ALLAH YERİNE İKAME EDİLEN MEÇHUL VE MATRÛD İNANÇ: TANRI
> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik… Tanrıyla barıştım.” (Cem Karaca)
Bu kısa ama derin itiraf, sadece bir sanatçının kişisel dönüşümünü değil; modern zamanların ruhî krizini, inançla savaşını ve sonunda hakikate meyil edişini yansıtır.
ALLAH DEĞİL DE “TANRI” DEMEK NEDEN BİR TERCİH OLDU?
“Tanrı” kelimesi Türkçedir. Ancak mesele kelimede değil, niyet ve muhtevada gizlidir. “Allah” ismi, İslam’ın en yüce ismi, Esmaü’l Hüsna’nın merkezi ve Kur’ân’ın kelâmı olan özel bir addır. Onun yerine soyut, muğlak ve şahsiyetsiz bir “tanrı” kavramını koymak, çoğu zaman Allah’ı inkâr edenlerin, Allah fikrini etkisizleştirme çabasıdır.
“Tanrı” kelimesi, Batı dillerindeki “god” gibi, mücerret, belli bir kimlikten yoksun, genellikle aklî bir “ilke” ya da metafizik bir güç olarak tanımlanır. Halbuki “Allah”, kendisini bize tanıtan bir zatın ismidir. Bütün isim ve sıfatlarıyla bize zatını bildiren ve kulluğa çağıran bir Rab’dir.
TARİHTE TANRIYLA İKAME GİRİŞİMLERİ
Tarih boyunca hakikî Allah inancı, hep bir “ikame” hareketiyle bozulmak istenmiştir:
Firavun, kendisini tanrı ilan etmişti: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Naziat, 24)
Nemrut, ilahlık iddiasıyla İbrahim’i ateşe attı.
Yunan filozofları, tanrıları çoklaştırdı; Tanrı’yı aklî bir idea haline getirdi.
Batı aydınlanması, kilise zulmüne tepki olarak “Tanrı öldü” dedi (Nietzsche).
Modernizm, Allah’ı hayattan çıkardı; yerine “insanı”, “devleti”, “bilimi” ya da “tabiatı” tanrılaştırdı.
Ve nihayet ideolojiler çağı geldi: Marksizm’de “tarih”, pozitivizmde “madde”, kapitalizmde “para”, milliyetçilikte “ırk” tanrı yerine geçti. Bunlar Allah yerine ikame edilen meçhul ve matrûd (reddedilmiş) tanrılardı.
MATERYALİZMİN DİLİNDE ALLAH YOK, TANRI VARDI
Cem Karaca’nın şu sözü oldukça manidardır:
> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik…”
Bu ifade, Allah isminin taşıdığı anlam yükünden duyulan bir rahatsızlığı ortaya koyar. Çünkü Allah dediğinizde bir muhatapla karşı karşıya gelirsiniz:
Sizi duyan,
Emir veren,
Sorgulayan,
Hesap soracak olan bir Rab…
Ama “tanrı” dediğinizde, soyut bir kavrama konuşmuş gibi olursunuz. Sorumluluk yok, hesap yok, emir yok.
ZİHNÎ VE RUHÎ BİR DÖNÜŞÜM: TANRIYLA DEĞİL, ALLAH’LA BARIŞMAK
Cem Karaca’nın “Tanrıyla barıştım” sözü aslında hakikati bulmaya giden bir yolda, kavramlar üzerinden yapılan bir barışı anlatır. Lakin bu barışın tam olabilmesi için “tanrı” ile değil, “Allah” ile barışmak gerekir.
Bu, sadece bir kelime değil; bir iman meselesidir.
Kur’an şöyle der:
> “O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur.” (Bakara, 255) “De ki: O Allah birdir.” (İhlas, 1)
Allah, sadece yaratıcı değil; yöneten, hükmeden, merhamet eden, bağışlayan, azap eden, adalet sahibidir. O’nun yerine konulan hiçbir şey bu bütünlüğü veremez.
SONUÇ: TANRI’DAN KURTULUP ALLAH’A DÖNMEK
Bugün dahi kimi zihinlerde, Allah’tan söz etmemek için “tanrı”, “yaratıcı”, “kutsal güç”, “evrensel enerji” gibi ifadeler kullanılır. Ancak bu ifadeler, ne iman oluşturur ne teslimiyet doğurur. Çünkü soyut bir varlığa boyun eğilmez.
> Allah, kavram değil; kul ile Rab arasında bir bağdır.
Tarih boyunca bâtıl yollar, Allah’ın adını silip yerine tanrılarını koymaya çalıştı. Ama her defasında hakikat galip geldi. Çünkü:
> “Hak geldi, bâtıl zail oldu. Zira bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra, 81)
DUA İLE:
Allah’ım! Bizi senin ismini unutmuş, yerine başka kavramlar koymuş gafillerden eyleme. Seninle tanışmayı, seni tanımayı ve sana kulluk etmeyi bizlere nasip eyle. Zihinlerimizi tanrılarla değil, kalplerimizi Allah’la doldur. Amin
ÜÇ İNTİKAM KANCASI: FİKRÎ, HIRSÎ VE HİSSÎ İNTİKAMIN GÖLGESİNDE BİR YÜZYIL
Son yüz yıl, İslam dünyası için sadece toprak kayıpları, darbeler ve savaşlar dönemi değil; aynı zamanda bir ruhun kuşatma altına alınışıdır. Modernleşme ve Batılılaşma süsüyle örtülmeye çalışılan bu büyük operasyonun arka planında, çoğu zaman adalet değil intikam duygusu yön verici olmuştur.
Ama bu intikam, sıradan bir öç alma duygusu değil; düşünceye, iktidara ve toplumsal yapıya karşı sistematik saldırılar şeklinde tezahür etmiştir. Üç başlıkta toplayabiliriz: Fikrî intikam, hırsî intikam, hissî intikam…
1. FİKRÎ İNTİKAM: HAKİKATİN SUSTURULMASI
“Düşünce, kendi yurdunda sürgün edildi.”
Osmanlı’nın yıkılışıyla beraber, İslam dünyasında özellikle Türkiye’de fikrî bir tasfiye başladı. Bu, sadece siyasî bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bir medeniyetin fikir damarlarının kurutulması idi. Medrese kapatıldı, Arap harfleri yasaklandı, Risale-i Nur gibi eserler takibata uğradı. Âlimler ya idam edildi, ya susturuldu.
Burada amaç, sadece eskiyi yıkmak değil; düşünce üzerinden intikam almaktı. Hilafet kurumunun kaldırılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, dinî vakıfların mal varlıklarının gasp edilmesi; sadece reform değil, bir zihniyetin derin öfkesinin yansımasıydı.
Bu dönemde İslam, sadece muhalif değil, “tehlikeli” ilan edildi. Modern akılcı düşünce adına yapılan bu müdahaleler, aslında bir medeniyetin ilme, irfana ve imana karşı bir intikam hareketiydi.
> “İlim Çin’de bile olsa alın” diyen bir dinin çocukları, kendi medreselerinden kaçmak zorunda kaldı.
2. HIRSÎ İNTİKAM: MAKAM, MAL VE MENFAATİN İLAH EDİLMESİ
“Hak batıl için değil, hırs için çiğnendi.”
Müslüman dünyada yüzyıl boyunca birçok lider, halka değil; hırslarına hizmet etti. İslam coğrafyasını yöneten despotlar, halkın inancını bastırarak, kendi zenginliğini ve iktidarını korumaya çalıştı.
Saddam Hüseyin, Hafız Esed, Kaddafi gibi diktatörler; İslam adına değil, kendi tahtları adına binlerce insanın canını aldı. Türkiye’de de benzer şekilde siyasî elitlerin bir kısmı, dine mesafeli oldukları halde, dini kontrol altında tutarak menfaatlerine kalkan yaptı.
Bu süreçte ahlak, liyakat, sadakat gibi kavramlar yok sayıldı. Adalet yerine “adamcılık”, hak yerine “rant” öne çıktı.
> Hırsın iktidara döndüğü yerde, adalet zulüm kılığına girer.
Hırsî intikam, sadece bireysel değil, kurumsal bir yapıya büründü. Halkın değerlerine düşman olanlar, bu değerleri kullanarak halkı sömürmeye başladı. Yani intikamın en çirkin şekli, kutsallar üzerinden yapılanıydı.
3. HİSSÎ İNTİKAM: NEFRET ÜZERİNE KURULU YENİ BİR DÜNYA
“Sevgi yerine öfke, tebliğ yerine linç öne çıktı.”
İslam’ın rahmet yüklü mesajı yerine, yüzyıl boyunca İslam dünyasında birbirini suçlayan, tekfir eden, ötekileştiren gruplar çoğaldı. Mezhepçilik, etnikçilik, ideolojik kutuplaşmalar; kardeşlik ahlakını zedeledi. Bunun ardında ise duygu yüklü, ama akıldan uzak bir intikam kültürü vardı.
Özellikle cemaatler ve tarikatlar arasındaki çatışmalar, bir rekabet değil, bir his savaşına dönüştü. “Benimki doğru, seninki bâtıl” anlayışı, ümmeti parçaladı. Halbuki Kur’an şöyle diyordu:
> “Ey iman edenler! Kendi aranızda Allah için adil olun.” (Maide, 8)
Ama bu ayet, öfke duvarlarının ardında kayboldu. Sosyal medya çağında hissî intikam, artık dijital linç, algı operasyonu ve karalama kampanyalarıyla devam ediyor.
> Bugünün en büyük hastalığı: Düşünmeden hüküm vermek, araştırmadan mahkum etmek.
SONUÇ: İNTİKAM DEĞİL, ISLAH VAKTİDİR
Yüz yıllık bu intikam zinciri, artık kırılmalı. Fikren ilimle, hırsen kanaatle, hissî olarak merhametle donanmak zorundayız. Aksi takdirde:
> “İntikamla hareket eden, zalim olur. Islahla hareket eden, rahmet olur.”
İslam dünyasının yeniden ayağa kalkışı; fikrî öçlerden arınmış, hırsını adalete kurban etmiş, duygularını rahmetle yoğurmuş nesillerle olacaktır.
Dua ile:
Allah’ım, bize intikam duygusuyla değil, adalet şuuru ve hikmet nazarıyla bakan bir basiret ver. Kalplerimizi intikam değil, ıslah duygusuyla doldur. Fikrimizi doğru, hırsımızı dizginli, hislerimizi dengeli eyle. Amin.
İnsan, yaratılışı (fıtratı) ve tabiatı gereği bir yolda yürür. Kur’an-ı Kerim’de, İsra Suresi’nin 84. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”
Bu ilahi beyan gösteriyor ki herkesin hayat çizgisi, ruhundaki asli mayaya, iç dünyasındaki yoğruluşa dayanır. İnsan ne yaparsa yapsın, özünden gelen istikameti inkâr edemez. Nasıl ki bir arı, hangi çiçeğe konsa da bal yapar; bir yılan da hangi pınardan içse zehir üretir. Her varlık, içindeki cevherin gereğini dış dünyaya akıtır.
Nitekim atalarımız da bu gerçeği özlü sözlerle dile getirmiştir: “Küllü şey’in yerciu ila aslihi” — Her şey aslına rücu eder. “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine yandığım cinsine çeker.” Özü kara olan, en parlak suyun içinde bile beyazlaşmaz. Zahirde bir değişim gözükse de, hakikatte kişi fıtratına uygun bir sonuca varır.
*********
Fıtratın bu kaçınılmaz gerçeği, hem bir müjde hem de bir ikazdır:
Eğer insanın özü doğru, temiz ve sadıksa; zamanla o fıtrat ne kadar bozulmaya çalışılsa da hakikate meyleder.
Eğer insanın içi fesatla, nefsaniyetle yoğrulmuşsa; ne kadar güzel söz işitse de, yine kendi bataklığına sürüklenir.
Bu bakışla, dünya hayatı büyük bir imtihan sahasıdır. İnsan, fıtratını doğru koruyarak, özündeki iyiliği besleyerek yaşarsa, Rabbi’nin hoşnutluğuna ulaşır. Yok eğer, nefsinin karanlık tarafına kulak verir, kendi içinde taşıdığı kötü eğilimleri serbest bırakırsa, hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrar.
Bu yüzden, insan için en önemli işlerden biri özünü tanımak ve fıtratına sadık kalmaktır. Yani, içindeki iyilik tohumlarını sulamak; nefsin ve şeytanın fısıltılarına karşı bilinçli bir mücadele vermektir.
Çünkü sonunda herkes kendi özüyle yüzleşecek. Ve kimin doğru bir yolda olduğu, en doğru hüküm sahibi olan Rabbin terazisinde ölçülecek.
Son Söz: İnsanın hakikî değeri, fıtratının peşinden nasıl gittiğiyle ölçülür. O halde dua edelim ki; Rabbimiz bize kendi özümüzü temiz tutmayı, hakka meyleden bir kalp ile yaşamayı nasip etsin.
