1932- 1950 YILLARI ARASINDA 18 YIL YASAK OLAN EZANI ASLIYLA OKUYANLARA VERİLEN CEZALAR
1932-1950 yılları arasında Türkiye’de ezan, Arapça yerine Türkçe olarak okutulmuştur. Bu uygulama, 3 Şubat 1932’de İstanbul’da Fatih Camii’nde başlatılmış ve 16 Haziran 1950’de Demokrat Parti hükümeti tarafından kaldırılana kadar devam etmiştir.
Bu süreçte Arapça ezan okuyanlara çeşitli cezalar verilmiştir. Bunlar şunlardı:
1. Para Cezası: Arapça ezan okumakta ısrar edenler para cezasına çarptırılmıştır.
2. Hapis Cezası: 1941 yılında çıkarılan özel bir genelge ile Arapça ezan okuyanlara 3 aya kadar hapis cezası verilmiştir.
3. Sürgün ve Memuriyetten Men: Bazı imam ve müezzinler, Arapça ezan okudukları için görevlerinden alınmış veya farklı bölgelere sürgün edilmiştir.
4. Gözaltı ve Takibat: Arapça ezan okuyanlar polis tarafından gözaltına alınmış ve yargılanmıştır.
Bu yasak, 1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle kaldırılmış ve ezan tekrar Arapça olarak okunmaya başlanmıştır.
CUMHURİYETİN KURULUŞU İLE BİRLİKTE KAPATILAN TEKKE- ZAVİYE VE MEDRESELERİN LİSTESİ.
Cumhuriyetin ilanından sonra, 30 Kasım 1925’te çıkarılan 677 sayılı Kanun ile tekke, zaviye ve türbeler kapatılmış, medreseler de eğitim sisteminden çıkarılmıştır.
Kapatılan Tekke, Zaviye ve Medreseler
1. Tekke ve Zaviyeler: Osmanlı döneminde Anadolu’nun birçok yerinde faaliyet gösteren Mevlevi, Nakşibendi, Halveti, Bektaşi, Rufai, Kadiri ve diğer tarikatlara ait tekkeler ve zaviyeler kapatılmıştır. Bunlar arasında şunlar bulunuyordu:
İstanbul: Mevlevihaneler (Galata, Yenikapı, Kasımpaşa), Cerrahi Tekkesi, Aziz Mahmud Hüdayi Tekkesi, Üsküdar Bektaşi Tekkesi, Eyüp’teki Rufai ve Kadiri tekkeleri
Konya: Mevlana Dergahı (daha sonra müzeye çevrildi)
Bursa: Emir Sultan Tekkesi, Üftade Tekkesi
Anadolu’nun çeşitli bölgelerinde faaliyet gösteren diğer tarikat merkezleri
2. Medreseler: Osmanlı’da dini eğitim veren medreseler Tevhid-i Tedrisat Kanunu (1924) ile kapatılmış veya yeni eğitim sistemine entegre edilmiştir. Kapatılan veya dönüştürülen medreselerden bazıları:
İstanbul: Fatih Medresesi, Süleymaniye Medresesi, Mahmutpaşa Medresesi
Bursa: Yeşil Medrese, Muradiye Medresesi
Konya: Karatay Medresesi, İnce Minareli Medrese
Diyarbakır: Zinciriye Medresesi
Bu kapatmalarla birlikte tarikat faaliyetleri yasaklanmış, dini eğitim laik bir yapıya dönüştürülmüş ve türbeler ziyarete kapatılmıştır.
HER ZERREDE PARLAYAN TEVHİD “Her zerrede -hem hareketinde, hem sükûnetinde- iki güneş gibi iki nur-u tevhid parlıyor… Herbir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse; o vakit herbir zerrenin ● nihayetsiz bir ilmi, ● hadsiz bir kudreti, ● herşeyi görür bir gözü, ● herşeye bakar bir yüzü, ● herşeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir.” (Sözler – 549)
Her Zerrede Parlayan Tevhid: Varlıkta Birlik ve İlahî Kudret
Evrenin en küçük yapı taşı olan zerreler, yani atomlar ve parçacıklar, büyük bir düzen içinde hareket eder. Onların varlığı, hareketi ve sükûneti, her şeyin tek bir yaratıcının tasarrufunda olduğunu gösteren birer delildir. Bediüzzaman Said Nursî’nin ifade ettiği gibi, her zerre hem hareketinde hem de sükûnetinde Allah’ın birliğini ve kudretini iki güneş gibi parlatmaktadır.
Peki, bu sözün derin manası nedir? Bir zerrenin bile Allah’ın iradesi dışında hareket edemeyeceği fikri ne kadar mantıklıdır? Bu makalede, evrendeki düzenin ve zerrelerin hareketinin ancak sonsuz bir ilim, kudret ve iradeyle açıklanabileceğini göstereceğiz.
1. Zerreler, İlahi Memurlar Gibi Hareket Eder
Her şeyin tesadüfen oluştuğunu iddia eden bir bakış açısına göre, bir zerre bağımsız hareket eden bilinçsiz bir varlıktır. Oysa dikkatlice bakıldığında, her bir zerrenin adeta bir memur gibi belirli bir düzen içinde çalıştığı görülür.
Havada uçuşan bir toz zerresi bile bir düzen içindedir. Gözle görülemeyecek kadar küçük bir toz tanesi, atmosferin kurallarına ve rüzgârın yasalarına göre hareket eder. O hareketin arkasında fizik kuralları olduğu gibi, fizik kurallarının varlığı da ilahi bir düzenin işaretidir.
İnsan vücudundaki hücreler, atomlar ve moleküller muazzam bir intizam içinde çalışır. Eğer bunlar bilinçsizce hareket etseydi, her şey kaosa sürüklenirdi. Bir hücre içindeki DNA’nın, enzimlerin ve proteinlerin kusursuz işleyişi, her zerrede bilinçsiz bir hareket olmadığını, bilakis onları yönlendiren bir kudretin var olduğunu gösterir.
Bediüzzaman, bir zerrenin kendi başına hareket ettiğini düşünmenin mantıksız olduğunu şu ifadelerle açıklar:
> “Her bir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve Onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse; o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir.”
Yani, bir zerrenin bilinçsizce ama kusursuz bir düzen içinde hareket ettiğini iddia etmek, onun adeta sonsuz bir bilgiye ve kudrete sahip olduğunu kabul etmek anlamına gelir.
2. İlahi Kudret Olmadan Her Zerre Sonsuz Bir İlim ve Kudret Sahibi Olmalı
Şimdi şu soruyu soralım: Eğer zerreler Allah’ın iradesi dışında hareket ediyorsa, nasıl bu kadar mükemmel bir düzen oluşturabilirler?
Bu iddiaya göre:
Bir zerre, hangi organizmanın parçası olduğunu bilmeli,
O organizmanın ihtiyaçlarını anlamalı,
Varlığını sürdürebilmek için diğer atomlarla nasıl birleşeceğini hesaplamalı,
Kusursuz bir kimya ve fizik bilgisine sahip olmalı,
Kendi başına karar alıp uygulayabilmelidir.
Oysa bir zerre, akılsız ve şuursuzdur. Eğer her zerrenin böylesine sonsuz bir bilgi ve kudret sahibi olduğunu iddia edersek, aslında her bir zerreye ilahlık vasfı vermiş oluruz. Oysa aklın ve mantığın gereği, tek bir mutlak kudret ve ilim sahibinin olduğunu kabul etmektir.
Bediüzzaman’ın ifadesiyle, ya her bir zerre ilah olacak, ya da tek bir yaratıcı olan Allah (c.c.) her şeye hâkimdir.
Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Allah, her şeyin yaratıcısıdır. O, her şeye vekildir.” (Zümer, 39/62)
Bu ayet açıkça gösteriyor ki, evrendeki her şey Allah’ın kudretiyle ve bilgisiyle hareket etmektedir.
3. Tesadüf İmkânsızdır, Çünkü Kâinatta Mükemmel Bir Plan Vardır
Bazı insanlar, evrendeki düzeni tesadüfle açıklamaya çalışır. Ancak bir şeyin tesadüfen oluşabilmesi için onun hiçbir kurala bağlı olmaması gerekir. Oysa:
Her gezegenin hareketi bir düzen içindedir. Dünyanın güneş etrafında belirli bir yörüngede dönmesi, tesadüfle açıklanamaz.
Hücrelerin içindeki atomlar tam gereken kimyasal bağlarla birbirine bağlanır. Eğer tesadüf olsaydı, bu düzen anında çökerdi.
Yağmur damlaları bile belirli bir ölçüyle iner. Eğer yağışlar düzensiz olsaydı, yeryüzünde hayat mümkün olmazdı.
Bu örnekler, evrenin her noktasında bir ilahi nizamın işlediğini gösterir. Tesadüf, kanunsuzluk ve düzensizlik gerektirir; ancak evrende kanun ve düzen hâkimdir.
Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, zerrelerin rastgele hareket etmesi mümkün değildir. Çünkü:
1. Eğer bir zerre tesadüfen hareket etseydi, bulunduğu yerde uyum sağlaması mümkün olmazdı.
2. Eğer bir zerre, Allah’ın izni olmadan başka zerrelerle birleşebilseydi, evrende sürekli kaos olurdu.
3. Eğer her zerre kendi başına karar verebilseydi, bu zerrenin sonsuz bir akla sahip olması gerekirdi ki, bu mantıksız bir iddiadır.
Bu yüzden her zerre, Allah’ın kudretiyle, bilgisiyle ve iradesiyle hareket eden bir memurdur.
Sonuç: Her Şey Allah’ın Varlığını ve Birliğini Gösterir
Bediüzzaman Said Nursî’nin bu sözü, evrendeki en küçük varlıkların bile ilahi bir kudret tarafından yönetildiğini vurgulayan derin bir tefekkürdür. Her zerre, ancak Allah’ın ilmi ve kudretiyle hareket etmektedir.
Eğer bir zerre Allah’ın memuru olmazsa, kendisinin ilah olması gerekir.
Eğer bir zerre, ilahi bir düzen içinde hareket etmiyorsa, sonsuz bir bilgiye ve kudrete sahip olmalıdır ki, bu imkânsızdır.
Evrenin en küçük birimi olan zerreler bile, tek bir Yaratıcı’nın varlığını ve birliğini ispat etmektedir.
Sonuç olarak: Her şey Allah’ın varlığını ve birliğini haykırır. İnsan, sadece bir an durup düşünse, evrenin her noktasında Allah’ın sonsuz ilmini ve kudretini görebilir.
> “Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, insanlar onların üzerinden geçerler de dönüp bakmazlar.” (Yusuf, 12/105)
O hâlde, gaflet perdesini kaldırıp her şeyin arkasında Allah’ın kudretini görmek, insanın en büyük kazancı olacaktır.
GENÇLİĞİN GEÇİCİLİĞİ VE AHİRET HAKİKATİ lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.
Gençliğin Geçiciliği ve Ahiret Hakikati
Lise avlusunda gülerek dans eden genç kızlar, hayatın canlılığını ve gençliğin enerjisini temsil eder. Onların neşesi, insana gençliğin büyüleyici cazibesini ve yaşamın geçici sefasını hatırlatır. Ancak, bir an için elli yıl sonrasını hayal edelim. Bu kızlar, gençliğin ateşi sönmüş, yüzlerinde yılların izlerini taşıyan, belki de hayata veda etmiş insanlar olacaklar. İşte bu manzara, bize hayatın geçiciliği, gençliğin aldatıcı cazibesi ve ahiret hakikatini derinden düşündüren bir tablo sunar.
Gençlik: Bir Lütuf Ama Geçici
Gençlik, Allah’ın insana bahşettiği bir lütuftur. Ancak bu lütuf, aynı zamanda bir imtihandır. İnsan, gençlik yıllarında kendini güçlü, enerjik ve hayat dolu hisseder. Çoğu zaman ölüm ve hesap gibi gerçekleri düşünmek istemez, hayatını eğlence ve gafletle geçirme eğilimindedir. Bu durum, Kur’an’da şöyle hatırlatılır: “Biliniz ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve mal ile evlat çoğaltma yarışından ibarettir.” (Hadid, 20).
Avluda dans eden genç kızlar da bu ayetin bir yansıması gibidir. Hayatın eğlenceli ve süslenmiş yüzüne odaklanarak asıl gerçeği, ahireti unutmak insanın en büyük gafletlerinden biridir.
Elli Yıl Sonrası: Bir Hakikat Manzarası
Elli yıl sonra o genç kızların çoğu ya ihtiyarlığın ağırlığını taşıyor ya da bu dünyadan göç etmiş olacak. Avluda yankılanan kahkahalar yerini derin bir sessizliğe bırakacak. Gençliklerini ne uğrunda harcadılar? Hangi hedeflere koştular? Bu sorular, o günün insanlarını düşündürürken bize de bir uyarıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur: “İnsanoğlu, şu beş şeyden sorguya çekilmedikçe kıyamet günü Allah’ın huzurundan ayrılamaz: Ömrünü nerede tükettiği, gençliğini nerede harcadığı…” (Tirmizi, Kıyamet, 1).
Gençlik yılları, insanın ahiret azığını hazırlayabileceği en verimli dönemlerdir. Ancak gafletle geçen gençlik, insanın hem dünyada hem ahirette pişman olmasına sebep olabilir.
Hayatın Geçiciliği Üzerine Bir İbret
Dans eden gençlerin gelecekteki halleri, bize zamanın ne kadar hızlı geçtiğini ve hayatın ne kadar geçici olduğunu hatırlatır. İnsan, gençlikte ölümün uzak olduğunu zanneder; oysa ölüm her yaştaki insanın kapısını çalabilir. Dünya hayatı, ebedi hayatın yanında bir gölge gibi geçicidir.
Gençliğin Değeri ve Ahiret İçin Yatırım
Gençliğin enerjisini, güzelliğini ve gücünü ahiret için bir sermaye olarak kullanmak gerekir. Bu, kişinin hem dünya hem de ahiret saadeti için en doğru yoldur. Allah’a yakınlaşmak, salih ameller işlemek ve faydalı işler yapmak, gençliği boşa harcamamanın yollarıdır. İnsan, zamanı değerli kıldığında, gençliğin geçiciliğinden ahiret için ebedi bir kazanç çıkarabilir.
Sonuç: Dans Eden Gençlikten Ahiret Hakikatine
Lise avlusunda dans eden genç kızların elli yıl sonraki halleri, her birimize ibret dolu bir ders sunar. Hayatın geçiciliği ve gençliğin hızla tükenişi, insanın Allah’a yönelmesi ve ahiret bilinciyle yaşaması gerektiğini hatırlatır. Gençliğimizi ne uğrunda harcadığımız, bu dünyadan ayrıldığımızda geride bırakacağımız en önemli mirastır. Rabbim, gençliğimizi ve hayatımızı O’nun rızasına uygun bir şekilde değerlendirenlerden eylesin.
HERŞEY İÇİN BİR KEMAL NOKTASI TAYİN EDİLMİŞTİR “Evet Cenab-ı Hak, her şey için bir nokta-i kemal tayin etmiştir. Ve o noktayı elde etmek için o şeye bir meyil vermiştir. Her şey o nokta-i kemale doğru hareket etmek üzere, sanki manevî bir emir almış gibi muntazaman o noktaya müteveccihen hareket etmektedir. Esna-yı harekette onlara yardım eden ve manilerini def’eden, şüphesiz Cenab-ı Hakk’ın terbiyesidir. “İşârât-ül İ’caz.
**Cenab-ı Hakk’ın Terbiyesi ve Nokta-i Kemal: İşârâtü’l-İ’caz Perspektifi** Bediüzzaman Said Nursî’nin bu ifadeleri, kâinattaki **”nizam, hikmet ve gaye”** üçlüsünü merkeze alarak, her varlığın yaratılış amacına (nokta-i kemal) yönelişini ve bu süreçteki ilâhî terbiyenin rolünü izah eder. Bu düşünce, Kur’ân’ın **”Rabbimiz her şeye yaratılışını (varlık özünü) verip sonra onu doğru yola iletendir”** (Tâhâ, 50) ayetiyle de örtüşür. İşte bu hakikatin detaylı tahlili:
### **1. Nokta-i Kemal: Yaratılışın Hedefi** – **Tanım**: Her mahlûk için belirlenen **”en mükemmel potansiyel”**dir. Tohumun ağaç olması, yıldızların yörüngesinde kalması, insanın marifetullaha ulaşması gibi… – **Meyil ve Saika- Sevki İlahi (İçgüdü)**: Nursî, bu hedefe yönelik **”fıtrî meyil”**in, varlıklara Allah tarafından yerleştirilen bir **”kudsî program”** olduğunu vurgular. Örneğin, arının bal yapması veya kalbin hakikati araması, bu programın tezahürüdür. – **Kur’ânî Temel**: *”Biz her şeyi bir ölçüyle yarattık”* (Kamer, 49) ayeti, nokta-i kemal kavramını destekler.
### **2. İlâhî Terbiye: Kemale Giden Yolda Rehberlik** – **Terbiyenin Anlamı**: Allah’ın, varlıkları kemale ulaştırmak için onlara verdiği **”eğitim, destek ve engelleri kaldırma”** sürecidir. Güneşin bitkiyi beslemesi, yağmurun toprağa can vermesi, insana hidayetin nasip edilmesi gibi… – **Engellerin Def’i**: Nursî, “manilerin def’i”ni şöyle örneklendirir: *Bir çekirdeğin ağaç olması için toprak, su ve güneşin bir araya getirilmesi; insanın nefsaniyet engellerinin kalbî terbiye ile aşılması.* – **Kâinatın İşleyişi**: Terbiye, **”kudret, hikmet ve rahmet”** sıfatlarının kolektif tecellisidir. *”O, her an yaratma halindedir”* (Rahman, 29) ayeti bu dinamizme işaret eder.
