GEÇMİŞİN UTANCI – UTANÇ TABLOSU SAKLI KALANLAR – SAKLANANLAR Ashabı Kehf misal, 40 Uyurlar Kitabı Kıssası Daha Nice Uyanmayan Uyurlar Var.
“Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde eski bir kerpiç evin duvarında yamalı bohça içerisinde kırk kitap bulundu. Kitapların Ashabı Kehf Medresesi’nde görev yapan İstiklal Savaşı madalyasına sahip Mehmet İmamoğlu’na ait olduğunu ifade eden Asitane Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Hasibe Nurhayat Turan, “Medreselerin kapatılmasıyla birlikte hoca bu kitapları gizlemiş, ailesine bile haber vermemiş. Evin yıkımı sırasında ortaya çıkan bu eserler, zamanın, toprağın ve sessizliğin içinde korunarak günümüze ulaşmış oldu” diyor. ( https://www.yenisafak.com/hayat/yamali-bohcadan-cikan-kirk-kitabin-hikayesi-4700172 ) Bu haberi okuyunca asrın tüm karanlık yüzü gözümün önünden sinema şeridi gibi geçti. Daha bu neyki dedim. Devede kulak bile değil.
**********
GEÇMİŞİN UTANCI – SAKLANANLAR VE SAKLI KALANLAR
Bir kerpiç evin duvarında, sessizliğe emanet edilmiş kırk kitap… Yamalı bir bohça içinde saklanan, toprağın sabrıyla bugüne kadar korunan kelimeler… Ve o kelimeler, bir asrın karanlık utancını fısıldıyor şimdi bize.
Kahramanmaraş’ın Afşin ilçesinde ortaya çıkan bu hazin tablo, sadece eski kitapların bulunması değildir. Bu, zamanın vicdanımıza tuttuğu bir aynadır.
Ashab-ı Kehf misali kırk uyuyan gibi; Bu kitaplar, susturulan, gömülen, unutturulmak istenen bir çağın sessiz şahididir. Medreselerin kapatıldığı, ilmin susturulduğu, inancın kovalandığı o kara dönemlerin, evlerde ve yüreklerde nasıl saklandığının belgesidir.
Saklanmak Zorunda Kalan Hakikat
Mehmet İmamoğlu gibi bir istiklal madalyalısı, ilmi ve irfanı korumak için kitaplarını duvarların ardına gizlemek zorunda kalmış. Kime karşı? Kendi halkına mı? Kendi devletine mi? Kendi geçmişine mi?
Bu bir utançtır: Kılıçla alınan vatanın, kalemle çalınan ruhudur.
Bütün bir milletin ilim mirası, korkuyla ve utançla bohçalanıp kerpiçlerin içine gizlenmiştir. Bunun adı hıyanettir. Bunun adı zulümdür. Bunun adı hafızasız bırakılan bir neslin feryadıdır.
Devede Kulak Bile Değil
Bugün bulduğumuz kırk kitap, bir işaret taşıdır sadece. Toprağın altında, hafızaların dibinde daha nice saklı hazineler var. Nice unutulmuş medrese, nice yakılmış kütüphane, nice susturulmuş âlim… Bu yaşadıklarımız, devede kulak bile değildir.
Bugün gördüğümüz tablo, buzdağının sadece su üstünde kalan kısmıdır. Asıl kaybolanlar, isimleri anılmayan hocalar, kitapları yanan medreseler, ilminden mahrum kalınan nesillerdir.
Bir Asırdır Uyanmayan Uyuyanlar
Ashab-ı Kehf gibi gizlenenler vardı, evet… Ama hâlâ uyanmayan “Ashab-ı gaflet” de var. Uyanmayanlar, unutulmuş değerleri hâlâ aramayanlar, medrese duvarlarındaki sessizliğe hâlâ sessiz kalanlar…
Her bir kayıp kitap, bir kayıp hafızadır. Her bir unutulan âlim, bir yetim kalan akıldır.
Ve biz, o sessiz duvarların önünde şimdi kendi vicdanımızla yüzleşiyoruz: Biz neyi kaybettik? Ve neyi aramıyoruz?
Zamanın Sonunda
O kerpiç evin içinde kırk kitap beklemiş. Belki bir asır… Toprak susmuş, zaman sabretmiş. Ama hakikat susmamış.
Hakikat, günün birinde bir duvarı çatlatır, bir bohçayı açar, bir karanlığı yarar.
Tıpkı şimdi olduğu gibi.
Ve şimdi bize düşen: Topraktan çıkan bu sessiz çağrının önünde diz çöküp, kaybettiklerimizin hesabını sormaktır.
Geçmişi değil; İhmalimizi, gafletimizi, korkaklığımızı utançla anmak için…
********
Saklı Kitapların Sessiz Çığlığı Toprağın Altındaki Hafıza Kırk Kitap ve Bir Asrın Ayıbı Gizlenen Hakikatler, Unutulan Değerler Medrese Duvarlarının Arasından Gelen Feryat Zamanın Kırdığı Sessizlik Kaybolan İlim, Susan Nesil
Ashab-ı Kehf’in Kitapları: Uyanmayanların Hikâyesi Bir Duvarın Ardında Yatan Tarih Toprak Bile İhaneti Unutmadı
*********
Bir kerpiç duvar, bir asrı fısıldıyor… Saklanan kitaplar, kaybolan nesiller… Toprak sabreder, hakikat asla susmaz. İlimi gizledik, karanlık büyüdü. Kırk kitap, kırk asırlık utanç. Ashab-ı Kehf gibi uyuduk; ama uyanmadık. Bir kitap kaybolur, bir asır yetim kalır. Duvarların dili olsa da anlatsa… Saklananlar değil, saklayanlar utansın. Zaman her sırrı açar; ya biz hazır mıyız?
******
Afiş / Sosyal Medya Paylaşım Tasarımı
Başlık: “Saklı Kitapların Sessiz Çığlığı”
Görsel Teması: Eski bir kerpiç duvar çatlağından sızan ışık huzmesi
Bir bohçanın içinden yarı görünür eski, tozlu kitaplar
Hafif silik bir şekilde arka planda: “Ashab-ı Kehf” mağara sahnesi gibi uyuyan bir grup siluet
Ana Metin:
> Bir kerpiç duvar yıkıldı. Saklanan kitaplar dile geldi. Biz hangi duvarın ardında kaybolduk?
Alt Metin (daha küçük puntolarla):
> Kırk kitap, kırk yıl değil; bir asırlık utanç sakladı. Saklayanlar, susturanlar, uyutanlar… Fakat hakikat, toprağın sessizliğini bile deldi.
Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmak ve ona abd olmak ve asker olmak; ne kadar kârlı bir ticaret, ne kadar şerefli bir rütbe olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciği dinle: Bir zaman bir padişah, raiyetinden iki adama, her birisine emaneten birer çiftlik verir ki içinde fabrika, makine, at, silah gibi her şey var. Fakat fırtınalı bir muharebe zamanı olduğundan hiçbir şey kararında kalmaz. Ya mahvolur veya tebeddül eder gider. Padişah, o iki nefere kemal-i merhametinden bir yaver-i ekremini gönderdi. Gayet merhametkâr bir ferman ile onlara diyordu: “Elinizde olan emanetimi bana satınız. Tâ sizin için muhafaza edeyim, beyhude zayi olmasın. Hem muharebe bittikten sonra size daha güzel bir surette iade edeceğim. Hem güya o emanet malınızdır, pek büyük bir fiyat size vereceğim. Hem o makine ve fabrikadaki âletler, benim namımla ve benim tezgâhımda işlettirilecek. Hem fiyatı hem ücretleri, birden bine yükselecek. Bütün o kârı size vereceğim. Hem de siz, âciz ve fakirsiniz. O koca işlerin masarifatını tedarik edemezsiniz. Bütün masarifatı ve levazımatı, ben deruhte ederim. Bütün vâridatı ve menfaati size vereceğim. Hem de terhisat zamanına kadar elinizde bırakacağım. İşte beş mertebe kâr içinde kâr… Eğer bana satmazsanız zaten görüyorsunuz ki hiç kimse elindekini muhafaza edemiyor. Herkes gibi elinizden çıkacaktır. Hem beyhude gidecek. Hem o yüksek fiyattan mahrum kalacaksınız. Hem o nazik, kıymettar âletler, mizanlar, istimal edilecek şahane madenler ve işler bulmadığından bütün bütün kıymetten düşecekler. Hem idare ve muhafaza zahmeti ve külfeti başınıza kalacak. Hem emanette hıyanet cezasını göreceksiniz. İşte beş derece hasaret içinde hasaret… Hem de bana satmak ise bana asker olup benim namımla tasarruf etmek demektir. Âdi bir esir ve başı bozuğa bedel, âlî bir padişahın has, serbest bir yaver-i askeri olursunuz.” Onlar, şu iltifatı ve fermanı dinledikten sonra o iki adamdan aklı başında olanı dedi: — Baş üstüne, ben maaliftihar satarım. Hem bin teşekkür ederim. Diğeri mağrur, nefsi firavunlaşmış, hodbin, ayyaş, güya ebedî o çiftlikte kalacak gibi dünya zelzelelerinden, dağdağalarından haberi yok. Dedi: — Yok! Padişah kimdir? Ben mülkümü satmam, keyfimi bozmam… Biraz zaman sonra birinci adam öyle bir mertebeye çıktı ki herkes haline gıpta ederdi. Padişahın lütfuna mazhar olmuş, has sarayında saadetle yaşıyor. Diğeri, öyle bir hale giriftar olmuş ki hem herkes ona acıyor hem de “Müstahak!” diyor. Çünkü hatasının neticesi olarak hem saadeti ve mülkü gitmiş hem ceza ve azap çekiyor.
@@@@@@
Senaryo Başlığı: “Emanetin Bedeli”
Açılış:
(Geniş, sisli bir savaş alanı… Eski çağlardan kalma bir ülke. Kamera, iki kişiye doğru yaklaşır: Selim ve Kamil.)
Bir anlatıcı sesi: “Zaman, her şeyin sarsıldığı, malların, canların ve mülklerin fırtınalarla savrulduğu bir zaman… İki kişi, emaneten verilen bir çiftliğin başında duruyordu.”
Sahne 1: Emanetler Teslim Ediliyor
(Padişahın yaveri, altın işlemeli bir fermanla gelir.)
Yaver: “Ey Selim ve Kamil! Padişahımız size şefkat etti. Elinizdeki bu çiftlik ve makineler emanetidir. Padişahımız, sizi korumak için bu emanetleri satın almak istiyor. Karşılığında:
Bunları daha güzel bir şekilde iade edecek,
Ebedî saadet verecek,
Sizi yüksek rütbelere çıkaracak.”
(İki arkadaş fermanı dikkatle dinler.)
Sahne 2: Karar Anı
Selim (gözleri dolarak): “Bu, büyük bir lütuftur! Elimizde tutamayacağımız şeyi O’na satmak; hem saadet hem kurtuluş!”
Kamil (burnundan soluyarak): “Ben kimseye malımı satmam! Bu mülk benim. Kim ne karışır? Keyfime bakarım!”
Selim, saygıyla yaverin elini öper, emaneti padişaha teslim eder. Kamil ise kahkahalar atarak sarhoşluk içinde çiftliğinde eğlenceye dalar.
Sahne 3: Değişim Zamanı
(Günler geçer. Çiftlikler fırtınalarla sarsılır. Makinalar çürür, tarlalar mahvolur.)
Selim, padişahın sarayında, altın kubbeler altında şerefli bir yaver olarak hizmet etmektedir. Kamil ise yıkılmış bir harabenin ortasında, sefalet içinde ve herkesin acıdığı bir halde kalmıştır.
Anlatıcı sesi: “Selim, emaneti sahibine vererek hem ebedî bir hayat hem de şerefi kazandı. Kamil ise, emaneti gasp ederek hem dünyasını hem ahiretini kaybetti.”
Final Sahnesi: Hikmetli Son
Kamera göğe doğru yükselir. Ufukta bir yazı belirir:
> “Kim Allah’a ve Resulüne satarsa, kaybetmez. Kim dünyaya aldanırsa, hem dünyasını hem ahiretini kaybeder.”
@@@@@@@
İşte her karakter için daha detaylı ve derinlikli diyaloglarla zenginleştirilmiş hali:
Senaryo Başlığı: “Emanetin Bedeli”
Açılış:
(Geniş, sisli bir savaş alanı… Uzaktan gelen savaş sesleri… Kamera, iki kişiye doğru yaklaşır: Selim ve Kamil.)
Anlatıcı (sesli): “Zaman, her şeyin sarsıldığı, malların, canların ve mülklerin fırtınalarla savrulduğu bir zamandı. İki kişi, emaneten verilen bir çiftliğin başında duruyordu.”
