Aynı Şehirde, Farklı İnançlarda: Osmanlı Müslümanlarının Gayrimüslimlere Bakışı ve Birlikte Yaşama Ahlâkı

Aynı Şehirde, Farklı İnançlarda: Osmanlı Müslümanlarının Gayrimüslimlere Bakışı ve Birlikte Yaşama Ahlâkı

Giriş

Osmanlı Devleti sadece bir siyasi organizasyon değil, aynı zamanda İslam hukukuna dayalı bir medeniyet tasavvuruydu. Bu medeniyetin temelinde, farklı inançlara sahip toplulukların birlikte barış içinde yaşayabileceği bir düzen tasarımı yer alıyordu. Müslümanların gayrimüslimlere bakışı, sadece bir inanç meselesi değil; adalet, merhamet, sorumluluk ve sınır bilinciyle örülmüş derin bir ahlaki anlayışın da tezahürüydü.

I. Kur’an ve Sünnet Işığında Bakış: “Dinde Zorlama Yoktur” İlkesinin Tezahürü

Müslümanların gayrimüslimlere bakışı, Kur’an’ın şu ayetiyle şekillenmiştir:

> “Dinde zorlama yoktur. Artık doğruluk sapıklıktan ayrılmıştır.” (Bakara, 256)

Bu ayet, Osmanlı uygulamasının temel ilkesiydi. Hiçbir gayrimüslim zorla Müslüman yapılmamış; bilakis inançlarına saygı gösterilmiş, ibadetlerini özgürce yerine getirmeleri sağlanmıştır. Camilerin yanı başında kiliseler, havralar inşa edilmiş; bazen Müslümanlar gayrimüslim ustalara cami yaptırmış, gayrimüslimler Müslüman vakıflarına bağışta bulunmuştur.

II. Müslümanların Gayrimüslimlere Yaklaşımı: Koruyucu, Ama Ayırıcı

Müslümanlar, gayrimüslimleri “zımmi” olarak kabul ederdi. Bu statü, onları aşağı görmek değil; onları korumak, hukuklarını güvence altına almak anlamına geliyordu. Bir Müslüman, zımmiye zarar veremez, zulmedemezdi. Hatta Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) şu hadisi Osmanlı hukuk sistemine yön vermiştir:

> “Kim bir zımmîye zulmederse, kıyamet günü onun hasmı ben olurum.” (Ebu Davud)

Bu anlayış, Osmanlı’da hukukla somutlaşmış ve birçok kadı siciline yansımıştır.

III. Kadı Sicillerinden Uygulama Örnekleri

1. Zımmiye Zarar Veren Müslümana Ceza
17. yüzyıl İstanbul Kadı Sicilinde yer alan bir olayda, bir Müslüman pazarcı, Rum bir zımmiye haksız yere borç isnadında bulunur. Delil getiremeyince kadı tarafından hem tazir cezası verilir hem de özür dilemesi emredilir. Bu örnek, zımmî haklarının titizlikle korunduğunu gösterir.

2. İbadethane Hürmeti
18. yüzyıl Üsküdar sicillerinde, bazı gençlerin bir kilise önünde yüksek sesle gülüşüp eğlenmeleri sebebiyle kilise cemaati kadıya şikâyette bulunmuş; kadı, Müslüman gençleri huzuruna çağırıp, ibadet mekânlarına saygı göstermelerini emretmiştir.

3. Kilise Onarımı İçin İzin
16. yüzyılda Halep Kadı Sicilinde, Müslüman mahallenin sakinleri, mahallelerindeki kilisenin harabe haline gelmesinden rahatsız olup gayrimüslim cemaatin onarım talebine izin verilmesini desteklemişlerdir. Bu durum, birlikte yaşama bilincinin ne derece kökleştiğini gösterir.

IV. Münasebetlerin Temel Prensipleri: Sınır, Saygı, Sorumluluk

Osmanlı’da Müslümanlar, gayrimüslimlerle komşuluk, ticaret, sağlık gibi pek çok alanda ilişkiler kurmuş, ancak dini sınırlar belirgin şekilde korunmuştur. Evlenme, miras, velayet gibi meselelerde şer’î hükümler gözetilmiş; ancak ticarette güven, komşulukta nezaket, insanî ilişkilerde saygı hep ön planda tutulmuştur.

Bir kadı sicilinde şu ifade yer alır:

> “Zımminin malı, onun kanı gibi mukaddestir. Kim onun hakkına el uzatırsa, Allah katında sorumludur.”

V. Hikmetli ve İbretli Bir Vaka: Mahalledeki Tek Cenaze

18. yüzyıl Bursa’sında bir Yahudi vatandaş vefat eder. Ailesi cenazeyi kaldırmakta zorluk çeker. Mahalledeki Müslümanlar, “O bizim komşumuzdu” diyerek tabutu omuzlar. Yahudi cemaati şaşkınlıkla sorar: “Siz onun dininden değilsiniz.”
Mahalle imamı şu cevabı verir:

> “Doğru, biz onun dininden değiliz; ama biz onunla aynı sokakta aynı havayı soluduk. O bizim zimmetimizdeydi. Bu bizim dinimizin emridir.”

Bu vak’a, Osmanlı’nın birlikte yaşama ahlakını tek cümlede özetler: “Dini farklı olan, insanlığı farklı değildir.”

Sonuç: Osmanlı’da Adalet, İnanca Saygının Teminatıydı

Osmanlı’da Müslümanlar, gayrimüslimlere hâkimiyet psikolojisiyle değil, eman sorumluluğu ve adalet bilinciyle yaklaşmıştır. İnancını yaşayana engel olmamış; ibadetini küçümsememiş; ama kendi inancından da taviz vermemiştir.

Bu yaklaşım, bugünün çoğulcu toplumlarına da bir ders niteliğindedir: Farklılıkları inkâr etmek değil, adaletle dengelemek; barışın anahtarı budur.

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Gölgede Kalan Göz: Osmanlı’da Gayrimüslimlerin İslam’a Bakışı ve Birlikte Yaşama Hikmeti

Gölgede Kalan Göz: Osmanlı’da Gayrimüslimlerin İslam’a Bakışı ve Birlikte Yaşama Hikmeti

Giriş

Tarihin akışı içinde birçok medeniyet farklı inançlardan toplulukları barındırmış, kimisi bu çeşitliliği baskı ve asimilasyonla bastırmaya çalışırken, kimisi onu bir adalet terazisinde dengelemeye gayret etmiştir. Osmanlı Devleti, 600 yıla yakın bir süre boyunca İslâm’ın adalet ilkesiyle farklı din, dil ve ırktan toplulukları aynı çatı altında barış içinde yaşatmayı başarmış ender örneklerden biridir. Bu yazıda gayrimüslimlerin Osmanlı’da İslam’a ve Müslümanlara bakışı, sosyal münasebetleri ve bu ilişkinin hukuki-hikmetli boyutları ele alınacaktır.

I. Zımmi Hukuku ve Osmanlı’nın Hoşgörü Mirası

Osmanlı’da gayrimüslimler “zımmi” statüsünde değerlendirilirdi. Yani Müslüman yönetimi altında yaşayan, canı, malı, ırzı koruma altında olan; dinini, mabedini ve kültürünü muhafaza edebilen kişilerdir. Bu koruma karşılığında, Müslümanlardan farklı olarak cizye vergisi verirlerdi. Bu sistem, onları aşağılamak değil; onları İslâm şeriatı çerçevesinde bir güvenceye almak anlamına geliyordu.

Gayrimüslimlerin İslam’a ve Müslümanlara dair bakışı da genellikle bu sistemin ürettiği adalet, huzur ve güven ortamına bağlı olarak olumlu olmuştur. Batılı seyyahların, Osmanlı tebaasındaki Ermeni, Rum ve Yahudi cemaatlerinin Müslümanlarla ticaret yapmalarından, Müslüman komşularıyla düğünlerde, bayramlarda hediyeleşmelerine kadar pek çok dostane ilişkiyi yazıya döktüğü bilinmektedir.

II. Kadı Sicillerinden Uygulama Örnekleri

1. Camiye Saygı ve Mahalle Huzuru

17. yüzyıl Edirne sicillerinde geçen bir olayda, gayrimüslim bir fırıncı, cami duvarına kül döküp çevreyi kirletince Müslüman mahalleli kadıya başvurmuş, kadı ise “mukaddes mekânların huzurunu bozmamak” gerekçesiyle fırıncıyı uyarmış ve tazmin yükümlülüğü vermiştir. Burada cami sadece Müslümanlara değil, mahallenin ortak huzuruna işaret eder.

2. İftira Eden Zımmiye Karşı Müslümanların Hukukî Korunması

İstanbul Kadı Sicillerinde yer alan bir kayıtta, bir Ermeni zımminin bir Müslüman komşusunu hırsızlıkla itham ettiği; ancak delil sunamayınca kendisine tazir cezası verildiği görülür. Bu da zımminin Müslümana karşı şikâyet hakkı olduğunu, ancak bu hakkın iftiraya dönüşmesi durumunda eşit şekilde cezalandırıldığını gösterir.

