ŞİFA

ŞİFA

Allahın bir ismi de Şâfi yani şifa veren anlamına gelen ismidir.
Nasıl ki Rahman ismi rızık vermeyi gerektiriyorsa,hakeza Şâfi ismi de hastalıkların varlığını iktiza etmektedir.Tâ ki hasta o isme yapışarak hem Allah-dan şifasını taleb etsin ve hem de o ismin hürmetine o hastalık kendisine Allah-a yaklaştırsın.

Eyyüb peygamberimi imtiyazlı kılan ve O’nun –Sabır kahramanı-olarak tavsif edilmesine sebeb olan olay hastalıklardır.
Hastalıklarla imtihanı kazanmış,Kur’an-ı kerim-de önemli bir makam almış,asırlardır bir yandan insanlar tarafından hayırla yadedilirken,diğer yandan da insanlara sabır konusunda nümune-i imtisal olmaktadır.
O böylece insanlık için farklı bir çığır açmıştır.

En büyük şifa kaynağı Kur’anı Kerim-dir.
‘Ya eyyuhen nasu kad caetkum mev’izatum mir rabbikum ve şifaul lima fis suduri ve hudev ve rahmetul lil mu’minîn.’
“Ey insanlar! İşte size Rabbinizden bir öğüt, kalplere bir şifâ ve inananlar için yol gösterici bir rehber ve rahmet (olan Kur’an) geldi.”
“Biz bu Kuran’ı yabancı bir dil ile ortaya koysaydık: «Ayetleri uzun açıklanmalı değil miydi? Araba yabancı bir dille söylenir mi?» derlerdi. De ki: «Bu, inananlara doğruluk rehberi ve gönüllerine şifadır.» İnanmayanların kulaklarında ağırlık vardır ve onlara kapalıdır; sanki bunlara uzak bir mesafeden sesleniliyor da anlamıyorlar.”
“Biz, Kur’an’dan öyle bir şey indiriyoruz ki o, müminler için şifa ve rahmettir; zalimlerin ise yalnızca ziyanını artırır.”

*İnsanın kıymeti Allah-ın isimlerine mazhariyet cihetiyledir.Hatta cennetten ihracı tavzif olan insanın,Allah-ın Şafi ismi gibi tecellisine makes ve mazhar olacağı bir yer olarak dünyanın seçilmiş olmasındandır.
Nitekim cennette açlık olmadığından Rahman ismi,zulüm olmadığından Âdil ismi,hastalık olmadığından Şâfi ismi ve hakeza,bu isimler orada pişme ve olgunlaşma manasında tecelliyi celb etmediğinden,dünyaya gönderildi.

Allah insanı bu dünyada isimlerine ve sanatına bir model olarak yaratmıştır.
Hastalık bir model olup,Şâfi ismi de ona biçilmiş bir kaftandır.

Hastalıklar maddi ve manevi olarak vücudun yenilenmesidir.Tıbben vücudun yenilenmesi,hastalığın varlığıyla gelişmektedir.Vücut kendini revize etmekte,vücuda maddi-manevi format çekmedir.

Hastalıklar insana ya sermaye olan sevab kazandırmak için veya saykal vurup günahlardan arınması veyahut da intibaha sebeb olarak günahlara mani olması için gelir.

Zira en büyük musibet dine gelen musibettir.Yani insanın manen, kalben, vicdanen ve ruhen hasta olmasıdır.

Çünkü mü’min olan bir kimsenin başına her ne vakit bir musibet gelse,musibeti verene yönelir.
“O sabredenler, kendilerine bir belâ geldiği zaman: Biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğiz, derler.”
Yakub Peygamber gibi,Allah-ı insanlara değil,musibeti Allah-a şikayet eder.
“(Ya’kub:) Ben gam ve kederimi sadece Allah’a arzediyorum. Ve ben sizin bilemiyeceğiniz şeyleri Allah tarafından (vahiy ile) biliyorum, dedi.”

Musibetlerde evvela kişi bunu kendisinden bilmelidir.Ayağına değecek bir taş da bile,kendi kusurunu gözden geçirmelidir.İlk kusur aranacak kişi kendisi olmalıdır.
“Eyyub’u da (an). Hani Rabbine: «Başıma bu dert geldi. Sen, merhametlilerin en merhametlisisin» diye niyaz etmişti.
Bunun üzerine biz, tarafımızdan bir rahmet ve kulluk edenler için bir hatıra olmak üzere onun duasını kabul ettik; kendisinde dert ve sıkıntı olarak ne varsa giderdik ve ona aile efradını, ayrıca bunlarla birlikte bir mislini daha verdik.”
“(Resûlüm!) Kulumuz Eyyub’u da an. O, Rabbine: Doğrusu şeytan bana bir yorgunluk ve eziyet verdi, diye seslenmişti.”
Bundan dolayı Hz.Eyyuba da Allah-ın ihsanı büyük oldu.
*Resulullah (sav) buyurdular ki:
“Eyyub aleyhisselam üryan (çıplak) vaziyette yıkanırken üzerine altından bir yığın çekirge düştü. Eyyub aleyhisselam hemen onu elbisesine avuç avuç koymaya başladı. Bunun üzerine Rabbi ona nida etti: “Ey Eyyub, ben seni bu gördüğün (dünyalıktan) müstağni kılmadım mı?” Eyyub aleyhisselam: “Evet! Ey Rabbim! Velakin senin bereketine karşı istiğna yok!” diye mukabele etti.

Şifa sadeve ve sadece Allah-ın elindedir.Hastalığı veren O olduğu gibi,veren de O’dur.Nitekim İbrahim Peygamber bu manaya vakıftı.
“Hastalandığım zaman bana şifa veren O’dur.”

Bu gün Avrupa tıp fakültelerinde –El-kanun fit-Tıb-adlı eseri okutulan İbni Sina,koca tıp ilmini iki cümlede topladığını ifade etmiştir:
“Bütün ilm-i tıbbı iki beyitte topladım:“Yediğin zaman az ye, Bir defa yedikten sonra üzerine yemekten sakın. Şifa yediğini hazmedebilmektedir. Bir mide için yemek üzerine yemek sokmaktan daha zor gelen bir şey yoktur.”

Mü’min her şey gibi hastalığında geçici olduğunu bilir,yerine sevabını bırakıp gideceğine inanır.
*”Izdırabın sonu yok sanma, bu âlem de geçer
Ömr-ü fâni gibidir, gün de geçer dem de geçer”N.Tevfik.
Yâdında mı doğduğun zamanlar?
Sen ağlar idin gülerdi âlem.
Bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande, halka mâtem…”Kelam-ı Kibar .

MEHMET ÖZÇELİK
28-04-2010




YA RAB!

YA RAB!
*Yâ Rab!
*Bunların ders ve tâlimlerinin hakkı ve hürmeti için, bize ve Risâle-i Nur talebelerine imân-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. Âmin.
*Yâ Rab!
Tevekkülsüz, gafletle, iktidar ve ihtiyarıma dayanıp derdime derman aramak için cihât-ı sitte denilen altı cihette nazar gezdirdim. Maatteessüf derdime derman bulamadım. Mânen bana denildi ki, “Yetmez mi dert, derman sana?”
*”Yâ Rab!
Mâdem çare-i necât budur. Senin yolunda o cüz-i ihtiyârîden vazgeçiyorum, ve enâniyetimden teberrî ediyorum.
*Yâ Rab!
Pişmânım, utanıyorum, sayısız günahımdan ar ediyorum, zelîlim. İstikrarsız yaşamaktan göz yaşı döküyorum. Garibim, kimsesizim, yalnızım, zayıfım, güçsüzüm, hastayım, âcizim yaşlıyım, ihtiyârsızım. “El-amân!” diyorum, af diliyorum, dergâhından yardım istiyorum, ey Allah’ım!.
*Yâ Rab!
Nasıl büyük bir sarayın kapısını çalan bir adam, açılmadığı vakit, o sarayın kapısını, diğer makbul bir zâtın sarayca me’nûs sadâsıyla çalar- tâ ona açılsın; öyle de, bîçare ben dahi Senin dergâh-ı rahmetini, mahbub abdin olan Üveysü’l-Karânî’nin nidâsıyla ve münâcâtıyla şöyle çalıyorum. O dergâhını ona açtığın gibi, rahmetinle bana da aç. Ekûlü kemâ kâle:
1- Allah’ım! Sen benim Rabbimsin, ben ise Senin bir kulunum. � Sen herşeyi yaratan Hâlık’sın, ben ise Senin bir mahlûkunum.
Sen rızık veren Rezzâk’sın, ben ise Senin rızkınla beslenen bir merzûkunum. � Sen mülk sahibi Mâlik’sin, ben ise Senin kölen olan memlüküm.
Sen gerçek izzet sahibi olan Azîz’sin, ben ise âciz ve zelilim. � Sen hazîneleri bitmeyen zenginlik sahibi Ganî’sin, ben ise Senin ihsanına muhtaç fakr-ı mutlak içinde bir fakirim.
Sen gerçek hayat sahibi Hayy’sın; ben ise, Senin hayat verişin olmasa, bir ölüyüm. � Sen varlığı ebedî olan Bâkî’sin, ben ise gelip geçici bir fânîyim.
Sen sonsuz izzet ve şeref sahibi Kerîm’sin, ben ise zillet ve kötülükler içinde bocalayan bir leîmim. � Sen sonsuz ihsan sahibi Muhsin’sin, ben ise günah ve kötülük işleyen bir âsiyim.
Sen günahları bol bol bağışlayan Gafûr’sun, ben ise bir günahkârım. � Sen sonsuz azamet ve büyüklük sahibi Azîm’sin, ben ise küçük ve değersiz bir hakîrim.
Sen gerçek kudret ve kuvvet sahibi Kavî’sin, ben ise sınırsız acz içinde bir zaifim. � Sen bağış ve ihsanı veren Mu’tîsin, ben ise lûtuf ve ikramına muhtaç bir dilenciyim.
Sen her türlü zarar ve korkudan uzak Emîn’sin, ben ise maddî ve mânevî korkular içinde biriyim. � Sen cömertlik sahibi Cevâd’sın, ben ise Senin cömertliğine muhtaç bir miskinim.
Sen kullarının duâlarına cevap veren Mucîb’sin, ben ise ise Sana yalvaran duâcıyım. � Sen şifâ veren Şâfî’sin, ben ise türlü türlü dertlere mübtelâ bir hastayım.
Öyleyse ise Sen benim günahlarımı affet, hatâlarımı bağışla, hastalıklarıma şifâ ver, ey bütün kemâl sıfatlarla muttasıf olan Allah, ey her şeye bedel, her şeye yeten Kâfi, ey mahlûkatını besleyip büyüten ve mânilerini def’ eden Rab, ey va’dini mutlaka yerine getiren Vâfi, ey kullarına pek şefkatli olan Rahîm, ey maddî ve mânevî hastalıklara şifa veren Şâfî, ey ikram ve ihsânı bol olan Kerîm, ey belâ ve musîbetleri def’ edip âfiyet veren Muâfi! Benim bütün günahlarımı bağışla, her türlü hastalığa karşı bana âfiyet ver, beni ebediyen rızâna mazhar eyle. Bunu rahmetinle ihsân eyle ey Erhame’r-Râhimîn.
2- Onların duâları, “âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun” sözleriyle sona erer.
*Yâ Rab!
Şu Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın bereketi hürmetine, bize ihsan ettiğin maddî ve mânevî rızkımıza bereket ihsan et!
*”Yâ Rab!
Nasıl mektubumu paraladı; Sen de onu ve onun mülkünü parça parça et.”
*”Yâ Rab!
Ona bir itini musallat et.”
*”Yâ Rab!
Senin rızan için, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın biatı ve hizmeti için hicret edip buraya geldim. Benim hayatımda istirahatimi temin edecek tek evlâtçığımı, o Resulün hürmetine bağışla.”
*Yâ Rab!
Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm hürmetine ve İsm-i Âzam hakkına, şu risaleyi neşredenlerin ve rüfekasının kalblerini envâr-ı imaniyeye mazhar ve kalemlerini esrar-ı Kur’âniyeye naşir eyle ve onlara sırat-ı müstakimde istikamet ver. Âmin.
*”Yâ Rab!
Beni kurtar, emân ve emniyet ver”
*Yâ Rab!
Bunların ders ve talimlerinin hakkı ve hürmeti için bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver. Ve bizleri onların şefaatlerine mazhar eyle. âmin.
*Ya Rab!
Âyetü’l-Kübra hürmetine beni kurtar, eman ve emniyet ver. (Celcelütiye)
*”Yâ Rab!
Bizi ebedî haps-i münferidden kurtarıp, bâkî ve sermedî bir âlemin saadetine nâil edecek bir hakaık hazînesinin anahtarını Risâle-i Nur gibi nazîrsiz bir eseriyle bahşeden sevgili ve müşfik Üstâdımızı zâlimlerin ve düşmanların sû-i kasıtlarından muhafaza eyle; Kur’ân ve îman hizmetinde dâimâ muvaffak eyle. Ona sıhhat ve âfiyetler, uzun ömürler ihsan eyle”
*”Ya Rab!
Bihakkı ismike’l azim ve bihakkı Kur’ani’l-Hakim ve bihakkı Habibike’l Ekrem, deryâ-yı nurun başkumandanı olan Üstadımı razı olduğun amel üzerine sâbit ve razı olacağı amelini teshil ve müyesser kıl. Âmin, bi hürmeti seyyidi’l-mürselîn.”
*”Ya Rab!
Sen Üstadımızdan hoşnud olacağı tarzda razı ol!”
*Ya Rab!
Yanımızda elçiniz ve dergâhınızda elçimiz olan reisimize merhamet et ki, bize sirayet etsin.
*Binlerce yetimin yıkılan kalbini sen yap,
Affet yeter artık, o Habib aşkına, ya Rab!
*”Ya Rab!
Erzurum dan imdadıma yetişen bu iki zatın münakaşasını musalahaya tebdil et”
*Ya Rab!
Ne saadetli bir kıyamet ve ne güzel bir haşir ki,-Vel Ba’su ba’del mevt-Ölümden sonra dirîliş haktır.- hakîkatinin küçük bir misalini bu zaman bize tasvir ediyor.
*Ya Rab!
Garîbem, bîkesem, zaîfem, natüvanem, alîlem, acizem, ihtiyarem.
Bîihtiyarem, el-aman gûyem, afv cûyem, mededhahem; zidergah et İlahî!
*Eğer benden sonra dünyada kalan kardeşlerimin teellümlerini düşünmeseydim, ben de, alicenap kardeşim Asım Bey gibi “Ya Rab! Canımı da al” diyecektim. Her ne ise…
*”Ya Rab!
Isparta, Risale-i Nur’un bir Medresetü’z-Zehrasıdır. Oradaki fena memurları dahi ıslah eyle, hüsn-ü akıbet ver”
*”Ya Rab!
Eman ver”
MEHMET ÖZÇELİK
26-02-2011




YA VARSA?

YA VARSA?
Bir ateistin Günlüğünden…
Yıllarca bir tanrıya inanmadan yaşadım!Tabi ya ona yaşamak denirse..aslında epey yaşlandım.
*Öldükten sonra dirilmeye inanmadım.Ancak hep ‘Ya Varsa’ larla yaşadım.Ya varsa hafakanları içerisinde her gün âhireti yaşadım.Öldüm dirildim.
Uyuyamadım,hep uyku hapları kullandım.
Ölen çocuğumu,anne-babamı hep düşündüm.Onlar nereye gitmişlerdi?Çukura mı?Gübremi olmuşlardı?Tarla farelerine yem mi olmuşlardı?
Yoksa bütün bunlar için mi yaratılmışlardı?
Ama olamazdı!Bunca olanların üstü bir çırpıda örtülemezdi.Örtemedim.Çok zorladım ve çok zorlandım.Dünyanın bütün kumaşlarını üzerine ve üzerime çeksem de yine bir değil bir çok tarafları hala açık kalıyordu.Aklımı örtemedim.Kalbimi susturamadım.Kâinat adeta hiç susmadı.Yalnızlık aradım..yalnız kaldım..o yalnızlıkta dahi yalnız olmadığımı düşünmeye zorlandım.
Eğer varsa inanmadığım şey bana nasıl ve neden verilsin ki.Çünkü inanmıyordum.
*Ne için çalıştığımı bilemedim.Kendimle götüremediğim ve bir daha da benim olmayacak olan çalışmaların ve kazançların ne değeri vardı ki?
Ben mutfak-tuvalet-yatak odası üçgeninde mekik dokumak için mi var olmuştum?
Benim basitçe dışarıya çıkmam,her hangi bir işi yapmam dahi tesadüfen olmazken,bunca işler nasıl tesadüfen olabilir,bir araya gelebilir ve bu uyumluluğu sağlayabilirler?
İnanmadığım için bir şey kazanmadığım gibi,inanmış olsam ne kaybederim ki?
Ya varsa?Evet ya varsa?
İnanmadığımdan dolayı ne kazanabilirim?Kazancım ne olur?
Ama ya varsa? İşte o zaman kaybım büyük olur?
Olmasını gerektiren sebebleri sıralayanlar milyonlarca.Oysa olmamasını gösteren hiçbir değil olmamakla beraber sadece indi,bana göre,ben görmüyorum bahaneleri?
Ya göremiyorsam?Görme kusuru olan ben isem?Bunca görenler kör de sadece ben ve benim gibi birkaç kişi mi kör değil?
Bütün duygularım inanmadığım tanrıyla barışmamı haykırıyor.Yoksa tanrı bildiğimde mi hata ediyorum.
Bir de onu bir ilâh ve bir Allah olarak düşünsem bulabilir miyim acaba?
O’nu yanlış yerlerde mi aryorum?Bulmama düşüncesiyle mi arıyorum.Ya bulursam üzerime yüklenecek yüklerin ağırlığından kaçmak için mi bulmaya çalışmıyorum?
Bir yerlerde mutlaka hata yapıyorum!
Sonsuzu sonlandırmaya,kendi dar boyutlarımın arasına almaya,maddeye büründürmeye çalışıyorum.
Acaba gördüklerim görmediklerimin,bildiklerim bilmediklerimin,duyduklarım duymadıklarımın,hissettiklerim ve anladıklarım hissedip de anlamadıklarımın kaç ta kaçıdır?
Neden milyarda bir bile olmayanlara sarılıp bağlanıyorum?
*Acaba şu koca alemde bize kim daha yakın?
Varlıklar mı?Peki neden hiç durmayıp gidiyorlar,değişip kayboluyor ve ölüyorlar.Onlar benim dostlarım ise,neden bu dostlar bana bir selam bile vermeden benden ayrılıp gidiyorlar?
Ama O’nu düşününce,bir anlık bile var olduğu aklıma geldikçe içim ısınıyor,içim umutla ve ümitle doluyor.
Yoksa o boşluk beni boğuyor.
Yoksa içimin sahibi O’mudur? İçimin boşluğunu dolduracak O’mudur?
Sahip olduğum paralarım,eğlencelerim,tatillerim,çevrem beni anlık rahatlatsa da sürekli mutlu etmiyor!Zaten bide bütün bunları bırakacağım düşüncesi beni daha da beter kahrediyor!
Yıllarca çalış,yığ,biriktir,ondan sonra da bir an da hepsini burada bırak git! Değer mi?
Kendimize kimi daha yakın hissediyoruz;Allah-a mı,O’nun Rasulüne mi,her ikisini mi?
Yoksa bunların dışındakilere mi?
Ya birileri bana sahip olmalı ya da ben birilerine sahip çıkmalıyım.
Allah-a ve O’nun rasulünün bizden taraf olması,yakın olması ona karşı ayrı bir yakınlık hissetmekteyiz ki,buda onun Allah yanındaki yerinin önemine işaret etmektedir.Ve onlar birbirlerinden de ayrılmazlar.
Ben O’nları kendimden ayırdıkça,O’nlar benden bir türlü ayrılmıyorlar. Rüyalarıma bile giriyorlar.Yoksa rüyalarım gerçek mi olacak?
*Çok-lar içerisinde çok-ça boğuldum.Çokluktan kurtulamıyorum.Bir bir-i arıyorum.
Gelin bir-e gidelim..bir olalım..birlik olalım..birde kalalım..birlikte kalalım..ilk babamızı ve ilk anamızı bulalım..birliğin kaynağına varalım…
Adeta ruhum bunları haykırıyor.Susturamıyorum.
*Ene nahnu-da eriyip Hüve-de yok olmadıkça,yokluğa, ve yok olmaya ve de silinmeye mahkum demektir.
Sözünde ifade edilen Bir- e mi gidiyoruz?O halde neden ben o Bir-den kaçıyorum.
Hiçbir şey bile değilken var oldumsa yine yok olacağım.O’ndan gelip yine O’na mı gideceğiz?
Gerçekten ben kimim?Beni gönderen kimdir?Benden ne istemektedir?Bunca gelenler neden kısa bir süre kalıp gidiyorlar?Bütün bunlar durmadan nereye gidiyorlar?
Ben niye geri kalmaya çalışıyorum?Geri kalmak hata değil midir?
Her gece sessizce kendi kendime şöyle dua ediyor ve yalvarıyorum;
-Ey bu alemleri yaratan yaratıcı!Kendini bana bildir,kendini bana tanıttır ve göster!
Yalnızlıktan bunaldım.Yalnızlığın verdiği vahşet bana dehşet veriyor.Senden kopamıyorum.Beni Kendinden koparma.Beni Sana bağla.
Ya varsa,sözleri bana nefes oluyor.
Ya yoksa sözleri nefesimi kesiyor.Öyle ki olsun da isterse cehennem olsun,ona da razıyım,diyorum.
Ama ya varsa?Niye cehennem olsun!Niye cehennemde kalınsın ki!Bunda hem cennetin kaybı,hem Seni görmekten mahrumiyet ve bir de üstüne üstlük cehennem gibi sonsuz bir hapis hayatı…
Bu kayıpları taşıyacak kadar güçlü müyüm ki?
Üzerime yüklenen yükümlülükleri yüklenmekten kaçarken ya bunca kayıpları nasıl yükleneceğim?
Tanrı dediğim o bilinen meçhulle barışmak istiyorum.O’nunla tanışmak istiyorum.
İçime sızan O’nun sızıntısına kadar duygu perdelerimi açmak istiyorum.Şimdiye kadar hep perdeli yaşamışım.Pencerenin önündeki,perdenin arkasındaki o nurdan habersiz yaşamışım.
Gözüme perdeyi çekerek O’nu bulmaya ve anlamaya çalışmışım.
Meğer alemde her şey O’na bir perde imiş.Öyle ki ben bile bana perde olmuşum.O’nu göstermemişiz.
Olmak için meğer ölmek gerekmiş!Tohum gibi çürüyüp sünbül vermek,yumurta gibi istihale geçirip göklerde uçmak,çekirdek olup çürüyerek ağaç olmakmış bütün mesele…
Meğer bunca yıl ölmeyi tercih etmişim olmaya karşı.
O yola girmek,O’nun yoluna gitmekle oluyormuş bu işler.Bir girdin mi,tren gibi gidiyormuş rayında.
Önceleri hiçbir yerde göremediğimi O’nu,şimdi her yerde görmeye çalışıyor,benimle beraber olduğunu hissetmenin ötesinde inanıyorum.
Oooh bee.Meğer dünya varmış..ben varmışım..her şey varmış..en önemlisi de O varmış…
Önceleri O’nunla beraber olmak beni korkuturken,şimdi O’nsuz olmak beni öldürüyor.
Bir seyyah gibi kâinattan O’nu soruyorum.O’nu her şeyde ve her yerde müşahede etmeye çalışıyorum.
Meğer tüm kâinat O’nun huzurunda saf tutmuşken,ben yıllarca safın dışında kalmışım.
İhata edemediğim,ifadeden aciz kaldığım bir saf içerisinde kendimi buldum.
Bunca kalabalık içerisinde hiç korku olur mu?Yokluk bulunur mu?
Pirenin midesinin seslerini işiten,hiç bu kadar insanların isteklerini duymamazlıktan gelir mi?Onlara ve onların isteklerine karşı sessiz ve ilgisiz kalır mı?
Madem O var,her şey var.Madem O yok o zaman hiçbir şeyde yoktur.
O’nu bulan neyi kaybeder ve O’nu kaybeden neyi bulur.
O’nu bulan her şeyi bulur.O’nu bulmayan hiçbir şeyi bulmaz.Bulsa da başına bela bulur.
O’nu bulan zindanda da olsa mutludur,talihlidir.O’nu bulmayan saraylarda da olsa mutsuzdur ve zindandadır.
Ey Nefsim…”Yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor.Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar…”
25-05-2011
MEHMET ÖZÇELİK