Sahne 1: Emanetler Teslim Ediliyor
(Padişahın yaveri, altın işlemeli bir fermanla gelir.)
Yaver (ciddi ve şefkatli bir sesle): “Ey Selim ve Kamil! Padişahımızın şefkatli fermanını getirdim. Size verilen çiftlik, makineler, âletler birer emanettir. Padişahımız diyor ki: ‘Bu emanetleri bana satın, onları sizin için muhafaza edeceğim. Hem size çok daha üstün bir mükâfat vereceğim. Hem siz, masraf ve zahmetten kurtulacak, büyük bir şerefe ereceksiniz.'”
(Selim ve Kamil birbirlerine bakarlar.)
Selim (başını hafifçe öne eğerek): “Bu büyük bir nimet… Hem kurtuluş, hem mükâfat… Düşünmeden kabul ederim.”
Kamil (alaycı bir gülümsemeyle): “Bir çiftlik için mi bu kadar ciddiyet? Elimde güç varken neden başkasına teslim edeyim?”
Yaver (sabırla): “Biliniz ki, hiçbir mülk ebedî kalmaz. Ya ziyan olur, ya alınır. Padişahın daveti ise kurtuluş yoludur.”
Kamil (keskin bir ifadeyle): “Ben kimseye boyun eğmem! Keyfimi sürerim. Ne olacaksa olur!”
Selim (sessiz bir vakarla): “Ben, sahip olamayacağım bir şey için savaşmak istemem. Asıl sahip olana teslim olmak en büyük kurtuluştur.”
(Selim hemen fermanı imzalar, çiftliği padişaha satar. Kamil ise sırtını döner.)
Sahne 2: Çiftliklerde Hayat
(Selim, sade bir şekilde çalışmaya devam eder. Her yaptığı işte padişahın adını anar. Yaver sık sık haber getirir, ödüller, rütbeler verir.)
(Kamil’in çiftliğinde ise sürekli eğlence, sarhoşluk ve gaflet vardır. Makinalar harap olur, toprak çoraklaşır.)
Bir gün Selim ile Kamil karşılaşır.
Selim: “Kamil kardeşim, hâlâ vaktin var. Padişahın kapısı açık. Gel, teslim ol. Yazık etme kendine.”
Kamil (sarhoş bir kahkahayla): “Selim! Sen hâlâ hayallere mi inanıyorsun? Görmüyor musun, elimde neler var? Bu eğlence, bu rahatlık… Bundan iyisi mi olur?”
Selim (mahzun bir bakışla): “Elindeki hepsi bir rüya gibi dağılacak. Gerçek saadet, padişahın huzurundadır.”
(Gece büyük bir fırtına kopar. Kamil’in çiftliği yerle bir olur. Makinalar parçalanır, tarlalar su altında kalır.)
(Kamil, yıkık dökük evinin önünde diz çöker, elleriyle başını tutar.)
Kamil (hıçkırarak): “Ben ne yaptım? Her şey elimden gitti… Ne mülk kaldı, ne keyif…”
Sahne 4: Saadet ve Şeref
(Selim ise padişahın sarayına kabul edilir. Altın kubbeler altında, büyük bir törenle rütbesi yükseltilir.)
Padişah (gür ve sıcak bir sesle): “Ey Selim! Sen emanete sahip çıktın. Bize sadık oldun. Şimdi hem mülk, hem şeref, hem ebedî saadet senindir.”
(Selim şükür içinde eğilir.)
Final Sahnesi: Hikmetli Son
Kamera göğe doğru yükselir. Gökyüzünde şu yazı belirir:
> “Kim Allah’a satarsa, kurtulur. Kim nefsine satılırsa, hüsrana uğrar.”
@@@@@##
İşte bu senaryoya uygun, hem hikmetli hem de duygusal bir kapanış sahnesi:
Kapanış Sahnesi: Selim’in Son Konuşması ve Dua
(Selim, padişahın huzurunda diz çökmüş, minnet ve şükür dolu bir kalple konuşur. Sarayın arka planında huzurlu bir müzik eşliğinde altın ışıklar dalgalanır.)
Selim (gözleri yaşlı bir halde): “Ey kerem sahibi Sultanım! Ben âcizdim, Sen lütfettin. Ben fakirdim, Sen zengin ettin. Ben nankör olmaktan korktum, Sen bana vefayı nasip ettin. Emaneti sana satmakla hem zahmetten kurtuldum, hem de gerçek mülkü kazandım. Şimdi anlıyorum ki:
Mal sahibi yalnız Sensin,
Beka yalnız Senin katındadır,
Kurtuluş ancak Sana teslimiyetledir.”
Sonra başını göğe kaldırır ve ellerini açarak dua eder:
Selim: “Ey Malikü’l-Mülk! Nefsimizi Sana satmakta sabit kıl. Bizi dünyaya aldananlardan eyleme. Emanetini hakkıyla koruyup, huzuruna yüz akıyla varan kullarından eyle. Amin, amin, amin…”
(Kamera yavaşça yükselir, semaya doğru açılırken sahne kapanır.)
Anlatıcı (son bir cümleyle):
> “Gerçek saadet, gerçek mülkiyet ve gerçek şeref; Allah’a kul olmakta ve O’na teslim olmakta gizlidir.”
Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek, ne derece hakiki bir vazife-i insaniye ve ne kadar fıtrî, münasip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu görmek istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle: Seferberlikte bir taburda biri muallem, vazife-perver; diğeri acemi, nefis-perver iki asker beraber bulunuyordu. Vazife-perver nefer, talime ve cihada dikkat eder, erzak ve tayinatını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki onu beslemek ve cihazatını vermek, hasta olsa tedavi etmek, hattâ inde’l-hace lokmayı ağzına koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi, talim ve cihaddır. Fakat bazı erzak ve cihazat işlerinde işler. Kazan kaynatır, karavanayı yıkar, getirir. Ona sorulsa: “Ne yapıyorsun?” “Devletin angaryasını çekiyorum.” der. Demiyor: “Nafakam için çalışıyorum.” Diğer şikem-perver ve acemi nefer ise talime ve harbe dikkat etmezdi. “O, devlet işidir. Bana ne?” derdi. Daim nafakasını düşünüp onun peşine dolaşır, taburu terk eder, çarşıya gider, alışveriş ederdi. Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi: “Birader, asıl vazifen, talim ve muharebedir. Sen, onun için buraya getirilmişsin. Padişaha itimat et. O, seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem sen, âciz ve fakirsin; her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücahede ve seferberlik zamanıdır. Hem sana âsidir der, ceza verirler. Evet, iki vazife peşimizde görünüyor. Biri, padişahın vazifesidir. Bazen biz onun angaryasını çekeriz ki bizi beslemektir. Diğeri, bizim vazifemizdir. Padişah bize teshilat ile yardım eder ki talim ve harptir.” Acaba o serseri nefer, o mücahid mualleme kulak vermezse ne kadar tehlikede kalır anlarsın.
@@@@@@
Senaryo Başlığı: “Gerçek Vazife”
Açılış Sahnesi: (Arka planda hafif bir harp marşı çalar. Bir kışla avlusunda askerler talim yapıyor. Hava serin. İki asker kenarda konuşuyor.)
Anlatıcı (fon sesi): “Seferberlik zamanı… İki asker aynı taburda: Biri vazife aşığı, diğeri nefis tutkunu.”
Sahne 1: (Kışla – Gündüz)
Vazifeperver asker: (Ciddi ve huzurlu bir yüzle talim yapıyor, silahını temizliyor.)
Şikemperver asker: (Bir kenarda sıkılmış, iç çekerek ekmek parçası yiyor.)
Şikemperver (homurdanarak): “Bu talimler de bitmez ki… Asıl mesele karnımızı doyurmak! Devlet, ben uğraşmazsam aç bırakır beni!”
Vazifeperver: “Hayır kardeşim! Asıl vazifemiz cihat ve talim. Devletin işi, bizim nafakamızı temin etmektir. Sen kendi işini bırakıp devletin işine karışıyorsun!”
Sahne 2: (Çarşı – Gün Ortası)
Şikemperver asker gizlice taburdan ayrılır, çarşıya koşar. Etrafta telaşla alışveriş yapan insanlar.
Anlatıcı: “Şikemperver asker, talimi terk edip karnının peşine düştü. Padişahın emrini unuttu, kendi derdine daldı.”
Bir zabit onu çarşıda yakalar. Sert bir bakışla:
Zabit: “Sen taburunu terk mi ettin? Seferberlik zamanı kaçak mı olunur?!”
Askeri yakalar, mahkemeye sevk eder.
Sahne 3: (Kışla – Akşamüstü)
Vazifeperver asker karavanayı yıkıyor, yemek kazanını kaynatıyor.
Vazifeperver: “Angaryasını da çeksek, padişahın hizmetindeyiz. Nafakamız padişahın zimmetinde, vazifemiz bizim boynumuzda!”
Komutan yanına gelir ve onu tebrik eder.
Komutan: “Sadık bir asker olduğun için seni terfi ettireceğiz!”
Final Sahnesi: (Mahkeme – Gri Arka Fon)
Şikemperver asker yargılanıyor. Başını öne eğmiş, pişman.
Hakim: “Padişaha isyan, vazifeyi terk… Ceza kaçınılmaz!”
Anlatıcı (kapanış): “Ey insan! Sen de bu dünya kışlasında bir askersin. Asıl vazifen ibadet ve kulluktur. Rızık endişesini padişah-ı ezelî olan Allah’a bırak! Kendi vazifeni unutup rızık kaygısına düşersen, dünya mahkemesinde pişman olursun.”
Müzik yükselir: Hafif ney ve hüzünlü bir orkestral kapanış.
GİRİŞ SESLENDİRME METNİ: Sessiz gibi görünen bu âlem, aslında çok derin bir konuşma yapmaktadır. Her bir zerresi, her bir yıldızı, her bir nefes; kâinatın dilinden çıkan bir hakikatin şahididir: “Ben, kendi kendime olamam.”
1. AKLÎ DELİLLERLE: KENDİ KENDİNE OLAMAZ
Ey insan! Bir makine gördüğünde onun ustasını sorarsın. Bir tablo gördüğünde ressamını merak edersin. O hâlde her biri mükemmel bir fabrika gibi çalışan göz, kulak, kalp… nasıl ki tesadüfen olamaz. Bir hücre, milyarlarca bilgiyi taşıyan DNA’sıyla nasıl şuursuz tabiatın işi olabilir?
Bir inkarcıya sorulsa: “Şu kitap kendi kendine mürekkep dökülerek oluştu.” dese, ona güler. Peki neden bu daha kompleks olan kainatın kendiliğinden olduğuna inanır?
Kainatta düzen, nizam, denge ve maksada yönelik faaliyet var. Bu dört özellik de aklen bir müdebbir (düzenleyici) ve hâkim bir ilim sahibini gerektirir.
2. NAKLÎ DELİLLERLE: KUR’ÂN’IN ŞAHADETİ
Kur’ân-ı Hakîm şöyle buyurur:
> “Şüphesiz ki göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.” (Âl-i İmrân, 190)
> “Şayet yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, kesinlikle ikisi de bozulurdu.” (Enbiyâ, 22)
Bu ayetler gösteriyor ki:
Gözle görülen her şey, görünmeyen bir hakikatin aynasıdır.
Bozulmayan bir kainat, tek ve kudretli bir idarecinin eseridir.
Kur’an, kâinatı bir kitap gibi okutur. Dağları bir direk gibi, yağmuru bir rahmet gibi, hayvanları bir nimet gibi gösterir. Hepsi dil olmuş, “Allah var ve birdir” der.
3. MÜDELLEL DELİLLERLE: KÂİNATTAN GELEN ŞAHİTLER
Güneş: Sabah vaktinde bir düğme gibi ufuktan çıkar, öğleyin zirveye ulaşır, akşam çekilir. Bu sistemli gidiş geliş, kör tabiatla izah edilemez. Bir kum saati bile ustasız olamaz; güneşin sistemi nasıl ustasız olabilir?
Yağmur: Yukarıdan gelen bir rahmet. Toprağın ihtiyacına göre gönderilen bir hazine. Susuz bir çöle can olan damlalar… Kime hizmet ettiğini bilen bir emir eri gibi.
İnsan: Duyguların, aklın, iradenin muhteşem bir bileşimi. Kendi bedenine bile hükmedemezken, nasıl kendini yaratmış olabilir?
SONUÇ (DUYGUSAL ZİRVE):
Ey insan! Kâinatın dili susmaz. Bir çiçek bile sana fısıldar: “Ben, sonsuz bir ilim ve kudretin eseriyim.”