3. Gayrimüslim Şahitliği ve Evlilik Meselesi

Şam sicillerinde yer alan 18. yüzyıla ait bir kayıtta, bir Hristiyan zımmi, kendi mezhebinden biriyle evlilik anlaşmazlığında Müslüman kadıya başvurmuş; kadı, iki tarafın da rızasını aldıktan sonra evliliği geçersiz sayarak dinî hukuk gereği ayrılmalarını emretmiştir. Bu karar, Müslüman kadının sadece kendi hukukuna değil, gayrimüslimlerin mezhep kurallarına da vakıf olarak karar verdiğini göstermektedir.

III. Hikmetli Münasebetler: Komşuluk, Ticaret ve Güven

Osmanlı mahalle kültüründe Müslüman-gayrimüslim ilişkilerinin temelinde komşuluk, ticaret ve güven yer alırdı. Gayrimüslimler, Müslümanlardan hem adalet hem de ahlak yönünden etkilenirlerdi. Pek çok gayrimüslim tüccarın İslâm ticaret ahlakına hayran kalıp Müslüman olduğu vakidir. Yahudi bir kuyumcunun ifadesiyle:

> “Müslüman teraziyle tartar, Allah korkusuyla satardı. Biz ise yalnız kazancı hesaplardık.”

Bu söz bile İslam ahlakının gayrimüslim zihninde nasıl yankı bulduğunu gösterir.

IV. Düşündürücü Bir Vaka: Gayrimüslimin Vasiyeti

18. yüzyıla ait bir Bursa kadı sicilinde, bir Yahudi tüccar ölümünden önce vasiyet bırakır: “Mallarımdan bir kısmı, benimle senelerdir komşuluk eden ve bana haksızlık etmeyen Müslüman aileye sadaka olarak verilsin.” Bu vasiyet, sadece bir minnet değil; bir insanın, bir inanca karşı duyduğu güvenin, bir hayatın sonunda dile gelen şahitliğidir.

V. Sonuç: Sessiz Barışın Adı Osmanlı

Gayrimüslimler için Osmanlı, yalnızca bir “idare” değil; bazen bir sığınak, bazen bir adalet limanı, bazen de bir medeniyet modeli olmuştur. İslam’ın “dinde zorlama yoktur” (Bakara 256) ilkesi, Osmanlı toplum hayatına sirayet etmiş; farklılıklar düşmanlık değil, denge ve hikmet vesilesi olmuştur.

Osmanlı, gayrimüslimlerin gözünde; kılıçla değil, adaletle hükmeden bir sistemin adıdır. Ve bu sistemin en büyük başarısı; farklı gözlere aynı adaleti gösterebilmesinde gizlidir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

KUR’AN’DA GÜNAHIN RENKLERİ: İSM, CÜNAH VE ZENB ARASINDAKİ HİKMETLİ FARKLAR

KUR’AN’DA GÜNAHIN RENKLERİ: İSM, CÜNAH VE ZENB ARASINDAKİ HİKMETLİ FARKLAR

Kur’an-ı Kerim, insanoğluna hitap eden en hikmetli ve kuşatıcı kelamdır. O’nun kelimeleri, sadece lafız değil, aynı zamanda derin anlam katmanları barındırır. Özellikle insanın manevî sorumluluğu ile ilgili kavramlar Kur’an’da titizlikle seçilmiştir. Bunlardan üçü olan “ism”, “cünah” ve “zenb”, her ne kadar genel anlamda “günah” olarak çevrilse de, aralarındaki nüanslar ibretli dersler ve hikmetli farklar barındırır.

1. İsm: Günahın Vicdandaki Ağırlığı

İsm (إثم) kelimesi, sözlükte “ağır gelmek, yavaşlatmak” anlamlarına gelir. Kur’an’da genellikle ahlâkî yozlaşma, büyük günah ve Allah’a karşı işlenen suçlar için kullanılır. Kalpte ağırlık yapan, insanın ruhunu karartan ve manevi seyrini sekteye uğratan günahları anlatır.

> “Onlar bir kötülük yaptıklarında ya da nefislerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlarlar…” (Âl-i İmrân, 135)

İsm, genellikle iç dünyada bir pişmanlık hissini beraberinde getirir. Kimi müfessirlere göre bu kelimeyle işaret edilen günah, insanın ruhani yükselişine engel olan manevi bir prangadır. Vicdanı susturur, kalbi köreltir.

2. Cünah: Meşru Sınırların İhlali

Cünah (جناح) kelimesi, “eğilmek, meyletmek” kökünden gelir. Kur’an’da daha çok hukuki ve ameli hatalar, yani yapılması gerekenlerdeki kusurlar için kullanılır. Örneğin, ihramlı iken avlanmak, kadınlara yaklaşmak gibi fiilî durumlar için “cünah” kelimesi geçer.

> “(Hac mevsiminde ticaret yaparak) Rabbinizden gelecek bir lütfu (kazancı) aramanızda size herhangi bir günah yoktur. Arafat’tan ayrılıp akın ettiğinizde Meş’ar-i Haram’da Allah’ı zikredin ve O’nu size gösterdiği şekilde anın. Şüphesiz siz daha önce yanlış gidenlerden idiniz.” (Bakara, 198)

Bu bağlamda cünah, daha çok dışa dönük bir fiilin, bir sınır ihlalinin adıdır. İnsan bazen bilmeden ya da ihmalen bu tür günahlara düşer. Cünah, bazen bağışlanabilir zayıflığın adıdır, ama süreklileşirse kalbi körleştiren bir gaflete dönüşebilir.

3. Zenb: Geçmişin Yükü ve Karşılığı

Zenb (ذنب) kelimesi, Arapça’da “arka, kuyruk” manasına gelen “zenb” kökünden gelir. Bu, yapılan bir fiilin arkasında bıraktığı iz, yani sonucu, bedeli anlamındadır. Zenb, işlenen günahın ardından gelen cezayı da ima eder.

> “Rabbinin bağışlamasını ve zenbinden tevbe etmeni dile.” (Muhammed, 19)

Bu yönüyle zenb, hem işlenen fiili hem de onun doğuracağı uhrevi karşılığı ile birlikte zikredilir. Kimi zaman bireysel, kimi zaman toplumsal helâk sebepleriyle beraber kullanılır.

Zenb, Allah’ın azametini hiçe saymakla işlenen ve ilahî adaleti harekete geçiren büyük bir sorumluluğun adıdır. Tövbesiz bir zenb, sadece dünyada değil, ebediyette de iz bırakır.

Muradifler ve İnce Farklar

Kur’an’da “günah” anlamında farklı kelimeler de yer alır:

Hata (خطأ): Bilmeden, kasıtsız yapılan yanlışlar.

Fısk (فسق): Allah’ın emrinden çıkmak, isyankâr tavır.

Tuğyan (طغيان): Azmak, haddi aşmak, taşkınlık.

İsraf (إسراف): Aşırılık, dengeyi bozmak.

Şirk (شرك): Allah’a ortak koşmak, en büyük günah.

Her bir kelime, ayrı bir ruhi ya da sosyal hastalığın adıdır. Kur’an, günahı sadece bireysel kusur olarak değil, insanın fıtratından sapması ve ilahi nizamla çakışması olarak tanımlar. Bu nedenle her günah kelimesi, ayrı bir terapi ve tefekkür kapısıdır.

Sonuç: Günahı Tanımak, Arınmanın İlk Adımıdır

İnsanoğlu, fıtratı gereği hata yapar. Ancak asıl felaket, hatayı tanımamak veya ona isim verememektir. Kur’an-ı Kerim’de bu günah kelimelerinin çeşitliliği, insana kendini tanıması ve hangi alanda ne tür bir savrulma yaşadığını fark etmesi içindir.

İsm, vicdanın boğulmasıdır.
Cünah, davranışların hatalı eğilimidir.
Zenb, günahın sonucu olan manevi yük ve sorumluluktur.

Bu farkları bilmek, sadece bir dil meselesi değil, aynı zamanda bir kalp terbiyesi, bir iç muhasebe meselesidir.

Makale Özeti

Kur’an’da geçen “ism”, “cünah” ve “zenb” kelimeleri her ne kadar genel olarak “günah” anlamında kullanılsa da, her biri farklı bir ruh haline, günah türüne ve ahlaki sorumluluğa işaret eder.

İsm, vicdanı karartan ağır günahı,

Cünah, meşru sınırların ihlalini,

Zenb ise günahın sonucu ve uhrevi sorumluluğunu ifade eder.

Bu kelimeler, Kur’an’ın insanı tanıma ve terbiye etme yöntemi olarak farklı mertebelerde kullanılır. Günahı tanımak, tövbeyle arınmanın ilk kapısıdır. Kur’an, bu kelimelerle insanın hem iç dünyasını hem de toplumsal ilişkilerini disipline eder.

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Kiminle Olduğun, Kim Olduğunu Belirler

Kiminle Olduğun, Kim Olduğunu Belirler

Hayat, sadece bireyin kim olduğu sorusuna değil, onunla birlikte yürüdüğü yolda kiminle olduğu sorusuna da cevap arar. Nice insanlar vardır ki potansiyelleri büyük, niyetleri halistir; fakat yanlış dostluklar, bozuk çevreler ya da saptırıcı yoldaşlar sebebiyle yanlış yerlere savrulmuşlardır. Öte yandan, sıradan gibi görünen bazı insanlar, doğru insanlar ile yürüdüklerinde büyür, olgunlaşır, kemale ererler.

