SÖMÜRÜNÜN İNCE ZİNCİRİ: FAİZİN HARAM KILINIŞINDAKİ HİKMET

SÖMÜRÜNÜN İNCE ZİNCİRİ: FAİZİN HARAM KILINIŞINDAKİ HİKMET

“Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı.”

(Bakara, 275)

İnsanlık, tarih boyunca alışveriş ve kazanç yollarıyla geçimini sağlamış; karşılıklı rızaya dayalı ticaret medeniyetleri ayağa kaldırmıştır. Ancak bu medenî sistemin içine sinsi bir ur gibi giren bir uygulama, bireyi ve toplumu zehirlemiştir: faiz…
Kur’ân, faizi yasaklarken sadece ekonomik bir işlemden değil, insan onuruna karşı işlenen bir cürümler zincirinden bahseder. Faiz, görünürde basit bir “fazlalık” gibi dursa da, aslında bir zulmün, sömürünün ve ahlaki çöküşün simgesidir.

Faiz Nedir? Neden Haram Kılınmıştır?

Faiz (Ribâ): Aynı cins malların, misli misline ve zamanla artarak, karşılıksız biçimde fazlasıyla geri alınmasıdır. Klasik fıkıhta bu, özellikle cinsi cinsine ve misli misline olan mallarda (altın-altın, buğday-buğday, para-para gibi) artışla yasaklanmıştır.

Faizin haram oluşundaki temel neden, haksız kazanç olmasıdır. Faizli işlemde, biri hiçbir emek ve risk üstlenmeden kazanç sağlarken, diğeri sadece borçlandığı için artan yük altına girer. Bu, İslam’ın temel değerlerine –adalet, merhamet, kardeşlik ve yardımlaşma– aykırıdır.

Kur’ân bu konuda çok net ve ağır ifadeler kullanır:

> “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve faizin kalanını terk edin… Böyle yapmazsanız, Allah ve Resûlü tarafından size açılmış bir savaş olduğunu bilin.”
(Bakara, 278-279)

Misli Misline ve Cinsi Cinsine Artışın Hikmeti

İslâm’ın faiz yasağı, sadece sonuca değil, sebebe ve yapıya da bakar. Misli misline artış; ticaretin karşılıklı fayda esasını bozar. Cinsi cinsine artışta ise, eşit gibi görünen mallar, içten içe dengesiz bir sistem kurar. Bu durum, özellikle temel ihtiyaç maddeleri üzerinde spekülatif kazançlar doğurur. Bir örnekle açıklayalım:

Bir kişi, 100 birim buğdayı borç verir, bir ay sonra 110 buğday geri alırsa; bu emeksiz bir artıştır.

Oysa ticarette, bir malı satarken fiyat farklılığı olabilir; çünkü risk, emek, zaman, maliyet devrededir.
Ama faizde, sadece zamanla gelen bir kazanç vardır. Bu zaman, faizci için bir “bekleyiş”, borçlu içinse “batış” sürecidir.

Faizin Toplumsal ve Ahlaki Yıkımı

  1. Zenginle fakir arasındaki uçurumu artırır.

Faiz, zaten parası olanın, olmayan üzerinden kazanmasıdır. Bu sistemde zengin sürekli büyür, fakir ezilir. Zenginlik ve fakirlik sabitlenir, adalet yok olur.

  1. İnfak ve yardımlaşma ruhunu öldürür.

Faizci, parayı muhtaç olana vermek için değil, kazanmak için verir. Bu, zekâtı, sadakayı ve gönül bağlarını çökertir.

  1. Merhameti çıkarcılığa çevirir.

İnsanlar birbirine “yardım etmek” için değil, “kazanç sağlamak” için yaklaşır. Kalpler karışır, toplum robotlaşır.

  1. Ekonomiyi sahte büyümeye iter.

Faize dayalı sistemler balon gibi şişer ama içi boştur. Küresel krizlerin temelinde hep faizli kredi balonları yatar.

İslam’ın Alternatifi: Karz-ı Hasen ve Paylaşım Ekonomisi

İslam, faizin yerine “karz-ı hasen” yani güzel borç verme anlayışını koyar. Bu borç, geri alınmak üzere verilir ama fazlası istenmez. Bu, Allah için yapılan bir iyiliktir ve karşılığı Allah’tan beklenir.

Ayrıca İslam ekonomisi; ortaklık (mudarabe, muşaraka), zekât, sadaka ve vakıf gibi birçok adil dağılım mekanizması ile kapitalist sömürüye karşı vicdana dayalı bir denge sunar.

Faizle Kazanç Mı, Kayıp Mı?

Dışarıdan bakıldığında faiz, “garanti kazanç” gibi görünür. Ama Kur’ân bu kazancı “Allah katında yok edilmiş bir artış” olarak nitelendirir:

> “Allah faizi mahveder, sadakaları ise bereketlendirir.”
(Bakara, 276)

Yani faizle gelen para, bereketsizdir; huzursuzluk getirir. Sadaka ile verilen ise az da olsa bereketlidir, kalbi ferahlatır.

Bugünün Dünyasında Faizin Sonuçları

Günümüzde bireyler, devletler hatta ülkeler faiz zinciriyle bağlanmış durumdadır. Yoksul ülkeler, borç aldıkça daha da yoksullaşmakta; bireyler kredi kartı, ihtiyaç kredisi gibi sistemlerle hayat boyu borç ödemektedir. İnsanlar “yaşamak için borçlanmak” zorunda bırakılmıştır.

İşte İslam, bu zinciri kırmak ister. Faizi yasaklamakla yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir değişim yapar.

Sonuç: İzzetli Kazanç, Zulümsüz Ekonomi

Faiz, görünürde kolay ve kazançlı bir yol gibi durur; ama hakikatte bir başka insanın teri üzerinden servet üretmektir.
Oysa İslam, kazancı; alın terine, riske, emeğe ve ticaretin hakkaniyetli esaslarına bağlar.
İzzetli bir kazanç için yol; faizden değil, sadakatten, emekten ve infaktan geçer.

Özet:

Faiz, aynı cins ve misli mallar üzerinde haksız artış sağlayan bir işlemdir. Kur’ân, bu artışı zulüm sayarak faizi haram kılmıştır. Çünkü faiz, emeği olmayan bir kazanç, yardımlaşma yerine sömürü, bereket yerine kriz getirir. İslam, faizin yerine karz-ı hasen ve paylaşım esaslı sistemler koyar. Faizli kazanç, görünüşte büyüme ama hakikatte çöküştür. Gerçek kazanç; ahlaka, adalete ve Allah’a kul olmaya dayalı olan kazançtır.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

KAYBETMEDEN ANLAYAMADIĞIMIZ NİMETLER: YA OLMASAYDI?

KAYBETMEDEN ANLAYAMADIĞIMIZ NİMETLER: YA OLMASAYDI?

Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini kaybettigimizde veya kaybedenleri gördüğümüzde anlıyoruz.
Birde pek bir ücret ödemeyip kolay gibi sahip olduğumuzdan pek kıymetlerini anlıyamamaktayız.
Peki ya bunlar olmasaydı?
Mesela,
Gözlerimizin olmadığı bir dünya,
Kulaklarımızın olmadığı bir alem,
Konuşma ve tat alma duygusunun olmadığı  bir insan ve insanlık nasıl olurdu?
Böyle bir dünya ve alem tasavvur edilebilir mi?
Düşünülmesi bile ürpertiyor, değil mi?

*******

“Ve sizi işitme, görme ve kalpler ile donattı. Ne kadar da az şükrediyorsunuz!”
(Secde, 9)

İnsan, çoğu zaman sahip olduğu nimetlerin farkına varmaz. Ta ki ya onları kaybeder, ya da onları hiç tadamayanlarla karşılaşır. İşte o zaman başlar iç hesaplaşma… “Ne büyük bir nimetin içindeymişim de farkında değilmişim!” cümlesi, en çok geç kalan fark edişlerin feryadıdır.

Bugün, her sabah gözünü açabilen, kuşların sesini duyabilen, sevdikleriyle konuşup gülebilen bir insan, aslında sayısız nimetin içindedir. Fakat bunların çoğu ona karşılıksız, çabasız, bedelsiz verilmiştir. Ne görme duygusu için sınavdan geçmiştir, ne konuşma kabiliyeti için bedel ödemiştir. Bu sebeple, sahip olduklarının kıymetini çoğu zaman idrak edemez.

