyimler üzerine birçok çalışma yapılmaktadır.

Ölüme yakın deneyimler (NDE – Near Death Experiences), insan bilincinin bedensel ölümden sonra bile devam ettiğini gösteren ilginç bulgulardır.

Kuantum fiziğinde bilinç ve madde ilişkisi, ruhun ölümsüzlüğü üzerine bazı teorilere kapı aralamaktadır.

Bu noktada, İslam’ın ruhun ölümsüzlüğüne dair öğretileri, bilimsel keşiflerle örtüşebilecek metafiziksel bir hakikati ortaya koymaktadır.

SONUÇ: SONSUZLUK İNSANA NEYİ ÖĞRETİR?

Sonsuzluk kavramı, insana hayatının geçici olduğunu, ancak ruhunun sonsuz bir varoluşa sahip olacağını hatırlatır. Allah’ın sonsuzluğu, O’na teslimiyetin gerekliliğini gösterirken, cennetin sonsuzluğu, insanı iyi olmaya teşvik eder. Cehennemin sonsuzluğu ise, günahlardan kaçınmanın önemini hatırlatır.

İnsan, bu dünyada kısa bir süre yaşar ama ebedî bir hayata hazırlanır. Kur’an, hadis ve bilimsel işaretler, insanın sonsuz varoluşa sahip olduğunu destekleyen güçlü deliller sunar.

Son olarak, Allah Teâlâ’dan bizleri ebedî saadet yurdu olan cennete koymasını niyaz ederiz.

“Rabbimiz! Bizi bağışla ve cennetin ebedî nimetleriyle mükâfatlandır!” (Âl-i İmrân, 3/16)

Amin!

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=EpP151ss1gU




Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?

“Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?


CEVAP:

Sahih hadis kaynaklarında geçmeyen rivayet çeşitli kaynaklarda İbn Abbas ve Ebû Hureyre gibi sahabilere isnad edilerek şöyle yer almaktadır:

مَن تَمَسَّكَ بِسُنَّتِي عِندَ فَسادِ أُمَّتِي فَلهُ أَجْرُ مِائِةِ شَهيدٍ

“Kim ümmetimin fesadı zamanında sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır.”
Bu rivayetler, hadis âlimlerince senet açısından “zayıf” ve râvileri de “mechûl” (tanınmaz) bulunmuştur.
Bkz. Kaynaklar:
(İbn Adiy, el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1998/1409, c. 2, s. 327; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mîzan, Beyrut: Müessesetü’l-İlmiyye li’l-Matbûât, 1986/1406, c. 2, s. 246)

Evvela senedinde zayıflık olmakla beraber, Allahu alem bu hadis delil amaçlı değil, terğib ve terhib açısından teşvik amaçlı. Birde itikadı ve Fıkhi değil.
Ve de Şafii mezhebince en muteber âlimlerinden olan İbn Hacer el-Askalânî tarafından rivayet edilip, Bediüzzaman Said Nursî’nin de bunu delil olarak almasıdır.

@@@@@

Bakınız:

4 İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/on-birinci-lem-a/54

https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-fesada-gittigi-zamanda-sunneti-seniyeye-sarilan-yuz-sehit-sevabini-kazanir-hadisi-nasil-0

https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/fesad-i-ummetim-zamaninda-kim-benim-sunnetime-temessuk-etse-yuz-sehidin-ecrini-sevabini-kazanabilir-bu-hadis-i-serif%3famp

https://www.google.com/amp/s/islamqa.info/amp/tr/answers/89878

https://www.google.com/amp/s/www.islamveihsan.com/ummetin-fesada-ugradigi-vakitte-sunneti-yasayanlarin-sevabi.html/amp

@@@@@

Bu hadis çeşitli kaynaklarda zikredilmiş olup alimler arasında sahihliği konusunda ihtilaf bulunmaktadır.

Hadis, Beyhakî’nin Şuabü’l-İmân (15/150, No: 10975) adlı eserinde ve İmam Suyûtî’nin Câmiu’s-Sağîrinde geçmektedir. Ancak hadis kaynaklarında isnad açısından değerlendirilirken zayıf olduğu belirtilmiştir.

Bazı hadis âlimleri, bu rivayetin senedinde zayıflık bulunduğunu ifade etmişlerdir. Özellikle, hadisin ravilerinden bazılarının zayıf veya meçhul olduğu ifade edilmiştir. Hadis, sahih hadis kitaplarında (Buhârî, Müslim gibi) yer almamaktadır. Dolayısıyla, sahih değil, zayıf bir rivayet olarak değerlendirilmiştir.

Ancak hadisin anlamı bakımından İslam’ın genel ilkelerine uygun olduğu da söylenebilir. Çünkü fitne zamanlarında sünnete sarılmanın faziletli olduğu, İslam âlimleri tarafından kabul edilen bir ilkedir. Bu gibi rivayetler, motive edici yönüyle ele alınabilir; ancak hüküm verirken sahih hadisler esas alınmalıdır.

@@@@@@

Zayıf hadisle amel edilir mi?

Zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusu, İslam âlimleri arasında tartışmalı bir meseledir. Bu konuda üç temel görüş bulunmaktadır:

1. Zayıf hadisle kesinlikle amel edilmez

Bazı alimler, hadis sahih değilse onunla amel edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Bu görüşü benimseyenlerden biri İmam Buhârî ve İbn Hazm’dır. Onlara göre, dini konularda yalnızca sahih ve hasen hadislerle amel edilmelidir.

2. Zayıf hadis, belirli şartlarla amel edilebilir

Birçok hadis alimi (örneğin İmam Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, İmam Ahmed) ise bazı şartlar dâhilinde zayıf hadisle amel edilebileceğini söylemiştir. Bu şartlar şunlardır:

Hadis çok zayıf olmamalıdır (mevzû – uydurma olmamalıdır).

Hadis, genel dinî prensiplere aykırı olmamalıdır.

Hadis, faziletli ameller (terğîb ve terhîb), yani sevap ve teşvik konularında olmalıdır. Helal-haram gibi konularda delil olmaz.

Hadise dayanarak kesin bir hüküm verilmemeli, sadece teşvik edici bir unsur olarak görülmelidir.

3. Zayıf hadisle genel olarak amel edilir

Bazı âlimler, özellikle Hanbelî mezhebinde, zayıf hadislerin muteber kabul edilebileceğini ifade etmişlerdir. Ancak bu görüş, genel kabul görmemiştir.

Sonuç olarak:

İtikad (inanç) ve fıkhi hükümler konularında zayıf hadisle amel edilmez.

Faziletli ameller (nafile ibadetler, dua, zikir, ahlakî öğütler) konusunda, çok zayıf olmamak kaydıyla zayıf hadisler teşvik amaçlı kullanılabilir.

Hadis uydurma (mevzû) ise, hiçbir şekilde kabul edilmez ve kullanılmaz.

@@@@@@@

Genel olarak Hadis konularıyla ilgili Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-daki-hadisler-ve-kaynaklari/
https://tesbitler.com/2025/01/14/mevzu-hadisler-ve-elestirisi/
https://tesbitler.com/2025/01/14/hadislerin-gunluk-hayatta-yorumlanmasi-ve-bunun-olcusu-ne-olmalidir/
https://tesbitler.com/2024/08/06/hadisler-uzerine-yapilan-supheler/
https://tesbitler.com/index.php?s=Hadis+
https://tesbitler.com/2023/07/30/hadislerdeki-tergib-ve-terhibin-hikmetleri-nelerdir/
https://tesbitler.com/page/2/?s=Hadis+
https://tesbitler.com/page/3/?s=Hadis+

 

 




ZATA ULAŞMAK, O YOLDA YOL ALMAK VE O YOLUN YOLCUSU OLMAK

ZATA ULAŞMAK, O YOLDA YOL ALMAK VE O YOLUN YOLCUSU OLMAK[1]

اٰنْ خَيَالَاتٖى كِه دَامِ اَوْلِيَاسْتْ


عَكْسِ مَهْرُويَانِ بُوسْتَانِ خُدَاسْتْ

Şualar
2. Şua’da geçen Mevlana Hazretlerine air farsça ibarenin manası şöyle verilmiş: “Evliyaullahın ayaklarına tuzak olan, esma ve sıfat-ı ilahiyenin tecelliyatıdır. O tecelliyat, hakikati görmeyen halka, hayalat kabilinden gelir” Bu sözü izah edebilir misiniz?

