Farkın Hikmeti: Osmanlı’da Giyim, Kimlik ve Adalet
Giriş
Osmanlı toplumu, yüzyıllar boyunca farklı din, mezhep ve milletleri bir arada barındırmış kadim bir medeniyettir. Bu çok renkli yapı içerisinde giyim-kuşam sadece bir zaruret değil, aynı zamanda aidiyetin, inancın ve toplumsal düzenin dışa yansıyan bir simgesiydi. Müslümanlar, gayrimüslimler, kadınlar ve erkekler için farklı kıyafet normları belirlenmiş; bu farklar sadece kültürel değil, aynı zamanda hukukî temellere de dayanmıştır. Bu makalede, Osmanlı’da giyimle ilgili uygulamalar, kadı sicillerinden örnek hükümler ve bu uygulamaların ardındaki hikmetli düşünce üzerinde durulacaktır.
I. Kıyafetin Kimlik Dili
Osmanlı’da kıyafet, bir kimlik beyanıydı. Bir Müslüman’ın giydiği sarık, bir gayrimüslimin giydiği kalpak kadar onun toplumsal mevkisini, inancını ve aidiyetini temsil ederdi. Bu ayrım, aşağılama değil, toplumsal düzeni ve huzuru temin etme gayesi taşırdı. Zira herkesin kendi hukuk sistemine tabi olduğu bu yapıda, kıyafet farklılıkları hak, görev ve sorumlulukları da tanımlıyordu.
II. Kadı Defterlerinden Uygulama Örnekleri
Osmanlı kadı sicillerinde, kıyafete dair birçok ilginç kayıt mevcuttur. İşte bazı dikkat çekici örnekler:
1. Gayrimüslimlerin Müslüman gibi giyinmemesi kararı İstanbul Kadı Sicilleri’nde (örneğin 16. yüzyıla ait bir kayıtta), bir Yahudi vatandaşın Müslüman sarığıyla dolaşması halk arasında karışıklığa sebep olduğundan, kendisine “milletine münasip başlık giymesi” emredilmiştir.
2. Kadınların örtünme yükümlülüğü Bazı kadı defterlerinde, Müslüman kadınların yüzlerini açıkta bırakmamaları, çarşaf ya da ferace gibi örtülerle dışarı çıkmaları gerektiği yönünde uyarılar yer almaktadır. Örneğin Bursa sicillerinde bir kayıtta, açık gezen bir kadına aile büyüklerinin ikazı yer almaktadır.
3. İsrafa karşı tedbir: Lüks yasağı 17. yüzyıl İstanbul sicillerinden birinde, hem Müslüman hem gayrimüslimlere yönelik lüks giyim ve gösterişli kumaşların giyimi yasaklanmıştır. Zira bu, toplumda israfa ve gösterişe yol açmaktadır.
III. Hikmetli Bir Farkındalık
Osmanlı’da bu tür ayrımlar bir zorlama değil, bir düzen fikrine dayanıyordu. Kimliğini saklayan değil, açıkça ilan eden bireyler; toplumun huzurunu bozmadan, kendini koruma altına almış oluyordu. Giyimdeki bu “hukukî fark” aslında bir “eman farkı”ydı. Herkesin kendi hukuk sistemi vardı; kıyafetler bu sistemi görünür kılıyordu.
IV. Düşündürücü Bir Vaka: Kılık Değiştirerek İftiraya Neden Olmak
17. yüzyıl Halep sicillerinde geçen ibretlik bir olayda, bir gayrimüslimin Müslüman kıyafetiyle halka karışıp, bir kadınla uygunsuz bir şekilde konuştuğu; ardından kadının aile fertlerinin, olayın failini Müslüman zannederek yanlış kişiyi cezalandırdığı kaydedilmiştir. Bu olay üzerine kadı, kılık kıyafet konusundaki farka daha çok riayet edilmesini ve karışıklığa sebebiyet verilmemesini emretmiştir. Bu tür hadiseler, kıyafetin sadece bireysel bir tercih değil, toplumsal sorumluluk olduğunu göstermektedir.
V. Modern Zamanlara Hikmetli Bir Miras
Bugün kıyafet tercihi daha bireysel ve özgürlük ekseninde değerlendirilmekte. Ancak Osmanlı’daki uygulamalar, kıyafetin sadece bir estetik değil, bir değer taşıyıcısı, bir hukuk bildirimi, bir aidiyet işareti olduğunu bizlere hatırlatıyor. Herkesin kendi rengine saygı gösterdiği bir düzen, kaosu değil, adaleti inşa eder.
Sonuç: Kıyafetin Sessiz Şahitliği
Osmanlı’da kıyafet, adaletin bir parçasıydı. Herkesin kendi kimliğinde yaşadığı, başkasına benzemeye çalışmadığı; ait olduğu inanç ve toplumla barışık olduğu bir dünya vardı. Bugün farklılıklarımızla kavga etmek yerine, o farklılıkları tanımak, anlamak ve saygıyla karşılamak; belki de bize düşen en büyük mirastır.
Hayat… Görünmeyen bir sır, ama her şeyi gösteren bir ayna. Maddenin donuk yüzünü canlandıran, varlığı anlamlı kılan, kâinata ruh ve yön veren en büyük mucize.
Bir çekirdeğin toprağa düşmesinde hayat vardır. Bir kelebeğin kanat çırpışında, bir annenin çocuğuna tebessümünde, yıldızların titrek ışığında hayat gizlidir. Hayat, sadece insanın nefes alışı değil; taşın suskunluğunda, ağacın yeşermesinde, hatta ölümün arkasında bile kendini gösteren bir hakikattir.
Kâinatın her köşesi, hayatla doludur. Her şey, ya doğrudan hayattır ya da hayata hizmet etmektedir. Güneş ısıtır, rüzgâr serinletir, toprak besler, su can verir. Hiçbiri kendi başına anlam taşımaz; hayat için vardırlar, hayat için yaratılmışlardır. Çünkü hayat, yaratılışın meyvesi, varlığın özüdür.
Hayat, sadece fiziksel bir varoluş değil; bilinçle, şuurla, anlamla bütünleşmiş bir sırdır. Bu yüzden bir insanın gözyaşı, bir çiçeğin kokusu, bir kuşun ötüşü aynı hakikati fısıldar: Hayat vardır, hayat anlamdır, hayat hikmettir.
Ve ölüm… Dışarıdan bakıldığında bir son gibi görünse de, aslında hayatın değişimidir. Bir halden başka bir hale geçiştir. Tırtıl ölür, kelebek doğar. İnsan ölür, ruh doğar. Ölüm bile hayatın hizmetinde, hayatın devamı içindir. Toprağa düşen çekirdeğin ölümüyle, bir ağacın hayatı başlar. Ölüm bile hayata doğum yapar.
Bütün bu manzara, bize büyük bir hakikati fısıldar: Kâinat, hayat için yaratılmıştır. Hayat, Allah’ın en büyük sanatıdır. Ve bu hayat, sadece dünya ile sınırlı değildir; ölümle sonsuz bir hayata kapı aralanır. Asıl hayat, bu geçici gölgelerin ötesinde başlar.
O hâlde hayatı değersizleştiren her şeyden kaçınmalı, hayatı hayat yapan değerlere sarılmalıyız. Çünkü hayat, bir emanet; kıymetini bilene cennet.
ÖZET:
Bu makale, hayatın kâinattaki merkezi konumunu, tüm varlığın hayata hizmet ettiğini ve hatta ölümün bile hayata doğum yaptığını derin ve hikmetli bir bakışla ele almaktadır. Hayatın sadece fiziki varoluş değil, anlam, şuur ve hikmetle bütünleşmiş bir sır olduğu vurgulanmış; insanın hayatı değerli kılması gerektiği hatırlatılmıştır.
İnsanlık tarihi boyunca zulüm, adaletin önüne geçmeye çalışmış; güçlü olanın haklı sayıldığı bir düzen kurulmuştur. Ancak her defasında tarihin terazisi işlemiş, mazlumun duası zalimin sarayını titretmiş ve hak er geç yerini bulmuştur.
Bugün, “Dünya beşten büyüktür” sözü, sadece diplomatik bir itiraz değil, aynı zamanda insanlığın vicdanından yükselen bir haykırıştır. Beş daimi üyesiyle dünyayı şekillendiren Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, adaletin değil güç dengelerinin temsilcisidir. Bu sistemde, bir ülkenin vetosu, milyonların hayatından daha kıymetli sayılmaktadır. İşte bu noktada vicdanlar susmaz, insanlık sessizliğe gömülse de hakikat feryat eder: Dünya beşten büyüktür!
Bugün işgalci ve terörist bir zihniyetle hareket eden İsrail’in Gazze’de, Kudüs’te ve diğer İslâm beldelerinde sergilediği zulüm, sadece Filistin halkına değil, insanlığın tamamına yönelmiş bir tehdittir. Masum çocukların üzerine yağan bombalar, annelerin gözyaşına karışan dualar, dünyanın dört bir yanına yayılan bir hakikat mesajı taşır: Dünya terörist bir devletten büyüktür!
Zalimlerin zulmü güçlü olabilir, ama mazlumların sabrı da azizdir. Zalimler topyekûn suskun bir dünyanın sırtına basa basa yürüdüklerini sanabilirler. Ama her göz yumulmuş değildir, her kalp körelmiş değildir. Bir bebeğin cesedi, bir annenin feryadı, bir babanın toprağa düşen evladını kucaklaması, öyle derin yankılar bırakır ki, sarayları sarsar, vicdanları uyarır.
İslâm tarihi boyunca zalimlerin sonu hep ibretlik olmuştur. Nemrut, Firavun, Ebu Cehil, Yezid… Hepsi, zulümle abat olmayacağının en canlı örnekleri olarak hafızalarda yer buldu. Bugünkü zalimler de farklı değildir. Belki teknolojileri, lobileri, medyaları vardır ama hakikatin önünde bir hiçtirler. Çünkü zulümle payidar olan bir sistem yoktur, olmayacaktır.
Bugün insanlık vicdanı yeni bir diriliş çağrısına muhtaçtır. Bu çağrı, sadece Müslümanların değil, adalet duygusu taşıyan herkesin ortak haykırışıdır. Filistin’de akan kan, sadece orada yaşayanların değil, tüm dünyanın insanlık sınavıdır.
Sesimizi yükseltmek, mazlumun yanında durmak, zalimin zulmünü meşrulaştıran sistemlere itiraz etmek insanlık borcumuzdur. Çünkü zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır. Çünkü adalet susarsa, merhamet ölür. Ve biz biliyoruz ki:
Dünya beşten büyüktür! Dünya zalimden büyüktür! Dünya işgalci İsrail’den büyüktür!