### **3. Hareket ve Nizam: Kâinatın İlâhî Emre İtaati** – **Manevî Emir**: Nursî, varlıkların nokta-i kemale yönelişini, **”sünnetullah”** (Allah’ın koyduğu kanunlar) ile açıklar. Yıldızların dönüşü, hücrelerin bölünmesi, atomların titreşimi—hepsi bu emrin tezahürüdür. – **İnsanın Konumu**: İnsan, irade sahibi olması nedeniyle bu sürece şuurlu katılır. Kemalini, **”iman, ibadet ve ahlak”** üçlüsünde bulur. – **Tevhid Delili**: Her şeyin aynı hedefe yönelmesi, tek bir Yaratıcı’nın varlığını gösterir. *”Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisi de kaos içinde yok olurdu”* (Enbiyâ, 22).
### **4. Felsefî ve Tasavvufî Arka Plan** – **Aristo vs. İslâm**: Aristo’nun “final cause” (nihai sebep) kavramına benzer, ancak İslâmî perspektifte bu sebep, Allah’ın irade ve hikmetine bağlanır. – **İbn Arabî ile Bağlantı**: *”Allah, âlemi kendi cemalini görmek için yarattı”* düşüncesi, nokta-i kemali “Hakk’ın tecellisine mazhar olma” şeklinde tamamlar. – **Mevlânâ’nın Mesnevisi**: *”Her şey aslına döner”* (Dereden dereye koşarız, ama aslımız olan denize ulaşırız) ifadesi, Nursî’nin kemal anlayışıyla örtüşür.
### **5. Günümüze Mesajlar** – **Bireysel Hayat**: İnsan, nefsinin ve dünyanın geçici hevesleri yerine, **”ebedî kemal”** olan Allah’a yönelmelidir. – **Toplumsal Düzen**: Toplumlar da adalet, merhamet ve ilimle kemale erer; zulüm ve cehalet ise bu terbiye sürecine dirençtir. – **Ekolojik Denge**: Tabiattaki mükemmel döngüler, ilâhî terbiyenin bir sonucudur. Çevre tahribatı, bu nizama karşı bir isyandır.
**Sonuç**: Nursî’nin bu izahı, kâinatı **”terbiye edilen bir öğrenci”**, Allah’ı ise **”şefkatli bir muallim”** olarak resmeder. Her varlık, O’nun terbiyesiyle kemalini bulurken, insana düşen bu sırra şahitlik edip **”Rabbini hamd ile tesbih etmektir”** (İsrâ, 44).
@@@@@@@
**İsrâ Sûresi 84. Ayet Tefsiri** **Arapça Metin:** قُلْ كُلٌّ يَعْمَلُ عَلَىٰ شَاكِلَتِهِ فَرَبُّكُمْ أَعْلَمُ بِمَنْ هُوَ أَهْدَىٰ سَبِيلًا **Meal:** “De ki: Herkes kendi yapısına (yaratılış ve karakterine) göre davranır. Rabbiniz ise kimin doğru yolda olduğunu en iyi bilendir.”
### **1. Kelime Analizi ve Temel Anlam** – **”Şâkile” (شَاكِلَتِهِ):** – Lügatte “yaratılış, mizaç, tabiat, karakter” anlamlarına gelir. – Terim olarak insanın fiziksel ve ruhî özelliklerini, inanç ve niyetini kapsayan bir kavramdır. – **”Ahdâ sebîlâ” (أَهْدَىٰ سَبِيلًا):** – “En doğru yol” veya “hidayet üzere olan” anlamında kullanılır.
### **2. Tefsirlerde Ana Yaklaşımlar** #### **a) Taberî ve İbn Kesîr:** – **Taberî:** Her insanın amellerinin, inanç ve karakteriyle uyumlu olduğunu belirtir. Örneğin, müminin ameli imanına, kâfirin ameli ise küfrüne uygundur. – **İbn Kesîr:** “Şâkile”yi kişinin “niyet ve iç dünyası” olarak yorumlar. Amellerin zahirî değil, bâtınî yönünün önemine vurgu yapar.
#### **b) Fahreddin Râzî:** – “Şâkile” hem bedenî hem ruhî yapıyı içerir. İnsanın fizyolojik özellikleri kadar, ahlakî eğilimleri de amellerini şekillendirir. – **Örnek:** Cömert birinin infak etmesi, cimrinin cimrilik yapması, karakterlerinin bir yansımasıdır.
#### **c) Elmalılı Hamdi Yazır:** – Ayetin mesajını şöyle özetler: *”Herkes fıtratına göre amel eder. Kimin hidayette olduğunu ancak Allah bilir. Bu, insanların birbirini yargılamaması gerektiğini gösterir.”*
### **3. Ayetin Ana Temaları** #### **a) Amel-Niyet İlişkisi:** – Amellerin değeri, niyet ve karakterle doğrudan bağlantılıdır. Hadis-i şerifteki *”Ameller niyetlere göredir”* (Buhârî) ilkesiyle uyumludur. – **Örnek:** İki kişi aynı hayrı yapsa bile, biri riya ile diğeri ihlasla yaparsa, amel değeri farklı olur.
#### **b) Hidayetin Kaynağı:** – Doğru yolu bulmak Allah’ın dilemesi ve bilgisi iledir. Bu, insana tevazu ve Allah’a tevekkül emreder. – **Ayetle Bağlantı:** *”Allah kime hidayet ederse o doğru yoldadır”* (A‘râf, 178).
#### **c) İnsanî Farklılıklar:** – Herkesin farklı mizaçlara sahip olması, toplumsal çeşitliliğin bir gereğidir. Bu, İslam’ın **”tanışma ve anlayış”** (Hucurât, 13) emriyle de uyumludur.
### **4. Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’da Konuya Bakışı** Bediüzzaman, bu ayetin ruhunu şu şekilde yorumlar: – **Fıtrat ve İbadet:** İnsanın yaratılış gayesi, Allah’ı tanımak ve O’na ibadet etmektir. Ameller, bu fıtrî yönelişin dışa vurumudur. – **Hidayet ve İrade:** Hidayet Allah’tandır, ancak insan iradesiyle doğru yolu seçmelidir. *”Hidayet isteyene hidayet verilir”* (Leyl, 12) prensibiyle örtüşür. – **Örnek:** Risale-i Nur’da geçen *”Her bir mahluk, kendi lisan-ı hâliyle Allah’ı zikreder”* ifadesi, her varlığın kendi şâkilesine göre hareket ettiğini gösterir.
### **5. Günümüze Mesajlar** 1. **Yargılamadan Anlamak:** – İnsanların davranışlarını yargılamadan önce, onların niyet ve fıtratını anlamaya çalışmak gerekir.
2. **Niyet Muhasebesi:** – Kişi, amellerini sık sık kontrol edip niyetini ihlasla temizlemelidir.
3. **Hidayet Duaları:** – *”Bize doğru yolu göster”* (Fâtiha, 6) ayeti gibi, hidayet için sürekli dua etmek önemlidir.
4. **Çeşitliliğe Saygı:** – Toplumda farklı mizaçların olması, ilâhî bir zenginliktir. Bu farklılıklar, karşılıklı öğrenme vesilesidir.
**Sonuç:** İsrâ 84. ayet, insanın amellerini iç dünyasıyla ilişkilendirerek, hidayetin Allah’ın elinde olduğunu hatırlatır. Bu, hem bireysel sorumluluğu hem de ilâhî rahmetin genişliğini vurgulayan dengeli bir mesajdır.
Son yıllarda dinî hassasiyetler, toplumda hem derinlemesine sevgi hem de sert bir karşıtlık oluşturan bir konu haline gelmiştir. Geçmişte, dinin güzelliklerinin insanlara anlatılması, doğru bir biçimde öğretilmesi ve sevdirilmesi ön planda iken, günümüzde birçoğumuz için dini doğru bir şekilde yansıtmanın ve insanları doğru yolda tutmanın yolu, onları dinin yanlış yorumlanmasından ve abartılı yorumlardan uzak tutmaktan geçiyor gibi görünmektedir. İşte bu noktada, “dini sevdirmek mi, yoksa nefret ettirmemek mi?” sorusu karşımıza çıkıyor.
Dini Sevdirmek: Güzel bir Anlatımın Gücü
Tarihe baktığımızda, dini sevdirme çabalarının yaygın olduğunu görmekteyiz. Peygamberlerin, evliya ve âlimlerin, insanların kalbini kazanmak için izlediği yollar da buna örnektir. Peygamber Efendimiz’in (sav) “İzlediğiniz örnek olun, insanlar güzel bir ahlaka baksınlar” şeklindeki öğütleri, bizlere dinin güzelliklerini yansıtarak insanları cezbetmenin önemli bir yol olduğunu gösterir. Din, doğası itibariyle sevgi, barış, adalet ve hoşgörü üzerine kuruludur. Dolayısıyla, dinin özüyle tanışan bir insan, çoğunlukla bu güzelliklere kapılacaktır. Bu süreçte, iyi bir iletişim, doğru bilgi ve merhametli bir yaklaşım büyük bir önem taşır.
