TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

YÜZ YIL ÖNCE ABDÜLHAMİD GİTSİN DE NE OLURSA OLSUN DİYENLERİN KİRLİ VE ŞAİBELİ ÇOCUKLARI, AYNI OYUNU SAYIN ERDOĞAN İÇİN OYNUYORLAR.

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

Tarih, insanlığın ders çıkarması gereken en büyük öğretmendir. Ancak ne yazık ki, tarih sahnesinde defalarca yaşanan hatalar tekrar edilmekte, geçmişin ibretlik hadiseleri göz ardı edilmektedir. Bugün, yüz yıl önce Sultan II. Abdülhamid Han’a karşı düzenlenen oyunların, benzer şekilde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı da sahneye konduğunu görmek, tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir.

ABDÜLHAMİD HAN VE DÜŞMANLARI

Osmanlı Devleti’nin en zor dönemlerinden birinde tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Batı dünyasının ve içerdeki işbirlikçilerinin hedefi haline gelmişti. Osmanlı’yı parçalamak isteyen emperyalist güçler, içerden ve dışardan yürüttükleri propagandayla Abdülhamid’i devirmek için yoğun bir çaba sarf ettiler. “İstibdatçı” yaftasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışılan Sultan, oysa büyük bir denge siyaseti yürüterek devleti 33 yıl boyunca ayakta tutmuştu. Ancak onun “gitsin de ne olursa olsun” diyenler, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan 31 Mart Vakası ve İttihatçıların basiretsiz yönetimiyle devleti felakete sürüklediler.

ERDOĞAN VE BENZER SENARYOLAR

Bugün de benzer bir tablo ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, küresel güçlerin, Türkiye üzerindeki planlarını bozan, bağımsız bir Türkiye idealiyle hareket eden bir lider olarak, tıpkı Abdülhamid gibi hedef tahtasına oturtulmuştur. Onun siyasi liderliği döneminde Türkiye, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan büyük atılımlar yapmış; savunma sanayiinde bağımsızlık yolunda önemli adımlar atmış; uluslararası arenada söz sahibi bir ülke haline gelmiştir. Ancak Batı’nın ve onların içerideki uzantılarının, bu yükselişten rahatsız olduğu aşikârdır.

Bugün “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diyenlerin, aslında bir Türkiye projesinden ziyade, bir yıkım projesinin savunucuları olduğu açıktır. Tıpkı Sultan Abdülhamid döneminde olduğu gibi, ülkeyi kaosa sürükleme pahasına bir lideri devirmeyi hedefleyen bu çevreler, geçmişin acı tecrübelerinden hiçbir ders almamış gibi hareket etmektedirler.

İBRET ALINMALI

Tarihte yapılan hatalar, milletlerin hafızasında canlı tutulmalı ve tekrar edilmemelidir. Sultan Abdülhamid Han’ın devrilmesi, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmış ve büyük bir imparatorluğun parçalanmasına yol açmıştır. Eğer bugün de benzer hatalar tekrarlanırsa, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi zarar görebilir ve emperyalist planların ekmeğine yağ sürülmüş olur.

Bu yüzden millet olarak geçmişin hatalarından ders almak zorundayız. Kendi içimizde ayrışmadan, dış güçlerin oyunlarına gelmeden, Türkiye’nin menfaatlerini ön planda tutarak hareket etmek, hem bugünü hem de geleceği inşa etmek açısından elzemdir.

SONUÇ

Sultan II. Abdülhamid’i devirmek için yürütülen propagandalar ve ihanetler, Osmanlı’nın felaketiyle sonuçlandı. Bugün de benzer bir oyun sahnelenmekte ve Sayın Erdoğan üzerinden Türkiye’nin geleceği hedef alınmaktadır. Millet olarak uyanık olup, tarihten ders almak ve aynı hataları tekrar etmemek, ülkemizin geleceği için hayati bir önem taşımaktadır.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

Hak ve Hukuk haksız yolla ve haksız yoldan terörle aranmaz.
Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı.

İnsanlık tarihi, haklı bir amacı gerçekleştirmek için gayrimeşru yolları tercih edenlerin hüsranıyla doludur. Hak ve hukuk, adalet ve merhamet gibi kavramlar, ancak meşru yollarla arandığında kıymet kazanır. Aksi takdirde, ne elde edilen sonuç kalıcı olur ne de gerçek bir adalet sağlanır.

Hak Arayışında Meşruiyet

Hak, insanın en doğal ihtiyacıdır. Ancak hak arayışında kullanılan yol ve yöntemler, hak kadar önemlidir. Haksız bir yolla hak iddia etmek, içinden çıkılmaz bir kaosa sebep olur. Tarih, nice toplumların, meşru olmayan yöntemler nedeniyle yıkıma uğradığını göstermektedir. Adalet, haksızlıkla sağlanamaz; zulümle hak elde edilmez.

Örneğin, mazlum olduğunu düşünen bir birey ya da toplum, hakkını almak için haksız yöntemlere başvurursa, zamanla zalimleşir. Bugün “terör” olarak adlandırılan birçok hareketin, başta bir hak arayışıyla başladığı ancak zamanla haksızlığa dönüştüğü görülmektedir. Hak talebi, hukuk çerçevesinde ve meşru yollarla yapıldığında anlamlı ve uzun ömürlü olur.

Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı

Öfke ve hırçınlık, adaletin düşmanıdır. İnsan öfkelendiğinde muhakeme kabiliyetini kaybeder ve yanılmalara düşer. Adalet terazisi, ancak sükûnetle ve hikmetle dengede tutulabilir.

Şu hakikat bunu en güzel şekilde ifade eder:

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, haksızlığa karşı susmamanın, haksız yöntemlere başvurmayı gerektirmediğidir. Haksızlıkla mücadele etmek, ancak adaletin kılavuzluğunda gerçekleşirse anlamlı olur.

Bir toplumun hırçınlaşması, onun çözüm üretme kabiliyetini yok eder. Çatışma ve kaos içinde yaşayan bir millet, ne kendine ne de başkalarına fayda sağlayabilir. Oysa adalet ve hukuk çerçevesinde hareket eden toplumlar, sadece kendileri için değil, insanlık için de örnek olur.

Hikmetli Bir Kıssa

Bir rivayette; Bir gün bir adam, Hz. İbrahim’in yanına gelir ve sorar:

“Ey İbrahim! Ben çok fakirim, açım. Bana yardım eder misin?”

Hz. İbrahim, ona yiyecek vermek ister fakat adam, Allah’ı inkâr ettiğini söyleyince, Hz. İbrahim ona yardım etmekten vazgeçer. Adam oradan ayrılır ve Allah, Hz. İbrahim’e şöyle vahyeder:

“Ey İbrahim! Ben o inkârcıya 70 yıl rızık verdim. Sen bir öğün yemeği ona çok mu gördün?”

Bu kıssa, adalet ve merhametin, kişinin inancı ve görüşü ne olursa olsun herkese şamil olması gerektiğini gösterir. Eğer bir insanın hak talebi gerçekten haklıysa, ona meşru yollarla destek olmak gerekir. Haksız yöntemleri benimsemek, sadece hak arayanı değil, toplumu da karanlığa sürükler.

Sonuç

Meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Haksız bir yöntemle elde edilen sonuç, ne kadar haklı görünse de aslında adaletsizliği doğurur. Toplumların huzur içinde yaşayabilmesi için, bireylerin ve kurumların adalet, merhamet ve hikmet prensiplerinden ayrılmamaları gerekir. Öfke ve hırçınlık, ancak akıl ve sabırla dizginlenirse, gerçek adalet ve huzur sağlanabilir.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

Gündemde yerli mallarını boykot etmek için hastalıklı bir zümre tarafından Boykot yapma çağrısı ile iki şey yapılmaktadır;
1. Türkiye’yi ekonomik yönüyle çökertmeye çalışmak.
2. İstanbul Belediyesinde olan büyük yolsuzluk ve terör olaylarını örtbas etmek.
Bu olumsuzluktan olumlu sonuçlar çıkarılabilir.
Şöyle ki; 15 Temmuzda devlet bu işgale ortak olanları tesbit edip, önemli çapta bağırsaklarını temizledi.
Şimdi ise yapılacak boykot ile de geriye kalan kalıntılarından da temizlenebilir.

Konuyu detaylandıracak olursak;

Son günlerde bazı hastalıklı zümreler tarafından başlatılan yerli malı boykot çağrısı, ülkemiz açısından derin anlamlar taşımaktadır. Bu tür eylemler, yalnızca bireysel tepkilerden ibaret değildir; aksine, daha büyük bir planın ve oyunun parçası olma ihtimali yüksektir. Bu boykot çağrılarının iki temel amacı göze çarpmaktadır:

1. Türkiye’yi Ekonomik Olarak Çökertme Çabası

Ülkemizin ekonomik bağımsızlığı, milli üretime ve yerli firmalara verilen destekle mümkün olabilmektedir. Yerli üretimin ve milli sermayenin baltalanması, doğrudan ülke ekonomisine zarar vermeyi hedefleyen bir stratejidir. Özellikle küresel güçlerin baskısı altında, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık mücadelesi vermesi bazı çevreleri rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık, yerli üreticilere karşı boykot kampanyaları ile kendini göstermektedir.