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Mûsa ile Hızır’ın kıssası, beraberliğin nasıl bir eğitim vesilesi olabileceğini gösterir. Hızır (as), görünürde anlaşılması zor işler yaparken, Mûsa (as) onunla yürümeye sabrederek derin hikmetleri öğrenmiştir. Yani hakikati anlamak, bazen yalnız akıl değil, doğru bir rehberle yola çıkmayı da gerektirir.

Bir başka ibretli örnek, Firavun’un sarayında büyüyen Hz. Mûsa’dır. Sarayın tüm ihtişamına rağmen, onun gerçek kimliği ve yolculuğu, Firavun’la değil, Allah’a adanmış bir ümmetle birlikte şekillenmiştir. Zira her insan bulunduğu çevreden etkilenir; ya onunla kemale erer ya da çürür. Bunun içindir ki Hadiste, “Kişi arkadaşının dini üzeredir” hadisinden yola çıkarak, dostluğun bir iman meselesi kadar önemli olduğu belirtilir.

Tarihte nice örnekler vardır: Ebu Bekir gibi bir sadık dost, Resulullah’ın (asm) yanında yükselmiş; Karun gibi bir hazine sahibi, Musa’nın kavminden olduğu halde dünya sevgisiyle helake gitmiştir. Ashab-ı Kehf genç yaşlarında doğru bir toplulukla birlikte mağaraya sığınarak çağları aşan bir şehadet bırakmış; Lut’un eşi ise nebi hanesi içinde bile olsa yanlış yolda ısrarla hüsrana uğramıştır.

Demek ki bir insanın ahlâkı, inancı, karakteri kadar; yanında yürüdüğü insanlar da onun kaderinde söz sahibidir. Dost; ya seni yükselten bir asansör olur, ya da seni aşağı çeken bir uçurumun başlangıcı.

Sonuç olarak: Her birey kendi tercihlerinin ürünüdür; ama tercihler içinde en hayati olanı, kiminle yol yürüdüğümüzdür. Yüreklerimizde iman olsun, fakat çevremizde de o imanı besleyen insanlar bulunsun. Çünkü yalnız hakikat değil, hakikate sadık olanlarla yaşamak da bir nasiptir.

Özet:
Bu makalede, insanın kimliğini belirlemede sadece bireysel özelliklerinin değil, beraber olduğu kişilerin de büyük rol oynadığı anlatılmaktadır. Kur’an kıssaları ve tarihî örnekler üzerinden, doğru dostlukların insanı yücelttiği; yanlış arkadaşlıkların ise felakete sürüklediği vurgulanmıştır. Makalenin ana fikri: “Kiminle olduğun, kim olduğunu belirler.”

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Farkın Hikmeti: Osmanlı’da Giyim, Kimlik ve Adalet

Farkın Hikmeti: Osmanlı’da Giyim, Kimlik ve Adalet

Giriş

Osmanlı toplumu, yüzyıllar boyunca farklı din, mezhep ve milletleri bir arada barındırmış kadim bir medeniyettir. Bu çok renkli yapı içerisinde giyim-kuşam sadece bir zaruret değil, aynı zamanda aidiyetin, inancın ve toplumsal düzenin dışa yansıyan bir simgesiydi. Müslümanlar, gayrimüslimler, kadınlar ve erkekler için farklı kıyafet normları belirlenmiş; bu farklar sadece kültürel değil, aynı zamanda hukukî temellere de dayanmıştır. Bu makalede, Osmanlı’da giyimle ilgili uygulamalar, kadı sicillerinden örnek hükümler ve bu uygulamaların ardındaki hikmetli düşünce üzerinde durulacaktır.

I. Kıyafetin Kimlik Dili

Osmanlı’da kıyafet, bir kimlik beyanıydı. Bir Müslüman’ın giydiği sarık, bir gayrimüslimin giydiği kalpak kadar onun toplumsal mevkisini, inancını ve aidiyetini temsil ederdi. Bu ayrım, aşağılama değil, toplumsal düzeni ve huzuru temin etme gayesi taşırdı. Zira herkesin kendi hukuk sistemine tabi olduğu bu yapıda, kıyafet farklılıkları hak, görev ve sorumlulukları da tanımlıyordu.

II. Kadı Defterlerinden Uygulama Örnekleri

Osmanlı kadı sicillerinde, kıyafete dair birçok ilginç kayıt mevcuttur. İşte bazı dikkat çekici örnekler:

1. Gayrimüslimlerin Müslüman gibi giyinmemesi kararı
İstanbul Kadı Sicilleri’nde (örneğin 16. yüzyıla ait bir kayıtta), bir Yahudi vatandaşın Müslüman sarığıyla dolaşması halk arasında karışıklığa sebep olduğundan, kendisine “milletine münasip başlık giymesi” emredilmiştir.

2. Kadınların örtünme yükümlülüğü
Bazı kadı defterlerinde, Müslüman kadınların yüzlerini açıkta bırakmamaları, çarşaf ya da ferace gibi örtülerle dışarı çıkmaları gerektiği yönünde uyarılar yer almaktadır. Örneğin Bursa sicillerinde bir kayıtta, açık gezen bir kadına aile büyüklerinin ikazı yer almaktadır.

3. İsrafa karşı tedbir: Lüks yasağı
17. yüzyıl İstanbul sicillerinden birinde, hem Müslüman hem gayrimüslimlere yönelik lüks giyim ve gösterişli kumaşların giyimi yasaklanmıştır. Zira bu, toplumda israfa ve gösterişe yol açmaktadır.

III. Hikmetli Bir Farkındalık

Osmanlı’da bu tür ayrımlar bir zorlama değil, bir düzen fikrine dayanıyordu. Kimliğini saklayan değil, açıkça ilan eden bireyler; toplumun huzurunu bozmadan, kendini koruma altına almış oluyordu. Giyimdeki bu “hukukî fark” aslında bir “eman farkı”ydı. Herkesin kendi hukuk sistemi vardı; kıyafetler bu sistemi görünür kılıyordu.

IV. Düşündürücü Bir Vaka: Kılık Değiştirerek İftiraya Neden Olmak

17. yüzyıl Halep sicillerinde geçen ibretlik bir olayda, bir gayrimüslimin Müslüman kıyafetiyle halka karışıp, bir kadınla uygunsuz bir şekilde konuştuğu; ardından kadının aile fertlerinin, olayın failini Müslüman zannederek yanlış kişiyi cezalandırdığı kaydedilmiştir. Bu olay üzerine kadı, kılık kıyafet konusundaki farka daha çok riayet edilmesini ve karışıklığa sebebiyet verilmemesini emretmiştir. Bu tür hadiseler, kıyafetin sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal sorumluluk olduğunu göstermektedir.

V. Modern Zamanlara Hikmetli Bir Miras

Bugün kıyafet tercihi daha bireysel ve özgürlük ekseninde değerlendirilmekte. Ancak Osmanlı’daki uygulamalar, kıyafetin sadece bir estetik değil, bir değer taşıyıcısı, bir hukuk bildirimi, bir aidiyet işareti olduğunu bizlere hatırlatıyor. Herkesin kendi rengine saygı gösterdiği bir düzen, kaosu değil, adaleti inşa eder.

Sonuç: Kıyafetin Sessiz Şahitliği

Osmanlı’da kıyafet, adaletin bir parçasıydı. Herkesin kendi kimliğinde yaşadığı, başkasına benzemeye çalışmadığı; ait olduğu inanç ve toplumla barışık olduğu bir dünya vardı. Bugün farklılıklarımızla kavga etmek yerine, o farklılıkları tanımak, anlamak ve saygıyla karşılamak; belki de bize düşen en büyük mirastır.

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

HAYAT: KÂİNATIN MERKEZİ, VARLIĞIN GAYESİ

HAYAT: KÂİNATIN MERKEZİ, VARLIĞIN GAYESİ

Hayat… Görünmeyen bir sır, ama her şeyi gösteren bir ayna. Maddenin donuk yüzünü canlandıran, varlığı anlamlı kılan, kâinata ruh ve yön veren en büyük mucize.

Bir çekirdeğin toprağa düşmesinde hayat vardır. Bir kelebeğin kanat çırpışında, bir annenin çocuğuna tebessümünde, yıldızların titrek ışığında hayat gizlidir. Hayat, sadece insanın nefes alışı değil; taşın suskunluğunda, ağacın yeşermesinde, hatta ölümün arkasında bile kendini gösteren bir hakikattir.

Kâinatın her köşesi, hayatla doludur. Her şey, ya doğrudan hayattır ya da hayata hizmet etmektedir. Güneş ısıtır, rüzgâr serinletir, toprak besler, su can verir. Hiçbiri kendi başına anlam taşımaz; hayat için vardırlar, hayat için yaratılmışlardır. Çünkü hayat, yaratılışın meyvesi, varlığın özüdür.

Hayat, sadece fiziksel bir varoluş değil; bilinçle, şuurla, anlamla bütünleşmiş bir sırdır. Bu yüzden bir insanın gözyaşı, bir çiçeğin kokusu, bir kuşun ötüşü aynı hakikati fısıldar: Hayat vardır, hayat anlamdır, hayat hikmettir.

Ve ölüm… Dışarıdan bakıldığında bir son gibi görünse de, aslında hayatın değişimidir. Bir halden başka bir hale geçiştir. Tırtıl ölür, kelebek doğar. İnsan ölür, ruh doğar. Ölüm bile hayatın hizmetinde, hayatın devamı içindir. Toprağa düşen çekirdeğin ölümüyle, bir ağacın hayatı başlar. Ölüm bile hayata doğum yapar.