Bu söz, Mevlana Celaleddin-i Rumi’nin tasavvufi anlayışını ve evliyaullahın (Allah dostlarının) yaşadığı derin ruhsal halleri ifade eden bir ifadedir. Burada, esma ve sıfat-ı ilahiyenin tecelliyatı (Allah’ın isim ve sıfatlarının yansıması) ile insanın bu yansımaları algılayışı arasındaki ilişki derin bir şekilde ele alınmaktadır. Şimdi bu ifadeyi parçalara ayırarak açıklayalım:

1. Evliyaullahın Ayaklarına Tuzak Olan Tecelliyat

Evliyaullah (Allah dostları): Tasavvufi anlamda Allah’a yakın olan, O’nun sevgisini kazanmış ve sürekli O’nunla birlikte olma şuurunda olan kullardır.

Esma ve sıfat-ı ilahi: Allah’ın isimleri (örneğin: Rahman, Rahim, Alim) ve sıfatları (örneğin: kudret, ilim, hikmet) kâinatta ve insan üzerinde tecelli eder, yani yansır.

Tuzak olma: Burada “tuzak” ifadesi mecazi bir anlam taşır. Allah’ın esma ve sıfatlarının parlak ve şaşaalı tecellileri, Allah dostlarının bile bazen bu tecellilerde takılıp kalmasına neden olabilir. Yani, tecelliler o kadar muhteşemdir ki, Allah’ın zatını arayan kul, bu tecellilerde oyalandığı için hakiki hedefe ulaşmayı geciktirebilir.

2. Tecelliyatın Hakikati Görmeyen Halka Hayalat Gibi Gelmesi

Halka (Avam): Burada halk kelimesi, Allah’ın hakikatine vakıf olmayan, derin tasavvufi tecrübelerden uzak kimseleri ifade eder.

Hayalat (hayal, zan): Allah’ın isim ve sıfatlarının bu dünyada tezahür edişi, bu kimselere anlaşılmaz ve hayal gibi gelebilir. Onlar, bu tecellileri hakiki anlamda idrak edemez ve onları sıradan olaylar gibi görürler.

3. Sözün Genel İzahı

Bu ifadede iki ana nokta üzerinde durulmaktadır:

1. Evliyaullah için: Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımaları (tecellileri), birer güzellik ve hikmet kaynağıdır. Ancak bu güzellikler bazen kulun yalnızca Allah’ın zatına yönelmesine engel olabilir. Çünkü bu tecelliler bile insanı hayran bırakan birer manevi zenginliktir.

Örneğin, bir evliya Allah’ın Cemal isminin (güzellik) tecellisini gördüğünde, bu güzelliğin kendisine büyüleyici bir cazibe ile gelmesi mümkündür. Bu durumda kul, bu güzellikte oyalanma tehlikesiyle karşı karşıya kalabilir.

Tasavvufta bu durum, “Hedef tecelli değil, tecelli sahibidir” ilkesiyle anlatılır.

2. Halk için: Halk ise bu tecellileri anlamaktan uzaktır. Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımasını ya tesadüf olarak görür ya da anlam veremediği bir hayal olarak değerlendirir. Onlar için bu tecelliler, sıradan olaylardan farklı değildir.

4. Tasavvufi Derinlik ve Uygulama

Bu söz, Allah’ı arama yolundaki her seviyedeki insan için önemli bir mesaj taşır:

Allah dostlarına uyarı: Allah’ın tecellilerini birer durak olarak görmeyip, bu durakların ötesindeki hakiki hedefe, yani Allah’ın zatına yönelmek gerekir.

Halk için öğüt: Dünyada görülen güzellikleri, hikmetleri ve olağanüstü halleri sıradan birer olay olarak görmek yerine, bunların Allah’ın isim ve sıfatlarının yansımaları olduğunu anlamak gerekir.

Sonuç

Bu söz, Allah’ın yarattığı evrende görünen tüm güzelliklerin, hikmetlerin ve olayların O’nun isim ve sıfatlarının bir yansıması olduğunu; ancak insanın bu yansımaların ardındaki Allah’ın zatına yönelmesi gerektiğini vurgular. Evliyaullah bile bu tecellilerde oyalandığında hakiki hedefe ulaşmayı zorlaştırabilir. Halk ise bu tecellileri göremez veya yanlış yorumlar. Tasavvufî bir eğitim, insanı bu tecellilerin ötesine geçmeye ve Allah’ın zatına yönelmeye davet eder.

@@@@@@

“Fehlâ’ na’leyk” (فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ), Kur’an-ı Kerim’de Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçer. Bu ifadede, Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya seslenmekte ve şöyle buyurmaktadır:

> “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.”

Bu ayetin kelime anlamı ve farklı yönlerden izahı şöyledir:

Kelime Analizi

فَاخْلَعْ (Fehlâ’): Çıkarmak, soyunmak, terk etmek anlamına gelir. Bu kelime, bir şeyi bırakma ya da çıkarma fiilini ifade eder.

نَعْلَيْكَ (Na’leyk): “Senin ayakkabıların” anlamına gelir. Arapçada “na’l”, ayakkabı veya sandalet anlamında kullanılır. Çift ayakkabı olduğu için tesniye (ikil) hâlindedir.

Tefsirlerdeki İzahı

Tefsirlerde bu ayet, farklı bağlamlarda yorumlanmıştır:

1. Zahiri Anlamı:

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Tûr Dağı’nda kutsal bir yerde olduğunu bildirmiş ve ona maddi anlamda ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, bölgenin kutsallığını ve tevazu göstermek gerektiğini ifade eder.

Tefsirlerde Hz. Musa’nın giydiği ayakkabıların, ceylan derisinden olduğu belirtilir.

2. Manevi Anlamı:

Bazı müfessirler, burada ayakkabıların, dünya ile olan bağı temsil ettiğini söylemişlerdir. Hz. Musa’dan dünya ile manevi bağını kesmesi istenmiştir.

İmam Kurtubî, buradaki ayetin, tevazu ve maneviyata yönelme anlamına geldiğini ifade eder.

3. Toprak ve Safiyet Bağlantısı:

Zemahşerî’nin “Keşşâf” tefsirinde, çıplak ayakla yeryüzüne basmanın, insanın safiyetini ve Allah’a daha yakın bir hâle gelmesini temsil ettiği açıklanır.

Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi

Tasavvuf ehli, bu ayeti derin bir sembolizmle ele alır:

1. Ayakkabılar ve Dünya Bağı:

“Na’layn” (ayakkabılar), insanın dünyaya olan bağını ve nefsânî isteklerini temsil eder. Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya “ayakkabılarını çıkar” buyurarak, ona nefsânî arzulardan sıyrılmasını ve yalnızca Hakk’a yönelmesini emretmiştir.

Tasavvufi yolda, “dünyevi bağları terk etmek”, kişinin manevi yükselişine engel olan unsurları bırakması anlamına gelir.

2. İki Dünya Bağı:

Ayakkabılar, iki bağ ile temsil edilir: madde (dünya) ve mana (ahiret). Hz. Musa’dan hem dünyadan hem de ahiretten gelen menfaat beklentisini bırakması ve yalnızca Allah’ın rızasına yönelmesi istenmiştir.

Bu bağlamda, ayakkabıların çıkarılması, “fenâ” makamına (dünyevi her şeyden sıyrılma) geçişi temsil eder.

3. Tuvâ Vadisi ve Manevi Temizlik:

Tuvâ, tasavvufi açıdan kişinin kalbine işaret eder. Bu kutsal yere girmek için tüm dünyevi ağırlıklar terk edilmelidir. Ayakkabıların çıkarılması, kalbin saflaşmasını ve Allah’ın huzuruna layık hâle gelmesini sembolize eder.