KESRETTEN VAHDETE

KESRETTEN VAHDETE
İslâmiyet vahdet dinidir.Her şeyde vahdeti esas alır.İmanda olduğu gibi,amel ve yaşantıda da vahdeti arar.
Vahdetten gelen insan da yine vahdete rücu etmektedir.
*Mevlana-ya sorulan;,nereden geldik sorusuna;Minallah,ilallah,der.
Allah’dan yani Bir’den geldik ve yine Bir’e gitmekteyiz.
Birliği olanda dirlik olur.Dirliği kaybeden Birliğin kaybıdır.
İnsanın ölümü vahdetini kaybetmesi iledir.
Kâinatın vahdeti Allah iledir.Bedenin vahdeti ruh iledir.Ruhda bozulma ve dağılma olursa beden de bozulur ve dağılır.
“Nefsini bilen Rabbisini bilir.”hakikatı,insanı iç dünyasına,kesretten yüzünü çevirip vahdete yönelmeyi teşvik etmektedir.
Vahdetini kaybeden kendisini başkasında arar.Her insanın kendisi yine kendisindedir.Kendimizi kaybedip aramamız vahdetimizi kaybetmiş olmamızdandır.
Dağılan insan dağlanır.Vahdet ise onu toplar ve toparlar.
“1. Çokluk kuruntusu sizi o derece oyaladı ki,
2. Nihayet kabirleri ziyaret ettiniz.
3. Hayır! Yakında bileceksiniz!
4. Elbette yakında bileceksiniz!
5. Gerçek öyle değil! Kesin bilgi ile bilmiş olsaydınız,
6. Mutlaka cehennem ateşini görürdünüz.
7. Sonra ahirette onu çıplak gözle göreceksiniz.
8. Nihayet o gün (dünyada yararlandığınız) nimetlerden elbette ve elbette hesaba çekileceksiniz.”
*“Hem, hiç mümkün olur mu ki, nev-i insanı şuurca kesrete mübtelâ, istidadca ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ sûretinde yaratıp, muallim bir rehber vâsıtasıyla onları kesretten vahdete yüzlerini çevirmek istemesin?”
Peygamberler insanların vahdetini korumak için gönderilmiş ve insanları ilk önce vahdete çağırmışlardır.
*“Fıtratı aşkla yoğrulmuş gibi sermest-i câm-ı aşk olan Mevlâna Câmi, kesretten vahdete yüzleri çevirmek için, bak ne güzel söylemiş:
demiştir. (Haşiye.Yalnız bu satır Mevlâna Câmi’nin kelâmıdır.) Yani, yalnız biri iste; başkaları istenmeye değmiyor. Biri çağır; başkaları imdada gelmiyor. Biri talep et; başkaları lâyık değiller. Biri gör; başkalar her vakit görünmüyorlar, zevâl perdesinde saklanıyorlar. Biri bil; mârifetine yardım etmeyen başka bilmekler faydasızdır. Biri söyle; Ona âit olmayan sözler, mâlâyânî sayılabilir.”
İnsanlar vahdeti kesrette aramaktadırlar.Tüm yorulmalar,mahcubiyetler, sıkıntılar Bir’e müracaat etmemek ve O Bir’in kapısını çalmamaktadır.
Bir’in kapısını çalmayan bütün kapıları çalma mecburiyetinde kalır.
*”Ey nefis! Mükerreren söylediğimiz gibi, insan, şecere-i hilkatin meyvesi olduğundan, meyve gibi en uzak ve en câmi’ ve umuma bakar ve umumun cihetü’l-vahdetini içinde saklar bir kalb çekirdeğini taşıyan ve yüzü kesrete, fenâya, dünyaya bakan bir mahlûktur. Ubûdiyet ise, onun yüzünü fenâdan bekâya, halktan Hakka, kesretten vahdete, müntehâdan mebde’ye çeviren bir hayt-ı vuslat, yahut mebde’ ve müntehâ ortasında bir nokta-i ittisâldir.”
İbadet Bir ile yapılan sözleşmenin günde beş defa yenilenmesidir.Kesrete dalarak dağılan duyguların toplanmasıdır.
*”Hem Rabbü’l-âlemîn, meyve-i âlem olan insana âlemi içine alacak bir vüs’at-i istidad verdiğinden ve bir ubûdiyet-i külliyeye müheyyâ ettiğinden; ve hissiyâtça kesrete ve dünyaya mübtelâ olduğundan, bir rehber vâsıtasıyla yüzlerini kesretten Vahdete, fânîden bâkîye çevirmek istemesine mukabil, en âzamî bir derecede, en eblâğ bir sûrette, Kur’ân vâsıtasıyla en ahsen bir tarzda rehberlik eden ve risâletin vazifesini en ekmel bir tarzda ifâ eden, yine bilbedâhe o zâttır.”
Kur’an-ı Kerim vahdetin sözlü belgesidir.Vahdetin şahididir.Tüm insanları bir çatı atında toplamaktadır.Gönülleri,dilleri,bedenleri bir kılmaktadır.
*”Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin birer hârikası, rahmet-i İlâhiyenin birer hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer bürhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer şâhid-i sâdık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi tekessür etmiş bir nevi, âlemin etrafında, Vahdet aynalarıdırlar; enzârı kesretten Vahdete çeviriyorlar. Lisân-ı hal ile herbirisi der: “Dal budak salmış şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti, vahdetimizde dahildir.” Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek dahi, Vahdetin birer maddî aynası oldukları gibi, zikr-i kalbî-i hafî ile, koca ağacın zikr-i cehrî sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.”
Ağaçlar arasında bile bu vahdeti kaldırırsanız,değil tüm dünyadaki elmalar arasında birliği tesis etmek,bir ağaçtaki elmalar arasında dahi bir birlik sağlayamazsınız.
Kâinatın ve dünyadaki her şeyin arasına nüfuz eden bir vahdet vardır.
*”Nasıl imkândan vücûb görünüyor; infiâlden fiil ve kesretten vahdet-bunların vücudu, onların vücuduna katiyen delâlet eder. Öyle de, mevcudât üstünde görünen mahlûkıyet ve merzûkıyet gibi sıfatlar dahi sâniiyet, rezzâkıyet gibi şe’nlerin vücudlarına katî delâlet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedâhe, bir Hallâk ve bir Rezzâk Sâni-i Rahîmin vücuduna delâlet eder.”
Her şey başlangıçta bir babadan sudur ettiği gibi,nihayetinde de bir avlata son bulmaktadır.
Bir şeyden her şey ve her şeyden de bir şey yaratılmaktadır.
*”Maahaza, kesretin vahidden suduru, vâhidin kesretten sudûru kadar zahmet değildir, daha kolaydır. Meselâ, bir kumandanın efrad-ı kesireye verdiği intizam ve yaptırdığı işleri, o efrad-ı kesire, kendi başlarına büyük bir müşkilâttan sonra yapabilirler.”
*”Mesela, kamerin ahvaline veya istikbalin hakikatine dair ita-i malümat eden adama, bütün mamelekini ona feda etmeye hazırsın. Amma daire-i mülkünde bir arı hükmünde bulunan kamerin Halıkından haber getiren ve ezel, ebede, hayat-ı ebediyeye, hakaik-i esasiyeye, azim meselelere dair malümat ita eden ve seni manevi perişaniyetlerden, dalaletlerden kurtarıp kesretten vahdete doğru yol gösteren ve hayat-ı ebediyeye imanla mâ-ül-hayatı sana içirtmekle firak ve ayrılmak ateşlerinden kurtaran ve Halıkın marziyatını, metalibini tarif eden ve Sultan-ı Ezel, Ebedin muhaberesine tercümanlık yapan Resul-i Rahman’ı dinlemeye ve o Muhbir-i Sadıka imanla teslim olmaya mani olan nefsin heva ve hevesini terk etmiyorsun.”
Dalalette vahdetin kaybı vardır.Vahdetini kaybeden dalalete düşer.
*”Evet, fikr-i san’at, meyl-i mârifet, kesretten çıkar. Avrupa’nın darlığı ve deniz ve enharı olan vesait-i tabiiye-i münakale içinde dolaşması sebebiyle, tearüf ticareti, teavün iştirak-i mesaiyi intaç ettikleri gibi, temas dahi telâhuk-u efkârı, rekabet de müsâbakatı tevlit ederler. Ve bütün sanayiinin mâderi olan demir madeni, kesretle içinde bulunduğundan, o demir, medeniyetlerine öyle bir silâh-ı kuvvet vermiştir ki, dünyanın bütün enkaz-ı medeniyetlerini gasp ve garat edip gayet ağır bastı, mizan-ı zeminin muvazenetini bozdu.”
Tüm icadlar,bilimler,fikirler,sanatlar kesret içinde vahdetin bulunması iledir.
12-06-2011
MEHMET ÖZÇELİK




KUDDÜS

KUDDÜS

Kelime anlamı itibarıyla kudsi,mukaddes,bütün kusur ve noksanlıklardan uzak,pâk ve temiz olan anlamınadır.
Hz.Ali-nin kullandığı altı isimden biridir.
Sabah ve akşam namazından sonra 33 defa okunmasının bir çok fazileti bulunmaktadır.
Allah-ın zatı bi-zatihi nasıl mükemmelse,sıfatları dahi öyle mükemmeldir.
İşte Kuddüs ismi tüm kâinatı ve her şeyi kuşattığı,her şeyle ilgili ve münasebattar olduğu içindir ki,ismi azamdan sayılmıştır.
Âyette:” Yeri de döşedik. (Bak) ne güzel döşeyiciyiz!”
Yer yüzünün mükemmel olarak yaratılışı Kuddüs isminin bir tecellisidir.

Nasıl ki bir ev sahibi evini tefriş edip döşerken şu sıralamayı yapar;
Tanzim;Evi çirkinlikten ve görünüm bozukluğundan uzak bir düzenleme.
Tevzin;Ölçüyü kaçırmama,dekorasyonunu,halıların koltuklarla,duvarların perdelerle olan ince ayarını göz önünde bulundurmak,ince bir ayarlama yapmak.
Tezyin;Duvardaki tabelaların asımından,halıların desenine,saksı ve çiçeklerle süslendirmesine kadar dikkat etmek.
Tanzif;Evde her şeyin yerli yerince yapımından sonra temizliğin hiçbir yere toz kondurmayacak şekilde yapılması.Nitekim her şey olsa da temizlik olmasa,o kadar tefriş ve serginin bir manası kalmayacaktır.

-Kâinat ve özellikle dünyamız sürekli dolar boşalır bir han,bir fabrikadır.Eğer Kuddüs ismi tecelli etmese,insanlar ve varlıklar pisliklerden boğulurlardı.
Kâinatta tam bir denge ve yardımlaşma vardır.
Nitekim bize zehir olan karbondioksit bitkilere gıda olurken,bitkilere zehir olan oksijen bizlere gıda olmaktadır.

-Birde hiçbir şey israf edilmeden yapılmaktadır.Şöyle ki;ağzımızdan giren oksijen ile,içimizden çıkan karbondioksit boğazımızda Re denilen noktadaki kesişme sonucu bir yanma oluşur..yanmadan hararet oluşur ve o hararetten hem kelimeler yaratılır,kelime oluşur,hem de vücut ısısı sağlanmış olur.
Bu Kuddüs isminin bir tecellisidir.

Normalde en pis ve kirli yerlerin denizler,ormanlar ve havanın olması gerekirken, Kuddüs isminin gereği olarak sürekli temizlendiğinden bu kirliliğe rastlanmamaktadır.
Balıklardan bir balık bir milyon yumurta yaptığı halde,bunların ölmesi neticesinde denizin yüzünü balık ölümlerinin kaplaması gerekirdi.Oysa et yiyen hayvanlar tarafından temizlenerek bir kirliliğe rastlanmamaktadır.

Ormanlarda ölen bir hayvanın kilometrelerce mesafeden kokusunu alan kartallar, çakallar,arkasından karınca ve sinekler yoluyla bir anda temizlenir.Hatta temizleyecek bu varlıklar olmasa bile içerisinden yaratılan kurtçuklar tarafından bir anda yenilerek temizlenmiş olur.
Hayvan gübreleriyle kirletilen o yerler,ağaç ve çiçeklerin yetişmesine zemin oluşturmuş olur.
Havada rüzgarın esmesiyle bir anda havayı temizler.
Kirpikler gözü temizlemekle Kuddüs isminin gereğini yapmaktadır.

-Kurnaz olarak bilinen tilki temizlikte de gerçekten o kurnazlığını göstermektedir.Şöyle ki;Vücudunu temizlemek,kılları arasındaki kurtçuklardan kurtulmak için ağzına aldığı bir dal parçasını arkasına doğru uzatır ve yavaş yavaş suya dalar,birden dalmaz.Bu arada vücudundaki kurtçuklar boğulmamak için o dalın üzerine atlarlar,böylece vücudunda ölüp de kokuşmaları önlenmiş olur.
Ağzına kadar tamamen suya daldıktan sonra dalı bırakır,onlardan da kurtulmuş ve temizlenmiş olur.
Allah bu temizlik gereği olarak her gün bir dünya götürür,yeni ve temiz bir başka dünya getirir.
Tıpkı kâtibin kitabının ve defterinin sayfalarını değiştirmesi gibi…
Allah Kuddüs isminin gereği olarak bir yılda yarattığı sineklerin sayısı,Hz.Âdem-den kıyamete kadar yaratılan insanların sayısından çoktur.Onlar yer yüzünün bir sıhhiye memurlarıdırlar.Sürekli temizlik işlemini yapmaktadırlar.

“O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân olan Allah’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?
Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”
Kâinat ve dünyamız tam bir denge ve düzen içerisinde yaratılmaktadır.Kuddüs ismi hiçbir eksikliği ve düzensizliği kabul etmez.

Temizliğin artması nisbetinde Kuddüs isminin o şeyde veya insandaki tecellisi ve tezahürü de o nisbette artmaktadır.
Alınan abdest ve gusül Kuddüs isminin ondaki tecellisine sebebtir.
Hadisde:”El vuduu alel vudu’,nurun alâ nur.”,-Abdest üzerine abdest,nur üzerine nurdur.-
Yani alınan her bir abdest Kuddüs isminin tecellisinin ve nurunun artması demektir.
-En- nezafetü minel iman-veya –en nezafeti şatrul iman-
Yani –Temizlik imandandır-veya-temizlik imanın yarısıdır-ifadeleri Kuddüs ismini lüzumlu kılar.

Âyette: “Ve elbiseni artık temizle”
İkinci inen bu âyette maddi temizlik emredilmektedir.

”Allah, çok tevbe edenleri de sever çok temizlenenleri de sever.”
Burada iki önemli noktaya işaret edilmektedir:
Birisi;Manevi temizlik olan çokça tevbe etmek Kuddüs isminin manevi dünyamızdaki tezahürüdür.
Diğeri ise maddi temizliğin Allahın çokça sevme sebebi olarak bildirilmektedir.

Böylece Kuddüs ismi sadece maddi temizliği değil aynı zamanda manevi temizliği de iktiza etmektedir.
Her bir günah birer kirdir..manevi kiri ve kirlenmeyi oluşturur.
Âyette:” O’na ancak güzel sözler yükselir (ulaşır). Onları da Allah’a amel-i sâlih ulaştırır.”
Okunan her âyet,dua,iyi söz ve hatta sürülen kokular göğe doğru yükselir.
Küfür,kötü söz ve hatta kötü kokular da ağırlıklarıyla beraber göğe yükselirler.
Bunlar yukarıda bir mücadele içerisine girerler.Hangisi hangisine üstün gelirse o durum yer yüzüne akseder.Şöyle ki;
Eğer güzel şeyler üstün olup kötü şeylere galip gelirse,yer yüzünde de iyiler kötülere üstün gelirler.
Eğer kötü şeyler iyi şeylere üstün gelirlerse yer yüzünde kötüler iyilere hakim ve üstün gelirler.

Böylece Kuddüs ismi maddi ve manevi alemimizden bir anlık bağlantısını kesmiş olsa,hayat olmayacak,olsa da devam etmeyecektir.
MEHMET ÖZÇELİK
24-05-2010




İHLAS

İHLAS
*İslamın esası tevhid,tevhidin esası ve ruhu ise ihlastır.
İhlas ise,yapılan işin sadece ve sadece Alla rızası için yapılmasıdır.
İhlasta kemiyet değil,keyfiyet esastır.
Sahabelerde farklı olan amel değil,ihlastır.
İhlasta Allah-ın rızası ve Allah-ın kabulü esastır.
Tüm iş O’nun rızasını kazanmak ve rızası yolunda hareket etmektir.

Ayetlerde İhlas:
Dolaylı olarak ihlas 32 kere geçmekte,doğrudan ise 9 kere geçmektedir.

“Kitabda Musâyı da an, çünkü o bir muhlis idi ve bir Resul bir Peygamber idi.”
Kur’an-da kıssası en çok zikredilen peygamber Hz.Musadır.Bu da onun Muhlas yani doğrudan doğruya bir ihsanı ilahi tarafından bir nimete ve ihlasa mazhar olmasından kaynaklanmaktadır.
“Şüphesiz biz onları, ahiret yurdunu düşünme özelliği ile (temizleyip) ihlâslı kimseler kıldık.”
“Siz ancak işlediklerinizin karşılığı ile cezalandırılırsınız.
Ancak Allah’ın halis kulları başka.”
“De ki: “Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O’na) doğrultun. Dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin. Sizi başlangıçta yarattığı gibi (yine O’na) döneceksiniz.”
“Şüphe yok ki, Biz sana kitabı hak olarak indirdik. O halde Allah’a, dini onun için halisane tahsis ederek ibadet eyle.”
“De ki: ben Allaha, dini onun için halîs kılarak, ıbadet edeyim diye emrolundum.”
“De ki: «Ancak Allah’a dinimi onun için halis kılarak ibadet ederim.»
“O hâlde, kâfirlerin hoşuna gitmese de, siz dini Allah’a has kılarak O’na ibadet edin.”
“Hayy ancak o, ondan başka tapılacak yok, onun için dîni halîs kılarak ona, hep ona yalvarın, hamd, Allâhın, o rabbül’âlemînin.”

*-İhlas suresinin özelliği-Taberaniden bir rivayette,her kim günde 50 kere ihlası okursa,kıyamet gününde kabrinden çağrılır.Kalk,ey Allahı öven kişi,cennet gir.

*Hadislerde İhlas:
1. Hz. Ömer (r.a)’dan rivayet edilmiştir: Resulullah (s.a.v)’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Ameller, niyetlere (Bir rivayette: niyete)göre değerlendirilir. Her¬kese ancak niyet ettiği şey vardır. Öyleyse kimin hicreti, Allah’a ve Resulüne ise, onun hicreti Allah ve Resulünedir. Kimin hicreti de elde edeceği bir dünyalığa veya evleneceği bir kadına ise, onun hicreti de o hicret ettiği şeyedir.”
Hadisde:”Ameller ancak niyetlere göredir.”
Bundan kasıt;İmam-ı Azam :”A’malin kemâli niyetledir.”
İmam-ı Şafii:”A’malin sıhhati niyetledir.”

*Bir hadisi kutside “İhlas benim sırlarımdan bir sırdır” buyrulmaktadır.Hak Teala onu dilediğine verir.
*- İbnu Abbâs radıyallahu anhüma anlatıyor: “Resülullah Aleyhissalâtu Vesselâm buyurdular ki:
“Kim kırk sabah Allah’a ihlâslı olursa, kalbinden lisanına hikmet çeşmeleri akmaya başlar.”
*İhlas ve riya mukayesesi:
-İHLAS:” Velayet yollarının ve tarîkat şubelerinin en mühim esası, ihlastır. Çünki ihlas ile hafî şirklerden halas olur. İhlası kazanmayan, o yollarda gezemez.”
“Medar-ı necat ve halas, yalnız ihlastır. İhlası kazanmak çok mühimdir. Bir zerre ihlaslı amel, batmanlarla hâlis olmayana müreccahtır. İhlası kazandıran harekâtındaki sebebi, sırf bir emr-i İlahî ve neticesi rıza-yı İlahî olduğunu düşünmeli ve vazife-i İlahiyeye karışmamalı. Herşeyde bir ihlas var. Hattâ muhabbetin de ihlas ile bir zerresi, batmanlarla resmî ve ücretli muhabbete tereccuh eder.”
“Evet ihlas ile kim ne isterse Allah verir.”
“Hizmet-i diniyenin mukabilinde dünyada bir şey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın.”
“Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır.”
“Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. Eğer rıza-yı İlahî ve ihlas o havadaki kelimelere hayat vermezse, dinlenilmez; sevab da yalnız ağızdaki kelimeye münhasır kalır. Seslerinin ziyade güzel olmadığından, dinleyenlerin azlığından sıkılan hâfızların kulakları çınlasın!..”
“İhlas ve rıza-yı İlahî yolunda zerre, yıldız gibi olur.”
“Bu dünyada, hususan uhrevî hizmetlerde en mühim bir esas, en büyük bir kuvvet, en makbul bir şefaatçı, en metin bir nokta-i istinad, en kısa bir tarîk-ı hakikat, en makbul bir dua-yı manevî, en kerametli bir vesile-i makasıd, en yüksek bir haslet, en safi bir ubudiyet: İhlastır.”
“Mühim ve büyük bir umûr-u hayriyenin çok muzır manileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu manilere ve bu şeytanlara karşı, ihlas kuvvetine dayanmak gerektir. İhlası kıracak esbabdan; yılandan, akrepten çekindiğiniz gibi çekininiz.”
“Bütün kuvvetinizi ihlasta ve hakta bilmelisiniz. Evet kuvvet haktadır ve ihlastadır. Haksızlar dahi, haksızlıkları içinde gösterdikleri ihlas ve samimiyet yüzünden kuvvet kazanıyorlar.”
“İhlası kazanmanın ve muhafaza etmenin en müessir bir sebebi, rabıta-i mevttir. Evet ihlası zedeleyen ve riyaya ve dünyaya sevkeden, tul-i emel olduğu gibi; riyadan nefret veren ve ihlası kazandıran, rabıta-i mevttir.”
“Menfaat-ı maddiye cihetinden gelen rekabet, yavaş yavaş ihlası kırar. Hem netice-i hizmeti de zedeler. Hem o maddî menfaati de kaçırır.”
“Şimdi terbiye-i İslâmiyeden ve a’mal-i uhreviyeden en kıymetli ve en lüzumlu esas, ihlastır.”
“Her amelde bir ihlas ciheti olduğundan, insan hareketinde rıza-yı İlahîyi düşünüp, vazife-i İlahiyeye karışmamasıyla a’lâ-yı illiyyîne çıkacağını yol gösteren mühim bir mes’eledir.”
“İnsanlar helak oldu alimler müstesna(İnsanlar helak olsa da alimler helak olmazlar),alimlerde helak oldu ilmi ile amel edenler müstesna,onlarda helak olsa ihlaslı olanlar müstesna,onlar ise helak olmayıp azim bir tehlike ile karşı karşıyadırlar.”hadîs-i şerifi mucibince, İslâmiyette ihlas en mühim bir esas olduğu…”
*Muhlis ve Muhlas farkına gelince;
İhlas zaten en üstün mertebedir.Yani kişinin kendi gayret,irade ve isteğiyle Allah-ın rızasını kazanmak amacıyla gösterdiği gayret ve istektir.
Muhlas ise;direkmen Allah-ın bir ihsanı ve lutfu olarak,doğrudan doğruya O’nun tarafından,her hangi bir çaba göstermeden,kabiliyetinde mevcud olan bir sırdan dolayı kazanılmış daha doğrusu kazandırılmış bir vasıftır.
Kendilerinin Allah-dan razı olanlardan değil de,Allah-ın kendilerinden razı olduğu kimselerdir bu kişiler.

“Demek şimdi bir ihtiyaç var ki, kader-i İlahî onları bize musallat ediyor. Onlar mevhum bir cem’iyet isnadıyla zulmederler. Kader ise, “neden tam ihlasla, tam bir tesanüdle, tam bir hizbullah olmadınız?” diye bizi onların elleriyle tokatladı, adalet etti.”
“İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır.”
“Necat, halas ancak ihlas iledir.”
“En az onbeş günde bir defa okunması emir buyurulan Yirmibirinci Lem’a, evrad edinilecek kadar ehemmiyetlidir. Malûmdur ki, kale içinden feth olunur. Bugünkü muvaffakıyete sebeb olan ihlas kalkarsa, maazallah o zaman çok vahim neticeler tevellüd eder.”
“Madem mesleğimiz a’zamî ihlastır; değil benlik, enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mes’ele-i imaniyeyi o saltanata tercih etmek a’zamî ihlasın iktizasıdır.”
Bediüzzaman gözümde ne cennet sevdası ne de cehennem korkusu-derken,tıpkı Hz.Ebubekir gibi;-Ya Rabbi,vücudumu cennette öyle büyüt ki,ehli imana yer kalmasın.-
Birisinin imanının kurtulması için rıza-i ilahi yolunda cehenneme bile girse gam yemeyeceğini ifade etmektedir.
Yani taabbudi denilen sırf Allah emrettiği için bir şeyi yapmanın esas olması demektir.Cenneti kazanmanın veya cehennemden kurtulmanın da ötesinde bir samimiyet ve ihlas sırrı.
-Din ihlası emrederken,ona mani olan faktörleri de yasaklar.Şirk, riya, nifak,hıyanet,yalan gibi.
Öyle ki;bir karıncaya ağzına almış olduğu su damlası ile nereye gittiğini soranlara karınca;Hz.İbrahimin ateşini söndürmeye,der.
Bu bir damla su ile mi?dediklerinde,
-En azından ona taraf olduğumu,o yolda olduğumu gösteririm ya!
Ahmak dost ise;o karınca gibi görünürken Nemrudun ateşine odun taşıdığının farkında değildir.
İhlasta samimiyet,saflık,Bir-e yöneliş,Bir ile olma,Bir-e varma,sadece Bir-i düşünme duygusudur.

MEHMET ÖZÇELİK
25-04-2010




HAMD VE ŞÜKÜR

HAMD VE ŞÜKÜR

Hamd ifadesi;şükür,senâ,tahiyyat ifadelerinden daha kapsamlıdır.Ezelden ebede kadar,olmuş,olmakta ve olacak olan her türlü nimetleri ve verilenleri kapsayarak yapılan bir övgüdür.
Şükürle olan farkı konusunda;İmam-ı Rabbani hamd şükürden daha kıymetlidir, der.
Hamd ederken,sevgilinin hüsnü cemali yani kendisi göz önündedir. Zat, sıfat, nimet ve elem gibi her şeyiyle göz önündedir.
*Mevlana her nimet için elhamdulillah,nimetin bolluğu için eş-şükrü lillah,der.
*Hazreti Cüneyd altı yaşında. Caminin kapısında oturuyor oynayan arkadaşlarının elbiselerini tutarken, kabirdekilerle konuşuyor. Geliyor bir zat, selamün aleyküm, aleyküm selam. “Söyle bakalım evlat şükür nedir?” Şöyle bir dönüyor, bakıyor sorana, “Şükür Allahın verdiğiyle ona isyan etmemektir” diyor.
*Meşhur bir beyit vardır:
İzâ dâkat bike’d-dünya,
Tefekker fi elem neşrah,
Fe usrün beyne yusreyni,
İzâ fekkertehû tefrah.
Eğer dünyalık bir sıkıntıya düşersen
Elem neşrah leke suresini düşün:
Zorluk iki genişlik arasındadır.
Böyle düşünürsen ferahlarsın.
*Şükür;insana bir lütuf olarak verilmiştir.
Sabır ise,sadece verilmemesi değil,gerekirse verilenin de alınmasıdır.Maas-sabirin zikri.
Biri artı kutup,diğeri eksi kutup.
Böyle bir tercih önüme gelseydi,şükrü seçerdim.
Süleyman peygamber de bunu seçti.Eyyüb sabrı seçti.
Olmakta ölmekte sabırdan geçer.Soğan ateşte pişmezse tatlanmaz.hamdım-piştim-yandım.
Süleyman Peygamber-de:” Ey Rabbim! Beni, gerek bana gerekse ana-babama verdiğin nimete şükretmeye ve hoşnut olacağın iyi işler yapmaya muvaffak kıl. Rahmetinle, beni iyi kulların arasına kat.”
*Salebe’ye Efendimiz her seferinde öyle demiyor muydu?
‘Şükredebildiğin az mal,şükrünü eda edemediğin çok maldan daha hayırlıdır.’
Âyette:-‘ “Hatırlayın ki Rabbiniz size: Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artıracağım ve eğer nankörlük ederseniz hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir! diye bildirmişti.”
‘O size istediğiniz her şeyden verdi. Allah’ın nimetini sayacak olsanız sayamazsınız. Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür!’