Bütün bu manzara, bize büyük bir hakikati fısıldar: Kâinat, hayat için yaratılmıştır. Hayat, Allah’ın en büyük sanatıdır. Ve bu hayat, sadece dünya ile sınırlı değildir; ölümle sonsuz bir hayata kapı aralanır. Asıl hayat, bu geçici gölgelerin ötesinde başlar.

O hâlde hayatı değersizleştiren her şeyden kaçınmalı, hayatı hayat yapan değerlere sarılmalıyız. Çünkü hayat, bir emanet; kıymetini bilene cennet.

ÖZET:

Bu makale, hayatın kâinattaki merkezi konumunu, tüm varlığın hayata hizmet ettiğini ve hatta ölümün bile hayata doğum yaptığını derin ve hikmetli bir bakışla ele almaktadır. Hayatın sadece fiziki varoluş değil, anlam, şuur ve hikmetle bütünleşmiş bir sır olduğu vurgulanmış; insanın hayatı değerli kılması gerektiği hatırlatılmıştır.

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

DÜNYA BEŞTEN VE ZULÜMDEN BÜYÜKTÜR

DÜNYA BEŞTEN VE ZULÜMDEN BÜYÜKTÜR

İnsanlık tarihi boyunca zulüm, adaletin önüne geçmeye çalışmış; güçlü olanın haklı sayıldığı bir düzen kurulmuştur. Ancak her defasında tarihin terazisi işlemiş, mazlumun duası zalimin sarayını titretmiş ve hak er geç yerini bulmuştur.

Bugün, “Dünya beşten büyüktür” sözü, sadece diplomatik bir itiraz değil, aynı zamanda insanlığın vicdanından yükselen bir haykırıştır. Beş daimi üyesiyle dünyayı şekillendiren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, adaletin değil güç dengelerinin temsilcisidir. Bu sistemde, bir ülkenin vetosu, milyonların hayatından daha kıymetli sayılmaktadır. İşte bu noktada vicdanlar susmaz, insanlık sessizliğe gömülse de hakikat feryat eder: Dünya beşten büyüktür!

Bugün işgalci ve terörist bir zihniyetle hareket eden İsrail’in Gazze’de, Kudüs’te ve diğer İslâm beldelerinde sergilediği zulüm, sadece Filistin halkına değil, insanlığın tamamına yönelmiş bir tehdittir. Masum çocukların üzerine yağan bombalar, annelerin gözyaşına karışan dualar, dünyanın dört bir yanına yayılan bir hakikat mesajı taşır: Dünya terörist bir devletten büyüktür!

Zalimlerin zulmü güçlü olabilir, ama mazlumların sabrı da azizdir. Zalimler topyekûn suskun bir dünyanın sırtına basa basa yürüdüklerini sanabilirler. Ama her göz yumulmuş değildir, her kalp körelmiş değildir. Bir bebeğin cesedi, bir annenin feryadı, bir babanın toprağa düşen evladını kucaklaması, öyle derin yankılar bırakır ki, sarayları sarsar, vicdanları uyarır.

İslâm tarihi boyunca zalimlerin sonu hep ibretlik olmuştur. Nemrut, Firavun, Ebu Cehil, Yezid… Hepsi, zulümle abat olmayacağının en canlı örnekleri olarak hafızalarda yer buldu. Bugünkü zalimler de farklı değildir. Belki teknolojileri, lobileri, medyaları vardır ama hakikatin önünde bir hiçtirler. Çünkü zulümle payidar olan bir sistem yoktur, olmayacaktır.

Bugün insanlık vicdanı yeni bir diriliş çağrısına muhtaçtır. Bu çağrı, sadece Müslümanların değil, adalet duygusu taşıyan herkesin ortak haykırışıdır. Filistin’de akan kan, sadece orada yaşayanların değil, tüm dünyanın insanlık sınavıdır.

Sesimizi yükseltmek, mazlumun yanında durmak, zalimin zulmünü meşrulaştıran sistemlere itiraz etmek insanlık borcumuzdur. Çünkü zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır. Çünkü adalet susarsa, merhamet ölür. Ve biz biliyoruz ki:

Dünya beşten büyüktür!
Dünya zalimden büyüktür!
Dünya işgalci İsrail’den büyüktür!

ÖZET:

Bu makale, “Dünya beşten büyüktür” ve “Dünya işgalci İsrail’den büyüktür” ifadeleri etrafında, zulüm, adalet, ve insanlık vicdanı temalarıyla kaleme alınmıştır. Birleşmiş Milletler’in çarpık yapısından işgalci İsrail’in zulmüne kadar, tarihten ve hakikatten ilham alınarak ibretli mesajlar sunulmuştur. Makale, zalimlerin geçici üstünlüğüne karşı, hakikatin ve mazlumların kalıcı zaferini vurgulayan güçlü bir insanlık çağrısıdır.

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

BİR ÖMÜR BOYU FİRAVUNLA DOST OLMAK: TARİHİN GÖLGESİNDE BİR İBRET

BİR ÖMÜR BOYU FİRAVUNLA DOST OLMAK: TARİHİN GÖLGESİNDE BİR İBRET

İnsan, yaşadığı çağın çocuğudur; ama aynı zamanda, geçmişin mirasçısı ve geleceğin hazırlayıcısıdır. İnsanın yöneldiği değerler, benimsediği hayat tarzı ve seçtiği yol arkadaşları onun karakterini ve kaderini tayin eder. Bu açıdan, “Bir ömür boyu Firavunla, Nemrutla, Ebu Cehille ve benzerleriyle arkadaş ve dost olmak” demek; sadece tarihi kişiliklerle bir zihniyet ortaklığı kurmak değil, aynı zamanda ilahi hakikatlere sırt çevirmiş bir hayat anlayışını benimsemek demektir.

Tarihin Karanlık Dostlukları

Firavun, Allah’ın ayetlerini reddeden, kendini ilah ilan edecek kadar kibirlenen bir zorbanın adıdır. Nemrut, Allah’ın hükmünü tanımayan, kendi krallığını mutlaklaştıran bir despot. Ebu Cehil ise hakikat karşısında cehaletini gururla savunan bir akıldır. Bu üç isim tarih boyunca sadece kişiler değil, aynı zamanda zihniyetlerin temsili olmuştur.

Bu isimlerle “dost olmak”, onların yolunu, düşüncesini, tavırlarını, inatlarını ve inkârlarını kendine hayat tarzı edinmek demektir. Onlar gibi düşünen, onlar gibi yaşayan, onlar gibi haktan kaçan herkes, zamanı ne olursa olsun aynı karanlığın içinde yürür.

Gizli Firavunluklar, Sessiz Ebu Cehillikler

Modern çağda kimse “Ben Firavun’um” demez. Ancak gücüne güvenerek zulmedenler, Allah’a karşı kibirlenenler, toplumları hak yerine çıkarla yönlendirenler, mazlumu ezenler; o ruhu yaşatırlar. Ebu Cehil gibi alay eden, hakikati küçümseyen, iman edenlere hor gözle bakanlar; çağdaş cehaletin sözcüleridir. Nemrut gibi insanı Allah’a kul olmaktan alıkoyan, kendine bağımlı hale getiren sistemler; bir nevi putlar üretir.

Böyle bir dünyada bu zihniyetle dost olmak, onların söylediklerini tekrar etmekle, onların hayata bakışlarını benimsemekle, onların bâtıl kurgularına alkış tutmakla olur. Bu dostluk, yavaş yavaş kalbi karartır, hakikate olan mesafeyi artırır ve sonunda insanı manen onların safına yerleştirir.

Dostlukta Nereye Gidiyoruz?

Kimi dostluklar insanı yüceltir, kimi ise yerin dibine geçirir. Peygamberler, Allah dostları, sadık salihler insanı hakikate götüren dostluk halkaları kurmuşlardır. Buna karşılık, Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin kurduğu dostluklar; insanı haktan koparıp nefsin, şeytanın ve dünyanın geçici heveslerine esir eder.

İnsanın kimi kendine dost edindiği; aslında kim olmak istediğinin bir yansımasıdır. Her tercih, bir yöneliştir; her yöneliş, bir kader yazılımıdır. Bu yüzden bir ömür, kimle dostsan, onunla geçer; hem dünyada hem ahirette.

İbretli Bir Soru

Kur’an’da bir ayet vardır: “O gün zalim, ellerini ısırarak şöyle der: ‘Keşke o peygamberle beraber bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Çünkü bana geldikten sonra, beni zikirden o saptırdı.” (Furkan, 27-29). Bu ayet, yanlış dostlukların nelere mal olabileceğini çarpıcı bir şekilde anlatır.

Hikmetli Bir Sonuç

Bir ömür boyu Firavun’la dost olan, Musa’nın asâsını tanıyamaz. Ebu Cehil’le yoldaş olan, Hz. Muhammed’in (sav) nuruna kör olur. Nemrut’la dost olan, İbrahim’in ateşe meydan okuyan imanını anlamaz. O halde kendimize dönüp sormalıyız: Kalbimizde ve zihnimizde kimlerle beraberiz?