2. Büyük Yolsuzluk ve Terör Olaylarını Örtbas Etme Girişimi

Son zamanlarda, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yaşanan yolsuzluk ve terörle bağlantılı iddialar, kamuoyunun gündemindedir. Ancak, bu skandalların üzerinin örtülmesi ve dikkatlerin başka yöne çekilmesi amacıyla sistematik bir algı operasyonu yürütülmektedir. Yerli malları boykot çağrıları da bu algı oyunlarının bir parçası olmaktadır. Halkın, ekonomik savaşla meşgul edilerek gerçek problemlerden uzaklaştırılması hedeflenmektedir.

Tarihten Bir Ders: 15 Temmuz ve Bugünkü Durum

15 Temmuz hain darbe girişiminde de benzer bir süreç yaşanmıştı. Devlet, bu hain kalkışmaya destek veren unsurları tespit ederek, büyük bir temizlik hareketi başlattı. Ancak, hala bazı kalıntılar ve gizli yapılanmalar varlığını sürdürüyor olabilir. Bugün yaşanan boykot girişimi de, bu kalıntıların kendini açığa çıkarma fırsatıdır. Bu süreç, aynı zamanda ülke menfaatlerine aykırı hareket edenleri tespit etmek için bir turnusol kağıdı niteliğinde olabilir.

Sonuç: Milli Birlik ve Şuurla Hareket Etmeliyiz

Her kriz, aynı zamanda bir fırsattır. Türkiye’ye zarar vermeye çalışanların oyunlarını bozmanın en etkili yolu, milli birlik ve beraberlik içinde hareket etmektir. Yerli ve milli ürünleri desteklemek, ekonomik bağımsızlığımıza sahip çıkmak anlamına gelir. Gündemdeki şaibeli olayların unutulmaması, adaletin yerini bulması için toplumun bilinçli olması gerekmektedir.

Tarih boyunca milletimizin karşısına pek çok engel çıkarılmıştır. Ancak her seferinde kaderin adalet terazisi işlemiş ve milletimizin feraseti galip gelmiştir. Bugün de aynı bilinç ve şuuru kuşanarak, ülkemize yönelen her türlü tehdide karşı akılcı, sabırlı ve dirayetli bir duruş sergilemeliyiz.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

İnsanlık tarihi boyunca birlik ve beraberlik içinde yaşamak kadar, farklılıkların ve uyumsuzlukların çatışmaya yol açtığı dönemler de olmuştur. Kan ve doku uyuşmazlığı tıbbi bir kavram olarak bilinse de, toplumlar arası ilişkilerde de kendini gösteren derin bir metafor olarak karşımıza çıkar. Tarih boyunca milletlerin, toplumların ve bireylerin yaşadığı çatışmalar, aslında bir nevi bu uyuşmazlığın sosyal yansımalarıdır.

Tarih Boyunca Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Kan uyuşmazlığı tıbbi bir gerçeklik olarak bireyin yaşamını tehdit edebilir; ancak aynı zamanda tarih sahnesinde milletler arasındaki ideolojik ve kültürel ayrışmaları da temsil eder. Roma İmparatorluğu’nda barbar kavimlerle yaşanan uyumsuzluklar, Osmanlı’nın çok milletli yapısı içerisinde denge kurma çabaları ve Fransız Devrimi sonrası aristokrasi ile halk arasındaki gerilimler, bu uyuşmazlığın tarihi örnekleridir.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük medeniyetler, farklı din, dil ve kültürlerden gelen insanların bir arada yaşayabildiği hoşgörü politikaları geliştirmiştir. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ulus-devlet anlayışı, toplumların kan ve doku uyuşmazlığı yaşadığı dönemlerin artmasına neden olmuştur. Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da yaşanan etnik ve dini ayrışmalar, bu uyuşmazlığın en trajik örneklerindendir.

Modern Dünyada Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Günümüzde toplumlar arasında giderek büyüyen sosyal ve kültürel bölünmeler, kan ve doku uyuşmazlığının yeni bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı etnik köke mensup olanlar, dini inançlar veya siyasi görüşler nedeniyle yaşanan bölünmeler, adeta bir vücuttaki organ reddi gibi toplumları zayıflatmaktadır. 20. ve 21. yüzyılda yaşanan iç savaşlar, göç krizleri ve küresel terör olayları, bu uyuşmazlığın en acımasız tezahürleri olmuştur.

Toplumlar, tıpkı bir insan bedeni gibi birbirine bağlı unsurlardan oluşur. Farklılıklar, sağlıklı bir dengenin korunmasına yardımcı olabilirken, aşırı reddediş ve ötekileştirme toplumu kangren hâline getirebilir. Günümüzde medyanın, sosyal medya platformlarının ve politik söylemlerin de etkisiyle, bireyler arasında tahammülsüzlük giderek artmaktadır. Bu, yalnızca bireysel düzeyde değil, uluslararası arenada da kan ve doku uyuşmazlığının bir yansımasıdır.

İbretlik Dersler ve Çıkış Yolları

Tarih boyunca yaşanan bölünmelerin ve çatışmaların sonuçları, insanlığa derin ibretler sunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin millet sistemi, Endülüs’teki İslam hoşgörüsü, Gandhi’nin barışçıl direnişi gibi örnekler, toplumların kan ve doku uyuşmazlığını nasıl aşabileceğine dair ipuçları vermektedir.

Birlikte yaşamanın ve farklılıkları bir zenginlik olarak görmenin, toplumsal huzurun anahtarı olduğu açıktır. Tarihten ders alarak, bireyler ve toplumlar arasında empatiyi artıran, uzlaşmayı teşvik eden adımlar atılmalıdır. Eğitim sistemleri, medya ve siyaset, bu konuda daha sorumlu davranmalı ve ayrıştırıcı değil, birleştirici bir rol üstlenmelidir.

Sonuç olarak, kan ve doku uyuşmazlığı sadece tıbbi bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihî bir gerçektir. Bu uyuşmazlığı aşmanın yolu, geçmişten ders almak ve farklılıklarımızı uyumsuzluk değil, bir tamamlayıcılık olarak görmektir. Ancak bu şekilde, toplumlar kendi bünyelerinde sağlıklı bir dengeyi koruyabilir ve geleceğe daha umutla bakabilirler.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

Tevrat ve İncil’de, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair işaretler olduğu İslam alimleri tarafından ifade edilmiştir. Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında doğrudan ismi geçmese de, bazı ayetlerin onun peygamberliğine işaret ettiği belirtilir. İşte bazı örnekler:

Tevrat’ta Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Tesniye (Yasa) 18:18
“Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi söyleyecek.”

Bu ayetin, Hz. Musa’ya benzer bir peygamberi haber verdiği ve bu kişinin Hz. Muhammed olduğu ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsrailoğullarının kardeşi olan İsmailoğullarından gelmektedir.

2. Tesniye (Yasa) 33:2
“Rab, Sina’dan geldi, Seir’den onlara doğdu, Paran dağından parladı.”

Burada Sina Hz. Musa’ya, Seir Hz. İsa’ya, Paran ise Mekke bölgesine işaret eder. Paran Dağı, Hz. İsmail ve soyunun yaşadığı yer olarak bilinir. Bu da Hz. Muhammed’e bir işaret olabilir.

3. Yeşaya 42:1-13

Bu bölümde “Kulu”ndan bahsedilir ve bu kişinin Arabistan’da ortaya çıkacağı belirtilir. Özellikle 11. ayette “Kedar halkı sevinçle haykırsın” ifadesi geçer. Kedar, Hz. İsmail’in oğludur ve onun soyundan gelenler Araplar’dır.

İncil’de Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Yuhanna 14:16
“Ben Babadan dileyeceğim ve O size başka bir Paraklit (Yardımcı) verecek; sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye.”

Hristiyanlar bu kelimenin Kutsal Ruh’u işaret ettiğini söylese de, İslam alimleri burada Hz. Muhammed’in müjdelendiğini savunurlar. Çünkü “Paraklit” kelimesinin “öven, metheden” anlamındaki “Ahmed” kelimesine karşılık geldiği düşünülmektedir.

2. Yuhanna 16:7-14
“Size gerçeği söylüyorum: Benim gidişim sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem, Yardımcı (Paraklit) size gelmez. Ama gidersem, Onu size gönderirim.”

Hz. İsa’dan sonra gelecek olan kişinin Hz. Muhammed olduğu görüşü ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsa’dan sonra gönderilen bir peygamberdir ve onun geleceği İncil’de haber verilmektedir.

3. Matta 21:43
“Tanrı’nın Egemenliği sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştiren bir ulusa verilecektir.”

İsrail oğullarından alınan peygamberlik, İsmailoğullarından olan Hz. Muhammed’e ve ümmetine verilmiştir.

Bu ayetler, İslam alimleri tarafından Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiğine dair delil olarak yorumlanmaktadır. Ancak Yahudi ve Hristiyan alimleri genellikle farklı yorumlar yapmaktadır. İslam kaynakları ise Kur’an’ın şu ayetiyle bu bilgileri destekler:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Araf Suresi, 157)

@@@@@@@

KURAN-I KERİM VE HADİSİ ŞERİFLERDE PEYGAMBERİMİZDEN BAHSEDİLDİĞINİ İFADE EDEN BEYANLAR

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği, üstün vasıfları ve insanlığa rahmet olarak gönderildiği birçok kez ifade edilmiştir. İşte bazı önemli ayetler ve hadisler:

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Onun Peygamber Olarak Gönderilişi
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 40)

Bu ayette Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu açıkça belirtilmiştir.