Bir meyve sana der ki: “Beni yapan, ağacı değil; beni senin ağzına uygun, vitaminli ve lezzetli yapan biri var: O da Allah’tır.”
Kâinat, kör değildir; Sen de gör!
@@@@@@@
PRODÜKSİYON DOSYASI
Proje Adı: Konuşan Kâinat: Her Şey Onu Gösteriyor Süre: 5–7 dakika Format: Belgesel tarzı kısa film
1. SESLENDİRME METNİ
(Anlatıcı sesi: Derin, tefekkürlü ve sükûnetli bir ton)
> [GİRİŞ – Sessizliğin İçinden Doğan Hitap] Sessiz gibi görünen bu âlem, aslında çok derin bir konuşma yapmaktadır. Her bir zerresi, her bir yıldızı, her bir nefes; kâinatın dilinden çıkan bir hakikatin şahididir: “Ben, kendi kendime olamam…”
> [AKLÎ DELİLLER – Makineden Sisteme] Ey insan! Bir makine gördüğünde ustasını sorarsın. Bir tablo gördüğünde ressamını merak edersin. O hâlde nasıl olur da, göz gibi bir mucizeyi, kalp gibi bir mu’ciz-i kudreti tesadüfe verirsin?
Nizam varsa, nâzım vardır. Denge varsa, mîzan vardır. Maksat varsa, kasd eden vardır. Kâinat, konuşur; “Ben, İlâhî bir aklın eseriyim” der.
> [NAKLÎ DELİLLER – Kur’ân’dan Konuşan Âlem] Kur’ân şöyle bildirir: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün ardı ardına gelişinde, akıl sahipleri için deliller vardır.”
Gecenin karanlığında bile bir düzen, Gündüzün aydınlığında bile bir mesaj var: “Her şey yerli yerinde, çünkü Sahibimiz var.”
> [MÜDELLEL DELİLLER – Kâinattan Gelen Şahitler] Güneş, dakik bir saat gibi doğar, yükselir, batar. Yağmur, toprağın duasına cevap gibi iner. Ağaç, meyveyi verir ama yaratamaz.
Her şey der: “Ben bir memurum, ben bir mektubum, ben bir aynayım…”
> [DUYGUSAL ZİRVE – Fısıldayan Varlıklar] Ey insan… Kâinatın dili susmaz. Bir çiçek sana fısıldar: “Beni yapan beni senden önce düşünmüş…”
Bir meyve der ki: “Lezzetim, şeklim, faydam… hepsi senin için ayarlanmış…”
Kâinat kör değil, Sen de sağır olma!
Bak, dinle, düşün… Ve inan: Her şey, O’nu gösteriyor.
2. GÖRSEL YÖNLENDİRMELER
Sahne: Giriş Görüntü: Derin uzay – yıldızlar Sahne: Akli deliller Görüntü: Saat mekanizması, DNA spirali Sahne: Nakli deliller Görüntü: Doğa manzarası, semâda akan bulutlar Sahne: Müdellel deliller Görüntü: Güneşin doğuşu, meyve veren ağaç, yağmur Sahne: Duygusal zirve Görüntü: Çiçek açışı, çocuk tebessümü Sahne: Kapanış Görüntü: Gökyüzünde kaybolan kamera, kalbe zoom
3. MÜZİK & SES EFEKTLERİ
Arka Fon Müziği:
Epik Hafif Keman ve Ney Tınıları
Ambient doğa sesleri (kuş, rüzgâr, hafif yağmur)
Geçişlerde:
Minimal piyano notaları
İlham veren yükselen yaylılar
4. TEKNİK NOTLAR
Seslendirme: Tek anlatıcı, tercihen erkek, sade ve anlamı vurgulayan tonda
Altyazı: Anlatıma eş zamanlı olarak, sade ve okunaklı
Renk düzeni: Doğal tonlar, yumuşak geçişler, dikkat dağıtıcı renklerden kaçınma
Kehf Sûresi 60-82. ayetlerinde geçen Hz. Musa ile Hz. Hızır’ın kıssasını esas alan, hikmetli ve düşündürücü bir kısa film senaryosu aşağıda yer alıyor. Bu senaryo, belgesel veya kısa film tarzında çekime uygundur. Anlatım dili hem mecazi hem de derinliklidir.
BAŞLIK: “Perdenin Ardında: Görünmeyenin Hikmeti”
TÜR: Belgesel-dram, manevi öğreti
SÜRE: 10-15 dakika
YER: Zaman ve mekân üstü bir sahil, kasaba ve kırsal yol
BÖLÜM 1: YOLCULUK BAŞLIYOR
Sahne: Gün doğarken, deniz kenarında duran Hz. Musa, yanında hizmetçisiyle uzaklara bakar.
Musa (iç ses): “Ben bilgililerin en büyüğüyüm sanmıştım. Fakat Rabbim bana, benden daha bilgilisinin olduğunu bildirdi. Onu bulmalıyım.”
Hizmetçi: “Balığımızı unuttuğum yerde bir gariplik oldu efendim. Orada bir kayaya sığındık, balık dirildi ve denize kayıp gitti…”
(Kamera: Kayaya zoom. Rüzgâr uğultusu eşliğinde zaman kayması olur.)
Musa: “İşte aradığımız yer burası!”
BÖLÜM 2: GİZEMLİ YOL ARKADAŞI (HZ. HIZIR)
Sahne: Gizemli biri belirir: Hızır. Yüzünde vakur ama anlaşılması güç bir ifade.
Hızır: “Benimle gelmek istiyorsan, sabredemezsen sana gerçekleri açıklayamam.”
Musa: “Allah’ın izniyle sabredeceğim.”
Hızır: “Öyleyse yola çıkalım…”
BÖLÜM 3: BİR GEMİNİN DELİNMESİ
Sahne: Yoksul balıkçıların yardım ettiği bir gemiye binerler. Gemi yol alırken Hızır, kürek altındaki tahtayı söker, su sızar.
Musa (itirazla): “Bu ne biçim iştir! Masum insanların malına zarar verdin.”
Hızır: “Sabredemeyeceğini söylemiştim…”
(Kısa süre sonra bir kıyıya varırlar.)
BÖLÜM 4: MASUM BİR ÇOCUĞUN ÖLDÜRÜLMESİ
Sahne: Yol üstünde oynayan küçük bir çocuk… Hızır, çocuğu usulca yere yatırır. Kamera, çocuğun tebessüm eden yüzünde donar. Hızır gözlerini kapatır.
Musa (öfkeyle): “Ne yaptın sen! Günahsız bir canı haksız yere aldın!”
Hızır: “Sabır yine tükendi…”
BÖLÜM 5: YIKILAN BİR DUVARIN ONARILMASI
Sahne: Soğuk ve ilgisiz bir kasaba… Yorgunluktan tükenmişlerdir. Kimse su vermez. Fakat Hızır, yıkılmak üzere olan bir duvarı onarmaya başlar.
Musa: “İsteseydin ücret alabilirdin. Bu kadarına da gerek yoktu.”
Hızır: “İşte şimdi ayrılık vakti. Fakat artık yaptıklarımın sırrını açıklayacağım.”
BÖLÜM 6: GERÇEKLERİN PERDESİ AÇILIYOR
Hızır (kameraya, izleyiciye dönerek anlatır):
“Gemi, zalim bir kralın zorla gemilere el koyduğu kıyıya gidecekti. Onu kusurlu gösterdim ki alınmasın.
Çocuk, anne-babası salih insanlardı. Büyüseydi onları azgınlığa sürükleyecekti. Rabbimiz onlara daha hayırlı bir evlat nasip edecekti.
Duvar, yetimlere ait bir hazinenin üzerindeydi. Duvar yıkılsa hazine ortaya çıkacak, yetimler mağdur olacaktı. Vakti geldiğinde o hazineyle büyüyecekler.”
Hızır: “Sen zahire baktın, ben hikmete… Allah’ın ilmi, sabrı sınar. Her şey göründüğü gibi değildir.”
BÖLÜM 7: VEDA VE DERS
Sahne: Hızır yavaşça uzaklaşırken çevre bulanıklaşır. Musa tek başına kalır. Güneş batmak üzeredir.
Musa (iç ses): “Zahirde zulüm görünen işler, hakikatte rahmettir. İlmin en büyüğü, Allah’ın ilmidir…”
(Kamera göğe döner. Hafif bir müzik yükselir.)
SES ve GÖRSEL YÖNLENDİRME
Müzik: Tefekkür ve hafif derviş temaları taşıyan ney ve ud ezgileri
Renk: Soğuk tonlardan sıcak tonlara geçiş (başta mavi-gri, sonra sarımsı günbatımı tonları)
Görsel: Masalsı ve sinematografik planlar, yavaş hareketli kamera, mistik sisli sahneler
@@@@@@
ANLATIM VE SESLENDİRME METNİ
Başlık: “Perdenin Ardında: Görünmeyenin Hikmeti” Tür: Belgesel-dram Ses tonu: Derin, yavaş ve tefekkür dolu
[GİRİŞ – DOĞA SESLERİ, HAFİF MÜZİK]
Anlatıcı: “Bazen gördüğümüzle hüküm veririz… Fakat bilmediğimiz, perde arkasında kalan bir hakikat vardır. Ve Allah’ın ilminde gizlenen her şey, nihayetinde bir rahmettir…”
[1. SAHNE – SAHİLDE HZ. MUSA]
Anlatıcı: “Musa Aleyhisselam… Bir peygamber, bir öğretmen ve hakikatin yolcusu… Rabbinden, kendisinden daha bilgili bir kul olduğunu öğrenir. Ve onu bulmak için yola düşer…”
[2. SAHNE – KAYA BAŞINDA BULUŞMA]
Hizmetçi: “Efendim, balığı unuttuğumuz yerde garip bir şey oldu… Balık dirilip denize kaçtı…”
Anlatıcı: “O an, Musa bildi ki… Aradığı kişi, tam da oradaydı. Hızır… Allah’ın ilim verdiği özel bir kul…”
[3. SAHNE – HIZIR’LA İLK KONUŞMA]
Hızır: “Benimle gelmek istiyorsan, sabretmelisin. Gördüklerine hemen hüküm veremezsin.”
Musa: “Allah’ın izniyle sabrederim…”
[4. SAHNE – GEMİYİ DELME OLAYI]
Anlatıcı: “Yoksul insanların gemisine bindiler. Fakat Hızır, aniden geminin tahtasını söktü…”
Musa: “Bu ne biçim iştir? Bu insanlara zarar verdin!”
Anlatıcı: “Musa sabredemedi… Görünen, onu sarstı.”
[5. SAHNE – ÇOCUK OLAYI]
Anlatıcı: “Bir çocukla karşılaştılar. Masum, suçsuz bir çocuk… Hızır, onu yere yatırdı… Ve canını aldı.”
Musa: “Sen nasıl bir canı haksız yere alırsın!”
[6. SAHNE – DUVAR OLAYI]
Anlatıcı: “Bir köye vardılar. Aç, yorgun ve susuzlardı. Kimse yardım etmedi. Fakat Hızır, yıkılan bir duvarı tamir etti…”
Musa: “İsteseydin ücret alabilirdin.”
[7. SAHNE – HAKİKATLER AÇIKLANIYOR]
Hızır (sakin ve derin bir sesle): “Artık ayrılıyoruz. Ama yaptıklarımın hikmetini sana açıklayayım…”
“Gemi… Zalim bir kral tarafından zorla alınacaktı. Onu kusurlu gösterdim ki, sahipleri malını kaybetmesin.”
“Çocuk… Ana babası salih insanlardı. Büyüdüğünde onları azgınlığa sürükleyecekti. Allah, yerine daha hayırlısını verecekti.”
“Duvar… Altında yetimlere ait bir hazine vardı. Vakti gelince, onlar büyüyünce hazineyi bulsunlar istedim…”
[8. SAHNE – VEDA VE DERS]
Anlatıcı: “Musa, gördü ki… Her işte, her olayda zahirin ötesinde bir hikmet vardır. Ve Allah’ın ilminden başkasını mutlak doğru sanmak… büyük bir yanılgıdır.”
Anlatıcı (derinleşen ses tonuyla): “Zulüm gibi görünen şey… rahmete dönüşebilir. Çünkü Rabbimizin her işi, sonsuz hikmetle dokunmuştur.”