Ya Gözlerimiz Olmasaydı?

Düşünün… Gözleriniz yok. Sabah olduğunda güneşi göremiyorsunuz. Sevdiklerinizin yüzü, çiçeklerin renkleri, bir kitabın harfleri sizin için yok. Karanlık bir dünyadasınız. Hayat, yalnızca seslerden ve dokunuşlardan ibaret.

Görmek, hayatı okumaktır. Renklerin diliyle konuşan bir âlemdir dünya. Ve bu dili çözebilenlere, Rabbini gösteren bir delildir her şey. Gözlerimiz, Allah’ın “Basîr” isminin tecellisidir. Gözsüz bir dünya, hayretin, güzelliğin ve hikmetin üstünü örten bir karanlık olurdu.

Ya Kulaklarımız Olmasaydı?

Ya hiç duymamış olsaydık? Bir annenin ninnisi, Kur’ân’ın sedası, yağmurun sesi, ezan, kuş cıvıltısı… Hepsi bir hiç. İnsan, bir çığlık atsa bile kendi sesini bile duyamayacak.

Kulak, kelimelerin kalbe ulaştığı kapıdır. Müzik, konuşma, bilgi ve dostluk hep buradan geçer. Ve duymayan bir kalp, dış dünyayla arasına görünmeyen bir duvar örer. İşte bu yüzden, işitme duyusu sadece fiziksel değil, manevî bir bağın da aracısıdır.

Ya Konuşamasaydık?

Düşünceleriniz var ama anlatamıyorsunuz. Sevdiklerinizle dertleşemiyor, duygularınızı ifade edemiyor, bir derdinizi söyleyemiyorsunuz. İçinize akıtılmış bir hapislik…

Konuşmak, sadece kelimeleri dizmek değil; iletişim, teselli, nasihat ve muhabbet demektir. “Dil bir nimettir” derken sadece iletişimi değil, gönülleri birbirine bağlayan köprüyü kastediyoruz. Konuşmamak, yalnızlığın içinde sesini kaybetmektir.

Ya Tat Alma Duyumuz Olmasaydı?

Sadece açlığı bastırmak için yemek yediğinizi düşünün. Tat, lezzet, aroma, hepsi yok. Bal ile sirkenin farkı kalmamış. Bayram şekeriyle ilaç eşit hale gelmiş. Hayatın renklerinden biri daha silinmiş…

Tat almak, sadece damakta değil; şükürde, neşede ve sofrada gizlidir. Lezzet, sadece mideyi değil, kalbi de besler. Tat alma nimeti olmadan dünya daha “boş”, daha “yavan” olurdu.

Neden Fark Edemiyoruz?

Çünkü kolayca sahip olduk.
Çünkü elimizden alınmadı.
Çünkü alıştık.
Ama alışmak, unutmak olmamalı.

İşte bu yüzden Kur’ân tekrar tekrar “Az da olsa şükredin” der. Çünkü insan, şükretmedikçe kaybetmeye başlar. Gafletin karanlığı, nimetleri gözden siler. Oysa bir an olsun gözlerimiz görmese, kulaklarımız duymasa, dilimiz konuşmasa… işte o zaman ne büyük hazineleri yitirdiğimizi anlayacağız. Ama o zaman, belki de geç olacak.

Sonuç: Her Gün Bir Teşekkür Borcu

Sahip olduğumuz her nimet, bize verilmiş bir emanet. Göz, kulak, dil ve tat duyusu… Hepsi bize verilmiş ama bizden bir şükür, bir farkındalık ve bir tevazu bekliyor. Her sabah gözümüzü açtığımızda, bir çocuğun sesiyle tebessüm ettiğimizde, sevdiklerimize “seni seviyorum” diyebildiğimizde içimizden “Elhamdülillah” diyelim.

Çünkü bu nimetler olmasaydı, sadece hayat değil; biz de eksik kalırdık.

Özet:

İnsan, sahip olduğu göz, kulak, konuşma ve tat alma gibi nimetlerin kıymetini çoğu zaman onları kaybedince anlar. Çünkü bu nimetler kolay ve bedelsiz verilmiştir. Gözsüz bir dünya karanlık, kulaksız bir âlem sessizlik, dilsiz bir insan içe hapsolmuşluk, tatsız bir hayat renksizliktir. Bu nimetlerin yokluğu, varlıklarının ne kadar büyük olduğunu gösterir. Bu yüzden her gün, bize verilen bu değerli hediyeler için şükretmek gerekir.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

Secdeye Layık Olanlar ve Fesada Saplananlar: İki Kutbun Hikâyesi

Secdeye Layık Olanlar ve Fesada Saplananlar: İki Kutbun Hikâyesi

Melekler insana değil, Hz. Ademe secde etmişlerdir
Allah’ın meleklere emrettiği insan, insanlığın babası olan Hz. Ademdir.
O halde hangi insanlar bu kapsamdadır?
Veya hangileri değildir?
Elbette yer yüzünde fesad çıkaracak ve kan dökecekler değildir.
İşte dünya bu iki farklı kutbun ayrıştırıldığı yerdir.
Secde edilenler ve fesad çıkarıp kan dökenler.

********

Kur’ân-ı Kerim’de yer alan bir sahne vardır ki, insanlık tarihindeki en kritik ayrımı içinde barındırır. Allah, meleklere Hz. Âdem’e secde etmelerini emreder. Bu secde, elbette tapınma değil, bir tazim ve takdir ifadesidir. Çünkü Âdem, insanlığın özü, Allah’ın ilimle donattığı halifesidir. Melekler bu ilâhî emre boyun eğer; yalnızca şeytan isyan eder ve secdeden kaçar.

Buradaki derin sır şudur: Meleklerin secde ettiği “insan” sıradan bir varlık değil, yeryüzünde Allah’ın halifesi olacak ilim ve hikmetle donanmış, ruhuna ilâhî nefha üflenmiş, fıtratı tertemiz olan bir modeldir. Yani, secde edilen insanlık; yaratılışındaki yüceliği muhafaza eden, kendini bozmayan ve nefsine teslim olmayan insandır.
Yani Rabbimizin;“Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” (Bakara. 30)

Ama meleklere bu emrin verildiği anda onlar bir soru sorar:
“Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?”
Bu sual, insanlığın iki yönünü ifşa eder: Yüceliğe lâyık olan yönü ve alçaklığa sapabilecek olan tarafı.

Yeryüzünde insanlık, işte bu iki zıt kutup arasında ayrılır:
Secdeye layık olanlar ve fesat çıkaranlar.

Birinci grupta olanlar, Hz. Âdem’in mirasına sahip çıkanlardır. Onlar bilgiyle amel eden, adaletle hükmeden, merhametiyle yaşayan, emanetin hakkını veren ve Allah’a kulluğu hayatının merkezine koyanlardır. Onlar, meleklerin secde ettiği o asli insanlığın devamıdır. Çünkü onların iç dünyasında ilâhî bir nur yanar.

İkinci grupta olanlar ise; yaratılışındaki hikmeti unutan, nefsinin arzularını putlaştıran, dünya hırsı uğruna fesat çıkaran, hak ve hukuk tanımadan kan döken kimselerdir. Onlar, meleklerin kaygısında haklılık payı oluşturanlardır. Allah’ın secdeyi emrettiği insanlık modeliyle hiçbir bağları kalmamıştır. Yeryüzünü kana bulayan zalimler, halkları sömüren despotlar, güç uğruna insanları ezen diktatörler bu zümrenin içinde yer alır.

Bu dünya, secde edilenlerle secdeden kaçanların; Allah’a kulluk edenlerle kendini ilahlaştıranların; yeryüzünde ıslahı amaçlayanlarla fesadı hedefleyenlerin ayrıştırıldığı bir imtihan meydanıdır.

Secdeye layık bir insan olmak, yaratılış şerefini taşımakla değil, onu koruyup geliştirmekle mümkündür. İnsana verilen ilim, irade ve vicdan; onu ya meleklerin takdirine mazhar kılar ya da şeytanın isyan yoluna sürükler.

Ve son soru şudur: Bugün biz kimiz? Meleklerin secde ettiği çizgide miyiz, yoksa secdeye layık olmayanlardan mıyız?