*******
Fıtratın İzinde: İnsanın Aslına Yolculuğu
1. Fıtrat: İnsanın Görünmeyen Yolu
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)
Her insan, içinde taşıdığı bir yaratılış haritası ile dünyaya gelir. Bu harita; huylarını, eğilimlerini, tercihlerinin yönünü belirler. Tıpkı bir tohum gibi:
Toprağa düşen her tohum, içinde hangi meyvenin kodunu taşıyorsa, zamanı gelince onu verir.
Bir incir çekirdeğinden zeytin ağacı çıkmaz; bir diken tohumundan gül açmaz.
İnsan da hayat yolculuğunda, fıtratının izini sürerek ya kemâle erer ya da kendi karanlığında kaybolur.
> “Küllü şey’in yerciu ila aslihi.” Her şey aslına döner, ne kadar değişmiş görünse de.
********
2. Özün Ruhu: Arı mı, Yılan mı?
Hikâyeye kulak verelim:
Bir gün, bir arı ve bir yılan aynı kaynaktan su içmeye giderler.
Arı o sudan içip bal üretir.
Yılan da o sudan içip zehir üretir. Su birdir, kaynağı aynıdır, fakat her biri kendi özünün rengini dünyaya sunar.
İşte insan da böyledir:
Gördüğü, yaşadığı, duyduğu her şey onun fıtratında şekillenir.
Kimisi iyiliği çoğaltır, kimisi kötülüğü büyütür.
“Katranı kaynatsan olur mu şeker, Cinsine yandığım cinsine çeker.”
Zahirde güzelleşse de, gönüldeki asıl maya ortaya çıkar.
*******
3. İki Yol: Nefsin Peşinden mi, Fıtratın İzinden mi?
İnsan önünde iki yol bulur:
Biri, fıtratının temiz çağrısına kulak verip sabırla, doğrulukla, güzellikle yürüdüğü yoldur.
Diğeri, nefsinin hevâsına kapılıp kendi karanlık kuyularında kaybolduğu yoldur.
Mesele, dış şartlardan çok, iç sesine hangi kulağı verdiğindir. Arı balı nerede yaparsa yapsın, özü tatlılıkla doludur. Yılan da ne içerirse içsin, doğasına uyar ve zehri dışa vurur.
> “Sen hangi kapıyı çalarsan çal, kapının ardında aslında kendinle karşılaşırsın.”
********
4. Hakiki Başarı: Fıtratın Kıymetini Bilmek
İnsana düşen, kendi özüne sadık kalmak; fıtratındaki güzellikleri kirletmemektir. Bu da ancak ibadetle, sabırla, güzel ahlakla mümkündür.
Çünkü fıtratını koruyan insan:
İmtihanlar karşısında eğilmez, Menfaat uğruna özünden taviz vermez, Nefsinin geçici isteklerine kapılıp öz cevherini çürütmez.
Fıtratına sahip çıkan insan, eninde sonunda Rabbinin rızasına erişir.
Sonuç: Özünde Ne Varsa Ona Döneceksin
Hayat bir aynadır. İçinde ne varsa, dışına o yansır. Fıtratın kıymetini bilenler, sonunda cennetin kapılarını aralar. Fıtratına ihanet edenler ise, kendi elleriyle hüsrana sürüklenir.
> “Ey insan! Özünde var olanı koru ki, Rabbinin huzurunda özünle şereflenebilesin.”
*******
Fıtratın Yankısı: Arı mı Yılan mı?
Gözlerini yeni açmış bir dünya düşün. Toprağın bağrından çıkan nice tohumlar var: Bazıları rengârenk çiçeklere dönüşür, bazıları ise dikenli çalılara. İkisi de aynı yağmurla sulanır, aynı güneşle beslenir. Ama her biri, içine konulan kaderi yaşar.
İşte insan da böyledir.
Kur’an şöyle seslenir: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)
İnsan, hangi meyveyi taşıyorsa içinde, zamanı geldiğinde onu sunar dünyaya.
> Küllü şey’in yerciu ila aslihi. Her şey, sonunda özüne döner.
********
Bir Arı ve Bir Yılanın Hikâyesi
Bir gün, aynı kaynaktan su içen bir arı ve bir yılan karşılaşmış. Arı, aldığı o saf sudan en tatlı balı üretmiş. Yılan ise, aynı sudan zehir akıtmış.
Su birdi, kaynak birdi… Fakat sonuç, her birinin özüne göre tecelli etti.
Arı balı taşıdı, yılan zehri. İkisi de kendini verdi dünyaya.
İnsan da yaşadıklarından, öğrendiklerinden; ya bal gibi merhametler, doğruluklar üretir… Ya da zehir gibi kin, haset ve zulüm.
> “Katranı kaynatsan olur mu şeker, Cinsine yandığım cinsine çeker.”
*********
Bir Sefer Hikâyesi
Bir seferberlik zamanında, iki asker vardı: Biri tecrübeli, biri acemi.
Tecrübeli asker, talimine sarıldı. Çünkü biliyordu ki, padişah onu doyurur, giydirir, korur. Onun görevi sadece verilen emirleri en güzel şekilde yapmaktı.
Öteki acemi asker ise, aç kalırım korkusuyla taburu terk etti, çarşılarda nafaka peşinde koşturdu. Kendi rızkını ararken, vazifesini unuttu. Sonunda hem aç kaldı hem de asilik cezası yedi.
Kendi hevasına sapan, dünyevî hırsların peşinde koşan ise, hem bu dünyada hem öbür dünyada kaybeder.
***********
İnsan, Kendi Aslını Yaşar
Fıtrat bir kandil gibidir. Kimi o kandili Kur’an’la, ibadetle, güzel ahlakla parlatır. Kimi de onu nefsiyle, tutkularıyla söndürür.
O yüzden:
Kalbinde iman tohumu olan, zamanı geldiğinde rahmet meyvesi verir.
Kalbinde inat ve kibir tohumu olan ise, zamanı geldiğinde hüsran dikenleri yetiştirir.
> “Ey insan! Hangi fidanı dikersen, onun meyvesini yiyeceksin. Hangi yolda yürürsen, onun sonuna varacaksın.”
Son Söz
Dünya bir tarladır, insan ise bir çiftçi. Kim özüne sadık kalır, kim fıtratının sesine kulak verirse, Arı gibi bal üretir, Ağaç gibi meyve verir.
Kim de özünü kirletirse, Yılan gibi zehir saçar, Diken gibi batar.
Ve her şey sonunda aslına döner.
> “Özünü unutma ey insan! Çünkü Rabbin seni özünde tertemiz yarattı.”
********
Fıtratın Sırrı: Bir Arı, Bir Yılan ve Bir Çocuk
Evvel zaman içinde, güzel bir bahçenin kenarında, küçük bir çocuk yaşarmış. Bahçede çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler, böcekler bulunurmuş. Bir gün çocuk, su içmeye gelen bir arı ile bir yılanı aynı anda görmüş.
İkisi de aynı berrak sudan içmiş. Çocuk hayretle sormuş:
> “Siz aynı sudan içtiniz. Arı sen bal yapıyorsun, yılan sen ise zehir saçıyorsun. Neden böyle?”
Arı kanatlarını titreterek demiş ki:
> “Çünkü ben bal için yaratıldım.” “Benim fıtratım, içime konan rahmetle dolu.”
Yılan da hırlayarak cevap vermiş:
> “Ben de zehir için yaratıldım. İçim başka bir şey bilmiyor.”
Çocuk şaşırmış. Ve o gün anlamış ki: Herkes özüne göre davranır.
İnsanın İmtihanı
İşte insan da böyle… Aynı havayı solur, aynı güneşin altında yaşar. Ama biri arı gibi hayat verir; diğeri yılan gibi zarar verir.
Kur’an-ı Kerim bunu açıkça söyler: “De ki: Herkes kendi fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsra, 84)
Çünkü:
Küllü şey’in yerciu ila aslihi. Her şey aslına döner.
Katranı kaynatsan olur mu şeker? Olmaz. Cins, cinsini çeker.
*********
Hayatın İçindeki Fıtrat İmtihanı
Tıpkı bir seferdeki iki asker gibi:
Biri devletin (yani Rabbin) emrine güvenerek, sadece vazifesine sarılır: İbadet eder, doğru yaşar.
Diğeri korkuya kapılır, nefsinin peşine düşer: Vazifeyi unutur, dünya sefasının peşinde kaybolur.
Biri sonunda mükafat alır, Diğeri cezalandırılır.
İnsanın fıtratı temizdir. Ruh, aslen nurdan yaratılmıştır. Ancak nefis ve şeytan, onu kirletmek ister.
Kimi özüne sahip çıkar, Kimi fıtratını satar.
*******
Bir Damla Su Gibi
İnsan, tıpkı o berrak su gibi doğar: Temiz, saf ve lekesiz.
Ama su, hangi kaba dökülürse onun şeklini alır. Temiz bir kâsede durursa, berrak kalır. Pis bir çukura dökülürse, kirlenir.
Sen hangi kabı seçersen, onun insanı olursun.
Son Söz
Ey insan! Özünde arı gibi bal üretme yeteneği var. Özünde yılan gibi zehir de saklı.
Hangisini büyütürsen, hayatın o olur. Dünyaya ya şifa saçarsın ya da zehir.
> “Fıtratına sahip çık. Çünkü Allah seni temiz yarattı. Ve O, seni bal için seçmişti.”
*********
Hikmetli Dua
> “Ey kalpleri çeviren Rabbim! Bizi fıtratımızın berrak yolundan ayırma. Nefsimizin karanlık kuyularına düşürme. Ruhumuza konan balı çoğalt, İçimizdeki zehri rahmetinle temizle. Bizi kendine layık bir kul eyle. Amin.”
Kapanış Vecizesi
> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür. Hayat ise, o sözü tutmakla güzelleşir.”
*********
ÖZETLE:
Fıtratın Sırrı: Bal mı, Zehir mi?
Bir çocuk, su içen bir arı ve bir yılanı seyreder. Aynı sudan içiyorlar; biri bal yapıyor, diğeri zehir saçıyor. Çocuk sorar: “Aynı sudan içtiniz. Neden farklı şeyler üretiyorsunuz?”
Arı der: > “Çünkü bal için yaratıldım.”
Yılan ise: > “Ben de zehir için yaratıldım.”
Çocuk anlar: Herkes özüne göre davranır.
İnsanın Yolu
İnsan da böyle: Aynı hayatta yaşar. Kimi şifa olur, kimi zarar.
Kur’an buyurur:
> “De ki: Herkes fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsra, 84)
Çünkü: Her şey aslına döner. Katranı kaynatsan şeker olmaz.
Hayat İmtihanı İki asker gibi: Biri vazifesine sarılır: Kurtulur. Diğeri nefse uyar: Ziyan olur.
İnsan: Bal üretmek için yaratıldı. Zehir saçmak için değil.
Son Dua
> “Ey kalpleri çeviren Rabbim! Bizi fıtratımızın berrak yolunda sabit kıl. Nefsimizin karanlıklarına düşürme. Ruhumuza bal olan iyilikleri artır, İçimizdeki zehirleri rahmetinle temizle. Amin.”
Veciz Kapanış
> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür. Hayat, o sözü tutmakla güzelleşir.”
“Zâlim, yeryüzünde Allah’ın adâletidir. Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.” (Keşfu’l-Hafâ, 2/64)
İnsanlık tarihi, zalimlerin ve mazlumların hikâyesidir. Her çağda zulüm edenler olduğu gibi, onların eliyle imtihan edilen toplumlar da olmuştur. Lakin çoğu zaman unutulan büyük bir hakikat vardır: Zalim, sadece bir fail değil, bazen bir musibettir. Bazen Allah’ın gadap kamçısı, adalet tokadıdır.
Zulüm; Allah katında haram, kul katında azaptır. Fakat bazen bu azap, başka bir zulmün kefareti olur. Zulmün arkasındaki kaderî el, kimi zaman ibretle, kimi zaman hikmetle işler.
Kur’an’da Zulüm ve İlahi Adalet
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette zalimlerin sonunun perişan olacağını bildirir:
> “Zalimler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında göreceklerdir.” (Şuara, 227)
> “Allah, zalim toplumu asla doğru yola iletmez.” (Bakara, 258)
Ama aynı Kur’an, zalimlerin kimi zaman Allah’ın kaderiyle hüküm sürdüğünü de anlatır. Örneğin, Firavun sadece bir tiran değil, aynı zamanda İsrailoğulları’nın isyanları, dünyevileşmeleri ve şımarıklıklarına bir karşılık olarak gönderilmiş bir musibettir. Hz. Musa (as), onun karşısında hak ile durur, ama onun gelişi bir anlamda bir uyarıdır.