4. Tevazu ve Huzur:

Tasavvuf ehli, bu ayeti “Allah’ın huzurunda yalnızca tevazu ve teslimiyetle durulabileceği” şeklinde yorumlar. Ayakkabıyı çıkarmak, varlık iddiasını ve kibri terk etmeyi de ifade eder.

Sonuç

“Fehlâ’ na’leyk”, zahiren bir emir gibi görünse de derin manevi ve sembolik anlamlar içerir. Bu ifade, kişinin dünyevi bağlarından sıyrılmasını, kalbini saflaştırmasını ve Allah’ın huzurunda tevazu ile durmasını öğütler. Tasavvuf ehli için, bu ayet, Hakk’a ulaşmak isteyen bir yolcunun, nefsani bağlarını terk ederek Allah’a tam teslimiyetle yönelmesi gerektiğini hatırlatan bir ilham kaynağıdır.

“Fehlâ’ na’leyk” (فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ), Kur’an-ı Kerim’de Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçer. Bu ifadede, Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya seslenmekte ve şöyle buyurmaktadır:

> “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.”

Bu ayetin kelime anlamı ve farklı yönlerden izahı şöyledir:

Kelime Analizi

فَاخْلَعْ (Fehlâ’): Çıkarmak, soyunmak, terk etmek anlamına gelir. Bu kelime, bir şeyi bırakma ya da çıkarma fiilini ifade eder.

نَعْلَيْكَ (Na’leyk): “Senin ayakkabıların” anlamına gelir. Arapçada “na’l”, ayakkabı veya sandalet anlamında kullanılır. Çift ayakkabı olduğu için tesniye (ikil) hâlindedir.

Tefsirlerdeki İzahı

Tefsirlerde bu ayet, farklı bağlamlarda yorumlanmıştır:

1. Zahiri Anlamı:

Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya Tûr Dağı’nda kutsal bir yerde olduğunu bildirmiş ve ona maddi anlamda ayakkabılarını çıkarmasını emretmiştir. Bu, bölgenin kutsallığını ve tevazu göstermek gerektiğini ifade eder.

Tefsirlerde Hz. Musa’nın giydiği ayakkabıların, ceylan derisinden olduğu belirtilir.

2. Manevi Anlamı:

Bazı müfessirler, burada ayakkabıların, dünya ile olan bağı temsil ettiğini söylemişlerdir. Hz. Musa’dan dünya ile manevi bağını kesmesi istenmiştir.

İmam Kurtubî, buradaki ayetin, tevazu ve maneviyata yönelme anlamına geldiğini ifade eder.

3. Toprak ve Safiyet Bağlantısı:

Zemahşerî’nin “Keşşâf” tefsirinde, çıplak ayakla yeryüzüne basmanın, insanın safiyetini ve Allah’a daha yakın bir hâle gelmesini temsil ettiği açıklanır.

Tasavvufi Açıdan Değerlendirilmesi

Tasavvuf ehli, bu ayeti derin bir sembolizmle ele alır:

1. Ayakkabılar ve Dünya Bağı:

“Na’layn” (ayakkabılar), insanın dünyaya olan bağını ve nefsânî isteklerini temsil eder. Allah Teâlâ, Hz. Musa’ya “ayakkabılarını çıkar” buyurarak, ona nefsânî arzulardan sıyrılmasını ve yalnızca Hakk’a yönelmesini emretmiştir.

Tasavvufi yolda, “dünyevi bağları terk etmek”, kişinin manevi yükselişine engel olan unsurları bırakması anlamına gelir.

2. İki Dünya Bağı:

Ayakkabılar, iki bağ ile temsil edilir: madde (dünya) ve mana (ahiret). Hz. Musa’dan hem dünyadan hem de ahiretten gelen menfaat beklentisini bırakması ve yalnızca Allah’ın rızasına yönelmesi istenmiştir.

Bu bağlamda, ayakkabıların çıkarılması, “fenâ” makamına (dünyevi her şeyden sıyrılma) geçişi temsil eder.

3. Tuvâ Vadisi ve Manevi Temizlik:

Tuvâ, tasavvufi açıdan kişinin kalbine işaret eder. Bu kutsal yere girmek için tüm dünyevi ağırlıklar terk edilmelidir. Ayakkabıların çıkarılması, kalbin saflaşmasını ve Allah’ın huzuruna layık hâle gelmesini sembolize eder.

4. Tevazu ve Huzur:

Tasavvuf ehli, bu ayeti “Allah’ın huzurunda yalnızca tevazu ve teslimiyetle durulabileceği” şeklinde yorumlar. Ayakkabıyı çıkarmak, varlık iddiasını ve kibri terk etmeyi de ifade eder.

Sonuç

“Fehlâ’ na’leyk”, zahiren bir emir gibi görünse de derin manevi ve sembolik anlamlar içerir. Bu ifade, kişinin dünyevi bağlarından sıyrılmasını, kalbini saflaştırmasını ve Allah’ın huzurunda tevazu ile durmasını öğütler. Tasavvuf ehli için, bu ayet, Hakk’a ulaşmak isteyen bir yolcunun, nefsani bağlarını terk ederek Allah’a tam teslimiyetle yönelmesi gerektiğini hatırlatan bir ilham kaynağıdır.

@@@@@@@@

Ayette “Ben, gerçekten senin Rabbinim; artık ayakkabılarını çıkar. Çünkü sen kutsal vadi Tuvâ’dasın.” Burada bahsedilen Tuvâ neresidir ve Özellikleri nelerdir?

Kur’an-ı Kerim’de, Tâ-Hâ Suresi 12. ayetinde geçen Tuvâ Vadisi (وَادِ ٱلطُّوَىٰ), Hz. Musa’ya vahyin ilk ulaştığı ve Allah’ın kendisiyle konuştuğu kutsal bir yer olarak anılmaktadır. Bu bölgenin özellikleri ve anlamları üzerinde hem tarihsel hem de manevi boyutta çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır.

Tuvâ’nın Coğrafi Konumu

1. Sina Yarımadası’nda Bulunduğu Rivayeti:

Tuvâ Vadisi’nin, Mısır ile Filistin arasında bulunan Sina Yarımadasında olduğu düşünülmektedir. Bu, Hz. Musa’nın Mısır’dan Medyen’e giderken geçtiği bir bölgeyle ilişkilendirilir.

Geleneksel olarak Tûr Dağı’nın eteklerinde yer aldığı kabul edilir. Tûr Dağı (Cebel Musa), Hz. Musa’nın Allah’tan vahiy aldığı yer olarak bilinir.

2. Özel Bir Vadi:

“Kutsal vadi” ifadesi, Tuvâ Vadisi’nin sıradan bir yer olmadığını ve manevi bir anlam taşıdığını belirtir. Allah Teâlâ, buranın kutsal bir alan olduğunu vurgulamış ve Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarmasını istemiştir. Bu, yerin temizliği ve kutsallığına duyulan saygıyı simgeler.

Tuvâ’nın Özellikleri

1. Kutsallığı:

Tuvâ Vadisi, Kur’an’da bizzat “mukaddes” (kutsal) olarak nitelendirilmiştir. Bu durum, vadinin Allah’ın vahyine mazhar olmuş bir yer olduğunu ifade eder. Hz. Musa burada peygamberlikle görevlendirilmiş ve Allah ile doğrudan konuşma lütfuna nail olmuştur.

2. İlahi Hitap Mekânı:

Tuvâ Vadisi, tevhit mesajının bir tecelli noktasıdır. Allah, Hz. Musa’yı burada ilahi bir görevle şereflendirmiştir:

> “Ben seni seçtim, şu hâlde vahyolunacak olanı dinle!” (Tâ-Hâ, 13)

3. Temizlik ve Manevi Hazırlık:

Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarması istenmesi, yalnızca zahiri bir emir değil, aynı zamanda ruhsal bir hazırlığı ifade eder. Ayakkabıların çıkarılması, dünyevi bağlardan ve kirlerden arınmayı, Allah’a yakın olmayı simgeler.

4. İsmi ve Anlamı:

Tefsir alimleri, “Tuvâ” kelimesinin anlamı üzerinde durmuştur. Kelimenin kökü, “iki kere temizlenmiş yer” ya da “geceleyin kutsanmış yer” anlamına gelir. Bu, buranın manevi olarak arındırılmış ve özel bir mekân olduğuna işaret eder.