Rahman suresinde Cenâb-ı Hak bütün nimetlerini saymakta ve bunları insanlara hatırlatarak,şükre davet edip nankörlükten kaçmayı haber vermektedir.
‘Öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?’
Yalanlamanın mümkün olmadığını ve olamayacağını tasdik ettirmektedir.
Hz.Musa döneminde yaşamış olan Karun bu nankörlüğü gösterip,fakir iken zengin kılınmasını kendi ilmine bağlamış,Allah tarafından kendisi ve yurdu yerin dibine batırılmış oldu.
*Kur’an-ı Kerim-e giriş hamd ile başlayıp,ondan sonraki ana kapıdan giriş şifre ile sürmektedir.
Var oluşun amacı hamd etmektir.İnsan bir şükür fabrikası olarak ve olmak üzere yaratılmıştır.
*Hamd aynı zamanda bütün organların şükrünü de ihtiva etmektedir.
Bir insan dese;Allah bana ne verdi ki?
Sormak lazım;Allah sana ne vermedi ki?
Memnun değilsen,seninle takas yapacak bir çok mahluk sırada beklemektedir!
Hamd,ebediyyen verilecek nimetleri de kapsamaktadır.
Yakınlarımızın ve diğer insanların istifadeleri de hamdimizi gerektirmektedir.
Allahın Hakim ismi gereği olarak her şeyi hikmetle ve faydalı bir şekilde yaratması hamd etmeyi gerektirmektedir.
Rahman ve Rezzak ismiyle varlıkları rızıklandırması hamdi gerektirir.
Rahim ismiyle varlıklara merhamet etmesi ve annelere bu şefkati,mahlukata bu merhameti vermesi hamd etmeyi gerektirir.
Eğer bir anlık annelerin şefkatinin olmadığını düşünecek olursak,evlatları onların kucağında yenilmeyi bekleyen bir canavara dönüşeceklerdi.
*Her insan dünyaya kendi penceresinden bakar.Penceresinin rengine göre alemi de öyle görür.
Alemde her şey Allah’a hamd etmektedir.
İşte sahip olduğumuz bu imandan dolayı,İslamdan dolayı,Kur’an-dan dolayı, Peygamber efendimizden dolayı sonsuz hamd etsek,elbette yeridir.
İşte sadece peygamber efendimizin gönderilmemiş olduğunu düşünecek olursak, insanlık cehalet asrını devam ettirecek,tam bir vahşeti yaşayacak idi.
Bir ayda evimize gelen elektrik faturasından dolayı şikayetçi olmayan yoktur.Ve tıpış tıpışta ödemekteyiz.
Allah aşkına hem bizi aydınlatan ve ışıklandıran güneşin doğmasından dolayı kaç kere –El-hamdulillah-dedik?
Bediüzzaman bu konuda:” Hamdin en meşhur manası, sıfat-ı kemaliyeyi izhar etmektir. Şöyle ki:
Cenab-ı Hak, insanı, kainata cami bir nüsha ve on sekiz bin alemi havi şu büyük alemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnadan herbirisinin tecelligahı olan herbir alemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedia bırakmıştır.
Eğer insan, maddi ve manevi herbir uzvunu Allah’ın emrettiği yere sarf etmekle hamdin şubelerinden olan şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse, insanın cevherinde vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi alemine bir pencere olur. İnsan, o pencereden, o aleme bakar ve o aleme tecelli eden sıfatla o alemden tezahür eden isme bir mir’at ve bir ayna olur. O vakit insan, ruhuyla, cismiyle alem-i şehadet ve alem-i gayba bir hülasa olur ve her iki aleme tecelli eden, insana da tecelli eder. İşte bu cihetle, insan, sıfat-ı kemaliye-i İlahiyeye hem mazhar olur, hem muzhir olur.”
MEHMET ÖZÇELİK
22-02-2011




ALLAHIM !

ALLAHIM !
*Allahım, bizi saadet, selâmet, Kur’ân ve İmân ehlinden eyle. âmin.
Allahım, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve ashâbına, indiği günden itibârentâkıyâmete kadar, onu okuyan her okuyucunun her kelimesini okuması esnâsında Allah’ın izniyle hava dalgalarının aynasına yansıyan bütün Kur’ân kelimelerinin bütün harfleri adedince salât ve selâm eyle. Bize, anne ve babamıza, erkek ve kadın bütün müminlere bu salavâtlar adedince merhamet et. Bunu rahmetinle yap, ey merhametlilerin en merhametlisi! Duâmızı kabul buyur. Alemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
*Allahım, Seni nasıl tanımaları, Sana nasıl kullukta bulunmaları gerektiğini öğretmek için kullarına muallim, isimlerinin hazînelerini tanıtıcı, kâinat kitâbınınâyetlerinintercümânı, kulluğuyla rubûbiyet güzelliğinin aynası olarak gönderdiğin zâta, onun bütün âl ve ashâbına salât ve selâm eyle. Bize ve erkek, kadın bütün mü’minlere merhamet eyle. Amin. Bunu rahmetinle yap ey, merhamet edenlerin en merhametlisi!
*Allahım! Kulun ve resûlün olan, iki cihanın efendisi, iki âlemin medâr-ı iftiharı, iki dünyanın hayat vesîlesi, dünya ve âhiret saadetinin sebebi, peygamberlik ve kulluk olmak üzere iki mânevî kanadın sahibi, ins ve cinnin peygamberi olan Habîbine, onun bütün âl ve ashâbına, kardeşleri olan diğer peygamber ve resûllere salât ve selâm eyle. Âmin.
*Allahım! Senin rahmet ağacının en latîf, en şerif, en mükemmel ve en güzel meyvesi olan, âlemlere rahmet olarak ve Senin rahmet ağacının âhiret yurdu üzerine sarkan en süslü, en güzel, en parlak ve en yüce meyvelerine, yani Cennete ulaşmamıza vesîle olarak gönderdiğin zâta salât ve selâm eyle.
Allahım! Seçtiğin Peygamberinin hürmetine, bizi, anne ve babamızı Cehennem ateşinden koru. Bizi, anne ve babamızı iyilerle beraber Cennete koy. Duâmızı kabul buyur.
*llahım, risâletsemâsının güneşi, nübüvvet burcunun ayı olan yüce Peygambere (a.s.m.), onun hidâyet yıldızları olan Al ve Ashâbına salât ve selâm eyle. Bize, erkek ve kadın mü’minlere merhamet et. Amin, âmin, âmin.
*Allahım, Senin rahmetine ve onun (a.s.m.) şânına yakışır şekilde, ona ve âline salât ve selâm eyle. Amin.
*Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân ve Kur’ân’ı indirdiğin zâtın hakkı için kalblerimizi ve kabirlerimizi İmân ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Duâmızı kabul buyur ey kendisinden yardım istenen Müsteân!
*Allahım! Kur’ân’ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.
Allahım! Kendisine hakla bâtılı ayırt eden Kur’ân-ı Hakîmin indiği zâta, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin, âmin.
*Allahım! Sevdiğin ve râzı olduğun şekilde Kur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip eyle. Ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl. âmin. Bunu rahmetinle yap ey merhamet edenlerin en merhametlisi!
Allahım! Kur’ân-ı Hakîmin indiği zâtın kendisine, bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle.
*Allahım! bizeKur’ân’ın sırlarını anlamayı nasip et ve her an ve zamanda ona hizmet etmeye bizi muvaffak kıl.
Allahım, ümmî peygamber, elçin, peygamberin ve kulun olan Efendimiz ve Dostumuz Muhammed’e, onun âline, Ashâbına, hanımlarına, nesline; peygamber ve resûllere, kendine mânen yaklaştırdığın meleklere, dostlarına ve sâlih insanlara salât, selâm bereket ve kerem ihsan eyle. Bu Kur’ân’ınsûreleri, âyetleri, harfleri, kelimeleri, mânâları, işaretleri, remizleri ve delâletleri adedince en üstün salât, en bol selâm, en büyük bereketler halinde olsun. Ey İlâhımız, ey Yaratıcımız, ey merhamet edenlerin en merhametlisi! Bu salâvâtlardan her birisi hürmetine bizi bağışla, bize merhamet et, bize lûtufta bulun. âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun. âmin.
*Allahım! Kâinatın zerreleri ve onlardan mürekkeb varlıkların adedince Muhammed’e rahmet eyle.
*Allahım, Efendimiz Muhammed’e, onun âl ve Ashâb ve kardeşlerine Senin için hoşnutluk ve onun için de hakkı edâ olacak bir rahmet ve selâm eyle. Bizi ve dinimizi selâmette kıl. Duâmızı kabul et ey âlemlerin Rabbi!
*Allahım! Âlemlere rahmet olarak gönderdiğin Efendimize ve bütün âl ve ashabına salât et.
*Allahım! Kâinatın tılsımını bizlere açan Efendimize ve âl ve ashabına, yer ve gökler devam ettikçe, mevcudatın adedince salât ve selâm et.
*Allahım, suyun damlaları adedince ona ve âline salât ve selâm et.
*’Allah’ım! Hâcetimi sana arz ediyor ve nebiyy-i rahmet olan Peygamberin Muhammed ile Sana teveccüh ediyorum. Yâ Muhammed! Gözümden perdeyi kaldırması için senin Rabbine seninle teveccüh ediyorum. Allahım, onu bana şefaatçi kıl.'”
*”Allahım, onun yerden izini kes.”
*”Allahım! Onu dinde fakîh kıl ve ona tefsir ilmini öğret.”
*Allahım! Onun malını ve evlâdını çoğalt. Ve ona ihsan ettiğin nimetlere bereket ver.”
*”Allahım, onun duasını kabul eyle.”
*Allahım!”Açlık elemini ona verme.”
“Allahım, onu nurlandır.”
*”Allahım, Muhallim’i affetme.”
*”Allahım! Dilediğin bir şeyle beni ondan kurtar.”
*”Allahım! Fetretten sonra bize Sünneti ihyâ edecek olan zâtı gönder.”
*Allahım! Kur’ân’ı bize dünyada bir dost, kabirde ünsiyetli bir yoldaş, kıyamette bir şefaatçi, sırat üzerinde bir nur, Cehennem ateşine karşı bir siper ve örtü, Cennette bir refik, bütün hayırlara bir delil ve imam kıl.
Allahım! Kalblerimizi ve kabirlerimizi İmân ve Kur’ân nuruyla nurlandır. Üzerine Kur’ân indirilen zâtın-Rahmân-ı Hannân’ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun-hakkı ve hürmeti için, bize Kur’ân’ın burhanlarını aydınlat. Âmin.
*Allahım! Ona ve âline, ümmetinin hasenâtı adedin-ce salât ve selâm et.
*Allahım! Kur’ân’ı, bizim için, onu yazan ve benzerleri için, her türlü hastalıktan şifâ, bize ve onlara hem dünyada, hem de âhirette dost, dünyada yoldaş, kabirde arkadaş, Kıyâmette şefaatçi, Sırat üzerinde nur, Cehenneme karşı perde ve örtü, Cennette arkadaş ve bütün hayırlara bizi sevk eden rehber ve önder kıl. Bunu fazlın, cömertliğin, keremin ve rahmetinle yap ey merhametlilerin en merhametlisi ve ey bütün cömertlerden daha cömert olan! Duâmızı kabul buyur.
Allahım! Kendisine hakla bâtılı ayırt eden Kur’ân-ı Hakîmin indiği zâta, onun bütün âl ve Ashâbına salât ve selâm eyle. âmin, âmin.
*Allahım! Ona, âline ve ashabına, Cennetteki ehl-i Cennetin nefesleri sayısınca salât ve selâm et ve bereket ihsan et. Bizi, bu kitabın naşirini, arkadaşlarını, sahibi olan Said’i, anne ve babalarımızı, erkek ve kız kardeşlerimizi, onun sancağı altında saidler olarak haşret; bizi onun şefaatiyle rızıklandır; bizi, onun âl ve ashabıyla beraber, rahmetinle Cennete koy, ey Erhamürrâhimîn. Âmin, âmin.
*Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına, kâinatın zerrâtı adedince salât ve selâm et. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
Ey Ehad ve Vâhid ve Samed olan,
Ey Ondan başka hiçbir ilâh bulunmayan,
Ey bir olan ve hiçbir şeriki bulunmayan,
Ey bütün mülk Onun olan ve bütün hamd ona mahsus olan,
Ey hayatı veren ve ölümü veren,
Ey bütün hayır elinde bulunan,
Ey herşeye hakkıyla kadir olan,
Ey bütün mahlûkatın dönüşü Ona olan Allahım!
Bu kelimelerin hakkı için, bu risalenin naşirini, arkadaşlarını ve sahibi Said’i kâmil muvahhidlerden ve muhakkik sıddıklardan ve müttakîmü’minlerden eyle. Âmin.
Allahım! Ehadiyetinin sırrı hürmetine, bu kitabın naşirini tevhidin esrarına bir naşir, kalbini imanın envârına mazhar eyle ve lisanını Kur’ân’ınhakaikiyle intak et. Âmin, âmin, âmin.
*Allahım! “Cennet annelerin ayakları altındadır” [Süyûtî, el-Câmiu’s-Sağîr, 3642; el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, 1:335; el-Elbânî, Sahîhu’l-Câmii’s-Sağîr ve Ziyâdetuhu, 1259, 1260] buyuran zâta ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et.
*Allahım! “Mü’minler sağlam bir binanın taşları gibidir; birbirlerine kuvvet verirler.” Ve “Kanaat tükenmez bir hazinedir” (Süyûti, el-Fethü’l-Kebîr, 2:309) buyuran Efendimiz Muhammed’e ve bütün âl ve ashabına salât ve selâm et. Âlemlerin Rabbi olan Allah’a hamd olsun.
*Allahım, bizi ve gıybetini ettiğimiz zâtı mağfiret et.
*Allahım, Senden kendim ve onun için dünyada ve âhirette af ve âfiyet istiyorum. *Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle salât ve selâm et. Âmin.
*Allahım! Efendimiz Muhammed’e, âline ve ashabı-na, ezelden ebede kadar ilm-i İlâhîdeki mevcudatın adedince salât ve selâm et; bize ve dinimize selâmet ver. Âmin.
*Allahım! “Benim ve benden evvelki peygamberlerin sözleri içinde en faziletlisi Lâ ilâhe illâllah’tır” buyuran zâta ve âl ve ashabına salât ve selâm et.
*Allahım! “Mü’mininmü’mine bağlılığı, parçaları birbirini tutan binâ gibidir.”
*Allahım, bizi şükredenlerden eyle-rahmetinle, ey Erhamürrâhimîn.
Allahım! Şükredenlerin ve hamd edenlerin efendisi olan, Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.
*Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve Âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle ve pek kesretli bir selâmetle salât ve selâm et. Âmin.
*Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve Âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle, Ramazan ayında okunan Kur’ân’ın harfleri adedince salât ve selâm et. Âmin.
* Ey Kur’ân’ı indiren Allahım! Kur’ân’ın hürmetine, Ay ve Güneş dönüp durdukça bize Kur’ân’ın esrarını tefhim et; kendisine Kur’ân’ı indirdiğin zâta ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.
* Allahım, erkek ve kadın mü’minleri mağfiret et.
* Allahım! Kadri pek yüce ve makamı pek büyük olan Habibin, Ümmî Peygamber, Efendimiz Muhammed’e ve Âline ve ashabına salât ve selâm et. Âmin.
* Allahım! Tıpkı Âlemlerde İbrahim’e ve İbrahim’in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir.
* Allahım! Tıpkı Âlemlerde İbrahim’e ve İbrahim’in Âline salât ettiğin gibi, Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in Âline de salât et. Muhakkak ki Sen her türlü hamd ve övgüye nihayetsiz derecede lâyıksın ve şan ve şerefin her şeyden nihayetsiz derecede yüksektir.
* Allahım! Bütün asırların gavs-ı ekberi ve bütün çağların kutb-u âzamı olan Efendimiz Muhammed’e ve bütün Âl ve ashabına salât ve selâm et-o efendimiz ki, Miracında haşmet-i velâyeti ve makam-ı mahbubiyeti tezahür etmiştir ve bütün velâyetler onun Miracının gölgesinde münderiç bulunmaktadır. Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
* Allahım, bizi Sünnet-i Seniyyenin ittibâıyla rızıklandır.
* Allahım! “Şüphesiz sen pek büyük bir ahlâk üzeresin” sırrına mazhar olarak en üstün meziyetleri kendisinde toplayan ve “Ümmetimin fesadı zamanında benim sünnetime yapışana yüz şehid ecri vardır” buyuran zâta salât et.
* Allahım! Risalet semâsının güneşi ve nübüvvet feleğinin ayı olan zât ile, doğru yola erişenlerin hidayet yıldızları olan âl ve ashabına salât et.
* Allahım! Efendimiz Muhammed’e, onun tayyib ve tahir ve ebrar olan âline ve mücahid ve ikrama mazhar ve ahyar olan ashabına salât et. Âmin.
* De ki: Ey mülkün hakiki sahibi olan Allahım…”
* Allahım! İhlâs Sûresinin hakkı için, bizi ihlâs sahibi olan ve ihlâsa eriştirilen kullarından eyle. Âmin, âmin.
* Ey muhafaza edici olan ve koruyucuların en hayırlısı olan Allahım! Beni ve arkadaşlarımı nefsin ve şeytanın şerrinden, insanların ve cinlerin şerrinden, ehl-i dalâlet ve tuğyanın şerrinden muhafaza et. Âmin, âmin, âmin.
* Allahım! Kalblerin derman ve devâsı, bedenlerin âfiyet ve şifası, gözlerin nur ve ziyası olan Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına salât ve selâm et.
* Allahım! Bizi nefsin ve şeytanın ve cin ve insin şerrinden muhafaza et.
* Allahım, Göklerde dönen hiçbir yıldız ve hareket eden hiçbir seyyare, cevv-i semâda hiçbir tesbih edici bulut ve şimşek ve gök gürültüsü, yeryüzünü dolduran hayvanattan ve acaib-i masnuattan hiçbir fert, denizlerde hiçbir katre, balıklarından ve garaib-i mahlûkatından hiçbirisi, dağlarda hiçbir taş, hiçbir nebat ve iddihar edilmiş madeniyattan hiçbirisi, ağaçlarda hiçbir yaprak ve hiçbir müzeyyen çiçek ve meyve, hayvanatın cisimlerinde âlât ve muntazam cihazattan hiçbirisi, kalblerde hiçbir hatarat ve ilhamat ve münevver itikadat yoktur ki, külliyen Senin vücub-u vücuduna ve vahdâniyetine şahitler olmasın.
Yerleri ve gökleri teshir eden kudretinin hakkı için, nefsimi bana musahhar eyle ve matlubumu bana musahhar kıl. Kur’ân’a ve imana ve Risale-i Nur’a hizmet için, kullarının kalblerini ve ulvî ve süflî bütün ruhlu mahlûkatının kalplerini bana musahhar et, yâ Semî’, yâ Karîb, yâ Mücîbe’d-Daavât!
* Benim bekama bedel, İlah-ı Baki, Halık-ı Baki, Mucid-i Baki, Fatır-ı Baki, Malik-i Baki, Şahid-i Baki, Mabud-u Baki ve öldükten sonra beni diriltecek Bais-i Baki olan Allahım bana yeter.
* Ve keza, çeşitli organlarımın türlü dilleriyle, istediğim bütün enva-ı çeşit ihtiyaçlarımı karşılayan, bana yedirip içiren, beni terbiye edip idare eden ve kemale erdiren, güzel isimler sahibi olan Allahım,
*Rabbim, Halıkım ve Musavvirim bana kafidir. Onun şanı ne yüce, ihsanı ne geniştir.
* Allahım, her iki dünyanın efendisi, iki alemin medar-ı fahri, dünya ve ahiretin hayatı, iki cihan saadetinin vesilesi, zülcenaheyn ve cin ve insin resulü olan şu Habibine, onun bütün al ve ashabına ve onun enbiya ve mürselin kardeşlerine salat ve selam et. Âmin.
* İlahi,
İki dünyanın hayatı elimden kaçsa ve bütün kainat düşman kesilip beni terk etse, benim yine gam çekmemem gerekir; çünkü Sen benim Rabbim ve Halıkım ve İlahımsın. Ve benim, nihayetsiz isyanımla ve sair şeref vesilelerine gayet derecede uzaklığımla beraber, Senin mahlukun ve masnuun olmam sebebiyle, bir taalluk ve intisap cihetim var. İşte, ben de, Senin mahlukunun lisanıyla Sana tazarru ve niyazda bulunuyorum, ey Halıkım, ey Rabbim, ey Razıkım ve ey Musavvirim!
Ey İlahım,
Esma-i Hüsnan hürmetine,
İsm-i Âzamın hürmetine,
Furkan-ı Hakimin hürmetine,
Habib-i Ekremin hürmetine,
Kelam-ı Kadimin hürmetine,
Arş-ı Âzamın hürmetine,
milyonlar Kul hüvallahü ehad ile,
bana merhamet etmeni istiyorum, ya Allah, ya Rahman, ya Hannan, ya Mennan, ya Deyyan.
Beni bağışla, ya Gaffar, ya Settar, ya Tevvab, ya Vehhab.
Beni affet ya Vedud, ya Rauf, ya Afüvv, ya Gafur.
Bana lütufta bulun, ya Latif, ya Habir, ya Semi’, ya Basir.
Günahlarımı sil, ya Halim, ya Alim, ya Kerim, ya Rahim.
Bizi yolun doğrusuna ilet, ya Rab, ya Samed, ya Hadi.
Fazlınla bana cevadane ihsanlarda bulun, ya Bedi’, ya Baki, ya Adl, ya Hu.
Kalbimi ve kabrimi İmân ve Kur’an nuruyla nurlandır, ya Nur, ya Hak, ya Hayy, ya Kayyum, ya Malike’l-Mülk, ya ze’l-Celali ve’l-İkram, ya Evvel, ya Âhir, ya Zahir, ya Batın, ya Kavi, ya Kadir, ya Mevla, ya Gafir, ya Erhame’r-Rahimin.
Kur’an’daki İsm-i Âzamın hürmetine ve kitab-ı alemdeki sırr-ı azamın Muhammed Aleyhissalatü Vesselam hürmetine, güzel isimlerinden, bu sayfayı sanki kabrimin tavanı yapıp, bu esmayı da ruhuma şems-i hakikatten şualar saçan pencere haline getirecek şekilde, kalbime ve kalıbıma ve kabrimde ruhuma İsm-i Âzamın nurlarını saçan pencere açmanı istiyorum.
İlahi, dilerim ki, ebedi bir lisanım olsun da, kıyamete kadar bu isimlerle nida etsin. İşte, ardımda baki kalan bu nakışları, benim fani ve zail lisanımın yerine bir naip olarak kabul eyle.
Allahım,
Efendimiz Muhammed’e öyle bir salat ve selam et ki, o salat ile bizi bütün korku ve afetlerden kurtar, bütün hacetlerimizi gider, bizi bütün günahlardan temizle, bütün günah ve hatalarımızı bağışla.
Ya Allah, ya Mücibe’d-Daavat! Hayatım boyunca ve öldükten sonra, her an bu dileklerimi kat kat fazlasıyla ver! Bir milyon salat ve selam, bir o kadarla çarpımından çıkan netice ve bunun da kat katı, Efendimiz Muhammed’e, Onun Âl, Ashab, Ensar ve tabilerine olsun! Bu salavatların herbirini, benim ömür günlerimdeki günahkar nefeslerim sayısınca çoğalt! Bu salavatların herbirisi hürmetine beni affeyle, bana merhamet et. Bunu rahmetinle ihsan eyle, ey Erhame’r-rahimin! Âmin!
* İlahi! Günahlar beni lal etti. İsyanımın çokluğu yüzünden mahcubum. Gafletin şiddeti ise sesimi kıstı. İşte, ben de, seyyidim ve senedim şeyh Abdülkadir Geylani’nin sesiyle Senin dergah-ı rahmetinin kapısını çalıyor ve onun, kapıcıya aşina nidasıyla Senin mağfiret kapında nida ediyorum:
� Ey rahmeti herşeyi kuşatan ve ey herşeyin melekütu elinde bulunan Zat,
� Ey hiçbir şey kendisine zarar veya fayda veremeyen Zat,
� Ey hiçbir şey Ona galebe edemeyen ve hiçbir şey Ondan kaçıp gizlenemeyen,
� hiçbir şey Ona ağır gelmeyen ve hiçbir şeyin yardımına muhtaç olmayan,
� hiçbir şey Onu bir başka işten alıkoyamayan,
� hiçbir şey Ona benzemeyen,
� ve hiçbir şey Onu hiçbir şeyden aciz bırakamayan Zat, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde herşeyimi bağışla.
� Ey herşeyi alnından tutup kudretine boyun eğdiren ve herşeyin anahtarları elinde bulunan Zat,
� Ey herşeyden önce var olan Evvel,
� herşeyden sonra baki kalan Âhir,
� herşeyin fevkinde olan Zahir,
� herşeyin dünuna nüfuz eden Batın,
� kudret ve galebesi herşeyin fevkinde bulunan Kahir, Benim herşeyimi bağışla. şüphesiz Senin herşeye kudretin yeter.
� Ey herşeyi her haliyle bilen Alim ve herşeyi kuşatan Muhit ve herşeyi hakkıyla gören Basir,
� Ey herşey her an Onun nazar-ı şuhudunda olan şehid ve herşeyi görüp gözeten Rakib ve ilmi herşeyin bütün inceliklerine nüfuz eden Latif ve herşeyden hakkıyla haberdar olan Habir, Beni hiçbir şeyden hesaba çekmeyecek şekilde, günah ve hata olarak her neyim varsa hepsini bağışla. Hiç şüphesiz, Senin herşeye kudretin yeter.
Allahım, Gafletten ve kötü arzularımdan Senin izzet-i celaline ve celal-i izzetine, Senin kudret-i saltanatına ve saltanat-ı kudretine sığınırım.
Ey kurtuluş isteyenlerin tahassungahı olan Allahım,
Beni şeytani şehvetlerden kurtar; beşeriyetin kazuratından temizle; Nebin olan Muhammed’i (s.a.v.) sıddıkiyet muhabbetiyle bana sevdirmek suretiyle beni gaflet paslarından ve cehalet vehimlerinden ter temiz kıl-öyle ki, enaniyet fena bulsun ve Allah’ın minnet bahrinde Allah’ın nimetlerine gark olmuş, Allah’tan alıkoyan her meşgaleye karşı Allah’ın kılıcıyla mansur, Allah’ın inayetiyle mahzuz ve Allah’ın himayesiyle mahfuz olarak herşey Allah için, Allah ile, Allah’a ve Allah’tan olsun.
Ey Nurların Nuru, ey bütün sırların Âlimi, ey gecenin ve gündüzün Müdebbiri, ey Melik, ey Aziz, ey Kahhar, ey Rahim, ey Vedüd, ey Gaffar, ey gayb alemlerini her haliyle bilen, kalbleri ve gözleri dilediği gibi halden hale çeviren, ey ayıpları örten ve ey günahları bağışlayan, Günahlarımı bağışla; esbabın tazyikatına maruz ve bütün kapılar yüzüne kapanmış ve doğru yolda gidenlerin tarikine sülük etmek ona zorlaşmış ve bir kazanç elde edemeden ömrünü ve nefsini gaflet ve masiyet meydanlarında bad-ı hava harcamış olan kuluna merhamet et.
Ey dua edildiğinde cevap veren, ey hesapları sür’atle gören, ey Kerim, ey Vehhab,
Hastalığı büyük ve şifası zor, çaresi zayıf ve belası kuvvetli olan ve Senden başka melce ve ümidi bulunmayan kuluna merhamet et.
İlahi, Derdimi, üzüntümü ve şikayetimi Sana arz ediyorum.
İlahi, Senin dergahında hüccetim, hacetimdir; azığım ise fakrım ve çaresizliğimdir.
İlahi, Senin cüd bahirlerinden bir katre bana yeter; Senin af nehirlerinden bir zerre bana kafi gelir, ey Vedüd, ey Vedüd, ey Vedüd, ey şan ve şerefi herşeyden yüce olan Arş-ı Mecid Sahibi, ey Mübdi’, ey Muid, ey herşeyi dilediği gibi yapan Fa’alün lima Yürid!
Arşının rükünlerini kaplayan nur-u veçhin hürmetine, bütün mahlükatını hükmüne ram ettiğin kudretin hürmetine ve herşeyi kuşatan rahmetin hürmetine Senden istiyorum. Senden başka ilah yoktur, ey Muğis, bize imdad et. Ve bütün ömrüm boyunca işlediğim bütün günahları ve lisanımın hatalarını rahmetinle bağışla, ey Erhamü’r-Rahimin. Âmin.
Hamd, Âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.
* Allahım! Bize hakkı hak olarak göster ve ona uymayı nasip et; batılı da, batıl olarak göster ve ondan da sakınmayı nasip et. Amin.
* Allahım! Bu sure hürmetine bizi sırat-ı müstakimde yürüyenlerden eyle. Amin.
* Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle ve pek kesretli bir selâmetle salât ve selâm et. Âmin.
* Allahım, bizi ve bu ikisini ve kardeşlerimizden onların emsallerini, Kur’ân ve İmân hizmetinde, Senin muhabbet ve rızanı celb edecek şekilde muvaffak et-kendisine Kur’ân’ı indirdiğin o zat hürmetine ki, gece gündüz değiştikçe ve güneş ve ay döndükçe salât ve selâmın en üstünü onun üzerine olsun.
* Allahım, “Bizi doğru yola ilet (Fatiha Sûresi: 6) • Kendilerine nimet ve ihsanda bulunduğun peygamberlerinin ve onlara tabi olan salih kullarının yoluna ilet, gazabına uğrayanların ve sapıtmış olanların yoluna değil. Amin (Fatiha Sûresi: 7)”
* Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve âl ve ashabına Senin razı olacağın ve onun lâyık ve müstehak olduğu bir rahmetle ve pek kesretli bir selâmetle salât ve selâm et. Âmin.
* Allahım, İsm-i Azamın ve Resul-i Ekremin (a.s.m.) hürmetine, alem-i İslamdaki insanlar arasında Risale-i Nur’un devamlı neşriyle bizim için Kur’an hizmetini kolaylaştır. Amin, amin, amin.
* Allahım, mü’min erkek ve kadınları bağışla.
* De ki: “Ey Rabbim, şeytanların vesveselerinden Sana sığınırım.” • “Onların yanımda bulunmalarından da, ya Rabbi, Sana sığınırım.”
Ey koruyan, ey muhafaza eden ey muhafaza edenlerin en hayırlısı olan Allahım! Beni ve arkadaşlarımı, nefis ve şeytanın şerrinden, ehl-i dalalet ve tuğyanın şerrinden muhafaza eyle. Amin, amin, amin.
* Allahım! Etendimiz Muhammed’e, onun Al ve Ashabına, Senin hoşnutluğuna ve onun hakkının ödenmesine vesile olacak şekilde çok salat ve selam eyle. Amin.
* Allahım! Efendimiz Muhammed’e ve Efendimiz Muhammed’in aline, Hazret-i İbrahim’e ve Hazret-i İbrahim’in aline rahmet ettiğin gibi alemlerde rahmet eyle. Şüphesiz Sen övgüye layık Hamîd ve şanı yüce Mecîdsin.
MEHMET ÖZÇELİK
01-03-2011