Özet:

Allah, meleklere insanlığın atası olan Hz. Âdem’e secde etmelerini emretmiş, bu da insanın yaratılıştaki yüceliğine işaret etmiştir. Ancak melekler, insandaki potansiyel kötülüğü de sormuştur: fesat ve kan dökme. Bu iki yön, insanlığı iki kutba ayırır: Secdeye layık olanlar (ahlâklı, adil, kulluk şuuru taşıyanlar) ve secdeden uzak olanlar (fesat çıkaran, zulmeden, nefsine esir olanlar). Dünya, bu iki grubun ayrıştırıldığı bir imtihan alanıdır. Her insan, günlük tercihleriyle bu iki yoldan birine yönelir.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

A’lâ-yı İlliyyîn’den Esfel-i Sâfilîn’e: İnsanın Tercihleriyle Yazdığı Kader

A’lâ-yı İlliyyîn’den Esfel-i Sâfilîn’e: İnsanın Tercihleriyle Yazdığı Kader

İnsan, yaratılışı itibariyle yeryüzünün halifesi, kâinatın özeti, esmâ-i ilâhiyenin bir aynasıdır. Kur’ân’ın ifadesiyle “Ahsen-i takvîm” üzere yaratılmıştır. Bu ise en güzel kıvam, en yüksek donanım, en mükemmel yapı demektir. Ne var ki, bu yücelik mutlak ve garanti değildir. Çünkü insan, irade sahibi bir varlıktır. Onun yükselmesi de, alçalması da kendi elindedir.

A’lâ-yı İlliyyîn; meleklerin bile erişemediği bir mânevî yüceliktir. Bu makam, insanın kullukta, ahlakta, ihlâsta zirveye çıkmasıyla elde edilir. Hazret-i Ebu Bekir’in sadakati, Hazret-i Ömer’in adaleti, Hazret-i Osman’ın hayâsı, Hazret-i Ali’nin ilmi bu yüceliğin nümuneleridir. Aynı zamanda peygamberlerin ve salihlerin izini sürenlerin menzili, bu makama doğru bir yürüyüştür.

Ancak Esfel-i Sâfilîn, bu yüksek yaratılışa rağmen insanın kendi kendini değersizleştirdiği, fıtratını inkâr ettiği, heva ve hevesin peşinden sürüklendiği uçurumdur. Bu hâl, sadece günahlarla değil; zulümle, kibirle, gafletle, nankörlükle derinleşir. İnsan, Rabbine sırt çevirip nefsinin kölesi olduğunda, en aşağıların da aşağısına düşer. Firavun’un azgınlığı, Nemrud’un ilahlık iddiası, Karun’un şımarıklığı bu çöküşün tarihteki örnekleridir.

İnsan, meleklerin secde ettiği bir varlık iken, şeytanın yolundan giderek hayvanlardan da aşağı bir duruma düşebilir. Zira hayvan, fıtraten acizdir; kötülüğü bilmez, irade ile seçmez. Ama insan bilir, tanır ve yine de inkâr ederse işte o zaman sorumluluğun yükü altında ezilir.

Bu makamlardan birine yükselmek ya da düşmek, insanın her gün yaptığı tercihlerle şekillenir. Her sabah, kalbin bir yönü seçer: ya Rabbine yaklaşan bir yolculuk başlar ya da nefsin peşinde bir savruluş. İman, ibadet, tevazu, merhamet, sabır, tefekkür insanı yükseltirken; küfür, gaflet, zulüm, isyan ve benlik insanı aşağıya çeker.

İnsan, adeta bir merdivenin başında durur. Her düşünce, bir adım yukarı ya da aşağı götürür. Her davranış, ya A’lâ-yı İlliyyîn’e bir yaklaşma ya da Esfel-i Sâfilîn’e bir düşüştür. Bu sebeple insan, daima kendi iç âlemini gözetmeli, kalbini kontrol etmeli ve nefsini sorgulamalıdır.

Sonuç olarak, yücelik de alçalış da insanın içindedir. Allah insanı, bir cevher gibi yaratmıştır. Bu cevheri işleyip mücevhere dönüştürmek ya da onu çamura gömmek yine insanın tercihidir. Bu dünyada kim olduğunu değil, kim olmak istediğini seçen insan; ahirette de kendi yazdığı kaderin meyvesini yiyecektir.

Özet:

İnsan, yaratılış itibariyle en yüksek makama layık bir varlıktır (A’lâ-yı İlliyyîn); ancak iradesiyle bu yüceliği kaybedip en aşağı derekeye (Esfel-i Sâfilîn) düşebilir. Bu iniş ya da çıkış, günlük tercihlerle şekillenir. Allah’ın verdiği cevheri, iman ve güzel ahlâk ile işleyen insan yücelirken; nefsine uyan, gaflete dalan insan düşer. Yücelik de çöküş de insanın içindedir ve bu, onun imtihanının tam merkezindedir.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

LİYAKAT AYNASINDA İNSAN: Verilene Şükür, Verilmeyene Hikmetle Bakış

LİYAKAT AYNASINDA İNSAN: Verilene Şükür, Verilmeyene Hikmetle Bakış

İnsan kendisine verilmeyen şeylerden dolayı şikayet etmemelidir.
Belki liyakat kesbettim mi diye kendisini sorgulamalıdır.
Hatta taş, bitki ve hayvan olmayıp insan olmamı sağlayan hangi liyakat ve sahip olduğum özelliktir diye kendisine sormalıdır.
Hatta bu verilen insanlığa da sahip olmakla layık olup olmadığının sorgulandığını da unutmamalıdır.
Sonuç olarak bundan sonra göreceklerinin ve elde edeceklerinin liyakat derecesine de bakmalıdır.
Sahip olduklarımıza ve olacaklarımıza ne kadar layıkız?
Zira sahiplik liyakat gerektirir.

*******

İnsan fıtratı itibarıyla ister, bekler, arzular. Fakat çoğu zaman neyi, ne kadar ve niçin istediğini değil; neden verilmediğini sorgular. Oysa Kur’ânî hikmet, hayatı sadece verilenler üzerinden değil, verilmeyenler üzerinden de okumayı öğretir. Çünkü her “verilmeyen” şey bir yokluk değil, çoğu zaman bir hikmetin örtüsüdür. Ve belki de en önemlisi: Bir şeyi istemek başkadır, ona liyakat kesbetmek bambaşkadır.

  1. Şikâyet Yerine Sual: “Layık mıyım?”

İnsan çoğu zaman “Neden bana bu verilmedi?” diye sorar. Oysa sorması gereken asıl soru şudur:

> “Ben buna gerçekten layık mıydım?”

Bir makam, bir rızık, bir ilim, bir dostluk, bir yöneticilik… İnsan, her arzusunun gerçekleşmesini bir hak olarak görürse, sonuçta ya nankör olur ya da isyan eder. Oysa ilâhî düzenin temelinde adalet ve hikmet vardır. Allah neyi verirse bir hikmetle verir, neyi vermezse de bir hikmetle vermez. Şikâyet değil, tefekkür gereklidir.

  1. İnsan Olmak: En Büyük Lütuf ve En Büyük Sorumluluk

Taş olmadık, ağaç olmadık, hayvan olarak da yaratılmadık. İnsan kılındık. Bu başlı başına bir nimet olduğu kadar, aynı zamanda büyük bir imtihandır. Zira Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:

> “Doğrusu, Biz insanı en güzel şekilde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik. Ancak iman edip salih amel işleyenler müstesna.” (Tin, 4-6)

Yani insan, yaratılışta en yüce iken, yaşayışıyla en aşağıya da düşebilir. Bu da bize şunu gösterir: İnsan olmak, sadece yaratılışla değil, yaşayışla da kazanılan bir değerdir.

  1. Verilen Her Şey Bir Liyakat Sınavıdır

Elimizdekilere de bakmalıyız: Sağlık, akıl, iman, aile, rızık, ilim, çevre… Bunlara gerçekten ne kadar liyakatimiz var? Sahip olduğumuz her nimetin bir vebali ve sorumluluğu olduğunu unutmamak gerekir. Zira Kur’ân,

> “Sonra o gün, size verilen nimetlerden mutlaka sorguya çekileceksiniz.” (Tekâsür, 8)
buyurarak, nimetlerin sadece lütuf değil, aynı zamanda birer imtihan vesilesi olduğunu bildirir.