Sevdirmek, insanların düşüncelerinde ve kalplerinde bir yer edinmek için en etkili yol olabilir. İnsanlara dini anlatırken, onların kendilerini yargılamadan, onları daha iyi bir insan olmaya teşvik ederek, onların dini değerlerle tanışmalarını sağlamak mümkündür. Ancak bu yaklaşımın dikkatli ve sabırlı bir süreç gerektirdiği de unutulmamalıdır.
Günümüzde ise bazen dinî meselelerin yanlış anlaşılması, hatalı uygulamalar ve sert tutumlar, insanların dini sadece zorluk, baskı ve korku olarak algılamalarına neden olmaktadır. Dini sevdirme çabaları, bazen aşırıya kaçan, insanları bunaltan ya da toplumsal huzuru bozan biçimlere dönüşebilmektedir. İşte tam bu noktada, nefret ettirmemek önemli hale gelmektedir.
İslam’ın özünde yer alan merhamet, hoşgörü ve anlayış, bazen toplumsal baskıların ve yanlış yorumların gölgesinde kalabilmektedir. İnsanlar, doğru dini bilgiyi almakta güçlük çekebilir ya da onları dini yaşam biçimlerine zorlamak, zaman zaman ters tepebilir. Bir insanı, inançlar nedeniyle eleştirip küçümsemek ya da bir yaşam biçimini dayatmak, doğru olanı yapmaktan çok uzak bir tutumdur. Bu tür yaklaşımlar, dinî hassasiyetleri tersine işleyebilir ve insanlar dinin katılığı ve baskıcı yönleriyle tanışabilir.
Dini sevdirmek, daha geniş bir perspektiften baktığımızda, aslında hoşgörü ve anlayışla insanları dinin doğal güzelliklerine çekmek anlamına gelir. Bu, bir zorlamadan ve kısıtlamadan uzak durmayı gerektirir. İslam, hoşgörüyü, insan haklarına saygıyı ve özgürlüğü temel alır. Bu yüzden, dini bir yaşam biçimi insanlara zorla dayatılmamalıdır. Bir insanın özgür iradesiyle dini seçmesi, onu kalpten bir şekilde sahiplenmesi çok daha kalıcı ve anlamlı olacaktır.
Bir İbret: Geçmişteki Yanlış Anlamalar ve Bugünkü Durum
Tarihte, bazen dini sevdirme çabaları yanlış anlaşılmış ve bunu yapan kişiler, doğru bir biçimde anlatamamışlardır. Örneğin, geçmişte dini anlatan bazı kişiler, doğruyu söylemek yerine sert bir üslupla dini anlatmaya çalışmış, insanları sindirmek, korkutmak gibi hatalı yollara sapmışlardır. Bu yaklaşım, insanların dini sadece bir korku aracı olarak görmelerine yol açmıştır.
Bugünse, dinî hassasiyetler arasında denge kurmanın önemi çok daha fazla hissedilmektedir. Toplumda dini bir değer taşımayan kişilerin, dini zorla kabul ettirilmesi ya da onlara baskı yapılması, dinin özünden uzaklaşılmasına neden olabilir. Bunun yerine, dini sevdirmektense nefret ettirmemek, daha sağlıklı bir yol gibi görünmektedir. İnsanların dinle tanışması, onu içselleştirmeleri zaman alabilir ve bu sürecin baskıdan uzak bir şekilde, sevgi ve saygı çerçevesinde olması gerekir.
Sonuç: Din, Sevgi ve Saygıyı Gerektirir
Sonuç olarak, dinin insanlara doğru şekilde aktarılması, sadece bir bilgilendirme süreci değil, aynı zamanda bir sevgi, saygı ve anlayış sürecidir. Din, özgür irade ile kabul edilmelidir ve bu kabul de kişinin iç dünyasında anlamlı olmalıdır. Dinî değerleri sevdirmek ve doğru bir biçimde öğretmek, sadece bilgiyi aktarmakla sınırlı değildir; insanları dinin içsel güzellikleriyle tanıştırmak, onlara zorlamadan bir yol göstermek anlamına gelir.
Nefret ettirmemek, bu çabaların temelidir. İnsanlar din hakkında daha fazla bilgi edinmeli, ancak bu bilgiye onları zorlamadan, onlara baskı yapmadan ulaşmalarına yardımcı olunmalıdır. Zira, dini sevdirmenin yolu, onu doğru bir şekilde yaşamak, hoşgörülü ve anlayışlı olmakla mümkündür. Din, sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir yaşam biçimidir ve bu yaşam biçimi, insanlara sevgi ve anlayışla sunulduğunda en verimli sonuçları doğurur.
ÖRTÜNMEYİ SEVMİYORDU KEFENLE HER YERİNİ ÖRTTÜLER. ÜSTÜNE BİR DE PUŞİDE YANİ YEŞİL ÖRTÜDE ÖRTTÜLER
Örtünmeyi Sevmiyordu, Kefenle Her Yerini Örttüler
Hayatını dilediği gibi yaşamak istiyordu. Özgürlüğüne düşkündü, kurallar ve sınırlar ona ağır geliyordu. “Başıma örtü almak bana göre değil” derdi. Örtünmeyi sevmezdi.
Ne zaman biri ona tesettürü hatırlatsa, “Beni yargılamayın, herkes kendi hayatına baksın” derdi. “Önemli olan kalp temizliği” diyerek konuyu kapatırdı. Bir gün kapanmayı düşünüyordu belki ama o gün hiçbir zaman gelmedi… Ta ki ölüm gelip her şeyi bitirene kadar.
Kefenle Örtülmek
Ölüm aniden geldi. Ne bir hazırlık yapabilmişti ne de veda edebilmişti. Bir zamanlar örtünmeyi reddeden bedeni şimdi bembeyaz bir kefene sarılıyordu. Tüm bedeni, başı, yüzü, elleri… Her yanı örtüldü.
Eskiden bir örtüyü bile fazla bulanlar, şimdi onu tamamen örtüyorlardı. Çırpınma şansı yoktu, itiraz edemezdi artık. İnsan hayattayken sevmediği örtüyü, ölüm ona zorla giydiriyordu.
Üstüne Bir de Yeşil Örtü
Yetmedi… Onu mezarlığa götürürken tabutunun üzerine bir de yeşil puşide, yani örtü serdiler. Eskiden rengârenk giyinmeyi severdi ama şimdi üstünde yalnızca beyaz bir kefen ve yeşil bir örtü vardı.
İnsanlara “Beni yargılamayın” derdi ama şimdi herkes onun için “Allah rahmet eylesin” diyordu. Belki de içlerinden biri fısıldıyordu: “Keşke hayattayken kendi isteğiyle örtünseydi…”
Gerçek Özgürlük Hangisi?
Oysa tesettür bir yük değil, bir özgürlüktü. Hayattayken kendini Allah’a adamak, kendi iradesiyle örtünmek bir şerefti. Ama o bunu anlamadı. Özgürlük diye düşündüğü şey, aslında bir aldanıştı. Çünkü ölüm gelip her şeyi bitirdiğinde, hayattayken kaçtığı şey, ona zorla giydirildi.
Sonuç: Kendi Rızamızla Örtünelim
Bu hayat geçici… Ölüm gelip çattığında, artık tercihlerimizin bir anlamı kalmayacak. Örtünmeyi sevmeyenler bile bir gün kefene sarılacak. Ama kendi irademizle örtünmekle, mecbur kalıp örtünmek arasında büyük bir fark var.
Keşke kefen ilk örtümüz olmasaydı… Keşke Rabbimizin emrini hayattayken yerine getirip, örtüyü bir zorunluluk değil, bir rahmet olarak görebilseydik. Çünkü kendi isteğimizle örtünmezsek, ölüm gelip bizi örtecek. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak…
DİNDAR KİŞİLERİN ÇOCUKLARI GENELDE NEDEN DİNDAR OLMUYOR? SEBEP VE ÇARELERİ NELERDİR?
Dindar Kişilerin Çocukları Genelde Neden Dindar Olmuyor? Sebep ve Çareler
Birçok dindar aile, çocuklarının da kendi inanç ve değerlerini benimsemesini arzu eder. Ancak günümüzde gözlemlenen bir gerçek var: Dindar anne babaların çocukları, beklenen seviyede dindar olmuyor ya da tamamen farklı bir hayat tarzı benimseyebiliyor.
Bu durum, sadece bireysel tercihlerle açıklanamayacak kadar derin ve karmaşık bir mesele. Peki, dindar ailelerin çocukları neden dindar olmuyor? Bunun sebepleri neler ve bu konuda neler yapılabilir?
Sebepler: Nerede Hata Yapılıyor?