2. Onun Âlemlere Rahmet Oluşu
“(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)

Hz. Muhammed’in insanlık için bir rahmet olduğu ifade edilmektedir.

3. Onun Ümmetine Örnek Oluşu
“Andolsun ki, Allah’ın Resûlü sizin için; Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb, 21)

Peygamberimiz (s.a.v.), müminler için en güzel örnektir.

4. Onun Tevrat ve İncil’de Müjdelenmesi
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Resûl’e, o ümmî Peygamber’e uyarlar…” (A’râf, 157)

Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiği belirtilmektedir.

5. Ona İtaat Etmenin Allah’a İtaat Olması
“Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)

Allah’a itaat, Hz. Muhammed’e uymaktan geçmektedir.

6. Peygamberimize Salavat Getirilmesi
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 56)

Bu ayet, Müslümanların Hz. Muhammed’e salavat getirmesi gerektiğini bildirmektedir.

Hadîs-i Şerîflerde Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Peygamber Efendimizin Son Peygamber Olduğu
“Benimle peygamberlerin durumu şuna benzer: Bir adam güzel bir bina yapar, fakat bir tuğlası eksik kalır. İnsanlar o binayı gezer, hayran olur ve derler ki: ‘Keşke şu eksik tuğla da konulsaydı!’ İşte ben o eksik tuğlayım ve peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedâil 22)

2. Onun Ümmeti İçin Bir Rahmet Olduğu
“Ben lanet edici olarak değil, ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr 87; Ahmed b. Hanbel, 2/367)

3. Ona Sevgi ve Bağlılığın Gerekliliği
“Hiçbiriniz, ben ona babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (kâmil manada) iman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70)

4. Onun Şefaati
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 31; Tirmizî, Kıyâmet 11)

5. Onun Mütevazı Kişiliği
“Ben sadece bir kulum, kul gibi yer ve kul gibi otururum.” (Ebû Dâvûd, Et’ime 16; İbn Mâce, Et’ime 30)

6. Ona İtaat Etmenin Önemi
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, Emâre 32)

Bu ayet ve hadisler, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah tarafından seçilmiş bir peygamber olduğunu, onun örnek alınması gerektiğini ve ona uymanın Allah’a itaate eşdeğer olduğunu vurgulamaktadır. Peygamberimiz hakkında daha fazla detay isterseniz belirli bir konuya yoğunlaşabiliriz.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

CEHENNEM ODUNU

CEHENNEM ODUNU

Cehenneme Yuvarlanan Taş ve Nur-u Adîl: Bir Mukayese

Bir gün, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) huzurunda ani ve derin bir gürültü duyulmuştu. Rahmet Peygamberi (s.a.v) buyurdu ki: “Bu ses, yetmiş senedir yuvarlanıp nihayet Cehennem’in dibine düşen bir taşın sesidir.” Bu sözden bir saat kadar sonra haber geldi ki, yetmiş yaşında meşhur bir münafık vefat etmişti. Bu hadise, Resulullah’ın (s.a.v) beliğ bir temsille beyan ettiği hakikatin ne derece kuvvetli bir işaret olduğunu gösterdi.

Bu olay, insanın akıbeti üzerine derin ibretler barındırmaktadır. Şimdi bu hakikati, nur-u adil yani adaletin ve hakikatin nuru ile mukayese ederek, hikmetini derinlemesine inceleyelim.

1. İnsan Ömrü ve Amellerin Birikimi

İnsan ömrü, bir nehir gibi akar ve sonunda sonsuzluk denizine ulaşır. Bu akış esnasında insan, kendi iradesiyle ya hayra ya da şerre yönelir. Yetmiş sene boyunca süren bir düşüş, aslında bir insanın dünya hayatında saplandığı bataklığın, ahiretteki yansımasıdır. Münafıklık, nifak tohumu ekenlerin, kalplerinde çifte standart taşıyanların ve hakikate ihanet edenlerin bir nevi ruhî çöküşüdür. Böyle kimseler, dünya hayatında istedikleri kadar yüksekte görünmeye çalışsalar da, aslında amelleriyle yavaş yavaş cehenneme doğru yuvarlanmaktadırlar.

2. Nur-u Adîl: Adaletin Nuru ve İlahi Mizanın Tecellisi

Adalet, kâinatın en temel kanunudur. Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm sıfatları, aynı zamanda Adil ismiyle tecelli eder. Münafıklık, adaletin zıddıdır; çünkü bir insanın suretiyle başka, siretiyle başka olması, dengeyi bozan bir iki yüzlülüktür. Nur-u Adîl, hakikatin perdelerini aralayan ve adaleti tecelli ettiren bir ilahi nurdur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) haber verdiği gibi, zulüm ve nifakla ömür tüketen kimselerin, sonunda adalet terazisinde tartılarak Cehenneme düşmeleri mukadderdir.

3. Cehenneme Yuvarlanan Taşın Mesajı

Bu hadisenin bize verdiği en önemli mesajlardan biri, hiçbir amelin gizli kalmayacağıdır. Bir münafığın yetmiş yıl boyunca bâtıl içinde yaşaması, onun sinsiliğinin ve iki yüzlülüğünün bir göstergesidir. Ancak ne kadar kaçarsa kaçsın, ilahi adalet şaşmaz. Dünyada süregelen yanlış bir hayat tarzı, ölümle birlikte hakikatin sert duvarına çarpar ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girilir. İşte bu düşüş, bir taşın cehennemin dibine varması gibi dehşetli ve kaçınılmazdır.

4. İnsan İçin Bir Uyarı: Kendini Nereye Yuvarlıyorsun?

Bu hadise, her insan için büyük bir muhasebe vesilesidir. Kendi amellerimizi düşündüğümüzde, acaba biz de yanlış bir yolda sürükleniyor muyuz? Yoksa adalet ve nur yolu üzere miyiz? Her insan, yaşadığı hayata göre ya yükselmekte ya da düşmektedir. Nifak, riya, yalan ve ihanet gibi sıfatlarla yaşamak, insanı hızla aşağı çeker. O yüzden, kişinin kendisine şu soruyu sorması gerekir:

“Ben nereye yuvarlanıyorum?”

Sonuç: İki Yol, İki Akıbet

Hadis-i şerifte geçen bu hikmetli olay, münafıklığın içyüzünü ve ahiretteki neticesini açıkça göstermektedir. İlahi adalet her şeyi yerli yerine koyar; zulmü ve nifakı ebedi ateşle cezalandırırken, samimiyet ve ihlası cennetle mükafatlandırır. Bizler de her an kendi hayatımızı sorgulamalı, hakikatin ve nur-u adilin peşinde olmalıyız. Çünkü her nefis, kendi sonunu inşa etmektedir.

Allah bizleri hak yolda sabit kılsın ve cehenneme yuvarlanan taşlardan olmaktan muhafaza eylesin. Âmin!

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam tarihi boyunca, bazı imanî meseleler Müslümanlar arasında farklı yorumlara yol açmış ve çeşitli mezheplerin oluşmasına sebep olmuştur. Ancak Ehl-i Sünnet anlayışı, bu tartışmalı konulara Kur’an ve Sünnet ekseninde sağlam ve dengeli bir cevap vermiştir. Bu makalede, İslam’da tartışılan başlıca imanî konular ele alınacak ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar özetlenecektir.

1. İMAN-AMEL İLİŞKİSİ

Tartışma:

İman ve amel arasındaki ilişki, tarih boyunca tartışılan konulardan biri olmuştur. Bazı mezhepler, ameli imanın bir parçası olarak kabul etmiş ve büyük günah işleyenleri iman dairesinden çıkmış saymıştır (Haricîler). Diğer bazı gruplar ise, amelin imandan tamamen bağımsız olduğunu savunmuştur (Mürcie).

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, iman kalpte tasdik, dilde ikrar ve amelle bütünleşen bir bütündür. Ancak amel imanın bir parçası değildir. Büyük günah işleyen kişi fasık olur ama dinden çıkmaz. Eğer günahını helal sayarsa, o zaman imanını kaybeder. Bu denge, Kur’an ve Sünnet’e en uygun görüştür.

Delil:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka günahları dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

Bu ayet, büyük günah işleyen kişinin kâfir değil, günahkâr olduğunu gösterir.

2. KADER VE İNSANIN HÜRRİYETİ

Tartışma:

Kader konusunda Müslümanlar arasında iki aşırı görüş ortaya çıkmıştır:

Cebriyye: İnsan tamamen kaderin mahkûmudur, özgür iradesi yoktur.

Mutezile (Kaderiyye): İnsan tamamen özgürdür, kader diye bir şey yoktur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, insanın iradesi ile kaderin varlığını dengeleyen bir görüş benimsemiştir. İnsan irade sahibidir ve yaptığı fiillerden sorumludur, ancak her şey Allah’ın bilgisi ve yaratmasıyla olur.