ÖZET:
Bu makale, “Dünya beşten büyüktür” ve “Dünya işgalci İsrail’den büyüktür” ifadeleri etrafında, zulüm, adalet, ve insanlık vicdanı temalarıyla kaleme alınmıştır. Birleşmiş Milletler’in çarpık yapısından işgalci İsrail’in zulmüne kadar, tarihten ve hakikatten ilham alınarak ibretli mesajlar sunulmuştur. Makale, zalimlerin geçici üstünlüğüne karşı, hakikatin ve mazlumların kalıcı zaferini vurgulayan güçlü bir insanlık çağrısıdır.
BİR ÖMÜR BOYU FİRAVUNLA DOST OLMAK: TARİHİN GÖLGESİNDE BİR İBRET
İnsan, yaşadığı çağın çocuğudur; ama aynı zamanda, geçmişin mirasçısı ve geleceğin hazırlayıcısıdır. İnsanın yöneldiği değerler, benimsediği hayat tarzı ve seçtiği yol arkadaşları onun karakterini ve kaderini tayin eder. Bu açıdan, “Bir ömür boyu Firavunla, Nemrutla, Ebu Cehille ve benzerleriyle arkadaş ve dost olmak” demek; sadece tarihi kişiliklerle bir zihniyet ortaklığı kurmak değil, aynı zamanda ilahi hakikatlere sırt çevirmiş bir hayat anlayışını benimsemek demektir.
Tarihin Karanlık Dostlukları
Firavun, Allah’ın ayetlerini reddeden, kendini ilah ilan edecek kadar kibirlenen bir zorbanın adıdır. Nemrut, Allah’ın hükmünü tanımayan, kendi krallığını mutlaklaştıran bir despot. Ebu Cehil ise hakikat karşısında cehaletini gururla savunan bir akıldır. Bu üç isim tarih boyunca sadece kişiler değil, aynı zamanda zihniyetlerin temsili olmuştur.
Bu isimlerle “dost olmak”, onların yolunu, düşüncesini, tavırlarını, inatlarını ve inkârlarını kendine hayat tarzı edinmek demektir. Onlar gibi düşünen, onlar gibi yaşayan, onlar gibi haktan kaçan herkes, zamanı ne olursa olsun aynı karanlığın içinde yürür.
Gizli Firavunluklar, Sessiz Ebu Cehillikler
Modern çağda kimse “Ben Firavun’um” demez. Ancak gücüne güvenerek zulmedenler, Allah’a karşı kibirlenenler, toplumları hak yerine çıkarla yönlendirenler, mazlumu ezenler; o ruhu yaşatırlar. Ebu Cehil gibi alay eden, hakikati küçümseyen, iman edenlere hor gözle bakanlar; çağdaş cehaletin sözcüleridir. Nemrut gibi insanı Allah’a kul olmaktan alıkoyan, kendine bağımlı hale getiren sistemler; bir nevi putlar üretir.
Böyle bir dünyada bu zihniyetle dost olmak, onların söylediklerini tekrar etmekle, onların hayata bakışlarını benimsemekle, onların bâtıl kurgularına alkış tutmakla olur. Bu dostluk, yavaş yavaş kalbi karartır, hakikate olan mesafeyi artırır ve sonunda insanı manen onların safına yerleştirir.
Dostlukta Nereye Gidiyoruz?
Kimi dostluklar insanı yüceltir, kimi ise yerin dibine geçirir. Peygamberler, Allah dostları, sadık salihler insanı hakikate götüren dostluk halkaları kurmuşlardır. Buna karşılık, Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin kurduğu dostluklar; insanı haktan koparıp nefsin, şeytanın ve dünyanın geçici heveslerine esir eder.
İnsanın kimi kendine dost edindiği; aslında kim olmak istediğinin bir yansımasıdır. Her tercih, bir yöneliştir; her yöneliş, bir kader yazılımıdır. Bu yüzden bir ömür, kimle dostsan, onunla geçer; hem dünyada hem ahirette.
İbretli Bir Soru
Kur’an’da bir ayet vardır: “O gün zalim, ellerini ısırarak şöyle der: ‘Keşke o peygamberle beraber bir yol tutsaydım! Yazıklar olsun bana! Keşke falancayı dost edinmeseydim. Çünkü bana geldikten sonra, beni zikirden o saptırdı.” (Furkan, 27-29). Bu ayet, yanlış dostlukların nelere mal olabileceğini çarpıcı bir şekilde anlatır.
Hikmetli Bir Sonuç
Bir ömür boyu Firavun’la dost olan, Musa’nın asâsını tanıyamaz. Ebu Cehil’le yoldaş olan, Hz. Muhammed’in (sav) nuruna kör olur. Nemrut’la dost olan, İbrahim’in ateşe meydan okuyan imanını anlamaz. O halde kendimize dönüp sormalıyız: Kalbimizde ve zihnimizde kimlerle beraberiz?
ÖZET:
Bu makale, “Firavunla, Nemrutla, Ebu Cehille dost olmak” deyimini, tarihî şahsiyetler üzerinden çağdaş bir zihniyet eleştirisi olarak açıklamaktadır. Bu deyim; zulüm, kibir, inkâr ve hakikate karşı körlük gibi sıfatların temsilcileriyle aynı yolda yürümeyi simgeler. Yazıda, bu zihniyetle dost olmanın insanı manen nasıl kararttığı, Kur’an’dan ve tarihten örneklerle anlatılmış; doğru dostlukların önemine dikkat çekilmiştir. Makale, okuyucuya iç muhasebe yaptırmayı hedefler: “Ben kiminle yürüyorum?”
Kanunla Kur’an Arasında: Osmanlı’da İslam’ı Yasama Hayatına Taşımak”
GİRİŞ:
Osmanlı Devleti, sadece kılıçla kurulan bir imparatorluk değil; kalemle, hikmetle, adaletle şekillenmiş bir medeniyetti. Bu medeniyetin temel taşı ise şüphesiz İslam’dı. Kur’an, Sünnet, icma ve kıyas; sadece camilerde değil, mahkemelerde, pazarlarda, tarlalarda, evliliklerde ve ceza hükümlerinde de yaşayan bir hukuk sistemine dönüşmüştü. Osmanlı, İslam’ı yaşamakla kalmamış; aynı zamanda onu yaşatmıştı.
1. OSMANLI’DA İSLAMİ YASAMA ANLAYIŞI
a. Şer’i Hukukun Temeli:
Osmanlı’da esas yasa, şeriattı. Kur’an ve Sünnet’ten doğan fıkıh kuralları, hayatın her alanını düzenliyordu.
b. Kanunnamelerle Şer’iye Arasındaki Denge:
Padişahlar, Kur’an’a aykırı olmamak şartıyla örfî kanunlar da çıkarırdı. Bu sistem; “şer’i ve örfî hukukun birleşimi” olarak bilinir.
c. Kadıların Yetkisi:
Kadı, hem hâkim hem savcı hem belediye başkanıydı. Kararlarını fıkıh kitaplarına göre verir, gerektiğinde fetva alır, gerektiğinde icma’ya dayanırdı.
2. ŞER’İYE SİCİLLERİNDEN (KADI DEFTERLERİNDEN) ÖRNEK HÜKÜMLER
A. Zina Suçuna Karar (İstanbul, 1607)
> “Ali bin Hasan ile Zeynep binti Mahmud’un nikâhsız olarak birlikte yaşadıkları mahalleli tarafından şahitlerle ispatlanmıştır. Kadı, Hanefi mezhebine göre 80 sopa cezası vermiştir.” (İstanbul Şer’iye Sicili, No: 231, s. 78)
B. Faizin Yasaklanması (Bursa, 1683)
> “Tüccar Mustafa, borç verdiği kişiden fazladan ödeme almıştır. Şikâyet üzerine kadı, alınan fazla paranın iadesine ve kamuya sadaka olarak dağıtılmasına hükmetmiştir.” (Bursa Kadı Sicili, No: 164, s. 45)
C. Hırsızlık ve Tazminat (Konya, 1710)
> “Ramazan ayında Ali oğlu Mehmet, komşusunun koyununu çaldığı gerekçesiyle mahkemeye çıkarıldı. Suç sabit olunca mağdura bedeli ödetilmiş, ayrıca camide halk huzurunda özür dileme cezası verilmiştir.” (Konya Şer’iye Defteri, No: 76, s. 98)
3. OSMANLI’DA İSLAMİ HUKUKUN UYGULAMA ALANLARI
Aile Hukuku: Evlilik, boşanma, miras tamamen şer’i kurallara göre yürütülürdü.
Ceza Hukuku: Hırsızlık, zina, içki gibi büyük suçlarda Kur’an ve fıkıh hükümleri doğrudan uygulanırdı.
Ekonomi: Faiz yasaktı. Tartı, ölçü, alışverişe dair her kural İslam’a uygundu.
Sosyal Yardım: Sadaka, zekât ve vakıflar sayesinde toplumda aç ve açıkta kalan olmazdı.
4. HİKMETLİ BİR TARİHİ OLAY:
Kanuni Sultan Süleyman, bir gün kadının bir kararını bozar. Kadı, padişahın müdahalesini sorgular. Kanuni şu cevabı verir:
> “Sen adaletle hükmettin. Ben ise merhameti ekledim.”
Bu olay, Osmanlı’da İslam hukukunun yanında merhamet ve hikmetin de hâkim unsur olduğunu gösterir. Cezayı uygulamak kadar bağışlamak da yüce bir vasıftı.
5. OSMANLI’DA İSLAMİ YASANIN İBRETLİĞİ
Adalet sadece kâğıtta kalmaz, kalpte başlardı.
Kadı kararı Allah korkusuyla verirdi, devlet bu karara boyun eğmekten onur duyardı.
Yasa, zengine kalkan değil, zayıfa kalkandır.
SONUÇ:
Osmanlı’da İslam sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir düzen, bir yasa, bir ahlâk, bir adalet sistemiydi. Kur’an’ın ayetleri mahkemelerde hüküm olur, Peygamber’in sünneti ise kararların ölçüsüydü. Bugün dahi Osmanlı’nın uyguladığı adalet sistemi, birçok hukukçunun ve sosyoloğun örnek aldığı bir sistemdir.
> “Adalet mülkün değil, ümmetin de temelidir. Ve bu temel, Kur’an’dır.”
Tebaanın Tahtı: Osmanlı Vatandaşlığı ve Dünya Devletlerine Fark Atan Adalet”
GİRİŞ:
Tarih sahnesinde imparatorluklar kuruldu, çöktü, tekrar yükseldi. Ancak halkının hukukunu bu kadar kapsamlı, kuşatıcı ve adil bir şekilde düzenleyen çok az devlet oldu. Osmanlı tebaası, çağdaşı Avrupa krallıklarında köleliğe, sınıf ayrımına ve baskıya maruz kalan halklara kıyasla çok daha fazla hakka, güvenceye ve itibara sahipti. Sadece Müslümanlar değil, gayrimüslimler, köylüler, kadınlar ve çocuklar bile Osmanlı adalet sisteminin himayesi altındaydı.