Zulüm, Sadece Zalimden Değil, Mazlumdan Da Kaynaklanabilir
İmam Gazali der ki: “Mazlumların zulmü, zalimlerin varlığıdır. Eğer insanlar Allah’ın dinine sarılsalardı, Allah onlara Firavunları musallat etmezdi.”
Bir millet, adaleti terk ederse, Allah onlara zulmü musallat eder. Tıpkı bir vücuttaki mikroplar gibi… Zalim, bozulmuş bir bünyeye saldıran virüs gibidir. Toplumun manevi direnci düştükçe, zalimin etkisi artar.
Tarih Boyunca Zulmün Gölgesindeki Hikmetler
1. Nemrud ve Hz. İbrahim (as):
Nemrud, sadece bir kibir sembolü değil; aynı zamanda bir toplumun putperestliğine, dünyevîleşmesine ve zulme razı oluşuna karşı gelen bir kamçıydı. Onun yıkılışı ise, sadece bireysel bir cezalandırma değil, ilahi adaletin mutlaklığının göstergesiydi.
2. Emevîlerin Sert Yönetimi:
Emevîler döneminde, özellikle Ehli Beyt’e karşı yapılan zulümler, halkta derin yaralar açtı. Ancak bu zulümler, zamanla ümmetin bilinçlenmesine ve adaleti yeniden arzulamasına vesile oldu. İmam Hüseyin’in Kerbela’daki şehadeti, bir trajedi olduğu kadar, bir diriliş çağrısıydı.
3. Moğol İstilası:
Abbasîler’in lüks, israf ve halktan kopuk yönetimi; sonunda Moğol istilasını getirdi. Bağdat harap oldu, kütüphaneler yakıldı, âlimler kılıçtan geçirildi. Ama bu yıkım, İslam dünyasında yeniden bir toparlanmanın miladı oldu. Anadolu’ya gelen ilim adamları, Osmanlı’nın temelini attı.
4. Osmanlı’nın Çöküşü ve Modern Zalimler:
Osmanlı’nın son dönemlerinde adaletin zayıflaması, rüşvetin artması ve halktan uzaklaşma, Batılı devletlerin işgaline zemin hazırladı. Sonra gelen modern despotlar —Saddam, Esed, Kaddafi gibi— kimi zaman kendi halkının günahlarının bedeli olarak hüküm sürdü. Ama hiçbir zalim ebedi kalamadı; hepsi sonunda Allah’ın adaletine uğradı.
Zalimle İmtihan: Sabır mı, Kıyam mı?
Zulümle geçen her gece, hesabı ağır bir mahşer sabahıdır.
Zalime karşı durmak bir farz; ama toplumun kendini düzeltmesi de aynı derecede önemlidir. Çünkü Allah şöyle buyurur:
> “Bir topluluk kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.” (Ra’d, 11)
Yani zalimi yıkmak değil, zulmün doğduğu zemini düzeltmek daha esaslı bir çabadır.
Sonuç: Zalim, Aynada Görülen Çirkin Suretimiz Olabilir
Zalim; bazen bir şahıs, bazen bir rejim, bazen de kendi nefsimizdir. Onun varlığına sadece kızmak değil, onun ortaya çıkış nedenini sorgulamak gerekir. Belki o, bizim gafletimizin, adaletsizliğimizin, şımarıklığımızın, duaya küsmüş ellerimizin bir yansımasıdır.
Ama müjdedir ki:
> “Zalimlerin sonu hüsrandır.” (Bak.Kasas, 5)
Ve hikmet şudur: “Allah, zalimi zalimle cezalandırır; ama sonunda her iki zalim de adaletin terazisinde hesap verir.”
İbret ve Dua:
Ey Rabbimiz! Bizi ne zalim eyle, ne de zulme rıza gösterenlerden… Bize adaletle yöneten, merhametle muamele eden önderler nasip eyle. Ve bizleri, zulümle sınandığımızda, hikmeti fark edenlerden kıl…
İnsan, sadece kendisinden ibaret olmayan bir varlıktır. Varlığı; geçmişten gelen bir mirasın taşıyıcısı ve geleceğe doğru akan bir neslin temsilcisidir. Kur’ân-ı Kerîm, bu geniş perspektifi bize özellikle aile ve zürriyet ekseninde sıkça hatırlatır. Zira iman, sadece bireysel bir kurtuluş gayreti değil; aynı zamanda bir neslin inşa sürecidir.
“Rabbim! Beni ve soyumu namazı dosdoğru kılanlardan eyle.” Hz. İbrahim’in (as) şu duası, insanlığın en temel duası haline gelmiştir: “رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّـنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ” “Rabbim! Beni ve soyumu namazı hakkıyla kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.” (İbrahim, 40)
Bu dua, sadece bireysel bir ibadet hassasiyeti değil; aynı zamanda ailede ilahi disiplinin, kulluğun ve ahlâkın yerleşmesini arzular. Çünkü bir evde namaz varsa, o evde huzur vardır; namazın olduğu bir kalpte Allah korkusu, merhamet ve vakar vardır.
Aile, Bir Duanın Kabuğunda Büyür Kur’ân’da takva ehlinin bir özelliği şöyle tasvir edilir:
“وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَاماً” “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden göz aydınlığı olacak kimseler lütfet ve bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan, 74)
Bu dua, sadece iyi bir eş ve hayırlı evlat istemek değil; göz aydınlığı olacak, insanı dünyada sevindirecek ve ahirette yüzünü güldürecek bir aile özlemini ifade eder. Aynı zamanda bu neslin sadece hayırlı değil, takva önderleri olması temennisidir. Yani Müslüman, sadece çocuklarının başarılı ya da toplumda saygın olmasını istemez; onların Allah’a karşı sorumluluk bilincinde, toplumu takva üzere inşa eden insanlar olmasını arzular.
Zürriyet, Emanettir ve Mesuliyettir Zürriyet, sadece biyolojik bir bağ değildir. Allah’ın insana verdiği en büyük imtihanlardan biridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhari, Ahkâm, 1)
Ebeveyn olmak sadece sevgi ve ilgi değil; aynı zamanda örnek olmayı, öğüt vermeyi ve yaşatarak öğretmeyi gerektirir. Nice anne-baba vardır ki çocuklarına en güzel isimleri vermiştir, ama onları namazla, Kur’ân’la, ahlakla tanıştırmamıştır. Ve nice aile vardır ki, küçük bir evde, sade bir hayat içinde Allah’a dost nesiller yetiştirmiştir.
Bir Nesli İhmal Eden, Geleceğini Kaybeder Toplumların çözülüşü çoğu zaman aile yapısının bozulmasıyla başlar. Aile çözülünce nesil bozulur; nesil bozulunca toplum dağılır. Bu yüzden şeytanın en büyük hedefi aileyi dağıtmaktır. Zira şeytan bilir ki, bir çocuğun en sağlam kalesi annesi ve babasıdır.
Dua İle Başlayan Nesil, Rahmetle Devam Eder Hz. Zekeriyya’nın şu duası da bu hikmete işaret eder: “Rabbim! Bana tarafından tertemiz bir nesil ihsan et. Şüphesiz ki Sen duayı işitensin.” (Âl-i İmrân, 38)
Dua ile başlayan her aile, Allah’ın rahmetiyle kuşatılır. Evlatlar sadece sevgiyle değil, dua ile de beslenmelidir. Her gecenin sonunda, her namazın ardından yapılan bir dua, çocukların kalbine ilahi bir nur gibi yerleşir.
Sonuç:
Aile, sadece dünyevi bir birliktelik değil; ahiret yolculuğunun da ilk durağıdır. İyi bir eş, hayırlı evlatlar, salih bir zürriyet… Hepsi, bu dünyadaki en büyük imtihanımız ve en kıymetli servetimizdir. Kur’ân’ın bize öğrettiği bu dualar, sadece istemek için değil, yaşamak için de birer rehberdir. Ve unutmayalım: “Salih bir evlat, öldükten sonra dahi amel defterini açık tutar.”
O halde ne mutlu ailesine dua eden, ailesi için yaşayan ve ailesini Allah’a kullukta bir cemaat kılanlara…
“Her bilen âlim değildir, her anlayan idrak etmiş sayılmaz, her idrak eden de şuurla hareket etmez.”
Zamanımızda bilgiye erişim kolaylaştı. Fakat insanın bilgiyle kemâle ermesi, hâl ve davranışlarına yön vermesi ise zorlaştı. Çünkü bilgiyle hikmet, ezberle idrak, düşünmekle muhakeme aynı şey değildir. Bu makalede, zihin dünyamızın mertebelerini anlamaya çalışacağız: Malumat, makulat, muhakemat… Ve onlara eşlik eden akıl, idrak ve şuur…
1. Malumat: Bilgi Yığını
Malumat; ezberlenen, öğrenilen, dışarıdan alınan bilgilerdir. Kütüphaneler malumatla doludur. Google bir malumat okyanusudur. Ancak insan, malumatla hakikate ulaşamaz. Çünkü malumat, ham bilgi demektir. İşlenmemiş, hazmedilmemiş, hikmetle buluşmamış bilgilerdir.
Malumatı çok olan aldanabilir. Zira şeytan da malumat sahibiydi. Meleklerin yaratılışını, gökleri, arşı biliyordu. Lakin bildiklerini doğru okuyamadı. Adem’e secdeyle sınandığında, kibri bilgisine perde oldu. Demek ki malumat tek başına kurtuluş sebebi değil.
2. Makulat: Anlamlandırılan Bilgi
Malumatın bir adım ötesi makulattır. Yani aklın süzgecinden geçmiş, anlamlandırılmış bilgidir. İnsan, aklı sayesinde malumatı analiz eder, ilişkilendirir, sebep-sonuç kurar. Burada “akletme” devreye girer.
Kur’an sıkça “akletmez misiniz?” der. Çünkü sadece bilgi değil, o bilginin ne işe yaradığı, neye hizmet ettiği, hangi hakikate yol açtığı önemlidir. Makulat, malumatın kalp ve akılla buluştuğu noktadır.
Ancak akıl sınırlıdır. Görmediğini inkâr etmeye meyyaldir. Nitekim akıl, idrake kapı aralar ama kendisi yetmez.
3. Muhakemat: Hikmetle Ölçmek
Muhakemat; bilgiyi, akılla değil, hakikat terazisiyle tartmaktır. Yani; “muhakeme-i akliye” değil, “muhakeme-i hakikiye” yani hakikat muhakemesi esastır. Burada devreye hikmet girer.
Muhakemat, sadece doğru-yanlış ayırımı değil, yerinde ve zamanında olanı seçmektir. Bilginin faydalısı mı zararlısı mı, ebedî mi fânî mi olduğuna bakar. İnsan, muhakeme ile tercih eder; ebedî olanı fânîye üstün kılar.
Nitekim Hz. Âdem, malumatı bildi, makulatla cenneti tanıdı ama muhakemesiyle tövbe etti. Şeytan ise bildi ama muhakeme edemedi, azaba mahkûm oldu.
Akıl – İdrak – Şuur Ayrımı
Akıl, düşünme aletidir. Fakat her düşünen doğru düşünmez. Aklın ışığı, kalbin rehberliğiyle birleşirse yol aydınlanır.
İdrak, akılla alınan bilginin hazmedilmesidir. İnsan idrak edince, bilgi onun için anlamlı hâle gelir.
Şuur ise farkındalıktır. Kişinin hem kendi varlığının hem de Rabb’inin farkında olmasıdır. Şuur, insanı kul yapar.
Akıl bir araç, idrak bir seviye, şuur ise bir bilinç hâlidir. Şuurlu insan, malumatı bilgiye, bilgiyi hikmete, hikmeti ise hâle dönüştürür.
Sonuç: Şuur Sahibi Olmak
Bugün malumat çok; makulat az, muhakemat ise neredeyse kaybolmuş hâlde. Şuur ise yerini gaflete bırakmış. Bunun sonucu, çok bilen ama az düşünen, çok konuşan ama az anlayan, çok ezberleyen ama az yaşayan bir topluma dönüştük.
Bu yüzden ilim talebesi sadece okuyarak değil; düşünerek, karşılaştırarak, tefekkür ederek ve en önemlisi nefsini sorgulayarak olmalı. Malumatın değil, şuurun adamı olmak gerekir.
“İlim, amel etmeyen için bir delildir.” “Akıl, başa bela bulmak için değil, beladan kurtulmak içindir.” “Şuur ise, hakikati yalnız bilmek değil; onu yaşamaktır.”