Delil:
“Gerçek şu ki biz insana doğru yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)

Bu ayet, insanın iradesi olduğunu ancak Allah’ın kaderinin de geçerli olduğunu gösterir.

3. ALLAH’IN SIFATLARI

Tartışma:

Allah’ın sıfatları konusunda Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasında görüş ayrılıkları olmuştur.

Mutezile: Allah’ın zatıyla sıfatları aynıdır; yani Allah’ın ilmi, kudreti, kelâmı gibi sıfatlar ayrı varlıklar değildir.

Ehl-i Sünnet: Allah’ın sıfatları zatından ayrı şeyler değildir ama mevcuttur ve ezelîdir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Allah’ın sıfatları vardır ve zatına uygun şekilde bulunur. Allah bilir, görür, işitir, diler, konuşur ve her şeye gücü yeter.

Delil:
“O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/282)

Bu ve benzeri ayetler, Allah’ın sıfatlarının varlığını ispat eder.

4. RU’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESİ)

Tartışma:

Allah’ın ahirette müminler tarafından görülüp görülemeyeceği tartışmalı bir konudur.

Mutezile: Allah’ın görülmesi mümkün değildir.

Ehl-i Sünnet: Cennet’te müminler Allah’ı görecektir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, müminlerin ahirette Allah’ı göreceğini kabul eder. Ancak bu görme, dünya şartlarında anlaşılan bir görme değil, ahirete uygun bir görme olacaktır.

Delil:
“O gün birtakım yüzler parlaktır. Rablerine bakacaklardır.” (Kıyamet, 75/22-23)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadisinde “Siz ayı açıkça gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz” (Buhârî, Tevhîd, 24) buyurmuştur.

5. ŞEFAAT MESELESİ

Tartışma:

Mutezile, şefaatin mümkün olmadığını savunurken, Ehl-i Sünnet şefaati kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Allah’ın izin verdiği kimseler ahirette şefaat edecektir. Ancak bu şefaat, sadece Allah’ın razı olduğu kişiler içindir.

Delil:
“Onlar O’nun izni olmadan şefaat edemezler.” (Enbiyâ, 21/28)

Hadislerde de, Peygamber Efendimiz’in büyük günah sahiplerine şefaat edeceği bildirilmiştir.

6. BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENİN DURUMU

Tartışma:

Haricîler: Büyük günah işleyen kâfirdir.

Mutezile: Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfir; “fâsık” isimli üçüncü bir kategoriye girer.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Büyük günah işleyen kişi müminlikten çıkmaz ama günahkâr olur. Eğer tövbe ederse affedilir. Eğer affedilmeden ölürse, Allah’ın takdirine bağlıdır.

Delil:
“Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başka (günahları) dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET İTİKADININ DENGESİ

Ehl-i Sünnet, imanî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak, dengeyi esas almıştır. Ne kaderi reddetmiş ne de insanı bir kukla gibi görmüştür. Ne ameli tamamen imanın bir parçası saymış ne de önemsiz görmüştür. Ne Allah’ın sıfatlarını inkâr etmiş ne de beşerî sıfatlarla tanımlamıştır.

Bu sebeple, Kur’an ve Sünnet çizgisinde, en sahih ve dengeli itikad Ehl-i Sünnet inancıdır.

Allah bizleri, doğru inanç üzere yaşayan, itikadı sağlam, şüphelerden uzak kullarından eylesin. Amin!

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZYHPII-7_WU

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam dininde ibadetler, muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve ahlaki konular gibi amelî meseleler, Müslümanların günlük hayatını şekillendiren önemli unsurlardır. Ancak, tarih boyunca bazı amelî konular Müslümanlar arasında farklı yorumlanmış ve mezheplerin oluşmasına yol açmıştır. Ehl-i Sünnet, bu konulara Kur’an ve Sünnet doğrultusunda en dengeli ve sahih cevapları vermiştir.

Bu makalede, İslam’da tartışılan bazı amelî konular ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar ele alınacaktır.

1. NAMAZIN TERK EDİLMESİ KİŞİYİ DİNDEN ÇIKARIR MI?

Tartışma:

Namaz kılmayan kişinin durumu İslam âlimleri arasında farklı şekillerde değerlendirilmiştir:

Haricîler ve bazı Hanbelî âlimler: Namazı terk eden kişi dinden çıkar.

Mutezile: Namazı terk eden kişi fasıktır ama kâfir olmaz.

Ehl-i Sünnet: Namazın farz olduğunu inkâr etmedikçe, tembellikten dolayı terk eden kişi dinden çıkmaz ancak büyük bir günah işlemiş olur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, namazı tembellikten terk eden kişi büyük günahkâr olur, ancak kâfir olmaz. Namazı kasten terk eden kişi Allah’ın gazabına uğrar ve tövbe etmezse ahirette büyük azaba düçar olur.

Delil:
“Şüphesiz ki namaz, müminler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” (Nisâ, 4/103)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Kul ile küfür arasında namazın terk edilmesi vardır.” (Müslim, İman, 82)

Bu hadis, namazın terk edilmesinin büyük bir tehlike olduğunu gösterse de, Ehl-i Sünnet âlimleri, “küfre yaklaştırır” anlamında yorumlamış ve kişinin tamamen dinden çıkmadığını belirtmiştir.

2. İMAMET (HALİFELİK) MESELESİ

Tartışma:

Şia: Halifelik, Allah tarafından belirlenen ve sadece Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlara ait bir görevdir.

Mutezile: Halifelik, en faziletli kişiye verilmelidir.

Ehl-i Sünnet: Halifelik, ümmetin biatı ve seçimiyle belirlenir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, halifelik (imamet) bir yönetim meselesidir ve ümmetin ortak kararıyla belirlenir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), açıkça bir isim bildirmemiş, sahabeler de Hz. Ebubekir’i biat yoluyla seçmişlerdir.

Delil:
Hz. Ömer (r.a.), halifeliği belirleme yetkisini bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu, imametin seçimle belirlenebileceğini gösterir.

3. TEVESSÜL (BİRİSİNİ ARACI KILARAK ALLAH’A DUA ETMEK)

Tartışma:

Vehhabiler: Tevessülü şirk olarak görür.

Şia: Tevessülü caiz görür ve aşırı bir şekilde uygular.

Ehl-i Sünnet: Tevessülü şirk saymaz ancak Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiğini vurgular.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, ölmüş veya diri bir peygamber ya da salih bir kulun hatırına Allah’tan bir şey istemek caizdir. Ancak, doğrudan o kişiden yardım istemek ve onu ilahlaştırmak şirk olur.

Delil:
Kur’an’da, Hz. Yakub’un oğullarına şöyle dediği bildirilir:
“Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim.” (Yusuf, 12/98)

Bu ayet, başkası adına dua etmenin ve tevessülün mümkün olduğunu gösterir.

Hz. Musa’nın 9 kere musibete düçar olan yahudilerin kendisine müracaat etmeleriyle dua edip belanın kalkması gibi.

4. MEZHEPLERİN GEREKLİLİĞİ

Tartışma:

Mezhepsizler (Reformistler): Mezheplerin gereksiz olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Mezheplerin, dini anlamada bir kolaylık sunduğunu kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Mezhepler, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayan sistemlerdir. Kendi başına ictihad yapamayanların, Ehl-i Sünnet mezheplerinden birine uyması en güvenli yoldur.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sahabeleri farklı meselelerde ictihada teşvik etmiş ve onların görüşlerine değer vermiştir. Mezhepler de bu ictihad anlayışının devamıdır.

5. TARİKATLER VE TASAVVUF

Tartışma:

Bazı Selefî gruplar: Tasavvufun bid’at olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Tasavvufu, Kur’an ve Sünnet’e uygun olduğu sürece kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Tasavvuf, insanın kalbini arındırmaya yönelik bir yöntemdir ve sahih kaynaklara dayandığında İslam’ın ruhuna uygundur. Ancak, bid’at içeren uygulamalardan kaçınılmalıdır.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zühd hayatını teşvik etmiş ve kalp tasfiyesinin önemini vurgulamıştır:
“Şüphesiz ki Allah sizin bedenlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 33)

6. KADINLARIN İMAMETİ (KADININ ERKEKLERE İMAM OLMASI)

Tartışma:

Bazı modernistler: Kadının erkeklere imamlık yapabileceğini savunur.

Ehl-i Sünnet: Kadınların erkeklere imamlık yapamayacağını belirtir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, kadınlar kendi aralarında imamlık yapabilir, ancak erkeklere imam olmaları caiz değildir.

Delil:
Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde kadınların camide bulunmasına izin verilmiş ama imam olmalarına müsaade edilmemiştir.

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET YOLU ORTA YOLDUR

Ehl-i Sünnet, amelî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak dengeli bir yol benimsemiştir. Ne ibadetleri aşırıya götürmüş ne de hafife almıştır. Ne tevessülü yasaklamış ne de istismar edilmesine izin vermiştir. Ne mezhepleri reddetmiş ne de mezheplerin dinin yerine geçmesine müsaade etmiştir.

Allah bizleri, Ehl-i Sünnet’in dosdoğru yolunda yürüyen, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Amin!