Belki de bize verilmeyen bazı şeyler, henüz onu taşıyamayışımızdan, hikmetle korunmamızdandır. Zira her istemek hak, her istememek de hüsran değildir. Allah, kulunu hem verirken hem verir gibi yapmayıp korurken terbiye eder.

  1. Liyakatin Aynasında Geleceğe Bakmak

İnsan, geçmişte eline geçenlere değil; gelecekte nelere layık olabileceğine de dikkat kesilmelidir. Çünkü insanın kaderi, sadece yazılı bir senaryo değil, aynı zamanda liyakatle şekillenen bir yolculuktur. Allah kimseye zulmetmez; kişi kendi liyakatinin sonuçlarını yaşar:

> “Şüphesiz Allah, insanlara hiçbir şekilde zulmetmez. Fakat insanlar kendi nefislerine zulmederler.” (Yunus, 44)

İnsan, neye layıksa onunla karşılaşır; sabrederse sabrın meyvesini, nankörlük ederse kaybın acısını tadar. Asıl mesele, nimet verildiğinde “hamd etmeyi”, verilmediğinde ise “hikmeti aramayı” öğrenebilmektir.

Sonuç: Sahiplik Liyakat Gerektirir

İnsan, her şeyin verilmesini değil, layık olduğu şeylerin verilmesini istemelidir. Sahip olmadıklarına üzülmek yerine, sahip olduklarını hakkıyla yaşayıp yaşamadığını sorgulamalıdır. Çünkü insan oluşu bile bir lütuf ve sorumlulukken, daha fazlası ancak liyakatle elde edilir. Şikâyet değil, şükür ve sorgulama ahlâkı bizi yüceltir. Zira gerçek sahiplik, hak edilmiş olandır.

Makale Özeti:

İnsan, sahip olduklarına sevinmeli, olmadıklarına ise “liyakat kesbettim mi?” sorusuyla yaklaşmalıdır. Her nimet bir imtihan, her verilmemişlik bir hikmettir. İnsan olmak bile büyük bir lütufken, daha fazlasını istemek liyakat ister. Şikâyet yerine, kendini sorgulamak; “neye layığım?” sorusuyla hayatı değerlendirmek gerekir. Çünkü hakiki sahiplik, sadece verilmiş değil, hak edilmiş olandır.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

BAĞLARIN HİKMETİ: Allah, Kâinat ve İnsan Arasındaki İlâhî Ahenk

BAĞLARIN HİKMETİ: Allah, Kâinat ve İnsan Arasındaki İlâhî Ahenk

İnsanlık tarihi boyunca akıl sahiplerinin en temel sorularından biri şudur: “Ben kimim, nereden geldim ve nereye gidiyorum?” Kur’ân-ı Kerîm bu sualleri yalnızca cevaplamakla kalmaz, aynı zamanda insanı kâinatın anlamını kavrayabilecek bir şuur merkezi olarak tanımlar. Yaratıcı (Allah), kâinat (âlem) ve insan arasındaki bağı ise derin bir hikmet ve ilâhî düzen içinde sunar.

  1. Allah ile Kâinat Arasındaki Bağ: Sanatın Sanatkârla Bütünlüğü

Kur’ân’a göre kâinat, Allah’ın varlığına ve birliğine bir ayetler manzumesidir. Güneşin doğuşundan atomun dönüşüne kadar her şey, Allah’ın isim ve sıfatlarının birer tecellisidir:

> “O’nun şânı ne yücedir ki, göklerin ve yerin mülkü O’nundur. Hiçbir çocuğu olmamıştır. Mülkünde ortağı da yoktur. Her şeyi yaratmış ve ona bir ölçü (takdir) vermiştir.” (Furkan, 2)

Bu âyet, kâinatın rastgele değil, “ölçü” ile yaratıldığını bildirir. Bu ölçü, fizikî yasaların ötesinde bir hikmeti de içinde taşır. Allah, kudret ve hikmet sahibi olarak her şeyi hem yaratır, hem de yönetir. Kâinat, O’nun ilmini, iradesini ve kudretini ilan eden canlı bir kitap gibidir.

  1. Âlemler-Dünya Arasındaki Bağ: Hikmetin Basamakları

Kur’ân’da “âlemler” kelimesi çoğul geçer. Bu, yalnızca fiziksel evreni değil, melekler âlemi, ruhlar âlemi, gayb âlemi gibi farklı boyutları da kapsar. Dünya ise bu geniş âlemler içinde bir sahnedir; insanın imtihanı için hazırlanmış bir “arena”.

> “Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.” (Mülk, 2)

Bu dünya, âlemler arası bir köprü, bir geçittir. Zamanla sınırlı ama anlamla yüklüdür. Dünya hayatı küçük bir sahne olsa da, oynanan oyun büyüktür: Ebediyetin kapısını aralayacak bir imtihan süreci.

  1. İnsan ile Kâinat Arasındaki Bağ: Halifelik ve Mesuliyet

Kur’ân, insanı yalnızca bir varlık değil, bir muhatap olarak tanımlar. İnsan, Allah’ın yeryüzündeki halifesi (vekili) olarak yaratılmıştır:

> “Hani Rabbin meleklere demişti: ‘Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.’” (Bakara, 30)

Bu halifelik, sorumluluk, idrak ve ahlakla donatılmış olmayı gerektirir. İnsan, kâinatın sırlarını çözmekle, onu anlamak ve hayra yönlendirmekle vazifelidir. Kur’ân’da defalarca “düşünmez misiniz?”, “akletmez misiniz?”, “ibret almaz mısınız?” hitapları geçer. Çünkü insan yalnızca bakmakla değil, görmekle mükelleftir.

Kâinatı anlamaya çalışan bir insan, sonunda kendini, ardından Rabbini tanır. Bu yolculukta kâinat, bir “ayna”, insan ise o aynaya bakan bilinçtir. Allah ise bu aynada tecelli eden sınırsız güzelliktir.

  1. İnsanın Kalbinde Toplanan Âlemler

Kur’ân’a göre insan, küçük bir kâinat (alem-i suğra), kâinat ise büyük bir insan (alem-i kübra) gibidir. İnsan bedeni elementlerle, ruhu ise ilahî nefha ile yaratılmıştır. Hem toprağa hem semaya bağlıdır. Bu yüzden iki yönlü bir varlıktır: Hem maddî, hem manevî.

> “Andolsun ki insanı biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını da biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf, 16)

Bu yakınlık, Allah ile insan arasında kopmaz bir bağ olduğunu gösterir. Bu bağ, dua, tefekkür, ibadet ve teslimiyetle güçlenir. İnsan, bu bağı keşfettikçe dünyada “garip” olmadığını, kâinatla bir olduğunu idrak eder.

Sonuç: Bütünlüğün Farkında Olmak

Kur’ân’ın sunduğu evren tasavvurunda, hiçbir şey başıboş, anlamsız, amaçsız değildir. Allah, kâinatı hikmetle yaratmış, dünyayı bir imtihan alanı kılmış ve insanı bu imtihanın hem öznesi hem muhatabı yapmıştır. Kâinat bir saray ise, Allah onun sultanı, insan da onun nazırıdır. Bu bağlamda insanın en büyük meselesi; kendini, kâinatı ve Rabbi ile olan ilişkisini doğru kurmak, anlamak ve bu bilinçle yaşamaktır.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm’de Allah, kâinat ve insan arasında derin bir ilgi ve düzen vardır. Allah, kâinatı hikmetle yaratmış, dünya hayatını âlemler içinde bir imtihan sahnesi kılmış, insanı da bu sahnede halife ve sorumlu bir varlık olarak görevlendirmiştir. İnsan, kâinatı okuyarak Allah’ı tanımaya davet edilir. Kâinat onun için bir kitap, dünya bir dershane, kalp ise ilâhî tecellilerin aynasıdır. Bu bağların farkında olmak, insanın hem yaratılış gayesini hem de ebedî saadet yolunu kavramasına vesile olur.