1. Dinin Sevdirilmemesi, Zorla Benimsetilmesi Birçok aile, dinî eğitimi baskıcı ve katı bir şekilde veriyor. Çocuk, ibadetleri yerine getirmezse sert şekilde uyarılıyor, zorla camiye veya Kur’an kursuna gönderiliyor. Bu yaklaşım, çocukta sevgi yerine korku oluşturuyor. Oysa İslam, zorla değil, sevdirilerek ve benimseyerek ve de benimsetilerek yaşanması gereken bir dindir.
2. Anne Baba ile Dindarlık Arasında Çelişki Çocuklar, anne babalarının sadece sözlerine değil, davranışlarına da dikkat eder. Eğer bir baba namaz kılarken aynı zamanda insanlara kötü davranıyorsa, eğer bir anne tesettüre riayet ederken gıybet ediyorsa, çocuk şunu düşünür: “Demek ki dindar olmak insanı iyi yapmıyor.” Çocuklar, gördükleri dindarlıkla gerçek İslam arasında bağ kuramazlarsa, dine yabancılaşabilirler.
3. Sorgulama ve Akla Hitap Eden Eğitim Eksikliği Günümüz gençliği, geçmiş nesillere göre daha fazla sorgulayıcıdır. Sadece “Allah emrediyor, o yüzden yap” demek, onları tatmin etmez. Eğer dini meseleler akılcı ve mantıklı bir şekilde anlatılmazsa, modern dünyanın farklı ideolojileri çocukları daha fazla etkileyebilir.
4. Dünyaya Fazla Kapanma, Çocuğun Sosyal Hayattan Kopması Bazı dindar aileler, çocuklarını aşırı korumacı bir şekilde büyütüyor. Büyüyüp farklı bir çevreye girdiğinde, birdenbire dünya ona cazip geliyor. Eğer bir çocuk, dünya ile dengeli bir şekilde tanıştırılmazsa, bir noktada tamamen uç noktalara kayabilir.
5. Yanlış Arkadaş Çevresi ve Medyanın Etkisi Çocukların ve gençlerin kimlerle vakit geçirdiği çok önemli. Eğer dindar aileler, çocuklarının kimlerle arkadaşlık ettiğine dikkat etmezse, onları yanlış bir çevreye kaptırabilirler. Ayrıca sosyal medya, diziler ve filmler, gençleri dinden uzaklaştıran değerleri aşılama konusunda çok güçlüdür. Eğer aileler, çocuklarını bu etkilere karşı bilinçlendirmezse, bir süre sonra onların dinden uzaklaşması kaçınılmaz olur.
Çareler: Çocuklara Dini Sevdirmenin Yolları
1. Dini Sevgi Üzerinden Öğretmek Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dinî eğitimi sevgiyle verirdi. Çocuklara “Namaz kılmazsan cehenneme gidersin” yerine, “Namaz kılarsan Allah seni sever, dualarını kabul eder” şeklinde anlatmak daha etkili olacaktır.
2. Anne Babanın Gerçek Dindarlıkla Örnek Olması Çocuk, anne babasını rol model olarak alır. Eğer anne baba dinin ahlaki yönlerini güzel bir şekilde yaşarsa, çocuk da bunu benimsemeye daha yatkın olur. Dindarlık sadece ibadetle değil, güzel ahlakla da gösterilmelidir.
3. Akla ve Mantığa Hitap Eden Bir Din Eğitimi Vermek Çocukların sorularını geçiştirmek yerine, tatmin edici cevaplar vermek gerekir. Bilim, felsefe ve mantık çerçevesinde dinî meseleleri anlatmak, çocukların İslam’ı bilinçli bir şekilde benimsemesine yardımcı olur.
4. Dünyadan Koparmadan Dengeli Bir Eğitim Vermek Çocukları dünyadan tamamen soyutlamak yerine, onlara dünyayı İslam perspektifinden değerlendirmeyi öğretmek gerekir. Sanata, bilime ilgisi olan çocukların bu ilgileri yok edilmemeli, İslamî çerçevede yönlendirilmelidir.
5. Doğru Çevre ve Sosyal Bilinç Kazandırmak Çocukların arkadaş çevresi ve takip ettikleri medya içerikleri kontrol edilmelidir. Ama bu kontrol, baskıcı değil, bilinçlendirici olmalıdır. Çocuk, neden bazı şeyleri izlememesi gerektiğini anlamalı, sadece yasaklarla büyümemelidir.
Sonuç: Dindarlık Kalpten Gelmeli, Zorla Olmaz
Dindar anne babaların çocuklarının dindar olamamasının en büyük sebebi, dinî eğitimin yanlış verilmesi, baskıcı yöntemlerin uygulanması ve sevgi yerine korkunun öne çıkarılmasıdır.
Gerçek dindarlık, çocuklara baskıyla değil, sevgiyle kazandırılabilir. Eğer çocuklarımızın dindar olmalarını istiyorsak, onlara İslam’ı yaşanabilir, akılcı, mantıklı ve sevgi dolu bir şekilde anlatmalıyız.
Unutmayalım: Dini zorla yaşayan değil, severek ve bilinçle benimseyen bir nesil yetiştirmek, bizim en büyük sorumluluğumuzdur.
İNKARCILARIN DURUMU Al-i İmran 196,197. “İnkar edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!..”
Dünya Hayatının Aldanışı ve Gerçek Yurt: Ahiret
Dünya hayatı, nice aldatıcı süslerle bezenmiş bir imtihan sahnesidir. İnsanlar kimi zaman dünya nimetlerine fazlaca dalarak asıl yurdu, yani ahireti unutur. Kur’an, bizleri defalarca bu geçici hayatın aldatıcılığı konusunda uyarır.
İnkar Edenlerin Refah İçinde Olması Aldatıcıdır
“İnkâr edenlerin diyar diyar gezip refah içinde dolaşması sakın seni aldatmasın; az bir faydalanmadan sonra onların varacakları yer cehennemdir. O ne kötü duraktır!” (Âl-i İmrân, 196-197)
Bu ayet, dünya hayatının yüzeysel görüntüsüne aldanmamamız gerektiğini vurgular. Zalimlerin, inkârcıların ve Allah’a isyan edenlerin dünyada maddi olarak refah içinde yaşaması bizleri yanıltmamalıdır. Çünkü bu sadece geçici bir faydalanmadır. Asıl sonuç ahirette ortaya çıkacaktır.
Benzer şekilde, şu ayette de aynı mesaj verilir:
“Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma yarışıdır…” (Hadîd, 20)
Gerçek Zenginlik ve Ebedî Kurtuluş
Allah, dünya nimetlerini herkese verebilir; ama ahiret nimetlerini yalnızca iman edenlere ve salih amel işleyenlere tahsis etmiştir:
“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara orada yaptıklarının karşılığını eksiksiz veririz ve onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. İşte onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur.” (Hûd, 15-16)
Bu ayetten de anlıyoruz ki dünya hayatının geçici nimetlerine aldanıp ahireti unutanlar, ebedî bir azapla karşılaşacaktır. Ancak Allah’a ve ahiret gününe iman edenler için müjde vardır:
“Allah, mümin erkeklere ve mümin kadınlara, içinde ebedî kalacakları, altlarından ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaat etmiştir. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.” (Tevbe, 72)
Sonuç: Aldanıştan Kurtulup Gerçek Yurdu Hatırlamak
Dünya hayatının cazibesine kapılıp ahireti unutmak, insan için büyük bir tehlikedir. Zenginlik, refah, şöhret gibi nimetler, eğer insanı Allah’tan uzaklaştırıyorsa, o nimet değil, bir imtihandır. Bu yüzden Kur’an, defalarca bizleri dünya hayatının geçiciliği konusunda uyarır ve asıl hedefimizin ahiret saadeti olması gerektiğini hatırlatır.
Rabbimiz bizleri dünya hayatının aldatıcılığından korusun ve gerçek kurtuluşu bulanlardan eylesin.
Hayatta bazen öyle insanlar tanırız ki, onların karakterinde ve davranışlarında büyük kusurlar, derin çürükler fark ederiz. Onlara halk arasında “defolu insanlar” denir. Peki, insan defolu olur mu? Olursa, bu kusurlar nasıl ortaya çıkar ve nelere yol açar?
İnsan Nasıl Defolu Olur?
İnsan ruhu, tıpkı bir kumaş gibi zamanla şekillenir. Hayatın zorlukları, travmaları, yanlış seçimleri ve ahlaki bozulmalar, bu kumaşın üzerinde kalıcı izler bırakır. Defolu insan, genellikle şu özellikleri gösterir:
İkiyüzlülük: Söylediği ile yaptığı birbirini tutmaz. İnsanlara güven vermez.
Nankörlük: Kendisine yapılan iyilikleri unutur, vefasız davranır.
Bencillik: Her şeyi kendi çıkarına göre değerlendirir, başkalarını düşünmez.
Yalancılık: Gerçekleri çarpıtarak insanları kandırır, güveni sarsar.
Bu tür insanlar toplumda daima huzursuzluk yaratır. Onlara güvenenler hayal kırıklığına uğrar, onların etkisi altına girenler ise zamanla aynı bozulmaya uğrar.