[1] https://www.youtube.com/watch?v=aP9_n-EFGI0

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

Dünyaya Göre Anne Karnı Ne ise, Ahirete Göre de Dünya Odur

İnsan, hayat yolculuğuna anne karnında başlar. Anne karnı, bebeğin fiziksel gelişimi için geçici bir mekândır. O daracık ve sınırlı alanda büyüyen bebek, doğduğunda kendini bambaşka bir dünyada bulur. İçinde bulunduğu yeni dünya, anne karnına kıyasla uçsuz bucaksızdır ve burada hayatın gerçek anlamını keşfetmeye başlar.

Tıpkı bunun gibi, insanın dünya hayatı da ahiret yolculuğunun bir hazırlık sürecidir. Dünya, ahirete kıyasla geçici, sınırlı ve fanidir. İnsan, burada ruhen ve bedenen gelişir, hayatın imtihanlarını yaşar ve ahirette ebedî bir hayat için hazırlanır. Ölüm, bu yolculuğun yeni bir safhasına geçiş kapısıdır.

Dünya: Sınav Yeri, Ahiret: Gerçek Yurt

Dünya, insanın sınandığı ve kendini geliştirdiği bir yerdir. Tıpkı anne karnındaki bebeğin, doğumdan sonra kullanacağı organlarını geliştirmesi gibi, insan da bu dünyada ahiret için gereken ruhî ve manevî donanımını kazanmalıdır.

Bir bebek, anne karnında gözleri olduğu halde göremez, ciğerleri olduğu halde tam anlamıyla solunum yapamaz. Fakat doğduğunda bu organların ne kadar hayati olduğunu anlar. Aynı şekilde insan da dünya hayatında bazı hakikatleri tam olarak idrak edemese de, ahirete geçtiğinde her şeyin anlamını kavrayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık gözlerin keskinleşmiştir.” (Kâf Suresi, 22) buyrularak, insanın ahirette hakikatleri daha net göreceği ifade edilir.

Fani Dünya, Baki Ahiret

İnsan, dünya hayatına aldanıp burada ebedî kalacağını zannetmemelidir. Dünya, ahirete giden yolun bir durağıdır. Nasıl ki bir anne, çocuğunu dokuz ay boyunca karnında taşır ve sonra onu gerçek dünyaya getirirse, ölüm de insanı dünya karnından alıp ahiret âlemine taşır.

Dünya nimetleri, göz alıcı ve cezbedicidir. Ancak bunlar, kalıcı değildir. Ahiretin sonsuz nimetleriyle kıyaslandığında, dünya hayatı tıpkı anne karnındaki hayat gibidir; dar, sınırlı ve geçicidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Benim dünya ile alâkam, bir yolcunun ağacın altında biraz gölgelenmesi, sonra orayı terk edip gitmesi gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Ahirete Açılan Kapı: Ölüm

Ölüm, yok oluş değil, sonsuz bir hayata açılan kapıdır. İnsan, bu kapıdan geçerken tıpkı doğumda olduğu gibi bilinmeyen bir âleme adım atar. Anne karnında doğumdan sonra olacakları bilmeyen bir bebek gibi, insan da ölümden sonra yaşayacaklarını tam olarak kavrayamaz. Ancak iman sahibi kimseler bilir ki, ölüm bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcıdır.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu sözleriyle açıklar:

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime)

Sonuç: Gerçek Hayata Hazır mıyız?

İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Ahiretin varlığına iman eden kişi, dünyayı bir hazırlık mekânı olarak görmeli, ahiret yurduna hazırlık yapmalıdır. Zira dünya geçici, ahiret ise ebedîdir. Dünya hayatında yapılan her şey, ahirette karşılık bulacaktır.

Nasıl ki doğacak bir bebeğin gelişimini tamamlaması gerekirse, insan da bu dünyada ahireti kazanacak şekilde yaşamalıdır. Çünkü insanın gerçek yurdu, sonsuz hayata açılan kapı olan ahirettedir. Dünya, sadece bir bekleme salonudur; asıl yaşam, ahirettedir. Peki biz, o sonsuz hayata ne kadar hazırız?

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

Çiçekler Baharda Açar: Toplumun Dirilişi ve İyi İnsanların Çoğalması

Toplumlar, insanlardan oluşur ve bireylerin ahlâkî ve manevî durumları toplumun genel yapısını belirler. Tıpkı tabiat gibi, toplumlar da zaman zaman baharı, bazen de çetin kışları yaşar. Bahar, dirilişin, uyanışın ve tazelenmenin mevsimidir. Kış ise zor zamanların, çetin imtihanların ve sabrın dönemi…

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri bu hakikati ne güzel anlatır:

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!” (Münazarat, Sualler ve Cevaplar)

Bu ifadeler, toplumların değişim sürecinde bir hakikati gözler önüne seriyor: Çiçeklerin açması için baharın gelmesi gerekir. Ancak baharı getirecek olanlar da o çiçekleri ekmeye gönüllü olan insanlardır.

Zor Zamanlar, Büyük İnsanları Yetiştirir

Tarih boyunca her toplum, bazen kış misali zor ve çetin dönemler yaşamıştır. Adaletin zayıfladığı, ahlâkın bozulduğu, menfaatin ön plana çıktığı dönemler, manevi olarak bir kış mevsimi gibidir. Böylesi dönemlerde erdemli, dürüst ve cesur insanların varlığı hayati önem taşır.

Ancak kışta açan çiçeği don vurur. Çünkü toplum hazır değilse, iyilik adına yapılanlar çoğu zaman karşılık bulmaz. Sabırla ve azimle iyilik ekilmeli, fakat o iyiliklerin filizlenmesi için uygun zamanın, yani toplumun baharının beklenmesi gerekir.

Toplumun Baharı Nasıl Gelir?

Baharın gelmesi için öncelikle toprağın işlenmesi, tohumların ekilmesi gerekir. Bir toplumun manevi bahara ulaşması da şu temel prensiplere bağlıdır:

1. Eğitim ve Fikir Tohumları Ekilmeli: Toplumu ihya edecek fikirler ve değerler, sabırla yayılmalı. Kalıcı değişim anlık hareketlerle değil, bilinçli ve uzun vadeli çabalarla gerçekleşir.

2. Ahlâk ve Adalet Ön Plana Çıkmalı: Bir toplumda doğruluk, dürüstlük ve adalet hâkim olmazsa, insanlar güven içinde yaşayamaz. Adaletin olmadığı yerde, kötülük hızla yayılır.

3. Sabır ve Dirayet Gerekir: Baharın gelişini hızlandırmak mümkün değildir; ancak ona hazırlık yapmak mümkündür. İnsanlar ve toplumlar değişime direnç gösterebilir, fakat sabırla hareket edenler en sonunda iyiliğin yeşerdiğini görecektir.

İyi İnsanlar Arttıkça Toplum Aydınlanır

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, şu an ekilen nur tohumları bir gün çiçek açacaktır. Bugün dünyada kötülükler artmış gibi görünse de, iyilik eken insanlar hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalıdır. Zira kışın ardından bahar mutlaka gelecektir.

Her bir iyi insan, karanlığa karşı yakılmış bir kandil gibidir. Ve kandiller çoğaldıkça, toplumun karanlık noktaları aydınlanacaktır. O hâlde, toplumun baharını getirmek isteyen herkes kendi çevresinde bir çiçek ekmeli, bir insanın yüreğine iyilik tohumu bırakmalıdır.

Unutmayalım ki, baharı bekleyenler değil, baharı hazırlayanlar, geleceği şekillendirecektir!

 

 

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

İMANLA KÜFÜR BİR KALPTE BERABER BULUNMAZ

İMANLA KÜFÜR BİR KALPTE BERABER BULUNMAZ

Hiç dini tahrip edenle tamir eden bir olur mu?
Hiç dine darbe vuranla o darbeyi göğüsleyen aynı olur mu?
Tıpkı Hiç gece ile gündüz bir olur mu?
Aynen onun gibi de, imanla küfür, imanı temsil edenle küfrü temsil eden dahi bir olmaz.

İman ve Küfür Bir Kalpte Beraber Bulunmaz

İnsan kalbi, hak ile batılın savaş alanıdır. Nefis ve şeytan, insanı dalalete sürüklemek için fırsat kollar; iman ise kalbi nurlandıran bir ışık gibidir. Nitekim Resûlullah (sav), “Bir kişinin kalbinde aynı anda iman ile küfür, doğruluk ile yalancılık, hıyanet ile emanet bir arada bulunmaz.” (İbn Hanbel, II, 349) buyurarak, kalbin tek bir hakikate bağlanması gerektiğini bildirmiştir.

İman, bir kalpte kökleştiğinde o kalbi arındırır, sahibini doğruluk, adalet ve güvenilirlik gibi güzel hasletlerle donatır. Küfür ise kalbi karartır, kişiyi yalancılığa, haksızlığa ve zulme sevk eder. Aynı su ve ateşin bir arada barınamayacağı gibi, imanla küfür de bir kalpte birlikte yaşayamaz.

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz, hak ile batılı ayırt etmemizi emretmiş ve şöyle buyurmuştur: “Hiç Müslüman olan, fasık olan gibi olur mu? Onlar elbette eşit olmazlar.” (Secde, 18). Bu ayet açıkça gösteriyor ki, imanla küfür bir tutulamaz, inananla inanmayan aynı terazide değerlendirilemez.