1. OSMANLI’DA VATANDAŞLIK: TEB’A ANLAYIŞI
Din ve Millet Temelli Sistem: Osmanlı’da “millet sistemi” vardı. Her dinî cemaat kendi lideri vasıtasıyla iç işlerinde özerkti ama hepsi devletin teb’asıydı. Bu sistem adaletli bir çok kültürlülük örneğiydi.
Sınıfsız Toplum Yapısı: Avrupa’daki gibi aristokrat, köylü, burjuva gibi sınıfsal ayrımlar Osmanlı’da yoktu. Padişahın tebaası olan herkes hukuk önünde eşitti.
Koruyucu Devlet Anlayışı: Devlet sadece hükmeden değil, halkını koruyan bir yapıydı. “Devlet baba” kavramı boşuna doğmamıştır.
2. AVRUPA’DA DURUM NEYDİ?
Feodalizm ve Derebeylik: Avrupa’da halk, toprak beylerinin emri altında yaşar, can ve mal güvenliği garanti altında değildi.
Vatandaşlık Yoktu, Teba Vardı: Kralın malı sayılan halk, devlete karşı hak talep edemezdi. İnsanlar köle gibi satılabilir, keyfi cezalandırılabilirdi.
Dinî Baskılar: Hristiyanlık dışındaki inançlara hayat hakkı tanınmazdı. Yahudi ve Müslümanlar, ağır vergiler, zorla din değiştirme ve sürgünlere maruz kalırdı.
A. Kadının Devlet Güvencesiyle Boşanma Hakkı (İstanbul, 1698)
> “Zeynep Hatun, eşinin kendisini dövdüğünü ve nafaka vermediğini söyleyerek kadıya başvurmuştur. Kadı, durumu araştırıp erkeğe üç gün mühlet tanımış, sorumluluklarını yerine getirmediği için boşanma kararı vermiştir.” (İstanbul Kadı Sicili, No: 482, s. 201)
B. Fakir Bir Köylünün Padişah’a Şikâyeti (Anadolu Kazaları, 1713)
> “Yozgat’ta yaşayan Ali, köy ağasının haksız vergi aldığını kadıya şikâyet etmiş, kadı raporla durumu merkeze bildirmiş, fermanla ağa görevden alınmıştır.” (Anadolu Kadı Defteri, No: 91, s. 67)
C. Yahudi Tüccarın Mallarının Korunması (Bursa, 1622)
> “Bir Yahudi tüccarın kervanı yağmalanmış, kadı kararıyla hem zarar tazmin edilmiş hem de fail hapsedilmiştir. Tüccarın zımmi olması dikkate alınmamıştır.” (Bursa Şer’iye Sicili, No: 128, s. 112)
4. VATANDAŞLIĞIN MANEVİ YÜKÜ: BİR PADİŞAH SÖZÜ
Yavuz Sultan Selim Han, bir gün kendisine yapılan bir halk şikâyetini okur ve şu cevabı verir:
> “Eğer bir garip kulumun ahı, Arş’a varmışsa; ben tahtı, kılıcı ve sarayı neyleyeyim?”
Bu söz, Osmanlı tebaasının haklarının ne kadar kutsal sayıldığının tarihi bir vesikasıdır. Halk padişahı değil, padişah halkı razı etmek zorundaydı.
5. OSMANLI’DA VATANDAŞ OLMANIN HİKMETİ ve İBRETİ
A. Hikmet: Emaneti Ehline Vermek
Osmanlı’da herkes “emanet”tir. Zengin ya da fakir, Müslüman ya da gayrimüslim fark etmez. Devletin görevi emaneti korumaktır. Bu anlayış, günümüz hukuk sistemlerinde hâlâ aranan bir idealdir.
B. İbret: Adaletin Gözü Bağlı Ama Kalbi Açık
Osmanlı’da adaletin sembolü, gözleri bağlı kadıdır. Ama bu bağ, adaleti görememesi için değil, ayrıma gitmemesi içindir. Kalbi ise halkın feryadına açıktır. Bugün birçok modern devlette halkın devlete ulaşması bu kadar kolay değildir.
SONUÇ: VATANDAŞ DEĞİL, KUL DEĞİL, TEBAA-İ MAKBULE
Osmanlı’da vatandaş olmak sadece bir kimlik değil, bir güvenlik, bir hukuk, bir aidiyet meselesidir. Diğer çağdaş dünya düzenlerine nazaran Osmanlı vatandaşının başı daha dik, hukuku daha sağlam ve gönlü daha rahattır.
Zımminin Gölgesinde Adalet: Osmanlı’da Gayrimüslimler ve Hukuk”
GİRİŞ:
Osmanlı Devleti, farklı inançları bir arada yaşatabilmiş nadir medeniyetlerden biridir. Yahudi, Hristiyan ve diğer inanç gruplarına “zımmi” statüsüyle tanınan bu hukukî sistem, adaletin İslami esasıyla teşekkül etmiş, aynı zamanda insanlık onurunu gözeten uygulamalarla bütünleşmiştir. Bugün “çoğulculuk” adıyla pazarlanan birçok ilke, Osmanlı’nın sokaklarında asırlardır zaten yaşanmıştır.
1. GAYRİMÜSLİMLERİN HUKUKÎ STATÜSÜ: ZIMMI NEDİR?
Zımmi Tanımı: Osmanlı’da gayrimüslimler “zımmi” olarak adlandırılırdı. Zımmi, İslam devletinin koruması altındaki gayrimüslim vatandaştır. Dinlerini yaşama, ibadetlerini yerine getirme, mülk edinme ve ticaret yapma özgürlüklerine sahiptirler.
Cizye Vergisi: Askerlikten muaf tutulmaları karşılığında cizye verirlerdi. Bu vergi adaletli ölçülere göre alınır, kadınlardan, çocuklardan, yaşlılardan ve din adamlarından alınmazdı.
Mahkeme Tercihi: Zımmiler, kendi aralarındaki davaları kendi dini liderlerinin önünde çözebilir, ancak bir Müslümanla davaları varsa kadı mahkemesine çıkmak zorunda kalırlardı.
2. KADI DEFTERLERİNDE GAYRİMÜSLİMLERLE İLGİLİ ÖRNEK HÜKÜMLER
A. Müslüman Komşusunun Suyunu Kesen Zımmî (Edirne, 1605)
> “Edirne’de Ermeni zımmi Hagop, Müslüman komşusu Ahmet’in bahçesinin suyunu çevirerek haksızlık etmiş. Kadı huzurunda şahitlerle sabit olmuş, suyu eski haline getirmesi ve özür dilemesi emredilmiş.” (Edirne Kadı Sicili, No: 344, s. 77)
B. Yahudi Cemaatine Ait Sinagogun Yenilenmesi Talebi (İstanbul, 1662)
> “İstanbul Balat’ta bulunan bir sinagogun harap olduğu, cemaatin kendi imkânlarıyla onarım izni istediği; padişah fermanı ile, görünürde taşkınlık olmamak kaydıyla onarım izni verilmiştir.” (İstanbul Şer’iye Sicili, No: 612, s. 143)
C. Müslüman’a Hakaret Eden Hristiyan’ın Cezalandırılması (Bursa, 1714)
> “Rum esnaf Dimitri, pazarda Müslüman bir müşteriye hakaret etmiş. Kadı mahkemesinde özür dileyip ceza olarak 3 gün ticaretten men edilmiştir.” (Bursa Kadı Sicili, No: 278, s. 102)
D. Gayrimüslim Yetim Malının Korunması (Halep, 1753)
> “Babası vefat eden Yahudi çocuğun mal varlığı devlet kontrolüne alınmış, vasisi tayin edilene kadar malın zimmetli şekilde saklanmasına karar verilmiştir.” (Halep Kadı Sicili, No: 399, s. 23)
3. TOPLUMSAL YAŞAMDA UYGULAMALAR
Mahalle Ayırımı: Genellikle her cemaatin kendi mahallesi vardı; bu hem dini hayatı korumak hem de ihtilafları azaltmak için tercih edilirdi.
Kıyafet Farklılıkları: Zımmilere, kendi inançlarını temsil eden farklı kıyafetler giymeleri tavsiye edilirdi; bu bazen kimlik tanımlaması, bazen de fıkhi gereklilikle açıklanırdı.
Şarap Satışı ve Tüketimi: Gayrimüslimlerin kendi mahallelerinde şarap yapmaları ve satmaları serbestti, ancak Müslümanlara satmaları yasaktı.
4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER
A. Kadı’nın Terazisi: Müslüman Tüccarın Cezası
Bir Müslüman tüccar, gayrimüslim bir müşterisine eksik tartı yapar. Gayrimüslim şikâyet eder. Kadı huzuruna çıkarılırlar. Tartı tekrar edilir ve eksiklik sabit olur. Kadı, Müslüman’a şu cümleyle ceza verir:
> “Sen, adaleti temsil eden bir dinin mensubusun. Zulmün senin elinden çıkması, iki kat suçtur.”
Bu olay, Bursa sicillerinde yer alır ve birçok hukuk kitabında örnek olarak aktarılır.
B. Kurban Bayramı’nda Et Paylaşımı
Bir Rum vatandaşı, Osmanlı köylerinden birinde Kurban Bayramı’nda Müslüman komşularının kendisine et ikram etmesini yıllarca gözlemler. Bir gün şöyle der:
> “Sizin bayramınız, bizim imanımıza şahit oluyor. Çünkü sizin rahmetiniz bizim evimize de düşüyor.”
SONUÇ: ADALET GİDERSE, HİLAFET BOŞA DÜŞER
Osmanlı’nın gayrimüslimlere yönelik uygulamaları, kendi dönemine göre değil, günümüz insan haklarıyla karşılaştırıldığında bile oldukça ileri bir noktadadır. Zımmî hukuku, adaleti esas alarak dini farkları korumuş, ayrımcılığı değil sorumluluğu vurgulamıştır.
> “Osmanlı’da gayrimüslime adalet gösterilirdi ki, Müslüman İslam’a yakışır olsun.”
Kelâmullah’a Hürmet: Osmanlı’da Kur’ân’a Saygı ve Hafızlık Geleneği”
GİRİŞ:
Kur’ân-ı Kerîm, sadece Osmanlı toplumunun değil, onun şekillendirdiği bütün bir medeniyetin kalbidir. Osmanlı’da Kur’ân, yalnızca okunmakla kalmaz; yazılır, ezberlenir, yaşanır ve hukukla korunurdu. Hakkındaki her davranış, bir adabı, bir sevgiyi ve bir hürmeti temsil ederdi. Çünkü Osmanlı’ya göre Kur’ân, Allah’ın “konuşan kelâmıydı” ve o Kelâm’a uzanan her el, ya saygı gösterir ya da mahkeme kapısında cevabını bulurdu.
1. KUR’ÂN’A SAYGININ TOPLUMSAL VE GÜNLÜK HAYATTAKİ YERİ
Kur’ân’a Abdestsiz Dokunmamak: Eline Mushaf alan kişi, önce abdest alır; ellerini, gözlerini ve kalbini temizlerdi.