Nostradamus’ın kehanetleri, yazıldığı 16. yüzyıldan bu yana büyük ilgi görmüş ve farklı yorumcular tarafından çeşitli olaylarla ilişkilendirilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki, Nostradamus’ın dörtlükleri oldukça kapalı ve sembolik bir dille yazılmıştır, bu nedenle yorumları genellikle geçmişteki olaylar yaşandıktan sonra yapılmış veya geleceğe yönelik yapılan tahminler kesinlik taşımamaktadır. Geçmişle İlişkilendirilen Kehanetler: Nostradamus’ın kehanetlerinin geçmişte gerçekleştiği iddia edilen bazı olaylar şunlardır: * Büyük Londra Yangını (1666): Bazı yorumcular, Londra’daki büyük yangını anlattığına inanılan dörtlükler olduğunu öne sürmüşlerdir. * Fransız Devrimi (1789-1799): Devrimle ilgili olduğu düşünülen şiddet ve kargaşayı tasvir eden dörtlükler bulunmaktadır. * Adolf Hitler’in Yükselişi: Bazı dörtlüklerde geçen isim veya tanımlamaların Hitler’i işaret ettiği yorumları yapılmıştır. * Atom Bombası (Hiroşima ve Nagasaki): Nükleer patlamaları anımsatan tanımlamaların yer aldığı kehanetler bu olaylarla ilişkilendirilmiştir. * Bazı Önemli Kişilerin Ölümü: Fransa Kralı II. Henry’nin düelloda ölümü gibi olayların Nostradamus tarafından önceden bilindiği iddia edilmiştir. Ancak bu yorumların çoğu, olaylar gerçekleştikten sonra dörtlüklerin ilgili kısımlarına uydurulmaya çalışıldığı gerekçesiyle eleştirilmektedir. Kehanetlerin dili yoruma açık olduğu için farklı kişiler aynı dörtlüğü farklı olaylarla ilişkilendirebilmektedir. Gelecekle İlgili Kehanetler (Yorumlar): Nostradamus’ın dörtlüklerinden geleceğe yönelik çıkarılan bazı yaygın yorumlar şunlardır: * İklim Değişikliği ve Doğal Afetler: Aşırı hava olayları, kuraklık, seller ve depremler gibi doğal afetlerin artacağına dair yorumlar bulunmaktadır. * Küresel Çatışmalar ve Savaşlar: Ülkeler arasındaki gerilimlerin artması, büyük savaşlar ve çatışmaların yaşanması olasılığına dair yorumlar sıklıkla dile getirilmektedir. * Ekonomik Krizler: Finansal sistemde yaşanabilecek büyük çaplı çalkantılar ve krizlerle ilgili kehanet yorumları mevcuttur. Özellikle dijital paralar ve geleneksel finans sisteminin dönüşümü gibi konular son zamanlarda Nostradamus kehanetleriyle ilişkilendirilmektedir. * Teknolojik Gelişmeler ve Yapay Zeka: “Demirden insanlar” veya “küçük kutular” gibi ifadelerin teknolojik gelişmeleri, robotları veya yapay zekayı işaret ettiği yorumları da yapılmaktadır. * Papa ile İlgili Kehanetler: Özellikle “çok yaşlı bir Papa’nın ölümü” ve yerine gelecek yeni Papa ile ilgili kehanetler, Vatikan ve Papalıkla ilgili gelişmelerle ilişkilendirilmektedir. Bu geleceğe yönelik yorumların da kesinliği olmayıp, dörtlüklerin sembolik ifadelerine dayanan tahminlerdir. Yıkımı Haber Verilen Yeditepeli Şehir İstanbul mu? Nostradamus’ın kehanetlerinde geçen “yeditepeli şehir” ifadesi genellikle iki şehirle ilişkilendirilir: Roma ve İstanbul (Konstantinopolis). Her iki şehir de tarihi olarak yedi tepe üzerine kurulmuştur. Kehanetlerde geçen “yeditepeli şehir”in yıkımı veya büyük bir felaketle karşılaşması ile ilgili yorumlar hem Roma hem de İstanbul için yapılmıştır. * Roma: Tarihsel olarak “yeditepeli şehir” unvanı en çok Roma ile özdeşleşmiştir. Nostradamus’ın yaşadığı dönemde de Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi olması nedeniyle önemli bir şehirdi. Bazı kehanetlerin Roma’nın düşüşünü veya büyük bir felaketi anlattığı yorumları bulunmaktadır. * İstanbul: İstanbul da Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis olarak yedi tepe üzerine kurulmuştur ve bu özelliğiyle bilinir. Özellikle Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi bağlamında Nostradamus kehanetlerinin İstanbul’u işaret ettiğini düşünen yorumcular da vardır. Şehrin stratejik konumu ve tarihi önemi nedeniyle çeşitli felaket senaryolarıyla ilişkilendirilmiştir. Ancak Nostradamus’ın dörtlüklerinde doğrudan “İstanbul” adı geçmemektedir ve “yeditepeli şehir” ifadesinin kesin olarak hangi şehri tanımladığı konusunda farklı yorumlar ve tartışmalar devam etmektedir. Bu nedenle, yıkımı haber verilen yeditepeli şehrin kesin olarak İstanbul olduğunu söylemek, Nostradamus’ın kehanetlerinin doğası gereği mümkün değildir; bu sadece bir yorumdur ve hem Roma hem de İstanbul için benzer yorumlar yapılmaktadır. Sonuç olarak, Nostradamus kehanetleri geçmişteki bazı olaylarla sonradan ilişkilendirilmiş ve geleceğe yönelik çeşitli felaket veya değişim senaryoları için birer ilham kaynağı olmuştur. Yeditepeli şehir kehaneti ise hem Roma hem de İstanbul ile ilişkilendirilen, yoruma açık bir durumdur ve kesin olarak tek bir şehri işaret ettiği söylenemez.
@@@@@@
Muhiddin Arabinin kehanetinin geçmişten günümüze olan ve geleceğe uzanan tezahurleri nelerdir?
Muhyiddin İbn Arabi, İslam düşünce tarihinde önemli bir yere sahip mutasavvıf, filozof ve alimdir. Kendisi peygamberlik iddiasında bulunmamış olmakla birlikte, eserlerinde derin manevi tecrübelerini, kozmolojik anlayışını ve varlığın birliği (Vahdet-i Vücud) felsefesini intricate bir dille ifade etmiştir. Bu ifadeler ve sembolik anlatımlar, bazı yorumcular tarafından geleceğe dair işaretler veya “kehanetler” olarak yorumlanmıştır. Ancak bu yorumlar, Nostradamus’un dörtlüklerindeki gibi spesifik ve doğrulanabilir olayları önceden bildirme iddiasından ziyade, daha çok manevi ve evrensel prensiplerin tarihsel süreçteki tezahürlerine yönelik çıkarımlardır. Geçmişten Günümüze Tezahürleri Olduğu Yönündeki Yorumlar: İbn Arabi’nin eserlerindeki bazı ifadelerin veya sembollerin geçmişteki olaylarla ilişkilendirilmesi genellikle sonradan yapılan yorumlara dayanır. Bu yorumlardan bazıları şunlardır: * Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Yükselişi: İbn Arabi’nin yaşadığı dönemden sonra kurulan ve büyük bir cihan devleti haline gelen Osmanlı’nın bazı kaynaklarda kendisiyle ilişkilendirilen manevi işaretlerde yer aldığına dair rivayetler ve yorumlar bulunmaktadır. Özellikle “Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye” adlı risalenin İbn Arabi’ye atfedilerek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ve hatta bazı padişahlarına işaretler içerdiği öne sürülmüştür. Ancak bu risalenin İbn Arabi’ye aidiyeti tartışmalı olup, içeriğindeki yorumlar da farklılık göstermektedir. * Bazı Tarihsel Dönemler ve Olaylar: Eserlerindeki sembolik dilin, belirli bir İslam coğrafyasındaki yönetim değişiklikleri, ilmi ve manevi gelişmeler veya toplumsal dönüşümler gibi olaylara işaret ettiği şeklinde yorumlar da yapılmıştır. Bu yorumlar genellikle tasavvufi ve irfani bir bakış açısıyla, evrenin işleyişindeki ilahi prensiplerin tarihsel süreçteki yansımaları olarak görülür. Bu tür yorumlar, İbn Arabi’nin külli ve sembolik ifadelerinin, yaşanmış somut olaylarla mistik bir bağlamda ilişkilendirilmesi şeklinde tezahür eder. Bunlar, kesin “kehanetler” yerine, manevi işaretlerin tarih içinde okunması çabalarıdır. Geleceğe Yönelik Tezahürleri Olduğu Yönündeki Yorumlar: İbn Arabi’nin eserlerindeki sembollerin ve döngüsel zaman anlayışının geleceğe yönelik yorumları da bulunmaktadır. Bu yorumlar genellikle kıyamet alametleri, Mehdi’nin zuhuru, deccal fitnesi gibi eskatolojik konularla bağlantılıdır. * Ahir Zaman Alametleri ve Mehdi: İbn Arabi’nin eserlerinde ahir zamana ve Mehdi’ye dair bazı işaretlerin bulunduğu düşünülür. Bu işaretler, dünya hayatının son evrelerine, büyük fitnelerin ortaya çıkmasına ve ilahi adaletin yeniden tesis edilmesine yönelik manevi göndermeler olarak yorumlanır. * Toplumsal ve Manevi Dönüşümler: Gelecekte yaşanabilecek büyük toplumsal değişimler, manevi uyanışlar veya zorlu imtihanlarla ilgili yorumlar da İbn Arabi’nin sembolik dilinden çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu yorumlar, genellikle Vahdet-i Vücud felsefesinin evrensel bir barış ve anlayış getireceği veya tam tersine büyük bir ayrışma ve çatışma yaşanacağı gibi zıtlıklara işaret edebilir. * Belirli Yıllara veya Dönemlere Yönelik Atıflar: Son dönemlerde bazı popüler yorumlarda, İbn Arabi’nin eserlerindeki belirli sembollerin günümüzdeki veya yakın gelecekteki belirli yıllara veya olaylara işaret ettiği iddiaları ortaya atılmıştır. Ancak bu tür spesifik atıflar genellikle akademik çalışmalarda karşılık bulmamaktadır ve daha çok popüler kültürün bir yansımasıdır. Önemle vurgulamak gerekir ki, İbn Arabi’nin eserlerindeki geleceğe yönelik işaretler, Nostradamus tarzı somut tahminler değil, daha çok manevi ve kozmik prensiplerin gelecekteki muhtemel tezahürlerine dair sembolik ve yoruma açık ifadelerdir. Onun odak noktası, zamanın akışındaki ilahi tecellileri anlamak ve varlığın birliği perspektifinden olaylara bakmaktır. Bu nedenle, onun “kehanetleri” olarak popülerleşen yorumlara temkinli yaklaşmak ve eserlerinin derin manevi ve felsefi içeriğine odaklanmak daha doğru olacaktır.
@@@@@
NOTLAR:
“Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.)
“Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.” https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-besinci-soz/352
“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. ” Bediüzzaman’ın tesbit ve teşhis ettiği bu hakikatin hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir senaryoya dönüştürülmüş hali..
@@@@@@@
Sessiz, derin, ağır akan ve sahnelerle mesajı hissettiren bir kurgu. İşte taslağı:
Senaryo Taslağı: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”
Açılış Sahnesi: (Gün batımına yakın, Eskişehir Hapishanesi’nin demir parmaklıklı bir penceresinden dışarı bakılıyor. İçeride yaşlı bir zat (Bediüzzaman) düşünceli şekilde oturuyor. Kamera onun yüzünde. Derin bir hüzün ve merhamet okunuyor.)
Arka Plan (İç Ses – Bediüzzaman’ın sesi):
> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”
Geçiş: (Kamera yavaşça dışarı kayıyor. Karşıdaki lise avlusunda, genç kızlar şen kahkahalarla, süslenmiş bir avluda raks ediyorlar. Hafif müzik sesi, gülüşmeler. Ortam çok dünyevî ve kaygısız.)
İç Ses devam eder:
> “Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.”
(Bediüzzaman’ın gözleri kapanıyor, yüzü hafif kasılıyor. Kamera bir “manevî sinema”ya geçiş yapıyor.)
Manevî Sinema Başlıyor
Sahne: Geleceğe Hızlı Geçiş (Zaman hızla akıyor. Genç kızların siluetleri, birer birer kararıyor. Görüntü flulaşıyor. Kabir sahneleri beliriyor: Bazı mezar taşları, bazılarının mezarlarında toprak altında sessizlik hâkim.)
İç Ses (hüzünle):
> “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar.”
(Görüntü bir başka kesite kayıyor: Kalan on kişi yaşlanmış. Bedensel ihtiyarlık bariz. Çehrelerinde kırışıklık, gözlerinde pişmanlık, yalnızlık… Ellerinde bastonlar, caddelerde kalabalık içinde yapayalnızlar. Bir zamanlar bekledikleri sevgi bakışlarının yerinde şimdi kayıtsızlık ve tiksinti var.)
İç Ses:
> “Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.”
(Bir yaşlı kadın, genç bir adamın bakışından incinmiş gibi mahzun gözlerle yere bakıyor. Diğeri, tekerlekli sandalyede parkta yalnız oturuyor.)
Dönüş: Gerçek Zamana
Sahne: (Bediüzzaman gözlerini açıyor. Gözleri dolmuş. Ağır bir tefekkürle pencereden bakmaya devam ediyor. Hapishane hücresinde sessizlik var.)