Dini tahrip edenlerle dini ihya edenler de aynı değildir. Bir yanda hakikat yolunda mücadele edenler, diğer yanda hakikatle savaşanlar vardır. Karanlığın varlığı, ışığın kıymetini gösterir. Gece ve gündüz nasıl birbirinden keskin çizgilerle ayrılıyorsa, iman ehli ile küfür ehli de aynı safta bulunamaz.

İman eden, Allah’a ve Resûlü’ne teslim olmuştur. O, doğruluk üzere yaşar, emaneti korur ve hakka şahitlik eder. Küfre düşen ise nefsinin esiri olur, hakikatten yüz çevirir, haksızlığa rıza gösterir. Bir müminin kalbi, bu iki zıt hali bir arada barındıramaz. İman sahibi kişi, küfürden uzak durduğu ölçüde imanını kemale erdirir.

Peygamber Efendimiz’in (sav) ashabı, bu gerçeği hayatlarıyla tasdik etmişlerdir. Onlar, küfrün karşısında dimdik durmuş, imanlarını canları pahasına korumuşlardır. Çünkü iman, bir insana verilen en büyük nimettir ve onu kaybetmek, her şeyini kaybetmek demektir.

Sonuç olarak, imanla küfür, hakikatle batıl, doğrulukla yalancılık asla bir arada bulunamaz. İnsan, bu dünyada kalbini hangi tarafa açtığına karar vermek zorundadır. Ya hakkı ve hakikati seçecek, ya da batılın karanlığında kaybolacaktır. Rabbimiz, bizleri kalplerinde iman nuru taşıyanlardan eylesin. Âmin.

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

İKİ ARADA BİR DEREDE KALANLAR: AGOP MİSALİ

İKİ ARADA BİR DEREDE KALANLAR: AGOP MİSALI

Tarih boyunca kimlik bunalımı yaşayan, ne tam anlamıyla Müslüman ne de gayrimüslim olarak kabul edilen topluluklar hep var olmuştur. Bu durum, bireyler ve toplumlar için büyük bir çıkmaz oluşturmuş, inanç ve aidiyet kavramlarını sorgulamaya itmiştir. Osmanlı’dan günümüze uzanan bu mesele, dönmeler ve benzeri gruplar üzerinden sıklıkla tartışılmıştır. “Agop misali” ifadesi, bu arada kalmışlığın en canlı örneklerinden biridir. Peki, ne tam Müslüman ne de tam gayrimüslim olanlar, tarihte ve günümüzde nasıl bir konumda bulunmuşlardır?

Kimlik Bunalımı ve Aidiyet Problemi

İnsan, doğası gereği bir topluma ve inanca aidiyet hissetmek ister. Ancak bazı gruplar, tarihin belirli dönemlerinde bu aidiyet duygusunu tam olarak yaşayamazlar. Osmanlı’da Müslüman gibi görünen ancak gizli inançlarını sürdüren dönmeler, kimi zaman toplumun önde gelen kademelerinde yer alsalar da, çoğu zaman ne tam olarak Müslüman ne de gayrimüslim kabul edilmiştir. Bu durum, onları sürekli bir kimlik sorgulaması içinde bırakmıştır.

Agop Misali: İki Arada Bir Derede Kalmak

“Agop” ismi, Osmanlı’da Ermeni asıllı bireyleri temsil eden yaygın bir isimdir. Osmanlı’da kimi gayrimüslimler, ticari avantajlar veya toplumsal statü elde etmek için İslam’a geçse de, toplum içinde hiçbir zaman gerçek bir Müslüman olarak kabul edilmemiştir. Aynı şekilde, kendi eski cemaatleri tarafından da ihanetle suçlanmışlardır. Bu durumda kalanlar, ne yeni toplumlarına tam olarak entegre olabilmiş ne de eski toplulukları tarafından kabullenilmiştir.

İnanç ve Menfaat Çıkmazı

Tarih boyunca bazı grupların inanç değiştirmesi, genellikle mahalli baskı, menfaat ya da zorunluluktan kaynaklanmıştır. Ancak samimi bir dönüşüm yaşanmadan yapılan bu geçişler, bireyi ruhsal ve sosyal bir çıkmaza sürükler. İslamiyet’te samimi iman esas olduğundan, şeklen Müslüman görünmek, bir kişiyi hakiki Müslüman yapmaz. Aynı şekilde, din değiştirip eski inançlarını sürdürmeye çalışan bireyler, ne kendilerini rahat hisseder ne de yeni toplumları içinde güven kazanabilir.

Günümüzde Kimlik Krizi ve Toplumsal Çatışmalar

Modern dünyada da bu kimlik bunalımı farklı boyutlarda devam etmektedir. Kimi insanlar, Batı kültürüyle yoğrulurken İslam’ı yaşamakta zorlanır, kimileri ise İslamî kimliklerini koruma çabası içinde Batılılaşma sürecinde bocalar. Göçmen topluluklar, sekülerleşme süreçleri ve küreselleşme, bu tür kimlik çatışmalarını daha da belirgin hale getirmiştir.

Sonuç: Hangi Tarafa Ait Olunmalı?

Tarih boyunca “iki arada bir derede kalmak” büyük bir buhran sebebi olmuştur. İnsan, sadece zahiri bir kimlik değil, samimi bir bağlılık ve inanç ile bir yere aidiyet hisseder. Bir toplumun ya da inancın içinde yer almak, sadece şeklen değil, kalben ve ruhen de orada olmayı gerektirir. Agop misali ortada kalanlar, ne bir tarafa tam bağlanabilmiş ne de diğer taraftan tamamen kopabilmiştir. Gerçek huzur, samimi bir inanç ve deruni bütünlükle sağlanır. Aksi halde, tarihte olduğu gibi bugün de iki arada bir derede kalmanın bedeli ağır olur.

@@@@@@

Agop, hayatta hiçbir dine bağlı olmayan, kendi yolunu çizmiş bir kişiydi. Ne kiliseye ne camiye gitmiş, ne de herhangi bir dinî topluluğun parçası olmuştu. Belki de bu, onun bireysel özgürlüğüne düşkünlüğünden ya da yaşadığı dönemin karmaşasından kaynaklanıyordu. Öldüğünde, belli bir inancı, ailesi ya da yakınları olmadığı için cenazesi bir süre sahipsiz kaldı. Toplum, onun kimliğine ve inançsızlığına dair bir hüküm veremediği için ne Hristiyan mezarlığına ne de Müslüman mezarlığına gömülmesine razı oldu. Cenazesi, günlerce bir morgda ya da belirsiz bir yerde bekledi; ta ki birileri insani bir gerekçeyle onu toprağa verene kadar. Bu durum, aidiyet ve kimlik meselelerinin ölümden sonra bile insanları nasıl etkilediğini gösteren trajik ve ibretlik bir hali anlatır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

İMAN BİR İNTİSAPTIR

İMAN BİR İNTİSAPTIR

“İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. Çünkü iman, insanı Sâni’-i Zülcelal’ine nisbet ediyor; iman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur. Madde ise hem fâniye hem zâile hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan kıymeti hiç hükmündedir.”

İman: İnsanî Kıymetin Hakiki Kaynağı

İnsan, fıtraten anlam arayışında olan, varoluşunu sorgulayan ve nihai olarak hakikati arayan bir varlıktır. Onun kıymeti, sadece maddi yapısıyla veya biyolojik varlığıyla ölçülemez. İnsan, sırf et ve kemikten ibaret bir varlık olsaydı, zamanın akışı içinde eriyip giden, yok olmaya mahkûm bir unsurdan öteye geçemezdi. Oysa insanı yücelten, ona gerçek kıymet kazandıran bir şey vardır: İman.

İman, insanı mutlak ve ezeli bir Kudret’e bağlayan ilahi bir intisaptır. Bu intisap sayesinde insan, Yüce Yaratıcının sanat eseri haline gelir ve manevi bir kıymet kazanır. İman, insanı Esma-i İlahiye’nin bir tecellisi haline getirir. Bu durumda insan, sadece kendisini değil, tüm kâinatı ve varlıkları anlamlandıran bir gözlüğe sahip olur. İman, insana sonsuz bir hayatın kapılarını açan anahtardır.

İman ve Küfür: İki Zıt Yol

İman ve küfür, insanın hakikatte hangi noktada duracağını belirleyen iki zıt yoldur. İman, insanı a’lâ-yı illiyyîn mertebesine, yani yüksek mertebelere çıkarırken; küfür ise insanı esfel-i sâfilîn çukuruna yuvarlar. Çünkü iman, insanın yaratılış gayesini anlamasını, varoluşunun sırrına vakıf olmasını ve kendisini Allah’a nisbet etmesini sağlar. Küfür ise bu nisbeti koparır, insanı sahipsiz ve gayesiz bırakır.