[SON – YÜKSELEN MÜZİK VE KUŞ SESLERİ]
Anlatıcı (fısıltıya yakın): “Ey insan… Sabret. Ve unutma… Her gördüğün gerçek olmayabilir. Ama Allah’ın hükmü, daima en doğrusudur…”
DÜNYA FABRİKASININ MAKİNALARININ DİŞLİLERİ BOZULMUŞ: BOZUK VE DEFOLU ÜRÜN ÜRETİYOR
Dünya, insanı yetiştiren büyük bir fabrika gibidir. Toplumlar bu fabrikanın bölümleri, aileler üretim hatları, eğitim sistemleri ise kalibrasyon merkezleridir. İnsan bu fabrikanın en kıymetli ürünüdür; ham olarak gelir, şekillendirilir, eğitilir, olgunlaştırılır. Ama bugün, bu dünya fabrikasında ciddi bir arıza var. Makinaların dişlileri bozulmuş; artık düzgün insan değil, bozuk ve defolu nesiller üretiliyor.
Bir zamanlar bu fabrika, ahlakla işliyordu. Takva, sabır, şükür, kanaat gibi değerler bu makinanın yağlarıydı. Fıtratla uyum içinde çalışan sistem, insana hakikati, sorumluluğu, merhameti öğretiyordu. Fakat şimdi bu değerler atıl duruma düşmüş, yerlerine yapay, geçici ve plastik prensipler gelmiştir: Ego, gösteriş, çıkarcılık, hazcılık…
Dişli bozulunca çark dönmez. Çark dönmeyince üretim durmaz belki, ama üretim kalitesizleşir. Bugün insanlık dış görünüşe odaklı, iç boş, yönsüz ve değersiz bireyler üretmektedir. Eğitimi olan ama hikmeti olmayan, bilgisi çok ama feraseti olmayan, gücü çok ama merhameti olmayan insanlar…
Bakınız etrafa: Sevgi mekanikleşmiş, dostluk menfaat üzerine kurulmuş. Anne-baba evlat ilişkileri çözülmüş, öğretmen-öğrenci bağları kopmuş. Eskiden bir insan yetiştirmek yirmi yıl emek isterdi, şimdi ekranların önünde üç ayda bir nesil “formatlanıyor.” İdealler değil, influencer’lar yön veriyor.
Çünkü makinanın merkezi yazılımı değiştirildi. Bu yazılım artık insanı insan yapmak için değil, insanı nesneleştirmek, tüketiciye çevirmek ve kalabalıklar içinde yalnızlaştırmak için çalışıyor. Kalite kontrol sistemi iptal edildi. Eskiden toplumun vicdanı olan dinî ve ahlaki ölçüler üretimi denetlerdi. Artık neyin doğru, neyin yanlış olduğu algoritmalara göre belirleniyor.
Bu arızalı sistem, sürekli bozuk ürünler veriyor: Vicdansız yöneticiler, merhametsiz zenginler, amaçsız gençler, duyarsız ebeveynler… Ve sonra herkes şikâyet ediyor: “Neden bu kadar adaletsizlik, huzursuzluk, ahlaksızlık var?” Cevap açık: Fabrikanın dişlisi bozuk, üretim de bozuk olur.
Ama her fabrikanın bir ustası vardır. Her sistemin bir sıfırlama tuşu… Bu fabrikanın ustası, Rabbü’l-Âlemîn’dir. Bu düzenin asıl ayarları Kur’an’da, sünnette, hikmetli alimlerin sözlerinde mevcuttur. Geri dönmek mümkündür. Çarkların eski ayarlarına dönmesi, ancak değerlerin aslına rücu etmesiyle olur.
Öyleyse önce yağlayalım o paslı dişlileri: Tevbe ile, dua ile, ihlas ile… Sonra yeniden kuralım ölçüleri: Hakkaniyet, adalet, sabır ve güzel ahlak ile… O zaman bu dünya fabrikası tekrar insan gibi insanları, hakikatle barışık nesilleri, gönül ehli toplulukları üretmeye başlar.
Çünkü fabrika bozuksa ürün değil, sistem sorgulanmalıdır. Ve unutulmamalıdır ki, en büyük ıslahat, bireyin kendi nefsini onarmasıyla başlar.
“Servet ile sanırdık ki rahat artar, rahat ile umardık ki taat artar… Ama gaflet artar, illet artar, hastalık artar.” — Şeyh Edebali
İnsanlık tarihi boyunca servet, rahatlık ve refah; başarı ve saadet ölçüsü olarak görülmüştür. Oysa bu bakış açısı, sadece zahiri bir değerlendirmedir. Gerçek mânâda hikmeti ve hakikati arayanlar için servet ve rahat, çoğu zaman birer imtihan vesilesidir. Şeyh Edebali’nin yukarıdaki sözü, bu çarpıcı gerçeği veciz bir şekilde ortaya koyar.
Zannedilir ki servet insanı dertten, sıkıntıdan azade kılar. Oysa çoğu zaman servet; insanın gönlünü Allah’tan uzaklaştıran, kalbini dünya ile dolduran bir meşgale halini alır. Nice insanlar vardır ki serveti arttıkça ibadetten uzaklaşmış, kulluk şuurunu yitirmiştir. Çünkü servet, kalbi doyurmaz; aksine iştahı kabartır, arzuları azdırır.
Rahatlık ise bir başka tuzaktır. Elbette bedenin dinlenmeye hakkı vardır. Fakat sürekli konfor arayışı, ruhu uyuşturur. İnsan rahatladıkça gaflete düşer; gaflet ise kalbin nurunu söndürür. Kalp uyanık olmazsa, taat da ibadet de şekilden öteye geçmez. Oysa ibadet; ancak ihtiyaç, acz ve fakr hissiyle derinleşir. Rahatlık bu hissi törpüler; insanı kendine yeter zannına sürükler.
Bu yüzden hakiki arifler, dünyaya dair serveti ve rahatı bir ganimet değil, birer sınav olarak görmüşlerdir. Zira “Servetle gaflet artar, rahatla illet artar, hastalık artar.” sözünde olduğu gibi; servet insanı meşgul eder, rahatlık rehavete sürükler, her ikisi de kalp hastalıklarını doğurur: kibir, haset, hırs, tembellik…
Oysa sıkıntılar, yoksunluklar, hastalıklar; insanı Allah’a yaklaştıran, dua ve niyazı artıran vesilelerdir. Bediüzzaman Said Nursî, hastalıklar için “manevi bir ihtar-ı rahmanî” der. Çünkü musibetler kalbi ayıltır, gözleri semaya çevirir. Rahatın değil, rahmetin peşinden koşmak gerekir.
Netice itibariyle, zenginlik ve rahatlık kötü değildir; lakin gafletle birleştiğinde insanı helake götürür. Asıl olan; serveti, rahatlığı ve sıhhati Allah’a kulluğu artıran bir vesileye dönüştürebilmektir. Bu da ancak tahkik ehli, basiret sahibi bir gönülle mümkündür.
Şeyh Edebali’nin işaret ettiği hakikat budur: Servetle gelen rahat, rehavet doğurur; rehavet gafleti, gaflet illeti… Ve bu zincir, ruhu esir alır. Kurtuluş ise, servetle değil, takva ile mümkündür.
KURAN-I KERİM’DE “em” (أم) edatının geçtiği ayetler, anlam ve Hikmetleri.
Kur’an-ı Kerim’de **”em” (أَمْ)** edatı, çeşitli anlamlarda kullanılan bir bağlaçtır. Genellikle **”yoksa, veya, şüphesiz, hatta”** gibi manalara gelir ve soru cümlelerinde tercih, şüphe veya karşılaştırma ifade eder. Ayrıca, bazı ayetlerde **inkâr veya istifham (soru)** anlamı taşır.
İşte **”em”** edatının geçtiği bazı ayetler ve anlamları:
### 1. **Yoksa, Yoksa Şüphen mi Var? (Tercih veya Şüphe İfadesi)** **Örnek:** – **”أَمْ حَسِبْتُمْ أَنْ تَدْخُلُوا الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُمْ مَثَلُ الَّذِينَ خَلَوْا مِنْ قَبْلِكُمْ”** *”Yoksa siz, sizden öncekilerin başına gelenler size de gelmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?”* (Bakara, 2:214) – Burada **”em”**, bir beklentinin yanlış olduğunu ifade ediyor.
### 2. **”Yoksa Onlar mı?” (İnkâr veya Karşılaştırma)** **Örnek:** – **”أَمْ لَهُمْ إِلَٰهٌ غَيْرُ اللَّهِ”** *”Yoksa onların Allah’tan başka bir ilahı mı var?”* (Tûr, 52:43) – Bu ayette **”em”**, inkâr ve tevhid vurgusu yapıyor.
Türkçe Transcript (*) Em te/muruhum ahlâmuhum bihâżâ.em hum kavmun tâġûn(e)(“** *”Bunu kendilerine akılları mı emrediyor, yoksa onlar azgın bir topluluk mudur? “* (Tûr, 52:32) – Burada **”em”**, bir seçenek veya alternatif sunuyor. ** Tur, 52:33) اَمْ يَقُولُونَ تَقَوَّلَهُۚ بَلْ لَا يُؤْمِنُونَۚ
Türkçe Transcript (*) Em yekûlûne tekavvelehu bel lâ yu/minûn(e) Yoksa “O Kur’an’ı kendisi uydurup söyledi” mi diyorlar? Hayır, (sırf inatlarından dolayı) iman etmiyorlar.
### 4. **”Hatta, Şüphesiz” (Pekiştirme)** **Örnek:** – **”أَمْ يَحْسُدُونَ النَّاسَ عَلَىٰ مَا آتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ فَضْلِهِ”** *”Yoksa Allah’ın lütfundan insanlara verdiğini mi kıskanıyorlar?”* (Nisâ, 4:54) – **”em”** burada bir pekiştirme ifade ediyor.
### **Diğer Önemli Ayetler:** -** Nisa 4:53** “Yoksa onların hükümranlıkta bir payı mı var? Öyle olsa, insanlara bir zerre bile vermezler.” – **Yunus 10:35** – *”Öyle ise hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl (böyle yanlış) hükmediyorsunuz?”* – **Enbiya 21:24** – *”Yoksa ondan başka ilâhlar mı edindiler? De ki: “Haydi getirin delilinizi! İşte benimle beraber olanların kitabı ve işte benden öncekilerin kitabı (Hiçbirinde birden fazla ilâh olduğuna dair hiçbir delil yok). Şüphesiz çokları hakkı bilmezler de bu sebeple yüz çevirirler.?”* – **Enbiyâ 21:43** – *”Yoksa onların, bizi yenilgiye uğratacak ilahları mı var?”*
### **Sonuç:** “**Em**” edatı, Kur’an’da **inkâr, soru, şüphe, karşılaştırma veya pekiştirme** gibi farklı anlamlarda kullanılır. Ayetin bağlantısına göre manası değişebilir.
@@@@@@@@
*İşte, şu âyâtın binler hakikatlerinden yalnız beyân-ı ifhâmiyeye misâl için bir hakikatini beyân ederiz. Şöyle ki: -2- lâfzıyla on beş tabaka istifham-ı inkârî-i taaccübî ile ehl-i dal aksâmını susturur ve şübehâtın bütün menşe’lerini kapatır. Ehl-i dal için, içine girip saklanacak şeytânî bir delik bırakmıyor, kapatıyor. Altına girip gizlenecek bir perde-i dal bırakmıyor, yırtıyor. Yalanlarından hiçbir yalanı bırakmıyor, başını eziyor. Herbir fıkrada bir tâifenin hulâsa-i fikr-i küfrîlerini ya bir kısa tâbir ile iptal eder, ya butlânı zâhir olduğundan sükûtla butlânını bedâhete havale eder veya başka âyetlerde tafsîlen reddedildiği için, burada mücmelen işaret eder.
1 Sen öğüt vermeye devam et. Rabbinin sana verdiği peygamberlik nimeti hakkı için, sen ne bir kâhinsin, ne de bir mecnun. • Yoksa onlar “O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? • Sen “Bekleye durun,” de. “Ben de sizinle beraber bekliyorum.” • Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar, yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? • Yahut Kurân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların imân etmeye niyetleri yoktur. • Eğer doğru söylüyorlarsa, Kur’ân’ın benzeri bir söz getirsinler. • Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? Veya kendi kendilerini mi yaratıyorlar? • Yoksa gökleri ve yeri onlar mı yarattı? Doğrusu onların düşünüp imân etmeye niyetleri yoktur. • Yoksa Rabbinin hazîneleri onların yanında mı? Veya kâinatın tedbîr ve idaresini onlar mı ele geçirdi? • Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. • Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? • Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? • Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? • Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. • Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 29-43.)