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

FANİDEN BAKİYE: HAYATIN GERÇEK KIYMETİ

FANİDEN BAKİYE: HAYATIN GERÇEK KIYMETİ

“Biliniz ki, mevcudat içinde en kıymettar, hayattır; ve vazifeler içinde en kıymettar, hayata hizmettir; ve hidemat-ı hayatiye içinde en kıymettar, hayat-ı faniyenin hayat-ı bakiyeye inkılap etmesi için sa’y etmektir. Şu hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti ise, hayat-ı bakiyeye çekirdek ve mebde ve menşe cihetindedir. Yoksa, hayat-ı ebediyeyi zehirleyecek ve bozacak bir tarzda şu hayat-ı faniyeye hasr-ı nazar etmek, ani bir şimşeği sermedî bir güneşe tercih etmek gibi bir dîvaneliktir.” ( Tarihçe-i Hayat)

İnsan yaşar… Ama niçin yaşar? Bu en temel soru, asırlardır filozofların, ariflerin, peygamberlerin önünde durmuş, cevabını bulanlar hakikate yürümüş, bulamayanlar ise fani gölgeler peşinde tükenmişlerdir.

Hayat, mevcudat içinde en kıymetli cevherdir. Çünkü hayatla eşya anlam kazanır, varlık ruh bulur. Lâkin bu hayatın da mertebeleri vardır. Bedene bağlı, sınırlı ve geçici olan hayat mı daha kıymetlidir, yoksa ruhu ebediyete açılan, hakikate yönelen bir hayat mı?

Bediüzzaman bu hakikati ne güzel özetler: “Hayatın bütün kıymeti ve ehemmiyeti, hayat-ı bakiyeye çekirdek ve menşe olmasındandır.” Yani hayat, ancak ebedî hayata hizmet ederse kıymetlidir. Aksi halde en parlak dünya hayatı dahi, aldatıcı bir şimşek gibi bir anda söner ve hiçliğe karışır.

Bugün insanlar, hayatı sadece dünya merkezli yaşamakta, bütün enerjisini geçici menfaatler ve hazlar için harcamaktadır. Oysa bu, sermedî (sonsuz) bir güneşi bırakıp bir anlık şimşeği tercih etmek gibi büyük bir gaflettir. Faniyi baki zannetmek, geçiciyi kalıcı gibi görmek, insanı hem bu dünyada huzursuz eder hem de ebedi hayatını karartır.

Asıl hikmet şudur: Hayat, ebediyetin tarlasıdır. Bu dünyadaki her güzel düşünce, her halis niyet, her hayırlı amel, ahirette yeşerecek bir tohumdur. Bu yüzden en kıymetli hizmet, insanın kendi fani hayatını, baki hayata hazırlamasıdır. Bedenin değil, ruhun yaşamasını öncelik saymaktır.

Öyleyse insan, dünya yolculuğunda hangi hedefe yöneldiğine dikkat etmelidir. Bir yolcu için önemli olan, konaklama yeri değil, varacağı menzildir. Dünya da bir konaktır; ebedî menzile hazırlanmak içindir. Bu şuuru kazanan kişi, hayatı kıymetli yapar; kaybeden ise en kıymetli sermayeyi anlamsız bir hayale kurban eder.

MAKALE ÖZETİ:

Hayat, yaratılmışlar içinde en değerli varlıktır. Ancak bu hayatın hakiki kıymeti, onun ebedî hayata hizmet etmesiyle ölçülür. Hayat sadece fani dünya için yaşanırsa, kalıcı olanı geçici olana feda etmek olur. Asıl marifet, hayatı baki bir saadetin tarlası olarak görüp ona göre yaşamaktır. Bu şuur, insanı hem dünyada huzura hem de ahirette ebedi kurtuluşa eriştirir.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

Türkler Ağaç Gibidir: Budanan Milletin Dirilişi

Türkler Ağaç Gibidir: Budanan Milletin Dirilişi

Winston Churchill’e atfedilen,“Türkler ağaç gibidir; uzadıkça budayın, kurudukça sulayın.” bu söz, Batı’nın Türk milletine ve özellikle Osmanlı sonrası dönemde Türkiye’ye karşı takındığı politik tavrı çok iyi özetleyen sembolik bir ifadedir. Söz, bir politik stratejiyi yansıtmaktadır: Türkler güçlendiğinde engellenmeli, zayıfladıklarında ise kontrollü biçimde desteklenmelidir.

Bu yaklaşım yalnızca Churchill’e değil, birçok emperyalist devlet adamının zihniyetine aittir. Örneğin, İngiltere’nin 19. ve 20. yüzyıldaki Osmanlı siyaseti bu anlayışın ürünüdür. “Hasta adam” söylemiyle çöküşü hızlandırılan Osmanlı, gerektiğinde Rusya’ya karşı desteklenmiş, güçlendiğinde ise Balkanlar ve Arap coğrafyası parçalanarak zayıflatılmıştır.

*********

Ağaç olmak…
Kimi zaman kök salmak, kimi zaman meyve vermek, bazen de baltalara hedef olmaktır.

Türk milleti tarih boyunca bu ağaç misalini fazlasıyla yaşamıştır. Göktürkler’den Selçuklulara, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e kadar yükseldikçe budanmış, kökleri toprağın derinliklerine uzadıkça kurutulmak istenmiştir.

Churchill’e atfedilen şu söz tarihin özetidir:
“Türkler ağaç gibidir; uzadıkça budayın, kurudukça sulayın.”

Bu söz, sadece bir tesbitten ibaret değildir. Bu, bir emperyal aklın stratejisidir. Çünkü bilirler ki Türk milleti uzadıkça gölge eder; yalnızca kendi halkına değil, mazlum milletlere de siper olur. O yüzden her dirilişinde başına musibetler sarılmıştır:

Yükselen Osmanlı’ya Haçlı seferleri düzenlendi.

İkinci Abdülhamid “şark meselesi”nin hedefi oldu.

Kurtuluş Savaşı, Anadolu’da bu ağacı tamamen devirmek isteyenlerin son hamlesiydi.

Ama bu millet kurudukça da sulandı. Çünkü batı medeniyetinin menfaati, bu ağacın tamamen kurumasında değil, kontrollü biçimde yaşamasındadır.
Neden mi? Çünkü bölgedeki dengeyi sağlayacak, ama asla kendi politikalarını sorgulamayacak bir Türk varlığı onlar için gereklidir.

Fakat bu millet, ne budandığında kurumayı, ne de sulandığında boyun eğmeyi seçti. Her darbede yeniden dirildi. Her kuşatmada yeni bir kapı açtı. Çünkü bu milletin kökü, sadece Anadolu’ya değil; İslam’a, hakikate ve adalete dayanır.

Ve ağaçların bir sırrı vardır:
Budandıkça güçlenir, kökleri sıkıldıkça derinleşir.

Milletimiz de öyle oldu.
Bir 15 Temmuz budaması gördü, sonra çiçek açtı.
Bir ekonomik kurutma yaşadı, sonra yeniden filizlendi.
Bir inanç kıyımı geçirdi, sonra imanla şahlandı.

Unuttukları şey şu ki:
Bu ağaç, Hira’dan esen rüzgarlarla büyür.
Onu ne İngiliz budaması durdurur, ne Batı’nın sahte sulaması diriltir.

Bugüne Mesaj:

Bugün hâlâ bu taktikler uygulanıyor. Bir yandan ekonomik ambargolarla budanıyor, diğer yandan “demokrasi” kisvesiyle sulanıyor.
Ama artık bilinç arttı. Artık bu millet, kendi suyuyla sulanmak, kendi kökleriyle büyümek istiyor.

Artık bu ağaç, kendi gölgesini arayanlara değil, kendi gölgesinde huzur bulanlara dallarını uzatıyor.

Makale Özeti:

Bu yazıda, Churchill’e atfedilen “Türkler ağaç gibidir; uzadıkça budayın, kurudukça sulayın” sözü tarihî açıdan ele alınmış, emperyalist politikaların Türk milletine bakışı değerlendirilmiştir. Yazıda, Türk milletinin tarih boyunca budanmasına rağmen her seferinde yeniden dirildiği vurgulanmış; bu sözün sadece bir tesbit değil, aynı zamanda bir strateji olduğu belirtilmiştir. Sonuçta, milletimizin bağımsızlığına, köklerine ve inancına sahip çıktıkça her türlü kuşatmayı aşabileceği fikri işlenmiştir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

Kâinatın Sönüşü: “İzeş-Şemsu Kuvviret” Üzerine Bir Tefekkür

Kâinatın Sönüşü: “İzeş-Şemsu Kuvviret” Üzerine Bir Tefekkür

Kur’ân’ın veciz ifadelerinden biri olan “İzeş-şemsu kuvviret” (Güneş dürüldüğü zaman) (Tekvir. 1) ayeti, hem dil hem ilim hem de iman açısından derin manalar taşır. Bu kısa ayet, kıyametin kozmik bir işareti olarak Güneş’in başına gelecek bir olayı haber verir. Fakat bu haberin içinde yalnız kıyametin korkusu değil, aynı zamanda ilahî kudretin azameti, dünyanın faniliği ve ebediyetin işareti gizlidir.