ŞEHİD – ŞÂHİD – MEŞHUD – RAKİB

ŞEHİD – ŞÂHİD – MEŞHUD – RAKİB

Allah-u a’lem;İnsanların yaratılışına meleklerin taraftar olmayıp,Allah’ın ise yaratmadan taraf olarak meleklere;”Sizin bilemiyeceğinizi herhalde ben bilirim”[1]dediği bilinen sır ise;İnsanların Allah’ın isimlerine olan mazhariyetleri ve ma’kes olmaları cihetiyledir.

Özellikle külli manada birkaç veya bir çok isme mazhar olanlar,insanlar içerisinde imtiyaz etmiş kimselerdirler.Adeta belli bir ilim ve meslekte ihtisas ve maharet kesbetmiş kimseler gibidirler.

Her bir peygamber Allah’ın bir ismine mazhar olmuştur.

İlim-velayet ve tecdid vazifesinde de görevli olan şahsiyetler de bir isme,asrının muktezası olan bir isme mazhar olmuşlardır.Yani o zât bir başka asırda gelmiş olsaydı;geldiği asrın muktezası olan bir isme mazhar olacak veya o alanda bir istidadı yoksa kabiliyeti gelişmiyecekti.

Allah’ın isimleri içerisinde Şehid-Şâhid ve Meşhud isimleri;her şey nazarı şuhudunda olan,her şeyi görüp,her şeyde görülen ve bilinen,şiddeti zuhurundan dolayı nihayet derecede varlığı açıkta olandır…

Allah’ın bu ismine mazhariyet,imanın nihayet kemaline delalet eder.

İnsanın ve varlıkların yaratılış hikmeti ise;her bir şeyde yaratıcının ilim,kudret,takdir,halk gibi isimlerini teker teker görmek ve göstermektir.O âyetleri okumaktır.

Okumasını bilenle bilmeyen arasındaki fark gibi,gören insanın görmeyenden farklı olarak o farkı göstererek okuyabilmesidir.

Bir batılının:”Allah beni yaratırken sanatkârın eserine koyduğu imza gibi,kendi varlığının fikrini zihnime koymuştur.”hakikatında ifade edildiği üzere;zihindeki perde ve zarları kaldırmak,ikincisinde de onu okumaktır.Tıpkı eşyaya vurulan damga ve mührü okumak gibi.Zira onu okuyamıyan kimse,eşyayı sebeblere veya zihninde uydurup icad edeceği başka ilahlara mal edecektir.

Dalalete düşmemek bir isabet olduğu gibi,doğruyu ve hidayeti bulmakta onun gibi bir kemal ve olgunluktur.Buda bu isme mazhar olmakla olur.

Rakîb ismide,şehid ve şâhid isminin bir cihetle müradifidir. Allah’ın murakabe ve gözetiminde olduğunu bilmektir. Onu görüp düşünmek ve onun tarafından sürekli bir kontrol altında olduğunu bilmektir.

Şehid ve rakîb olan Allah;insana vermiş olduğu önemden dolayı her amelini kayıd altına almakta,hiçbir işini hatta hayalini dahi yokluğa atmamakta,nazar edip kayıd altında bulundurmaktadır.

Bu isme mazhar olan kişi,her işinde Allah’ın rızasına uygun hareket eder,kontrol edildiğini düşünerek yanlış işlerden sakınır.

Her ânında ve işinde onunla olmak,onsuz bir zamanı geçmemek..zira onsuz geçen bir zaman;varlık değil,yokluktur.Varlığa değil,yokluğa akmakta ve gitmektedir.

Şehid ve Rakîb ismine mazhar olanlar ise;cehalet,gaflet,dalalet,küfür gibi ademî olan karanlıklardan âzadedir.Alemi devamlı güneşlidir.Gecesi yoktur.Arka yoktur,her taraf öndür.Gelecek geçmiş gibidir.Nazarına mani yoktur.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bakara.30.




ALLAH’A VE RASULÜNE İTTİBA’

ALLAH’A VE RASULÜNE İTTİBA’

“Ey iman edenler!Allah’a itaat edin.Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin.Eğer bir hususta anlaşmazlığa düşerseniz –Allah’a ve âhirete gerçekten inanıyorsanız- onu Allah’a ve rasule götürün;bu hem hayırlı,hem de netice bakımından daha iyidir.”[1]

Aziz ve Muhterem müslümanlar!..Kur’anı Kerim’de bir çok âyette “Allah’a ve Rasulüne itaatı- emretmektedir.Zira Allah’a giden sayısız yollar içerisinde en kısası,en istikametlisi,en emniyetlisi,en selametlisi elbetteki Habibullahın gösterdiği ve gittiği yoldur.

O zât (ASM) Yüksek bir ahlak üzeredir.[2]

Kendisinin ifadesiyle:”Rabbim bana edebi en güzel bir surette öğretti,edeblendirdi.”

Edeb timsali olan o zât (ASM) hayatı boyunca istikametten ayrılmadı.Bütün zorluklarına rağmen bu çizgiden ayrılmaksızın muhafazasına çalıştı.

Bir hadiste;Hud sûresindeki şu âyetin kendisini ihtiyarlattığını ifade etmiştir:”Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!”[3]

Hz.Âişeden peygamberimizin ahlakı sorulduğunda şöyle demiştir:”Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi.”

Ve Allah rasulü;Kur’an ahlakı ile ahlaklanılmasını da emretmekteydi.

Gerçek kemâlin sahibi olan Allahın,Kemâl sıfatına mazhar olmuş olan peygamberimizin sünnetine uymakla beşeriyet yükselir.Onun sünnetinden kaçmakla alçalır.

Allah rasulü buyurur:”Ümmetimin hepsi cennete girer,fakat kaçaklar girmez!”buyurduklarında,sorarlar:Onlar Kimdir?

Buyururlarki;Bana itaat eden cennete girer,isyan edenler ise kaçaktır.Benim sünnetime,benim ahlakıma uymayan her hareket günahtır.”buyururlar.

Bu gün kendi şirazesinden çıkan beşeriyyet için Allahın rasulünün söz-hareket ve hallerinde bizler için güzel örnekler vardır.[4]

Hadiste:”Ümmetimin fesada gittiği bir zamanda kim benim sünnetime yapışır ve devam ettirirse onun için yüz şehidin ecir ve sevabı vardır.”buyurulur.

Bid’a ve sapıklıkların zuhur edip,alenen işlendiği bir zamanda sünnetin en küçük bir meselesine uymak dahi,büyük bir kurtuluşa vesile olduğu gibi,doğrudan doğruya o sünnet sahibi olan peygamberimizi hatıra getiriyor.Buda ehemmiyetli bir takvayı ve kuvvetli bir imanı oluşturmuş oluyor.

O’nu sevmek ve ona uymak Allahın sevgisinin kazanılmasına bir vesiledir.Âyette:”(Resulüm!) De ki:Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki,Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.”[5]

Bu kâinatı böyle mükemmel bir surette yaratan Rabbimiz,elbette insanlar içerisinde mümtaz birini kendisine muhatab ve tercüman,tebliğ edici ve imam yapacaktır ve yapmıştır.O da hiç şüphesiz Muhammed (ASM)dır.

Bir hadiste:”Bana itaat eden,Allah’a itaat etmiş olur.Bana isyan eden Allah’a isyan etmiş olur.”buyurarak sünnete uymanın ne derece gerekli olduğuna işaret edilmiştir.

İnsanların Allah’a ve kendisine uymaları için tebliğde bulunan Allah rasulü, uyulmaması halinde de sorumlu tutulmamıştır.Âyette:”Kim rasule itaat ederse,Allah’a itaat etmiş olur.Kim de yüz çevirirse,üzerlerine seni gözcüde göndermedik.”[6]

Yüz çevirme ise sünnetine uymamak ve hafife almaktır.

Aziz Müslümanlar!

Lutfa erişmek isteyen onun sünnetine uymalı!

Şefaata kavuşmak isteyen sünnetini yaşamalı!

Sevmek ve sevilmek isteyen onun gibi yapmalı.

Allah rasulü son sözü olan veda hutbesinin sonunda şöyle buyurmuştur:”Size iki şey bırakıyorum.Ona sımsıkı sarılırsanız sapıtmazsınız;Allah’ın kitabı Kur’an ve benim sünnetim.”

Kur’an kıblemiz,sünnet pusulamız olsun!

Mehmet ÖZÇELİK

[1] Nisa.59.

[2] Kalem.4.

[3] Hud.112.

[4] Ahzab,21,Mümtahine.4,6.

[5] Âl-i İmran.31.

[6] Nisa.80,Tevbe.129.




YARATILIŞDAKİ KASID VE İNÂYET

YARATILIŞDAKİ KASID VE İNÂYET

Her şey bir kasıdla ve bilerek yaratılmakta,bir gaye ve hedef maksad olarak düşünülmektedir.

Her şey bir kâsıdın kasdıyla vücuda çıkmaktadır. Alemde ve yapılan işlerde bir tesadüf olmayıp bir plan,bir proje ve hesaplar çerçevesinde;hedef ve sonucu bilinerek ve bildirilerek,görülerek ve de gösterilerek,kasdedilerek,baş ile son arasında bir münasebet, muvazene ve tevafuk çerçevesinde akmakta ve varlığını bu minval üzere devam ettirmektedir.

Her şeyin arkasında şu iki gaye bulunmaktadır;Kasıd ve İnayet…

Bediüzzamanın bir çok yerde nazara verdiği bu iki nokta ile alakalı olarak:”Binaenaleyh,bütün mesâlihin,fevâidin ve menâfiin mercii olan ve kainata hayat veren bir nizam,elbette ve elbette bir nazımın vücuduna delalet ettiği gibi,o nazımın Kasd ve hikmetine de delalet etmekle,kör tesadüfün vehimlerini nefyeder.”[1]

Ve arkasından bu nizamı ayakta tutan bir İnayet vardır.[2]

Her şeyde bir Kasd ve onun arkasında da bir İnayet vardır. Kasıdda bir irade,bir ilim,sahib olunan bütün isim ve sıfatların desteğiyle bir takdir ve kader vardır.

Bunların mukadder hedefine giderken Allah’ın Rahmet,Rahman,Adalet gibi sıfatların desteklediği bir inayet,nusret,yardım ve destek gibi,varlıkları bir yandan Kayyum ismiyle ayakta tutarken,bir yandan da onların varlıklarını Baki ismiyle de devam ettirmektedir.

Kasıdda binler hikmet,inayette de rahmet ve şefkat tebarüz etmektedir. Kasıd ve inayetin olmaması demek;her şeyin başıboş,plan ve proğramsız,gayesiz olmasıyla beraber,inayet desteğinin olmamasıyla da her şey sahibsiz olarak,desteksiz kalacaktır, yıkılacak ve yokluğa kaymış olacaktır.

Kasıdda bir takdir,İnayette de bir himayet vardır.

Belli bir hedefe doğru kasdeden Allah,o yolda o varlıkları himaye edip koruyan yine odur.

Belli bir hedefi gaye edinen bir insan neticeyi elde etmek için bütün vasıtaları adeta seferber eder,Allah’da ezeli iradesiyle kasdeddiği gayeyi elde etmek için bütün kainatı seferber etmiş,inayetiyle desteklemiş,adeta bütün yatırımlar o neticeyi alma yoluna müteveccih olmuştur.

İnsana düşen bu kasıd ve inayetle giden yolda o gayeye muhalefet etmemek,ona muvafakat etmektir. Aksi takdirde çarkın dönüşüne aykırı hareket eden çarkın arasında kalır.

Esir maddesinden en büyük cirim ve cisimlere kadar tam bir kasıd ve inayet hüküm sürmektedir.

MEHMET ÖZÇELİK

[1] İşarat-ül İ’caz.96-97.

[2] Age.96-98,Mektubat.B.S.Nursi.274.




BİTMEYEN RAHMET

BİTMEYEN RAHMET

Bitmeyen rahmet;kâinatı sarar ve sarmalar…

Bitmeyen rahmet;kâfiri dahi sular…

Bitmeyen rahmet;iner,iner..bazen yağmurla,bazen toprakla,bazen ruhlara esinti veren nesimiyle…

Bitmeyen rahmet;kelâmıyla,diniyle,peygamberleriyle;rahmet rahmet insanların üzerine iner,âdeta onları bağrına basıp kucaklar,bırakmamacasına…

Bitmeyen rahmet;öyle geniş bir kucak ki,oraya her ne girerse onun rengiyle renklenir,şekliyle şekillenir. O kucak şefkatli anne kucağı gibi,onu şefkat bağrına basar,şefkatiyle büyür,şefkatli olur.

Bitmeyen O rahmet; canavar ve ejderhanın kucağında canavarlaşan o yavruyu,o masumu şefkatiyle örter,rahmet kucağında büyütür. Yabani kucakta büyüyen yabanileşir,küheylanın kucağında büyüyen tay da küheylan kesilir. Şefkatli ailenin kucağında büyüyen kedi uysallaşırken,şefkatsiz ayakların altında gezinen kedi yabanileşir. Rahmete mazhariyet nisbetince varlıklar rahim,enis ve munis olurlar.

Hırçının hırçınlığına şefkatle,hikmetle muamele eder. Yüz kere hırçınlık yapsa da yine de kabul eder.. kendisini reddetse de O onu reddetmez,adeta son nefesine kadar yolunu gözler..bir yandan onu gözler,bir yandan ona sözler..bir yanda gözler,bir yanda sözler öz-lerindeki özü özler…

Bitmeyen rahmet;bitmeyen ümitleri,medetleri,ebetleri,saadet ve selametleri ayaklar altına serer…

Bitmeyen rahmet;kainatı bir sofra,güneşi bir lamba,ayı gece lambası,dünyayı ve alemleri süslü kılar…

Bitmeyen rahmet;insanı her şey üzerinde her şeye bir taç kılar,mi’racı ona yol kılar,cenneti ona bir mesken ve oda…

Bitmeyen rahmet;Cemâl ve Kâmalin tecellisini o insana bitmeyen bir deste gül kılar..adeta Cemâl ve Kemâlini ebediyyen koklamaya müsaade eder.

Bitmeyen rahmet;bitmez esma ve sıfatlarının kapısını o insana açar,bitmeyen sıfatlara,bitmez varlıklar kılar…

Temaşa edilen ebedi,temaşa eden ebede…

Bitmeyen rahmet;bitmez rahmetlere kapı açar. Bir kapı,bir kapı,bir kapı,bir birlikler içerisinde rahmetlere açılan binler kapı…

Bitmeyen rahmetin, sonsuz yapıları,onlara takılan rahmet kapıları,adeta gül goncası gibi… derlenmiş,toparlanmış,toplanmış…

Bitmeyen rahmet;bitmeyi,tükenmeyi,yokluğu,azabı,karanlığı,ölüme zıt,onu kabul etmeyen,bitişe giden yolları kapatan sonsuzluk muştusu,müjdeci ve habercisi.. varlığın kendisi.. yokluk onun bendesi…

Bitmeyen rahmet;hikmetiyle bitiren,tüketenlere sırf bitir-mesi,üretmesi,mükemmel neticeler aldırması için müsaade eder.

Bitmeyen rahmet;bitirmez,üretir…

Bitmeyenler,bitmek istemeyenler,bitmez rahmete,bitmeyen,tükenmeyen rahmete dalar,onda fani olurlar.

-Heme ost- değildirler,-Heme Ezost-turlar. Yani her şey o değildir. Ama her şey O’ndan ve O’nun halk ve rahmetindendir.

19-4-1998

MEHMET ÖZÇELİK




ESMANIN HAKİKATLARI

ESMANIN HAKİKATLARI

Esma’nın hakikatı,her şeyin hakikatıdır. Hakikatların hakikatıdır. Tüm varlıkların var oluşları Allah’ın bir ismine dayanmakta,varlığını devam ettirmektedir. O ismin çekilmesi ve yokluğu demek,o varlıklarında ölümü ve yıkımı demektir.

Varlıklar bizatihi kaim ve daim değillerdir. Varlıkları başka varlıkların varlıklarına dayanmakta,öylece var olup varlıklarını devam ettirmektedirler. Mesela;

-Allah’ın Halık ismi yani yaratıcılığı ile varlıklar yaratılmış,var olmuşlardır.

-Rahman ismi olmadan rızık nasıl elde edilebilir?

-Rahim ismiyle şefkat ederek,rahmetinin eserlerini değişik suretlerde bize göstermektedir. Nitekim yavrular doğar doğmaz rızıklarını,anne sütünü bulmaları elbette onun rahmetinin bir eseri ve tezahürüdür. Balıkların suda bir kum ile beslenib semizlenmeleri,ağaçların yerlerinde durup gıdalarının onlara koşması ve hakeza… Bunlar hep rahmetin cilvelerindendir.

-Müzeyyin ismiyle kâinatı baştan başa süslendirmektedir.

-Musavvir ismiyle her şeye uygun bir şekil vermektedir.

-Cemâl ismiyle güzelleşmekte,her şeye güzelliğini vermektedir.

-Karîb ismiyle her şeye her şeyden daha yakın olduğunu göstermektedir.

-Mucîb ismiyle her isteyen ve dua edenin duasına icabet etmektedir. Çünkü istediğimiz şeylerin verilmesi,o duaya cevab verenin olduğunu bildirir.

-Habîb ismiyle insanları sevmekte,insanlar tarafından da sevilmektedir.

-Raûf ismiyle acımakta ve esirgemektedir.

-Atûf ismiyle ihsan ve lutufta bulunmakta,kullarına hediyeler ikram etmektedir.

-Ma’rûf ismiyle her şeyi bilmekte,kendisini de herkese bildirmektedir.

-Latîf ismiyle lutfetmekte,kendisini inkar ve yalanlayana karşı acele etmemektedir. İnsanlara mülayimâne muamelede bulunmaktadır.

-Azîm ismiyle büyüklüğüyle görünmekte,her vesile ile büyüklüğünü göstermektedir. Dağlar,gökler,galaksiler azametin bir göstergeleridirler.

-Hannân-Mennân-Deyyân isimleriyle bir yandan şefkat ederken,öbür yandan onun gereği olan nimette bulunur. Her borçlunun borcunu,her sıkıntıda olanın da sıkıntısını giderir. Kendisini hatırlattırır.

-Sübhân ismiyle bir yandan yüceliğini gösterirken,bir yandan da bütün kusur ve eksikliklerden beri ve uzak olduğunu bildirir.

-Emân ismiyle de bu korkulu dünyada insanların,varlıkların kendisine iltica etmesiyle emin ve güvenilir olduğunu hatırlatır. Güven ve emniyet ancak onun kapısındadır.

-Bürhân ismiyle hem kendisinin kendi varlığına delil olduğunu söylerken, hem de her şeyin kendisine delil ve bürhan olduğunu gösterir.

-Sultân ismiyle saltanat ve gücü her şeyi kuşatmıştır.

-Müsteân ismiyle yardım taleb edenin,el açıb dilenenin isteklerini yardımsız bırakmamaktadır.

-Muhsîn ismiyle iyilikte bulunmakta,nimetlerini saçmaktadır.

-Müteâl ismiyle yüceler yücesi olup,her üstünün üstündedir.

-Kerîm ismiyle kerem,ikram ve cömertlik de bulunarak,her varlığa layık bir sofra sermektedir.

-Mecîd ismiyle her şeye karşı şerefiyle ve galibiyetiyle üstün gelmektedir.

-Ferd ismiyle nazirsiz,benzersiz olarak tek ve yekta olarak bulunmaktadır.

-Vitr ismiyle her şeyin nizam ve intizamını,idare ve asayişini tek bir elden yönetmektedir.

-Ehad ismiyle tek tek her bir varlıkta görünmekte,kendisini göstermektedir.

-Samed ismiyle kendisinin hiçbir şeye muhtaç olmadığını,belki umum kainatın kendisine muhtaç olduğunu göstermektedir.

-Mahmud ismiyle hamde layık bulunmakta,bütün varlıklar ona sena ve övgüler yağdırmaktadır.

-Sâdık-el V’ad ismiyle sözünü yerine getirmektedir.

-Âli ve Ğani ismiyle bildirmektedir ki;Allah her şeyden üstün ve sonsuz zenginlik sahibidir.

-Şâfi ismiyle her dertlinin ahını işitmekte,ona şifa vermektedir.

-Kâfi ismiyle her şeye bedel kafi ve yeterli olmaktadır.

-Vâfi ismiyle yapması gerekeni tam olarak yerine getirmektedir.

-Muâfi ismiyle bela ve musibetleri def etmektedir.

-Bâki ismiyle her şey yok olsa da kendisi kalıb,sonun sonuncusu olmakta,varlığı sonsuza dek var olmaktadır.

-Hâdi ismiyle insanlara doğru yolu göstermekte,onları iyiye,güzele yöneltmekte,hidayet etmektedir.

-Kadîr ismiyle güç,kuvvet ve kudreti her şeye yetmektedir.

-Sâtir ismiyle insanların günah ve kusurlarını yüzlerine vurmadan setredip,gizlemektedir.

-Kahhâr ismiyle zatı gereği te’dip için,diğer insanların haklarının korunmasından dolayı kahredip cezalandırmaktadır.

-Cebbâr ismiyle büyüklüğünden dolayı istediğini yapmasına hiçbir engel olmayandır.

-Ğaffâr ve Tevvâb ismiyle tevbe edenin tevbesini kabul etmekte,mağfiret edip bağışlamaktadır.

-Fettâh ismiyle her varlık için nice kapılar açmaktadır. Tohum için ağaç olup meyve vermeye kadar tüm kapıları açtığı gibi,ihtiyaç sahibi her varlığın rahmet kapısını tıkırdatmasına karşı kapıyı yüzüne kapamayarak,rahmet kapılarını devamlı açmakta,açık bırakmaktadır. Gülün güzelliği fettah ismiyle açılırken,bülbülün sesi ,güneşin parlaklıkları da hep Fettah ismiyle fetholmaktadır.

-O Allah ki yerlerin ve göğün,her şeyin Rabbidir. Her şeyin üzerinde bir isim ve sıfata sahib bulunmaktadır.

Güzel esma yani Esma-i Hüsna O’nundur, O’na aiddir.