5. Tarihi ve Manevi Değeri:

Tuvâ Vadisi, Hz. Musa’nın peygamberlikle görevlendirildiği ve Allah’ın ona doğrudan vahyettiği bir yer olduğu için, İslam inancında özel bir öneme sahiptir. Bu vadi, İslam’da yalnızca bir coğrafi alan değil, aynı zamanda vahyin ve ilahi tebliğin başladığı kutsal bir mekân olarak anılır.

Tuvâ’nın Tasavvufi ve Manevi Yorumu

Tasavvuf ehli ve bazı müfessirler, Tuvâ Vadisi’ni sembolik anlamlarla yorumlamışlardır:

1. Kalbin Safiyeti:

Tuvâ Vadisi, insanın kalbini temsil eder. Kalp, Allah’ın tecelligâhıdır ve O’nun hitabına açık bir mekân gibidir. Hz. Musa’dan ayakkabılarını çıkarması istendiği gibi, insanın da kalbini dünyevi bağlardan ve kirlerden arındırması gerekir.

2. İki Saflık (Tuvâ):

“Tuvâ” kelimesi, bazı tasavvufi yorumlarda, iki safiyet anlamında açıklanmıştır. Bu, zahirî ve batınî temizlik ya da dünya ve ahiret arası bir arınma hâli olarak değerlendirilir.

3. Vahyin Tecelli Mekânı:

Tuvâ, Allah’ın kudretini, insanın varlığını ve ilahi mesajın doğrudan tecellisini temsil eder. Bu nedenle, Tuvâ Vadisi, insanın Allah ile buluşma ve ilahi hakikati idrak etme mekânı olarak yorumlanır.

Sonuç

Tuvâ Vadisi, Hz. Musa’nın peygamberlik görevine başladığı, Allah ile konuşma şerefine nail olduğu kutsal bir mekândır. Coğrafi olarak Sina Yarımadası’nda olduğu kabul edilmekle birlikte, manevi anlamı daha derin ve büyüktür. Burası, temizliğin, arınmanın, ilahi hitabın ve insanın Allah’a yönelişinin simgesi olarak anılır. Ayetteki “kutsal vadi” ifadesi, buranın zahirî temizliğin ötesinde, Allah’ın vahyine mahsus özel bir yer olduğunu açıkça ifade eder.

@@@@@@@@

TECRİD-TECERRÜD-MÜCERRED-

TECRİD, TECERRÜD VE MÜCERRED: DERİN MANALAR VE İBRETLERLE DOLU BİR YOLCULUK

İnsanın ruhsal yolculuğunda, derin anlamlar taşıyan kelimeler, bazen bir rehber bazen bir durak olur. Bu yazıda, üç kavram üzerinde duracağız: tecrid, tecerrüd ve mücerred. Her biri ayrı bir hikâye anlatır; fakat bu hikâyeler birleştiğinde, insanın özüne ve hakikate ulaşma çabasını derinden kavramamıza yardımcı olur.

1. TECRİD: DÜNYA İLE ARAYA MESAFE KOYMAK

Tecrid, sözlük anlamıyla bir şeyden soyutlanma, arındırma, uzaklaşma demektir. Tasavvufî anlamda ise, kişinin kalbini dünyaya bağlayan geçici şeylerden kurtulması ve yalnızca Allah’a yönelmesi anlamına gelir.

Tecrid, yalnızlık değil; bir özgürleşme halidir. İnsan, sahip olduklarının esiri olmadan yaşayabilmeyi, dünyanın cazibesine kapılmadan hakikatle bağ kurabilmeyi öğrenir. Bu, maldan mülkten vazgeçmek anlamına gelmez; ancak kalbin, bu maddî bağlardan kurtulmasını ifade eder. Mevlâna Celaleddin Rumi’nin, “Eşya, elinde olsun; gönlünde olmasın,” öğüdü, tecridin özünü açıklar.

Tecrid, sadece maddi şeylerden uzaklaşmak değil, zihnin ve kalbin de her türlü şirkten, kibirden ve kötü düşünceden arınmasıdır. Bu saflaşma, insanı Allah’a yaklaştırır ve onu yaratılışının özüne döndürür.

2. TECERRÜD: BENLİKTEN SOYUNMAK

Tecerrüd, tecridin bir adım ötesidir. Bu kavram, insanın sadece dünya ile değil, kendi nefsiyle de arasına mesafe koymasını ifade eder. Tecerrüd, “benlikten soyunmak” ve Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmek anlamına gelir.

Nefis, insanı çoğu zaman hakikatten uzaklaştıran en büyük engeldir. Tecerrüd ise bu engeli aşmayı, nefsin arzularından kurtulmayı öğretir. Bu noktada, insan artık yalnızca Allah’a kulluk etmenin bilincine varır. Hazreti İbrahim’in, “Ben yüzümü gökleri ve yeri yaratana çevirdim” dediği gibi, kişi her şeyden sıyrılarak Allah’a yönelir.

Tecerrüd, aynı zamanda dünyayı “mücerred” bir gözle görmeyi öğrenmektir. Yani, dünyaya sadece bir araç olarak bakmak ve ebedî olanın peşinde koşmaktır.

3. MÜCERRED: SOYUT GERÇEKLİK

Mücerred kelimesi, soyut veya maddi olmayan anlamına gelir. Ancak tasavvufî anlamda mücerred, insanın saf hakikatle buluşmasını ifade eder. Dünya, insanın algıladığı şekliyle somuttur; ama hakikat, soyuttur.

Mücerred, tecrid ve tecerrüdün neticesinde ulaşılabilen bir bilinç halidir. Bu hâl, insanın eşyaya ve dünyaya bakışını değiştirir. Artık her şeyde Allah’ın bir tecellisini görür. Bir çiçeğe baktığında, onun Allah’ın isimlerinden birine işaret ettiğini fark eder. Bir olay yaşadığında, bu olayın bir hikmet taşıdığını bilir. Mücerred düşünceye ulaşan kişi, dünyayı yalnızca bir perde olarak görür ve perdenin ardındaki hakikati arar.

BU KAVRAMLARIN İBRETLİ HİKÂYESİ

Tecrid, tecerrüd ve mücerred kavramları bir araya geldiğinde, insanın manevi yolculuğunun üç aşamasını temsil eder. Önce dünyadan tecrid olunur; ardından nefsin arzularından sıyrılarak tecerrüd haline geçilir. Son aşamada ise kişi, mücerred bir bilinçle her şeyin özünü ve Allah’ın mutlak varlığını idrak eder.

Tasavvuf ehline göre bu yolculuk, bir ömür boyu süren bir arınma sürecidir. İnsanın, her gün biraz daha az yükle yürümeyi öğrenmesi gerekir. Bu, kolay bir yolculuk değildir; çünkü hem dünya, hem nefis insanı bu yolda geri çekmek ister. Ancak tecrid ile özgürleşen, tecerrüd ile teslim olan ve mücerred bir hakikat bilinciyle hareket eden kişi, en nihayetinde gerçek huzuru bulur.

SONUÇ: YOLCULUĞUNUZA DAVET

Tecrid, tecerrüd ve mücerred, yalnızca kelimeler değil; insana, hakikate giden yolda rehberlik eden kavramlardır. Bu üç adımı anlamak ve hayatımıza uygulamak, bizi dünyanın gelip geçici zenginliklerinden, nefsimizin bitmek bilmeyen arzularından kurtarır ve Allah’a yakınlaştırır.

Şimdi kendimize soralım: Kalbimiz ne kadar tecrid içinde? Nefsimizden ne kadar tecerrüd edebildik? Ve biz dünyaya ne kadar mücerred bir bilinçle bakabiliyoruz? Bu soruların cevapları, bizi hakikate bir adım daha yaklaştırabilir.