ÖZET:

Bu makale, “Firavunla, Nemrutla, Ebu Cehille dost olmak” deyimini, tarihî şahsiyetler üzerinden çağdaş bir zihniyet eleştirisi olarak açıklamaktadır. Bu deyim; zulüm, kibir, inkâr ve hakikate karşı körlük gibi sıfatların temsilcileriyle aynı yolda yürümeyi simgeler. Yazıda, bu zihniyetle dost olmanın insanı manen nasıl kararttığı, Kur’an’dan ve tarihten örneklerle anlatılmış; doğru dostlukların önemine dikkat çekilmiştir. Makale, okuyucuya iç muhasebe yaptırmayı hedefler: “Ben kiminle yürüyorum?”

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Kanunla Kur’an Arasında: Osmanlı’da İslam’ı Yasama Hayatına Taşımak

Kanunla Kur’an Arasında: Osmanlı’da İslam’ı Yasama Hayatına Taşımak”

GİRİŞ:

Osmanlı Devleti, sadece kılıçla kurulan bir imparatorluk değil; kalemle, hikmetle, adaletle şekillenmiş bir medeniyetti. Bu medeniyetin temel taşı ise şüphesiz İslam’dı. Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas; sadece camilerde değil, mahkemelerde, pazarlarda, tarlalarda, evliliklerde ve ceza hükümlerinde de yaşayan bir hukuk sistemine dönüşmüştü. Osmanlı, İslam’ı yaşamakla kalmamış; aynı zamanda onu yaşatmıştı.

1. OSMANLI’DA İSLAMİ YASAMA ANLAYIŞI

a. Şer’i Hukukun Temeli:

Osmanlı’da esas yasa, şeriattı. Kur’an ve Sünnet’ten doğan fıkıh kuralları, hayatın her alanını düzenliyordu.

b. Kanunnamelerle Şer’iye Arasındaki Denge:

Padişahlar, Kur’an’a aykırı olmamak şartıyla örfî kanunlar da çıkarırdı. Bu sistem; “şer’i ve örfî hukukun birleşimi” olarak bilinir.

c. Kadıların Yetkisi:

Kadı, hem hâkim hem savcı hem belediye başkanıydı. Kararlarını fıkıh kitaplarına göre verir, gerektiğinde fetva alır, gerektiğinde icma’ya dayanırdı.

2. ŞER’İYE SİCİLLERİNDEN (KADI DEFTERLERİNDEN) ÖRNEK HÜKÜMLER

A. Zina Suçuna Karar (İstanbul, 1607)

> “Ali bin Hasan ile Zeynep binti Mahmud’un nikâhsız olarak birlikte yaşadıkları mahalleli tarafından şahitlerle ispatlanmıştır. Kadı, Hanefi mezhebine göre 80 sopa cezası vermiştir.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 231, s. 78)

B. Faizin Yasaklanması (Bursa, 1683)

> “Tüccar Mustafa, borç verdiği kişiden fazladan ödeme almıştır. Şikâyet üzerine kadı, alınan fazla paranın iadesine ve kamuya sadaka olarak dağıtılmasına hükmetmiştir.”
(Bursa Kadı Sicili, No: 164, s. 45)

C. Hırsızlık ve Tazminat (Konya, 1710)

> “Ramazan ayında Ali oğlu Mehmet, komşusunun koyununu çaldığı gerekçesiyle mahkemeye çıkarıldı. Suç sabit olunca mağdura bedeli ödetilmiş, ayrıca camide halk huzurunda özür dileme cezası verilmiştir.”
(Konya Şer’iye Defteri, No: 76, s. 98)

3. OSMANLI’DA İSLAMİ HUKUKUN UYGULAMA ALANLARI

Aile Hukuku: Evlilik, boşanma, miras tamamen şer’i kurallara göre yürütülürdü.

Ceza Hukuku: Hırsızlık, zina, içki gibi büyük suçlarda Kur’an ve fıkıh hükümleri doğrudan uygulanırdı.

Ekonomi: Faiz yasaktı. Tartı, ölçü, alışverişe dair her kural İslam’a uygundu.

Sosyal Yardım: Sadaka, zekât ve vakıflar sayesinde toplumda aç ve açıkta kalan olmazdı.

4. HİKMETLİ BİR TARİHİ OLAY:

Kanuni Sultan Süleyman, bir gün kadının bir kararını bozar. Kadı, padişahın müdahalesini sorgular. Kanuni şu cevabı verir:

> “Sen adaletle hükmettin. Ben ise merhameti ekledim.”

Bu olay, Osmanlı’da İslam hukukunun yanında merhamet ve hikmetin de hâkim unsur olduğunu gösterir. Cezayı uygulamak kadar bağışlamak da yüce bir vasıftı.

5. OSMANLI’DA İSLAMİ YASANIN İBRETLİĞİ

Adalet sadece kâğıtta kalmaz, kalpte başlardı.

Kadı kararı Allah korkusuyla verirdi, devlet bu karara boyun eğmekten onur duyardı.

Yasa, zengine kalkan değil, zayıfa kalkandır.

SONUÇ:

Osmanlı’da İslam sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir düzen, bir yasa, bir ahlâk, bir adalet sistemiydi. Kur’an’ın ayetleri mahkemelerde hüküm olur, Peygamber’in sünneti ise kararların ölçüsüydü. Bugün dahi Osmanlı’nın uyguladığı adalet sistemi, birçok hukukçunun ve sosyoloğun örnek aldığı bir sistemdir.

> “Adalet mülkün değil, ümmetin de temelidir. Ve bu temel, Kur’an’dır.”

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Tebaanın Tahtı: Osmanlı Vatandaşlığı ve Dünya Devletlerine Fark Atan Adalet

Tebaanın Tahtı: Osmanlı Vatandaşlığı ve Dünya Devletlerine Fark Atan Adalet”

GİRİŞ:

Tarih sahnesinde imparatorluklar kuruldu, çöktü, tekrar yükseldi. Ancak halkının hukukunu bu kadar kapsamlı, kuşatıcı ve adil bir şekilde düzenleyen çok az devlet oldu. Osmanlı tebaası, çağdaşı Avrupa krallıklarında köleliğe, sınıf ayrımına ve baskıya maruz kalan halklara kıyasla çok daha fazla hakka, güvenceye ve itibara sahipti. Sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimler, köylüler, kadınlar ve çocuklar bile Osmanlı adalet sisteminin himayesi altındaydı.

1. OSMANLI’DA VATANDAŞLIK: TEB’A ANLAYIŞI

Din ve Millet Temelli Sistem: Osmanlı’da “millet sistemi” vardı. Her dinî cemaat kendi lideri vasıtasıyla iç işlerinde özerkti ama hepsi devletin teb’asıydı. Bu sistem adaletli bir çok kültürlülük örneğiydi.

Sınıfsız Toplum Yapısı: Avrupa’daki gibi aristokrat, köylü, burjuva gibi sınıfsal ayrımlar Osmanlı’da yoktu. Padişahın tebaası olan herkes hukuk önünde eşitti.

Koruyucu Devlet Anlayışı: Devlet sadece hükmeden değil, halkını koruyan bir yapıydı. “Devlet baba” kavramı boşuna doğmamıştır.

2. AVRUPA’DA DURUM NEYDİ?

Feodalizm ve Derebeylik: Avrupa’da halk, toprak beylerinin emri altında yaşar, can ve mal güvenliği garanti altında değildi.

Vatandaşlık Yoktu, Teba Vardı: Kralın malı sayılan halk, devlete karşı hak talep edemezdi. İnsanlar köle gibi satılabilir, keyfi cezalandırılabilirdi.

Dinî Baskılar: Hristiyanlık dışındaki inançlara hayat hakkı tanınmazdı. Yahudi ve Müslümanlar, ağır vergiler, zorla din değiştirme ve sürgünlere maruz kalırdı.

3. KADI DEFTERLERİNDE OSMANLI VATANDAŞLIĞI ÖRNEKLERİ

A. Kadının Devlet Güvencesiyle Boşanma Hakkı (İstanbul, 1698)

> “Zeynep Hatun, eşinin kendisini dövdüğünü ve nafaka vermediğini söyleyerek kadıya başvurmuştur. Kadı, durumu araştırıp erkeğe üç gün mühlet tanımış, sorumluluklarını yerine getirmediği için boşanma kararı vermiştir.”
(İstanbul Kadı Sicili, No: 482, s. 201)

B. Fakir Bir Köylünün Padişah’a Şikâyeti (Anadolu Kazaları, 1713)

> “Yozgat’ta yaşayan Ali, köy ağasının haksız vergi aldığını kadıya şikâyet etmiş, kadı raporla durumu merkeze bildirmiş, fermanla ağa görevden alınmıştır.”
(Anadolu Kadı Defteri, No: 91, s. 67)

C. Yahudi Tüccarın Mallarının Korunması (Bursa, 1622)

> “Bir Yahudi tüccarın kervanı yağmalanmış, kadı kararıyla hem zarar tazmin edilmiş hem de fail hapsedilmiştir. Tüccarın zımmi olması dikkate alınmamıştır.”
(Bursa Şer’iye Sicili, No: 128, s. 112)

4. VATANDAŞLIĞIN MANEVİ YÜKÜ: BİR PADİŞAH SÖZÜ

Yavuz Sultan Selim Han, bir gün kendisine yapılan bir halk şikâyetini okur ve şu cevabı verir:

> “Eğer bir garip kulumun ahı, Arş’a varmışsa; ben tahtı, kılıcı ve sarayı neyleyeyim?”