Bir sanat eseri, sanatkârının imzasını taşıdığı sürece kıymetlidir. Eğer o sanat eseri sahipsiz ve sanatkârına ait olduğu bilinmezse, alelade bir nesne haline gelir. Aynı şekilde, insan da imanla Allah’ın bir sanatı ve mahlûku olduğunu idrak ederse, varlığı değer kazanır. Küfür ise bu bağları koparıp insanı sıradan bir varlık seviyesine indirir. Böylece insan, sadece dünya hayatı içinde kaybolan, gelip geçici bir varlığa dönüşür.

İmanla Gelen Kıymet

İmanın kazandırdığı kıymet, insanın sahip olduğu maddi değerlerden çok daha üstündür. Zira iman, insanın sadece dünyada değil, ebedi hayatta da var olmasını ve huzur bulmasını sağlar. Madde, geçici ve fanidir; oysa imanla elde edilen kıymet sonsuzdur. Bir insan, servet, şöhret veya mevki sahibi olabilir, ancak bu değerler ölümle birlikte kaybolur. Fakat iman sahibi bir insan, Allah’a bağlı olduğu için değerini kaybetmez, aksine sonsuz bir hayatın kapılarını aralar.

Nitekim bir müminin ibadetleri, salih amelleri ve güzel ahlakı, onun ebedi saadetini hazırlar. İman, insanın sadece Allah’a değil, aynı zamanda insanlığa da faydalı olmasını sağlar. Gerçek iman sahibi bir kimse, adaletle hareket eder, merhametli olur, başkalarının hukukuna riayet eder ve hayatını anlamlı bir şekilde sürdürür. Çünkü iman, insanı sadece kendisi için değil, başkaları için de yaşatan bir mefkûredir.

İbretlik Bir Misal

Bir gün padişah, bir ressama çok kıymetli bir tablo sipariş eder. Ressam aylarca çalışarak harikulade bir eser ortaya çıkarır. Bu tablo, sarayın en güzel yerine asılır ve herkes tarafından hayranlıkla izlenir. Ancak bir gece, haset eden bir adam gelir ve tablonun üzerine siyah bir perde çeker. Artık o tablo, kimse tarafından görülmez, sanatkârının imzası gizlenir ve değeri bilinmez hale gelir.

İşte küfür de böyledir. İnsan, iman sayesinde Allah’ın sanat eseri olduğunu anlar ve kıymeti ortaya çıkar. Ancak küfür, bu hakikati perdeler, insanı değersiz ve sahipsiz bir varlık gibi gösterir. İman, perdeyi kaldıran ve insanı asli kıymetine kavuşturan hakikattir.

Sonuç: İmanla Aydınlanmak

İman, insanı hakiki kıymetine ulaştıran bir nurdur. Küfür ise bu kıymeti hiçe sayan bir karanlıktır. İnsan, ancak iman sayesinde kendisini, varoluşunu ve Rabbini tanıyabilir. Bu yüzden, insanın gerçek anlamda değerli bir varlık olması, ancak iman ile mümkündür.

Öyleyse, hayatın geçici lezzetlerine ve dünyanın fâni nimetlerine aldanmamak gerekir. Çünkü insan, yalnızca maddeden ibaret değildir. Onun hakiki kıymeti, iman nuru ile parlayan manevi varlığındadır. İman eden bir insan, yaratılış gayesini kavrar ve sonsuz bir saadete namzet olur. Küfre sapan bir kimse ise, dünya ve ahirette hüsrana uğrayanlardan olur.

Allah bizleri, iman nuru ile aydınlanan, kıymetini idrak eden ve ebedi saadete ulaşan kullarından eylesin. Amin.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis (Üçleme) inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın tek bir özde (cevherde) Baba, Oğul (İsa Mesih) ve Kutsal Ruh olmak üzere üç farklı kişide var olduğu doktrinidir. Bu inancın dine (özellikle İslam’a göre), akla, bilgi ve belgeye (özellikle Kitab-ı Mukaddes’in bazı yorumlarına göre) aykırı olduğuna dair çeşitli deliller ve argümanlar öne sürülmüştür. Başlıcaları şunlardır:

1. İslam Dini Açısından Aykırılık Delilleri:

Tevhid İnancına Aykırılık: İslam’ın temel taşı olan Tevhid inancı, Allah’ın mutlak birliğini, eşsizliğini, bölünmezliğini ve hiçbir ortağı veya çocuğu olmadığını vurgular. Teslis inancı, Tanrı’ya ortaklar koşmak (şirk) olarak kabul edilir ve İslam’da en büyük günah sayılır.
Kur’an Ayetleri: Kur’an-ı Kerim’de teslis inancını açıkça reddeden ve eleştiren birçok ayet bulunur:
İhlas Suresi (112:1-4): “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir (her şey O’na muhtaçtır, O kimseye muhtaç değildir). O doğurmamış ve doğrulmamıştır. Hiçbir şey O’na denk değildir.” Bu sure, Allah’ın doğurmadığını ve doğrulmadığını belirterek Baba-Oğul ilişkisini reddeder.
Nisa Suresi (4:171): “Ey Kitap ehli! Dininizde aşırı gitmeyin ve Allah hakkında, gerçekten başkasını söylemeyin. Meryem oğlu İsa Mesih, ancak Allah’ın resulüdür, (O’nun) Meryem’e ulaştırdığı ‘kün=ol’ kelimesi(nin eseri)dir, O’ndan bir ruhtur. Şu halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin. ‘(Tanrı)1 üçtür’ demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah, ancak bir tek ilahtır. O, çocuk sahibi olmaktan yücedir…” Bu ayet doğrudan “üçtür” demeyi yasaklar ve İsa’nın Allah’ın oğlu değil, elçisi olduğunu belirtir.

Maide Suresi (5:73): “Andolsun, ‘Allah, üçün üçüncüsüdür’ diyenler kesinlikle kâfir oldu. Oysa tek bir ilahtan başka ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse, andolsun onlardan inkâr edenlere elbette elem dolu bir azap dokunacaktır.” Bu ayet, teslis inancını doğrudan küfür (inkar) olarak nitelendirir.
Hz. İsa’nın Konumu: İslam’a göre Hz. İsa, Allah’ın kelimesi ve ruhuyla yarattığı, Meryem’den babasız dünyaya gelen, mucizeler gösteren ulu’l-azm peygamberlerden biridir. Ancak o, ilah veya Allah’ın oğlu değil, Allah’ın kulu ve elçisidir.
2. Akıl ve Mantık Açısından Aykırılık Delilleri:

Matematiksel ve Mantıksal Çelişki: “Bir”in aynı anda nasıl “üç” olabileceği ve “üç”ün nasıl aynı anda “bir” olabileceği sorusu, temel mantık ve matematik prensiplerine aykırı görünmektedir. Eleştirmenler, bunun akılla kavranması mümkün olmayan bir çelişki olduğunu savunur. Hristiyan teologlar bunun bir “sır” olduğunu belirtse de, mantıksal tutarlılık açısından sorgulanır.
Tanım Zorlukları: Üç farklı “kişi”nin (hipostaz/persona) tek bir bölünemez “öz”ü (ousia/substantia) nasıl paylaştığı felsefi olarak karmaşıktır. Üç ayrı bilinç veya irade nasıl tek bir Tanrı olabilir? Öz bölünmeden veya kişiler arasındaki ayrım ortadan kalkmadan bu nasıl mümkündür? Bu sorular, doktrinin akılla tam olarak açıklanmasının zorluğunu gösterir.
Tevhidin Kolaylığı: İslamdaki gibi tek tanrıcılık, Tanrı’nın birliği konusunda teslise göre daha kolay ve akla yatkın bir açıklama sunar.
3. Bilgi ve Belge (Kitab-ı Mukaddes) Açısından Aykırılık Delilleri:

“Teslis” Kelimesinin Yokluğu: “Teslis” veya “Üçleme” kelimesi Kitab-ı Mukaddes’in (Yeni ve Eski Ahit) hiçbir yerinde geçmez. Doktrin, daha çok İsa’dan sonraki yüzyıllarda kilise konsillerinde (özellikle 325 İznik ve 381 Konstantinopolis Konsilleri) formüle edilmiş ve geliştirilmiştir.
Eski Ahit’in Vurgusu: Yahudilerin kutsal metni olan Eski Ahit (Tanah), Tanrı’nın mutlak birliğini güçlü bir şekilde vurgular (Örn: Tesniye 6:4 “Dinle, ey İsrail! Tanrımız RAB tek RAB’dir.”). Eleştirmenler, teslisin bu temel monoteist anlayıştan bir sapma olduğunu iddia eder.
İsa’nın Kendi Sözleri ve Eylemleri: İncillerde İsa’nın kendisini Baba’dan (Tanrı’dan) ayrı ve O’na tabi gösterdiği pasajlar bulunur:
“Baba benden büyüktür.” (Yuhanna 14:28)
Sık sık Baba’ya dua etmesi.
Dünyanın sonunun saatini kendisinin değil, sadece Baba’nın bildiğini söylemesi (Markos 13:32).
İsa’nın kendisi için hiçbir zaman açıkça “Ben Tanrı’yım, bana tapının” demediği, aksine tek gerçek Tanrı’ya ibadeti vurguladığı belirtilir (Örn: Markos 12:29).
Ayetlerin Yorum Farklılıkları: Teslisi desteklemek için kullanılan bazı ayetler (örn: Matta 28:19’daki vaftiz formülü, Yuhanna 1:1 “Kelam Tanrı’ydı”) farklı şekillerde yorumlanabilir ve teslis karşıtları (Üniteryenler, Yehova Şahitleri, Müslümanlar vb.) bu ayetlerin daha sonra formüle edilen üçlü birlik dogmasını açıkça ifade etmediğini savunur. Örneğin, Yuhanna 1:1’deki “Theos” kelimesinin artikelsiz kullanılmasının “tanrısal” veya “ilahi bir varlık” anlamına gelebileceği, mutlak “Tanrı” (Ho Theos) ile aynı olmadığı iddia edilir.
Tarihsel Gelişim: Doktrinin İsa’dan yüzyıllar sonra, uzun tartışmalar ve siyasi etkiler altında şekillenmesi, onun İsa’nın orijinal ve net öğretisi olmadığı yönündeki argümanları güçlendirir.
Bu argümanlar, teslis inancının İslam teolojisi, felsefi mantık ve Kitab-ı Mukaddes’in belirli yorumları açısından neden sorunlu veya kabul edilemez görüldüğünü açıklamaktadır.