*Meselâ, birinci fıkra -1- âyetine işaret eder. On beşinci fıkra ise -2- âyetine remzeder. Daha sâir fıkraları buna kıyas et. Şöyle ki: Başta diyor: “Ahkâm-ı İlâhiyeyi tebliğ et. Sen kâhin değilsin. Zîrâ kâhinin sözleri karışık ve tahminîdir; seninki hak ve yakînîdir. Mecnun olamazsın; düşmanın dahi senin kemâl-i aklına şehâdet eder. ” -3- âyâ, acaba muhâkemesiz, âmî kâfirler gibi, sana şâir mi diyorlar? Senin helâketini mi bekliyorlar? Sen, de: ’Bekleyiniz, ben de bekliyorum.’ Senin parlak, büyük hakikatlerin şiirin hayalâtından münezzeh ve tezyinâtından müstağnîdir. ” -4- Yahut, acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar gibi, ’Aklımız bize yeter’ deyip sana ittibâdan istinkâf mı ederler? Halbuki, akıl ise sana ittibâı emreder. Çünkü bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi başıyla ona yetişemez. ” -5- Yahut, inkârlarına sebep, tâğî zâlimler gibi, Hakka serfürû etmemeleri midir? Halbuki, mütecebbir zâlimlerin rüesâları olan Firavunların, Nemrudların âkıbetleri mâlûmdur. ” -6- Veyahut yalancı, vicdansız münâfıklar gibi, ’Kur’ân senin sözlerindir’ diye seni ittiham mı ediyorlar? Halbuki, tâ şimdiye kadar ’Muhammedü’l-Emîn’ diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın âsâr-ı beşeriye içinde bir nazîrini bulsunlar. ” -7- Veyahut, kâinatı abes ve gàyesiz îtikad eden felâsife-i abesiyyun gibi, kendilerini başıboş, hikmetsiz, gàyesiz, vazifesiz, hàlıksız mı zannediyorlar? Acaba gözleri kör olmuş, görmüyorlar mı ki, kâinat baştan aşağıya
1 Biz Peygambere şiir öğretmedik; bu ona yakışmaz da. (Yâsin Sûresi: 69.)
2 Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22..)
3 Yoksa onlar “O bir şâirdir; biz onun başına gelecek felâketi bekliyoruz” mu diyorlar? (Tûr Sûresi: 30.)
4 Onlar akıllarını kullanarak mı bunu söylüyorlar? (Tûr Sûresi: 32.)
5 Yoksa onlar sırf bir azgınlar gürûhu mudur? (Tûr Sûresi: 32.)
6 Yahut Kurân’ı kendisi mi uydurdu diyorlar? Doğrusu onların imân etmeye niyetleri yoktur. (Tûr Sûresi: 33.)
7 Yoksa onlar bir yaratıcı olmaksızın mı yaratıldılar? (Tûr Sûresi: 35.)
*” -1- Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir. ” -2- Veyahut, ukùl-u aşere ve erbâbü’l-envâ nâmiyle, şerikleri itikad eden müşrik felâsife gibi ve yıldızlara ve melâikelere bir nevi ulûhiyet isnad eden Sâbiiyyun gibi, Cenâb-ı Hakka veled nisbet eden mülhid ve dâllînler gibi, Zât-ı Ehad ve Samedin vücûb-u vücuduna, vahdetine, samediyetine, istiğnâ-i mutlakına zıd olan veledi nisbet ve melâikenin ubûdiyetine ve ismetine ve cinsiyetine münâfi olan ünûseti isnad mı ederler? Kendilerine şefaatçi mi zannederler ki, sana tâbi olmuyorlar? İnsan gibi mümkîn, fânî, bekà-i nevine muhtaç ve cismânî ve mütecezzî, tekessüre kàbil ve âciz, dünyaperest, yardımcı bir vârise müştak mahlûklar için, vâsıta-i tekessür ve teâvün ve râbıta-i hayat ve bekà olan tenâsül, elbette ve elbette vücudu vâcib ve dâim, bekàsı ezelî ve ebedî, zâtı cismâniyetten mücerred ve muallâ ve mahiyeti tecezzî ve tekessürden münezzeh ve müberrâ ve kudreti aczden mukaddes ve bîhemtâ olan Zât-ı Zülcelâle evlât isnad etmek; hem, o âciz, mümkîn, miskin insanlar dahi beğenmedikleri ve izzet-i mağrurânesine yakıştıramadıkları bir nevi evlât, yani hadsiz kızları isnad etmek, öyle bir safsatadır ve öyle bir divânelik hezeyanıdır ki, o fikirde olan heriflerin tekzibleri, inkârları hiçtir. Aldırmamalısın. Herbir sersemin safsatasına, her divânenin hezeyânına kulak verilmez. ” -3- Veyahut, hırsa, hıssete alışmış tâğî, bâğî dünyaperestler gibi, senin tekâlifini ağır mı buluyorlar ki, senden kaçıyorlar? Ve bilmiyorlar mı ki, sen ecrini, ücretini yalnız Allah’tan istiyorsun? Ve onlara Cenâb-ı Hak tarafından verilen maldan hem bereket, hem fakirlerin hased ve bedduâlarından kurtulmak için, ya ondan veya kırktan birisini kendi fakirlerine vermek ağır bir şey midir ki, emr-i zekâtı ağır görüp İslâmiyetten çekiniyorlar? Bunların tekzibleri ehemmiyetsiz olmakla beraber, hakları tokattır, cevap vermek değil. ” -4- Veyahut, gaybâşinâlık dâvâ eden Budeîler gibi ve umûr-u gaybiyeye dâir tahminlerini yakîn tahayyül eden akılfüruşlar
1 Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.)
2 Yoksa kız çocukları Onun, erkek çocuklar da sizin mi? (Tûr Sûresi: 39.)
3 Yoksa sen onlardan bir ücret istedin de onlar ağır bir borç altına mı girdiler? (Tûr Sûresi: 40.)
4 Yoksa gaybın ilmi onların yanında da oradan mı alıp yazıyorlar? (Tûr Sûresi: 41.)
*gibi, senin gaybî haberlerini beğenmiyorlar mı? Gaybî kitapları mı var ki, senin gaybî kitabını kabul etmiyorlar? Öyle ise, vahye mazhar resûllerden başka kimseye açılmayan ve kendi başıyla ona girmeye kimsenin haddi olmayan âlem-i gayb kendi yanlarında hazır, açık tahayyül edip ondan mâlûmât alarak yazıyorlar hülyâsında bulunuyorlar. Böyle haddinden hadsiz tecavüz etmiş mağrur hodfüruşların tekzibleri sana fütur vermesin. Zîrâ az bir zamanda senin hakikatlerin onların hülyâlarını zîr ü zeber edecek. ” -1- Veyahut, fıtratları bozulmuş, vicdanları çürümüş şarlatan münâfıklar, dessas zındıklar gibi, ellerine geçmeyen hidâyetten halkları aldatıp çevirmek, hile edip döndürmek mi istiyorlar ki, sana karşı kâh kâhin, kâh mecnun, kâh sâhir deyip, kendileri dahi inanmadıkları halde başkalarını inandırmak mı istiyorlar? Böyle hilebaz şarlatanları insan sayıp desîselerinden, inkârlarından müteessir olarak fütur getirme. Belki daha ziyâde gayret et. Çünkü, onlar kendi nefislerine hile ederler, kendilerine zarar ederler. Ve onların fenalıkta muvaffakıyetleri, muvakkattır ve istidrâcdır, bir mekr-i İlâhîdir. ” -2- Veyahut, hàlık-ı hayır ve hàlık-ı şer nâmiyle ayrı ayrı iki ilâh tevehhüm eden Mecûsiler gibi ve ayrı ayrı esbâba bir nevi ulûhiyet veren ve onları kendilerine birer nokta-i istinad tahayyül eden esbâbperestler, sanemperestler gibi, başka ilâhlara dayanıp sana muârazamı ederler? Senden istiğnâ mı ediyorlar? Demek, -3- hükmünce, şu bütün kâinatta gündüz gibi görünen bu intizam-ı ekmeli, bu insicâm-ı ecmeli kör olup görmüyorlar. Halbuki, bir köyde iki müdür, bir şehirde iki vâli, bir memlekette iki padişah bulunsa, intizam zîr ü zeber olur ve insicam herc ü merce düşer. Halbuki, sinek kanadından, tâ semâvât kandillerine kadar, o derece ince bir intizam gözetilmiş ki, sinek kanadı kadar şirke yer bırakılmamış. Mâdem bunlar bu derece hilâf-ı akıl ve hikmet ve münâfi-i his ve bedâhet hareket ediyorlar; onların tekzibleri seni tezkirden vazgeçirmesin.” İşte, silsile-i hakàik olan şu âyâtın yüzer cevherlerinden, yalnız ifhâm ve ilzama dâir birtek cevher-i beyânîsini icmâlen beyân ettik. Eğer iktidarım olsaydı, birkaç cevherlerini daha gösterseydim, “Şu âyetler tek başıyla bir mu’cizedir” sen dahi diyecektin.
1 Yoksa sana bir tuzak mı kurmak istiyorlar? Fakat o kâfirler tuzağa düşecek olanların tâ kendileridir. (Tûr Sûresi: 42.)
2 Yoksa onların Allah’tan başka bir ilâhı mı var? Allah onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir. (Tûr Sûresi: 43.)
3 Eğer göklerde ve yerde Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.)
KURAN-I KERİM’DE KİME VE NELERE KARŞI VAHİY VE İLHAMDA BULUNULMAKTADIR?
Vahiy ve İlhamın Sırları: Kur’ân’ın Gösterdiği Yollar
Kur’ân-ı Kerîm, insanın hem zihin hem de kalp dünyasına nur saçan bir kitaptır. Onun satır aralarında yalnızca insanlığa değil; meleklere, peygamberlere, hatta hayvanlara ve tabiata bile yönelen bir vahiy ve ilham ağı vardır. Çünkü bu âlem, başıboş değil; Rabbin sürekli müdahalesi, yönlendirmesi ve eğitimi altındadır.
Vahiy Kime Gelir? İlham Kime Ulaşır?
Kur’ân bize öğretir ki, vahiy yalnızca peygamberlere gönderilmez. Bazen bir meleğe, bazen bir annenin kalbine, bazen de bir hayvanın ilahi sevkine vahiy ve ilham ulaşır. Bu, Allah’ın kudretinin ve rububiyetinin kapsamını gösterir.
İşte Kur’ân’ın beyan ettiği vahiy ve ilham örnekleri:
1. Peygamberlere Gelen Vahiy: Vahyin en açık ve büyük tezahürü peygamberler üzerindedir. Onlar aracılığıyla insanlığa hidayet yolları gösterilmiş, hakikat açıklanmıştır.
> “Şüphesiz biz sana apaçık bir fetih verdik.” (Fetih, 1)
2. Meleklere Vahiy: Allah, meleklerine de vahiyde bulunur. Savaşta melekleri müminlere destek için görevlendirirken onlara emretmiştir.
3. Hz. Meryem’e İlham: Bir peygamber olmayan Meryem validemiz de ilahî bir ilham ve yönlendirme almıştır.
> “Biz ona ruhumuzu gönderdik…” (Meryem, 17)
4. Hz. Musa’nın Annesine Vahiy: Allah, Musa (as)’ın annesine kalbine doğan bir ilhamla vahyetmiş ve onu yönlendirmiştir:
> “Musa’nın annesine: ‘Onu emzir. Ona zarar geleceğinden korktuğun zaman, onu suya bırak. Korkma ve üzülme. Çünkü Biz onu sana geri vereceğiz…’ diye vahyettik.” (Kasas, 7)
5. Hayvanlara Vahiy: Allah arıya bile vahyetmiştir:
> “Rabbin arıya şöyle vahyetti: ‘Dağlarda, ağaçlarda ve insanların kurdukları kovanlarda kendine yuva edin.'” (Nahl, 68)
Vahiy ve İlhamın Hikmeti Nedir?
Yol Göstermek: İnsan, melek, hayvan; hepsi Allah’ın kudretiyle idare edilir. Vahiy ve ilham, doğru yolu bulmaları için birer ışık olur.
İmtihan Düzeninin Kurulması: Kulların serbest iradeleri içinde hidayeti talep etmeleri için vahiylerle yol işaretleri konulmuştur.
Merhametin Tecellisi: Allah, kullarını kendi haline bırakmaz; rahmetiyle onlara fısıldar, yollarını aydınlatır.
Rububiyetin İlânı: Her şeyin Allah’ın mülkü, yönetimi ve tasarrufu altında olduğunu gösterir.
İlham ve Vahiy Bugün Bize Ne Söyler?
Bugün doğrudan bir vahiy kapısı kapanmış olsa da (çünkü Hz. Muhammed’le (sav) peygamberlik tamamlanmıştır), kalplere hâlâ ilhamlar ulaşır. Temiz bir kalp, doğru yolda bir akıl hâlâ fıtrî bir ilham alabilir. Rabbimizin fısıltısı, hâlâ vicdanlarımızda yankılanır.