İç Ses (titrek bir sesle):
> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”
Kapanış: (Kamera ağır çekimde, günbatımında avludaki raks eden gençleri gösteriyor. Fakat izleyici artık o masumiyet değil, ilerideki hüsranı hissediyor.)
Son Kare: (Pencerenin demir parmaklıkları arkasından bakan Bediüzzaman’ın gözleri ve onun üzerinden avludaki genç kızların silueti… Ekran kararır.)
Yazı çıkar:
> “Gençlik, zayi edilmemek için bir nimet; yoksa ağır bir vebaldir.”
@@@@@@
Bu senaryoyu daha da genişletebiliriz:
Her genç kızın kısa bir hayat kesiti verilebilir.
Ağır bir fon müziğiyle duyguyu pekiştirebiliriz.
Daha çok görsel/manevî detaylar ekleyebiliriz.
@@@@@@@
SENARYO – 2 –
Film Senaryosu: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”
Süre: 7–10 dakika
1. Sahne: Hapishane Hücresi
Mekân: Eskişehir Hapishanesi, 1930’lar Görüntü: Demir parmaklıkların ardında bir pencere. Dışarıdan hafif gürültü ve müzik sesi geliyor. Kamera: Yakın plan – Yaşlı, nurani bir zat (Bediüzzaman). Oturmuş, sessizce dışarı bakıyor. Yüzünde ağır bir hüzün.
(İç Ses – Bediüzzaman’ın sesi, derinden ve yavaşça):
> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”
2. Sahne: Lise Avlusu
Mekân: Karşıdaki lise avlusu Görüntü: Genç kızlar süslenmiş kıyafetlerle, bayram şarkıları eşliğinde ellerinde bayraklarla oynuyorlar, kahkahalar, şenlik. Kamera: Bediüzzaman’ın gözünden, yavaş çekimde gülerek raks eden genç kızlar.
(İç Ses devam eder):
> “Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.”
3. Sahne: Manevî Sinemanın Başlangıcı
Geçiş Efekti: Kamera bulanıklaşıyor. Sesler silikleşiyor. Arka planda bir “rüzgar uğultusu” ve “zamanın akışı” efekti.
Görüntü: Avludaki genç kızların siluetleri hızla değişiyor. Yüzler soluyor, bedenler yavaşça toprak altına çekiliyor.
(İç Ses):
> “Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.”
4. Sahne: Kabirler
Mekân: Bir kabristan. Görüntü: Yağmurlu ve kasvetli bir havada, birbirinden farklı mezar taşları. Bazı mezar taşlarında sadece isimler, bazıları kırılmış. Arka planda ağır bir ağıt müziği.
Kamera:
Mezar taşlarına yaklaşıyor.
Bir iki mezarın başında yaşlı yakınlar dua ediyor, diğerleri sessiz, unutulmuş.
Tozlu bir rüzgar geçiyor.
(İç Ses, ağlamaklı bir tonda):
> “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar.”
5. Sahne: Yaşlılık
Mekân: Şehir sokakları – 50 yıl sonrası. Görüntü:
Bastonlu yaşlı kadınlar, zor yürüyen figürler.
Çehreler solgun, yüzlerde derin kırışıklıklar ve bakışlarda pişmanlık var.
Bir yaşlı kadın, market önünde gençlerin kaba bakışlarına maruz kalıyor.
Bir diğeri parktaki bankta yalnız oturuyor, kimse ilgilenmiyor.
(İç Ses):
> “Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.”
6. Sahne: Gerçek Zamana Dönüş
Geçiş Efekti: Manevî sinema sona eriyor, görüntü tekrar netleşiyor. Mekân: Hapishane hücresi, pencere önü.
Görüntü:
Bediüzzaman gözlerini kapatıyor, dudakları titriyor.
Gözünden bir damla yaş süzülüyor.
(İç Ses):
> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”
7. Sahne: Final
Görüntü:
Genç kızlar hâlâ dışarıda şen kahkahalarla oynuyor.
Fakat artık izleyici, o sahnenin arkasındaki acı gerçeği hissediyor.
Gün batımı yaklaşıyor, gökyüzü kıpkırmızı.
(Dış Ses – Son söz):
> “Gençlik, gaflet ve heves için verilmemiştir. Bir gün hesabı sorulacak bir emanet, bir imtihandır.”
Son Yazı (ekranda çıkar):
> “Gençlik bir nimettir; gafletle ziyan edilirse, ebedî pişmanlık olur.”
Ekran kararır.
Müzik ve Atmosfer Önerisi:
Başta: Hafif melankolik bir ney sesi.
Kabir sahnesinde: Derin ve ağır bir fon müziği (hüzün dolu).
Finalde: Sessizlik ve rüzgar sesi.
Bu tam bir kısa film senaryosu oldu.
@@@@@@@
Buna ilave olarak:
Diyaloglar (mesela yaşlı kadınların iç konuşmaları).
Birkaç sembolik detay. (örnek: solmuş bir çiçek, kırık bir mezar taşı gibi).
Veya sesli anlatım için ses efektleri ve tonlamaları…
@@@@@@@
İLAVE VE EK:
Şimdi, senaryomuzdaki diyaloglar:
Hem yaşlılık sahnesine hem de manevî sinema kısmına hafif ve vurucu diyaloglar yerleştireceğim.
Üslup: Derin, kısa, düşündürücü ve ibretli.
Diyaloglar doğal olacak ama mutlaka hikmet ve pişmanlık hissi verecek.
İşte diyalog eklenmiş tam senaryo:
Film Senaryosu: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”
(Diyaloglu Versiyon)
1. Sahne: Hapishane Hücresi
(Bediüzzaman pencereden bakıyor.)
İç Ses (hüzünle):
> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”
2. Sahne: Lise Avlusu
(Genç kızlar avluda neşeyle oynuyor.)
Bir genç kız diğerine seslenir:
Genç Kız 1: “Ah, hayat ne güzel! Hep böyle genç kalacağız, değil mi?”
Genç Kız 2: (gülerek) “Ömür boyu gençlik, hep kahkaha!”
(Arka planda bayram şarkıları, kahkahalar.)
3. Sahne: Manevî Sinema Başlangıcı
(Zaman akışı hızlanıyor, görüntüler flulaşıyor.)
İç Ses:
> “Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.”
4. Sahne: Kabirler
(Kabristan, yağmurlu bir hava.)
Yaşlı bir kadın mezar başında, sessizce ağlar. Bir çocuğa fısıldar:
Yaşlı Kadın: “Gençken… ah gençken… kıymet bilemedik yavrum…”
(Kamera boş mezarlara doğru kayar. Rüzgar uğultusu.)
İç Ses:
> “Gördüm ki, kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar…”
5. Sahne: Yaşlılık ve Pişmanlık
(Şehirde, yaşlı kadınlar ağır ağır yürüyor.) (Bir parkta bankta iki yaşlı kadın oturuyor. Biri diğerine bakar, hüzünle konuşur.)
Yaşlı Kadın 1: “Bir zamanlar peşimizde koşan gözler vardı… Şimdi yüzümüze bakmıyorlar.”
Yaşlı Kadın 2: (gözlerini yere indirir) “O bakışlar… hepsi soldu. Biz de solduk.”
(Yoldan geçen gençler, alaycı bakışlar atar.) (Kadınlar başlarını öne eğer.)
6. Sahne: Gerçek Zamana Dönüş
(Hapishane hücresine dönüş.)
(Bediüzzaman gözlerinden yaş süzülür.)
İç Ses (titreyen sesle):
> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”
7. Sahne: Final
(Genç kızlar hâlâ avluda şen kahkahalarla dönüyor. Ancak sahnenin ruhu değişmiş.) (Yavaş yavaş sesler kısılır, yalnızca rüzgar sesi duyulur.)
Dış Ses (ders verir gibi):
> “Gençlik bir nimettir; gafletle ziyan edilirse, ebedî pişmanlık olur.”
Son Yazı:
> “Ey gençlik! İffet ve takvâ ile saadet bulunur. Yoksa acı bir pişmanlıkla ömür tükenir.”
Ekran kararır.
Ekstra: Sembolik Efektler
Bankta oturan yaşlı kadınların arkasından kuru yapraklar savruluyor (zamanın geçtiğini sembolize eder).
Kabristanda bir mezar taşı kırılmış ve yosun tutmuş (unutulmuşluk ifadesi).
Bu haliyle hikâyeye canlılık ve daha güçlü bir duygusal derinlik kattık.
@@@@@
Bir de “Bediüzzaman’ın gözünden” kısa bir hikmetli nasihat konuşması, finale doğru.
@@@@@@@
Bediüzzaman’ın üslubuna uygun, kısa ama derin, hikmetli ve düşündürücü bir nasihat konuşması;
Bu nasihat, filmin sonlarına doğru, Bediüzzaman’ın iç sesiyle veya sahneye fısıldar gibi verilebilir.
İşte eklenen kısım:
Hikmetli Nasihat Konuşması (Finale Eklenecek)
(Bediüzzaman’ın iç sesi, sakin ama derin bir tonla yankılanır.)
> “Ey gençlik! Gençlik gidecek. Lezzetleri ise azap ve pişmanlık bırakacak. İffet ve takvâ ile geçen gençlik, mezarda nur, ahirette saadet olur. Gaflet ve hevesle geçen gençlik ise, dünyada zillet, kabirde azap, ahirette hüsrandır.
Bugünün sefası, yarının gözyaşı olabilir. Ey nefsim ve ey genç kardeşlerim! Gençliğin kıymetini biliniz. Yoksa bilmediğiniz zaman, bildiğinizde iş işten geçmiş olacaktır.”
Senaryoda Ekleme Yeri:
6. sahnede (Hapishaneye dönüş ve Bediüzzaman’ın gözünden yaş süzülmesi) bu iç ses başlayacak.
Final sahnesinde (genç kızların görüntüsü donarken veya ağır çekimde kapanırken) nasihat cümleleri fonda yankılanarak verilecek.
Seslendirme Tarzı Önerisi:
Ağır, sükunetli, ama hafif titrek bir ses tonu.
Arka planda ince bir ney veya hafif bir rüzgar sesi olabilir.
@@@@@@@
Bu metni ayrıca seslendirmek için biraz daha dramatik veya daha sade bir versiyonu. (Mesela biri daha veciz, biri daha duygusal.)
@@@@@@@
Bu versiyonda cümleler biraz daha vurucu, kelimeler daha ağır ve düşündürücü olacak.
İşte dramatik versiyon:
Hikmetli Nasihat (Dramatik Versiyon)
(Bediüzzaman’ın iç sesi, ağır ve titreyen bir tonla yankılanır.)
> “Ey fani gençlik! Bil ki, gençliğin aldatır; ömrün ateş gibi yanar ve geçer.
O gülüşlerin, yarın kabirde ağlayışa döner. O oynayışların, hesabın ağır yükü olur.
İffetle, takvâ ile süslenmeyen gençlik; hem dünyada perişanlık, hem kabirde azap, hem ahirette sonsuz pişmanlıktır.
Bugün zevk için unuttuğun her saniye, yarın azapla hatırlanacak.
Uyan ey genç! Zira gençlik, bir rüya gibi uçup gider; ardından, ebedî bir uyanış gelir.
O gün, ‘Keşke’ demeden önce; bugün, ‘Elhamdülillah’ diyebileceğin bir hayat yaşa!”
Kullanım Yeri:
Bu dramatik nasihatı, final sahnede kızların gülüşleri ağır çekime alındığında,
ardından ekran kararırken,
fonda yankılanarak veribilir.
Özel Seslendirme Önerisi:
Ses tonu: Yavaş, derin ve zaman zaman hafifçe titreyen bir ses.
Arka fonda: Hafif rüzgar ve uzaklardan bir ney sesi (acıklı ve ince).
@@@@@
Bu dramatik nasihattan sonra kapanışa çok kısa bir tek cümlelik son söz: Mesela:
> “Ömür, gafletle değil, ibadetle güzelleşir.”
Kapanış cümlesi: (Senaryoya tam final etkisi vererek.)
@@@@@@
Kapanış Cümlesi Önerileri
1. Veciz ve Vurucu:
> “Gençlik geçer, pişmanlık kalır. O halde ömrünü doğru yerde harca.”
2. Daha Duygusal:
> “Ömür, bir avuç rüzgâr gibidir; tutmadan kayar, bilmeden biter.”
3. Hikmetli ve Derin:
> “Fani gençliğin arkasında, ebedî bir hayat bekliyor. Hazırlıklı ol!”
4. Uyarıcı ve Sarsıcı:
> “Bugün güldüğün her gaflet, yarın ağladığın bir hesap olur.”
5. Teselli Veren:
> “Gençliğini Allah’a veren, ihtiyarlığında da huzur bulur.”