@@@@@@@@

“Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk / Terk-i dünya, terk-i ukbâ, terk-i hestî, terk-i terk” ile
“Der tarik-i aczmendî lazım âmed çâr çiz / Fakr-ı mutlak, acz-i mutlak, şükr-ü mutlak, şevk-i mutlak ey aziz”

Bu iki mısra, farklı tarikatların manevi eğitim yolunda takip ettiği esasları veciz bir şekilde özetler. Her birinde, insanın dünya ve nefs bağlarından kurtulup hakikate ulaşması için bir yol haritası sunulmaktadır. Şimdi bu ifadeleri ve taşıdıkları derin manaları ayrı ayrı inceleyelim.

1. “Der tarik-i Nakşibendî lazım âmed çâr terk”

Bu ifade, Nakşibendî tarikatının manevi yolculuğunda gerekli olan dört terk aşamasını dile getirir:

Terk-i dünya: Dünya nimetlerine ve geçici arzulara bağlılıktan kurtulmak. Bu, dünya hayatını tamamen terk etmek anlamına gelmez; bilakis, dünya ile olan ilişkiyi bir araç düzeyinde tutmak ve ona kalben bağlanmamaktır. Dünyanın cazibesi insanın gönlünü işgal ettiğinde, hakikate giden yolda bir engel haline gelir.

Terk-i ukbâ: Ahiret sevabını kazanma hırsını da terk etmek. İnsan ibadetlerini sadece cennet arzusu ya da cehennem korkusuyla yapmamalıdır. Bu aşama, Allah’a sadece O’nun rızasını kazanmak için yönelmeyi öğütler.

Terk-i hestî: Kendi varlığını, benliğini (ene) terk etmektir. “Ben” duygusundan sıyrılıp, nefsin arzularını aşarak Allah’a tam bir teslimiyetle yönelmeyi ifade eder. Kul, Allah’ın büyüklüğünü idrak ettikçe kendi varlığını önemsiz görür.

Terk-i terk: Son aşamada, terk etme fikrinden bile vazgeçmek. Bu, bir manevi kemal noktasıdır. Kul, artık terk ettiğini düşünerek bile bir “varlık” iddiasında bulunmaz; tamamen Allah’a teslim olur.

Derin Mana: Bu dört terk, insanın Allah’a yakınlaşma yolunda tüm dünyevî ve hatta uhrevî bağlarından arınıp, hakiki tevhide ulaşmasını simgeler. Kişi, kendini tamamen unutarak Allah’ın huzurunda yok olma haline erişir.

2. “Der tarik-i Aczmendî lazım âmed çâr çiz”

Bu mısra ise Aczmendîlik yolunun esaslarını dile getirir. Aczmendîlik, Bediüzzaman Said Nursî’nin fikirlerinden ilham almış bir mefkûredir ve “acz”, “fakr” gibi kavramları merkeze alır. Buradaki dört esas şunlardır:

Fakr-ı mutlak: İnsan, Allah karşısında mutlak bir fakirlik içindedir. Sahip olduğu hiçbir şeyin gerçek anlamda kendisine ait olmadığını, her şeyin Allah’tan geldiğini idrak eder. Bu fakirlik, insanın kendi acziyetini kabul etmesi ve Allah’a olan ihtiyacını derinden hissetmesidir.

Acz-i mutlak: İnsan, varlığı ve kudreti itibarıyla Allah karşısında tamamen âcizdir. Kendi gücüyle hiçbir şey yapamayacağını, Allah’ın her şeyin gerçek faili olduğunu anlaması gerekir. Bu, insanı tevazua ve teslimiyete götürür.

Şükr-ü mutlak: İnsan, Allah’ın nimetlerini her an hatırlamalı ve bu nimetlere karşı şükür duygusu içinde olmalıdır. Şükür, kulun hem dilde, hem kalpte, hem de amelde Allah’a yönelmesidir.

Şevk-i mutlak: Allah’a kavuşma yolunda sürekli bir heyecan ve coşku içinde olmaktır. Bu, manevi yolculuğu diri tutan ve kulun ibadetlerini ihlasla yapmasını sağlayan bir haldir.

Derin Mana: Aczmendîlik, insanın nefsinin acizliğini ve Allah’a olan mutlak bağımlılığını kabul ederek tevhide ulaşmasını amaçlar. Bu yolculukta insan, Allah’a olan muhtaçlığını her an idrak eder ve bu muhtaçlık onu şükür, coşku ve teslimiyetle Allah’a yaklaştırır.

Bu İki Yolun Ortak ve Farklı Yönleri

Ortak Nokta: Her iki yol da insanın nefsini terbiye ederek Allah’a yönelmesini amaçlar. Hem Nakşibendîlik hem de Aczmendîlik, kişinin dünyevî ve nefsanî bağlardan kurtulup Allah’a teslim olmasını öğütler.

Farklılıklar: Nakşibendîlik daha çok “terk” üzerinden bir manevi yolculuk çizerken, Aczmendîlik “acz” ve “fakr” üzerinden Allah’a yakınlaşmayı esas alır. Nakşibendîlikte “terk” ile bir yok oluş (fenafillah) vurgusu vardır, Aczmendîlikte ise “acz” ile Allah’a olan bağımlılığı hissetmek ön plandadır.

Sonuç: Her İki Yol da Hakka Götürür

Her iki yol da, insanı Allah’a ulaştırmak için farklı yöntemler sunar. Nakşibendîlikte “terk” yoluyla varlıktan soyutlanarak Allah’a yönelmek; Aczmendîlikte ise “acz” ve “fakr” ile Allah’a olan mutlak muhtaçlık idrakiyle O’na yakınlaşmak esastır. Her iki yol da nihayetinde insanı, Allah sevgisiyle dolu bir kulluğa ve O’nun rızasına götürmeyi amaçlar. Bu yollardan hangisi tercih edilirse edilsin, asıl önemli olan samimiyetle bu yolculuğu sürdürmektir.

Kısacası, bu mısralar bize şu hakikati öğretir: İnsan, varlığını unutarak ve Allah’a muhtaç olduğunu idrak ederek gerçek anlamda kulluk mertebesine ulaşabilir. Bu ise ancak dünya, nefis ve benlik bağlarını aşmakla mümkün olur.

@@@@@@@@

اِنَّمَٓا اَمْوَالُكُمْ وَاَوْلَادُكُمْ فِتْنَةٌۜ وَاللّٰهُ عِنْدَهُٓ اَجْرٌ عَظ۪يمٌ

İnnemâ emvâlukum ve evlâdukum fitne(tun)(c) va(A)llâhu ‘indehu ecrun ‘azîm(un)”Teğâbun Suresi 15. Ayet.
Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır.

MALLARINIZ VE ÇOCUKLARINIZ BİRER İMTİHAN: TEĞÂBUN SURESİ 15. AYETİN DERİN MESAJI

Kur’an-ı Kerim’in her ayeti, insanın dünyadaki varoluş amacını ve ahiret yurdunu kazanma yolculuğunu aydınlatan bir rehberdir. Teğâbun Suresi’nin 15. ayeti olan “Mallarınız ve çocuklarınız ancak birer imtihandır; Allah katında ise büyük bir mükâfat vardır” ifadesi de insana derin bir hakikati hatırlatır: Dünya hayatının süsü olarak gördüğümüz mal ve evlat, aslında birer emanet ve aynı zamanda imtihan vesilesidir.

Bu ayeti anlamak ve hayatımıza yansıtmak, sadece bireysel huzurumuzu değil, aynı zamanda Allah’a olan bağlılığımızı güçlendirecek bir farkındalık kazandırır. Peki, bu ayet bize neler öğretir ve nasıl bir ders verir? Gelin, birlikte düşünelim.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: NİMET Mİ, İMTİHAN MI?

Dünya hayatı, insanlar için türlü nimetlerle süslenmiştir. Mallarımız, evlatlarımız, sahip olduğumuz her şey, Allah’ın bize birer lütfudur. Ancak bu nimetler, aynı zamanda bizim için birer imtihan vesilesidir.

Mal sahibi olmak, insana sorumluluk getirir. Malı nasıl kazandığımız, nerede harcadığımız, ne kadar şükrettiğimiz; işte bunların hepsi birer imtihan sorusudur. İslam, malı kötülemez; ancak malın kalpte yer edinmesine karşı uyarır. Malı, Allah’ın rızasını kazanmaya vesile kılmak gerekirken, ona aşırı bir sevgiyle bağlanmak, insanı manevi yoldan alıkoyabilir. Bu yüzden ayette, malların sadece bir süs değil, aynı zamanda bir fitne (imtihan) olduğu hatırlatılır.