Kur’ân Taşıyanlara Ayağa Kalkmak: Camiye Mushafla giren bir hafıza cemaatin ayağa kalkması, sadece saygının değil, Kur’ân’a duyulan muhabbetin göstergesiydi.
Kur’ân’la Ev Açma Geleneği: Yeni bir eve taşınıldığında, ilk içeriye Kur’ân’la girilir; evin bereketi, Rabb’in kelâmı ile başlatılırdı.
Kur’ân Hatimleri ve Cemiyetleri: Hatim sonrası verilen yemekler, dualar ve “hatim duasına aminler” bir nevi Kur’ân’a topluca saygının halk diliyle ifadesiydi.
2. HAFIZLIK: EZBERİN ÖTESİNDE BİR HAYAT TARZI
Darü’l-Kurrâlar: Özellikle büyük şehirlerde açılan bu Kur’ân okuma merkezleri, sadece hafız yetiştirmekle kalmaz, Kur’ân’ın lafzını ve tecvidini yaşatırdı.
Hafız Olana Hürmet: Bir çocuğun “hafız” olması, ailesi için büyük bir izzetti. Hafızlara toplumda özel hürmet gösterilir, mecliste öne oturtulurdu.
Sarayda Hafız Yetiştirme: Enderun’da eğitim gören talebelerden Kur’ân’ı ezberleyenlere “Hafız-ı Saray” unvanı verilirdi. Bunlar padişahın özel Kur’ân okuyucuları olurdu.
Hafızlıkta Usûl: Her yeni ezber, hocaya yüzünden okunduktan sonra “arza” verilirdi. Yanlış okumaya tolerans gösterilmezdi; çünkü bu Allah’ın kelâmıydı.
3. OSMANLI HUKUKUNDA KUR’ÂN’A HAKARETİN HÜKÜMLERİ
Osmanlı’da Kur’ân’a hakaret, sadece bireye karşı değil, bütün topluma karşı işlenmiş bir suç sayılırdı. Kadı mahkemelerinde bu konuda birçok örnek hüküm bulunur.
Kadı Defterlerinden Örnekler
A. Kur’ân Sayfalarını Yırtan Meczup (İstanbul, 1684)
> “Süleymaniye Medresesi civarında yaşayan meczup Yunus, bulduğu eski mushafı yırtarak çöpe atmıştır. Kadı huzurunda fiili sabit olmuş, önce tıbbî muayeneye gönderilmiş, aklı yerindeyse 50 değnek ve şehir dışına çıkarma cezası verilmiştir.” (İstanbul Şer’iye Sicili, No: 921, s. 114)
B. Abdestsiz Kur’ân Okuyan Kıraat Talebesi (Bursa, 1720)
> “Talebe İshak, medresede abdestsiz olarak Mushaf’tan ders çalışırken hocası tarafından uyarılmış, yine devam edince Kadı’ya şikâyet edilmiştir. Uyarı ve 3 gün medrese dışı uzaklaştırma cezası verilmiştir.” (Bursa Kadı Defteri, No: 308, s. 66)
C. Kur’ân’ı Kaldırım Taşına Koyarak Okuyan Esnaf (Konya, 1762)
> “Bir çarşı esnafı, Mushaf’ı yere koyarak okumuş; halkın şikâyeti üzerine Kadı’ya çıkarılmış, Mushaf için özel sehpa aldırılmış ve ‘bir daha Mushaf’a karşı edebe aykırı davranırsa dükkân kapatma’ kararı alınmıştır.” (Konya Şer’iye Sicili, No: 123, s. 92)
4. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER
A. Kur’ân Sayfası İçin Ayağını Kırdıran Derviş
Bir derviş, yolculuk esnasında yerde bir kâğıt bulur. Üzerinde Kur’ân harflerine benzer bir yazı vardır. Alır, öper, başına koyar ve yüksekçe bir yere iliştirir. Ardından ayağı kayar ve düşüp ayağını kırar. Şöyle der:
> “Eğer o yazı Kur’ân’a aitse, ona hürmet ettim; bu acı onun tatlısıdır. Eğer değilse, şüphe ettim, azap meşrudur.”
Bu hadise, saray dervişlerinden birinin günlüklerinde not alınmıştır.
B. Kur’ân Yazısı Yanmasın Diye Canını Veren Hattat
Büyük İstanbul yangınlarından birinde, bir hattat, Kur’ân yazdığı mushafı kurtarmak için alevlerin arasına dalar. Elleri ve yüzü yanar ama Mushaf’ı dışarı çıkarır. Söylediği tek cümle şudur:
> “Ben yandım ama Rabbimin kelâmı yanmasın diye…”
SONUÇ: HÜRMET KAYBOLURSA, HİDAYET DE GİDER
Osmanlı’da Kur’ân’a gösterilen saygı, sadece bireysel bir ibadet değil; toplumsal bir hukuk, eğitim cihetinde bir program ve ahlaki bir duruş idi. Hâfızlık müessesesiyle ezberlenmiş, Darü’l-Kurrâlarla yaşatılmış, Kadı hükümleriyle korunmuştu. Bugün bu hürmeti yeniden ihya etmek isteyen her Müslüman, Osmanlı’nın bıraktığı bu izleri takip etmelidir.
Kalplerde Sultan: Osmanlı’da Peygamber Sevgisi ve Hukukun Gölgesinde Aşk-ı Nebi”
GİRİŞ
Osmanlı Devleti bir toprak ve kılıç imparatorluğu olmaktan önce, bir “Muhammedî ahlak” medeniyetidir. Bayraklarında Kelime-i Tevhid’in, camilerinde salât-u selamların yankılandığı bu devletin temelinde Peygamber aşkı vardır. Osmanlı’da Hz. Muhammed’e (s.a.v.) sadece sevgi değil, bağlılık, hürmet ve hukukî koruma da vardır. Bu aşk öyle büyüktür ki; bir kişinin Rasûlullah’a hakaret etmesi, yalnızca bireysel suç değil, devlete karşı işlenmiş bir cürüm sayılırdı.
1. TOPLUMSAL HAYATTA PEYGAMBER SEVGİSİ
Mevlid-i Şerif Törenleri: Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-Necât adlı Mevlidi, her doğum günü haftasında (Rebiülevvel) sarayda, tekkelerde ve camilerde okunurdu.
Salât-u Selam Geleneği: Kadınlar hamur yoğururken, çocuklar oyun oynarken, esnaf satış yaparken dillerinden “Allahümme salli…” eksik olmazdı.
Edebi ve Sanatta Resulullah: Divan şairleri kasidelerinde Peygamberi över, hattatlar “Muhammed” ismini mücevher gibi işlerdi.
Sultanların Aşkı: II. Selim, Medine’ye gönderdiği hediyelere, “Yâ Resulallah’a hürmeten” yazdırırdı. Kanuni, Ravza’nın temizliği için gül suyu göndermeyi ihmal etmezdi.
2. HUKUKTA PEYGAMBER’E SAYGI VE HÜKÜMLER
Osmanlı hukukunda, Peygamber’e hakaretin veya onun adına yalan uydurmanın cezası son derece ağırdı. Bu konuda Şeyhülislam fetvaları, Kadı Sicilleri ve Şer’iye Mahkemeleri net hükümler ihtiva eder.
Kadı Defterlerinden Örnek Hükümler
A. Rasûlullah’a Hakaret Eden Bir Ermeni (İstanbul, 1671)
> “Kadı huzurunda sabit olmuştur ki, Ermeni tüccar Kirkor, sarhoşluk esnasında Resul-i Ekrem (s.a.v.) hakkında küfür ve tahkir ihtiva eden sözler sarf etmiştir. Ulemanın icmaıyla, zımmi ahdini bozmuş sayılarak cezası idam olmuştur.” (İstanbul Şer’iye Sicili, No: 1810, s. 202)
B. Sahte Hadis Uyduran Vaiz (Bursa, 1743)
> “Cami-i Kebir’de irşad maksadıyla çıkan vaiz Mehmed Efendi’nin, ‘Resulullah şöyle buyurmuştur’ diyerek uydurma bir sözle halkı kandırdığı sabit olmuş, halktan gelen şikâyet üzerine kürsü yasağı konmuş ve maaşı kesilmiştir.” (Bursa Kadı Sicili, No: 642, s. 87)
C. Medine’ye Hakaret Eden Şair (Edirne, 1603)
> “Mısraında ‘Medine kuru bir çölde yitik şehirdir’ diyerek Hazret-i Peygamber’in beldesine tahkir eden şair Halil, şiiri yakılmış ve sürgün olunmuştur.” (Edirne Kadı Defteri, No: 440, s. 211)
3. HİKMETLİ ve İBRETLİ HADİSELER
A. Hırka-i Şerif’in Başında Uyuyan Yeniçeri (III. Ahmed Dönemi)
Her Ramazan, Hırka-i Şerif ziyaretinde görevli bir yeniçeri, ziyaret bitince Hırka’nın başında uyuyakalır. Uyarıldığında der ki:
> “Uyumadım ağam, kokladım. Kokusu bile kâfi bize…”
Bu sadakat, padişahın kulağına gidince, o yeniçeriye fazladan maaş bağlanır.
B. Medine’ye Giderken Ayakkabısını Çıkaran Vezir
Osmanlı vezirlerinden biri hac yolunda, Medine’ye yaklaşınca ayakkabılarını çıkarır. Sebebi sorulunca şu cevabı verir:
> “Toprağında Resulullah’ın ayak izi var. Ona basılmaz.”
4. HUKUKLA AŞKIN BULUŞTUĞU NOKTA
Osmanlı, Resulullah’ı yalnız sevmedi; onu hukukla korudu. Yalan hadis uydurana, hakaret edene, ismini oyun konusu yapana karşı durdu. Her kural, bir sevdanın hukuklaşmış şekliydi. Sadece birey değil, devlet de Peygamber’in ümmeti olduğunu ilan ederdi. Sultan II. Mahmud’un tuğrasında bile bir dua vardır:
Osmanlı’da Peygamber sevgisi, sadece dillerdeki salavat değil; mahkeme kararlarında, halkın hayatında ve sultanın tuğrasında vardı. Bu sevgi sadece gönüllere değil, kanunlara da kazınmıştı. Her bir fetva, her bir hüküm şunu haykırıyordu:
> “Rasûlullah bizim başımızın tacı; O’na uzanan dil kırılır, hürmeti bozan vicdandan düşer.”
Bugün bu sevdayı yeniden yeşertmek isteyen her fert ve toplum, Osmanlı’nın gösterdiği şu yolda yürümeli:
> “Sevdiğini yalnız anmakla değil, uğruna yaşamaya çalışmakla ispat edersin.”