İlhamı almak için şart temiz bir kalp, uyanık bir ruh ve sadık bir niyettir. Kalbini kirlerden arındıran, niyetini doğrultan kişi, ilhama açık bir hale gelir. Çünkü Allah hâlâ “hakkı isteyenlere” kapılarını açmaktadır.
Son Söz: Vahiy bir nurdur. İlham bir rüzgâr. Her ikisi de Rabbimizin bize uzanan sessiz elleridir. Önemli olan, o eli tutacak temiz bir vicdana, açık bir kalbe sahip olabilmektir.
> Çünkü Rabbimiz hâlâ konuşuyor… Lâkin duyan kaç kul var?
İkindi Vaktinden Batıma: Ümmet-i Muhammed’in Zamanı ve Mesuliyeti
1. Zamanın Akışı ve İnsanlık Tarihi
Allah Teâlâ’nın kâinatta takdir ettiği zaman, insanlar için bir imtihan ve sorumluluk sahasıdır. Kur’ân-ı Kerim’de zamanın kıymetine şöyle dikkat çekilir: “Vel asr! İnsan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr Suresi, 103/1-2)
Bu ayet gösteriyor ki, zamanın değerini bilmeyen, onu iman, salih amel ve hakkı tavsiye için kullanmayan herkes kayıptadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de Abdullah İbn Ömer’den gelen bir rivayette, kendi ümmetinin zamanını şöyle tarif etmiştir: “Sizden evvel geçen ümmetlerin dünyadaki müddetlerine nisbetle sizin müddetiniz ancak ikindi namazıyla Güneş’in batmasına kadar olan müddet gibidir…” (Buhârî, İcare 1; Müslim, Fezâil 210)
Bu benzetme, ümmetimizin insanlık tarihindeki yerinin kısa olduğunu ama aynı zamanda son derece kritik ve ehemmiyetli olduğunu anlatır.
2. İkindi Vaktinin Hikmeti
İkindi vakti, günün sonlarına yaklaşmasıdır; Güneş batmaya meyletmiş, gölgeler uzamış, vakit daralmıştır. Aynı şekilde Ümmet-i Muhammed de insanlık tarihi içinde “son ümmet”tir. Bundan sonra artık başka bir ümmet gelmeyecek, başka bir kitap inmeyecek. Kıyamet, bu ümmetin üzerinden kopacaktır. Bu büyük vazife ve sorumluluk sebebiyle, Kur’an da şöyle ihtar eder: “İşte böylece sizi vasat (orta ve dengeli) bir ümmet kıldık ki insanlar üzerine şahitler olasınız ve Peygamber de sizin üzerinize şahit olsun.” (Bakara Suresi, 2/143)
Vasat ümmet olmak, hem insanlara adaleti ve hakkı ulaştırmak hem de Allah’a karşı şahitliği en güzel şekilde yerine getirmek demektir.
3. Bilimsel Bir Bakış: Zamanın İzafiliği
İlmi bir nazarla bakıldığında da zamanın göreceli olduğu anlaşılır. Einstein’ın izafiyet teorisine göre zaman, hız ve kütle gibi etkenlere bağlı olarak değişir. Kur’an’da da zamanın farklı boyutlara göre değiştiği haber verilir: “Melekler ve Ruh (Cebrâil), O’na süresi elli bin yıl olan bir günde çıkar.” (Meâric Suresi, 70/4)
Bu hakikatler gösteriyor ki, bizim anladığımız zaman parçası, mutlak bir sabite değildir. Dünya tarihi içinde Ümmet-i Muhammed’in süresi kısa gibi görünse de Allah katında bu süre çok daha derin bir mana ve ehemmiyet taşır.
4. İbret ve Sorumluluk: Son Devirde Olmanın Anlamı
Son ümmet, son imtihan, son fırsat demektir. İkindi vaktinden sonra nasıl ki akşam karanlığı çöküyorsa, insanlık da büyük bir karanlığa doğru yaklaşmaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Ben ve kıyamet şu iki parmak gibi birbirine yakınız.” (Müslim, Fiten 132)
Bu hadis-i şerif, yaşadığımız zamanın ne kadar nazik ve önemli olduğunu anlatır. Bir tüccar, dükkânın kapanmasına az kala kalan vakti daha kıymetli bilir; çünkü son müşteriler, son kazançtır. Aynı şekilde Ümmet-i Muhammed de, kapanış vaktinde olduğunun bilinciyle çalışmalı, tebliğ etmeli, dua etmeli, ahireti için hazırlık yapmalıdır.
5. Son Çağrılar ve İman Tazelemesi
Gün batmadan önceki son ışıklar gibi, insanlığa da son defa Kur’an ile ışık gönderildi. Artık bu ışıktan nasiplenen kurtulur; yüz çeviren, karanlıkta kaybolur. Kur’an şöyle uyarır: “Ey iman edenler! Allah’a ve Peygamberine iman edin ve O’nun size indirdiği kitaba sarılın!” (Nisâ Suresi, 4/136)
Bugün müminlere düşen görev; ikindi vaktinin son demlerinde olduğumuzu bilerek daha büyük bir gayretle imanlarını tazelemek, salih amellerle hayatlarını süslemek ve Allah’ın ipine sımsıkı sarılmaktır.
Önerilen format: Video Serisi Başlığı: ⮕ “İkindi Vaktinin Son Işıkları: Ümmet-i Muhammed’in Vakti ve Mesuliyeti”
Seri 3 kısa bölümden oluşacak: Her bölüm 4-5 dakika sürecek şekilde planlanabilir.
1. Bölüm: Zamanın Son Dilimi: İkindi Vakti Misali
Giriş (Kısa Ayet ve Hadis Alıntısı): “Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir.” (Asr 1-2)
Hadis rivayeti anlatılır: Abdullah İbn Ömer rivayeti.
İkindi vaktinin manası: Günün son dilimi. Gölgeler uzar, hava serinler, günün bitiş habercisi.
Ümmet-i Muhammed’in insanlık tarihindeki yeri.
Vurucu mesaj: “Bizler artık son nöbeti tutan askerleriz!”
⮕ Görsel önerisi: Batan Güneş, uzayan gölgeler.
2. Bölüm: Son Ümmet, Son Mesuliyet
Vasat ümmet olmak ne demektir? (Bakara 2/143)
Ümmetin vazifeleri: Tebliğ, şahitlik, adalet, hakkı temsil.
İlmi bir bakış: Zamanın izafiliği ve Kur’ân’daki zamanın farklı boyutları (Meâric 70/4).
İkindi vaktinde çalışmanın kıymeti: Son fırsatlar değerlendirilir.
⮕ Vurucu mesaj: “Her nefes, ebedî âlem için bir yatırım fırsatıdır.”
⮕ Görsel önerisi: Akşam vakti bir pazarın kapanışı, son alışverişler.
3. Bölüm: Gün Batmadan Önce Son Çağrı
Efendimiz’in uyarısı: “Ben ve kıyamet şu iki parmak gibiyiz.”
Ümmetin ahir zaman belirtileriyle yüzleşmesi.
Bugünün çağrısı:
İmana sarılmak (Nisâ 4/136)
Salih amel işlemek.
Dua ve istiğfarı çoğaltmak.
Dünya kapanışa giderken müminin vazifesi.
⮕ Vurucu mesaj: “Şimdi iman etme, amel etme ve Allah’a dönme zamanıdır. Çünkü ikindi bitmek üzere, güneş batmakta.”
⮕ Görsel önerisi: Yavaşça kaybolan Güneş ve yükselen yıldızlar.
@@@@###
Video Anlatım Metni:
Başlık: İkindi Vaktinin Son İşıkları: Ümmet-i Muhammed’in Vakti ve Mesuliyeti
Giriş:
“Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyan içindedir. Ancak iman edenler, salih ameller işleyenler, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna.” (Asr Suresi)
Kâinatın ilahi takviminde bizler, ikindi vaktinin insanlığa denk gelen son nesilleriyiz. Güneşin batmasına az bir vakit kalmışken, Efendimiz (asm) büyük bir gerçeği bildiriyor:
“Sizden evvel geçen ümmetlerin dünyadaki müddetine nisbetle sizin ümmetinizin müddeti, ikindi namazı ile Güneş’in batması arasındaki zamana benzer.”
1. Bölüm: Zamanın Son Dilimi: İkindi Vakti Misali
Günde beş vakit namaz, hayatımızın ve insanlığın tarihini özetler. Sabah: Doğum, öğle: Gençlik, ikindi: Yaşlılık ve ömrün sonu…
Bugün ümmet-i Muhammed, insanlık tarihinin ikindi vaktindedir. Artık güneş, batışa meylediyor.
Allah Resulü (asm) bu vakte dikkat çekiyor: “Güneşin batışına doğru o son ışıkları toplamak, kalan son şansları değerlendirmek zamanıdır.”
Gölgeler uzuyor, ölüm, kıyamet, hesap gündemi yaklaşıyor. O halde her nefes, ebedi bir sermayedir.
2. Bölüm: Son Ümmet, Son Mesuliyet
Kur’an buyuruyor: “Böylece sizi vasat bir ümmet yaptık ki, insanlar üzerinde şahitler olasınız.” (Bakara 2/143)
Ümmet-i Muhammed, adaletin, hakkın ve rahmetin şahidi olarak seçilmiştir.
İlmî olarak da biliyoruz ki, zaman izafidir. Allah’ın katında bir gün, bin yıl gibidir. (Meâric 70/4)
Bu son vakitte iman etmek, salih amel işlemek, günahlardan uzak durmak en önemli azıktır.
Her gün, ikindi vaktini çağrıştırır bize: “Bitmeden, değerlendir!”
3. Bölüm: Gün Batmadan Önce Son Çağrı
Rasûlullah (asm) buyurdu: “Benimle kıyamet arasında bu iki parmağın aralığı gibi kısa bir mesafe kaldı.” (Buhari)
Dünya kapanışa doğru giderken, ümmetin vazifesi açıktır:
Allah’a imanı tazelemek,
Salih amellerde bulunmak,
Tevbeyi, duayı, istiğfarı çoğaltmak,
Namaza, Kur’an’a sarılmak,
Hakkı tavsiye etmek, sabra davet etmek.
Çünkü şu an göklerin üzerinde ikindi vaktinin son ışıkları titriyor.
Ey ümmet-i Muhammed! Ey ikindi vaktinin yolcuları!
Gün batmadan önce son çağrıya kulak verelim.
Kapanış:
Ömür sermayesi azalıyor. Zaman, ışığın son kırpıntıları gibi tükeniyor. Gelin, şu an, bu anı bir başlangıç yapalım.
İnsan, dünyada iz bırakmak ister. Bir eser, bir yazı, bir bina, bir servet, bir unvan… Geride kalan şeyler bir bakıma insanın devamı gibi görünür. Fakat asıl mesele şudur: “Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”
Bu söz, kalplere derin bir ölçü veriyor. Zira dünya eserleri, âhiret sermayesi olmadıkça, insanın yükü olur; kurtuluş vesilesi değil, vebal sebebi olur.
Fani Olanın Arkasından Koşmanın Boşluğu
Dünya, aldatıcı bir pazar yeridir. Burada elde edilen şöhretler, servetler, başarılar; ölümün nefesiyle bir anda yok olur. İnsan, ölüm anında sahip olduğu her şeyden koparılır. Ne bir makam, ne bir servet, ne de şan-şöhret kabir kapısından içeri girer.
Kalır geride süslü mezartaşları, unutulan isimler, bir zaman sonra tozlu sayfalarda silinip giden hatıralar…
Asıl Eser: Kalıcı ve Kurtarıcı Ameller
Gerçek eser, kalpteki iman, dildeki zikir, eldeki hizmettir. Kur’an buyurur:
> “Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalan ise salih amellerdir; Rabbinin katında sevapça daha hayırlı, ümit bakımından da daha hayırlıdır.” (Kehf, 18/46)
İnsanın ahirette işe yarayacak tek eseri, Allah için yaptığı işlerdir. Bir kişinin hidayetine vesile olmak, bir yetimi sevindirmek, bir kalbi Allah’a yaklaştırmak, bir damla ilim, bir zerre takva… İşte bunlar, insanı ölümden sonra bile ayakta tutan eserlerdir.
Dünya Eserleri Nasıl Baki Olur?
Dünya işleri tamamen boş değildir. Eğer bir eser, bir hizmet Allah rızası için yapılmışsa; o fâni iş, birden bâki bir hazineye dönüşür. Bir cami inşa etmek, bir ilim meclisi kurmak, bir insanın duasına sebep olmak… Eğer niyet doğruysa, dünya işi bile âhiret nuru olur.
Bu yüzden niyetler, kalbimizin gizli mimarlarıdır. Bazen bir küçük hareket, sırf Allah için yapılırsa dağlar kadar sevap getirir; bazen büyük görünen işler, riya ve gösterişle heba olur.