Bu söz, Osmanlı tebaasının haklarının ne kadar kutsal sayıldığının tarihi bir vesikasıdır. Halk padişahı değil, padişah halkı razı etmek zorundaydı.

5. OSMANLI’DA VATANDAŞ OLMANIN HİKMETİ ve İBRETİ

A. Hikmet: Emaneti Ehline Vermek

Osmanlı’da herkes “emanet”tir. Zengin ya da fakir, Müslüman ya da gayrimüslim fark etmez. Devletin görevi emaneti korumaktır. Bu anlayış, günümüz hukuk sistemlerinde hâlâ aranan bir idealdir.

B. İbret: Adaletin Gözü Bağlı Ama Kalbi Açık

Osmanlı’da adaletin sembolü, gözleri bağlı kadıdır. Ama bu bağ, adaleti görememesi için değil, ayrıma gitmemesi içindir. Kalbi ise halkın feryadına açıktır. Bugün birçok modern devlette halkın devlete ulaşması bu kadar kolay değildir.

SONUÇ: VATANDAŞ DEĞİL, KUL DEĞİL, TEBAA-İ MAKBULE

Osmanlı’da vatandaş olmak sadece bir kimlik değil, bir güvenlik, bir hukuk, bir aidiyet meselesidir. Diğer çağdaş dünya düzenlerine nazaran Osmanlı vatandaşının başı daha dik, hukuku daha sağlam ve gönlü daha rahattır.

> “Adaletle hükmeden devlet, gönüllerin padişahıdır.”

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Zımminin Gölgesinde Adalet: Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Hukuk

Zımminin Gölgesinde Adalet: Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Hukuk”

GİRİŞ:

Osmanlı Devleti, farklı inançları bir arada yaşatabilmiş nadir medeniyetlerden biridir. Yahudi, Hristiyan ve diğer inanç gruplarına “zımmi” statüsüyle tanınan bu hukukî sistem, adaletin İslami esasıyla teşekkül etmiş, aynı zamanda insanlık onurunu gözeten uygulamalarla bütünleşmiştir. Bugün “çoğulculuk” adıyla pazarlanan birçok ilke, Osmanlı’nın sokaklarında asırlardır zaten yaşanmıştır.

1. GAYRİMÜSLİMLERİN HUKUKÎ STATÜSÜ: ZIMMI NEDİR?

Zımmi Tanımı: Osmanlı’da gayrimüslimler “zımmi” olarak adlandırılırdı. Zımmi, İslam devletinin koruması altındaki gayrimüslim vatandaştır. Dinlerini yaşama, ibadetlerini yerine getirme, mülk edinme ve ticaret yapma özgürlüklerine sahiptirler.

Cizye Vergisi: Askerlikten muaf tutulmaları karşılığında cizye verirlerdi. Bu vergi adaletli ölçülere göre alınır, kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan ve din adamlarından alınmazdı.

Mahkeme Tercihi: Zımmiler, kendi aralarındaki davaları kendi dini liderlerinin önünde çözebilir, ancak bir Müslümanla davaları varsa kadı mahkemesine çıkmak zorunda kalırlardı.

2. KADI DEFTERLERİNDE GAYRİMÜSLİMLERLE İLGİLİ ÖRNEK HÜKÜMLER

A. Müslüman Komşusunun Suyunu Kesen Zımmî (Edirne, 1605)

> “Edirne’de Ermeni zımmi Hagop, Müslüman komşusu Ahmet’in bahçesinin suyunu çevirerek haksızlık etmiş. Kadı huzurunda şahitlerle sabit olmuş, suyu eski haline getirmesi ve özür dilemesi emredilmiş.”
(Edirne Kadı Sicili, No: 344, s. 77)

B. Yahudi Cemaatine Ait Sinagogun Yenilenmesi Talebi (İstanbul, 1662)

> “İstanbul Balat’ta bulunan bir sinagogun harap olduğu, cemaatin kendi imkânlarıyla onarım izni istediği; padişah fermanı ile, görünürde taşkınlık olmamak kaydıyla onarım izni verilmiştir.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 612, s. 143)

C. Müslüman’a Hakaret Eden Hristiyan’ın Cezalandırılması (Bursa, 1714)

> “Rum esnaf Dimitri, pazarda Müslüman bir müşteriye hakaret etmiş. Kadı mahkemesinde özür dileyip ceza olarak 3 gün ticaretten men edilmiştir.”
(Bursa Kadı Sicili, No: 278, s. 102)

D. Gayrimüslim Yetim Malının Korunması (Halep, 1753)

> “Babası vefat eden Yahudi çocuğun mal varlığı devlet kontrolüne alınmış, vasisi tayin edilene kadar malın zimmetli şekilde saklanmasına karar verilmiştir.”
(Halep Kadı Sicili, No: 399, s. 23)

3. TOPLUMSAL YAŞAMDA UYGULAMALAR

Mahalle Ayırımı: Genellikle her cemaatin kendi mahallesi vardı; bu hem dini hayatı korumak hem de ihtilafları azaltmak için tercih edilirdi.

Kıyafet Farklılıkları: Zımmilere, kendi inançlarını temsil eden farklı kıyafetler giymeleri tavsiye edilirdi; bu bazen kimlik tanımlaması, bazen de fıkhi gereklilikle açıklanırdı.

Şarap Satışı ve Tüketimi: Gayrimüslimlerin kendi mahallelerinde şarap yapmaları ve satmaları serbestti, ancak Müslümanlara satmaları yasaktı.

4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Kadı’nın Terazisi: Müslüman Tüccarın Cezası

Bir Müslüman tüccar, gayrimüslim bir müşterisine eksik tartı yapar. Gayrimüslim şikâyet eder. Kadı huzuruna çıkarılırlar. Tartı tekrar edilir ve eksiklik sabit olur. Kadı, Müslüman’a şu cümleyle ceza verir:

> “Sen, adaleti temsil eden bir dinin mensubusun. Zulmün senin elinden çıkması, iki kat suçtur.”

Bu olay, Bursa sicillerinde yer alır ve birçok hukuk kitabında örnek olarak aktarılır.

B. Kurban Bayramı’nda Et Paylaşımı

Bir Rum vatandaşı, Osmanlı köylerinden birinde Kurban Bayramı’nda Müslüman komşularının kendisine et ikram etmesini yıllarca gözlemler. Bir gün şöyle der:

> “Sizin bayramınız, bizim imanımıza şahit oluyor. Çünkü sizin rahmetiniz bizim evimize de düşüyor.”

SONUÇ: ADALET GİDERSE, HİLAFET BOŞA DÜŞER

Osmanlı’nın gayrimüslimlere yönelik uygulamaları, kendi dönemine göre değil, günümüz insan haklarıyla karşılaştırıldığında bile oldukça ileri bir noktadadır. Zımmî hukuku, adaleti esas alarak dini farkları korumuş, ayrımcılığı değil sorumluluğu vurgulamıştır.

> “Osmanlı’da gayrimüslime adalet gösterilirdi ki, Müslüman İslam’a yakışır olsun.”

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Kelâmullah’a Hürmet: Osmanlı’da Kur’ân’a Saygı ve Hafızlık Geleneği

Kelâmullah’a Hürmet: Osmanlı’da Kur’ân’a Saygı ve Hafızlık Geleneği”

GİRİŞ:

Kur’ân-ı Kerîm, sadece Osmanlı toplumunun değil, onun şekillendirdiği bütün bir medeniyetin kalbidir. Osmanlı’da Kur’ân, yalnızca okunmakla kalmaz; yazılır, ezberlenir, yaşanır ve hukukla korunurdu. Hakkındaki her davranış, bir adabı, bir sevgiyi ve bir hürmeti temsil ederdi. Çünkü Osmanlı’ya göre Kur’ân, Allah’ın “konuşan kelâmıydı” ve o Kelâm’a uzanan her el, ya saygı gösterir ya da mahkeme kapısında cevabını bulurdu.

1. KUR’ÂN’A SAYGININ TOPLUMSAL VE GÜNLÜK HAYATTAKİ YERİ

Kur’ân’a Abdestsiz Dokunmamak: Eline Mushaf alan kişi, önce abdest alır; ellerini, gözlerini ve kalbini temizlerdi.

Kur’ân Taşıyanlara Ayağa Kalkmak: Camiye Mushafla giren bir hafıza cemaatin ayağa kalkması, sadece saygının değil, Kur’ân’a duyulan muhabbetin göstergesiydi.

Kur’ân’la Ev Açma Geleneği: Yeni bir eve taşınıldığında, ilk içeriye Kur’ân’la girilir; evin bereketi, Rabb’in kelâmı ile başlatılırdı.

Kur’ân Hatimleri ve Cemiyetleri: Hatim sonrası verilen yemekler, dualar ve “hatim duasına aminler” bir nevi Kur’ân’a topluca saygının halk diliyle ifadesiydi.

2. HAFIZLIK: EZBERİN ÖTESİNDE BİR HAYAT TARZI

Darü’l-Kurrâlar: Özellikle büyük şehirlerde açılan bu Kur’ân okuma merkezleri, sadece hafız yetiştirmekle kalmaz, Kur’ân’ın lafzını ve tecvidini yaşatırdı.