Hayat, kimi zaman bir misafirliktir, kimi zaman bir yolculuk… Ama en dikkat çekici benzetmelerden biri de bir lokantadır dünya. İnsan gelir, oturur, ona türlü nimetler sunulur: Göz nimeti, akıl nimeti, aile, sağlık, rızık, afiyet, oksijen, su, gökyüzü, güneş, toprak… Hepsi hazır, hepsi kusursuz. Üstelik hiçbirini insan yaratmamış, kendisi yapmamış, sadece sofraya oturmuş ve yemeye başlamıştır.
Fakat hiçbir lokanta bedava değildir. Ne kadar yediysen, o kadar ödeme yaparsın. Ya ödeme yapacak hiçbir şeyin yoksa? Ya teşekkür etmeyi bile düşünmeden sofradan kalkıyorsan? Ya o sofrayı hazırlayanı tanımadan, bütün o nimetleri gelişi güzel tüketiyorsan?
Hayat lokantası da böyledir. Herkes yer, içer, yaşar. Ama gün gelir, o lokantanın kapısı gösterilir. “Hesap zamanı geldi” denir. Kimse inkâr edemez. Ne zengin, ne fakir, ne kral, ne çoban… Herkes sıraya girer. Her gün yüz binlerce kişi o hesaba çağrılır. Sessizce… Habersizce… Ansızın…
Bir âyet şöyle der: “O gün, size verilmiş olan her nimetten mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)
Bir başka âyet uyarır: “Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görür. Kim de zerre kadar şer işlerse, onu da görür.” (Zilzâl, 7-8)
İşte o sahne! Yemek bitmiş, sofra toplanmış, insan o hayattan ayrılmıştır. Ama hesabı unutulmamıştır. Kimisi getirir secdelerini, sabırlarını, şükürlerini… Kimisi ise sadece gafletini getirir, inkârını ve israfını…
Lokantada yemek yiyen, ama sahibini tanımayan insan, büyük bir edepsizlik etmiş olur. “Bu sofrayı kim hazırladı?” demeden, “Bedeli nedir?” diye sormadan, arkasına bakmadan kalkıp giden biri, sadece kendini kandırır.
Ya hiç ödeyecek bir şey bırakmamışsa geride? Ne şükür, ne tevbe, ne hayır… O zaman borç ahirete kalır. Ve ahirette para geçmez. Orada ödeme; secdeyle, gözyaşıyla, kul hakkını teslimle olur. Ama vakit geçmiştir artık…
SON SÖZ:
Ey insan! Bu dünyaya geldin, bir lokantada misafir gibi ağırlandın. Yedin, içtin, güldün, yaşadın… Şimdi düşün: Sana ikram edilen bunca şeyin sahibi kim? Ve sen bu sofradan kalkmadan önce hesabını hazırladın mı?
Unutma: Hesap günü gelmeden, hesap etmeyi öğrenenler; o büyük günde mahcup olmazlar.
Şifanın İzinde: Osmanlı’da Sağlık, Tedavi ve Merhamet Medeniyeti”
Giriş
Sağlık, insanın en kıymetli hazinesidir. Osmanlı medeniyeti bu gerçeği, sadece sözle değil, köklü kurumlarla ve merhametli uygulamalarla yaşatmıştır. Osmanlı’da tedavi yalnızca bedenin değil, kalbin, ruhun ve toplumun da onarımı demekti. Hastaya şefkat, hekime vakar, ilaca ise hikmet gözüyle bakılırdı. Şifa, sadece eczanelerde değil, dualarda, vakıflarda, sabırda aranırdı.
I. Osmanlı Sağlık Sisteminin Temel Taşları
Osmanlı’da sağlık hizmeti, bireysel çabaların ötesinde vakıf temelli bir toplumsal dayanışma modeliyle örgütlenmişti. Devlet, şehir merkezlerinden en ücra köylere kadar herkesin ücretsiz sağlık hizmetine ulaşabilmesini hedeflemişti.
1. Darüşşifalar (Hastaneler):
“Şifa evi” anlamına gelen darüşşifalar, hem fiziksel hem ruhsal tedavinin yapıldığı kurumlardı. Başlıcaları:
Süleymaniye Darüşşifası (İstanbul)
Yıldırım Bayezid Darüşşifası (Bursa)
Fatih Darüşşifası (İstanbul)
Manisa Bimarhanesi
Hastanelerde doktor, cerrah, eczacı, göz hekimi ve hatta ruh sağlığı uzmanları (tabib-i ervah) görev yapardı. Tedavi, her sınıf ve dine ayrım yapılmaksızın sunulurdu.
2. Hekimler ve Tababet İlmi
Osmanlı hekimleri hem İslam tıbbını (İbn Sina, Râzî) hem de Antik Yunan (Galen, Hipokrat) kaynaklarını bilirlerdi. Devlet, cerrahları denetler, eğitimli olmayanların hasta bakmasını yasaklardı. Hekimler bazen “ilacın yetmediği yerde dua, duanın yetmediği yerde sabır” tavsiye ederlerdi.
II. Tedavi ve İlaç Uygulamaları
1. Eczacılık ve İlaçlar:
İlaçlar doğal bitkiler, mineraller ve hayvansal ürünlerden yapılırdı. Aktarlar (attârlar), sabit fiyatlarla ilaç satar; sahte ilaç yapanlara ağır cezalar verilirdi. Bazı vakıflar hastanelere düzenli ilaç bağışı yapardı.
2. Ruh Sağlığı:
Osmanlı, akıl hastalarını zincire vurmaz, darüşşifalarda musiki ve su sesiyle tedavi ederdi. Manisa ve Edirne darüşşifaları bu uygulamalarıyla meşhurdur. Hastaların moralini yüksek tutmak bir şifa yolu sayılırdı.
3. Musikiyle Terapi:
Her hastalığa uygun makamlar vardı. Meselâ:
Hüseyni: Sinir yatıştırıcı
Rast: Kalp ferahlatıcı
Segâh: Dalgınlık giderici
III. Kadı Sicillerinden Sağlıkla İlgili Örnekler
1. “Bedava İlaç Vakfı” – Üsküdar, 1609
Bir hayırsever, her ay fakir hastalara dağıtılmak üzere 50 altınlık ilaç alınması için vakıf kurar. Kadı, mütevelliye şu şartı koyar:
Bir aktar, yanlış tarifle ilaç hazırlayıp hastanın ölümüne sebep olur. Kadı, hem diyet ödemesine hem de mesleği bırakmasına hükmeder:
> “Şifa için yola çıkıp, zehirle sonuç alınırsa bu, hem zulümdür hem cinayet.”
3. “Darüşşifada Hristiyan Hasta” – İstanbul, 1720
Bir Rum hasta, Süleymaniye Darüşşifası’na başvurur. Hekim, onu tedaviye alır. Kadı, tedavinin ücretsiz olmasına karar verir:
> “Derman, dine bakmaz; şefkat, kimlik sormaz.”
IV. Hikmetli ve İbretli Bir Olay: “Bir Hekimin Sessiz İtirafı”
Bir tabip, sabahın erken saatinde camiye giderken bir dilenciyle karşılaşır. Adam titriyor, ateşler içindedir. Hekim hemen eczaneye koşar, ilaç getirir. Adam iyileşir ama kısa süre sonra vefat eder. Ölürken cebinden bir not çıkar:
> “Senden ilaç değil, merhamet aldım. O bana yetti.”
Kadı defterine şu not düşülür:
> “Merhamet, her ilacın içindeki gizli madde gibidir. Eksikse şifa da eksik olur.”
V. Sonuç: Sağlıkta Medeniyet, Şefkatle Kurulur
Osmanlı’nın sağlık anlayışı sadece tıp ilminden değil, inanç, adalet ve merhamet esasından beslenmiştir. Sağlık kurumları vakıfla, hekimlik ilimle, ilaçlar hikmetle; en önemlisi hastalar ise insanlıkla şifa bulmuştur.
Bugün modern tıbbın sunduğu imkânlar karşısında hâlâ Osmanlı’dan alınacak en büyük ders şudur:
> “Tedavi, sadece beden içindir; ama şifa, kalpten gelir.”
Keşfü’l-Hafâ Hakkında:
Keşfü’l-Hafâ, İslam âlimi İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî tarafından kaleme alınmış önemli bir hadis inceleme eseridir. Eserin tam adı “Keşfü’l-ḫafâʾ ve müzîlü’l-ilbâs ʿammâ’ştehere mine’l-eḥâdîs̱ ʿalâ elsineti’n-nâs” olup, Türkçe karşılığı “Gizlilikleri ortaya çıkarma ve insanların dillerinde yaygın olan hadislerin yanlışlarını giderme” şeklindedir.
Eserin Amacı
Keşfü’l-Hafâ’nın temel amacı, İslam toplumunda hadis diye yaygınlaşan ancak aslında sahih olmayan rivayetleri, vecizeleri, atasözlerini ve hikmetli sözleri inceleyerek doğru ve güvenilir bilgiye ulaşmaktır. Bu sayede insanlar, doğru din bilgisine sahip olma ve yanlış inançlardan korunma imkânı bulurlar.
Eserin Önemi
* Hadis İlminin Gelişimi: Eser, hadis ilminin metodolojisi açısından önemli bir dönüm noktası olmuştur. Aclûnî, hadislerin sıhhatini değerlendirirken titiz bir inceleme yapmış ve bu alanda önemli ölçütler belirlemiştir.
* Yanlış Anlayışların Düzeltilmesi: Keşfü’l-Hafâ, İslam toplumunda yaygın olan birçok yanlış inancı ve hurafeleri ortaya çıkarmış ve doğru bilgiyle değiştirmiştir.
* Hadis Bilgisinin Yaygınlaşması: Eser, hadis ilmine ilgi duyan herkes için önemli bir kaynak olmuştur. Aclûnî, hadisleri kolay anlaşılır bir dille açıklamış ve geniş bir okuyucu kitlesine ulaşmıştır.
Eserin İçeriği
Keşfü’l-Hafâ’da, Aclûnî alfabetik sıraya göre birçok rivayeti ele alır. Her bir rivayet için şunları yapar:
* Rivayetin metnini verir.
* Rivayetin farklı rivayetlerini karşılaştırarak metnin güvenilirliğini değerlendirir.
* Rivayette geçen isimler ve yerlerin doğruluğunu araştırır.
* Rivayetin İslam’ın temel kaynaklarına uygunluğunu inceler.
* Rivayetin sahih olup olmadığına dair sonucunu açıklar.
Sonuç
Keşfü’l-Hafâ, İslam dünyasında hadis ilminin gelişimi için büyük önem taşıyan bir eserdir. Aclûnî’nin titiz çalışması sayesinde, Müslümanlar doğru din bilgisine ulaşma konusunda önemli bir adım atmışlardır. Eser, günümüzde de hadis ilmiyle ilgilenenler için vazgeçilmez bir kaynak olarak kabul edilmektedir.