***********  

Teslis inancının dine,akla,bilgi ve belgeye aykırı olduğunun delil ve isbatları nelerdir?

Teslis inancı, Hristiyanlıkta Tanrı’nın Baba, Oğul ve Kutsal Ruh olmak üzere üçlü bir yapıdan oluştuğunu savunan doktrindir. Ancak bu inanç hem ilahi kaynaklar hem akıl hem de tarihsel belgeler açısından eleştirilmiştir. İşte bu konudaki delil ve ispatlar:

1. Dine Aykırılığı

a) Tevhid İnancına Aykırılığı

İslam açısından: Kur’an-ı Kerim, Allah’ın birliğini kesin bir şekilde ortaya koyar ve Teslis inancını reddeder:
“Ey Kitap Ehli! Dininizde haddi aşmayın ve Allah hakkında ancak gerçeği söyleyin. Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah’ın elçisi ve Meryem’e ulaştırdığı kelimesi ve ondan bir ruhtur. O hâlde Allah’a ve peygamberlerine iman edin, ‘Üçtür’ demeyin! Bundan vazgeçin, sizin için hayırlıdır. Allah ancak bir tek ilahtır.” (Nisâ, 4/171)

Hristiyan kaynakları açısından: İncil’in ilk bölümlerinde açıkça Teslis’ten bahsedilmez. Aksine, Teslis inancı sonradan, özellikle İznik Konsili (325) ile kilise tarafından resmi doktrin hâline getirilmiştir.

b) Hz. İsa’nın Kendi Beyanları

Hz. İsa, kendisini Allah olarak tanımlamamış, aksine Allah’ın gönderdiği bir peygamber olarak tanımlamıştır:
“Ve bu, ebedî hayattır ki, onlar seni, tek gerçek Tanrı’yı ve senin gönderdiğin İsa Mesih’i tanısınlar.” (Yuhanna 17:3)

İncil’de birçok yerde Hz. İsa’nın dua ettiği, secdeye kapandığı ve Allah’a yalvardığı görülmektedir. Eğer İsa Tanrı olsaydı, kime dua ediyor olurdu?

2. Akla Aykırılığı

Mantık açısından çelişkili:

Eğer Tanrı üç ise, o zaman mutlak birlikten bahsedilemez.

Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Kutsal Ruh Tanrı ise, üç ayrı tanrı mı vardır? Eğer öyleyse, bu şirk (çoktanrıcılık) anlamına gelir.

Eğer “Üçü de bir ve aynı Tanrı” denirse, bu mantıksal olarak çelişkili bir önerme olur.

Matematiksel açıdan:

1+1+1 = 3 eder, yani üç farklı varlık anlamına gelir.

Hâlbuki tevhid inancında Tanrı tektir ve bölünemez.

3. Bilgi ve Belgeye Aykırılığı

Teslis inancı sonradan ortaya çıkmıştır:

İlk Hristiyanlar arasında Teslis inancı yoktu.

İznik Konsili (325) ve sonraki konsillerde bu inanç zorla kabul ettirilmiştir.

Arius gibi ilk Hristiyan âlimleri, Hz. İsa’nın sadece bir peygamber olduğunu savunmuş, fakat kilise tarafından aforoz edilmişlerdir.

Orijinal İncil metinleri değiştirildi:

Hz. İsa’nın getirdiği orijinal İncil elimizde yoktur.

Günümüzde dört farklı İncil bulunmaktadır ve birbirleriyle zıtlıklar ihtiva etmektedir.

Teslis inancı, sonradan İncil metinlerine eklendiği iddia edilen pasajlarla desteklenmeye çalışılmıştır.

Sonuç

Teslis inancı;
✅ Dine aykırıdır çünkü ilahi kitaplarda net bir şekilde bulunmaz.
✅ Akla aykırıdır çünkü çelişkili ve mantıksızdır.
✅ Bilgi ve belgelerle çatışır çünkü tarihsel olarak sonradan oluşturulmuştur.

Gerçek tevhid inancı, hem İslam’da hem de erken dönem Hristiyanlıkta görülen “Allah’ın tek ve bölünmez olduğu” inancıdır.

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

İTTİHAD-I İSLAM’IN ÖNÜNDEKİ ENGELLER

İslam dünyasının birlik ve beraberliğini ifade eden İttihad-ı İslam, tarih boyunca Müslümanların en büyük ideallerinden biri olmuştur. Ancak bu birliğin önünde ciddi engeller bulunmaktadır. Aşağıda, bu engelleri düşündürücü ve ibretli maddeler halinde ele alacağız.

1. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları
Tarih boyunca Müslümanlar arasında mezhep farklılıkları birlik ve beraberliği zedeleyen en büyük etkenlerden biri olmuştur. Farklı yorumlar ve anlayışlar, kardeşlik ruhunun önüne geçerek ayrılıklara sebep olmaktadır.

2. Cehalet ve Eğitim Eksikliği
Birlik için bilinçli bir toplum gereklidir. Ancak Müslüman dünyada cehalet, yanlış bilgi ve eğitimsizlik büyük bir eksikliktir. Cehalet, İslam’ın hakikatlerinin yanlış anlaşılmasına ve düşmanların Müslümanları kolayca yönlendirmesine neden olmaktadır.

3. Milliyetçilik ve Irkçılık
İslam, tüm Müslümanları kardeş ilan etmesine rağmen, milliyetçilik ve ırkçılık fitnesi ümmetin bölünmesine sebep olmuştur. Kendi ırkını veya milletini üstün görmek, İslam kardeşliğini ikinci plana atmaktadır.

4. Batı’nın Böl ve Yönet Politikası
Tarih boyunca sömürgeci güçler, İslam coğrafyasını bölerek yönetmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Yapay sınırlar çizilmiş, iç savaşlar kışkırtılmış ve Müslümanlar birbirine düşman edilmiştir.

5. Müslümanlar Arasındaki Güvensizlik ve Fitne
Kimi zaman dış güçlerin, kimi zaman iç odakların etkisiyle Müslümanlar arasında güvensizlik ortamı oluşturulmuştur. Fitne ve iftiralarla İslam kardeşliği sürekli sarsılmaktadır.

6. Ekonomik Bağımsızlık Eksikliği
İslam dünyası ekonomik olarak dışa bağımlı olduğu sürece, kendi kararlarını özgürce alamaz. Batı dünyasına ekonomik bağımlılık, siyasi ve kültürel bağımlılığı da beraberinde getirmektedir.

7. Liderlik Sorunu ve Dağınıklık
İslam dünyasında güçlü, adil ve dirayetli bir lider eksikliği, birliği sağlayamamanın başlıca sebeplerindendir. Her ülkenin kendi menfaatini öncelik görmesi, ortak bir İslam birliğini engellemektedir.

8. Ahlaki Çöküş ve Manevi Zayıflık
İslam’ın emrettiği ahlaki değerlerden uzaklaşmak, birey ve toplum bazında büyük bir yozlaşmaya sebep olmaktadır. Fedakârlık, samimiyet ve güven gibi değerlerin kaybı, birlik olmayı zorlaştırmaktadır.

9. Kültürel ve Medya Manipülasyonu
Müslüman toplumlar, medya ve popüler kültür aracılığıyla kendi değerlerinden uzaklaştırılmakta, sekülerleşme ve Batılılaşma yönünde bir algı operasyonuna maruz kalmaktadır.

10. Dua ve Gayret Eksikliği
Müslümanlar, birlik için dua etmeli ve bu uğurda çaba sarf etmelidir. Ancak bu konuda gereken hassasiyet gösterilmediğinde, birlik ideali sadece bir temenni olarak kalmaktadır.

Sonuç olarak, İttihad-ı İslam’ın önündeki bu engeller aşılmadıkça, Müslüman dünyasının hakiki manada bir birlik oluşturması zor olacaktır. Ancak tarih bize göstermektedir ki, samimi niyet, ilim, gayret ve İslam kardeşliğinin güçlendirilmesiyle bu engeller aşılabilir. Müslümanlar, kendi içlerinde bir uyanış gerçekleştirerek bu birlik idealini hayata geçirmelidir.

Loading

No Responsesمارس 31st, 2025