Kullanım Tavsiyesi:
Bunlardan birini, filmin sonunda ekran karardığında sade bir yazı şeklinde çıkarabiliriz.
Veya, nasihat konuşmasının bitişinde fondan bir dış sesle okunabilir.
(Mesela biraz daha “Bediüzzaman diliyle” gibi?)
@@@@@@@
Şimdi tam Bediüzzaman’ın dili ve üslubuna uygun, hikmetli, derin ve tesirli bir final kapanış cümlesi:
Bediüzzaman üslubunda final cümlesi:
Bediüzzaman Diliyle Final Cümlesi (Risale-i Nur’dan vecizelerle, gençlik ile alakalı cümlelerle zenginleştirilir. )
> “**Ey gençlik! Dünya bir misafirhane, gençlik ise çabuk sönen bir şuledir. Eğer o şuleyi imanın nuruyla parlatmazsan, zulmet içinde söner. Bil ki; gençliğin zevali, ölümün davetiyesidir.
1. Bir Aile İktidarı: Hafız Esed’in Yükselişi (1970)
Suriye’de Baas Partisi’nin 1963’te darbeyle iktidarı ele geçirmesinin ardından, Hafız Esed 1970 yılında bir iç darbeyle ülke yönetimini tamamen kontrol altına aldı. Asker kökenli olan Hafız Esed, iktidarını sıkı bir polis devleti ve korku rejimi üzerine kurdu. Özellikle ülke içindeki farklı etnik ve mezhepsel gruplar (Sünniler, Kürtler) üzerinde ağır baskılar uyguladı.
1973 Anayasası ile kendisini “devletin ebedî lideri” gibi konumlandırdı.
Muhalif her hareket, özellikle İslamcı akımlar, acımasızca bastırıldı.
Suriye istihbaratı (Mukhabarat) her yere sızarak halkı sindirdi.
2. Hama Katliamı (1982): İlk Büyük Zulüm
Hafız Esed döneminin en karanlık olayı şüphesiz Hama Katliamıdır.
1982 yılında Müslüman Kardeşler öncülüğünde başlayan bir isyana cevap olarak,
Hama şehri, Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed komutasındaki birliklerce kuşatıldı.
Tanklar, toplar ve ağır silahlarla şehir yerle bir edildi.
Resmî olmayan rakamlara göre 30.000’den fazla sivil hayatını kaybetti.
Kadınlara ve çocuklara yönelik tecavüz ve işkence vakaları belgelendi.
Bu olay, Hafız Esed’in dünyaya “halkına karşı her türlü zulmü yapabilecek bir diktatör” olduğunu açıkça göstermiştir.
3. Oğul Esed: Babasının Gölgesinde Bir Devam (2000)
Hafız Esed 2000 yılında öldüğünde, yerine küçük yaştan itibaren veliaht olarak yetiştirilen oğlu Beşşar Esed geçti. Tıp doktoru olan Beşşar Esed’in ilk başta reform yanlısı olduğu umut edilse de, kısa sürede babasının yöntemlerini benimsediği ortaya çıktı:
Muhalefeti bastırdı.
Medya özgürlüğünü yok etti.
Siyasi partileri etkisizleştirdi.
Beşşar Esed, Suriye’yi bir istihbarat ve işkence devleti olarak babasından devraldı ve daha da acımasızlaştırdı.
4. 2011: Suriye İç Savaşı ve Katliamlar
Arap Baharı rüzgarı 2011’de Suriye’ye ulaştığında, halk özgürlük talebiyle sokaklara çıktı. İlk gösteriler barışçıl bir şekilde başladı. Ancak Beşşar Esed yönetimi:
Göstericilere gerçek mermilerle müdahale etti.
Rastgele bombardımanlar başlattı.
İşkencehanelerde binlerce kişiyi öldürdü.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 2012 tarihli raporlarına göre:
Rejim güçleri keyfi infazlar, işkence, tecavüz ve çocuklara yönelik zulümler gerçekleştirdi.
Yüz binlerce insan gözaltında kayboldu.
Rejim tarafından varil bombaları, kimyasal silahlar kullanıldı. (Özellikle Guta saldırısı, 21 Ağustos 2013)
Guta Katliamı:
2013 yılında Şam’ın Guta bölgesine yönelik kimyasal saldırıda 1400’den fazla sivil öldü.
Ölenlerin çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyordu.
BM ve OPCW (Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü) raporları, saldırının Esed rejimi tarafından düzenlendiğini belirtti.
5. Bir Ulusun Yıkımı
2011’den itibaren Suriye’de yaşananlar:
500.000’den fazla insan hayatını kaybetti.
13 milyondan fazla Suriyeli mülteci durumuna düştü.
Şehirler yerle bir oldu: Halep, Humus, Hama gibi kadim şehirler harabeye döndü.
Eğitim, sağlık, ekonomi tamamen çöktü.
Esed rejimi, iktidarını korumak uğruna:
Ülkesinin dörtte üçünü harabeye çevirdi,
Demografik yapıyı değiştirdi,
Kendi halkını İran ve Rusya gibi dış güçlerin etkisine teslim etti.
6. İbretlik Dersler
Zalim iktidar sahipleri, kendi halkına karşı düşmanlık yaptığında, sadece o nesli değil, geleceği de karartırlar.
Adaletin olmadığı yerde devlet ayakta duramaz; sadece enkaz kalır.
Siyasi çıkar için yapılan zulüm, hem dünyada hem de ahirette ağır bir hesap gününe gebedir.
Kur’an-ı Kerim, böyle zalimlerin sonunu şöyle bildirir:
> “Zulmedenlerin sonu perişanlıktır.” (En’âm, 6/45)
Sonuç: Tarih Şahit, Vicdan Şahit
Suriye’de bir hanedan, kendi iktidarını sürdürmek için ülkesini yıktı, halkını katletti ve insanlığın yüzünü utandıracak zulümlere imza attı. Bu yaşananlar, sadece Suriye için değil, tüm insanlık için bir ibret levhasıdır.
Tarih unutmaz. Vicdanlar susmaz. Ve adalet, er geç tecelli eder.
@@@@@@
Kaynaklar ve Belgeler
1. Birleşmiş Milletler Bağımsız Uluslararası Suriye Araştırma Komisyonu Raporları
2011’den itibaren Suriye’de işlenen savaş suçları ve insan hakları ihlalleri detaylı olarak belgelenmiştir.
[Kaynak: United Nations Independent International Commission of Inquiry on Syria]
2. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) Raporları
Hama Katliamı, 2011 sonrası keyfi tutuklamalar, işkenceler ve kimyasal saldırılar üzerine detaylı belgeler sunulmuştur.
Özellikle 2013 Guta kimyasal saldırısı hakkında özel raporlar yayınlanmıştır.
3. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) Raporları
2013 Şam/Guta kimyasal saldırısının Esed rejimi tarafından yapıldığı yönünde güçlü bulgular açıklanmıştır.
[OPCW Fact-Finding Mission Reports on Syria]
4. Amnesty International (Af Örgütü) Belgeleri
Suriye hapishanelerinde sistematik işkence ve idamlar konusunda “Human Slaughterhouse” (İnsan Mezbahası) adlı kapsamlı rapor yayımlanmıştır.
[Amnesty Report: “Syria: Human Slaughterhouse – Mass Hangings and Extermination at Saydnaya Prison”, 2017]
5. Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR)
2011’den bu yana sivillere yönelik saldırılar, zorla kayıplar ve işkenceler hakkında detaylı istatistikler sunmaktadır.
Bu kaynaklar uluslararası hukuka da dayandığı için, Esed rejiminin işlediği zulümlerin yalnızca siyasi değil, aynı zamanda insanlığa karşı suçlar (crimes against humanity) kapsamında değerlendirildiğini gösteriyor.
@@@@@@
Çarpıcı Belge Alıntıları
1. Birleşmiş Milletler, 2013 Suriye Raporu:
> “Suriye hükümeti güçleri, sivillere karşı sistematik ve yaygın saldırılar düzenlemiş, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemiştir. İşkence, cinsel şiddet, zorla kaybetmeler ve kasıtlı aç bırakmalar belgelenmiştir.” (Kaynak: UN Human Rights Council, “Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian Arab Republic”, 2013)
2. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Guta Kimyasal Saldırısı Raporu:
> “Toplu halde hayatını kaybeden sivillerin birçoğu uykudayken zehirlenmişti. Kullanılan kimyasal maddeler kurbanların boğularak ölmesine yol açtı. Saldırının askeri bir amacı olmadığı, tamamen sivilleri cezalandırmaya yönelik olduğu tespit edilmiştir.” (Kaynak: Human Rights Watch, “Attacks on Ghouta: Analysis of Alleged Use of Chemical Weapons in Syria”, 2013)
> “Saydnaya Hapishanesi’nde her hafta 20 ila 50 mahkum, gizli duruşmalar sonrası topluca asılmaktadır. Mahkumlar, her türlü insani haktan yoksun bırakılmakta ve sistematik işkenceye maruz kalmaktadır.” (Kaynak: Amnesty International, “Human Slaughterhouse: Mass Hangings and Extermination at Saydnaya Prison”, 2017)
4. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW), Guta İncelemesi:
> “Elde edilen numuneler, Şam’ın Guta bölgesinde sivil yerleşimlere karşı sarin gazı kullanımını doğrulamaktadır.” (Kaynak: OPCW Fact-Finding Mission on the Alleged Use of Chemical Weapons in the Ghouta Area, August 2013)
Ey duaları kabul eden Allahım! Duamızı kabul eyle!
Giriş: Duanın Özüdür İstiâne
İnsan acz ile yoğrulmuş, fakr ile kuşatılmış bir varlıktır. Bu fıtratla her an bir yardım arayışı içindedir. İşte bu noktada dua, kulun Rabbi ile kurduğu en samimi ve en fıtri bağdır. Duanın özü, kalbin Allah’a yönelmesi; diliyle değil, ruhuyla yalvarmasıdır.
1. Kur’ân’da Duaya Davet ve Kabul Vaadi
Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:
“Bana dua edin, size cevap vereyim.” (Mü’min, 40/60)
Bu ayet, Rabbimizin dua eden kullarını geri çevirmeyeceğini açıkça beyan eder. Fakat duanın kabulü, bizim anladığımız şekliyle hemen ve birebir değil; hikmete göre, ya aynen verilir, ya daha hayırlısıyla değiştirilir, ya da ahirete bırakılır.
Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:
“Kullarım sana Beni sorduklarında (de ki): Ben onlara yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.” (Bakara, 2/186)
Bu ayet, dua edenin Rabbi ile nasıl bir yakınlık içerisinde olduğunu ve bu yakınlığın da dua ile ortaya çıktığını göstermektedir. Çünkü dua, yalnızca bir istek değil, bir yöneliş, bir sığınma, bir teslimiyettir.
2. Hadislerde Duanın Fazileti
Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:
“Dua, ibadetin özüdür.” (Tirmizî, Deavât, 1)
Başka bir hadis-i şerifte:
“Allah’a dua ediniz ve icabet olunacağından emin olunuz. Biliniz ki Allah, gafil ve oyun içerisinde olan kalpten gelen duayı kabul etmez.” (Tirmizî, Deavât, 66)
Bu hadisler, duanın içten ve ihlasla yapılmasının gerekliliğine işaret eder. Yani sadece dilin değil, kalbin de dua etmesi gerekir.
3. “Ya Mucibed-Dea’vet” Hitabının Derinliği
“Ya Mucibed-Dea’vet” yani “Ey dualara icabet eden” şeklindeki nida, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından “El-Mucîb” ismine bir yöneliştir. El-Mucîb, kendisine dua edenin sesini işiten ve ona karşılık verendir. Bu isimle yapılan dua, kulun aczini itirafı ve rahmet kapısını ısrarla çalması anlamına gelir.
Duaya icabet, sadece sözün karşılığı değildir. Bazen bir gözyaşı, bazen bir iç geçirme, bazen sessizce yapılan bir “Ya Rab!” bile Mucib isminin tecellisine vesile olabilir.
4. İbretli Bir Misal: Hz. Yunus’un Duası
Kur’an’da Hz. Yunus (a.s.)’ın duası ibretlik bir örnektir:
“La ilahe illa ente, sübhaneke inni küntü mine’z-zâlimîn.” (Enbiya, 21/87)
Bu dua, denizin karanlığında, balığın karnında edilen bir dua idi. Ve Allah, bu duaya icabet etti:
“Biz de onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık.” (Enbiya, 21/88)
Bu kıssa, sıkıntı anlarında “Ya Mucibed-Dea’vet” diyerek sığınmanın ne büyük bir sır taşıdığını gösterir.
5. Dua: Sadece Bir İstek Değil, Bir İmtihandır
Kimi zaman dua ederiz ve kabulünü göremeyiz. Bu, reddedildiğimiz anlamına gelmez. Belki de Allah, duamıza daha hayırlı bir zamanda, daha güzel bir şekilde cevap verecektir. Belki de o dua, bizi musibetlerden koruyan bir kalkan olmuştur.