Kelimenin Lügavî ve Kur’ânî Anlamı

“Kuvviret” fiili, Arapçada “küvvira” kökünden gelir. Bu kelime, “dürmek, sarmak, yuvarlayarak katlamak” anlamlarına gelir. Eski Araplar, sarığı başa sararken bu fiili kullanırdı. Yani “sarığın kat kat dolanması, etrafı kuşatması” anlamında kullanılır.

Ayette ise bu kelime mecazî bir kudretle Güneş’e uygulanmıştır. “Güneş dürüldüğünde” ifadesiyle Güneş’in fonksiyonunu yitirmesi, ışığını kaybetmesi, adeta sarılıp söndürülmesi manası taşır. Bu ifade, hem görsel hem de manevi olarak bir sonu, bir kapanışı ve büyük bir değişimi tasvir eder.

Bilimsel Yorum ve Kozmik Süreç

Bugünkü astronomi bilgisiyle bakıldığında Güneş’in de bir ömrü vardır. Güneş, hidrojenini helyuma dönüştürerek enerji üreten dev bir nükleer fırındır. Ancak bilim adamlarına göre Güneş bu yakıtı bir gün tüketecek, önce şişecek (kırmızı dev evresi), ardından dış katmanlarını uzaya savurup küçülerek “beyaz cüce” hâline gelecek, sonunda da tamamen sönmeye yüz tutacaktır.

Bu süreç, milyonlarca yıl alacak olsa da, Kur’ân’ın “dürülmek” ifadesiyle tarif ettiği bu değişen çöküş, dikkat çekici bir benzerlik taşır. Güneş’in ışığını kaybetmesi, yapısının büzülmesi, enerjisinin bitmesi, bir sarığın sökülmesi veya dürülmesi gibi görsel bir inkıraz halidir.

Dolayısıyla “kuvviret” kelimesi, hem mecazî hem de bilimsel olarak tam isabetli bir tanım olarak karşımıza çıkar. Güneş bir gün sönecek; dünya da ışıksız, ısısız, hayatsız kalacaktır. Kur’ân, o nihai sona işaret ederek insanı uyarır: “Bak, her şeyin bir sonu var. Sen de fanisin. Bâkî olanı ara!”

İmanî Derinlik ve Hikmet

Bu ayet, sadece kozmik bir haber değil, aynı zamanda kalplere indirilen bir ikazdır. Güneş bile bir gün sönecekse, insanın gururu, malı, saltanatı ne kadar kalıcı olabilir? Her sabah doğan Güneş, hayatı hatırlatırken; onun batışı da bir gün her şeyin son bulacağını fısıldar.

İşte bu fısıltıyı haykıran bir sestir bu ayet. “İzeş-şemsu kuvviret”, bir kıyamet betimlemesinden çok daha fazlasıdır: faniliği ilân eden bir hakikat levhasıdır. O levhayı gören akıl, başını önüne eğer; o sesi duyan kalp, ebedi güneşe yönelir: “Allah’ın nuru, ne Güneş gibi söner, ne de faniler gibi biter.”

Özet:

“İzeş-şemsu kuvviret” ayetindeki “kuvviret” kelimesi, “dürülmek, sarılmak, büzülmek” anlamına gelir ve Güneş’in bir gün görevini yitireceğine işaret eder. Bilimsel olarak Güneş’in bir ömrü olduğu ve zamanla söneceği bilinmektedir. Bu ayet, hem ilahî kudretin büyüklüğünü hem de dünyanın faniliğini anlatır. Güneş gibi bir kudret nişanesi bile sona erecekse, insana düşen, fanilik içinde bâkî olanı aramaktır.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

KEŞKE UNUTULMAYA MAHKUM, GÜNDEMDE OLMAYAN BİR ŞEY OLSAYDIM

KEŞKE UNUTULMAYA MAHKUM, GÜNDEMDE OLMAYAN BİR ŞEY OLSAYDIM

“نَسْيًا مَنْسِيًّا (nesyen mensiyyâ)” ve Muradifleri: Derin Bir Hiçlik İfadesi

1. Lügavî ve Tefsirî Anlam:

نَسْيًا (nesyen): “Değersiz, unutulmaya mahkûm, önemsiz bir şey” anlamındadır. Arapçada çoğu zaman artık işe yaramayan bir eşya veya silinmiş bir iz için kullanılır.

مَنْسِيًّا (mensiyyâ): “Unutulmuş, hatırlanmayan, gündemden düşmüş” demektir.

İkisi bir araya geldiğinde, anlamı pekişerek “tümüyle silinmiş, yok sayılmış, hiçbir iz bırakmadan unutulmuş biri” demek olur.

Bu ifade, Hz. Meryem’in (a.s.) toplumdan gelen baskı, iftira ve yalnızlık içinde Allah’a arz ettiği bir deruni çığlıktır. Bütün izlerden, gözlerden, yargılardan ve hatırlanma ihtimalinden uzak bir yok oluş arzusudur.

2. Muradif İfade: “يَا لَيْتَنِي كُنْتُ تُرَابًا (ya leyteni küntü turâbâ)”

> “Keşke toprak olsaydım!”
(Nebe’, 78/40)

Bu ifade, kıyamet gününde Allah’a isyan edenlerin, ilahi adaletle yüzleştiği anda söylediği bir pişmanlık sözüdür. Yani “Hiç yaratılmamış olsaydım, toprak olup da bu azabı görmeseydim.” anlamına gelir.

Her iki ifade de varoluşun yükünü taşıyamayacak hale gelen insanın, yokluğu tercih edişini yansıtır. Ancak bir farkla:

Hz. Meryem’in “nesyen mensiyya” deyişi, iffetini koruyamamakla suçlanmanın hüznüyle, hayattayken duyulan bir dünyevî acıyı anlatır.

“Küntü turâbâ” ifadesi ise ahirette karşılaşılan uhrevî pişmanlığın bir çığlığıdır.

Makale: “Unutulmak İsteyenler ve Hatırlanmakla İmtihan Edilenler”

“Keşke unutulsaydım…”

Bu, ne bir isyan ne de bir inkârdır. Bu, Hz. Meryem’in kalbindeki tarifsiz yükün, diliyle Allah’a dökülen bir duasıdır. “Nesyen mensiyya” kelimeleri, sadece yokluk isteğini değil, hatırlanmamak arzusunu da barındırır. Yani iz bırakmamak, kimsenin dilinde, zihninde ve yargısında yer almamak…

Hz. Meryem, iffetini koruduğu halde, toplum tarafından zina ile itham edilmenin ezici ağırlığı altında böyle fısıldar Rabbine. Kadınlığının, anneliğinin, insanlığının ezildiği bir anda, tek arzusudur: Unutulmak. Gözden ırak olmak. Dilden düşmek. Hatıradan silinmek…

Fakat Allah, tam aksine onu tarihin ve vahyin merkezine yerleştirir.
Kur’an’da bir sûreye adını verir: Meryem.
Onun doğurduğu çocuk, ilahî bir kelime olur: Mesih İsa.

Bunun zıddı bir çığlık daha duyarız Kur’an’da:

> “Keşke toprak olsaydım.” (Nebe’, 40)

Bu söz, inkârcıların ahiretteki pişmanlık haykırışıdır. Bir ömrü dünyada “var olmakla” geçirenlerin, ebedî azap karşısında “hiç olmayı” dilemesidir. Ama artık geçtir. Geri dönüş yoktur.

İki ifade, iki farklı çağrıyı haykırır:

Hz. Meryem’in “unutulma arzusu”, bir kulluğun iffetli ızdırabıdır; Allah’a samimi sığınışın yansımasıdır.