Ebu Hureyre-den rivayet edilen bir Hadis-de:”Allah’ın 99 ismi olup,kim onu sayarsa cennete girer.” Ve o isimler sayılmıştır.[1]

Allah’ı bütün bu isimleriyle anmakla beraber,özellikle belli bir ismini sürekli anmak,onda ihtisas kesbetmektir. Mevlâna’nın Vedud,Abdulkâdir-i Geylâni’nin Kadir,Bediüzzaman’ın Hakim ve Rahim isimlerinde ziyade iştiğalinin mazhariyeti gibi. Belli bir noktada yapılacak teksif,o isme mazhariyetin düğümünü açar.

20-12-1994

MEHMET ÖZÇELİK

[1] Bak.İbni Kesir Muhtasarı. (Arapça) 3 / 480,bak.İslam Ansiklopedisi.TDV. 11 / 404-418.




E S M A VE S I F A T (2)

E S M A VE S I F A T (2)

L E M ’ A L A R

“Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücud libasını san’atına mazhar ediyor. İnsanı bir model yapmış, o vücud libasını o model üstünde keser, biçer, tebdil eder, tağyir eder; muhtelif esmasının cilvesini gösterir. Şâfî ismi hastalığı istediği gibi, Rezzak ismi de açlığı iktiza ediyor.”(7) “Âdeta insan-ı ekber olan âlemde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, bir âlem-i asgar olan insanda dahi o esmanın umumiyetle cilveleri var.”(11)

“Elbette insana en lâzım iş, en mühim vazife; o Bâki’ye karşı alâka peyda etmektir ve esmasına yapışmaktır. Çünki Bâki yoluna sarfolunan her şey, bir nevi bekaya mazhar olur.”(13)

“Bir insanın hakikî vazifesi ve saadeti: Bütün cihazatı ve bütün istidadatıyla o Bâki-i Sermedî’nin daire-i marziyatında esmasına yapışıp, ebed yolunda o Bâki’ye müteveccih olup gitmektir.”(16)

“Hem bu kâinatı hadd ü hesaba gelmez tecelliyat-ı cemal ve kemalâtına mazhar eden o Zât-ı Cemil-i Zülkemal, elbette bilbedahe sevdiği ve izharını istediği cemal ve kemal ve esma ve san’atının en câmi’ ve en mükemmel mikyas ve medarı olan bir zâta, her halde en ekmel bir vaziyet-i ubudiyeti verecek ve onun vaziyetini sairlerine nümune-i imtisal edip herkesi onun ittibaına sevkedecek, tâ ki o güzel vaziyeti başkalarında da görünsün.”(47)

“Sâni’-i Zülcelal’in çok esması var. Her bir ismin ayrı bir cilvesi var.”(49)

“Ehl-i küfür ve dalalet ise, küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i a’zamı reddettikleri için, umum mahlukatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi, umum masnuatın âyinelerinde cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini, âyinedarlık cihetinde âlî eden esma-i İlahiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esma-i kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile o masnuata karşı bir tahkir-i azîmdir.”(77)

“Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir ism-i İlahînin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneş’ten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.”(90)

“Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir. “Evradlarınızı bununla okuyunuz.” der.”(109)

“Esma-i İlahiyenin cilvesinin tenevvüüne göre, makamat-ı evliyada öyle meratib var. Esma-i İlahiyenin her birisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş’tır, fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.”(122)

“Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün esma-i hüsnasını şefaatçı yapıp niyaz ediyoruz ki: “Bizleri ihlas-ı tâmme muvaffak eylesin… Âmîn…”(156)

“Mevcudatın kemalleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. İbadeti terkeden, mevcudatın ibadetini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer mektub-u Samedanî ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye olan mevcudatı; âlî makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.”(179)

“Cemil-i Zülcelal’in bütün isimleri esma-ül hüsna tabir-i Samedanîsiyle gösteriyor ki, güzeldirler.”(204)

“Nur-u Kur’an ile gördüm ki; birbiri içinde üç küllî dünya var. Birisi esma-i İlahiyeye bakar, onların âyinesidir. İkinci yüzü âhirete bakar, onun mezraasıdır. Üçüncü yüzü, ehl-i dünyaya bakar, ehl-i gafletin mel’abegâhıdır.”(219)

“Dünyanın, âhirete ve esma-i İlahiyeye bakan güzel iç yüzlerine karşı nev-i insana muhabbet verilmişken, o muhabbeti sû’-i istimal ederek fâni, çirkin, zararlı, gafletli yüzüne karşı sarfettiğinden, hadîs-i şerifinin sırrına mazhar olmuşlar.”(220)

“Bendeki aşk-ı beka; bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcelal’in bir isminin cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.”(239)

“Şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamdan ve hadsiz firaklardan ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup; mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’al ve esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda eylediğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim.”(242)

“Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerinin tazelenmesi için bu güzel masnu’lar, bu tatlı mahluklar, bu cemalli mevcudat, hiç durmayarak gelip gidiyorlar; kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğunun pek çok kuvvetli delilleri Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş.”(243)

“Bir dakika küfür, bin bir esma-i İlahîyi inkâr ve nukuşlarını tezyif ve kâinatın hukukuna tecavüz ve kemalâtını inkâr ve hadsiz delail-i vahdaniyeti tekzib ve şehadetlerini reddetmek olduğundan.. kâfiri, binler seneden ziyade esfel-i safilîne atar,

hâlidîn’de hapseder.”(262)

“Koca bahar bir çiçektir, Cennet dahi bir çiçek gibidir, o mertebenin mazharlarıdırlar. Ve âlem güzel ve büyük bir insan ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı herbiri manen güzel bir insan hükmünde, bu mertebenin gösterdiği esmayı safahatıyla gösteriyor.”(276)

“Bu esma-i mübareke dürbünleri ile, mevcudattaki cilveleri altında ef’al-i İlahiye ve âsârına bakmakla, Müsemma-i Zülcelal’e intikal edilir. “(285)

“İsm-i Kuddüs’ün bir mazharı ve bir cilvesi olan fiil-i tanzif ve tathir dahi, o Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un hem güneş gibi mevcudiyetini, hem gündüz gibi vahdaniyetini gösteriyorlar. Ve mezkûr tanzim, tevzin, tezyin, tanzif misillü o ef’al-i hakîmane, a’zamî dairede vahdet-i nev’iyeleri noktasında bir tek Sâni’-i Vâhid’i gösterdikleri gibi; esma-i hüsnanın ekserisinin, belki bin bir esmanın her birinin böyle birer cilve-i a’zamı, bu daire-i a’zamda vardır. Ve o cilveden gelen fiil, büyüklüğü nisbetinde vuzuh ve kat’iyyetle Vâhid-i Ehad’i gösterir.”(288)

“Ekser esma-i hüsnanın herbiri, risalet-i Ahmediyeye birer parlak bürhandır.”(298)

“Evet hayatın öyle bir câmiiyeti var; âdeta umum kâinata tecelli eden ekser esma-i hüsnayı kendinde gösteren bir câmi’ âyine-i ehadiyettir.”(318)

“Şuunat-ı kudsiye o Hayat-ı Akdes’te var ki, o şuunat böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallakıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.”(328)

“Elbette Cemil-i Mutlak olan Zât-ı Kayyum-u Zülcelal’in binbir esma-i hüsnasından her bir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delaletiyle ve nakışlarının işaretiyle, her birisinin her bir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki her bir ismin her bir mertebesinde hadsiz enva’-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemile vardır.”(329)

“Esma-i hüsnanın umumunda, her birisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuunat-ı İlahiyeye medar olduklarından, hallakıyet-i daimeyi iktiza ederler.”(331)

“İsm-i Kuddüs’ün cilve-i a’zamına bak ki; kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pâk, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki; bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemil-i Mutlak’ın hadsiz derecede cemal-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasına münasib olacak güzel âyineler şeklini vermiştir.”(333)

“Zât-ı Hayy-ı Kayyum, insana bütün esmasını ihsas etmek ve bütün enva’-ı ihsanatını tattırmak için öyle iştihalı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz enva’-ı mat’umatıyla kerimane doldurmuş.”(334)

“Ve insaniyet midesinden sonra hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve iman akidelerini, çok rızk ister bir manevî mide hükmüne getirip, onun rızk sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esma-i İlahiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile İsm-i Rahman’ı ve İsm-i Hakîm’i en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder. “Elhamdülillahi alâ Rahmaniyyetihi ve alâ Hakîmiyyetihi” der ve hakeza.. bu manevî mide-i kübra ile hadsiz nimet-i İlahiyeden istifade edebilir ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlahiye zevkinin daha başka bir dairesi var.”(334)

“İnsan kendi acz-i mutlakıyla, Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecatını; ve aczin dereceleriyle, kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve za’fıyla onun kuvvetini anlamaktır. Ve hakeza..”(335)

“İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır.”(335)

“Ebedî bir cemal, fâni bir müştaka ve zâil bir dosta razı olmaz.”(336)

“Ey şiddet-i zuhurundan gizlenmiş ve ey azamet-i kibriyasından istitar etmiş olan Zât-ı Akdes! Zeminin bütün takdisat ve tesbihatıyla; seni kusurdan, aczden, şerikten takdis ve bütün tahmidat ve senalarıyla sana hamd ve şükrederim.”(343,348,351)

“Nebatat ve eşcar seni tanıyorlar, senin sıfât-ı kudsiyeni ve esma-i hüsnanı bildiriyorlar..”(348)

“Senin o sadık elçilerin ve o doğru dellâl-ı saltanatının -hakkalyakîn, aynelyakîn, ilmelyakîn suretinde- senin uhrevî rahmet hazinelerine ve âlem-i bekada ihsanatının definelerine ve dâr-ı saadette tamamıyla zuhur eden güzel isimlerinin hârika güzel cilvelerine şehadet, işaret, beşaret ederler.”(353)

İŞARAT – ÜL İ’CAZ

“Cenab-ı Hakk’ın ismi, Zât-ı Akdes’ine ayn olduğu cihetle; lafza-i celal, sıfât-ı ayniyeye işarettir.”(15)

“Cenab-ı Hak insanı kâinata câmi’ bir nüsha ve on sekiz bin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak yaratmıştır. Ve esma-i hüsnadan her birisinin tecelligâhı olan her bir âlemden bir örnek, bir nümune, insanın cevherinde vedîa bırakmıştır.”(17)

“Cenab-ı Hakk’ın sıfat-ı ezeliye âleminde biri celalî, diğeri cemalî iki türlü tecellisi vardır. Celal ile Cemal’in sıfat-ı ef’al âleminde tecellisinden; lütuf ve kahr, hüsün ve heybet tezahür eder.”(70)

“ kelimesinin ile vasıflandırılması Cenab-ı Hakk’ın marifeti, hakikatıyla olmayıp ancak ef’al ve âsârıyla olduğuna işarettir.”(110)

“Ne zâtında ve ne sıfâtında ve ne ef’alinde şeriki, şebihi yoktur.”(117)

“İnsan, ebed için yaratılmıştır. Onun hakikî lezzetleri, ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umûr-u ebediyededir.”(166)

“Allah’ın sun’una, ef’aline, kelâmına, temsilâtına, üslûblarına; inayet ve rububiyetini mülâhaza etmekle beraber Allah’ın canibinden bakmak lâzımdır. Bu bakış da ancak nur-u imanla olur.“(184)

“ Cenab-ı Hakk’ın ef’ali hikmetlerden, maslahatlardan hâlî değildir.”(236)

“Müslümanlığın esasatı; teslisiyet ve Allah’ın tecessüdiyetini ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Bu mutasavvıfane akideler üç kuvvetli uluhiyetin mevcudiyetini ve Mesih’in Allah’ın oğlu -hâşâ- olduğunu öğretmektedir.”(Edvard Gibbon)(249)

MEKTUBAT

“Evet. Dünyanın fâni yüzüne karşı olan aşk-ı mecazî, eğer o âşık, o yüzün üstündeki zeval ve fena çirkinliğini görüp ondan yüzünü çevirse, bâki bir mahbub arasa, dünyanın pek güzel ve âyine-i esma-i İlahiye ve mezraa-i âhiret olan iki diğer yüzüne bakmağa muvaffak olursa, o gayr-ı meşru mecazî aşk, o vakit, aşk-ı hakikîye inkılaba yüz tutar.”(10,bAK.11,30)

“Şu kâinattaki dehşet-engiz ve hayret-nüma hadsiz faaliyet, iki kısım esma-i İlahiyeye istinad ederek iki hikmet-i vâsia içindir ki, her bir hikmeti de nihayetsizdir:

Birincisi: Cenab-ı Hakk’ın esma-i hüsnasının hadd ü hesaba gelmez enva’-ı tecelliyatı var. Mahlukatın tenevvüleri, o tecelliyatın tenevvüünden geliyor. O esma ise, daimî bir surette tezahür isterler. Yani, nakışlarını göstermek isterler. Yani nakışlarının âyinelerinde cilve-i cemallerini görmek ve göstermek isterler. Yani, kâinat kitabını ve mevcudat mektubatını ânen fe-ânen tazelendirmek isterler. Yani, yeniden yeniye manidar yazmak ve her bir mektubu, Zât-ı Mukaddes ve Müsemma-yı Akdes ile beraber, bütün zîşuurların nazar-ı mütalaasına göstermek ve okutturmak iktiza ederler.

İkinci sebeb ve hikmet: Nasılki mahlukattaki faaliyet bir iştiha, bir iştiyak, bir lezzetten geliyor. Ve hattâ her bir faaliyette kat’iyyen lezzet vardır; belki her bir faaliyet, bir nevi lezzettir. Öyle de Vâcib-ül Vücud’a lâyık bir tarzda ve istiğna-i zâtîsine ve gına-i mutlakına muvafık bir surette ve kemal-i mutlakına münasib bir şekilde hadsiz bir şefkat-i mukaddese ve hadsiz bir muhabbet-i mukaddese var. Ve o şefkat-i mukaddese ve o muhabbet-i mukaddeseden gelen hadsiz bir şevk-i mukaddes var. Ve o şevk-i mukaddesten gelen hadsiz bir sürur-u mukaddes var. Ve o sürur-u mukaddesten gelen -tabir caiz ise- hadsiz bir lezzet-i mukaddese var. Hem o lezzet-i mukaddeseden gelen hadsiz terahhumdan, mahlukatın faaliyet-i kudret içinde ve istidadları kuvveden fiile çıkmasından ve tekemmül etmesinden neş’et eden memnuniyetlerinden ve kemallerinden gelen ve Zât-ı Rahman-ı Rahîm’e ait -tabir caiz ise- hadsiz memnuniyet-i mukaddese ve hadsiz iftihar-ı mukaddes vardır ki, hadsiz bir surette, hadsiz bir faaliyeti iktiza ediyor.

İşte şu hikmet-i dakikayı felsefe ve fen ve hikmet bilmediği içindir ki, şuursuz tabiatı ve kör tesadüfü ve camid esbabı; şu gayet derecede alîmane, hakîmane, basîrane faaliyete karıştırmışlar, dalalet zulümatına düşüp nur-u hakikatı bulamamışlar.”(79-80,Bkn.78)

“Ehadiyet ise; her bir şeyde, Hâlık-ı Külli Şey’in ekser esması tecelli ediyor demektir.”(216)

“Vâcib-ül Vücud’un mahiyet-i kudsiyesi, mahiyat-ı mümkinat cinsinden değildir. Belki bütün hakaik-i kâinat, o mahiyetin esma-i hüsnasından olan Hak isminin şualarıdır.”(230)

“İmanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlahiye adedince vahdet alâkaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.”(243)

“Sâni’-i Zülcelal her bir nevi mevcudatın mahiyetini birer model ittihaz ederek ve nukuş-u esmasıyla kemalât-ı san’atını göstermek için; her bir şey’e hususan zîhayata, duygularla murassa’ bir vücud libasını giydirerek, üstünde kalem-i kaza ve kaderle nakışlar yapar; cilve-i esmasını gösterir. Her bir mevcuda dahi, ona lâyık bir tarzda bir ücret olarak; bir kemal bir lezzet, bir feyz veriyor.”(264,Bak.266-267)

“Bütün esmanın birer birer muktezası vardır. İşte her bir zîhayat hayatıyla ve vücuduyla o esmanın muktezasını göstermekle beraber, cihazatı adedince Sâni’-i Hakîm’e tesbihat yapıyorlar.”(273,Bkn.272)

“Bütün hububat, tohumlar lisan-ı istidad ile Fâtır-ı Hakîm’e dua ederler ki: “Senin nukuş-u esmanı mufassal göstermek için, bize neşv ü nema ver, küçük hakikatımızı sünbülle ve ağacın büyük hakikatına çevir.”(277)

“Nasıl Cenab Hakk’ın zât ve sıfâtında nazir ve şebih ve misli yoktur; öyle de şuunat-ı rububiyetinde misli yoktur. Sıfâtı nasıl mahlukat sıfâtına benzemiyor, muhabbeti dahi benzemez.”(283)

“Elbette esmasındaki ism-i a’zam tecellisiyle, bütün kâinata nisbeten mümtaz ve mükemmel bir ferdi halkedecek. Esmasında bir ism-i a’zam olduğu gibi, masnuatında da bir ferd-i ekmel bulunacak ve kâinata münteşir kemalâtı o ferdde cem’edip, kendine medar-ı nazar edecek. O ferd her halde zîhayattan olacaktır.”(284-285)

“Kâinattaki tecelli eden her bir isim, bütün isimleri kendi müsemmasına isnad eder ve onun ünvanları olduğunu isbat eder. Çünki kâinatta tecelli eden isimler, devair-i mütedâhile gibi ve ziyadaki elvan-ı seb’a gibi birbiri içine giriyor, birbirine yardım ediyor, birbirinin eserini tekmil ediyor, tezyin ediyor.”(310,Bkn.385)

“Onsekiz bin âlemin her birinin ışığı, birer ism-i İlahî olduğunu bana kanaat verecek bir vakıa-ı kalbiye-i hayaliyeyi gördüm. Şöyle ki:

Birbirine sarılı çok yapraklı bir gül goncası gibi, şu âlem binler perde perde içinde sarılı, birbiri altında saklı âlemleri bu âlem içinde gördüm. Her bir perde açıldıkça, diğer bir âlemi görüyordum.”(283.Bkn.Sikke-i Tasdik-i Ğaybi.246)

“Bu ulûm-u imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz.”(399)

“İkinci meşreb; âfâktan başlar, o daire-i kübranın mezahirinde cilve-i esma ve sıfâtı seyredip, sonra daire-i enfüsiyeye girer. Küçük bir mikyasta, daire-i kalbinde o envârı müşahede edip, onda en yakın yolu açar. Kalb, âyine-i Samed olduğunu görür, aradığı maksada vâsıl olur.”(418)

“Esma-i İlahînin nasılki tecelliyatı, Arş-ı A’zam dairesinden tâ bir zerreye kadar cilveleri var ve o esmaya mazhariyet de, o nisbette tefavüt eder. Öyle de mazhariyet-i esmadan ibaret olan meratib-i velayet dahi öyle mütefavittir.”(419)

“Mazharların ve makamların kabiliyetine göre kelâm-ı Rabbanî; yetmiş bin perdede telemmu’ eden ayrı ayrı cilve-i hitab-ı Rabbanîdir.”(419,Bkn.232)

“83- İnsanlarda veli, Cum’ada dakika-i icabe, Ramazanda Leyle-i Kadir, Esma-i Hüsnada İsm-i A’zam, ömürde ecel meçhul kaldıkça; sair efrad dahi kıymetdar kalır, ehemmiyet verilir. Yirmi sene mübhem bir ömür, nihayeti muayyen bin sene ömre müreccahtır.”(448)

MESNEVİ-İ NURİYE

“Sâni’-i âlemin her şeyi içine almış ve her şeyi istilâ ve istiab etmiş bir rahmet-i vasiası vardır.”(36)

“Evet kâinat o Hâlık’ın nurunun gölgesi, esmasının tecelliyatı, ef’alinin âsârıdır.”(56)

“Maahaza o İlahî sofradaki eşya yalnız insan ve hayvanların lezzet ve zevklerinin tatmini için değildir. Her bir ferd-i müstehlikte zevilhayata ait cüz’î faidelerden başka esma-i İlahiyenin tecelliyatına ve faaliyetteki esrar ve şuunatına ait gayr-ı mütenahî hikmetler, gayeler vardır.”(102)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın ef’ali birbirine münasib, âsârı birbirine müşabih, esması birbirine âyine ve ma’kes, sıfatı birbirine mütedâhil, şuunatı memzuc ise de, her birisi için hususî bir tavır, bir hal vardır ki, maksud-u bizzât o hususî tavırdır. Sair tavırlar ise, tebaîdirler.”(128)

“Senin latifelerin içinde öyle bir latife var ki, ebedden ve ebedî zâttan başkasına razı olamaz. Ondan başkasına teveccüh edemiyor, masivasına tenezzül etmez. Bütün dünyayı ona versen, o fıtrî ihtiyacı tatmin edemez. O şey ise, senin duygularının ve latifelerinin sultanıdır. Fâtır-ı Hakîm’in emrine muti’ olan o sultanına itaat et, kurtul!..”(136)

“Senin şu hayatının gayesi, neticesi; o Mâlik’in esmasına ve şuunatına bir mazhariyettir.”(142) “

Esma-i İlahiyenin her birisinin bir güneş gibi kalbden Arş’a kadar cilveleri var. Kalb de bir Arş’tır, fakat “Ben de Arş gibiyim” diyemez.”(156)

“Esma-i İlahiyeden birisinin hayt-ı şuaıyla temessük et ki, adem deryasına düşmeyesin.”(168)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanın hilkatinden maksad, mahfî hazine-i İlahiyeyi keşif ile göstermek ve Kadîr-i Ezelî’ye bir bürhan, bir delil, bir ma’kes-i nuranî olmakla cemal-i ezelînin tecellisi için şeffaf bir mir’at, bir âyine olmaktır. Hakikaten semavat, arz ve cibalin hamlinden âciz kaldıkları emaneti insan hamlettiği cihetle cilâlanmış, cilvelenmiş bir şekle girmiştir. Çünki o emanetin mazmunlarından biri de insanın sıfât-ı İlahiyeyi fehmetmek için bir vâhid-i kıyasî vazifesini görmektir.”(168)

“Evet Allah ilmi, iradesi, kudreti ve sair sıfatıyla muhittir. Daire-i ihatasından hariç bir şey yoktur.”(171)

“Kur’an’ın kâinattan yaptığı bahis, Hâlık’ın sıfatlarını isbat ve izah içindir.”(177)

“Cenab-ı Hakk’ın iktizaları, hükümleri mütegayir bazı esmaları vardır.”(187)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Esma-i hüsnayı tazammun eden bazı fezlekeler ile âyetlere hâtime verilmekte ne gibi bir sır vardır?

Evet Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, bazan âyât-ı kudreti âyetlerde basteder. Sonra içerisinden esmayı çıkarır. Bazan mensucat toplar gibi açar dağıtır. Sonra toplar, esmada tayyeder. Bazan da ef’alini tafsil ettikten sonra isimler ile icmal eder. Bazan da halkın a’malini tehdidane söyler. Sonra rahmete işaret eden isimler ile teselli eder. Bazan da bazı makasıd-ı cüz’iyeyi zikrettikten sonra o makasıdı takdir ve isbat için bürhan olarak kavaid-i külliye hükmünde olan isimleri zikrediyor. Bazan da maddî cüz’iyatı zikreder. Sonra esma-i külliye ile icmal eder ve hâkeza…”(188)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanı fıtraten bütün hayvanlara tefevvuk ettiren câmiiyetinin meziyetlerinden biri, zevilhayatın Vâhib-ül Hayat’a olan tahiyye ve tesbihlerini fehmetmektir. Yani insan kendi kelâmını fehmettiği gibi, iman kulağıyla zevilhayatın da, belki cemadatın da bütün tesbihlerini fehmeder.”(193)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Hayat-ı insaniyenin vezaifinden biri de kendi cüz’î sıfatlarını şuunatını, Hâlıkın küllî sıfatlarını, şuunatını fehmetmek için bir mikyas yapmaktır.”(199)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsandaki kusur sonsuz olduğu gibi, acz, fakr ve ihtiyacına da nihayet yoktur. İnsana tevdi edilen açlık ile nimetlerin lezzetleri tebarüz ettiği gibi; insandaki kusur, kemalât-ı Sübhaniye derecelerine bir mirsaddır. İnsandaki fakr, gına-i rahmetin derecelerine bir mikyastır. İnsandaki acz, kudret ve kibriyasına bir mizandır. İnsandaki tenevvü-ü hacat, enva’-ı niam ve ihsanatına bir merdivendir. Öyle ise fıtratından gaye ubudiyettir. Ubudiyet ise, dergâh-ı izzetine kusurlarına “Estağfirullah” ve “Sübhanallah” ile ilân etmektir.”(203)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın “A’lem, Ekber, Erham, Ahsen” gibi esma ve sıfât ve ef’alinde kullanılan ism-i tafdil tevhide naks değildir. Çünki maksad, bizzât ve hakikî bir mevsufu gayr-ı hakikî veya aklî bir imkânla veya vehmî bir mevsufla tafdil etmektir.

Ve keza izzet-i İlahiyeye de münafî değildir. Çünki maksad, sıfat ve ahval-i İlahiye ile mahlukatın sıfat ve ef’ali arasında bir müvazene yapmak değildir. Yani, ikisini bir seviyede tuttuktan sonra, bunu ona tafdil etmek değildir ki, sıfat-ı İlahiyeye bir naks olsun.

Evet masnuattaki kemalât, Cenab-ı Hakk’ın kemalinden in’ikas eden bir gölge olduğuna nazaran, masnuat, sıfât-ı İlahiye ile müvazene hakkına mâlik değildir.