Evlatlar da böyledir. Onlar Allah’ın bize verdiği en büyük nimetlerden biridir. Ancak ebeveynlik, büyük bir sorumluluk demektir. Çocuklarımızı nasıl yetiştirdiğimiz, onlara hangi değerleri kazandırdığımız, dünya ve ahiretleri için ne kadar gayret gösterdiğimiz, bizim için bir imtihandır. Çocuk sevgisi, elbette doğal ve güzeldir. Ancak bu sevgi, Allah sevgisinin önüne geçerse, o zaman bu nimet de bir fitneye dönüşebilir.

MALLAR VE ÇOCUKLAR: KALPTE Mİ, ELDE Mİ?

Ayette geçen “fitne” kelimesi, tasavvufî bir açıdan değerlendirildiğinde, insanın dünyaya olan bağımlılığını temsil eder. Mallar ve çocuklar, insanın kalbinde yer ettiğinde, insanı Allah’tan uzaklaştırabilir. Ancak bu nimetleri birer emanet olarak görebilen kişi, onlarla imtihanını kazanmaya adaydır.

Mevlâna Celaleddin Rumi’nin şu sözü bu meseleyi çok güzel açıklar:
“Gemiyi su batırmaz; gemiyi batıran, suyun içine girmesidir. Dünya malı da böyledir; elinde kalırsa zarar vermez, ama kalbine girerse seni batırır.”

Mallar ve evlatlar da böyledir. Onlar elimizde, bize emanet edilen şeylerdir. Ancak kalbimize yerleştiğinde, Allah’a olan sevgimizi ve bağlılığımızı gölgeleyebilir. Bu nedenle Kur’an, insanı sürekli olarak bu konuda uyanık olmaya davet eder.

ALLAH’IN KATINDA BÜYÜK MÜKÂFAT

Ayette, malların ve çocukların bir imtihan olduğu vurgulanırken, bu imtihanı hakkıyla verenlere Allah katında büyük bir mükâfat olduğu hatırlatılır. Bu mükâfat, dünya nimetlerinden çok daha büyüktür. Çünkü Allah katındaki mükâfat, ebedî olan cenneti ve O’nun rızasını kazanmaktır.

Dünya hayatında sahip olduklarımız geçicidir. Ne mallar, ne de evlatlar bize kalıcı bir huzur ve mutluluk verebilir. Bu yüzden insan, ebedî olan ahiret yurdunu kazanmak için çabalamalıdır. Malları, Allah yolunda harcayarak sadaka ve infakla ebedîleştirmek; çocukları ise salih evlatlar olarak yetiştirerek, hem kendi ahiretini hem de onlarınkini kurtarmaya çalışmak, bu büyük mükâfata ulaşmanın yollarından biridir.

GÜNLÜK HAYATIMIZA YANSIMALAR

Bu ayetten alınacak dersler, günlük hayatımızda birçok alanda kendini gösterir:

1. Mal sevgisini dengelemek: Mal, kazanılmalı ama paylaşılmalıdır. Zenginlik, yalnızca kendimiz için değil, ihtiyaç sahipleri için de bir rahmet vesilesi olmalıdır.

2. Evlada karşı sorumluluk: Çocuklarımızı yalnızca dünya hayatı için değil, ahiret hayatı için de hazırlamalıyız. Onlara değerli miras, para değil, ahlak ve iman bırakmaktır.

3. Allah’a teslimiyet: Mallar ve evlatlar, bize ait değil, Allah’ın birer emanetidir. Bu emanete riayet etmek, Allah’a olan kulluğun bir gereğidir.

SONUÇ: İMTİHANIN FARKINDA OLMAK

Teğâbun Suresi 15. ayeti, bize hayatın gerçeklerini hatırlatan bir uyarıdır. İnsan, mal ve evlat gibi dünya nimetlerini sever; ancak bu sevgiyi Allah sevgisinin önüne koyduğunda, gerçek huzuru kaybeder. Mallar ve çocuklar, bizden alınabilir; ama Allah katındaki mükâfat, kalıcı ve ebedîdir.

O halde kendimize sormamız gereken soru şudur:
Mallarımıza ve çocuklarımıza olan sevgimiz, bizi Allah’a yaklaştırıyor mu, yoksa uzaklaştırıyor mu? Eğer bu soruya samimiyetle cevap verir ve dünya nimetlerini hakikatli bir dengeyle kullanmayı öğrenirsek, hem bu dünyada hem de ahirette huzuru yakalayabiliriz. Çünkü bu dünyadaki imtihanı kazananlar, Allah katında büyük bir mükâfata erişecektir.

Ve unutmayalım: Sahip olduklarımızın değil, sahip olduklarımızla yaptıklarımızın hesabı sorulacaktır.

@@@@@@

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?

MADDENİN VE EŞYANIN ESİRİ Mİ OLDUK?

İnsan, yaratılışı itibarıyla fıtraten hürdür. Ancak çağımızın gerçeklerine baktığımızda, bu hürriyetin giderek azaldığını, maddenin ve eşyanın insanı esir aldığını görüyoruz. Modern dünyada, sahip olmakla var olmak arasındaki sınırlar bulanıklaşmış durumda. İnsan, kendi özünü ve maneviyatını ihmal ederek, eşyaya ve maddi şeylere köle olmaya başlamış durumda. Peki, bu durumdan nasıl kurtulabiliriz? Bu yazıda, bu derin sorunun köklerini ve çözüm yollarını birlikte arayacağız.

EŞYA İLE İNSAN ARASINDAKİ İNCE ÇİZGİ

Eşya, insanın hayatını kolaylaştırmak için yaratılmış bir araçtır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca dönüşmüştür. Sahip olduklarımız, artık kim olduğumuzu belirler hale geldi. Evlerimizdeki mobilyalar, arabamızın markası, kıyafetlerimizin fiyatı; bunlar hep bir statü göstergesi olarak anlaşılıyor. Daha fazlasını almak, daha iyisine sahip olmak ve hep bir adım öne geçmek için sürekli bir yarışın içindeyiz.

Ancak burada unuttuğumuz çok önemli bir gerçek var: Eşya, insanın hizmetkârı olmalı; insan, eşyanın kölesi olmamalıdır. Oysa bugün, insanlığın büyük bir kısmı, eşyaya ve maddeye olan bu bağımlılık nedeniyle kendi ruhsal derinliğini kaybetme noktasına gelmiştir.

MODERN KÖLELİK: TÜKETİMİN HÜKMÜ ALTINDA YAŞAMAK

Bugün, modern dünyanın bize dayattığı tüketim kültürü, bizleri farkında olmadan zincire vuruyor. Reklamlar, sosyal medya, vitrinler ve ekranlar, bize sürekli şunu söylüyor: “Daha fazlasına sahip olursan mutlu olacaksın.” Ancak her yeni eşya, her yeni alışveriş, bizi biraz daha tatminsiz ve boş bir hâle getiriyor. Çünkü maddi şeylerin, insanın ruhsal açlığını doyuramayacağını unutuyoruz.

Daha fazla tüketmek, daha fazla sahip olmak bizi özgürleştirmek yerine, daha fazla bağımlı hale getiriyor. Artık sadece eşyalara değil, bu eşyaları kazanmak için harcadığımız vakitlere, kaybettiğimiz maneviyata, azalttığımız insani ilişkilerimize esir oluyoruz.

RUHUN ÇIĞLIĞI: EŞYA YÜKÜNDEN ARINMAK

İnsanın asıl yaratılış amacı, eşya biriktirmek değil, Allah’a yakın olmaktır. Ancak maddeye olan bu esaret, ruhumuzu ağır bir yük altına sokuyor. Hz. Mevlana’nın şu sözü, bu konuda bize çok şey anlatır:
“Hırs, gemlenmemiş bir at gibidir. O at seni dilediği yere sürükler, ama sonunda bir uçuruma götürür.”