İnkârcının “toprak olma arzusu”, ilahi hakikati inkârın bedelidir; geç kalınmış bir yokluk isteğidir.

Aslında her insan, hayatının bir döneminde bu iki duygudan birini tadar:

Ya Meryem gibi mazlum olur, aciz kalır, unutulmak ister ama Allah onu hatırlatır…

Ya da dünyada çok hatırlanır, çok yaşar, çok konuşur ama sonunda yok olmayı diler…

Bir not gibi iliştirelim kalbimize:

Dünyada unutulmak isteyene Allah şeref verir.

Ahirette yok olmak isteyene ise ebedî azap kalır.

Hz. Meryem’in duası kabul edilmedi çünkü o, Allah’ın lütfuna layıktı.
Kıyamette “keşke toprak olsaydım” diyenin duası da kabul edilmeyecek; çünkü o, gerçeği reddetmişti.

Makale Özeti:

Bu yazıda, Meryem Suresi 23. ayette geçen “nesyen mensiyyâ” ifadesi açıklanmış, anlamı ve tefsirlerdeki yorumları verilmiştir. Ardından bu ifade, Kur’an’daki “ya leyteni küntü turâbâ” (keşke toprak olsaydım) ayetiyle karşılaştırılarak iki farklı ruh hali değerlendirilmiştir. Hz. Meryem’in duası mazlumiyet ve masumiyetin sesi olarak tanımlanırken, ahiretteki pişmanlık ifadesi, küfrün ve isyanın sonucu olarak değerlendirilmiştir. Sonuçta, Allah’a sığınan kulun unutulmak istese de yüceltilerek hatırlanacağı; Allah’tan kaçan insanınsa sonunda yok olmak isteyeceği hikmetle vurgulanmıştır.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

İSAR: Başkasını Kendine Tercih Etmenin Hikmeti

İSAR: Başkasını Kendine Tercih Etmenin Hikmeti

İnsan nefsine düşkündür; menfaatini korumak, imkânı varsa daha fazlasını elde etmek ister. Ancak öyle insanlar vardır ki, ellerindekini bile başkasına verirler. İşte Kur’ân’ın yücelttiği bu ahlâkın adı: îsâr.

Îsâr, sadece cömertlik değil; bencilliği aşarak başkasının ihtiyacını kendi ihtiyacının önüne koymak demektir. Ve bu yüce ahlâk, sadece bireyi değil, toplumları da inşa eder.

1. Îsâr’ın Kur’ân’daki Yüce Tanımı

Îsâr kelimesi, Tevbe Suresi’nin 9/100. ayetinde hicret eden Muhacirlerle onları Medine’de karşılayan Ensâr’ı överken zikredilen bir tavırdır. Ancak en belirgin ifadesi şu ayettedir:

> “Kendileri ihtiyaç içinde olsalar bile onları (kardeşlerini) kendilerine tercih ederler.”
(Haşr 59/9)

Bu ayet, Ensâr’ın Muhacirlere olan misilsiz fedakârlığını tarif ederken îsârın doruk noktasını gösterir. Onlar ki, yiyeceklerini, evlerini, hatta mallarını bölüştüler. Ve en çarpıcısı: kendi ihtiyaçları varken bile bunu yaptılar.

2. Îsâr’ın İniş Sebebi: Bir Hurma ve Bir Adam

Bu ayetin inişine dair anlatılan meşhur bir hadise vardır:
Ensâr’dan bir sahâbî, açlıktan kıvranan bir Muhaciri evine davet eder. Evde sadece bir kişiye yetecek kadar yiyecek vardır. Eşiyle plan yapar: “Çocukları uyut, lambayı da söndür. Biz yermiş gibi yapar, yemeği ona sunarız.” Böylece misafir yemeği yerken onlar aç kalırlar. Ertesi gün Peygamber Efendimiz (sav), onların bu tavrını över ve yukarıdaki ayet nazil olur.

Bu kıssa, îsârın gösterişten uzak, derin bir vicdan davranışı olduğunu da ortaya koyar.

3. Îsâr’ın Kişiye Katkısı: Nefis Terbiyesi

Îsâr, nefsi tezkiye eder. Çünkü nefis sahiplenir, kıskanır, paylaşmak istemez.
Bir Müslüman, îsârla benlik zincirini kırar, “ben”den “biz”e geçer. Bu yönüyle îsâr, tasavvufta “en yüksek ahlâkî derecelerden” sayılmıştır. Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der:

> “Îsâr, hakiki ihlâsın aynasıdır.”

Çünkü kişi, başkasının rızasını Allah için kendi rızasına tercih etmiştir.

4. Îsâr’ın Topluma Katkısı: Merhamet Medeniyeti

Îsâr toplumsal bağları güçlendirir. Paylaşmanın, dayanışmanın ve kardeşliğin ruhunu canlı tutar.

İnfak kültürünü geliştirir.

Sınıf farklarını yumuşatır.

Yardımlaşma şuurunu yaygınlaştırır.

Ensâr toplumu bunun en güzel örneğidir: Kendilerine sığınan kardeşlerine sadece barınma değil, yüreklerini de açtılar. Bugün ümmet-i Muhammed’in en çok hasretini çektiği vasıf da budur: îsâr ruhu.

5. Îsâr’ın Müradifi Olan Kavramlar

Îsâr’ın anlam dünyasına yakın birkaç kavram da şunlardır:

İsâr (إِيثَار): Aynı kökten gelen tercih etmek, başkasını öne almak anlamında.

İnfak (إِنْفَاق): Malı ihtiyaç sahibine vermek.

Cûd (جُود): Cömertlik, eli açıklık.

İhsan (إِحْسَان): Güzellikle vermek, Allah’ı görüyormuş gibi yaşamak.

İsarî ahlâk: Kardeşini kendine tercih etme ahlâkı.

Fakat îsâr, bütün bu kavramlardan öte bir “fedakârlık zirvesi”dir.

6. Îsâr’ın Günümüzdeki Yokluğu ve Hasreti

Modern çağ, bireyciliği öne çıkardı. “Kendini sev”, “önce sen”, “herkes kendi derdine düşsün” gibi söylemler, îsârı unutturdu. Hâlbuki gerçek insanlık, kendinden vermekle başlar.

Bugün îsâr sadece bir hasret değil, bir kurtuluş reçetesidir.

Ailede eşler birbirine îsâr ile yaklaşsa, huzur artar.

Ticarette îsâr ahlâkı olsa, adalet doğar.

Siyasette îsâr olsa, hizmet ehli yükselir.
Îsâr, dünyayı cennete çeviren bir ruhtur.

Sonuç: Îsâr, Kalplerin Zenginliğidir

Îsâr, sahip olmak değil, vazgeçebilmektir.
Gerçek zenginlik, elindekini paylaşabilmektir.
Kur’ân, îsârı bir fazilet değil, bir iman meyvesi olarak görür. Çünkü kişi Allah’a güvenmese, kendi açken veremez.
İşte bu yüzdendir ki, îsâr sahipleri cenneti iki kez yaşarlar:

Biri dünyada vicdan huzuru,

Diğeri âhirette Rahmân’ın rızasıyla.

Özet

Îsâr, kişinin kendi ihtiyacı varken dahi başkasını kendine tercih etmesi demektir. Haşr 9. ayette Ensâr’ın Muhacirlere gösterdiği üstün fedakârlık bu ahlâkın zirvesi olarak örnek verilir. Îsâr, nefsi arındırır, bireyi olgunlaştırır ve toplumu merhametli bir yapıya kavuşturur. İnfak, cömertlik ve ihsan kavramlarıyla yakın anlamlar taşısa da îsâr, bencil arzuları aşarak Allah için feragatte bulunma erdemidir. Modern toplumda unutulmuş bir hasret olan îsâr, kardeşliğin, huzurun ve gerçek insanlığın anahtarıdır.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

Yeminlerin Diliyle Konuşan Hakikat: Kur’ân’da Allah’ın Yeminleri

Yeminlerin Diliyle Konuşan Hakikat: Kur’ân’da Allah’ın Yeminleri

Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca bir hitap değil; aynı zamanda bir ilan, bir davet, bir ikaz ve bir beyandır. Rabbimiz bu ilahî hitabında bazı hakikatlerin altını çizmek, zihinleri uyandırmak, kalpleri uyandırmak için yemin eder. Fakat bu yeminler, insanlar gibi bir isbat zayıflığına değil; hakikatin haşyetini vurgulamaya, dikkatleri celbetmeye, azametli bir hakikati göstermeye yöneliktir.