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği manalar ile bütün sıfat-ı kemaliyeye Lafza-i Celal olan “Allah” bil’iltizam delalet eder. Sair ism-i haslar yalnız müsemmalarına delalet eder. Sıfatlara delaletleri yoktur. Çünki sıfatlar, müsemmalarına cüz olmadığı gibi aralarında lüzum-u beyyin de yoktur. Bu itibarla ne tazammunen ve ne iltizamen sıfatlara delaletleri yoktur.”(215)

“İ’lem Eyyühel-Aziz! Cenab-ı Hakk’ın günahkârları afvetmesi fazldır, tazib etmesi adldir.”(217)

ŞUALAR

“Daire-i kesretin müntehasında ve en dağınık cüz’iyatında, sırr-ı vahdetle bin bir esma-i İlahiye, zîhayat denilen küçücük mektublarda temerküz edip açık okunduğundan, o Sâni’-i Hakîm zîhayat nüshalarını çok teksir ediyor. Ve bilhassa zîhayatlardan küçüklerin taifelerini pek çok tarzda nüshalarını teksir eder ve her tarafa neşreder.(9)

“(Zeval ve Fena)Ve esma-i hüsnanın çok hasna ve güzel cilvelerini tazelendirmek için âlem-i gaybdan gelip, âlem-i şehadette vazifedarane bir seyerandır, bir cevelandır.”(15)

“Kâinatta görünen binlerle ef’al-i umumiyenin ve cilveleri görünen yüzer esma-i İlahiyenin her birinin hem hâkimiyeti, hem kibriyası, hem kemali, hem ihatası, hem ıtlakı, hem nihayetsizliği; vahdetin ve tevhidin gayet kuvvetli birer bürhanıdırlar.”(17)

“Her bir fiil-i rububiyet ve her bir cilve-i esma-i Uluhiyet, o derece fevkalâde kuvvetleri, eserlerinde görünüyor ki; eğer hikmet-i âmme ve adalet-i mutlaka olmasa idi ve onları durdurmasa idi, her biri umum mevcudatı istilâ edecekti.”(18)

“Evet bu kâinat, bin birlikler perdeleri içinde sarılı bir gül goncası gibidir. Belki esma ve ef’al-i umumiye-i İlahiyenin adedince vahdetleri giymiş bir tek insan-ı ekberdir.”(24)

“Evet nihayet derecede hüsün ve cemalleri bulunan esma-i hüsnanın güzel cilveleriyle, kâinatın her bir nev’i, hattâ herbir ferdi, kabiliyetine göre öyle bir hüsne mazhar olmuşlar ki; Hüccet-ül İslâm İmam-ı Gazalî demiş: Yani: “Daire-i imkânda bu mükevvenattan daha bedi’ daha güzel yoktur.”(25)

“Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-ı Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım.”(57)

“Herbir nev’in ve cinsin efradı, a’za-i nev’iye ve cinsiyede tevafukları nasıl delalet eder ki Sâni’leri birdir, vâhiddir, ehaddir.. öyle de: Yüzlerinin sîmaları hikmetli bir tarzda birbirinden farikalı ve ayrı olması kat’î delalet eder ki: O Sâni’-i Vâhid-i Ehad, bir fâil-i muhtardır. İrade ve ihtiyar ve meşiet ve kasd ile herşeyi yaratır.”(550)

“Herbir isminde sonsuz nimetler bulunduğu için sonsuz hamdleri, şükürleri istilzam eder.”(638)

ASA – YI MUSA

“Yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dûrbînli gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.”(25)

“Ahireti Allah’tan soruyoruz. O da bütün gönderdiği elçileriyle ve fermanlarıyla ve bütün isimleriyle ve sıfatlarıyla “Evet âhiret vardır ve sizi oraya sevkediyorum.” ferman ediyor.”(27)

“Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın gördüğü bütün vazifelerini ve esma-i İlahiyeye karşı ettiği bütün fıtrî tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşir olabilen bütün sahaif-i a’mallerini, zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelal’in dest-i hikmetine teslim eder. Hüve’l-Âhir ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.”(34)

“Esma-i İlahiyenin en cem’iyetli âyinesi cismaniyettedir.”(45)

SİKKE-İ TASDİK-İ ĞAYBİ

“İkinci Cihet: Îman, yalnız icmâlî ve taklidî bir tasdika münhasır değil; bir çekirdekten, tâ büyük hurma ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misâlî güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları olduğu gibi, îmanın o derece kesretli hakikatları var ki, binbir Esmâ-i İlâhiyye ve sair erkân-ı îmaniyenin kâinat hakikatlarıyla alâkadar çok hakikatları var ki, “Bütün ilimlerin ve mârifetlerin ve kemalât-ı insaniyenin en büyüğü îmandır ve îman-ı tahkikîden gelen tafsilli ve bürhanlı mârifet-i kudsiyedir.” diye ehl-i hakikat ittifak etmişler.”(207)

“Bin bir ism-i İlâhînin kâinata müteveccih olan o esmadan her biri bir âlemi ve o âlem içindeki âlemleri tenvir eder bir güneş hükmünde ve sırr-ı Ehadiyet cihetiyle her bir ismin cilvesi içinde sâir isimlerin cilveleri dahi bir derece görünüyordu.”(247)

MEHMET ÖZÇELİK /ADIYAMAN




E S M A V E S I F A T (1)

E S M A V E S I F A T (1)

ESMA VE SIFAT : (SÖZLER-DEN) “Her şeyde aşikâre, vahdaniyetin çok delilleri var.”(söz.55)

“Bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?”(56)

“Kurûn-u sâlifede cereyan eden âsi ve mütemerrid kavimlere gelen azablar gösteriyor ki: İnsan başı boş değil, bir celal ve gayret sillesine her vakit maruzdur.”(59)

“Demek hüsün ve cemal, görmek ve görünmek ister.”(62)

“Acaba hiç kabil midir ki: İnsan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahid olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahidlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip, rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hâyır ve aslâ!..”(70)

“İnsan çendan bütün esmaya mazhar ve bütün kemalâta müstaiddir.”(311)

“Cenab-ı Hak ezelîdir, ebedîdir, evvel ve âhirdir. Hiçbir cihette ne zâtında, ne sıfâtında, ne ef’alinde naziri, küfvü, şebihi, misli, misali, mesîli yoktur. Yalnız ef’alinde, şuununda teşbihi ifade eden mesel var): “(383,433,569)

“(Mi’raç yolculuğu ile alakalı olarak)Bu seyahat-ı cüz’iyede bir seyr-i umumî ve bir urûc-u küllî var ki; tâ Sidret-ül Münteha’ya, tâ Kab-ı Kavseyn’e kadar meratib-i külliye-i esmaiyede gözüne, kulağına tesadüf eden âyât-ı Rabbaniyeyi ve acaib-i san’at-ı İlahiyeyi işitmiş, görmüştür, der.”(525,398)

“(Kur’an)Hem bütün esma-i hüsnanın iktiza ettikleri ahkâmları cem’etmiş, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmiş.”(409)

“Her cihetle mu’cizatlı bu Kur’an, surelerinin icmaıyla ve âyâtının ittifakıyla ve esrar ve envârının tevafukuyla ve semerat veBir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır. âsârının tetabukuyla bir tek Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına deliller ile isbat suretinde öyle şehadet etmiş ki; bütün ehl-i imanın hadsiz Sâni’-i Zülcelal’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delalet ederler. şehadetleri, onun şehadetinden tereşşuh etmişler.”(419)

“Madem hayat, esma-i hüsnanın nukuşunu gösterir. Hayatın başına gelen her şey hasendir.”(441)

“ Zira bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, her şeyi bulur.”(447)

“Bir çiçek, kendince bir nakş-ı san’atı gösterip, lisan-ı haliyle esma-i Fâtır’ı zikrettiği gibi; küre-i arz bahçesi dahi, bir çiçek hükmündedir. Gayet muntazam küllî vazife-i tesbihiyesi vardır.”(480)

“Sâni’-i Zülcelal’in dahi -Onuncu Söz’de kat’iyyen isbat edildiği üzere- Hakîm, Rahîm, Hafîz, Âdil gibi ekser esma-i hüsnası, haşir ve kıyametin gelmesini ve saadet-i ebediyenin vücudunu iktiza ederler ve saadet-i ebediyenin tahakkukuna kat’î delalet ederler.”(492)

“Evet Cennet-Cehennem, şecere-i hilkatten ebed tarafına uzanıp eğilerek giden dalının iki meyvesidir ve şu silsile-i kâinatın iki neticesidir ve şu seyl-i şuunatın iki mahzenidir ve ebede karşı cereyan eden ve dalgalanan mevcudatın iki havzıdır ve lütuf ve kahrın iki tecelligâhıdır ki; dest-i kudret bir hareket-i şedide ile kâinatı çalkaladığı vakit, o iki havuz münasib maddelerle dolacaktır.”(499)

“Tahavvül ve tegayyür için zıdları birbirine hikmetle karıştırdı ve karşı karşıya getirdi. Zararları menfaatlara mezcederek, şerleri hayırlara idhal ederek, çirkinlikleri güzelliklerle cem’ederek, hamur gibi yoğurarak şu kâinatı tebeddül ve tegayyür kanununa ve tahavvül ve tekâmül düsturuna tabi kıldı. Vaktaki meclis-i imtihan kapandı. Tecrübe vakti bitti. Esma-i hüsna hükmünü icra etti. Kalem-i kader, mektubatını tamamıyla yazdı. Kudret, nukuş-u san’atını tekmil etti. Mevcudat, vezaifini îfa etti. Mahlukat, hizmetlerini bitirdi. Herşey, manasını ifade etti.”(499)

“Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, çünki ism-i a’zama mazhardır ve nübüvveti umumîdir ve bütün esmaya mazhardır.”(529)

“Ağacın tedbirini gören zât, o tedbir ile alâkadar bütün esmasıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gayesi olan her bir semereye müteveccihtir.”(574)

“ Şu seyl-i kâinattaki muvakkat parlayan mehasin ve kemalât, bir Şems-i Sermedî’nin lemaat-ı cemal-i esmasıdır.”(580)

“ Ehadiyet ve samediyet-i İlahiye, herbir şeyde, hususan zîhayatta, hususan insanın mahiyet âyinesinde bütün esmasıyla bir cilvesi olduğu gibi; vahdet ve vâhidiyet cihetiyle dahi, mevcudat ile alâkadar her bir ismi bütün mevcudatı ihata ediyor.”(9)

“Bu kâinatın daire-i kübrasında binbir İsm-i İlahî’nin cilvesinden uzanan nuranî atkılar, kâinat sîmasında öyle bir sikke-i Rahmet içinde bir hâtem-i rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtem-i inayeti nescediyor ki, Güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.”(11)

“Evet zeminin yüzünde öyle bir hâtem-i rahmet ve sikke-i ehadiyet bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin sîmasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki, küre-i arz sîmasındaki sikke-i merhamet ve kâinat sîmasındaki sikke-i uzma-yı rahmetten daha aşağı değil. Âdeta binbir ismin cilvesinin bir nokta-i mihrakiyesi hükmünde bir câmiiyeti var.”(11)

“İnsan, ism-i Rahman’ı tamamıyla gösterir bir surettedir. Evet sâbıkan beyan ettiğimiz gibi, kâinatın sîmasında binbir ismin şualarından tezahür eden ism-i Rahman göründüğü gibi, zemin yüzünün sîmasında rububiyet-i mutlaka-i İlahiyenin hadsiz cilveleriyle tezahür eden ism-i Rahman gösterildiği gibi, insanın suret-i câmiasında küçük bir mikyasta zeminin sîması ve kâinatın sîması gibi yine o ism-i Rahman’ın cilve-i etemmini gösterir demektir.”(13)

“Bütün vâlidelerin şefkatleri, ancak bir lem’a-i tecelli-i rahmettir.”(29)

“Evet her bir namazın vakti, mühim bir inkılab başı olduğu gibi, azîm bir tasarruf-u İlahînin âyinesi ve o tasarruf içinde ihsanat-ı külliye-i İlahiyenin birer ma’kesi olduğundan, Kadîr-i Zülcelal’e o vakitlerde daha ziyade tesbih ve ta’zim ve hadsiz nimetlerinin iki vakit ortasında toplanmış yekûnüne karşı şükür ve hamd demek olan namaza emredilmiştir.”(37)

“Fecir zamanı, tulûa kadar, evvel-i bahar zamanına, hem insanın rahm-ı madere düştüğü âvânına, hem semavat ve arzın altı gün hilkatinden birinci gününe benzer ve hatırlatır ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ihtar eder.

Zuhr zamanı ise, yaz mevsiminin ortasına, hem gençlik kemaline, hem ömr-ü dünyadaki hilkat-ı insan devrine benzer ve işaret eder ve onlardaki tecelliyat-ı rahmeti ve füyuzat-ı nimeti hatırlatır.

Asr zamanı ise, güz mevsimine, hem ihtiyarlık vaktine, hem âhirzaman Peygamberinin (Aleyhissalâtü Vesselâm) asr-ı saadetine benzer ve onlardaki şuunat-ı İlahiyeyi ve in’amat-ı Rahmaniyeyi ihtar eder.

Mağrib zamanı ise, güz mevsiminin âhirinde pek çok mahlukatın gurubunu, hem insanın vefatını, hem dünyanın kıyamet ibtidasındaki harabiyetini ihtar ile, tecelliyat-ı celaliyeyi ifham ve beşeri gaflet uykusundan uyandırır, ikaz eder.

İşâ’ vakti ise, âlem-i zulümat, nehar âleminin bütün âsârını siyah kefeni ile setretmesini, hem kışın beyaz kefeni ile ölmüş yerin yüzünü örtmesini, hem vefat etmiş insanın bâkiye-i âsârı dahi vefat edip nisyan perdesi altına girmesini, hem bu dâr-ı imtihan olan dünyanın bütün bütün kapanmasını ihtar ile Kahhar-ı Zülcelal’in celalli tasarrufatını ilân eder.”(38-39)

“Hem hiç mümkün olur mu ki; nihayet derecede bir hüsn-ü zâtî sahibi, cemalinin mehasinini ve hüsnünün letaifini âyinelerde görmek ve göstermek istemesin! Yani bir habib resul vasıtasıyla ki; hem habibdir, ubudiyetiyle kendini ona sevdirir, âyinedarlık eder. Hem resuldür; onu mahlukatına sevdirir, cemal-i esmasını gösterir.”(56)

“Hem mümkün olur mu ki; bu kâinatı bütün esmasının kemalâtını ifade eden masnuatla tezyin ederek seyir için garib ve ince san’atlarla süslenilmiş bir saraya benzetsin de, rehber bir muallim tayin etmesin?”(56)

“Hem hatıra gelmesin ki: Kısacık bir ömürde nasıl ebedî bir azaba müstehak olur? Zira küfür; şu mektubat-ı Samedaniye derecesinde ve kıymetinde olan kâinatı manasız, gayesiz bir derekeye düşürdüğü için, bütün kâinata karşı bir tahkir olduğu gibi; bu mevcudatta cilveleri, nakışları görünen bütün esma-i kudsiye-i İlahiyeyi inkâr ile red ve Cenab-ı Hakk’ın hakkaniyet ve sıdkını gösteren gayr-ı mütenahî bütün delillerini tekzib olduğundan nihayetsiz bir cinayettir. Nihayetsiz cinayet ise, nihayetsiz azabı îcab eder…”(57)

“Evet şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü san’at içinde bir hikmeti gösterir.”(60)

“Hem dahi, kâinatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve san’atlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık Güneşi bildirdiği gibi, misilsiz manevî bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafî bir hüsnün letaifini iş’ar ediyor. O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden, esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğunu işaret eder.”(62)

“Nasılki şu âlem bütün mevcudatıyla Sâni’-i Zülcelal’ine kat’î delalet eder; Sâni’-i Zülcelal’in de sıfât ve esma-i kudsiyesi, dâr-ı âhirete delalet eder ve gösterir ve ister.”(63)

“Acaba bütün benî-Âdemi arkasına alıp şu Arz üstünde durup, arş-ı a’zama müteveccihen el kaldırıp, nev-i beşerin hülâsa-i ubudiyetini câmi’ hakikat-ı ubudiyet-i Ahmediye (A.S.M.) içinde dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman olan Fahr-i Kâinat (A.S.M.) ne istiyor, dinleyelim. Bak, kendine ve ümmetine saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, Cennet istiyor. Hem mevcudat âyinelerinde cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor. O esmadan şefaat taleb ediyor, görüyorsun.”(65)

“Hem hiç kabil midir ki o Zât-ı Hakîm, şu insanı bütün mahlukat içinde kendine küllî muhatab ve câmi’ bir âyine yapıp bütün hazain-i rahmetinin müştemilâtını ona tattırsın, hem tarttırsın, hem tanıttırsın, kendini bütün esmasıyla ona bildirsin, onu sevsin ve sevdirsin.. sonra o bîçare insanı o ebedî memleketine göndermesin? O daimî saadetgâha davet edip mes’ud etmesin?”(75)

“ Evet küfür, mevcudatın kıymetini iskat ve manasızlıkla ittiham ettiğinden, bütün kâinata karşı bir tahkir ve mevcudat âyinelerinde cilve-i esmayı inkâr olduğundan bütün esma-i İlahiyeye karşı bir tezyif ve mevcudatın vahdaniyete olan şehadetlerini reddettiğinden bütün mahlukata karşı bir tekzib olduğundan; istidad-ı insanîyi öyle ifsad eder ki, salah ve hayrı kabule liyakatı kalmaz. Hem bir zulm-ü azîmdir ki, umum mahlukatın ve bütün esma-i İlahiyenin hukukuna bir tecavüzdür. İşte şu hukukun muhafazası ve nefs-i kâfir hayra kabiliyetsizliği, küfrün adem-i afvını iktiza eder.

“İnne’ş-şirke le zulmün a’zîm.” [“Muhakkak ki şirk pek büyük bir zulümdür.” Lokman Sûresi, 31:13]şu manayı ifade eder.”(75)

“Bu mevcudatın yüzleri âlem-i manaya müteveccihtir, münasib meyveleri orada veriyor ve gözleri esma-i kudsiyeye dikkat ediyorlar, gayeleri o âleme bakıyor. Ve özleri

dünya toprağı altında, sünbülleri âlem-i misalde inkişaf ediyor. İnsan istidadı nisbetinde burada ekiyor ve ekiliyor, âhirette mahsul alıyor. Evet şu eşyanın esma-i İlahiyeye ve âlem-i âhirete müteveccih yüzlerine baksan göreceksin ki; mu’cize-i kudret olan her bir çekirdeğin bir ağaç kadar gayesi var.”(77)

“Haşir mes’elesi öyle râsih bir hakikattır ki, Küre-i Arzı yerinden kaldıracak, kırıp atacak bir kuvvet o hakikatı sarsamaz. Zira o hakikatı Cenab-ı Hak bütün esma ve sıfâtının iktizası ile tesbit ediyor ve Resul-i Ekrem’i bütün mu’cizat ve berahiniyle tasdik ediyor ve Kur’an-ı Hakîm bütün hakaik ve âyâtıyla onu isbat ediyor ve şu kâinat bütün âyât-ı tekviniye ve şuunat-ı hakîmanesi ile şehadet ediyor.

Belki kâinatın tedbirinde tecelli eden bütün esma-i İlahiye, âhireti iktiza eder, belki istilzam eder.”(80)

“Yeryüzünde bulunan parlak şeylerin Güneşin akisleriyle parlamaları ve denizlerin yüzlerinde kabarcıklar, ziyanın lem’alarıyla parlayıp sönmeleri, arkalarından gelen kabarcıklar, gidenler gibi yine hayalî Güneşçiklere âyinelik etmeleri; bilbedahe gösteriyor ki: O lem’alar, yüksek birtek Güneşin cilve-i in’ikasıdırlar ve Güneşin vücudunu muhtelif diller ile yâdediyorlar ve ışık parmaklarıyla ona işaret ediyorlar. Aynen öyle de: Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un Muhyî isminin cilve-i a’zamı ile berrin yüzünde ve bahrın içindeki zîhayatların kudret-i İlahiye ile parlayıp, arkalarından gelenlere yer vermek için “Ya Hayy” deyip perde-i gaybda gizlenmeleri; bir hayat-ı sermediye sahibi olan Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadetler, işaretler ettikleri gibi, umum mevcudatın tanziminde eseri görünen ilm-i İlahîye şehadet eden bütün deliller ve kâinata tasarruf eden kudreti isbat eden bütün bürhanlar ve tanzim ve idare-i kâinatta hükümferma olan irade ve meşieti isbat eden bütün hüccetler ve kelâm-ı Rabbanî ve vahy-i İlahînin medarı olan risaletleri isbat eden bütün alâmetler, mu’cizeler ve hâkezâ yedi sıfât-ı İlahiyeye şehadet eden bütün delail, bil’ittifak Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına delalet, şehadet, işaret ediyorlar. Çünki nasıl bir şeyde görmek varsa, hayatı da vardır. İşitmek varsa, hayatın alâmetidir. Söylemek varsa, hayatın vücuduna işaret eder. İhtiyar, irade varsa, hayatı gösterir. Aynen öyle de; bu kâinatta âsârıyla vücudları muhakkak ve bedihî olan kudret-i mutlaka ve irade-i şamile ve ilm-i muhit gibi sıfatlar, bütün delailleri ile Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un hayatına ve vücub-u vücuduna şehadet ederler ve bütün kâinatı bir gölgesiyle ışıklandıran ve bir cilvesiyle bütün dâr-ı âhireti zerratıyla beraber hayatlandıran hayat-ı sermediyesine şehadet ederler.”(98-99)

“Her meyvedar ağaç, ve çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var. Esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.”(106)

“(Bahtiyar cemaat)Evet namazın mütenevvi ezkâr ve harekâtıyla işaret ettiği vezaifi, makamatı, mufassalan gördüler.”(111)

“Sâniyen: Esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilveleri olan bedayiine ve parlak eserlerine dellâllık makamında görünmekle “Sübhanallah, Velhamdülillah” diyerek takdis ve tahmid vazifesini îfa ettiler..

Râbian: Esma-i İlahiyenin definelerindeki cevherleri, manevî cihazat mizanlarıyla tartıp bilmek makamında, tenzih ve medih vazifesine başladılar.”(111)

“Amma füccar ve eşrar olan diğer güruh ise: Hadd-i büluğ ile şu âlem sarayına girdikleri vakit, bütün vahdaniyetin delillerine karşı küfür ile mukabele edip ve bütün nimetlere karşı küfran ile mukabele ederek ve bütün mevcudatı kıymetsizlikle kâfirane bir ittiham ile tahkir ettiler ve bütün esma-i İlahiyenin tecelliyatına karşı red ve inkâr ile mukabele ettiklerinden, az bir vakitte nihayetsiz bir cinayet işlediler; nihayetsiz bir azaba müstehak oldular. Evet insana sermaye-i ömür ve cihazat-ı insaniye, mezkûr vezaif için verilmiştir.”(113)

“Âleme tecelli eden esma-i kudsiye-i İlahiyenin bütün tecelliyatının aksamını, birer birer, size o cihazat vasıtasıyla bildirip tattırmaktır. Siz dahi tatmakla tanıyarak iman getirmelisiniz.”(114)

İkincisi: Senin fıtratında vaz’edilen cihazatın anahtarlarıyla esma-i kudsiye-i İlahiyenin gizli definelerini açmaktır, Zât-ı Akdes’i o esma ile tanımaktır.

Üçüncüsü: Şu teşhirgâh-ı dünyada, mahlukat nazarında, esma-i İlahiyenin sana taktıkları garib san’atlarını ve latif cilvelerini bilerek hayatında teşhir ve izhar etmektir.

Beşincisi: Nasıl bir asker, padişahından aldığı türlü türlü nişanları, resmî vakitlerde takıp padişahın nazarında görünmekle onun iltifatat-ı âsârını gösterdiği gibi, sen dahi esma-i İlahiyenin cilvelerinin sana verdikleri letaif-i insaniye murassaatıyla bilerek süslenip o Şahid-i Ezelî’nin nazar-ı şuhud ve işhadına görünmektir..

Şimdi kendi hayatının mahiyetine bak ki, o mahiyetinin icmali şudur:

Esma-i İlahiyeye ait garaibin fihristesi, hem şuun ve sıfât-ı İlahiyenin bir mikyası, hem kâinattaki âlemlerin bir mizanı, hem bu âlem-i kebirin bir listesi, hem şu kâinatın bir haritası, hem şu kitab-ı ekberin bir fezlekesi, hem kudretin gizli definelerini açacak bir anahtar külçesi, hem mevcudata serpilen ve evkata takılan kemalâtının bir ahsen-i takvimidir.”(115-116)

“Esma ve sıfât-ı İlahiyeyi, şuun ve ef’al-i Rabbaniyeyi, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edelim ki; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti, ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor.”(126)

“Yüzer fünundan herbir fen, geniş mikyasıyla ve hususî âyinesiyle ve dûrbînli gözüyle ve ibretli nazarlarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelalini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.”(144)

“Sâni’-i Zülcelal’in esma-i hüsnasından Nur isminin bir kesif âyinesi hükmünde olan güneşin, emr-i Rabbanî ve teshir-i İlahî ile mazhar olduğu vazifeler, şu hakikatı fehme takrib eder. Şöyle ki:

Güneş ulviyetiyle beraber bütün şeffaf ve parlak şeylere nihayet derecede yakın, belki onların zâtlarından onlara daha yakın olduğu, cilvesiyle ve timsaliyle ve tasarrufa benzer çok cihetlerle onları müteessir ettiği halde; o şeffaf şeyler ise, binler sene ondan uzaktırlar. Onu hiçbir vecihle müteessir edemezler, kurbiyet dava edemezler.”(152)

“Madem küfür ve dalalet, tuğyan ve masiyet esasları, inkârdır ve reddir, terktir ve adem-i kabuldür. Suret-i zahiriyede ne kadar müsbet ve vücudlu görünse de, hakikatta intifadır, ademdir. Öyle ise cinayet-i sâriyedir. Sair mevcudatın netaic-i amellerine halel verdiği gibi esma-i İlahiyenin cilve-i cemallerine perde çeker.”(154)

“Bütün âlemlerin Rabbi ve Müdebbiri ve Hâlıkı olan Zât-ı Zülcelal’in, ahkâmları ayrı ayrı pek çok namları ve ünvanları ve esma-i hüsnası vardır.”(164

“ Ezel ve ebed sultanının pek çok esma-i hüsnası vardır. Tecelliyat-ı celaliye ve tezahürat-ı cemaliye ile pek çok şuunatı ve ünvanları vardır.”(165)

“ Acaba, maddeden mücerred ve muallâ ve tahdid-i kayd ve zulmet-i kesafetten münezzeh ve müberra ve şu umum envâr ve bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmasının bir kesif zılali ve umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i misal nim-şeffaf bir âyine-i cemali ve sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhitle tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir, hangi iş ağır gelebilir, hangi şey gizlenebilir, hangi ferd uzak kalabilir, hangi şahsiyet külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir?”(179)

“Dünya, bir kitab-ı Samedanîdir. Huruf ve kelimatı nefislerine değil, belki başkasının zât ve sıfât ve esmasına delalet ediyorlar. Öyle ise manasını bil al, nukuşunu bırak git.

Hem bir mezraadır, ek ve mahsulünü al, muhafaza et; müzahrefatını at, ehemmiyet verme.