Bu uçurum, aslında insanın ruhunu boşlukta bırakmasıdır. Maddi şeylere olan bağlılık arttıkça, insan kendi manevi değerlerinden uzaklaşır. Maneviyat, aslında insanın en derin ihtiyaçlarından biridir. Ama eşyanın çekiciliği, bu ihtiyacı gölgeler.

KURTULUŞ YOLU: EŞYA İLE HAKİKİ DENGEMİZİ BULMAK

Eşyaya ve maddeye esir olmaktan kurtulmanın ilk yolu, neyin gerçekten ihtiyaç, neyin ise israf olduğunu ayırt edebilmektir. İslam, bu konuda bize yol gösterir:
“Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü Allah, israf edenleri sevmez.” (A’râf, 31)

İsraf, yalnızca yemek ve içmekte değil, eşyada, zamanda ve enerjide de olur. Sahip olduğumuz şeylerin kıymetini bilmek, ama onlara kalbimizi bağlamamak gerekir. Kalbimizi bağladığımız şey, sadece Allah olmalıdır. Çünkü dünyadaki her şey fanidir ve sonunda bizi terk eder. Ancak Allah’a olan bağlılık, bizi hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşa ulaştırır.

SONUÇ: ÖZGÜRLÜK YOLCULUĞUNA ÇIKMAK

Eşyaya esir olmak, insanın kendi varoluş amacından uzaklaşması demektir. Bu esaretten kurtulmak ise ancak tefekkür, şükür ve kanaatle mümkündür. İnsan, sahip olduklarının kendisine bir emanet olduğunu ve asıl sahibinin Allah olduğunu idrak ettiğinde, bu dünyadaki yüklerinden kurtulur.

Şimdi kendimize şu soruları soralım:

Gerçekten ihtiyaç duyduğumuz şeylere mi sahibiz, yoksa israf mı ediyoruz?

Eşyayı mı yönetiyoruz, yoksa eşya mı bizi yönetiyor?

Maddi şeylerin peşinde koşarken ruhsal ihtiyaçlarımızı göz ardı mı ediyoruz?

Bu soruların cevapları, bizi bir hakikat yolculuğuna çıkarabilir. Çünkü insan, ne zaman ki eşyanın esaretinden kurtulur, işte o zaman gerçek hürriyetine kavuşur. Ve bu hürriyet, insanı Allah’a yaklaştıran en büyük adımdır.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=zwWcOe0pTZ0




NİYET VE NAZAR

NİYET VE NAZAR[1]

 

Risale-i Nur Külliyatı’nda Niyet ve Nazar ile ilgili cümleler ve izahı.


Risale-i Nur Külliyatı’nda Niyet ve Nazar
Risale-i Nur Külliyatı, İslam’ın temel kavramlarından olan niyet ve nazarı, derinlemesine inceleyerek insanın fiillerinin ve düşüncelerinin değerini nasıl belirlediğini açıklar. İşte bu konuyla ilgili bazı önemli noktalar ve örnek cümleler:
Niyet
* Niyetin Gücü: “Niyet, amellerin direği gibidir. Her ameli kıymetlendiren ve değerlendiren niyettir.” Bu cümle, bir işin kabul olup olmamasının niyete bağlı olduğunu vurgular. Yani aynı işi yapan iki insan, farklı niyetlerle yaptığında farklı sonuçlar elde edebilir.
* Niyetin Çeşitleri: Risale-i Nur, niyeti içsel ve dışsal olmak üzere ikiye ayırır. İçsel niyet, kalbin Allah’a yönelmesidir. Dışsal niyet ise, amelin şekli ve görünüşüdür. İdeal olan, içsel ve dışsal niyetin birbiriyle uyuşmasıdır.
* Niyetin Saflığı: “Niyetlerdeki karışıklık, müşevveşiyet nazarlara da niyetin libasını giydirir ve nazarlar da niyetin o rengiyle olayları ve hadiseleri değerlendirir.” Bu cümle, niyetin saf olmadığı takdirde, kişinin bakış açısının da olumsuz yönde etkilenebileceğini gösterir.
Nazar
* Nazarın Etkisi: “Ve keza nazar ile niyet, mahiyet-i eşyayı tağyir eder. Günahı sevaba, sevabı günaha kalbeder.” Bu cümle, bir şeye nasıl baktığımızın, o şey hakkındaki düşüncelerimizin ve hatta amellerimizin bile değişmesine neden olabileceğini ifade eder.
* Nazarın Çeşitleri: Risale-i Nur’da nazar, iman nazarı, şüphe nazarı, dünya nazarı gibi farklı türlere ayrılır. İman nazarı, her şeyi Allah’ın bir eseri olarak görme ve O’na yönelme demektir.
* Nazarın Önemi: “Her şeye hikmet gözlüğü ile bakar ki bu bakış ibret-i nazar olur.” Bu cümle, olaylara hikmet nazarıyla bakmanın önemini vurgular. Yani her şeyde bir hikmet aramalı ve olayları bu çerçevede değerlendirmeliyiz.
Niyet ve Nazarın Birlikteliği
Niyet ve nazar, birbirini etkileyen iki kavramdır. İyi bir niyet, güzel bir nazarı beraberinde getirir. Tersine, kötü bir niyet, her şeye olumsuz bir gözle bakmaya neden olur. Bu nedenle hem niyetimizi temiz tutmalı hem de her şeye doğru bir nazarla bakmaya çalışmalıyız.
Özetle, Risale-i Nur Külliyatı, niyet ve nazarın insan hayatındaki önemini vurgulayarak, imanlı bir müminin bu iki kavrama dikkat etmesi gerektiğini belirtir. İyi bir niyetle ve doğru bir nazarla yapılan her iş, hem dünya hem de ahiret saadetimize vesile olacaktır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6lV1GY3mNSg&t=323s




EŞYADA ESAS İBAHADIR

EŞYADA ESAS İBAHADIR[1]

 

“Eşyada esas ibahadır” (başka bir deyişle “el-aslu fi’l-eşya el-ibaha”), İslam hukukunda temel bir ilkedir. Bu ilke, Allah’ın yaratmış olduğu şeylerin ve fiillerin başlangıçta helal ve serbest olduğu anlamına gelir. Bunun haram ya da yasak olduğuna dair açık bir delil bulunmadığı sürece, eşya ve fiillerin kullanılabilirliği ve yapılabilirliği kabul edilir.

Anlam ve Temel Dayanakları

1. Köken:
Bu kaide, İslam fıkhının genel kurallarından biridir ve şu anlama gelir: İnsanlar, yaratılmış şeyleri (eşya) kullanmada, onlardan faydalanmada özgürdür; ta ki bu özgürlüğü kısıtlayan bir delil ortaya konulana kadar.

2. Kur’an Delilleri:
Bu ilke, aşağıdaki Kur’an ayetlerine dayandırılır:

“Allah, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yarattı.” (Bakara 2:29)
Bu ayet, yeryüzündeki tüm varlıkların insanın kullanımına sunulduğunu belirtir.

“De ki: Allah’ın kulları için yarattığı süsü ve temiz rızıkları kim haram kılmış?” (Araf 7:32)
Bu ayet, eşyanın helal olduğuna dair bir delil olmadıkça yasaklanamayacağını ifade eder.

3. Sünnet Delilleri:
Peygamberimiz (sav), “Allah’ın haram kıldıkları dışında, Allah’ın koyduğu helalleri helal kabul edin” buyurmuştur. Bu, helalin esas olduğu, haramın ise delil gerektirdiğini vurgular.

4. Mantıki Temel:
Eğer eşya ve fiillerin haram olduğu ön kabul edilirse, insan hayatı kısıtlanır ve zorluklarla dolu hale gelir. Bu nedenle, temel kural ibaha (serbestlik) üzerinedir ve ancak açık bir yasaklama ile sınırlama getirilir.

Fıkıh Uygulamasındaki Yeri

Bu kaide, özellikle muamelat (dünya işlerine dair hukuk) alanında geniş bir uygulama alanına sahiptir:

Helallik: Bir şeyin haram olduğuna dair açık bir nas (ayet ya da hadis) yoksa, onun helal olduğu kabul edilir.