Defolu İnsanlarla Karşılaştığımızda Ne Yapmalıyız?
Bir kumaş defolu olduğunda, onu ya tamir ederiz ya da kullanmayı bırakırız. İnsanlarla ilişkilerimizde de aynı prensibi uygulamalıyız.
1. Mesafe Koymak: Defolu bir insanın sürekli çevremizde olması, bizim de ruhumuzu kirletebilir.
2. Empati ve Anlayış: Belki bu insanlar geçmişte büyük travmalar yaşamıştır. Onlara karşı kesin bir yargı yerine, anlayışlı bir mesafe korumak en iyisidir.
3. İyilikle Yaklaşmak: Her insan değişebilir. Belki de sabrımız ve güzel ahlakımız onların içindeki iyiliği uyandırabilir.
4. Kendi Değerlerimizi Korumak: Onların etkisine kapılmadan, dürüst ve erdemli biri olarak kalmalıyız.
Sonuç: Kendi Kalitemizi Koruyalım
Her insan hatalar yapabilir, ancak sürekli aynı yanlışları yapan, bundan ders çıkarmayan ve başkalarına zarar veren insanlar defolu olarak kabul edilir. Önemli olan, bu insanları tanıyıp onlardan ibret alarak kendi ahlakımızı ve karakterimizi korumaktır.
Unutmayalım ki, bir kumaş defolu olabilir ama insan, iradesiyle kendini değiştirebilir. Gerçek erdem, defoları onarmakta ve daha iyi bir insan olma yolunda ilerlemektedir.
GEÇMİŞİMİZİ YIKANLAR GELECEĞİMİZİN GEÇİŞ KÖPRÜSÜNÜ DE ENGELLEDİLER
Geçmişimizi Yıkanlar, Geleceğimizin Geçiş Köprüsünü de Engellediler
İnsanlık tarihi, büyük medeniyetlerin yükselişine ve çöküşüne tanıklık etmiştir. Her bir medeniyet, ardında sadece taş ve topraktan ibaret şehirler bırakmaz; kültürü, bilgiyi ve insanlığın ortak hafızasını da geleceğe taşır. Ancak geçmişimizi yıkmaya çalışanlar, aslında sadece bir dönemin eserlerini değil, aynı zamanda geleceğe uzanan yolları da tahrip ederler. Çünkü geçmişin birikimi, geleceğin köprüsünü inşa eden en önemli malzemedir.
Geçmişi Yıkmak Ne Anlama Gelir?
Bir milletin veya toplumun geçmişini yok etmek, sadece fiziksel yapıları yıkmakla sınırlı değildir. Daha derin ve tehlikeli olan, o toplumun hafızasını silmek, kültürel değerlerini yok etmek ve tarihi mirasını unutturmaktır. Bunun en büyük örneklerinden biri, savaşlarla yıkılan şehirler, yakılan kütüphaneler ve yok edilen tarihi eserlerdir.
Ancak tarih bize gösteriyor ki geçmişin yıkımı yalnızca bir fiziksel eylem değil, aynı zamanda düşünce ve kültürel bir müdahaledir. Geleneklerin, dilin, sanatın ve bilimin yok edilmesi, toplumların gelecek nesillere aktaracağı bilgelik köprüsünü de ortadan kaldırır.
Geçmişini Bilmeyen, Geleceğini İnşa Edemez
Bir birey veya toplum, köklerinden koparıldığında yönünü bulamaz. Tıpkı bir ağacın kökleri olmadan ayakta kalamayacağı gibi, geçmişini unutan bir millet de savrulmaya mahkûmdur. Tarihini bilmeyen toplumlar, aynı hataları tekrar yapmaya meyillidir.
Eğer geçmişi yok edenler başarılı olursa, gelecek için bir bağ kurmak imkânsız hale gelir. Çünkü tarih, toplumların kendilerini anlamalarını, hatalarından ders almalarını ve ilerlemelerini sağlayan en önemli öğretmendir.
Tarih Bize Ne Öğretmeli?
Tarih sadece savaşlar ve krallıklarla dolu bir anlatım değildir. Aynı zamanda bilgelik, deneyim ve insanlığın ortak hafızasının birikimidir. Eğer geçmişimize sahip çıkmazsak:
Kültürel mirasımızı kaybederiz: Bir milletin sanatı, dili ve gelenekleri, onun kimliğinin temel taşlarıdır. Eğer bu taşlar yerinden oynarsa, kimlik bulanıklaşır.
Aynı hataları tekrar ederiz: Geçmişte yaşanan hatalardan ders çıkarmayan toplumlar, benzer hatalara düşmeye devam ederler.
Yeni nesillere aktarılacak bir miras kalmaz: Her nesil, kendisinden sonra gelecek olanlara bir köprü bırakmalıdır. Bu köprü tarih bilinciyle, bilgiyle ve tecrübeyle inşa edilir.
Sonuç: Geçmişimize Sahip Çıkalım
Geçmişimizi yıkanlar, sadece bir dönemin eserlerini yok etmiyorlar; geleceğe uzanan geçiş yollarımızı da kesiyorlar. Tarihine sahip çıkmayan milletler, gelecekte kendi kimliklerini inşa etmekte zorlanırlar. Bu yüzden geçmişimizi öğrenmeli, korumalı ve ondan ilham alarak geleceğimizi inşa etmeliyiz.
Unutulmamalıdır ki köprüleri yıkılan toplumlar, karşıya geçmenin yolunu kaybederler. Ancak bizler, geçmişimizi unutmadan, ondan ders çıkararak ve geleceğe sağl
DÜNYAYA DEMOKRASİ GETİRECEĞİNİ SÖYLEYEN ABD, GİTTİĞİ YERDE GÖZ YAŞI VE KAN BIRAKTI -2-
**ABD’nin “Demokrasi” Maskesi Altındaki Kanlı Tarihi: Bir İbret ve Uyanış Çağrısı** ABD, Soğuk Savaş’tan bu yana kendini “dünyanın demokrasi jandarması” olarak pazarlıyor. Ancak bu iddianın ardında, milyonlarca insanın hayatını karartan bir gerçek yatıyor: ABD’nin demokrasi götürdüğü coğrafyalar, kaos, gözyaşı ve kanla dolu bir enkaz haline geliyor. İşte bu çelişki, tarihin tozlu raflarından günümüze uzanan ibretlik örneklerle gözler önüne seriliyor.
### 1. **Demokrasi Adı Altında Yürütülen Emperyalist Politikalar** ABD’nin dış politikası, 2. Dünya Savaşı’ndan bu yana “demokrasi” kavramını bir silah gibi kullanarak şekillenmiştir. William Blum’un *Emperyalizmin En Ölümcül Silahı: Demokrasi Yalanı* adlı kitabı, ABD’nin 50’den fazla hükümeti devirdiğini, 30 ülkede seçimlere müdahale ettiğini ve 50’yi aşkın lideri öldürttüğünü belgeliyor . Vietnam’da 70 bin, Irak’ta 1 milyon 300 bin masumun hayatını kaybetmesi, Afganistan’ın parçalanması veya Latin Amerika’daki darbeler, bu politikaların bedelini gösteriyor .
**İbretlik Soru:** > “Demokrasi için kaç çocuk öldü? Kaç ülke harabeye döndü?”
### 2. **ABD’nin Kendi İçindeki Demokrasi Krizi** ABD, dışarıda demokrasi vaaz ederken, içerideki zaaflarıyla yüzleşmekten kaçınıyor. 2016’da Hillary Clinton, Donald Trump’tan 3 milyon fazla oy almasına rağmen seçimi kaybetti. 2024’te ise Trump’ın seçimlere katılımı engellenmeye çalışıldı; Maine ve Colorado eyaletleri onu aday listesinden çıkardı . 6 Ocak 2021’deki Kongre baskını ise ABD’nin demokrasi iddiasını yerle bir etti: Kendi halkı, “demokrasinin kalbi”ni işgal etti .
**Düşündürücü Gerçek:** ABD’nin “örnek demokrasi” söylemi, içerideki kutuplaşma, ırkçılık ve seçim sistemi kusurlarıyla çürüyor.
### 3. **Suriye ve Irak: Demokrasi Yalanının En Taze Kurbanları** ABD, Irak’ı 2003’te “demokrasi getirme” vaadiyle işgal etti. Sonuç: 1 milyon ölüm, mezhep çatışmaları ve DAEŞ’in yükselişi. Suriye’de ise PKK/PYD’yi silahlandırarak “demokratik özerklik” adı altında ülkeyi böldü. Beşar Esad’ın devrilmesiyle başlayan iç savaş, 500 binden fazla cana mal oldu .
**Çarpıcı İddia:** ABD’nin bölgedeki asıl hedefi, İsrail’in güvenliği ve enerji kaynakları üzerinde kontrol sağlamaktı. “Demokrasi” ise bu planın paravanıydı .