Hem birbiri arkasında daim gelen geçen âyineler mecmuasıdır. Öyle ise, onlarda tecelli edeni bil, envârını gör ve onlarda tezahür eden esmanın tecelliyatını anla ve müsemmalarını sev ve zevale ve kırılmaya mahkûm olan o cam parçalarından alâkanı

kes.”(188)

“[Yirmibeş sene evvel Ramazanda ikindiden sonra Şeyh-i Geylanî’nin (K.S.) Esma-i Hüsna manzumesini okudum. Bana bir arzu geldi ki, esma-i hüsna ile bir münacat yazayım. Fakat o vakit bu kadar yazıldı. O kudsî üstadımın mübarek Münacat-ı Esmaiyesine bir nazire yapmak istedim. Heyhat!. Nazma istidadım yok. Yapamadım, noksan kaldı. Bu münacat, Otuzüçüncü Söz’ün Otuzüçüncü Mektub’u olan Pencereler Risalesine ilhak edilmişti. Makam münasebetiyle buraya alındı.]”(205)

“Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.”(209)

“Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor.”(215)

“Hem o nur ile; kâinattaki harekât, tenevvüat, tebeddülat, tegayyürat manasızlıktan ve abesiyetten ve tesadüf oyuncaklığından çıkıp birer mektubat-ı Rabbaniye, birer sahife-i âyât-ı tekviniye, birer meraya-yı esma-i İlahiye ve âlem dahi bir kitab-ı hikmet-i Samedaniye mertebesine çıktılar.”(220)

“İşte o zât, bir saadet-i ebediyenin muhbiri, müjdecisi, bir rahmet-i bînihayenin kâşifi ve ilâncısı ve saltanat-ı rububiyetin mehasininin dellâlı, seyircisi ve künuz-u esma-i İlahiyenin keşşafı, göstericisi olduğundan; böyle baksan -yani ubudiyeti cihetiyle- onu bir misal-i muhabbet, bir timsal-i rahmet, bir şeref-i insaniyet, en nurani bir semere-i şecere-i hilkat göreceksin.”(221)

“Acaba bütün efazıl-ı beni-Âdemi arkasına alıp, Arz üstünde durup, Arş-ı A’zama müteveccihen el kaldırıp dua eden şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebediye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, Cennet istiyor. Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esma-i kudsiye-i İlahiye ile beraber istiyor.”(223)

“Rabbimizi bize tarif eden Kur’an-ı Hakîm;…. Zât ve sıfât ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı nâtıkı, tercüman-ı sâtıı… Şu âlem-i insaniyetin mürebbisi, hikmet-i hakikîsi”(225)

“Kur’an-ı Hakîm, şu kâinattan bahsediyor; tâ, zât ve sıfât ve esma-i İlahiyeyi bildirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlattırıp, tâ Hâlıkını tanıttırsın.”(226)

“Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’ın dava-yı hilafet-i kübrada mu’cize-i kübrası, talim-i esmadır” diyor.

“Ey benî-Âdem! Sizin pederinize, melaikelere karşı hilafet davasında rüchaniyetine hüccet olarak, bütün esmayı talim ettiğimden, siz dahi madem onun evlâdı ve vâris-i istidadısınız. Bütün esmayı taallüm edip, mertebe-i emanet-i kübrada, bütün mahlukata karşı, rüchaniyetinize liyakatınızı göstermek gerektir

Vakit be-vakit başınızı kaldırıp esma-i hüsnama dikkat ederek, o semavata uruc etmek için fünununuzu ve terakkiyatınızı merdiven yapınız. Tâ fünun ve kemalâtınızın menbaları ve hakikatları olan esma-i Rabbaniyeme çıkasınız ve o esmanın dûrbîniyle, kalbinizle Rabbinize bakasınız.

İnsanın câmiiyet-i istidadı cihetiyle mazhar olduğu bütün kemalât-ı ilmiye ve terakkiyat-ı fenniye ve havarik-ı sun’iyeyi “talim-i esma” ünvanıyla ifade ve tabir etmekte şöyle latif bir remz-i ulvî var ki: Herbir kemalin, herbir ilmin, herbir terakkiyatın, herbir fennin bir hakikat-ı âliyesi var ki; o hakikat, bir ism-i İlahîye dayanıyor.

Pek çok perdeleri ve mütenevvi tecelliyatı ve muhtelif daireleri bulunan o isme dayanmakla o fen, o kemalât, o san’at kemalini bulur, hakikat olur. Yoksa yarım yamalak bir surette nâkıs bir gölgedir.”(244)

“Meselâ: Hendese bir fendir. Onun hakikatı ve nokta-i müntehası, Cenab-ı Hakk’ın İsm-i Adl ve Mukaddir’ine yetişip, hendese âyinesinde o ismin hakîmane cilvelerini haşmetiyle müşahede etmektir.

Meselâ: Tıb bir fendir, hem bir san’attır. Onun da nihayeti ve hakikatı; Hakîm-i Mutlak’ın Şâfî ismine dayanıp, eczahane-i kübrası olan rûy-i zeminde rahîmane cilvelerini edviyelerde görmekle tıb kemalâtını bulur, hakikat olur.

Meselâ: Hakikat-ı mevcudattan bahseden Hikmet-ül Eşya, Cenab-ı Hakk’ın (Celle Celalühü) “İsm-i Hakîm”inin tecelliyat-ı kübrasını müdebbirane, mürebbiyane; eşyada, menfaatlarında ve maslahatlarında görmekle ve o isme yetişmekle ve ona dayanmakla şu

hikmet hikmet olabilir. Yoksa, ya hurafata inkılab eder ve malayaniyat olur veya felsefe-i tabiiye misillü dalalete yol açar.

Hem meselâ: Hâtem-i divan-ı nübüvvet ve bütün enbiyanın mu’cizeleri onun dava-i risaletine birtek mu’cize hükmünde olan enbiyanın serveri ve şu kâinatın mâ-bihil iftiharı ve Hazret-i Âdem’e (Aleyhisselâm) icmalen talim olunan bütün esmanın bütün meratibiyle tafsilen mazharı (Aleyhissalâtü Vesselâm) yukarıya celal ile parmağını kaldırmakla şakk-ı Kamer eden ve aşağıya cemal ile indirmekle yine on parmağından kevser gibi su akıtan ve bin mu’cizat ile musaddak ve müeyyed olan Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mu’cize-i kübrası olan Kur’an-ı Hakîm….”(245)

“Evet fıtraten ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ezelî ve ebedî bir zâtın âyinesi olan ve nihayetsiz derecede nazik ve letafetli bulunan zîşuur bir sırr-ı insanî, zînur bir latife-i Rabbaniye; şu kasavetli, ezici ve sıkıntılı, geçici ve zulümatlı ve boğucu olan ahval-i dünyeviye içinde, elbette teneffüse pek çok muhtaçtır ve ancak namazın penceresiyle nefes alabilir.”(251)

“Herbiri birer mu’cize-i kudret olan zîhayatlar, herbiri o Şems-i Ezelî’nin şuaları hükmünde olan esmasının nokta-i mihrakıyesi suretindedir.”(275)

“Bir zîhayat ekser kâinatta cilveleri görünen esmayı birden kendi âyinesinde gösteriyor. Âdeta bir nokta-i mihrakıye hükmünde, Hayy-ı Kayyum’un tecelli-i ism-i a’zamını gösteriyor.”(277)

“Şu kitab-ı kebir-i âlemin herbir harfi, kendine cirmi kadar delalet eder ve kendi sureti kadar gösterir. Fakat Nakkaş-ı Ezelî’nin esmasını, bir kaside kadar tarif eder ve keyfiyetleri adedince işaret parmaklarıyla o esmayı gösterir, müsemmasına şehadet eder. Demek hem kendini, hem bütün kâinatı inkâr eden safsatacı gibi bir ahmak, yine Sâni’-i Zülcelal’in inkârına gitmemek gerektir!..”(278)

“Şu san’atlar, şu nakışlar, şu cilveler; bütün esması kudsiye ve cemile olan bir Zât-ı Cemil-i Zülcelal’in tazelenen san’atlarıdır, tahavvül eden nakışlarıdır, taharrük eden âyineleridir, birbiri arkasından gelen sikkeleridir, hikmetle değişen hâtemleridir.”(283)

“Bedihîdir ki, bir eserde kemal, o eserin menşe ve mebdei olan fiilin kemaline delalet eder. Fiilin kemali ise, ismin kemaline ve ismin kemali, sıfatın kemaline ve sıfatın kemali, şe’n-i zâtînin kemaline ve şe’nin kemali, o zât-ı zîşuunun kemaline, hadsen ve zarureten ve bedaheten delalet eder. Meselâ: Nasılki kusursuz bir kasrın mükemmel olan nukuş ve tezyinatı, arkalarında bir usta ef’alinin mükemmeliyetini gösterir. O ef’alin mükemmeliyeti, o fâil ustanın rütbelerini gösteren ünvanları ve isimlerinin mükemmeliyetini gösterir. Ve o esma ve ünvanlarının mükemmeliyeti, o ustanın san’atına dair sıfatlarının mükemmeliyetini gösterir ve o san’at ve sıfatlarının mükemmeliyeti, o san’at sahibinin şuun-u zâtiye denilen kabiliyet ve istidad-ı zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterir ve o şuun ve kabiliyet-i zâtiyenin mükemmeliyeti, o ustanın mahiyet-i zâtiyesinin mükemmeliyetini gösterdiği misillü… Aynen öyle de: Şu kusursuz, futursuz

“En küçük bir kusur görüyor musun?” Mülk Sûresi, 67:3.” sırrına mazhar olan şu âsâr-ı meşhude-i âlem, şu mevcudat-ı muntazama-i kâinatta olan san’at ise; bilmüşahede bir müessir-i zil-iktidarın kemal-i ef’aline delalet eder. O kemal-i ef’al ise, bilbedahe o Fâil-i Zülcelal’in kemal-i esmasına delalet eder. O kemal-i esma ise, bizzarure o esmanın müsemma-i zülcemalinin kemal-i sıfatına delalet ve şehadet eder. O kemal-i sıfat ise, bilyakîn o mevsuf-u zülkemalin kemal-i şuununa delalet ve şehadet eder. O kemal-i şuun ise, bihakkalyakîn o zîşuunun kemal-i zâtına öyle delalet eder ki, bütün

kâinatta görünen bütün enva’-ı kemalât, onun kemaline nisbeten sönük bir zıll-ı zaîf suretinde bir Zât-ı Zülkemal’in âyât-ı kemali ve rumuz-u celali ve işarat-ı cemali olduğunu gösterir.”(284)

“İnsan, iman ile insanda tezahür eden san’at-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibariyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’eder. O kat’dan san’at-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibariyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.”(289?

“İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir san’atıdır ve en nazik ve nazenin bir mu’cize-i kudretidir ki; insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musaggar suretinde yaratmıştır.”(290)

“Eğer kat’-ı intisabdan ibaret olan küfür, insanın içine girse; o vakit bütün o manidar nukuş-u esma-i İlahiye karanlığa düşer, okunmaz. Zira Sâni’ unutulsa, Sânia müteveccih manevî cihetler de anlaşılmaz. Âdeta baş aşağı düşer. O manidar âlî san’atların ve manevî âlî nakışların çoğu gizlenir.”(290)

“Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususî ibadet, birer has secde ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır. Ya istidad lisanıyladır. (Bütün nebatatın duaları gibi ki; her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret taleb ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.)”(295)

“Küfür bir fenalıktır, bir tahribdir, bir adem-i tasdiktir. Fakat o tek seyyie; bütün kâinatın tahkirini ve bütün esma-i İlahiyenin tezyifini, bütün insaniyetin terzilini tazammun eder. Çünki şu mevcudatın âlî bir makamı, ehemmiyetli bir vazifesi vardır. Zira onlar, mektubat-ı Rabbaniye ve meraya-yı Sübhaniye ve memurîn-i İlahiyedirler. Küfür ise; onları âyinedarlık ve vazifedarlık ve manidarlık makamından düşürüp, abesiyet ve tesadüfün oyuncağı derekesine ve zeval ve firakın tahribiyle çabuk bozulup değişen mevadd-ı fâniyeye ve ehemmiyetsizlik, kıymetsizlik, hiçlik mertebesine indirdiği gibi.. bütün kâinatta ve mevcudatın âyinelerinde nakışları ve cilveleri ve cemalleri görünen esma-i İlahiyeyi inkâr ile tezyif eder. Ve insanlık denilen, bütün esma-i kudsiye-i İlahiyenin cilvelerini güzelce ilân eden bir kaside-i manzume-i hikmet ve bir şecere-i bâkiyenin cihazatını câmi’ çekirdek-misal bir mu’cize-i kudret-i bahire ve emanet-i kübrayı uhdesine almakla yer, gök, dağa tefevvuk eden ve melaikeye karşı rüchaniyet kazanan bir sahib-i mertebe-i hilafet-i arziyeyi; en zelil bir hayvan-ı fâni-i zâilden daha zelil, daha zaîf, daha âciz, daha fakir bir derekeye atar. Ve manasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine indirir.”(298)

“Sonra, esma-i kudsiye-i İlahiyenin nukuşlarından ibaret olan bedi’ san’atları, birbirinin nazar-ı ibretlerine gösterip dellâllık ve ilâncılıktır.

Sonra, herbiri birer gizli hazine-i maneviye hükmünde olan esma-i Rabbaniyenin cevherlerini idrak terazisiyle tartmak, kalbin kıymet-şinaslığı ile takdirkârane kıymet vermektir.”(306)

“Kâinatın her bir âleminde, her bir taifesinde, esma-i hüsnadan bir ismin ünvanı tecelli eder. O isim o dairede hâkimdir. Başka isimler orada ona tabidirler, belki onun zımnında bulunurlar. Hem mahlukatın her bir tabakasında az ve çok, küçük ve büyük, has ve âmm her birisinde has bir tecelli, has bir rububiyet, has bir isimle cilvesi vardır. Yani, o isim her şeye muhit ve âmm olduğu halde öyle bir kasd ve ehemmiyetle bir şeye teveccüh eder; güya o isim yalnız o şeye hastır.

….Elbette gerektir ki, Cenab-ı Hakk’ı bir isimle, bir ünvan ile, bir rububiyetle ve hâkeza.. tanısa, başka ünvanları, rububiyetleri, şe’nleri, içinde inkâr etmesin. Belki, her bir ismin cilvesinden sair esmaya intikal etmezse zarar eder. Meselâ: Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm ismini görmezse gaflet ve tabiat dalaletine düşebilir.”(309)

“Bahardan sor. Bak nasıl “Ya Hannan, Ya Rahman, Ya Rahîm, Ya Kerim, Ya Latif, Ya Atûf, Ya Musavvir, Ya Münevvir, Ya Muhsin, Ya Müzeyyin” gibi çok esmayı işiteceksin.

Ve insan olan bir insandan sor. Bak nasıl bütün esma-i hüsnayı okuyor ve cephesinde yazılı.

Sen de dikkat etsen okuyabilirsin. Güya kâinat, azîm bir musika-i zikriyedir. En küçük nağme, en gür nağamata karışmakla, haşmetli bir letafet veriyor. Ve hâkeza kıyas et. Fakat çendan insan bütün esmaya mazhardır, fakat kâinatın tenevvüünü ve melaikenin ihtilaf-ı ibadatını intac eden tenevvü-ü esma, insanların dahi bir derece tenevvüüne sebeb olmuştur.

…Çok esmaya mazhar ve çok vazifelerle mükellef ve çok düşmanlara mübtela olan insan, münacatında, istiazesinde çok isimleri zikreder. Nasılki nev-i insanın medar-ı fahri ve elhak en hakikî insan-ı kâmil olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm, Cevşen-ül Kebir namındaki münacatında binbir ismiyle dua ediyor; ateşten istiaze ediyor.”(310-311)

“Evet nasıl bir çiçek, Güneş’in küçücük bir âyinesidir. Şu koca Güneş dahi gök denizinde Şems-i Ezelî’nin “Nur” isminden tecelli eden bir lem’anın katre-misal bir âyinesidir.”(314)

“Hem dünyanın iki yüzü var; belki üç yüzü var. Biri, Cenab-ı Hakk’ın esmasının âyineleridir. Diğeri, âhirete bakar; âhiret tarlasıdır. Diğeri, fenaya, ademe bakar. Bildiğimiz, marzî-yi İlahî olmayan ehl-i dalaletin dünyasıdır. Demek esma-i hüsnanın âyineleri ve mektubat-ı Samedaniye ve âhiretin mezraası olan koca dünya değil; belki âhirete zıd ve bütün hatiatın menşei ve beliyyatın menbaı olan dünyaperestlerin dünyasının âlem-i âhirette ehl-i imana verilen sermedî bir zerresine değmediğine işarettir.”(320)

“Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz.”(323)

Hem ism-i a’zama mazhar olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir âyette mazhar olduğu feyz-i İlahî, belki bir peygamberin umum feyzi kadar olabilir. Veraset-i Ahmediye ile ism-i a’zam zılline mazhar bir mü’min, kendi kabiliyeti itibariyle kemmiyetçe bir Nebinin feyzi kadar sevab alıyor denilse hilaf-ı hakikat olamaz.

“ Arştan ferşe, yıldızlardan sineklere,meleklerden semeklere, seyyarattan zerrelere kadar her şey Cenab-ı Hakk’a secde ve ibadet ve hamd ve tesbih eder. Fakat ibadetleri, mazhar oldukları esmalara ve kabiliyetlerine göre ayrı ayrıdır, çeşit çeşittir.”(326)

“Yeryüzünün tarlasında nebatatın her bir taifesi, lisan-ı hal ve istidad diliyle Fâtır-ı Hakîm’den sual ediyorlar, dua ediyorlar ki: “Ya Rabbena! Bize kuvvet ver ki, yeryüzünün her bir tarafında taifemizin bayrağını dikmekle saltanat-ı rububiyetini lisanımızla ilân edelim ve rûy-i arz mescidinin her bir köşesinde sana ibadet etmek için bize tevfik ver ve meşhergâh-ı arzın her bir tarafında senin esma-i hüsnanın nakışlarını, senin bedi’ ve antika san’atlarını kendi lisanımızla teşhir etmek için bize bir revaç ve seyahata iktidar ver.” derler. Fâtır-ı Hakîm onların manevî dualarını kabul edip ki, bir taifenin tohumlarına kıldan kanatçıklar verir; her tarafa uçup gidiyorlar. Taifeleri namına esma-i İlahiyeyi okutturuyorlar (Ekser dikenli nebatat ve bir kısım sarı çiçeklerin tohumları gibi).”(330)

“Nihayetsiz nimetleri isteyen ve hadsiz rahmetin meyveleriyle tegaddi eden ve insaniyet-i kübra olan İslâmiyeti ve imanı sana verdiğinden, daire-i mümkinat ile beraber esma-i hüsna ve sıfât-ı mukaddesenin dairesine şamil bir sofra-i nimet ve saadet ve lezzet sana fethetmiştir.”(333)

“Kavun, kalbinde nüveler suretinde bin niyet eder ki, “Ya Hâlıkım! Senin esma-i hüsnanın nakışlarını yerin bir çok yerlerinde ilân etmek isterim.”(334)

“Şeriat ve Sünnet-i Seniyenin ahkâmları içinde cilveleri intişar eden esma-i hüsnanın herbir isminin feyz-i tecellisine bir mazhar-ı câmi’ olmağa çalış…”(335)

“Ve (Kur’an) zeminde ve gökte gizli esma-i İlahiyenin manevî hazinelerinin

keşşafı..”(339)

“Ve zât ve sıfât ve esma ve şuun-u İlahiyenin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhı, bürhan-ı katıı, tercüman-ı satıı… Ve şu âlem-i insaniyetin mürebbisi..”(340)

“Allah” bir ism-i câmi’ olduğundan esma-i hüsna adedince tevhidler, içinde bulunur. “(366)

“Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, âyetlerin hâtimelerinde galiben bazı fezlekeleri zikreder ki; o fezlekeler, ya esma-i hüsnayı veya manalarını tazammun ediyor veyahut aklı tefekküre sevketmek için akla havale eder veyahut makasıd-ı Kur’aniyeden bir kaide-i külliyeyi tazammun eder ki, âyetin te’kid ve teyidi için fezlekeler yapar.”(386)

“Kur’an-ı Hakîm, i’cazkâr beyanatıyla Sâni’-i Zülcelal’in ef’al ve eserlerini nazara karşı serer, basteder. Sonra o âsâr ve ef’alinde esma-i İlahiyeyi istihrac eder; veya haşir ve tevhid gibi bir makasıd-ı asliye-i Kur’aniyeyi isbat ediyor.”(386)

“Kur’an, beşerin nazarına san’at-ı İlahiyenin mensucatını açar, gösterir. Sonra fezlekede o mensucatı, esma içinde tayyeder veyahut akla havale eder.”(387)

“Kur’an kâh olur, mahlukat-ı İlahiyeyi bir tertible zikreder; sonra o mahlukat içinde bir nizam, bir mizan olduğunu ve onun semereleri olduğunu göstermekle güya bir şeffafiyet, bir parlaklık veriyor ki; sonra o âyine-misal tertibinden cilvesi bulunan esma-i İlahiyeyi gösteriyor. Güya o mahlukat-ı mezkûre, elfazdır. Şu esma onun manaları, yahut o meyvelerin çekirdekleri, yahut hülâsalarıdırlar.”(389-390)

“Sebeb ve müsebbeb ortasındaki uzun mesafede, esma-i İlahiye birer yıldız gibi tulû’ eder.”(393)

“Her meyvedar ağacın, ya çiçekli bir otun da amelleri var, fiilleri var, vazifeleri var, esma-i İlahiyeyi ne şekilde göstererek tesbihat etmiş ise ubudiyetleri var.”(396)

“Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.”(397)

“Yedi tabaka semavattan, tâ hurdebînî zîhayatlara kadar, her bir mahluk küllî olsun cüz’î olsun, küçük olsun büyük olsun, mazhar olduğu bütün isimlerin cilve ve nakışları dilleriyle, o esma-i hüsnanın Müsemma-i Zülcelalini tesbih edip, şerik ve nazirden tenzih ediyorlar.”(399)

“En küçük mahluk, en cüz’î bir masnu’, küçüklüğü ve cüz’iyetiyle beraber, taşıdığı nakışlar ve keyfiyetler işaretiyle pek çok esma-i külliyeyi göstermek ile Müsemma-yı Zülcelali tesbih edip vahdaniyetine şehadet eder.”(400)

“Esma ve sıfât-ı İlahiye ve şuun ve ef’al-i Rabbaniye, bir şecere-i tûbâ-i nur hükmünde temsil edilmekle; o şecere-i nuraniyenin daire-i azameti ezelden ebede uzanıp gidiyor. Hudud-u kibriyası, gayr-ı mütenahî feza-yı ıtlakta yayılıp ihata ediyor.”(405)

“Şu sarsılan ve hareket eden dünya, Sâniine baktığı vakit, o harekât ve tegayyürat, kalem-i kudretin mektubat-ı Samedaniyeyi yazması için o kalemin işlemesidir. O tebeddülât-ı ahval ise, esma-i İlahiyenin cilve-i şuunatını ayrı ayrı tavsifat ile gösteren, tazelenen âyineleridir.”(407)

“Sâni’-i Zülcelal’in esmasına bakar. Meselâ: Nasıl bir usta hârika bir makinayı yapsa, herkes o zâta “Mâşâallah, bârekâllah” deyip alkışlar. Öyle de: O makina dahi, ondan maksud neticeleri tam tamına göstermesiyle, lisan-ı haliyle ustasını tebrik eder, alkışlar. Her zîhayat ve her şey böyle bir makinadır, ustasını tesbihlerle alkışlar.”(431)

“Küfür, çendan bir seyyiedir. Fakat, bütün kâinatı kıymetsizlikle ve abesiyetle tahkir ve delail-i vahdaniyeti gösteren bütün mevcudatı tekzib ve bütün tecelliyat-ı esmayı tezyif olduğundan, bütün kâinat ve mevcudat ve esma-i İlahiye namına Cenab-ı Hak kâfirden şedid şikayet ve dehşetli tehdidat etmek; ayn-ı hikmettir ve ebedî azab vermek, ayn-ı adalettir.”(434)

“Hayat, ahval-i muhtelife içinde yuvarlanıp kuvvet buluyor. Mütebayin vaziyetlere girip tasaffi ediyor ve müteaddid keyfiyatı alıp, matlub semeratı veriyor ve müteaddid tavırlara girip, Vâhib-i Hayat’ın nukuş-u esmasını güzelce gösterir.”(440)

“Elemler, musibetler nev’inde olan keyfiyat; bazı esmasının ahkâmını göstermek için lemaat-ı hikmet içinde bazı şuaat-ı rahmet ve o şuaat-ı rahmet içinde latif güzellikler vardır.”(441)

“Bütün hakaik-i mevcudat, İsm-i Hakk’ın şuaatı ve esmasının tezahüratı ve sıfâtının tecelliyatıdırlar. Maddî ve manevî, cevherî, arazî her bir şeyin, her bir insanın hakikatı, birer ismin nuruna dayanır ve hakikatına istinad eder. Yoksa hakikatsız, ehemmiyetsiz bir surettir.”(442)

“Her şey nefsinde mana-yı ismiyle fânidir, mefkuddur, hâdistir, madumdur. Fakat mana-yı harfiyle ve Sâni’-i Zülcelal’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vâciddir, mevcuddur.”(447)

“Bütün mevcudat, esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcib-ül Vücud’u bulan, her şeyi bulur.”(447)

“Kâinatı ehl-i vahdet-ül vücud gibi, huzur-u daimî kazanmak için i’dama mahkûm zannedip, “Lâ mevcude illâ Hû” hükmetmeye veyahut ehl-i vahdet-üş şuhud gibi, huzur-u daimî için kâinatı nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip, “Lâ meşhude illâ Hû” demeye mecbur olmuyor. Belki i’damdan ve hapisten gayet zahir olarak Kur’an afvettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına hizmetten azlederek Fâtır-ı Zülcelal hesabına istihdam edip, esma-i hüsnasının mazhariyet ve âyinedarlık vazifesinde istimal ederek mana-yı harfî nazarıyla onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzur-u daimîye girmektir; her şeyde Cenab-ı Hakk’a bir yol bulmaktır.”(448

“Sahabelerin dünyası ise, işte o iki yüzdedir. Dünyayı âhiret mezraası görüp, ekip biçmişler. Mevcudatı, esma-i İlahiyenin âyinesi görüp, müştakane temaşa edip bakmışlar. Fena-i dünya ise, fâni yüzüdür ki, insanın hevesatına bakar.”(463)

“Eğer insan yalnız bir kalbden ibaret olsaydı; bütün masivayı terk, hattâ esma ve sıfâtı dahi bırakmak, yalnız Cenab-ı Hakk’ın zâtına rabt-ı kalb etmek lâzım gelirdi. Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır. İnsan-ı kâmil odur ki: Bütün o letaifi; kendilerine mahsus ayrı ayrı tarîk-ı ubudiyette, hakikat canibine sevketmek ile sahabe gibi geniş bir dairede, zengin bir surette, kalb bir kumandan gibi, letaif askerleriyle kahramanane maksada yürüsün. Yoksa kalb, yalnız kendini kurtarmak için askerini bırakıp tek başıyla gitmek, medar-ı iftihar değil, belki netice-i ızdırardır.”(464)