******************
1.Men arefe nefsehu. Sh. 52
2.72- Türkler size ilişmedikçe siz de onlara ilişmeyin.86
3.7 4- İdrardan sakının. Çünkü kulun kabirde sorguya çekileceği ilk
şey odur. 88
4.75- Mazlumun bedduasını almaktan sakının.89
5.78- Alimin zellesinden sakının.93.
6.81-Bir parça hurma ile de olsa, cehennemden korunmaya bakın!97.
7.91- Cebrail bana gelip dedi ki: (Allah şöyle buyurur:) “Ey Muhammed! Sen olmasaydın cenneti yaratmazdım. Yine sen olmasaydın
cehennemi de yaratmazdım.”104
8.92- Rabbim azze ve celle’den bir elçi (Cebrail) gelip bana şöyle
dedi: “Ümmetinden kim sana bir salat getirirse, Allah da onun karşılığı olarak ona on iyilik yazar, onun on kötülüğünü siler ve onu on
derece yükseltir. Ayrıca Allah ona da aynı şekilde salat eder (rahmet
ve ecrini arbrır).”104.
9.133- Arapları şu üç şeyden dolayı sevin: Çünkü ben Arabım,
Kur’ an Arapçadır ve cennet ehlinin dili Arapçadır.125.
10.153- Ümmetimin ihtilafı rahmettir.149
11.169- Ölülerinizi, salih insanların arasına defnedin. Zira ölüler de
tıpkı diriler gibi kötü komşulardan eziyet çekerler.167
12. 251- Allah, bir kulunun bir yerde ölmesini takdir etmişse, o yere
doğru o kul için bir ihtiyaç yaratır. 220
13. 293- Bir memlekette zina ve faiz yayılırsa, Allah, o memleketin
helak edilmesinin yolunu açar.250
14. 299- Ümmetim dinar ve dirheme değer verip yüceltmeye başlayınca, İslam’ın heybeti onlardan çekilip alınır. İyiliği emretmeyi terk
ettikleri vakit ise vahyin bereketinden mahrum kalırlar.252
15. 315- Ruhlar, bir araya getirilmiş çeşitli topluluklar gibidir. (Ruhlar aleminde) birbirleriyle tanışanlar, (dünyada da) kaynaşırlar; tanışmayanlar da ayrılığa düşerler.270
16.316- Yerler yedi kattır. Her katta, sizin Peygamberiniz gibi bir
peygamber vardır.273
17.331- Kadınlara iyi davranmanızı vasiyet ediyorum! Zira kadın
kaburga kemiğinden yaratılmıştır. Kaburgada en eğri olan taraf ise
en üst kısmıdır. Eğer onu düzeltmeye kalkışırsan kırarsın; şayet bırakırsan o eğri haliyle kalır. Onun için kadınlara iyi davranmanızı
vasiyet ediyorum.290
18.345- İnsanlar sana fetva verip dursalar da sen yine kalbine danış,
kalbinden fetva iste.300
19.430- Siz amel edin. 364
20. 431- Ameller niyetlere göre değer kazanır.364
21.437- Ya alim yahut ilim talebesi veya (onları) dinleyen ya da (ilim
ehlini) seven. 366
22.477- (Lut kavminin işlediği çirkinliği) yapanı da kendisine yapılanı da öldürün.393
23-478- Allah’ın had cezalarından birini uygulamak, Allah’ın beldelerinde kırk -bir rivayete göre “otuz”- gece yağan yağmurdan daha hayırlıdır.394
24-479- Kulun Rabbine en yakın olduğu an, secdeye kapandığı andır. O sebeple (secdede) çok dua edin!395
25-487- Ölülerinize Yasin okuyun.399
26-508- Ekmeğe değer verin.419
27-516- Kedilere ilgi gösterip değer verin. Çünkü onlar etrafınızda dolaşanlardandır.427
28-526- Kabir azabının çoğu idrardan (sakınmamaktan)dır.434
29-530- Onu (Ramazan’ın) son on günü içinde arayın!440
30-546- Allah’ım! Şu iki kişiden sana en sevimli geleniyle İslam’a kuvvet ver, yardım eyle: Ebu Cehil veya Ömer b. el-Hattab ile.451
31-557- Allah’ım! Şam’ımızı bize mübarek ve bereketli eyle, Yemen’imizi de bize mübarek ve bereketli eyle!462
32-586- Ben, insanlarla “la ilahe illallah” deyinceye kadar savaşmakla emrolundum.479
34-598- Benim ümmetim, mübarek bir ümmettir; başı mı hayırlıdır yoksa sonu mu, bilinmez.490
35-599- Benim ümmetim, ümmet-i merhumedir; bağışlanmış ve tövbesi kabul edilmiştir.490
36-600- Şu benim ümmetim, ümmet-i merhumedir; ahirette ona azap yoktur. Dünyadaki azabı ise fitneler, depremler, öldürmeler ve belalardır.491
37-612- Ben Şam’ın Rabbiyim. Ona kastedene öldürücü darbeyi indiririm.499
38-613- Ben, kulumun beni düşündüğü gibiyim.500
39-618- Ben ilim şehriyim, Ali de kapısıdır.503
40-630- Kur’an, yedi harf üzere indirilmiştir.515
41-660- Siz öyle bir zamanda yaşıyorsunuz ki, emredilenlerin onda birini terk eden kimse helak olur. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, o dönemde emredilenlerin onda birini yapabilen kimse kurtuluşa erecektir.536
42-709- Şüphesiz her bir şeyin bir kalbi vardır. Kur’an’ın kalbi de Yasin’dir. Kim onu okursa, Allah Teala o kişiye Kur’an’ı on defa okuma sevabı verir.573
43-720- Şüphesiz Allah, dini, günahkâr (tacir) bir kişiyle de destekleyip güçlendirir.581
44-724- Şüphesiz Allah şifanızı, size haram kıldığı şeylere koymamıştır.586
45-726- Şüphesiz her ümmetin bir fitnesi vardır. Benim ümmetimin fitnesi de maldır587
46-728- Kuşkusuz Allah zalime mühlet tanır, süre verir. Ancak onu yakalayınca da kaçmasına asla fırsat vermez.588
47-733- Şüphesiz Allah, bir zalimden intikamını başka bir zalimle alır.590
CİLT- 2
48-738- Şüphesiz Allah, sizin bedenlerinize ve sôretlerinize değil, kalplerinize bakar.12
49-740- Şüphesiz Allah, her yüzyılın başında bu ümmete dinini yenileyecek birini gönderir.14
50-742- Şüphesiz Allah, İslam yolunda ağaran bir saç/sakal sahibine azap etmekten haya eder.16
51-752- Kuşkusuz Allah, kuluna bir nimet bahşettiği zaman, o nimetinin eserini kulunun üzerinde görmekten hoşnut olur.23
52-753- Şüphesiz Allah, aksırmayı sever, ancak esnemeyi sevmez. -İbn Ehi Şeybe “namazda” lafzını ilave etmiştir.23
53-754- Kuşkusuz Allah, kıyamet günü (gayr-ı meşru ilişki sonucu doğdukları için öz babalarına nispetleri sorunlu olan) kulları rencide olmasın diye insanları annelerine nispet ederek çağıracaktır.23
54-755- Şüphesiz Allah, bir kul can çekişmeye başlamadığı müddetçe, onun tevbesini kabul eder.24
55-785- Kuşkusuz bir kısım şiirde hikmet vardır.42
56-793- Şüphesiz mü’min necis olmaz.48
57-799- Sana bir dağın yerinden oynadığı söylenirse buna inan, ancak bir insanın huyunu değiştirdiği söylenirse asla inanma!54
58-817- Kıyamet alametlerinin ilki, insanları doğudan batıya doğru sürüp toplayacak bir ateştir.63
59-823- Allah Teala’nın ilk yarattığı şey akıldır. (Yarattıktan sonra da) ona “Gel” dedi, o da geldi. Daha sonra da şöyle buyurdu: “İzzetim ve Celalime yemin olsun ki, senden daha üstün bir varlık yaratmadım; seninle alır, seninle veririm. Seninle sevap verir, seninle cezalandırırım.”65
60-824- Allah’ın ilk yarattığı şey kalemdir.66
61-826- Kulun hesaba çekileceği ilk ameli namazdır; insanlar arasında karara bağlanacak (hesabı görülecek) ilk mesele de kan davaları dır.68
62-827- Allah’ın yarattığı ilk şey, senin Peygamber’inin nôrudur ey Cabir!..69
63-829- Teraziye konulacak ilk şey güzel ahlaktır.72
64-836- Kıyamet günü benim en yakınımda olacak kimseler, bana en çok salavat getirenlerdir.75
65-839- (Allah’a) sığınanların, kendisiyle sığındıkları en faziletli şeyi size haber vereyim mi?: Kul eıizü bi Rabbi’l-felak ve kul eıizü bi Rabbi’n-nô.s’tır.76
66-850- İmamlar Kureyş’tendir.83
67-854- Kötü arkadaştan sakın! Çünkü onunla tanınır, bilinirsin.85
68-855- Mezbelede yetişen bitkiden sakının!85
69- 861- Çok gülmekten sakının. Zira çok gülmek, kalbi öldürür ve cennet ehlinin nurunu alır götürür.92
70- 862- “Keşke” demekten sakının. Çünkü “keşke” ifadesi, şeytan işine kapı açar.92
71- 864- (Aşırı) mizah ve şakadan sakının. Zira o, mü’minin yüzünün aydınlığını giderir, yok eder.93
72- 865- Yalandan sakının. Çünkü yalan, imana aykırıdır.94
73- 866- Satışta çok yemin etmekten sakının. Zira yemin, malı satbrır; sonra da (bereketini) yok eder94
74- 867- Zandan sakının. Çünkü zan, sözlerin en yalan olanıdır. Birbirinizin (özel) konuşmalarını dinlemeyin, gizli hallerini araştırmayın, (dünyevi hususlarda) birbirinizle yarışmayın, birbirinize haset etmeyin, kin tutmayın ve sırt çevirmeyin. Ey Allah’ın kulları! Kardeş olun. Ayrıca kişi, kardeşinin talip olduğu kadına da -kardeşi bizzat onu nikahlayıncaya yahut ondan vazgeçinceye kadar- talip olmasın.95
75- 868- Kulağı rahatsız eden şeylerden (çirkin sözlerden) sakının.95
76- 869- Özür dilemek zorunda kalacağın şeylerden (söz ve davranış lardan) sakın.96
77- 876- Sadakayı erkenden hemen verin. Çünkü bela, onu aşıp geçemez. Bir lafızda da şöyle geçer: Çünkü bela, sadakayı aşıp geçemez.104
78- 878- Hayırlı işler yapmada acele edin. Çünkü yakın bir gelecekte karanlık geceler gibi birtakım fitneler ortalığı kaplayacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Dinini az bir dünyalığa satar.106
79- 879- Rızık ve ihtiyaçların talebinde sabah erken davranın. Çünkü günün ilk saatleri bereket ve başarıdır.106