İbret: Mezar Taşlarına Yazılan İsimler Değil, Kalplere Kazınan İyilikler Kurtarır
Tarihte nice sultanlar, krallar, zenginler gelmiş, büyük eserler bırakmışlardır. Saraylar, kaleler, kütüphaneler… Bugün onların çoğunun ismini kimse hatırlamıyor. Ama bir yetimin duasını almış bir garibanın ismi, Arş-ı Âlâ’da anılıyor.
Demek ki mesele, insanların gözünde büyük görünmek değil; Allah katında makbul olmaktır.
Sonuç: Bir Davet
Ey gönül! Kendine şu soruyu sor: “Bugün yaptığım hangi iş, hangi söz, hangi eser beni kabirde ışıklandıracak?”
Öyleyse dünya eserlerine değil, âhiret azığına çalış. Öyle bir eser bırak ki, zamanla eskimesin, ölümle sönmesin, ebedi âlemde yüzünü ak etsin.
Unutma: “Allah için yapılmayan her eser, fanilerle birlikte toprak olur. Allah için yapılan bir damla iyilik ise, ebedi bir yıldız gibi parlar.”
BELA VE İMTİHAN: HAK YAZMADIKÇA GELMEZ, KUL AZMADIKÇA YAZILMAZ
İnsanın dünya hayatı, bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda sevinçler kadar kederler de vardır. Bazen başa gelen belalar, musibetler insanı sarsar, düşündürür. İşte tam burada kadim bir hakikat kendini gösterir: “Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça.”
Bu söz, kader ve sorumluluk gerçeğini, hikmet dolu bir terazide dengeler. Ne bela gelişi tesadüftür, ne de insan tamamen masumdur. Her şey, bir hikmetle vuku bulur.
Hak Yazmadıkça Bela Gelmez
İnsanın başına gelen her musibet, ezelden takdir edilmiştir. Allah’ın izni ve ilmi dışında bir yaprak dahi düşmezken, insanın başına gelen bela nasıl olur da başıboş olabilir? Kur’an buyurur:
> “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler yüzündendir. (Fakat Allah) çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
Her bela, ya bir günahın kefareti, ya bir makamın terfisi, ya bir gafletin ikazı, ya da bir sabrın meyvesidir. Hak Teâlâ kulunu bazen sevdiği için imtihan eder; belalarla onu arındırır, pişirir, olgunlaştırır.
Kul Azmadıkça Bela Yazılmaz
Öte yandan insanın kendi eliyle çağırdığı belalar da vardır. Nimetin kadrini bilmeyen, azgınlık eden, isyana sapan toplumlar ve bireyler, kendi felaketlerini hazırlamış olurlar. Tıpkı Kur’an’da bildirildiği gibi:
> “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.” (Ra’d, 13/11)
Azgınlık, nimetlerin kıymetini bilmemek, şükürsüzlük ve isyan; belaların en büyük davetiyesidir. Kul, kendini bozdukça, düzenini de bozar. Ve sonunda bela, kendi eliyle hazırladığı bir mektup gibi kapısını çalar.
İbret ve Hikmet: Bela Bir Ceza mı, Bir Lütuf mu?
Her bela sadece bir ceza değildir. Bazen bir temizliktir, bazen bir terfi vesilesidir. Hastalık, sabrın meyvesini vermek için gelir. Fakirlik, kanaatin tatlı lezzetini tattırmak için iner. Ayrılık, dünya sevgisinin pasını silmek için musallat olur.
Bela, şikâyet değil, sabır ve teslimiyet ile karşılanmalıdır. Her bela, altında saklı bir rahmet mührü taşır. Yeter ki kul, gözyaşlarıyla değil, basiret gözüyle bakabilsin.
Sonuç: Bir Öğüt
Başımıza gelen her şeyin bir hikmeti var. Tesadüf yok, haksızlık yok. Allah kullarına zulmetmez. Kul da kendine yazık etmedikçe, Hak’tan bela yazılmaz.
Ey gönül! Başına gelen her zorluğu bir hesap vesilesi bil. Kendini sorgula, sabrını kuvvetlendir, şükrünü artır. Unutma: Bela, bazen bir affın başlangıcı, Bazen bir yükselişin eşiğidir.
Ve unutma: “Bela Hak’tandır; sabır kuldandır. Sonunda ise rahmet ve lütuf ikisinden doğar.”
Fıtrat fıtri olmayanı reddeder atar. Fıtrat yalan söylemez. Esas olan fıtri olandır.
İnsan, yaratılışı gereği hakikate yönelir. Her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere dünyaya gelir; batılı tanımaz, yalanı bilmez, kötülüğü işlemez. Kur’an-ı Kerim, bu hakikati şöyle dile getirir:
> “Öyle ise hakka yönelmiş olarak yüzünü dosdoğru dine, Allah’ın insanları onun üzerine yarattığı fıtrata doğrult. Allah’ın yaratmasında bir değişiklik yoktur. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm Sûresi, 30/30)
Fıtrat, Allah’ın insana yerleştirdiği değişmeyen kodlardır: Adalet sevgisi, merhamet arzusu, doğruya meyil, hakikate iştiyaktır. Ve bu fıtrat, bâtılı asla içine sindiremez. Zulüm görünce isyan eder. Yalan işitince ruhu daralır. İhaneti gördüğünde kalbi burkulur.
Çünkü fıtrat yalanı tanımaz. Çünkü esas olan fıtrî olandır. Ve fıtrat, fıtri olmayanı önce reddeder, sonra atar.
Nitekim başka ayetlerde de fıtratın bu sesi işaret edilmiştir:
> “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kâf Sûresi, 50/16)
İnsan bazen dünyalık arzuların peşine düştüğünde, bu saf fıtratı perdeler. Ama derinlerde bir yerde, sesi kısılsa da fıtrat fısıldamaya devam eder: “Bu yol yanlış!” “Bu söz yalan!” “Bu eylem haksızlık!”
İşte o zaman, ya insan tövbe ederek aslına rücu eder ya da bu sesi susturmak için kalbini karartır.
Bu sır, başka bir ayette şöyle bildirilir:
> “Hayır! (Onların söyledikleri doğru değildir.) Bilakis onların kazandıkları günahlar kalplerini karartmıştır.” (Mutaffifîn Sûresi, 83/14)
Kalp, ya fıtratıyla ahenk içinde parlar, ya da onu bastırdıkça katılaşır, taşlaşır.
Fıtratı örtenler, kendi elleriyle kendilerini hüsrana sürüklerler. Çünkü fıtrat, güneş gibidir; üstünü ne kadar örtersen ört, bir gün mutlaka ışığını bir yerden sızdırır.
Ve her insan, fıtratın bu iç sesiyle bir gün yüzleşecektir:
> “O gün, biz onların ağızlarını mühürleriz, elleri bize konuşur, ayakları işledikleri şeylere şahitlik eder.” (Yâsîn Sûresi, 36/65)
Hikmetli bir ders şudur: İnsan kendi içindeki hakikate ne kadar sadık kalırsa, Rabbiyle o kadar yakınlaşır. Fıtratına ihanet eden ise, kendi cehennemini kendi elleriyle hazırlar.
Son söz: Fıtrat, insanın öz yurdudur. Yoldan çıkanlar için fıtrat, daima susmayan bir çağrıdır: “Gel! Aslına dön!”
ARŞTAN ARZA İNEN RAHMET VE ARZDAN ARŞA YÜKSELEN NUR
İnsanoğlu, dünya sahnesinde küçücük bir misafir, kısacık bir ömür sahibidir. Fakat bu küçüklüğüne rağmen, Arş-ı Âlâ ile, yani en yüce âlemlerle bağlantısı olan bir varlıktır. Gökyüzünden yeryüzüne inen rahmetler ve yeryüzünden semaya yükselen nurlar, insanın bu iki âlem arasındaki kıymetli köprüsünü temsil eder.
Arştan Arza İnen Rahmet
Rahmet, Allah’ın kullarına olan sonsuz merhametinin tecellisidir. Göklerden yere inen her yağmur damlası, her güneş ışığı, her sabahın ferahlığı birer rahmettir. Kur’an-ı Kerim’de buyurulur ki:
> “Ve O, kendi rahmetinin önünden rüzgarları müjdeci olarak gönderendir. Nihayet ağır bulutlar yüklendiğinde, biz onu ölü bir beldeye süreriz ve oraya su indiririz. Böylece her türlü meyveyi çıkarırız…” (A’râf, 7/57)
Arştan arza inen rahmet, sadece fiziki nimetlerle sınırlı değildir. Asıl büyük rahmet, insanın kalbine inen ilhamlar, gönlüne gelen hidayet ışıklarıdır. Peygamberler, ilahi rahmetin en yüksek temsilcileridir. Onlar, karanlıkta yolunu kaybetmiş insanlığa gökten inen birer nur gibi gelmişlerdir.
Arzdan Arşa Yükselen Nur
İnsanın yeryüzündeki varlığı sadece almak üzerine değildir; vermek, sunmak ve yükseltmek de vardır. Kulun ihlâsla yaptığı dua, şükürle sunduğu hamd, sabırla sergilediği teslimiyet, arzdan arşa yükselen nurlar gibidir. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav) şöyle buyurur:
> “Kulun duası göğe yükselir, kapı açılıncaya kadar kapıda bekler. Kapı açılırsa dua kabul edilir.” (Taberânî)
İnsanın salih amelleri, gözyaşları, sabırla çektiği sıkıntılar ve sessizce katlandığı musibetler birer nur gibidir. O nurlar semaya doğru yükselir ve Allah katında mükâfat bulur.
Rahmet ve Nurun Buluşması
Arştan inen rahmet ile arzdan yükselen nur, insanın kader yolculuğunda birbirini tamamlar. Rahmet olmasa insan hayatta kalamaz, nur olmasa yolunu bulamaz. Her nimet bir imtihan, her sabır bir mükafattır. Dünya sahnesinde yaşanan her acı, her sevinç, ya bir rahmetin yankısı ya da bir nurun habercisidir.
İnsanın görevi, gökten inen rahmeti değer bilmek, onu israf ve nankörlükle kirletmemek; yerden arşa yükselen nuru ise karartmadan, ihlas ve samimiyetle çoğaltmaktır.
Sonuç: Bir Davet
Bu hayat, göklerden inen rahmetle dirilmek ve arşlara yükselen bir nur olmaya çalışmak için verilmiştir. Her an, ya bir rahmet ya bir nur fırsatıdır. İnsan, bu dünyada adımlarını rahmetin izinde, gönlünü nurun rehberliğinde atarsa, bir gün asıl vatanına, Rahman’ın arşına, ebedi saadet yurduna kavuşacaktır.
Ey gönül! Ne kadar aciz, ne kadar fakir olduğunu unutma. Sana inen rahmetin kıymetini bil, Ve Rabbine yükselen bir nur olmaya çalış. Çünkü dünya, rahmetle başlar, nurla tamamlanır.
Geçmişten Günümüze İznik Konsilinin Önemi ve Günümüze Yansıyan Yönleri
Giriş
Tarih boyunca bazı toplantılar sadece dönemlerini değil, gelecek yüzyılları da etkileyen kararlar üretmiştir. İznik Konsili de bu anlamda bir dönüm noktasıdır. 325 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin’in himayesinde toplanan bu konsil, yalnızca Hristiyanlık tarihini değil, batı medeniyetinin düşünce ve siyasal yapısını da kökten etkilemiştir. Konsilin sonuçları, bugün bile dünya siyasetine, din anlayışına ve toplumsal anlayışlara derinden yansımaktadır.
Bu makalede, İznik Konsili’nin tarihi bağlantısı, alınan kararların mahiyeti, doğurduğu etkiler ve günümüze yansıyan yönleri ele alınacaktır.
1. Tarihî Arka Plan: İznik’e Giden Yol
İznik Konsili’nin toplanmasının başlıca sebebi, Hristiyan dünyasında büyüyen Ariusçuluk (Arianizm) tartışmasıydı. Arius adlı bir din adamı, İsa’nın (a.s) Tanrı olmadığını, Tanrı tarafından yaratıldığını ve dolayısıyla “ezelî” olmadığını savunuyordu. Bu görüş, Kilise’nin büyük kısmı tarafından sapkınlık olarak görülmüş, derin çatışmalar doğurmuştu.
İmparator Konstantin, hem dini birlik sağlamak hem de politik bütünlüğü korumak için 325 yılında Bithynia bölgesindeki İznik’te (günümüzün Bursa ili sınırları) 300’den fazla piskoposun katılımıyla ilk ekümenik konsili topladı. Bu, sadece teolojik bir tartışmayı çözme çabası değil, imparatorluğun bütünlüğünü garanti altına alma girişimiydi.