Hafız Olana Hürmet: Bir çocuğun “hafız” olması, ailesi için büyük bir izzetti. Hafızlara toplumda özel hürmet gösterilir, mecliste öne oturtulurdu.

Sarayda Hafız Yetiştirme: Enderun’da eğitim gören talebelerden Kur’ân’ı ezberleyenlere “Hafız-ı Saray” unvanı verilirdi. Bunlar padişahın özel Kur’ân okuyucuları olurdu.

Hafızlıkta Usûl: Her yeni ezber, hocaya yüzünden okunduktan sonra “arza” verilirdi. Yanlış okumaya tolerans gösterilmezdi; çünkü bu Allah’ın kelâmıydı.

3. OSMANLI HUKUKUNDA KUR’ÂN’A HAKARETİN HÜKÜMLERİ

Osmanlı’da Kur’ân’a hakaret, sadece bireye karşı değil, bütün topluma karşı işlenmiş bir suç sayılırdı. Kadı mahkemelerinde bu konuda birçok örnek hüküm bulunur.

Kadı Defterlerinden Örnekler

A. Kur’ân Sayfalarını Yırtan Meczup (İstanbul, 1684)

> “Süleymaniye Medresesi civarında yaşayan meczup Yunus, bulduğu eski mushafı yırtarak çöpe atmıştır. Kadı huzurunda fiili sabit olmuş, önce tıbbî muayeneye gönderilmiş, aklı yerindeyse 50 değnek ve şehir dışına çıkarma cezası verilmiştir.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 921, s. 114)

B. Abdestsiz Kur’ân Okuyan Kıraat Talebesi (Bursa, 1720)

> “Talebe İshak, medresede abdestsiz olarak Mushaf’tan ders çalışırken hocası tarafından uyarılmış, yine devam edince Kadı’ya şikâyet edilmiştir. Uyarı ve 3 gün medrese dışı uzaklaştırma cezası verilmiştir.”
(Bursa Kadı Defteri, No: 308, s. 66)

C. Kur’ân’ı Kaldırım Taşına Koyarak Okuyan Esnaf (Konya, 1762)

> “Bir çarşı esnafı, Mushaf’ı yere koyarak okumuş; halkın şikâyeti üzerine Kadı’ya çıkarılmış, Mushaf için özel sehpa aldırılmış ve ‘bir daha Mushaf’a karşı edebe aykırı davranırsa dükkân kapatma’ kararı alınmıştır.”
(Konya Şer’iye Sicili, No: 123, s. 92)

4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Kur’ân Sayfası İçin Ayağını Kırdıran Derviş

Bir derviş, yolculuk esnasında yerde bir kâğıt bulur. Üzerinde Kur’ân harflerine benzer bir yazı vardır. Alır, öper, başına koyar ve yüksekçe bir yere iliştirir. Ardından ayağı kayar ve düşüp ayağını kırar. Şöyle der:

> “Eğer o yazı Kur’ân’a aitse, ona hürmet ettim; bu acı onun tatlısıdır. Eğer değilse, şüphe ettim, azap meşrudur.”

Bu hadise, saray dervişlerinden birinin günlüklerinde not alınmıştır.

B. Kur’ân Yazısı Yanmasın Diye Canını Veren Hattat

Büyük İstanbul yangınlarından birinde, bir hattat, Kur’ân yazdığı mushafı kurtarmak için alevlerin arasına dalar. Elleri ve yüzü yanar ama Mushaf’ı dışarı çıkarır. Söylediği tek cümle şudur:

> “Ben yandım ama Rabbimin kelâmı yanmasın diye…”

SONUÇ: HÜRMET KAYBOLURSA, HİDAYET DE GİDER

Osmanlı’da Kur’ân’a gösterilen saygı, sadece bireysel bir ibadet değil; toplumsal bir hukuk, eğitim cihetinde bir program ve ahlaki bir duruş idi. Hâfızlık müessesesiyle ezberlenmiş, Darü’l-Kurrâlarla yaşatılmış, Kadı hükümleriyle korunmuştu. Bugün bu hürmeti yeniden ihya etmek isteyen her Müslüman, Osmanlı’nın bıraktığı bu izleri takip etmelidir.

> “Kur’ân’a gösterilen saygı, Allah’a saygının aynasıdır. O’nun kelâmına hürmet eden, huzuruna mahcup çıkmaz.”

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Kalplerde Sultan: Osmanlı’da Peygamber Sevgisi ve Hukukun Gölgesinde Aşk-ı Nebi

Kalplerde Sultan: Osmanlı’da Peygamber Sevgisi ve Hukukun Gölgesinde Aşk-ı Nebi”

GİRİŞ

Osmanlı Devleti bir toprak ve kılıç imparatorluğu olmaktan önce, bir “Muhammedî ahlak” medeniyetidir. Bayraklarında Kelime-i Tevhid’in, camilerinde salât-u selamların yankılandığı bu devletin temelinde Peygamber aşkı vardır. Osmanlı’da Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sadece sevgi değil, bağlılık, hürmet ve hukukî koruma da vardır. Bu aşk öyle büyüktür ki; bir kişinin Rasûlullah’a hakaret etmesi, yalnızca bireysel suç değil, devlete karşı işlenmiş bir cürüm sayılırdı.

1. TOPLUMSAL HAYATTA PEYGAMBER SEVGİSİ

Mevlid-i Şerif Törenleri: Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı Mevlidi, her doğum günü haftasında (Rebiülevvel) sarayda, tekkelerde ve camilerde okunurdu.

Salât-u Selam Geleneği: Kadınlar hamur yoğururken, çocuklar oyun oynarken, esnaf satış yaparken dillerinden “Allahümme salli…” eksik olmazdı.

Edebi ve Sanatta Resulullah: Divan şairleri kasidelerinde Peygamberi över, hattatlar “Muhammed” ismini mücevher gibi işlerdi.

Sultanların Aşkı: II. Selim, Medine’ye gönderdiği hediyelere, “Yâ Resulallah’a hürmeten” yazdırırdı. Kanuni, Ravza’nın temizliği için gül suyu göndermeyi ihmal etmezdi.

2. HUKUKTA PEYGAMBER’E SAYGI VE HÜKÜMLER

Osmanlı hukukunda, Peygamber’e hakaretin veya onun adına yalan uydurmanın cezası son derece ağırdı. Bu konuda Şeyhülislam fetvaları, Kadı Sicilleri ve Şer’iye Mahkemeleri net hükümler ihtiva eder.

Kadı Defterlerinden Örnek Hükümler

A. Rasûlullah’a Hakaret Eden Bir Ermeni (İstanbul, 1671)

> “Kadı huzurunda sabit olmuştur ki, Ermeni tüccar Kirkor, sarhoşluk esnasında Resul-i Ekrem (s.a.v.) hakkında küfür ve tahkir ihtiva eden sözler sarf etmiştir. Ulemanın icmaıyla, zımmi ahdini bozmuş sayılarak cezası idam olmuştur.”
(İstanbul Şer’iye Sicili, No: 1810, s. 202)

B. Sahte Hadis Uyduran Vaiz (Bursa, 1743)

> “Cami-i Kebir’de irşad maksadıyla çıkan vaiz Mehmed Efendi’nin, ‘Resulullah şöyle buyurmuştur’ diyerek uydurma bir sözle halkı kandırdığı sabit olmuş, halktan gelen şikâyet üzerine kürsü yasağı konmuş ve maaşı kesilmiştir.”
(Bursa Kadı Sicili, No: 642, s. 87)

C. Medine’ye Hakaret Eden Şair (Edirne, 1603)

> “Mısraında ‘Medine kuru bir çölde yitik şehirdir’ diyerek Hazret-i Peygamber’in beldesine tahkir eden şair Halil, şiiri yakılmış ve sürgün olunmuştur.”
(Edirne Kadı Defteri, No: 440, s. 211)

3. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER

A. Hırka-i Şerif’in Başında Uyuyan Yeniçeri (III. Ahmed Dönemi)

Her Ramazan, Hırka-i Şerif ziyaretinde görevli bir yeniçeri, ziyaret bitince Hırka’nın başında uyuyakalır. Uyarıldığında der ki:

> “Uyumadım ağam, kokladım. Kokusu bile kâfi bize…”

Bu sadakat, padişahın kulağına gidince, o yeniçeriye fazladan maaş bağlanır.

B. Medine’ye Giderken Ayakkabısını Çıkaran Vezir

Osmanlı vezirlerinden biri hac yolunda, Medine’ye yaklaşınca ayakkabılarını çıkarır. Sebebi sorulunca şu cevabı verir:

> “Toprağında Resulullah’ın ayak izi var. Ona basılmaz.”

4. HUKUKLA AŞKIN BULUŞTUĞU NOKTA

Osmanlı, Resulullah’ı yalnız sevmedi; onu hukukla korudu. Yalan hadis uydurana, hakaret edene, ismini oyun konusu yapana karşı durdu. Her kural, bir sevdanın hukuklaşmış şekliydi. Sadece birey değil, devlet de Peygamber’in ümmeti olduğunu ilan ederdi. Sultan II. Mahmud’un tuğrasında bile bir dua vardır:

> “El-Mütevekkil Ale’l-Lâh, Muhammed Muinuhu”
(Allah’a tevekkül eden, Muhammed’in yardımını dileyen)

SONUÇ: AŞK KANUNLA KORUNDUĞUNDA KALPLERE YERLEŞİR

Osmanlı’da Peygamber sevgisi, sadece dillerdeki salavat değil; mahkeme kararlarında, halkın hayatında ve sultanın tuğrasında vardı. Bu sevgi sadece gönüllere değil, kanunlara da kazınmıştı. Her bir fetva, her bir hüküm şunu haykırıyordu:

> “Rasûlullah bizim başımızın tacı; O’na uzanan dil kırılır, hürmeti bozan vicdandan düşer.”