80- 886- Asıl cimri, yanında adım anıldığı halde bana salatü selam getirmeyen kimsedir.110
81- 887- İslam garip olarak başladı ve günün birinde başladığı gibi tekrar garip hale dönecektir. Ne mutlu o gariplere!111
82- 897- Bereket atların alınlarındadır.115
83- 899- Bereket, cemaatle birliktedir.115
84- 901- İyilik, güzel ahlaktır. Günah (kötülük) ise vicdanını rahatsız eden ve insanların bilmelerini istemediğin şeydir.116
85- 909- Karnı tıka basa doldurmak zekayı yok eder.122
86- 913- Ben, cevamiu’l-kelim (Kur’an veya veciz konuşma kabiliyeti) ile gönderildim ve sözün özünü ifade etmeye muvaffak oldum.124
87- 914- Ben kolaylaştırılmış haniflikle gönderildim.125
88- 916- Ben ahlaki meziyetleri tamamlamak üzere gönderildim.125
89- 920- (Allah Resulü, şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek şöyle buyurmuştur:) Şu ikisinin birbirine yakın olduğu kadar kıyamete yaklaştığım bir zamanda ben peygamber olarak gönderildim.126
90- 921- Selamla bile olsa, akrabanızla bağınızı canlı tutun.126
91- 924- Beldeler Allah’ın beldeleri, kullar da Allah’ın kullarıdır. Nerede bir nezaket ve yumuşaklık görürsen orada ikamet et!129
92- 925- (İspat edici) delil getirmek, hak iddia edene (davacıya), yemin etmek ise hak iddiasını reddedene (davalıya) düşer.129
93- 926- Bela, ağızdan çıkan söze -bir lafza göre de: konuşmaya/dillendirmeye- bağlıdır.131
94- 928- İslam beş temel üzerine bina edilmiştir: Allah’tan başka ilah olmadığına ve Muhammed’in Allah’ın Resulü olduğuna şahitlik etmek, namazı dosdoğru kılmak, zekat vermek, Allah’ın evi Kabe’yi haccetmek ve Ramazan orucunu tutmak.133
95- 929- Beytü’l-makdis, toplanma (mahşer) ve dirilme (menşer) yeridir.134
96- 934- Kul ile küfür arasında (engel olarak sadece) namazın terki vardır.139
97- 940- Cezası hemen dünyada verilen iki husus vardır: Haddi aşma ve anne-babaya itaatsizlik.141
98- 941- Doğru sözlü, dürüst tacir, kıyamet günü Rahman’ın Arşı’nın gölgesinin altındadır.141
99- 942- Korkak tacir (kazançtan) yoksundur, cesur tacir ise rızıklandırılmıştır.142
100- 943- Teenni Allah’tan, acelecilik ise şeytandandır.142
101- 944- Günahtan tevbe eden kimse, hiç günah işlememiş kimse gibidir.145
102- 945- Kardeşinin yüzüne gülümsemen senin için bir sadakadır146
103- 961- Tedavi olun; zira derdi indiren (Allah), devayı da indirmiştir159
104- 966- Kötülüğü terk etmek sadakadır.162
105- 991- Her Perşembe ve Pazartesi günü ameller (Allah’a) arzolunur. . .172
106- 993- Bolluktayken sen Allah’ı tanı ki, O da darlıkta seni tanısın.173
107- 994- Altın ve gümüş paranın kulu kölesi olan rahat yüzü görmesin. . .174
108- 996- İlmi öğrenin ve insanlara da öğretin.176
109- 997- Feraiz (miras hukukunu) öğrenin ve onu insanlara öğretin. Zira o, ilmin yarısı olup unutulacaktır. Ümmetimden (ilim olarak) çekilip alınacak ilk şey de odur.177
110- 1002- Yönetici ve reis olarak başa geçirilmeden önce köklü ve derin bilgi sahibi olun.180
111- 1004- Bir saatlik tefekkür, bir yıllık -bir lafza göre de: altmış yıllık- ibadetten hayırlıdır.181
112- 1005- Allah’ın yarattığı varlıklar hakkında tefekkür edin, ancak Allah hakkında tefekkür etmeyin.182
115-1009- Hırsızın eli, çeyrek dinar ve daha fazlası (değere sahip mallar) için kesilir.186
116-1010- Kıyamet günü cehennem, (sırat köprüsü üzerindeki) mü’mine şöyle der: Çabuk geç ey mü’min! Zira nurun alevimi söndürdü.187
117-1011- Kibirlenip böbürlenen kişiye karşı büyüklenmek sadakadır.187
118-1013- Tekellüf haramdır.190
119-1014- Kıyamet öncesinde karanlık gecenin merhaleleri gibi birtakım fitneler olacaktır. O zamanda insan, mü’min olarak sabahlar, kafir olarak geceler; mü’min olarak geceler, kafir olarak sabahlar. Birtakım topluluklar dinlerini (basit) bir dünyalığa satarlar.191
120-1016- Definden sonra ölüye telkin vermek.191
121-1021- Evlenin, çoluk-çocuk sahibi olun, nesliniz devam edip ço ğalsın. Zira kıyamet günü diğer ümmetlere karşı sizinle övüneceğim.198
122-1022- Bir kadınla ya malı-mülkü yahut güzelliği veya soyu ya da dindarlığından dolayı evlenilmektedir. Sen bunlardan dindar olanı tercih et; (aksi halele) kaybeder, sıkıntı yaşarsın!199
123-1023- Hediyeleşin ki birbirinizi sevesiniz.200
124-1027-“Halanız (sayılan) hurma ağacına değer verin! Çünkü o, Adem’in arta kalan çamurundan yaratılmıştır.. . “206
125-1028- Tevazô, kulun ancak yüceliğini artırır. Onun için mütevazı olun ki Allah da sizi yüceltsin.206
126-1029- Allah’ın üç kişiyi zengin etmesi O’nun üzerine bir haktır: . . . İffetini korumak için evlenen kişi. . .206
127-1030- Herkese güvenmek bir acziyettir.207
128-1035-Üç şey mahvedicidir: Boyun eğilen ihtiraslı cimrilik ve tamahkarlık, esiri olunan heva-heves ve kişinin kendini beğenmesi.
129-1040- Üç sınıf insan vardır ki kıyamet günü Allah, onlarla konuş maz, yüzlerine bakmaz, onları temize çıkarmaz. Ayrıca onlar için acı veren bir azap vardır: Zina eden ihtiyar, yalan söyleyen hükümdar ve kibirli davranan çoluk-çocuklu fakir.
130-1043- Üç şeyin ciddisi de ciddi, şakası da ciddidir: Nikah, talak ve ric’at.
131-1045- Üç kişinin duasını Allah geri çevirmez: Allah’ı çokça zikreden kişinin, mazlumun duası/bedduası ve adil devlet başkanının duası.
132-1047- Üç şey mutluluk, üç şey de mutsuzluk sebeplerindendir. Şunlar mutluluk sebeplerindendir:
Saliha bir kadın ki, onu gördüğünde hoşlanırsın. Yanında olmadığın zaman bile gerek kendisi, gerek senin malın açısından ona güven duyarsın.
Uysal olup seni eş-dostuna bir an evvel kavuşturan binek.
Ve kullanım alanı fazla olan geniş ev.
Şunlar da mutsuzluk sebeplerindendir:
Gördüğün zaman rahatsız olduğun, dilinden kurtulamadığın ve yanında olmadığında ne kendisi ne de senin malın açısından kendisine güven duymadığın kadın.
Vurmaya kalktığında seni yoran, kendi haline bıraktığında da seni eş-dostuna bir türlü kavuşturmayan uyuşuk binek.
Ve kullanım alanları dar olan ev.
133-1048- Cennetin bedeli “la ilahe illallah”tır.
134-1054- Komşu, çevredeki kırk eve kadardır
135-1059- Alimlerle aynı meclislerde bulunun, güngörmüş büyüklere sorular yöneltin ve bilgelerle beraber olun.
136-1062- Zorbalık, kalpte gizlidir.
137-1063- Kalpler, kendisine iyilik yapanı sevmeye, kötülük yapana ise buğzetmeye eğilimli olarak yaratılmıştır.
138-1066- Kur’an hakkında cedel ve tartışmaya girmek küfürdür.
139-1068- İmanınızı yenileyin. “Ey Allah’ın Rasôlü! Peki, imanımızı nasıl yenileyelim?” diye soruldu. Allah Rasôlü şöyle buyurdu: “La ilahe illallah” sözünü çokça söyleyin.
140-1072- Yeryüzü bana mescid ve temiz kılındı
141-1073- Kalem, (Allah’ın) hükmettiğine göre hareket etmiştir.
İnsan, çoğu zaman kendini kıyaslarla tanımlar: Zengin mi fakir mi? Başarılı mı başarısız mı? Güçlü mü zayıf mı? Oysa insanın gerçek değeri, bu dünya terazisinde değil, yaratılış gayesinde ve taşıdığı ilâhî emanetlerde saklıdır.
Allah hiçbir şeyi boşuna yaratmaz. Ne bir taşı, ne bir yaprağı, ne de bir insanı… Her insan, kâinata eklenmiş özel bir satır, bir harf, bir mana gibidir. Çünkü Her bir kulda Allah’ın bir isminin tecellisi, bir sıfatının yansıması vardır. Kimi Rahman ismini yansıtır; merhametiyle… Kimi Halîm ismini taşır; sabrıyla… Kimi Hakem ismini yansıtır; adaletiyle… Ve bazıları da yalnızca varlığıyla bile bir denge unsurudur.
İşte bu yüzden, Allah insanı sadece yaptığı işten dolayı değil, taşıdığı ilâhî sıfat kırıntısından dolayı da değerli kılar. O sıfat, o tecelli, o yansıma… Bir bakıma Allah’ın “Ben seni öyle yarattım ki, sende benden bir iz var” demesidir.
KİMSE BOŞUNA YAŞAMAZ
Kimi insanlar hayatta hiçbir şey başaramadığını sanır. Ama belki onun görevi sadece bir çocuğa sabretmek, ya da bir eşe yoldaş olmak, veya bir yetimi dua ile yaşatmaktır. Belki de o kişinin varlığı, başka birinin hidayetine vesile olacak bir zincirin halkasıdır.
Unutmamalı: Değer, görünür başarıda değil, görünmeyen vazifededir. Bir dişlinin küçücük vidası bozulsa, koca makine durur. İnsanlık da böyledir. Her birey bir vidadır, bir özdür, bir sırdır.
ALLAH NEDEN MÜSAADE EDİYOR?
Bazılarına bakarız: Günahkâr görünür, gaflet içindedir. Ama Allah ona yine de mühlet verir, rızık verir, yaşama hakkı tanır. Çünkü Allah bilir: O kişide hâlâ tecelli eden bir ismi, bir sırrı, bir hikmeti vardır. O kişi belki son nefesinde o isme dönecektir. Veya onun sabrından başka bir kul nasiplenecektir.