İmam Gazâlî der ki:
> “Duanın cevapsız kaldığını sanma! Belki cevabın şekli değişti, belki vakti ertelendi, belki daha büyüğüne kapı açıldı.”
Sonuç: Dua, Kalbin Seher Vakti
“Ya Mucibed-Dea’vet, istecib duâenâ” duası, yalnızca bir cümle değil; kulun, acizliğini itiraf eden, kudreti sonsuz bir Rabbe yönelişidir. Bu dua, bir vesiledir; kul ile Rabbi arasındaki en mahrem, en derin bağlardan biridir.
O hâlde, seher vakitlerinde, gamlı anlarımızda, secdelerde ve hayır kapılarını çalarken bu dua dilimizde, kalbimizde yankılansın:
“Ya Mucibed-Dea’vet, istecib duâenâ…” “Ey dualara icabet eden, bizim de dualarımıza icabet eyle!” Amin
“Kişi tanıdığını sever, sevdiğini de tanır. Tanıdıkça sevgisi artar.”
Giriş: Sevgi Rastgele Değil, Bilinçle Büyür
İnsan kalbi, sevgiyle yoğrulmuş bir cevherdir. Fakat bu sevgi, kör bir bağ değil; basiretli bir tercihle kök saldığında gerçek anlamını bulur. İşte bu yüzden, “Muhabbetin yolu marifetten geçer” denilmiştir. Zira kişi, ancak tanıdığı, bildiği ve anlamaya çalıştığı şeyi gerçekten sevebilir.
1. Marifet Nedir?
“Marifet”, bilmekten daha öte bir anlam taşır. Sadece bilgi edinmek değil; anlamak, içselleştirmek ve idrak etmek demektir. Marifet, aklın ilmiyle kalbin idraki arasında kurulan ince ve derin bir köprüdür.
Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) şöyle der:
> “Marifet, kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Onu ancak Hakk’ı bilen ve tanıyanlar fark eder.”
Demek ki sevginin derinliği, tanımanın derinliğine bağlıdır. Kalbinde Allah sevgisi olan bir kul, O’nu tanıdıkça sevgisi artar, sevgisi arttıkça marifeti derinleşir.
2. Kur’an’da Marifet ve Muhabbet İlişkisi
Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah’tan, ancak âlim kulları içtenlikle korkar.” (Fâtır, 35/28)
Bu ayet bize şunu gösterir: Allah’ı bilen, yani marifet sahibi olan kul, O’nu sever, O’na saygı duyar ve O’na yönelir. Çünkü bilgi, saygı ve sevgiyi doğurur. Nitekim insan, neyi anlarsa onu sever, neye aşina olursa onunla dost olur.
3. Tanımadan Sevgi Olur mu?
Bugün insanlar, sadece duyduklarını sever. Düşünmeden bağlanır, sorgulamadan hayran olur. Oysa gerçek sevgi, tanımanın neticesidir.
Bir anne evladını sever; çünkü onu tanır, onunla her an birlikte olur. Bir insan Allah’ı sever; çünkü O’nu tanımaya çalışır, isimlerini öğrenir, fiillerini görür, hikmetini fark eder. İşte bu, marifettir. Ve bu marifet, hakiki muhabbeti doğurur.
4. Marifetsiz Muhabbet Sarsılır
Marifetsiz bir sevgi, rüzgârda sallanan bir yaprak gibidir. Ya geçici olur ya da ilk fırtınada dağılır. Oysa marifetle gelen sevgi, kök salmış bir çınar gibi sabittir, güçlüdür.
İmam Rabbânî Hazretleri der ki:
> “Muhabbet, marifetin meyvesidir. Marifet arttıkça muhabbet de artar. Allah’ı tanıyan, O’nu daha çok sever.”
5. Sevgiyle Tanımak: Marifetin Zirvesi
Tanımak, sadece bilgiyle değil, sevgiyle olur. Sevgi, kalbi tanımaya açar. Marifet ise sevgiyi artırarak kalbi yüceltir. Bu bir döngüdür: Tanımak sevgiyi artırır, sevgi tanımayı derinleştirir.
Bir Allah dostunun şu sözü ne güzeldir:
> “Evvela tanır, sonra severiz; ama en sonunda severek tanırız.”
6. Bir İbret Kıssası: Hz. İbrahim ve Yıldızlar
Hz. İbrahim (a.s.), marifet yolculuğunun en güzel örneklerindendir. O, yıldızlara, aya ve güneşe bakıp “bu benim Rabbim olamaz” dedikçe, hakikatin bilgisine ulaştı ve sonunda şöyle dedi:
“Ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben Allah’a teslim oldum.” (En’am, 6/79)
O tanıdıkça, muhabbeti arttı. Muhabbeti arttıkça imanı kemale erdi.
Sonuç: Marifet Yoluyla Sevgi Derinleşir
Kişi tanıdığını sever, sevdiğini de tanımaya çalışır. Tanıdıkça sevgisi artar; sevgisi arttıkça da marifeti derinleşir. Bu öyle bir dairedir ki, kulun kalbini Allah’a götürür.
Bugün bir adım atalım: Allah’ı tanımaya çalışalım, isimlerini öğrenelim, sanatını tefekkür edelim, fiillerindeki hikmeti görelim. Çünkü O’nu tanıdıkça, sevgimiz artacak; sevgimiz arttıkça, kulluğumuz lezzetlenip derinleşecektir.
Ve diyelim ki:
“Ya Rabbi, Seni tanıyanlardan ve Sevenlerden eyle bizi!”
İstanbul’da şimdiye kadar olmuş depremler,yıkımlar ve kayıplar nedir. Şu anda ve gelecek zamanda ne gibi riskleri söz konusudur
İstanbul, tarihi boyunca birçok yıkıcı depremle sarsılmış ve önemli can ve mal kayıpları yaşamıştır. Fay hatları üzerinde bulunması nedeniyle bu durum, şehrin geçmişinde olduğu gibi bugününde ve geleceğinde de önemli bir risk faktörü olmaya devam etmektedir. İstanbul’da Yaşanmış Önemli Depremler, Yıkımlar ve Kayıplar: İstanbul ve çevresi, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın yakınında bulunması nedeniyle tarihsel süreçte büyük depremlere maruz kalmıştır. Bu depremlerden bazıları ciddi yıkıma ve binlerce can kaybına yol açmıştır: * 1509 Büyük İstanbul Depremi (“Küçük Kıyamet”): Tahmini olarak 7.2 büyüklüğünde meydana gelen bu deprem, İstanbul’da çok büyük yıkıma neden olmuştur. Binlerce bina çökmüş, surlar hasar görmüş ve on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Bu deprem, şehrin tarihinde kaydedilen en yıkıcı depremlerden biri olarak anılmaktadır. * 1766 Depremleri: Aynı yıl içinde Mayıs ve Ağustos aylarında meydana gelen iki büyük deprem, İstanbul ve çevresinde geniş çaplı hasara yol açmıştır. Özellikle ilki, büyük yıkıma ve binlerce can kaybına neden olmuştur. Ayasofya’nın kubbesi de dahil olmak üzere birçok önemli yapı hasar görmüştür. * 1894 Depremi: İstanbul ve çevresini etkileyen bu deprem de önemli hasara ve can kayıplarına yol açmıştır. * 1999 Gölcük Depremi: Her ne kadar merkez üssü Gölcük olsa da, yaklaşık 100 km uzaklıktaki İstanbul’da da şiddetli hissedilen ve büyük etkileri olan bir depremdi. İstanbul’da da birçok bina yıkılmış veya ağır hasar görmüş, resmi rakamlara göre binin üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. Bu deprem, İstanbul’un depreme karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu acı bir şekilde ortaya koymuştur. Tarihsel kayıtlara göre, İstanbul ve Marmara Denizi havzasında son 2000 yılda tahmini 7.0 büyüklüğünde veya daha büyük en az 34 deprem meydana gelmiştir. Bu da ortalama her 60 yılda bir ciddi deprem yaşandığını göstermektedir. Şu Anda ve Gelecek Zamanda Söz Konusu Olan Riskler: İstanbul, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın Marmara Denizi’nin altından geçen kolu üzerinde yer almaktadır. Bilim insanları, bu fay hattının belirli bir kesiminde önemli bir sismik boşluk olduğunu ve burada enerji biriktiğini belirtmektedir. Bu durum, yakın gelecekte büyük bir deprem olma riskinin yüksek olduğu anlamına gelmektedir. * Yüksek Deprem Riski: Uzmanlar, Marmara Denizi içindeki fay hattında 7’nin üzerinde, yıkıcı bir deprem meydana gelme olasılığının önümüzdeki yıllarda oldukça yüksek olduğunu tahmin etmektedir. Yapılan bazı çalışmalar, 2004-2034 yılları arasındaki 30 yıllık periyotta 7 veya üzeri büyüklükte bir Marmara depremi olma olasılığını %41 ± %14 olarak belirtmiştir. * Yapı Stokunun Güçsüzlüğü: İstanbul’daki mevcut yapı stokunun önemli bir kısmı eski yönetmeliklere göre inşa edilmiş ve depreme karşı yeterince güvenli değildir. Özellikle mühendislik hizmeti almamış veya standartlara uygun yapılmamış binalar, olası bir depremde en büyük riski taşımaktadır. 2023 Kahramanmaraş depremlerinin gösterdiği gibi, çok katlı betonarme binaların performansı endişe vericidir. * Yüksek Can ve Mal Kaybı Potansiyeli: İstanbul gibi yoğun nüfuslu ve geniş bir alana yayılmış bir metropolde meydana gelecek büyük bir deprem, önceki tahminlerden daha yüksek can kaybı ve yıkıma yol açabilir. Yapılan senaryo çalışmalarına göre, 7.5 büyüklüğündeki bir depremde on binlerce ölüm, yüz binlerce yaralı ve on binlerce yıkılmış veya ağır hasarlı bina olabileceği öngörülmektedir. Altyapı sistemleri (elektrik, su, doğalgaz, iletişim, ulaşım) ciddi şekilde etkilenebilir. * Ekonomik Kayıplar: Büyük bir İstanbul depreminin ekonomiye etkisi çok büyük olacaktır. Doğrudan hasarın yanı sıra, üretimin durması, iş yerlerinin kapanması ve yeniden inşa süreçleri milyarlarca dolarlık kayba yol açacaktır. * Sosyal ve Psikolojik Etkiler: Deprem sonrası yaşanacak göç, barınma sorunları, salgın hastalık riskleri ve travma sonrası stres bozuklukları gibi sosyal ve psikolojik sorunlar da önemli risklerdir. İstanbul’da deprem riskini azaltmak için kentsel dönüşüm projeleri hızlandırılmakta, mevcut binaların güçlendirilmesi teşvik edilmekte ve afet hazırlık çalışmaları yapılmaktadır. Ancak, şehrin büyüklüğü ve yapı stokunun durumu göz önüne alındığında, riskin tamamen ortadan kaldırılması uzun vadeli ve kapsamlı çalışmalar gerektirmektedir. Bireysel olarak da deprem çantası hazırlamak, binaların deprem performansı hakkında bilgi edinmek ve afet anı için plan yapmak gibi önlemler almak büyük önem taşımaktadır.
Allah Katında Cinsiyet Değil, Takva Üstündür: Ahzab 35’in Hikmeti
“Müslim erkekler ve Müslim kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar, adanmış erkekler ve adanmış kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşulu erkekler ve huşulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, saim olan erkekler ve saim olan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar ve Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.” Ahzab.35.
“Müslim erkekler ve Müslim kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar… Allah, onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.” (Ahzâb, 35)
Kur’an, beşeriyetin hakikat kitabıdır. Hitabını ne bir cinsin lehine ne de bir grubun aleyhine yapar. Adaleti ilahi ölçülere göre dağıtır. Ahzâb Suresi 35. ayet, bu hakikatin mükemmel bir örneğidir. Çünkü bu ayet, kadın ve erkeği aynı manevi sorumluluk ve ödül zemininde eşitleyen istisnai bir metindir. Cinsiyetin değil, salih amellerin ve takvanın Allah katında üstünlük sebebi olduğunu apaçık ilan eder.
Cinsiyete Değil, Kaliteye Göre Değerlendirme
Ayet, on ayrı güzel hasleti hem erkek hem kadın için ayrı ayrı sayar:
Müslim – Müslime: İslam’ı kabullenen ve teslim olan,
Mü’min – Mü’mine: Kalbiyle tasdik edip yaşam tarzına dönüştüren,
Kanit – Kanite: Allah’a adanmış, boyun eğmiş,
Sadık – Sadıka: Samimi, içten ve doğru sözlü,
Sabir – Sabira: Zorluklara dirençli,
Haşi – Haşia: Kalbi huşu dolu,
Mutasaddık – Mutasaddıka: Cömert, infak eden,
Sa’im – Sa’ima: Oruçla nefsini terbiye eden,
Hafiz – Hafiza: İffetini koruyan,
Zakirin – Zakirat: Allah’ı çokça zikreden…
Ayetin bu şekilde tekrarlarla zikredilmesi, sadece bir dil süsü değildir. Bilakis hikmet dolu bir eşitlik beyannamesidir. Her vasfın iki cins için de geçerli olması, Kur’an’ın kadını ve erkeği insanlık değerinde eşit tuttuğunun açık bir ilanıdır.