### 4. **İki Yüzlü Diplomasi: Demokrasi Zirvesi ve Çifte Standartlar** ABD’nin 2021’de düzenlediği “Demokrasi Zirvesi”, çıkar odaklı politikalarını açığa vurdu. Türkiye, Çin ve Rusya davet edilmezken, insan hakları ihlalleriyle suçlanan Filipinler ve Hindistan listeye alındı . Bu tutum, ABD’nin demokrasiyi araçsallaştırdığını kanıtlıyor.
**Tarihsel Bağlam:** ABD, Soğuk Savaş döneminde de demokrasiyi “komünizmle mücadele” için kullandı. Şili’de Allende’nin devrilmesi veya İran’daki Muhammed Musaddık darbesi, bu stratejinin parçasıydı .
### 5. **Türkiye’ye Yansımalar: “Özgün İhtiyaç” ve Pragmatizm Tuzağı** MİT Akademisi’nin 2024 ABD seçim analizi, Trump’ın “demokrasiyi yayma” hedefi olmamasını Türkiye için “fırsat” olarak görüyor. Ancak raporda demokrasi kelimesi yalnızca bir kez geçiyor; vurgu, “pragmatik çıkar” ilişkilerinde . Bu, Türkiye’nin kurumsal yapılar yerine lider odaklı politikalara bel bağlaması riskini doğuruyor.
### Sonuç: Gerçek Demokrasi İçin Yerel ve Küresel Uyanış ABD’nin demokrasi retoriği, emperyal çıkarların kılıfından ibaret. Irak’tan Suriye’ye, Vietnam’dan Latin Amerika’ya, kanla sulanan bu politikaların bedelini masumlar ödüyor. Türkiye gibi ülkeler ise “pragmatizm” tuzağına düşmek yerine, kurumsal işleyişi güçlendirmeli. Unutulmamalı ki gerçek demokrasi, hukukun üstünlüğü, basın özgürlüğü ve toplumsal adaletle inşa edilir .
**Çağrı:** Dünya, ABD’nin “demokrasi” yalanına kanmamalı. Tarih, emperyalizmin maskesini düşürdü; şimdi gerçek özgürlük mücadelesini yerel değerlerle harmanlama zamanı…
DÜNYAYA DEMOKRASİ GETİRECEĞİNİ SÖYLEYEN ABD, GİTTİĞİ YERDE GÖZ YAŞI VE KAN BIRAKTI -1-
ABD ve Demokrasi: Gözyaşı ve Kanın Gölgesinde Bir Söylem
Amerika Birleşik Devletleri, uzun yıllardır kendisini “özgürlüğün ve demokrasinin savunucusu” olarak tanıtıyor. Ancak tarih gösteriyor ki, ABD’nin “demokrasi götürme” iddiasıyla girdiği birçok ülkede geriye kalan şey, çoğu zaman gözyaşı, kaos ve kan olmuştur.
Demokrasinin Maskesi Altında Müdahaleler
ABD’nin dış müdahaleleri, genellikle insan hakları, özgürlük ve demokrasiyi koruma iddialarıyla başlatılmıştır. Ancak bu müdahalelerin temelinde çoğu zaman jeopolitik çıkarlar, enerji kaynaklarına erişim ve küresel nüfuz mücadelesi yatmaktadır.
Vietnam Savaşı (1955-1975): Komünizmle mücadele bahanesiyle Vietnam’a giren ABD, milyonlarca insanın ölümüne ve büyük bir yıkıma neden oldu. Sonuç? ABD çekildi ve Vietnam kendi kaderini tayin etti.
Irak İşgali (2003): Kitle imha silahları bulunduğu iddiasıyla başlatılan savaşta yüz binlerce Iraklı hayatını kaybetti. Saddam Hüseyin rejimi devrildi ama ülke bir türlü istikrara kavuşamadı. ABD’nin çekilmesinin ardından ortaya çıkan otorite boşluğu, terör örgütlerinin yükselmesine yol açtı.
Afganistan (2001-2021): 20 yıl boyunca süren işgal, Taliban’ın ABD’nin çekilmesinden hemen sonra yeniden iktidara gelmesiyle sonuçlandı. On binlerce sivil öldü, ülke harap oldu ama demokrasi asla kök salmadı.
Küresel Çıkarlar ve Çifte Standartlar
ABD’nin demokrasi söylemi çoğu zaman seçici bir şekilde işlemektedir. Kimi ülkelerde insan hakları ihlalleri gündeme getirilirken, ABD’nin müttefiki olan birçok otoriter rejime göz yumulur. Örneğin, Venezuela veya İran gibi ülkeler “özgürlük ve insan hakları ihlalleri” bahanesiyle ağır yaptırımlara ve siyasi baskıya maruz kalmaktadır.
Sonuç: Demokrasi mi, Kaos mu?
ABD’nin müdahaleleri sonucunda hedef ülkelerde genellikle demokrasi değil, daha büyük bir istikrarsızlık ortaya çıkmıştır. Zengin kaynaklara sahip ülkeler, bu müdahalelerden sonra uzun yıllar süren iç savaşlara sürüklenmiş, milyonlarca insan yerinden edilmiştir.
Tarih, dışarıdan dayatılan demokrasinin çoğu zaman başarısız olduğunu göstermektedir. Bir ülkenin demokratikleşmesi, o toplumun kendi iç dinamikleriyle, kendi halkının talepleri doğrultusunda gerçekleşmelidir. Aksi halde, adına “demokrasi götürme” denilen süreç, sadece kan ve gözyaşı üretmeye devam edecektir.
Bu yüzden, ABD’nin müdahalelerini değerlendirirken, gerçek amacı iyi analiz etmek gerekir: Gerçekten demokrasiyi mi yaymak istiyorlar, yoksa kendi çıkarlarını mı koruyorlar? Tarih, bu sorunun cevabını bize açıkça vermektedir.
Risale-i Nur Külliyatı’nda Ruhani ve Ruhaniyat kelimelerinin izah ve anlatımı.
Risale-i Nur Külliyatı’nda “Ruhani” ve “Ruhaniyat” kavramları, genellikle maddi âlemin ötesinde, metafizik ve manevi varlıkları ifade etmek için kullanılır. Bediüzzaman Said Nursî, bu kavramları özellikle melekler, cinler, ruhanî varlıklar ve ruhun mahiyetiyle ilgili bahislerde ele alır.
1. Ruhani Kavramı
“Ruhani” kelimesi, genellikle maneviyatla ilgili, ruhani varlıklar veya ruhla ilgili hususlar anlamında kullanılır. Risale-i Nur’da şu bağlamlarda geçer:
Melekler ve ruhani varlıklar: Melekler ve diğer ruhani varlıklar, fiziksel âleme bağlı olmaksızın yaşayan, Allah’ın emirlerini yerine getiren ve insanlarla belirli şartlarda irtibat kurabilen varlıklar olarak tanımlanır.
İnsanın manevi boyutu: Ruhun bedenden bağımsız bir varlık olduğu, ölümle yok olmadığı ve ahiret âleminde de varlığını sürdüreceği anlatılır.
Ruhun gıdası: Risale-i Nur’da ruhun da bir gıdaya ihtiyacı olduğu, bu gıdanın ise iman, ibadet ve tefekkür olduğu ifade edilir.
2. Ruhaniyat Kavramı
“Ruhaniyat” kelimesi ise genellikle manevi âlem, ruhların varlığı ve bu âlemdeki varlıklar için kullanılır. Risale-i Nur’da şu anlamlarda geçer:
Manevi âlem ve ruhani varlıklar: Ruhaniyat, dünya hayatına sıkışmış maddi varlıklarla sınırlı olmayan, metafizik boyutta var olan ruhlar, melekler, cinler ve diğer manevi varlıkları içine alan bir kavramdır.
Ruhun ebediliği: Ruhun ölümle yok olmadığı, ahiret âleminde de varlığını sürdüreceği, ruhaniyetin hakikatiyle anlaşılır.
Allah’ın emirleriyle hareket eden ruhani varlıklar: Melekler ve diğer ruhani varlıklar, Allah’ın emirlerine uygun olarak hareket eder ve insanlara bazı manevi yönlendirmeler yapabilirler.
Örnek Bir Bölüm:
Bediüzzaman, Sözler adlı eserinde ruhani varlıkların varlığını ve tesirini anlatırken şöyle der:
> “Nasıl ki beşer içinde insanlarla beraber cin taifesi de var. Öyle de, melaike ve ruhaniyat taifeleri dahi vardır.” (29. Söz, 2. Maksat)
Bu ifade, ruhani varlıkların insanlarla beraber farklı boyutlarda var olduğunu gösterir.
Sonuç
Risale-i Nur’da “ruhani”, daha çok manevi varlıklar veya ruh ile ilgili meseleler, “ruhaniyat” ise manevi âlem ve bu âlemdeki varlıklar anlamında kullanılır. Bediüzzaman, bu kavramları özellikle Allah’ın varlığı ve ahiret inancı çerçevesinde ele alır ve ruhani âlemin, maddi âlem kadar gerçek olduğunu vurgular.