İşte bu yüzden, Allah her kulunu kendi iradesiyle değil, kendi rahmetiyle muhafaza eder. Bir hikmete dayanmayan hiçbir varlığa hayat hakkı tanımaz. Her varlık, var oluşuyla bir “ilâhî isim” taşır; ve o isimle yaşar, o isimle sona erer.
SONUÇ: HER KULDA BİR İZ VAR
Ey insan! Kendini küçük görme. Sen yeryüzünde yürüyen bir sır, bir isim, bir ayetsin. Ve unutma: Sende Allah’tan bir yansıma var. Belki sabırdır, belki cesarettir, belki hikmettir… Ama mutlaka vardır. Ve sen, o yansıma sayesinde hayattasın.
ÖZET:
Allah, her insanda kendi isimlerinden birinin yansımasını tecelli ettirir. İnsan bu yansıma ile değer kazanır ve varlığını sürdürür. Kimse boşuna yaratılmamış, herkesin bir ilâhî sıfatı taşıma görevi vardır. Bu tecelli; insanı anlamlı, yaşamasını hikmetli kılar. Bu nedenle hiçbir kul, ne tamamen değersizdir ne de tamamen başıboş…
İhanetin Bedeli: Osmanlı’da Hainliğin Hükmü ve Hikmeti”
GİRİŞ
Devletin kalbi adalettir. Adaletin en büyük düşmanı ise ihanettir. Osmanlı, içten vurulmanın ne demek olduğunu sadece savaş meydanlarında değil, saray koridorlarında, kalem odalarında ve halk arasında da acı tecrübelerle öğrenmiştir. Hainlik; sadece bir vatana değil, bir millete, bir inanca, hatta bir asırlık emanete darbedir. Bu yüzden Osmanlı’da ihanete verilen ceza yalnızca bir hüküm değil, bir mesajdı: “Emanet sahibinindir; hain emanete el süremez.”
1. İHANETİN TANIMI VE TÜRLERİ
Osmanlı hukukunda “hainlik” çoğunlukla “hıyanet, fitne, gizli düşmanlık” gibi kavramlarla anılır. Hainliğin birçok şekli mevcuttu:
A. Devlet Sırrını Düşmana Veren Bir Kâtip (İstanbul, 1589)
> “Divan-ı Hümayun kâtibi Ali bin Mehmed’in, Lehistan sefiriyle sır görüşmeler yaptığı, Osmanlı sefer güzergâhlarını fâş ettiği sabit olmuş; cemaat-i ulemadan fetva alınarak idam olunmasına karar verilmiştir.” (İstanbul Kadı Sicili, Defter no: 1342, s. 278)
B. İç İsyana Öncülük Eden Kadızâde Takipçisi (Manisa, 1654)
> “Mehdi olduğunu iddia eden Mustafa, halkı ‘Padişah zalimdir, şeriat bizdedir’ diyerek isyana teşvik etmiş, 37 kişilik bir grupla zâviyeleri basmıştır. Kadı, fermanla cezalandırılmasını emretmiş; halka ibret olması için asılarak cezalandırılmıştır.” (Manisa Kadı Sicili, Defter no: 1010, s. 116)
C. Düşmanla Ticareti Bilerek Yürüten Tüccar (Edirne, 1712)
> “Sultan’ın seferde olduğu dönemde, Ruslarla kara yoluyla zahire ticareti yapan Hayreddin’in malları müsadere olunmuş, kendisi sınır dışına sürülmüştür. Kadı, ‘Devlete sırt çeviren, rızkı da hürmeti de kaybeder’ diyerek hüküm vermiştir.” (Edirne Kadı Defteri, No: 241, s. 89)
3. CEZALARIN UYGULANMASI
İdam:
En sık uygulanan ceza idi. İhanet sabit olursa özellikle devlet görevlileri için hemen uygulanırdı.
Genellikle padişah fermanı ile olurdu. Bazı durumlarda mahkeme fetvası da aranırdı.
Sürgün veya Kalebentlik:
Doğrudan savaş dışı fakat zararlı işlerde bulunanlar kalelere sürülürdü.
Kalebent, zincirli olarak kalelerde angarya ile cezalandırılan kişiydi.
Müsadere:
Hainin malları kamuya devredilirdi. Hatta bazen ailesi bile devletten maaş alamazdı.
4. HİKMETLİ VE İBRETLİ HADİSELER
Sadrazam Sokullu’nun Uyarısı (1570):
> “Bir devlet dış düşmanla yıkılmaz; asıl tehlike, içteki hainin kalemidir.” Sokullu Mehmet Paşa, kendisine getirilen bir casusluk haberinde ceza yerine “Ona bilgiyi sızdıran içeridekini bulun” demiştir. Çünkü en büyük hain, içeridekidir.
İç İsyanla Gelen Son (Patrona Halil İsyanı, 1730):
> Kıyafetle meyhanelerde halkı kışkırtan Halil, halkı kandırmış, yeniçerileri ayaklandırmıştı. Padişah III. Ahmed tahttan indirilmişti. Fakat kısa sürede hainlerin kendi kuyusuna düştüğü görülmüş; Halil halk önünde ibretlik şekilde idam edilmiştir.
5. ADALET Mİ, İNTİKAM MI?
Osmanlı, hainliğe karşı sert ama ölçülü davranmıştır. Suç sabit değilse infaz edilmezdi. Birçok olayda sorgu, şahit, hatta halkın görüşü alınırdı. Çünkü padişahlar bile şu ilkeyle hareket ederdi:
> “Zulm ile abad olunmaz; adaletle hükmedilmeyen devlet, saltanat değildir.”
SONUÇ: BİR HAİN BİR ÜMMETİ YIKABİLİR
Osmanlı arşivleri, hainliğin yalnızca bir kişinin meselesi değil, bir ümmetin imtihanı olduğunu anlatır. Kadı defterleri, her hükümde şu dersi verir:
> “Hainler eliyle gelen bela, adaletle def edilir. Fakat adalet zayıflarsa, hainler hüküm sürer.”
Osmanlı, hainleri yalnız cezalandırmadı; onların ardında bıraktığı fitneyi de söndürmeye çalıştı. Bugün hâlâ bize düşen ders şudur:
> “Bir millet, düşmandan korkmaz; ama içindeki hainleri tanımazsa, geleceğini karanlığa gömer.”
Adaletin Kılıcı: Osmanlı’da En Ağır Suçlar ve Cezalar”
GİRİŞ
Osmanlı adaleti, kılı kırk yaran bir hassasiyetle hem kul hakkını hem toplum düzenini korumayı gaye edinmişti. Cezalar, sadece caydırıcılık değil, ibret ve ıslah maksadıyla uygulanırdı. En ağır cezalar, toplum vicdanını yaralayan ve sosyal düzeni tehdit eden suçlara verilirdi. Bu cezaların her biri, arkasında hikmet barındıran ibretli hadiselerle doludur.
1. EN AĞIR SUÇLAR VE CÜRETLERİ
A. Devlete İsyan (Bağîlik ve Hıyanet):
Tanımı: Devlet otoritesine başkaldırmak, halkı isyana teşvik etmek, padişaha isyan.
Kadı Defteri (Amasya, 1604): “Ali bin Hasan, halkı vergi vermemeye teşvik ve sipahilere silahla karşı gelmek suçundan padişah fermanı ile idam olunmuştur.”
B. Zina ve Tecavüz (Evli için Recm, bekâr için sopa):
Şahitler veya açık ikrar aranırdı.
Evli bir kişinin zina yaptığı sabit olursa şer’i olarak recm (taşlayarak idam), bekâr için 100 sopa.
Kadı Defteri (Bursa, 1582): “Evli Hatice Hatun ve Mehmet, dört şahitle sabit zinadan dolayı tazir edilip hapsedilmiştir. Halk huzurunda ‘bu hâl zinanın zilletidir’ denilerek ibret olunmuştur.”
C. Cinayet (Kasten Adam Öldürme):
Cezası: Kısas (maktulün ailesi affetmezse birebir ceza).
Alternatif: Diyet (kan bedeli), bazen ömür boyu sürgün.
İbretli Hüküm (İstanbul, 1723): “Bir gümrük memuru, tüccardan altın alırken yakalanmış; kadı, ‘Rüşvet alan haramla beslenir, devlet haramla yıkılır’ diyerek sürgünle cezalandırmıştır.”
E. Hırsızlık (Özellikle Silahlı veya Cami, Mezarlık gibi Mukaddes Yerlerden):
Cezası: İlk suçta el kesme uygulanmazdı, genelde tazir cezaları (hapis, sopa, sürgün).
Mukaddes alanlarda veya tekrar eden hırsızlıkta el kesme kararı uygulanabilirdi.
Osmanlı’da ceza verirken temel prensip adalet ve ıslah idi. Amaç, suçluyu ibret verici şekilde cezalandırırken aynı zamanda toplumun huzurunu korumaktı.
Kadı, sadece şer’i değil örfî hukukla da hüküm verir, her kararda ‘toplum faydası’ gözetilirdi.
Padişah fermanlarıyla verilen idamlar dahi kadı kararı olmadan uygulanmazdı.
Suçun arkasındaki sebep incelenir, açlık, mecburiyet gibi hâllerde merhametli hükümler tercih edilirdi.
3. HİKMETLİ VE İBRETLİ VAKALAR
Bir Yargının Hikmeti (Fatih Sultan Mehmet Zamanı):
Fatih, haksız yere Rum mimarın kolunu kestiren mimarı kadıya gönderir. Kadı, Fatih’i mahkemeye çağırır. Padişah gider ve özür diler. Kadı, “Sultanın da elini kesmek gerekirdi; lakin mağdur affetti” diyerek cezayı düşürür.
> Bu örnek, adaletin sultan tanımadığını ve cezanın sadece cezalandırmak değil, adaletin izzetini korumak olduğunu gösterir.
Yeniçeri Ahlâkı:
Bir yeniçeri, cuma vakti sarhoş yakalanır. Kadı, “Kılıç, zikirle değil şarapla konuşursa, o kılıç ümmete felakettir.” diyerek sopa ve görevden uzaklaştırma cezası verir.
4. ZAMANA YENİK DÜŞEN ADALET
17. yüzyıl sonrasında bazı ceza uygulamaları sulandırılmış, rüşvet, akrabalık, siyasal etkiler devreye girmiştir. Kadıların bazıları baskı altında kalmış, adaletin terazisi eğrilmiştir. Bu da devletin içten içe çözülmesini hızlandıran sebeplerden biri olmuştur.
SONUÇ: KORKUTMA DEĞİL, KORUMA ADALETİ
Osmanlı’da ağır cezalar birer ibret vesikasıydı. Amaç sadece cezalandırmak değil, toplumun ruhunu muhafaza etmekti. Bu cezaların arkasında yatan ahlâkî duruş, günümüz adalet anlayışına da örnek olacak niteliktedir.
> “Zulümle abat olanın sonu berbattır. Adaletle yıkılan devlet görülmemiştir.”