Belge: İznik Konsili tutanakları, dönemin tarihçileri olan Eusebius ve Athanasius tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca, konsil kararları daha sonra “İznik İnancı” (Nicene Creed) olarak derlenmiştir.
2. İznik Konsilinde Alınan Temel Kararlar
Konsilde şu temel kararlar alındı:
İsa Mesih’in Tanrısal Doğası: İsa’nın “Tanrı’dan Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı” olduğuna karar verildi. Arius’un görüşleri reddedildi.
İznik İnanç Bildirgesi: Bugün hâlâ birçok kilisede okunan “İznik İnancı” hazırlandı.
Paskalya Tarihi: Paskalya’nın kutlanma tarihi sabitlendi.
Bazı Disiplin Kuralları: Din adamlarının yaşam tarzlarına ilişkin düzenlemeler yapıldı.
Bu kararlarla birlikte, dinî doktrin tek bir merkezî anlayışa bağlandı; farklı görüşlere karşı sert bir mücadele başlatıldı.
3. Hikmet ve İbret: Birlik Arayışı mı, Dayatma mı?
İznik Konsili’nin hikmeti, parçalanmakta olan bir inanç yapısının korunmak istenmesinde yatıyordu. Ancak ibret alınacak yönü de şudur: İnanç, baskı ve siyasetin aracı haline geldiğinde özünden uzaklaşabilir. İznik Konsili sonrası, farklı inanç yorumlarına sahip kişiler ağır baskılara maruz kaldı, hatta sürgün ve idamlar yaşandı.
Bugün de görüyoruz ki, fikir ve inanç birliğini sağlamak için zorlama yöntemlere başvurmak, uzun vadede ayrılıkları daha da derinleştirir. İnsan vicdanının özgürlük ihtiyacı bastırıldığında, bu bastırılan enerji bir gün daha güçlü bir şekilde patlak verir.
4. Günümüze Yansıyan Yönler
İznik Konsili’nin kararları, zamanla şu şekilde günümüze yansımıştır:
Teolojik Merkezileşme: Hristiyanlık içinde farklı mezhepler (Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık) zamanla yine ayrılmış olsa da, merkezi doktrin anlayışı büyük ölçüde konsilin çizdiği hatlar üzerinde ilerlemiştir.
Devlet-Din İlişkisi: İznik Konsili, dini meselelerin devlet müdahalesiyle nasıl şekillendirilebileceğinin en erken örneklerindendir. Bu, bugün de birçok ülkede din ile siyasetin iç içe geçmesine bir model oluşturmuştur.
İnanç ve Güç İlişkisi: İznik sonrası süreçte dinî liderlik, dünyevî güçle kaynaşmıştır. Bugün birçok tartışmada dinî kurumların siyasi etkisi bu tarihsel gelişmelere dayanır.
Farklı Görüşlere Tahammülsüzlük: Günümüzde çeşitli dinî ve ideolojik tartışmalarda farklı görüşlere karşı gösterilen tahammülsüzlük, temelde tarih boyunca yanlış yönetilmiş birlik arayışlarının bir uzantısıdır.
5. Derin Bir Düşünce: “Hakikat, Zorla Eğilip Bükülmez”
İznik Konsili’nin ardından, Hristiyanlık belli bir kalıba sokulmuş, farklılıklar bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, zamanla daha büyük bölünmelere sebep olmuştur (örneğin 1054’teki Katolik-Ortodoks ayrılığı, 16. yüzyıldaki Protestan Reformu).
Bu bize şunu düşündürmelidir: Hakikat, kalıplara sığmaz; zorlama ile tek tipleştirilemez. Gerçek birlik, gönüllerde doğan imanda ve samimi kabullerde filizlenir.
Sonuç
İznik Konsili, hem dönemi hem de geleceği şekillendiren bir tarihi hadise olarak insanlığa büyük dersler bırakmıştır. Din ve devlet ilişkilerinde, fikir ve inanç hürriyetinde, birlik ve farklılıklar arasında denge kurmada alınacak çok ibretler mevcuttur.
Bugün de birey ve toplum olarak şu soruyu sormalıyız: Birlik adına ne kadar hakikati feda ediyoruz? Ve hakikat uğruna ne kadar bedel ödemeye razıyız?
Tarih bize gösteriyor ki: Zorla inşa edilen birlikler yıkılır; ama hakikatin üzerine kurulan kardeşlikler ebedîdir.
@@@@@
İznik Konsili’nden Sonra Ortaya Çıkan Bölünmeler ve Mezhepler
1. Konsil Kararlarına Tepkiler ve İlk Bölünmeler
İznik Konsili’nde Arius’un görüşleri mahkûm edilse de, Ariusçuluk kısa sürede ortadan kalkmadı. Özellikle Doğu Roma’da (Bizans’ta) ve Germen kavimleri arasında Arius’un öğretileri taraftar buldu. Bazı imparatorlar Ariusçuluğu destekledi. Böylece, Hristiyanlık içinde ilk ciddi resmî ayrışmalar başladı.
Özellikle şu iki ana koldan bahsedebiliriz:
Ariusçular (Arianlar): İsa’nın ezelî olmadığına inanan bu grup uzun süre etkili oldu. Bugünkü bazı Hristiyan anlayışlarında (örneğin Unitarianizm gibi) Arius’un etkileri hâlâ hissedilir.
Ortodoks Hristiyanlar: Konsilin çizdiği “İsa hem tam Tanrı hem tam insan” anlayışına sadık kalan grup.
Bu çatışmalar, sadece dini değil, aynı zamanda siyasi mücadelelere de sahne oldu. Dinî görüş ayrılıkları, zamanla kavimlerin kimliklerini belirleyecek kadar derinleşti.
2. 1054 Büyük Ayrılık: Katoliklik ve Ortodoksluk
İznik Konsili ile başlayan merkeziyetçi din anlayışı, Batı ve Doğu arasında gerilimi artırdı. 1054 yılında, Papalık (Roma) ile Konstantinopolis Patriği (İstanbul) karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ettiler. Bu olay tarihe “Büyük Ayrılık” (Schisma) olarak geçti ve Hristiyanlık iki büyük kola ayrıldı:
Katolik Kilisesi (Batı): Papa’yı tartışmasız otorite olarak kabul etti.
Ortodoks Kilisesi (Doğu): Papa’nın üstünlüğünü reddederek her ulusun kendi patrikliği olmasını savundu.
Bu bölünmenin kökünde dini talimler kadar İznik sonrası oluşan güç dengeleri, kültürel farklılıklar ve siyasi çıkarlar da vardı.
3. 16. Yüzyıl: Protestan Reformu
İznik Konsili’nin oluşturduğu katı doktrinler ve Kilise’nin zamanla yozlaşması, 16. yüzyılda büyük bir kırılmaya sebep oldu: Protestan Reformu.
Martin Luther, 1517’de 95 Tez’ini yayımlayarak Katolik Kilisesi’ni ağır şekilde eleştirdi.
Bu eleştiriler dinî ve siyasi bir devrime dönüştü.
Protestanlık, bireysel vicdanın ve kutsal metinlerin doğrudan okunmasının ön plana çıktığı yeni bir anlayış getirdi.
Böylece Hristiyanlık artık üç ana kola ayrılmış oldu: Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık.
4. Günümüze Yansıyan Mezhep Çeşitliliği
Bugün Hristiyan dünyasında, İznik Konsili’nden doğrudan veya dolaylı şekilde şekillenmiş yüzlerce mezhep vardır:
Katolikler (yaklaşık 1.3 milyar kişi)
Ortodokslar (yaklaşık 260 milyon kişi)
Protestanlar (çeşitli mezhepleriyle yaklaşık 900 milyon kişi)
Anglikanlar, Baptistler, Metodistler, Lutheranlar gibi alt gruplar
Monofizitler, Nesturîler gibi İznik sonrası doğan farklı eski gruplar
Ayrıca Jehovah Şahitleri, Mormonlar, Unitarianlar gibi çağdaş akımlar
Hepsi temelde İznik Konsili’nde belirlenen veya tartışılan esaslar etrafında kendi yorumlarını inşa etmişlerdir.
Düşündürücü Sonuçlar
İznik Konsili’nin amacı birliği sağlamakken, süreç daha büyük parçalanmalar doğurmuştur.
Zorla birleştirilen fikirler zamanla doğal ayrışmalar üretmiştir.
Her bir ayrılık, insanlığın hakikati arama çabasının başka bir boyutunu temsil eder.
İbretlik bir ders: İnançta birlik, zorlama ile değil; hakikate açık kalple ve hikmetle mümkündür.
Kur’an-ı Kerim, Hristiyanların zamanla dinî inançlarında sapmalar yaşadığını açıkça bildirir. İsa (a.s)’ın Allah’ın oğlu olduğu veya ilah olduğu inancı, Kur’an’da şirk (Allah’a ortak koşmak) olarak tanımlanır:
> “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler kesinlikle inkâr etmiştir. Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur. (Maide, 5/73)
Ayrıca İsa’nın doğrudan ilahlaştırılması, Allah tarafından reddedilmiş bir hurafe olarak sunulur:
> “Mesih, Allah’ın oğludur” dediler. Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzer bir sözdür. (Tevbe, 9/30)
Bu ayetler, İznik Konsili’nde şekillenen “İsa’nın Tanrı olduğu” doktrininin İslam nazarında tevhid inancına aykırı olduğunu göstermektedir.
2. İslami Kaynaklarda Konsil Eleştirileri
Bazı klasik İslam âlimleri (özellikle tarihçi ve müfessirler), Hristiyanlıktaki bu bozulmanın insan eliyle gerçekleştiğini vurgularlar:
İbn Hazm (994-1064) gibi âlimler, Hristiyan kutsal metinlerinin tahrif edildiğini ve özellikle konsillerde ilahi metinlerin insan görüşleriyle değiştirildiğini detaylı şekilde anlatmıştır.
İmam Rabbani de mektuplarında Hristiyan akidesinin, insanlar tarafından bozulduğunu ve hak dinin özünün kaybolduğunu belirtir.
Özetle: İslam’a göre İznik Konsili ve benzeri toplantılar, ilahi mesajı korumaktan çok, beşerî ihtirasların ve siyasi hesapların dini şekillendirdiği süreçlerdir.
3. Tevhid ile Teslis Arasındaki Fark
İslam’da iman, tam bir tevhid (Allah’ın birliği) üzerine kuruludur:
Allah birdir, tektir, benzersizdir.
Hiçbir mahluk, ilahlık vasfına sahip olamaz.
Hristiyanlık ise İznik sonrası süreçte teslis (Üçleme: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) inancını esas almıştır. Bu üç unsurun tek bir Tanrı olduğuna inanılır. İslam bu üçlemeyi açık bir sapkınlık olarak değerlendirir:
> De ki: “O Allah birdir. Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç değildir). Doğurmamış ve doğurulmamıştır. O’na denk hiçbir şey yoktur.” (İhlas, 112/1-4)
Bu ayet, İznik Konsili’nde resmileştirilen İsa’nın ilahi kimliği görüşünü kesin şekilde reddeder.
4. İbretlik Yorum: Dinî Değiştirenler ve İlahi Cezalar
İslam’da önemli bir ilke vardır: İlahi dinler, insanlar tarafından değiştirildiğinde o dinlerin koruyuculuğu ilahi korumadan çıkar.
Nitekim Kur’an, Hristiyan ve Yahudilerin dini metinleri kendi çıkarlarına göre değiştirdiklerini belirtir:
> “Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazarlar ve sonra ‘Bu Allah katındandır’ derler.” (Bakara, 2/79)
İznik Konsili ve benzeri olaylar, bu ayetin tarih içindeki pratik yansımalarından biridir. Bu, insanlık için büyük bir ibret vesikasıdır: Hakikati tahrif eden toplumlar, sonunda hem dünyevi hem uhrevi azapla karşılaşırlar.
Sonuç: Dünden Bugüne Değişmeyen Hakikat
İznik Konsili, insanın kutsalı siyasallaştırmasının ve dini dünyevi çıkarlar uğruna şekillendirmesinin en dramatik örneklerinden biridir. İslam nazarında gerçek din; tahrif edilmemiş, Allah’ın saf kelamına sadık kalan, tevhide dayalı bir iman sistemidir.
Günümüzde de inançlar ve ideolojiler üzerinde yapılan her türlü siyasi manipülasyon, tarihten ibret almayı bilmeyenlerin yeni İznik Konsilleri gibidir.
Şu cümle ile bitirebiliriz:
“Hakikat; insanlar bir araya gelip değiştirse de değişmez. Yüzler döner, devirler değişir, ancak Allah’ın nuru hep parlamaya devam eder.”