Yasaklama İçin Delil Gerekliliği: Eğer bir eşyanın ya da fiilin yasak olduğu iddia ediliyorsa, bunu kanıtlamak iddiayı ortaya atan kişiye düşer.

İstisnalar

Bu ilke, ibadetler konusunda geçerli değildir. İbadetlerde temel kural “yasak”tır, yani sadece Allah ve Peygamber’in (sav) belirlediği şekilde yapılabilir.

Özet

“Eşyada esas ibahadır” ilkesi, İslam hukukunun insana hayatı kolaylaştırıcı yaklaşımını gösterir. Yasaklanmadığı sürece her şey serbesttir, bu da İslam’ın insan fıtratına uygun bir hukuk sistemi sunduğunun bir delilidir.

@@@@@@@@

Bir şeyin helal ve haramiyeti neye göredir ve hikmeti nedir?

İslam’da bir şeyin helal veya haram oluşu, Kur’an-ı Kerim ve Peygamber Efendimizin (s.a.v.) sünnetine dayanır. Helallik ve haramlık, Allah’ın emir ve yasakları doğrultusunda belirlenir ve bu emirlerin arkasında genellikle insanın faydasını gözeten hikmetler yatar.

1. Helal ve Haramın Belirlenmesinin Kaynakları

Bir şeyin helal veya haram olduğu şu kaynaklarla tespit edilir:

a) Kur’an-ı Kerim

Kur’an, helal ve haramın temel kaynağıdır. Örneğin:

Helal örneği: “Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin.” (Bakara, 2:172)

Haram örneği: “Leş, kan, domuz eti ve Allah’tan başkası adına kesilen hayvanlar haram kılınmıştır.” (Maide, 5:3)

b) Sünnet

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Kur’an’ın açıklayıcısıdır. Kur’an’da açıkça belirtilmeyen bazı helal ve haramlar sünnet aracılığıyla belirlenir. Örneğin, yırtıcı hayvanların etinin haram olduğu sünnette belirtilmiştir.

c) İcma ve Kıyas

Kur’an ve sünnette açık bir hüküm bulunmadığında, İslam âlimlerinin ortak görüşü (icma) veya bir meseleyle benzerlik (kıyas) yoluyla hükümler belirlenir.

2. Helal ve Haramın Temel İlkeleri

İslam’da helal ve haramın belirlenmesinde bazı temel prensipler vardır:

a) Helal ve Haram Belirleme Yetkisi

Bir şeyi helal veya haram kılma yetkisi yalnızca Allah’a aittir:

“Dillerinizin uydurduğu yalana dayanarak «Bu helâldir, şu da haramdır» demeyin, çünkü Allah’a karşı yalan uydurmuş oluyorsunuz. Kuşkusuz Allah’a karşı yalan uyduranlar kurtuluşa eremezler.” (Nahl, 16:116)

) Haram Olan Şeyler Açıktır

Haram kılınan şeyler açık ve nettir, çünkü İslam zorluk değil kolaylık dinidir:

“87: Ey iman edenler! Allah’ın size helâl kıldığı temiz ve güzel nimetleri kendinize haram kılmayın! Haddi de aşmayın; çünkü Allah haddi aşanları sevmez. 88: Allah’ın size verdiği helâl ve temiz rızıklardan yiyin. (Maide, 5:87)

c) Eşyada Asıl Olan İbahadır

Delil bulunmadıkça bir şeyin helal olduğu kabul edilir (örneğin gıdalar, ticari ürünler).

3. Helal ve Haramın Hikmetleri

Allah’ın helal ve haram kılması, insanların dünya ve ahiret saadetini sağlamaya yöneliktir. Bu emir ve yasakların arkasında sayısız hikmet vardır:

a) İnsanın Sağlığını Korumak

Bazı yiyecek ve içeceklerin haram kılınmasının nedeni, sağlığa zararlarıdır. Örneğin:

Domuz eti, sağlık açısından zararlı olabilir.

Alkol, insan aklını etkiler ve beden sağlığını bozar.

b) Ahlak ve Maneviyatı Korumak

Bazı yasaklar, bireysel ve toplumsal ahlakı muhafaza etmeyi amaçlar:

Zinanın haram kılınması, aile yapısını korur.

Kumarın yasaklanması, insanların malını israf etmesini ve bağımlılığı önler.

c) Toplumsal Faydaları Sağlamak

Bazı yasaklar, toplumun huzurunu sağlamayı hedefler:

Faizin haram kılınması, ekonomik adaletsizlikleri önler.

Gıybet ve yalan gibi fiillerin yasaklanması, toplumsal güveni artırır.

d) İmtihan Olmak

Helal ve haram, Allah’ın kullarını itaat ve teslimiyetle sınadığı bir imtihan alanıdır.

4. Özet

Helallik ve haramlık ölçüsü: Allah’ın emirleri ve yasaklarıdır. Bu hükümlerin temel kaynağı Kur’an ve sünnettir.

Hikmeti: İnsanların sağlığını, ahlakını, toplum düzenini ve Allah ile ilişkilerini koruyarak dünya ve ahiret saadetini sağlamaktır.

Bu nedenle, Müslümanlar helal ve haram konusundaki hükümleri teslimiyetle kabul eder ve hikmetini anlamasa bile Allah’ın emrine uymayı bir görev bilir.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=n0FU-7cJEZw




Risale-i Nur Külliyatı’ndan Konularına Göre VECİZ SÖZLER

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Konularına Göre VECİZ SÖZLER- Mehmet Özçelik adlı kitap ve muhteviyatı hakkında.

“Risale-i Nur Külliyatı’ndan Konularına Göre Veciz Sözler” adlı kitap, Mehmet Özçelik tarafından hazırlanmış bir eserdir. Bu kitap, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilmiş veciz sözleri konularına göre tasnif ederek okuyuculara sunmayı amaçlamaktadır.

Kitabın İçeriği:

1. Tasnif ve Kolaylık: Risale-i Nur’un farklı yerlerinde geçen hikmetli ve veciz ifadeler, okuyucunun kolayca ulaşabilmesi için konularına göre sınıflandırılmıştır. Bu, özellikle Risale-i Nur külliyatını detaylı incelemek isteyenlerin işini kolaylaştırmaktadır.

2. Ana Konular: Kitap, iman, ibadet, ahlak, dua, insanın mahiyeti, kâinatın yaratılışı, Allah’ın varlığı ve birliği gibi temel dini ve felsefi meselelerde veciz sözleri içermektedir. Her bir bölümde, o konuyla ilgili kısa ve öz ifadeler yer alır.

3. Risale-i Nur’un Derinliği: Kitap, Risale-i Nur’un dil ve içerik olarak daha yoğun olan metinlerini özetler ve veciz bir şekilde sunar. Bu, özellikle Risale-i Nur’a yeni başlayanlar için bir rehber niteliği taşır.

4. Mehmet Özçelik’in Yorumu: Yazar, bu derlemeyi yaparken Risale-i Nur’un özüne sadık kalmış, metne herhangi bir yorum veya değişiklik katmadan, okuyucunun kolay anlayabileceği bir düzen sunmayı hedeflemiştir.

Kitabın Amacı:

Bu tür eserler, Risale-i Nur’un tamamını okuma imkânı bulamayan ya da zaman açısından sıkışıklık yaşayan okuyucular için bir özet ve rehber niteliği taşır. Aynı zamanda, Risale-i Nur’un temel kavramlarını öğrenmek ve üzerinde tefekkür etmek isteyenlere pratik bir araç sunar.

Eserin özellikle Risale-i Nur’un hikmetli ifadelerini daha geniş kitlelere ulaştırma ve anlaşılmasını kolaylaştırma gibi bir misyonu vardır. Yazarın, Risale-i Nur’a olan bağlılığı ve bu külliyatı tanıtma gayreti de kitabın önemli bir yönünü oluşturur.

BAK: VECİZ SÖZLER:
https://www.youtube.com/playlist?list=PLC4WlB02NHVX7YiHefQhkh2oF6gWTF7To

https://tesbitler.com/category/veciz-sozler/