@@@@@@@@
**Risale-i Nur Külliyatı’nda “Ruhani” ve “Ruhaniyat” Kavramlarının İzahı** Risale-i Nur’da “ruhani” ve “ruhaniyat” terimleri, maddi varlıkların ötesindeki varlık âlemine işaret eder ve genellikle melekler, cinler, şeytanlar ve diğer mânevî varlıkları kapsar. Bu kavramlar, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinde derinlemesine ele alınarak hem ontolojik hem de teolojik boyutlarıyla açıklanır. İşte bu kavramlara dair temel açılımlar:
### 1. **Ruhaniyatın Tanımı ve Kapsamı** – **Ruhaniyat**, maddi bedeni olmayan, ruh ve şuur sahibi varlıklar için kullanılır. Bu terim; melekler, cinler, şeytanlar, vefat etmiş insanların ruhları ve henüz şehadet âlemine gelmemiş ruhları içine alır . – Bediüzzaman, bu varlıkların “ruha mensup” olduğunu ve “cismanî” (maddi) varlıkların zıddı olarak tanımlar. Örneğin, “ruhaniyun” (ruhaniler) terimi, bu varlıkların çoğulunu ifade eder .
### 2. **Ruhaniyatın Sınıflandırılması** Bediüzzaman, ruhaniyatı üç ana kategoriye ayırır: 1. **Hayırlı Ruhaniyat**: Melekler bu gruba girer. Allah’ın emirlerine tam itaat eder, insanları aldatmaz ve yalnızca iyilik için çalışırlar . 2. **Şerli Ruhaniyat**: Şeytanlar ve kötü cinler bu sınıftadır. İnsanları saptırmaya ve kötülüğe yönlendirmeye çalışırlar . 3. **Karma Tabiatlı Ruhaniyat**: Hem iyilik hem kötülük yapabilen cinler bu kategoridedir. İnsanlarla etkileşimleri daha karmaşıktır .
Ayrıca Bediüzzaman, ruhaniyatın **”nur, ateş, hava, elektrik gibi latif maddelerden yaratıldığını”** belirterek, onların fizikötesi yapılarını vurgular .
### 3. **Ruhaniyatın Risale-i Nur ile İlişkisi** – **Mütalaa ve Takdir**: Risale-i Nur, yalnızca insanların değil, ruhaniyatın da “mütalaagâhı” (inceleme ve düşünme alanı) olarak tanımlanır. Ruhaniyat, bu eserdeki iman hakikatlerini hüsn-ü kabulle karşılar, takdir eder ve kendi aralarında bu konuları tartışır . – **Kur’an ile Paralellik**: Nasıl ki cinler ve melekler Kur’an’ı dinleyip hayran kalıyorsa (Cin Suresi 72:1-2), Risale-i Nur’un da ruhaniyat nezdinde benzer bir etkiye sahip olduğu belirtilir. Bu durum, eserin “ruhanî ve ilahî hakikatlerle” uyumundan kaynaklanır .
### 4. **Ruhaniyatın Vazifeleri ve Âlemdeki Rolü** – **Kâinatın İdaresi**: Ruhaniyat, kâinattaki ilahî düzenin işleyişinde aktif rol alır. Bediüzzaman, “her bir cihazat-ı âlemde melâike ve ruhaniyatın bir taifesi, bir vazife-i ubudiyetle muvazzaf” olduğunu söyler . – **İnsanla Etkileşim**: İnsanın imanî mücadelesinde melekler destek verirken, şeytanlar ve kötü cinler nefsi saptırmaya çalışır. Risale-i Nur, bu mücadelede insana rehberlik ederek ruhaniyatın olumlu etkisini güçlendirmeyi hedefler .
### 5. **Ruhaniyatın Varlığının Delilleri** – **Kur’an ve Hadis Referansları**: Cinlerin Kur’an’ı dinlemesi (Cin Suresi) ve meleklerin Peygamber Efendimiz (s.a.v.) yanında Kur’an okunurken hazır bulunması (Tecrid-i Sarih) gibi referanslar, ruhaniyatın varlığını ve manevi eserlerle ilişkisini ispatlar . – **Kâinattaki İşaretler**: Bediüzzaman, “kâinatı bir kitap gibi okuyarak” ruhaniyatın varlığını ve faaliyetlerini tefekkür etmeyi öğütler. Örneğin, bir çiçeğin yaratılışındaki sanat, meleklerin ve ruhaniyatın mütalaasına konu olur .
**Sonuç** Risale-i Nur’da “ruhani” ve “ruhaniyat”, hem metafizik bir gerçeklik hem de insanın manevi yolculuğunda etkileşimde olduğu varlıklar olarak ele alınır. Bu kavramlar, insanın imanını derinleştirmek ve kâinatın ilahî düzenini anlamak için kritik bir öneme sahiptir. Bediüzzaman, bu varlıkları Kur’anî perspektifle yorumlayarak, modern insanın materyalist şüphelerine karşı ruhani bir bakış açısı sunar.
Kur’an-ı Kerim’de “Galîlen Mâ” ile Gelen İbretli Mesajlar
Kur’an-ı Kerim’de geçen “Galîlen mâ” (قَلِيلًا مَا) ifadesi, “Ne kadar da az!”, “Ne kadar da az düşünüyorsunuz!”, “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” gibi anlamlara gelir. Bu ifade, insanların az düşünmesi, az ibret alması veya az şükretmesi gibi durumları eleştiren ve uyarıda bulunan ayetlerde geçer.
Allah, bu ifadeyle insanın gaflete düşme eğilimine dikkat çeker ve onun daha bilinçli, daha şükredici ve daha fazla ibret alan bir varlık olması gerektiğini hatırlatır.
1. İnsan Ne Kadar da Az Düşünüyor!
“Galîlen mâ tezekkerûn” “Ne kadar da az öğüt alıyorsunuz!” (Hâkka Suresi, 69:42)
Kur’an, insana defalarca düşünmeyi ve aklını kullanmayı tavsiye eder. Ancak insanlar çoğu zaman yüzeysel yaşar, hayatın anlamı üzerine derinlemesine düşünmez. Oysa kâinatın düzeni, insanın yaratılışı ve ölümden sonraki hayat, üzerinde tefekkür edilmesi gereken büyük gerçeklerdir.
Bu ayet, gaflet içinde yaşayan ve öğütleri göz ardı eden insanlara güçlü bir uyarıdır. Gerçekleri görmek için daha fazla düşünmeliyiz!
2. Ne Kadar da Az Şükrediyorsunuz!
“Galîlen mâ teşkurûn” “Ne kadar da az şükrediyorsunuz!” (A’raf Suresi, 7:10)
İnsan, sahip olduğu nimetleri çoğu zaman fark etmez ve şükretmeyi unutur. Oysa her nefes, her lokma, her sağlık anı Allah’ın bir lütfudur.
Bu ayet, insanın nankörlüğüne dikkat çeker. Zorluklarla karşılaşınca isyan eden, nimet içindeyken şükretmeyi unutan insan, aslında büyük bir yanılgı içindedir. Oysa şükreden bir kalp, nimetleri artırır ve huzuru yakalar.
Şükürsüzlük, insanı hem dünyada hem de ahirette kaybettirir. O halde, şükretmeyi unutmamalıyız!
3. Ne Kadar da Az İman Ediyorsunuz!
“Galîlen mâ tu’minûn” “Ne kadar da az iman ediyorsunuz!” (A’raf Suresi, 7:3)
Kur’an, insanları iman etmeye ve Allah’ın ayetlerini takip etmeye çağırır. Ancak bazı insanlar, apaçık deliller karşısında bile iman etmekte tereddüt eder veya iman etse bile samimi bir bağlılık göstermez.
Bu ayet, insanın iman konusundaki zayıflığını eleştiren bir uyarıdır. İman sadece sözde değil, kalpte ve davranışlarda da olmalıdır. İman eden bir insan, Allah’ın emirlerine uymalı ve hayatını bu doğrultuda şekillendirmelidir.
Öyleyse, imanımızı güçlendirmek için daha fazla çaba göstermeliyiz!
Sonuç: Daha Fazla Düşünmeli, Şükretmeli ve İman Etmeliyiz
Kur’an-ı Kerim’de “Galîlen mâ” ifadesinin geçtiği ayetler, insanın gaflet içinde olduğunu, az düşündüğünü, az şükrettiğini ve zayıf iman gösterdiğini anlatan önemli uyarılardır.
Allah, insanı en güzel şekilde yaratmış ve ona akıl, düşünme yeteneği ve sayısız nimetler vermiştir. Ancak insan çoğu zaman:
Az düşünür. Az şükreder. Zayıf iman gösterir.
Bu ayetler bizlere, gafletten uyanmamız ve daha bilinçli bir şekilde Allah’a yönelmemiz gerektiğini hatırlatır. O halde:
Daha fazla tefekkür edelim. Daha çok şükredelim. İmanımızı güçlendirelim.
Çünkü dünya hayatı geçicidir ve asıl kazanç, Allah’a yönelmek ve O’nun rızasını kazanmaktır.