Bugün bu sevdayı yeniden yeşertmek isteyen her fert ve toplum, Osmanlı’nın gösterdiği şu yolda yürümeli:

> “Sevdiğini yalnız anmakla değil, uğruna yaşamaya çalışmakla ispat edersin.”

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

DÜNYA LOKANTASINDA YENİLEN YEMEĞİN HESABI

DÜNYA LOKANTASINDA YENİLEN YEMEĞİN HESABI

Hayat, kimi zaman bir misafirliktir, kimi zaman bir yolculuk… Ama en dikkat çekici benzetmelerden biri de bir lokantadır dünya.
İnsan gelir, oturur, ona türlü nimetler sunulur: Göz nimeti, akıl nimeti, aile, sağlık, rızık, afiyet, oksijen, su, gökyüzü, güneş, toprak…
Hepsi hazır, hepsi kusursuz. Üstelik hiçbirini insan yaratmamış, kendisi yapmamış, sadece sofraya oturmuş ve yemeye başlamıştır.

Fakat hiçbir lokanta bedava değildir.
Ne kadar yediysen, o kadar ödeme yaparsın.
Ya ödeme yapacak hiçbir şeyin yoksa?
Ya teşekkür etmeyi bile düşünmeden sofradan kalkıyorsan?
Ya o sofrayı hazırlayanı tanımadan, bütün o nimetleri gelişi güzel tüketiyorsan?

Hayat lokantası da böyledir. Herkes yer, içer, yaşar. Ama gün gelir, o lokantanın kapısı gösterilir. “Hesap zamanı geldi” denir. Kimse inkâr edemez.
Ne zengin, ne fakir, ne kral, ne çoban… Herkes sıraya girer.
Her gün yüz binlerce kişi o hesaba çağrılır. Sessizce… Habersizce… Ansızın…

Bir âyet şöyle der:
“O gün, size verilmiş olan her nimetten mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)

Bir başka âyet uyarır:
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu da görür.” (Zilzâl, 7-8)

İşte o sahne!
Yemek bitmiş, sofra toplanmış, insan o hayattan ayrılmıştır. Ama hesabı unutulmamıştır.
Kimisi getirir secdelerini, sabırlarını, şükürlerini…
Kimisi ise sadece gafletini getirir, inkârını ve israfını…

Lokantada yemek yiyen, ama sahibini tanımayan insan, büyük bir edepsizlik etmiş olur. “Bu sofrayı kim hazırladı?” demeden, “Bedeli nedir?” diye sormadan, arkasına bakmadan kalkıp giden biri, sadece kendini kandırır.

Ya hiç ödeyecek bir şey bırakmamışsa geride?
Ne şükür, ne tevbe, ne hayır…
O zaman borç ahirete kalır. Ve ahirette para geçmez. Orada ödeme; secdeyle, gözyaşıyla, kul hakkını teslimle olur. Ama vakit geçmiştir artık…

SON SÖZ:

Ey insan!
Bu dünyaya geldin, bir lokantada misafir gibi ağırlandın.
Yedin, içtin, güldün, yaşadın…
Şimdi düşün:
Sana ikram edilen bunca şeyin sahibi kim?
Ve sen bu sofradan kalkmadan önce hesabını hazırladın mı?

Unutma:
Hesap günü gelmeden, hesap etmeyi öğrenenler; o büyük günde mahcup olmazlar.

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025

Şifanın İzinde: Osmanlı’da Sağlık, Tedavi ve Merhamet Medeniyeti

Şifanın İzinde: Osmanlı’da Sağlık, Tedavi ve Merhamet Medeniyeti”

Giriş

Sağlık, insanın en kıymetli hazinesidir. Osmanlı medeniyeti bu gerçeği, sadece sözle değil, köklü kurumlarla ve merhametli uygulamalarla yaşatmıştır. Osmanlı’da tedavi yalnızca bedenin değil, kalbin, ruhun ve toplumun da onarımı demekti. Hastaya şefkat, hekime vakar, ilaca ise hikmet gözüyle bakılırdı. Şifa, sadece eczanelerde değil, dualarda, vakıflarda, sabırda aranırdı.

I. Osmanlı Sağlık Sisteminin Temel Taşları

Osmanlı’da sağlık hizmeti, bireysel çabaların ötesinde vakıf temelli bir toplumsal dayanışma modeliyle örgütlenmişti. Devlet, şehir merkezlerinden en ücra köylere kadar herkesin ücretsiz sağlık hizmetine ulaşabilmesini hedeflemişti.

1. Darüşşifalar (Hastaneler):

“Şifa evi” anlamına gelen darüşşifalar, hem fiziksel hem ruhsal tedavinin yapıldığı kurumlardı. Başlıcaları:

Süleymaniye Darüşşifası (İstanbul)

Yıldırım Bayezid Darüşşifası (Bursa)

Fatih Darüşşifası (İstanbul)

Manisa Bimarhanesi

Hastanelerde doktor, cerrah, eczacı, göz hekimi ve hatta ruh sağlığı uzmanları (tabib-i ervah) görev yapardı. Tedavi, her sınıf ve dine ayrım yapılmaksızın sunulurdu.

2. Hekimler ve Tababet İlmi

Osmanlı hekimleri hem İslam tıbbını (İbn Sina, Râzî) hem de Antik Yunan (Galen, Hipokrat) kaynaklarını bilirlerdi. Devlet, cerrahları denetler, eğitimli olmayanların hasta bakmasını yasaklardı. Hekimler bazen “ilacın yetmediği yerde dua, duanın yetmediği yerde sabır” tavsiye ederlerdi.

II. Tedavi ve İlaç Uygulamaları

1. Eczacılık ve İlaçlar:

İlaçlar doğal bitkiler, mineraller ve hayvansal ürünlerden yapılırdı. Aktarlar (attârlar), sabit fiyatlarla ilaç satar; sahte ilaç yapanlara ağır cezalar verilirdi. Bazı vakıflar hastanelere düzenli ilaç bağışı yapardı.

2. Ruh Sağlığı:

Osmanlı, akıl hastalarını zincire vurmaz, darüşşifalarda musiki ve su sesiyle tedavi ederdi. Manisa ve Edirne darüşşifaları bu uygulamalarıyla meşhurdur. Hastaların moralini yüksek tutmak bir şifa yolu sayılırdı.

3. Musikiyle Terapi:

Her hastalığa uygun makamlar vardı. Meselâ:

Hüseyni: Sinir yatıştırıcı

Rast: Kalp ferahlatıcı

Segâh: Dalgınlık giderici

III. Kadı Sicillerinden Sağlıkla İlgili Örnekler

1. “Bedava İlaç Vakfı” – Üsküdar, 1609

Bir hayırsever, her ay fakir hastalara dağıtılmak üzere 50 altınlık ilaç alınması için vakıf kurar. Kadı, mütevelliye şu şartı koyar:

> “Zengin hastaya verilecek ilacın parası, fakirin duasından eksik olur.”

2. “İlaç Sahteciliği Cezası” – Halep, 1682

Bir aktar, yanlış tarifle ilaç hazırlayıp hastanın ölümüne sebep olur. Kadı, hem diyet ödemesine hem de mesleği bırakmasına hükmeder:

> “Şifa için yola çıkıp, zehirle sonuç alınırsa bu, hem zulümdür hem cinayet.”

3. “Darüşşifada Hristiyan Hasta” – İstanbul, 1720

Bir Rum hasta, Süleymaniye Darüşşifası’na başvurur. Hekim, onu tedaviye alır. Kadı, tedavinin ücretsiz olmasına karar verir:

> “Derman, dine bakmaz; şefkat, kimlik sormaz.”

IV. Hikmetli ve İbretli Bir Olay: “Bir Hekimin Sessiz İtirafı”

Bir tabip, sabahın erken saatinde camiye giderken bir dilenciyle karşılaşır. Adam titriyor, ateşler içindedir. Hekim hemen eczaneye koşar, ilaç getirir. Adam iyileşir ama kısa süre sonra vefat eder. Ölürken cebinden bir not çıkar:

> “Senden ilaç değil, merhamet aldım. O bana yetti.”

Kadı defterine şu not düşülür:

> “Merhamet, her ilacın içindeki gizli madde gibidir. Eksikse şifa da eksik olur.”

V. Sonuç: Sağlıkta Medeniyet, Şefkatle Kurulur

Osmanlı’nın sağlık anlayışı sadece tıp ilminden değil, inanç, adalet ve merhamet esasından beslenmiştir. Sağlık kurumları vakıfla, hekimlik ilimle, ilaçlar hikmetle; en önemlisi hastalar ise insanlıkla şifa bulmuştur.

Bugün modern tıbbın sunduğu imkânlar karşısında hâlâ Osmanlı’dan alınacak en büyük ders şudur:

> “Tedavi, sadece beden içindir; ama şifa, kalpten gelir.”

 

 

Loading

No Responsesمايو 5th, 2025