“Cismaniyet; en câmi’, en muhit, en zengin bir âyine-i tecelliyat-ı esma-i İlahiyedir. Bütün hazain-i rahmetin müddeharatını tartacak ve mizana çekecek âletler, cismaniyettedir. Meselâ: Dildeki kuvve-i zaika, rızk zevkinde enva’-ı mat’umat adedince mizanlara menşe’ olmasaydı; her birini ayrı ayrı hissedip tanımazdı, tadıp tartamazdı. Hem ekser esma-i İlahiyenin tecelliyatını hissedip bilmek, zevkedip tanımak cihazatı, yine cismaniyettedir.”(467)

“Ben, mutavassıt bir badem ağacı gördüm ki: Kırka yakın baş hükmünde büyük dalları var. Sonra bir dalına baktım, kırka yakın dili hükmünde küçük dalları var. Sonra o küçük dalının bir diline baktım, kırk çiçek açmıştır. O çiçeklere nazar-ı hikmetle dikkat ettim, her bir çiçek içinde kırka yakın incecik, muntazam püskülleri, renkleri ve san’atları gördüm ki; her biri Sâni’-i Zülcelal’in ayrı ayrı birer cilve-i esmasını ve birer ismini okutturuyor.”(482)

“Ene, künuz-u mahfiye olan esma-i İlahiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkilküşadır,bir tılsım-ı hayretfezadır.”(502)

“Sani-i Hakîm, insanın eline emanet olarak, rububiyetinin sıfât ve şuunatının hakikatlarını gösterecek, tanıttıracak, işarat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir. Tâ ki o ene, bir vâhid-i kıyasî olup, evsaf-ı rububiyet ve şuunat-ı uluhiyet bilinsin.”(503)

“Bütün sıfât ve şuunat-ı İlahiyeyi bir derece bildirecek, gösterecek binler esrarlı ahval ve sıfât ve hissiyat, ene’de münderiçtir.”(503)

“(Ene-nin)Vazifesi ise, kendi Hâlıkının sıfât ve şuunatına mikyas ve mizan olarak, şuurkârane bir hizmettir.”(506)

“Cenab-ı Hak bütün esmasıyla ve kâinat bütün hakaikıyla ve silsile-i nübüvvet bütün tahkikatıyla ve Kütüb-ü Semaviye bütün âyâtıyla gösterdikleri haşir ve âhiret kapısını bulmayıp, haşri nefyedip, ervahlara bir ezeliyet isnad etmişler.”(510)

“Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.”(517)

“Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır. Yalnız teşahhusat-ı itibariyede fark var. Fakat o itibarî teşahhuslar, her vakit tecelliyatı tazelenmekte olan şuunat-ı esma-i İlahiyenin maânîlerini ifade için, şu bahardakiler ayrı teşahhusatla onların yerine geldiler.”(517)

“Hem madem her şeyin hakikatı, Cenab-ı Hakk’ın bir isminin tecellisine bakar, ona bağlıdır, ona âyinedir. O şey, ne kadar güzel bir vaziyet alsa, o ismin şerefinedir; o isim öyle ister. O şey bilse, bilmese; o güzel vaziyet, hakikat nazarında matlubdur. Ve şu hakikattan gayet muazzam bir “Kanun-u Tahsin ve Cemal”in ucu görünüyor.”(521)

“Şems-i Ezel ve Ebed Sultanı olan Zât-ı Ehad ve Samed’in tecellisi, mahiyet-i insaniyeye hadsiz meratibi tazammun eden iki suretle tezahür eder:

Birincisi: Âyine-i kalbe uzanan bir nisbet-i Rabbaniye ile bir tezahürdür ki; herkes istidadına ve tayy-ı meratibde seyr ü sülûküne, esma ve sıfâtın tecelliyatına nisbeten cüz’î ve küllî o Şems-i Ezelî’nin nuruna ve sohbetine ve münacatına mazhariyeti var. Galib-i esma ve sıfâtın zılalinde giden velayetlerin derecatı bu kısımdan ileri gelir.

İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın a’zamî mertebede, nev’-i insanın manen en a’zam bir ferdine, tecelli-i a’zam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’ olur.”(527)

“Her zîkalb ve kâmil veli, seyr ü sülûk ile, arştan ve daire-i esma ve sıfâttan kırk günde geçebilir.”(536)

“Esma-i hüsnasının herbir isminde ne kadar gizli manevî defineler ve herbir ünvan-ı mukaddesesinde ne kadar mahfî letaif bulunduğunu, şu kâinat bütün mevcudatıyla gösterir. Ve öyle bir tarzda gösterir ki: Bütün fünun, bütün desatiriyle şu kitab-ı kâinatı, zaman-ı Âdem’den beri mütalaa ediyor. Halbuki o kitab, esma ve kemalât-ı İlahiyeye dair ifade ettiği manaların ve gösterdiği âyetlerin öşr-i mi’şarını daha okuyamamış.”(538)

“Nakkaş-ı Ezelî, şu kâinatı, kemalâtını ve cemalini ve hakaik-i esmasını göstermek için öyle bir tarzda yazmıştır ki; bütün mevcudat, hadsiz cihetlerle nihayetsiz kemalâtını ve esma ve sıfâtını bildirir, ifade eder.”(539)

“Evet zeminin yüzünde kesret o kadar intişar etmiş ve hilkat o kadar teşa’ub etmiş ki, bütün kâinatta münteşir umum masnuatın pekçok fevkinde ecnas-ı mahlukat ve esnaf-ı masnuat, küre-i zeminde bulunur, değişir; daima dolup boşalır. İşte şu cüz’iyat ve kesretin menba’ları, madenleri elbette küllî kanunlar ve küllî tecelliyat-ı esmaiyedir ki: O küllî kanunlar, o küllî tecelliler ve o muhit esmaların mazharları da bir derece basit ve safi ve herbiri bir âlemin arşı ve sakfı ve bir âlemin merkez-i tasarrufu hükmünde olan semavattır ki: O âlemlerin birisi de Sidret-ül Münteha’daki Cennet-ül Me’vadır. Yerdeki tesbihat ve tahmidat, o Cennet’in meyveleri suretinde (Muhbir-i Sadık’ın ihbarı ile) temessül ettiği sabittir. İşte bu üç nokta gösteriyorlar ki: Yerde olan netaic ve semeratın mahzenleri oralardadır ve mahsulâtı o tarafa gider.”(543)

“Meşiet ve hikmet-i İlahiyenin muktezasıyla ve çok esmanın tezahür etmek istemesiyle; müsebbebat, esbaba rabtedilmiş. Her bir şey, bir sebeble bağlanmış.”(569)

“Acaba: Maddeden mücerred ve muallâ, hem kaydın tahdidinden ve kesafetin zulmetinden münezzeh ve müberra, hem şu umum envâr ve şu bütün nuraniyat onun envâr-ı kudsiye-i esmaiyesinin kesif bir gölgesi ve zılali, hem umum vücud ve bütün hayat ve âlem-i ervah ve âlem-i berzah ve âlem-i misal nim-şeffaf birer âyine-i cemali, hem sıfâtı muhita ve şuunatı külliye olan bir tek Zât-ı Akdes’in irade-i külliye ve kudret-i mutlaka ve ilm-i muhit ile zahir olan tecelli-i sıfâtı ve cilve-i ef’ali içindeki teveccüh-ü ehadiyetinden hangi şey saklanabilir? Hangi iş ona ağır gelebilir? Hangi yer ondan gizlenebilir? Hangi ferd ondan uzak kalabilir? Hangi şahıs külliyet kesbetmeden ona yanaşabilir? Hiç eşya ondan gizlenebilir mi? Hiç bir iş, bir işe mani olur mu? Hiçbir yer, onun huzurundan hâlî kalır mı? İbn-i Abbas Radıyallahü Anh’ın dediği gibi: “Her bir mevcuda bakar birer manevî basarı ve işitir birer manevî sem’i” bulunmaz mı?”(571)

Ahsenü’l-Hâlıkîn, Allahu ekber, Hayru’l-Fâsılîn, Hayru’l-Muhsinîn gibi tabirattaki müvazene, Cenab-ı Hakk’ın vaki’deki sıfât ve ef’ali, sair o sıfât ve ef’alin nümunelerine mâlik olanlarla müvazene ve tafdil değildir. Çünki bütün kâinatta cin ve ins ve melekte olan kemalât, onun kemaline nisbeten zaîf bir gölgedir; nasıl müvazeneye gelebilir? Belki müvazene, insanların ve bahusus ehl-i gafletin nazarına göredir.”(577)

“Esma-i İlahiye ve sıfât-ı kudsiyenin mahiyetlerinde de, akıl itibariyle hadsiz meratib bulunabilir. Halbuki Cenab-ı Hak, o sıfât ve esmanın mümkün ve mutasavver bütün meratibinin en ekmelinde, en ahsenindedir. Bütün kâinat, kemalâtıyla bu hakikata şahiddir. “Lehül Esma-ül Hüsna” bütün esmasını ahseniyet ile tavsif, şu manayı ifade ediyor.”(577)

“Cenab-ı Hakk’ın bütün kemalâtı ve esma-i hüsnasının bütün meratibleri ve bütün faziletleri, hakikî kemalât olduklarından bizzât sevilirler. “Mahbubetün Lizâtihâ”dırlar. Mahbub-u Bilhak ve Habib-i Hakikî olan Zât-ı Zülcelal, hakikî olan kemalâtını ve sıfât ve esmasının güzelliklerini kendine lâyık bir tarzda sever, muhabbet eder. Hem o kemalâtın mazharları, âyineleri olan san’atını ve masnuatını ve mahlukatının mehasinini sever, muhabbet eder. Enbiyasını ve evliyasını, hususan Seyyid-ül Mürselîn ve Sultan-ül Evliya olan Habib-i Ekremini sever. Yani kendi cemalini sevmesiyle, o cemalin âyinesi olan Habibini sever. Ve kendi esmasını sevmesiyle, o esmanın mazhar-ı câmii ve zîşuuru olan o Habibini ve ihvanını sever.”(579)

“Eserdeki kemalât, o ef’alin kemalâtından ileri gelir ve onu gösterir. Kemal-i ef’al ise, bizzarure bir fâil-i mükemmele ve o fâilin kemal-i esmasına, yani âsâra nisbeten müdebbir, musavvir, hakîm, rahîm, müzeyyin gibi isimlerin kemaline delalet eder. İsimlerin ve ünvanların kemali ise, şeksiz şübhesiz o fâilin kemal-i evsafına delalet eder. Zira sıfat mükemmel olmazsa, sıfattan neş’et eden isimler, ünvanlar mükemmel olamaz. Ve o evsafın kemali, bilbedahe şuunat-ı zâtiyenin kemaline delalet eder. Çünki sıfâtın mebde’leri, o şuun-u zâtiyedir. Ve şuun-u zâtiyenin kemali ise; biilmelyakîn zât-ı zîşuunun kemaline ve öyle lâyık bir kemaline delalet eder ki; o kemalin ziyası, şuun ve sıfât ve esma ve ef’al ve âsâr perdelerinden geçtiği halde, şu kâinatta yine bu kadar hüsnü ve cemali ve kemali göstermiş.”(579-580)

“Kâinat mezahirinde ve mevcudat âyinelerinde görülen mehasin ve kemalât, bir tek Zât-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı kemalidir ve cilve-i cemal-i esmasıdır.”581)

“Bin bir esma-i İlahiyenin herbirinde pek çok tabakat-ı hüsün ve cemal ve fazl ve kemal bulunduğu gibi, pek çok meratib-i muhabbet ve iftihar ve izzet ve kibriya vardır.”(583)

“Acaba, -sâbıkan beyan ettiğimiz gibi- her bir isminde binler ihsan defineleri bulunan ve bütün sevdiklerimizi ihsanatıyla mes’ud eden ve binler kemalâtın menbaı olan ve binler tabakat-ı cemalin medarı olan bin bir esmasının müsemması olan Cemil-i Zülcelal, Mahbub-u

Zülkemal, ne derece aşk ve muhabbete lâyık olduğu ve bütün kâinat, onun muhabbetiyle mest ve sergerdan olmasının şayeste bulunduğu anlaşılmaz mı?”(583)

“Şu nihayetsiz kemalât-ı muhabbet, vâhidiyet ve ehadiyet dairesinde Zât-ı Zülcelal’in kendi esma ve mahlukatıyla hasıl olur. Demek o daire haricinde tevehhüm olunan kemalât, kemalât değildir.”(584)

“Dünyanın üç yüzü var:Birinci yüzü: Cenab-ı Hakk’ın esmasına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mana-yı harfiyle, onlara âyinedarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı Samedaniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir. Nefrete değil, aşka lâyıktır.”(584,188,463,33.söz-22.Pencere,324-12.Asıl,Mesnevi-i Nuriye.63,Kastamonu Lahikası.96,101.Bkn.Mektubat.268,Lem’alar.219-220,102-7.Nota)

“Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kâinatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder. Her bir şeyin hakikatı, bir isme veyahut çok esmaya istinad eder. Eşyadaki sıfatlar, san’atlar dahi, her biri birer isme dayanıyor. Hattâ hakikî fenn-i hikmet, “Hakîm” ismine ve hakikatlı fenn-i tıp “Şâfî” ismine ve fenn-i hendese “Mukaddir” ismine ve hâkeza her bir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi, bütün fünun ve kemalât-ı beşeriye ve tabakat-ı kümmelîn-i insaniyenin hakikatları, esma-i İlahiyeye istinad eder. Hattâ muhakkikîn-i evliyanın bir kısmı demişler: “Hakikî hakaik-i eşya, esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Hattâ bir tek zîhayat şeyde, yalnız zahir olarak yirmi kadar esma-i İlahiyenin cilve-i nakşı görünebilir.”(586)

“Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile bunlara “Mukaddir, Munazzım,Musavvir” isimlerini okutturuyor.”(587)

“Sâni’-i Zülcelal, bütün masnuatını öyle bir tarzda yapmış ki; ekserisi, hususan zîhayat kısmı, çok esma-i İlahiyeyi okutturur. Güya her bir masnuuna ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye sarmış. Her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmasını yazmış.”(589)

“Yalnız bir güzel çiçek ve hasna bir insan ve yalnız maddî ve zahir suretinde bu kadar esmayı gösterirse; acaba umum çiçekler ve bütün zîhayat ve büyük ve küllî mevcudat, ne derece ulvî ve küllî esmayı okutuyor, kıyas edebilirsin.”(589)

“Cennet bir çiçektir. Huri taifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Sema da bir çiçektir; yıldızlar, o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyasındaki yedi rengi, o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasılki insan, küçük bir âlemdir. Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir. Hem her biri külliyetiyle; hem her bir ferdi, tek başıyla Sâni’-i Zülcemalinin esmasını gösterdikleri gibi; onun cemaline, kemaline, rahmetine ve muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemal ve kemaline ve rahmet ve muhabbetine birer şahid-i sadıktır.”(589-590)

“Hakaik-i eşyanın esma-i İlahiyeye dayandığını ve istinad ettiğini, belki hakikî hakaik, o esmanın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok cihetlerle, çok dillerle Sâniini zikr ve tesbih ettiğini anla.”(590)

“Eğer bir çiçekte esmayı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan; Cennet’e bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temaşa et. Rahmetin şu büyük çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmayı vâzıhan okuyabilirsin, cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.”(590)

“Sû’-i ihtiyarından neş’et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalalet divaneliğiyle Sâni’-i Hakîm’in şu misafirhane-i dünyasını, tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esma-i İlahiyeyi tazelendiren masnuatın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba geçmelerini, adem ile i’dam tasavvur ederek ve tesbihat sadâlarını, zeval ve

firak-ı ebedî vaveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubat-ı Samedaniye olan şu mevcudat sahifelerini, manasız, karmakarışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete yol açan kabir kapısını zulümat-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli, hakikî ahbablara visal daveti olduğu halde, bütün ahbablardan firak nöbeti tasavvur ettiğinden; hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudatı, hem Cenab-ı Hakk’ın esmasını, hem mektubatını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden, merhamete ve şefkate lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır. Hiçbir cihette merhamete lâyık değildir.”(592)

“Ey bedbaht ehl-i dalalet ve gaflet! “Gayr-ı meşru bir muhabbetin neticesi, merhametsiz azab çekmektir.” kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına sarfedilecek muhabbet ve marifet istidadını ve şükür ve ibadat cihazatını, nefsinize ve dünyaya gayr-ı meşru bir surette sarfettiğinizden, bil-istihkak cezasını çekiyorsunuz.”(593)

“Dünyayı, bir misafirhane-i Rahman olduğunu göstermekle ve dünyadaki mevcudat ise, esma-i İlahiyenin âyineleri olduklarını ve masnuatı ise, her vakit tazelenen mektubat-ı Samedaniye olduklarını bildirmekle, insanın fena-yı dünyadan ve zeval-i eşyadan ve hubb-u fâniyattan gelen yaralarını güzelce tedavi eder ve evhamın zulümatından kurtarır.”(593)

“Şu âlem çendan fânidir, fakat ebedî bir âlemin levazımatını yetiştiriyor. Çendan zâildir, geçicidir; fakat bâki meyveler veriyor, bâki bir zâtın bâki esmasının cilvelerini gösteriyor.”(594)

“Bütün esması, nihayet derecede güzel olan ve her isminde pek çok envâr-ı hüsün ve cemal bulunan ve cennet bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle, onun cemal-i rahmetini ve rahmet-i cemalini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemal ve mehasin ve kemalât, onun cemaline ve kemaline işaret eden ve delalet eden ve emare olan bir zâtı, mahbub ve mabud ittihaz et…”(595)

“Asâr ve mahlukat fânidirler. Fakat o âsârda ve o masnuatta nakışları, cilveleri görünen esma-i hüsna bâkidirler, daimîdirler. Ve esma ve sıfâtın her birisinde binler meratib-i ihsan ve cemal ve binler tabakat-ı kemal ve muhabbet var. Sen yalnız Rahman ismine bak ki: Cennet bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem’ası ve dünyadaki bütün rızk ve nimet, bir katresidir.”(595)

” Zira ehl-i iman ise (çünki) semavat ve arzın vazifelerini bilir. Hakikî hakikatlarını tasdik ediyor. Ve onların ifade ettikleri manaları iman ile anlıyor. “Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel hizmet ediyorlar.” diyor. Ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenab-ı Hak hesabına onlara ve onlar âyine oldukları esmaya muhabbet ediyor. İşte bu sır içindir ki, semavat ve zemin, ağlar gibi ehl-i imanın zevaline mahzun oluyorlar.”(596)

“MÜHİM BİR SUAL: Diyorsunuz ki: “Muhabbet, ihtiyarî değil. Hem ihtiyac-ı fıtrîye binaen, leziz taamları ve meyveleri severim. Peder ve vâlide ve evlâdlarımı severim. Refika-i hayatımı severim. Dost ve ahbablarımı severim. Enbiya ve evliyayı severim. Hayatımı, gençliğimi severim. Baharı ve güzel şeyleri ve dünyayı severim. Nasıl bunları sevmeyeceğim? Nasıl bütün bu muhabbetleri, Cenab-ı Hakk’ın zât ve sıfât ve esmasına verebilirim? Bu ne demektir?

Elcevab: “Dört Nükte”yi dinle.

BİRİNCİ NÜKTE: Muhabbet, çendan ihtiyarî değil. Fakat ihtiyar ile, muhabbetin yüzü, bir mahbubdan diğer bir mahbuba dönebilir. Meselâ: Bir mahbubun çirkinliğini göstermekle veyahut asıl lâyık-ı muhabbet olan diğer bir mahbuba perde veya âyine olduğunu göstermekle, muhabbetin yüzü, mecazî mahbubdan hakikî mahbuba çevrilebilir.”(596-597)

“Hem baharı; Cenab-ı Hakk’ın nurani esmalarının en latif, güzel nakışlarının sahifesi ve Sâni’-i Hakîm’in antika san’atının en müzeyyen ve şaşaalı bir meşher-i san’atı olduğu

cihetiyle mütefekkirane sevmek, Cenab-ı Hakk’ın esmasını sevmektir.

Hem dünyayı; âhiretin mezraası ve esma-i İlahiyenin âyinesi ve Cenab-ı Hakk’ın mektubatı ve muvakkat bir misafirhanesi cihetinde sevmek, -nefs-i emmare karışmamak şartıyla- Cenab-ı Hakk’a ait olur.”(598)

“Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazan âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazan esmayı, kemalât-ı İlahiyenin ünvanları olduğu cihetle sever. Bazan insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever.”(599)

“İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan; binler enva’-ı hacat ile binbir esma-i İlahiyeye, herbir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi -çünki o esma Zât-ı Zülcelal’in ünvanları ve cilveleri olduğundan- muhabbet-i zâtiyeye döner.”(600)

“O güzel âsârdan ef’al-i İlahiyenin güzelliğine intikal ettirir. Ondan esmanın güzelliğine, ondan sıfâtın güzelliğine, ondan Zât-ı Zülcelal’in cemal-i bîmisaline karşı kalbe yol açar. İşte bu muhabbet bu surette olsa, hem lezzetlidir, hem ibadettir ve hem tefekkürdür.”(602)

“Cenab-ı Hak celil uluhiyetiyle, cemil rahmetiyle, kebîr rububiyetiyle, kerim re’fetiyle, azîm kudretiyle, latif hikmetiyle, şu küçük insanın vücudunu bu kadar havas ve hissiyat ile, bu derece cevarih ve cihazat ile ve muhtelif a’za ve âlât ile ve mütenevvi letaif ve maneviyat ile, techiz ve tezyin etmiştir ki; tâ, mütenevvi ve pek çok âlât ile, hadsiz enva’-ı nimetini, aksam-ı ihsanatını, tabakat-ı rahmetini, o insana ihsas etsin, bildirsin, tattırsın, tanıttırsın. Hem tâ bin bir esmasının hadsiz enva’-ı tecelliyatlarını, insana o âlât ile bildirsin, tarttırsın, sevdirsin.”(603)

“Güzel şeylere ve bahara meşru muhabbetin, yani “ne kadar güzel yapılmış” nazar ile, o âsârın arkasındaki ef’alin güzelliğini ve intizamını ve intizam-ı ef’al arkasındaki güzel esmanın cilvelerini ve o güzel esmanın arkasında sıfâtın tecelliyatını ve hâkeza sevmekliğin neticesi ise: Dâr-ı bekada o güzel gördüğü masnuattan bin defa daha güzel bir tarzda esmanın cilvesini ve esma içindeki cemal ve sıfâtını, Cennet’te görmektir. Hattâ İmam-ı Rabbanî (Radıyallahü Anhü) demiş ki: “Letaif-i Cennet, cilve-i esmanın temessülâtıdır.” Teemmel!..”(606)

“Dünyada, dünyanın âhiret mezraası ve esma-i İlahiye âyinesi olan iki güzel yüzüne karşı mütefekkirane muhabbetin uhrevî neticesi: Dünya kadar, fakat fâni dünya gibi fâni değil, bâki bir Cennet verilecektir. Hem dünyada yalnız zaîf gölgeleri gösterilen esma, o Cennet’in âyinelerinde en şaşaalı bir surette gösterilecektir.”(606)

“Hem madem dünyanın; her hatanın başı olan mezmum muhabbeti değil, belki esmaya ve âhirete bakan iki yüzünü, esma ve âhiret için sevmiş ve ibadet-i fikriye ile o yüzleri ma’mur etmiş, güya bütün dünyasıyla ibadet etmiş. Elbette dünya kadar bir mükâfat alması, mukteza-yı rahmet ve hikmettir. Hem madem âhiretin muhabbetiyle onun mezraasını sevmiş ve Cenab-ı Hakk’ın muhabbetiyle âyine-i esmasını sevmiş. Elbette dünya gibi bir mahbub ister. O da, dünya kadar bir Cennet’tir.”(606)

“Sâni’-i Zülcelal, Hâkim-i Hakîm, Adl-i Hakem ve binbir esma-yı kudsiye ile müsemma Fâtır-ı Bîmisal, şu âlem-i ekber olan kâinat sarayının ve hilkat şeceresinin icadını irade etti.”(610)

“O kavanin-i külliye ve desatir-i umumiye meydanlarında esmalarını tecelli ettirip tenvir etti.”(610)

“Ve birbiri içinde bulunan şu manidar keyfiyetler, öyle bir lisan-ı şehadettir ki; hem Sâni’-i Zülcemal’ini esmasıyla tarif eder, hem evsafıyla tavsif eder, hem cilve-i esmasını tefsir eder, hem teveddüd ve taarrüfünü, yani sevdirilmesini ve tanıttırılmasını ifade eder.”(624)

“Küre-i Arz bir kafadır ki, yüz bin ağzı vardır. Her bir ağzında, yüz bin lisanı vardır. Her lisanında, yüz bin bürhanı var ki; her biri çok cihetle Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad, her şeye kadîr, her şeye alîm bir Zât-ı Zülcelal’in vücub-u vücuduna ve vahdetine ve evsaf-ı kudsiyesine ve esma-i hüsnasına şehadet ederler.”(628)

“İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar.”(630)

“İnsan, üç cihetle esma-i İlahiyeye bir âyinedir.

Birinci Vecih: Gecede zulümat, nasıl nuru gösterir. Öyle de: İnsan, za’f ve acziyle, fakr u hacatıyla, naks ve kusuru ile, bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretini, kuvvetini, gınasını, rahmetini bildiriyor ve hakeza pek çok evsaf-ı İlahiyeye bu suretle âyinedarlık ediyor.”(640)

“İnsan, üstünde nakışları görünen esma-i İlahiyeye âyinedarlık eder. Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfının başında bir nebze izah edilen insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zahir olan yetmişten ziyade esma vardır. Meselâ: Yaradılışından Sâni’, Hâlık ismini ve hüsn-ü takviminden Rahman ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerim, Latif isimlerini ve hâkeza… Bütün a’za ve âlâtı ile, cihazat ve cevarihi ile, letaif ve maneviyatı ile, havas ve hissiyatı ile ayrı ayrı esmanın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek nasıl esmada bir ism-i a’zam var, öyle de o esmanın nukuşunda dahi bir nakş-ı a’zam var ki, o da insandır.”(641)

“İnsan içinde veli, ömür içinde ecel, olmuş meçhul ve mühmel. Cum’ada müstetirdir bir saat, kabul olur dua edersen.

Ramazanda münteşir bir leyle-i zû-kadir, esma-ül hüsnada muzmer iksir-i ism-i a’zam.”(673)

MEHMET ÖZÇELİK