Bir Cinsin Diğerine Üstünlüğü Yoktur
Kur’an başka ayetlerinde de bu çizgiyi netleştirir:
> “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurat, 13)
Bu ayet, ırk, soy, cinsiyet veya statünün değil; takvanın üstünlük ölçüsü olduğunu ifade eder. İslam, tarih boyunca kadına ilk kez bir kul, birey ve insan olarak değer veren sistem olmuştur.
Neden Tek Tek Sayılmış?
Bazı tefsirlerde bu ayetin nüzul sebebine dair şöyle bir rivayet aktarılır: Sahabeden Ümmü Seleme validemiz, “Kur’an’da erkekler zikrediliyor, biz kadınlar da bu hayırda yer alıyor muyuz?” diye sorar. Bunun üzerine bu ayet nazil olur.
Bu yönüyle ayet, kadınları görünür kılar. Onları arka planda değil, iman mücadelesinin ön safında gösterir. Allah, onların çabalarını, sabırlarını, huşularını, iffetlerini ayrı ayrı takdir eder. Bu, İlahi adaletin ve rahmetin tecellisidir.
Zamanımıza Mesajı
Bugün, modernite kadını özgürleştirme adına çoğu zaman onu araçsallaştırmakta. Kur’an ise kadına gerçek özgürlüğü, imanla, iffetiyle, zikriyle veriyor. Onu mükafat ve mağfiret vaadiyle yüceltiyor. Erkek de bu yarışta yalnız değil. Her iki cins, aynı manevi parkurda aynı hedefe koşuyor: Allah’ın rızası ve ebedi kurtuluş.
Sonuç: Ahzâb 35. ayet, sadece cinsiyet eşitliğinin değil, manevi liyakatin eşitliğinin de beyanıdır. Kadın-erkek ayrımı değil, iman ve salih amel ortaklığı esastır. Bugün de bu hakikati yeniden hatırlamaya ve hayatımıza tatbik etmeye her zamankinden daha çok muhtacız. Çünkü Allah, bağışlamayı ve büyük ödülü, kadın-erkek değil; sadakatli ve samimi kullarına vaat etmiştir.
İSLAM DÜNYASININ SİYASETLE İMTİHANI Tarihin Göğsünde Kırılmış Kılıçlar ve Unutulmuş Dualar
Siyaset… Kelime anlamı olarak “idare etmek, yön vermek” manasına gelir. Ama tarihin içinde bu kelime, nice ümmetlerin kaderini belirlemiş, nice zaferlerin ve nice hüsranların gölgesinde yankılanmıştır. İslam tarihi de bu anlamda, siyasetin imanla, hikmetle, nefisle ve güçle imtihanının canlı bir laboratuvarı olmuştur.
Peygamberlerle Başlayan İlahi Siyaset
Siyasetin ilk örnekleri, insanlık tarihi kadar eskidir. Lakin en hikmetli ve en sahih şekli, peygamberler eliyle inşa edilmiştir. Hz. Nuh’un (as) gemisi, sadece bir tufandan kurtuluş değil; aynı zamanda bir medeniyetin yeniden kuruluşuydu. Hz. Yusuf (as), Mısır’da ekonomik buhran zamanında devlet idaresinde görev aldı ve Kur’an, onun bu görevini överek anlatır: “Beni yeryüzünün hazinelerine memur et; çünkü ben iyi korurum ve iyi bilirim.” (Yusuf, 55)
Bu, iman ve hikmetle bezenmiş bir yöneticiliğin sembolüdür. Zira peygamberler, siyaseti bir saltanat değil, bir hizmet ve emaneti koruma yolu olarak görmüşlerdir.
Hz. Muhammed (sav): Rahmetin Devletleşmesi
Resûlullah Efendimiz (sav), sadece bir din tebliğcisi değil; aynı zamanda bir devlet kurucusudur. Medine Vesikası ile çok dinli, çok unsurlu bir toplumu adalet temelinde organize etmiş; savaş, barış, maliye, hukuk gibi her alanda örnek bir yönetim sergilemiştir. Onun siyaseti; kul hakkını gözeten, adaleti merkeze alan, tevazuyu üstün gören ve gücünü Allah’a kulluktan alan bir siyasetti.
Ne yazık ki onun vefatından sonra, hilafet meselesiyle başlayan tartışmalar, siyasetin ümmetin içinden hikmeti ve vahiy eksenli birlik ruhunu nasıl zedeleyebileceğini göstermiştir. İlk üç halife dönemi, adalet ve takva ile ayakta dururken, sonrasında ihtilaflar, kan dökmeler ve ayrılıklar ümmeti derinden yaralamıştır.
Saltanatın Gölgesinde Kayıp Bir Hilafet
Emevîler ile birlikte hilafet, bir “hanedan” meselesine dönüştü. Siyaset, ehliyet değil nesep merkezli şekillenmeye başladı. Abbasîler, ilmi teşvik etti ama iç kargaşalar, Batınî hareketler ve Moğol istilalarıyla çöküşe sürüklendi.
Osmanlılar, bir süre siyaseti adaletle yönettiler. “Adalet mülkün temelidir” anlayışı, uzun bir dönem hâkim oldu. Lakin son dönemlerde Batı karşısında gerileme, içeride yozlaşma ve halkla kopukluk, siyasal çöküşü hızlandırdı. Hilafetin 1924’te kaldırılması ise sadece bir yönetim biçiminin değil, aynı zamanda ümmetin manevi bağının kopuşuydu.
Modern Dönem: Batı’nın Gölgesinde İslami Kimlik
İslam dünyası, 20. yüzyıl boyunca Batı tarafından şekillendirilen siyasal sistemlerin kıskacında kaldı. Krallıklar, darbeler, kukla yönetimler, petrol üzerine kurulu siyasetler ve mezhep üzerinden bölünmüş coğrafyalar… Halklar din adına ayağa kalktı, ama çoğu zaman iktidara gelenler ya dış güdümlüydü ya da dine sarılır gibi yapıp dünyevîleşmenin pençesinde kaldılar.
İslam dünyasında çoğu yönetici, halkı için bir Musa olamadı; ama Firavunlara benzemeye başladı. Dini kendi iktidarına alet eden, muhalefeti susturan, adaleti taraftar için işleten bir siyaset anlayışı, ümmetin ruhunu yaraladı.
Hikmetli Sonuçlar ve Derin İbretler
1. Siyaset, güç için değil adalet için yapılırsa bereket doğar. Hz. Ömer’in adaleti, tarihte hâlâ hayranlıkla anılır.
2. İman ile yoğrulmayan siyaset, insanı zelil eder. İslam dünyasında yöneticilerin çoğu Batı’ya muhtaç hale geldiğinde, zillet de peşinden geldi.
3. Ehliyet terk edilirse, ümmet istikametini kaybeder. Din kisvesi altında yapılan zulümler, genç nesillerde dine karşı soğuma oluşturdu.
4. Siyasi liderler, ümmetin aynasıdır. Onlarda hikmet yoksa, toplumda birlik kalmaz.
Çıkış Nerede?
Bugün ümmet yeniden sormalı: Siyaset bizim neyimizdir? Sadece iktidar için mi, yoksa hakkı ayakta tutmak için mi? Yönetim koltuk mu, yoksa omuzda bir emanet mi? Zira “İmam, çoban gibidir; sürüsünden sorumludur.” (Buhârî)
Siyaseti imanın hizmetine verenler Hz. Yusuf gibi iz bırakır. Ama siyaseti nefsin hizmetine verenler, Karun gibi hem servetiyle hem sarayıyla yerin dibine batar.
Son Söz:
Siyaset, ümmetin imtihanıdır. Ve bu imtihan, hâlâ devam etmektedir. Peygamberlerin mirası olan adaleti, emaneti, merhameti yeniden siyasetimizin temel taşı yapmadıkça; sandıklar dolsa da gönüller boş, şehirler süslense de adalet suskun kalacaktır.
Ve unutulmamalı: “Bir millet kendini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez.” (Ra’d, 11)
“Zulümle abad olanın, âkıbeti berbâd olur.” (Halk arasında darb-ı mesel olmuş bir hakikat)
Giriş: Sessizlerin Sesi, Gönüllerin Yükü
Her çağda zalimler olmuştur, mazlumlar da. Zalim, kudretli görünür; mazlum, çaresiz. Ama hakikat görünenden ibaret değildir. Çünkü Allah, mazlumun yanındadır. Ve mazlumun ahı, arşı titretir.
1. Mazlumun Ahı: Görünmeyen Bir Duanın Gücüdür
Bir kalp kırılırsa, gökte bir hesap açılır. Bir göz yaşarsa, melekler şahittir. Bir mazlum sabırla Allah’a dönerse, o sessizlik içinde feryadın en yücesi gizlidir.
Efendimiz (s.a.v) buyurur:
> “Mazlumun bedduasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.” (Buhârî, Mezâlim, 9)
Bu şu demektir: Mazlumun duası, zaman tanımaz. Mekân aşar. Zalimden hesap sormak için ilâhî adaletin tokmağını harekete geçirir.
2. Mazlumla Yaşayan İnsan: Kalbi Merhametle Atan Bir Nebî Vârisidir
Mazlumla beraber olmak, sadece yanında durmak değildir. Mazlumu yüreğinde taşımaktır. Adaleti, vicdanı, insafı kalbine mihenk yapmaktır. Zulme alkış tutmamak, haksıza meyletmemek, susarak zalime ortak olmamaktır.
Kur’an şöyle uyarır:
> “Zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.” (Hûd, 113)
Mazlumla yaşayan insan:
Hakkın tarafındadır.
Zarar görse de doğruyu söyler.
Yalnız kalsa da eğilmez.
İyiliği emreder, kötülükten sakındırır.
İşte o insan, Allah’ın yeryüzündeki şahitlerindendir.
3. Zalim: Işığı Sönmüş Bir Kandildir
Zalim, gücünü hak yerine haksızlıkta kullanan kimsedir. Ama bilmez ki:
Güç fanidir.
Dünya geçicidir.
Zulüm, en büyük aldanıştır.
Bir zalimin en karanlık hâli, vicdanını susturup zulmü hak zannetmesidir. Işığı söner, kalbi kararır, merhameti kurur.
Tarih boyunca nice zalimler geldi geçti: Nemrutlar, Firavunlar, Haccac’lar, Ebu Cehil’ler…
Hepsi yıkıldı. Mazlumların gözyaşı, onların saraylarını çürüttü. Ve hepsinin ismi, lanetle anıldı.
4. Mazlumun Ahi: Zalimden Daha Etkilidir
Zalim emreder, mazlum dua eder. Zalim tehdit eder, mazlum sabreder. Ama sonunda Allah sabredenlerin yanındadır.
Mazlumun ahı, bir kibrit gibi zalim saraylarını tutuşturur. Ve ilâhî kader, zulmün saltanatını yerle bir eder.
“Zalim kimseye mühlet verilir, ama ihmal edilmez.” (Beyhakî, Şuabü’l-İman)
Zaman adaletle döner. Mazlumun suskunluğu geçicidir. Ama Allah’ın adaleti, mutlaktır.
5. Zalimden Taraf Olan da Onunla Yanar
Zalimi alkışlayan, ona destek olan, haksızlığı görüp susan; o da zulme ortaktır. Bu ortaklık, sadece sözle değil, niyetle de olur.
Bir söz vardır:
“Zulüm sadece kılıçla olmaz; suskunlukla da yapılır.”
O yüzden Allah, bir toplumu helâk ederken sadece zalimleri değil, onların sessiz destekçilerini de hesaba çeker:
> “İçinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayacak bir fitneden sakının.” (Enfâl, 25)
Sonuç: Mazlumdan Yana Olmak, Allah’tan Yana Olmaktır
Mazlumu sevmek, zalimi terk etmek; bir tercihtir. Bu tercih, dünyada izzet, ahirette saadet getirir.
Mazlumun kalbinde Allah’a giden bir yol vardır. Zalimin kalbinde ise kibir ve korkunun yankısı.
Bir insan ya mazlumla yaşar ve dua alır… Ya da zalime uyar ve beddua altında kalır.
Dua ile bitirelim:
“Ey adaletin sahibi Allah’ım! Bizi zalimlerden değil, mazlumlardan eyle. Zulme sessiz kalanlardan değil, hakkı ayakta tutanlardan eyle. Kalbimizi merhametle, dilimizi hakikatle, yolumuzu adaletle aydınlat. Âmin.”