Kur’ân’da Allah Teâlâ, çeşitli mahlukatı üzerine yemin eder:
“Asra andolsun” (Asr, 1), “Fecre andolsun” (Fecr, 1), “Tine andolsun” (Tin, 1), “Yıldızlar kaydığı zaman andolsun” (Necm, 1), “Güneş’e ve onun aydınlığına andolsun” (Şems, 1-2), “Geceye ve gündüze andolsun” (Leyl, 1-2), “İncire ve zeytine andolsun” (Tin, 1).

Bu yeminin muhatabı, aklını çalıştıran insandır. Rabbimiz, kâinat kitabının sayfaları olan zaman, mekan, varlık ve olaylar üzerine yemin ederek, bu işaret levhaları üzerinden insanı düşünmeye sevk eder. Çünkü Allah’ın üzerine yemin ettiği her şey, ya azametli bir kudret tecellisidir, ya da derin bir hikmet penceresidir.

Güneş’e yemin eder; çünkü O’nun nizamı ve devamlılığı, İlahi Kudret’in mührüdür.
Geceye yemin eder; çünkü gecenin gelişiyle oluşan sükûn, Rahman’ın rahmetli terbiyesidir.
Yıldızlara yemin eder; çünkü karanlıklar içinde yol gösteren yıldızlar, Hâdî olan Allah’ın sembolleridir.
Zamana yemin eder; çünkü zaman, bütün hadiselerin sahnesi ve kaderin kalemidir.
İncir ve zeytine yemin eder; çünkü onların içinde, hem maddî hem manevî rızka açılan mucizevî hikmetler vardır.

Allah mahlukata değil, mahlukatın taşıdığı manaya yemin eder. Bu yeminler, sıradan unsurlara değil; İlahi sıfatların bir tecellisi olarak yaratılmış, ibret taşıyan ayetlere yöneliktir. Her bir yemin, arkasından gelen ayetin mesajına büyük bir kuvvet kazandırır.

Bu yeminlerin hedefi; insana, her şeyin başıboş, gelişigüzel değil; ölçülü, hikmetli ve murad edilmiş olduğunu göstermek ve insanı sorumluluk duygusuna, şuur haline çağırmaktır. Rabbimiz, “Baksın, görsün, düşünsün, anlasın, iman etsin” diye yeminin diliyle konuşur.

Özet:

Bu makalede, Allah’ın Kur’ân-ı Kerim’de neden yemin ettiği, nelere yemin ettiği ve bu yeminlerin hikmeti açıklanmıştır. Allah; zaman, mekân ve varlıklar üzerine yemin ederken onların taşıdığı derin anlamlara, kudret ve hikmet tecellilerine dikkat çeker. Bu yeminler, insanların gafletini dağıtmak, kalplerini uyandırmak ve ilahî hakikatleri daha güçlü kavratmak içindir. Yani Allah’ın yemini, hakikatin büyüklüğünü ve kesinliğini ilan eden bir uyarı ve tefekkür davetidir.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

Her Yerde Hazır ve Nâzır: Kudretin Sonsuz Aynaları

Her Yerde Hazır ve Nâzır: Kudretin Sonsuz Aynaları

İnsanoğlu ne zaman tefekküre dalsa, iki yönlü bir seyahate çıkar: Biri içe, kalbine ve varlığının derinliklerine; diğeri dışa, yıldızlara ve kâinatın sonsuz katmanlarına doğru… Bu iki seyahatte de karşılaştığı hakikat tektir: Kudreti sonsuz, sanatı benzersiz, iradesi mutlak bir Yaratıcı…

Mikro âleme bakıldığında, bir hücrenin içindeki DNA’nın matematiksel mucizesi, atomların düzenli hareketi, protonlarla elektronlar arasındaki hassas denge; hepsi ilimsiz, iradesiz, hikmetsiz olamayacak derecede muhteşem bir planın ürünüdür. Mikroskobik bir canlı olan amipten, insanın göz hücresine kadar her şey birer kudret mühürlü sanat eseridir.

Makro âleme dönüldüğünde ise gökyüzündeki yıldız kümeleri, galaksilerin nizamı, gezegenlerin yörüngedeki itaatleri, Güneş’in ısı ve ışığını yeryüzüne taşıyacak şekilde belirlenmiş uzaklığı; tesadüfleri imkânsız kılan bir kudretin tecellileridir. Kâinat adeta dev bir saray, her gezegen onun bir lambası, her yıldız bir süsü, her sistem bir bölmesi gibidir.

İnsanın enfüsî dünyasında ise kalbin atışından beynin çalışma ritmine, ruhun manevî hislerinden vicdanın ince ayarına kadar her şey bir sanat mucizesidir. İnsan, küçük bir kâinat gibidir. Her zerresi, kudretin ince ayarını, ilmin derinliğini ve sanatın büyüklüğünü gösterir.

Bütün bu ahenk, bütün bu denge, bütün bu ihtişam; kör, sağır, şuursuz tesadüflerin değil, her şeyi bilen, her şeye gücü yeten, her şeyi iradesiyle tanzim eden Cenab-ı Hakk’ın varlığının ve birliğinin en büyük şahididir.

Zira ne bir atom yerinden izinsiz oynar, ne de bir galaksi yolunu şaşırır. Ne bir hücre görevini unutur, ne de bir yıldız istikametinden sapar. Her şey yerli yerinde, hikmetli ve mizanlıdır. Bu da gösterir ki, görünen ve görünmeyen bütün âlemler, kudretin parlak bir aynasıdır.

Özet:

Bu makalede, Cenab-ı Hakk’ın hem mikro (iç) hem makro (dış) âlemdeki kudret, irade ve sanatının açık delilleri anlatılmaktadır. Atomlardan yıldızlara, hücrelerden galaksilere kadar her şey, O’nun mükemmel yaratışıyla bir nizam ve denge içinde hareket eder. Bu düzen, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcı’nın varlığını ve birliğini apaçık şekilde gösterir.

Loading

No Responsesمايو 14th, 2025

DARBE DÜZENİNİN GÖLGESİNDE TÜRKİYE

DARBE DÜZENİNİN GÖLGESİNDE TÜRKİYE

Türkiye’de 1960 yılında başlayan tüm darbelerin hep öncesinde alt yapısı oluşturuldu,meşru gösterilmeye çalışıldı.
Laiklik elden gidiyor şeriat geliyor dendi.
Kemalizm bahane edildi. Bankaların içi boşaltıldı. Her gayri meşruluk, meşru gösterilmeye çalışıldı.
Bu milletin başına olmayan, hayali çok çoraplar örüldü.
Bu tamamen az bir azınlığın oyunu idi.
Bu toprakların insanları değildi.
Yada dışarıdan satın alınmış, ihanet içerisinde bulunanlar kullanılarak gerçekleştirilmiştir.
Pkk’nın da FETÖ’nün de tüm darbe, banka soygunları ve yolsuzluklar böyle gerçekleştirildi.

********

Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye, sadece siyasi mücadelelerle değil; görünmeyen ellerin ördüğü karanlık ağlarla da mücadele etti. 1960 yılından bu yana yaşanan her askerî müdahale, sadece bir gecelik bir iktidar değişimi değil; yıllar öncesinden planlanan, adım adım zemini hazırlanan bir mühendislik projesinin sahneye sürülmesiydi.

“Laiklik Elden Gidiyor” Çığlığı: Bir Bahane Tiyatrosu

Her darbenin öncesinde kulaklara aynı çığlıklar kazındı: “Laiklik elden gidiyor, şeriat hortluyor!” Oysa bu söylemler, halkı değil, halk adına konuştuğunu iddia eden azınlık elitleri koruma refleksiyle üretildi. Kemalizm, bir inançtan çok bir kalkan olarak kullanıldı. Bu kalkanın arkasında ise kendi çıkarını, imtiyazını ve iktidarını korumak isteyen odaklar vardı.

Laiklik halkın değerlerine düşmanlık için bir bahane haline getirildi. Dindar halk kesimlerine yönelik baskılar, başörtüsü yasakları, Kur’an kurslarına yönelik sınırlamalar hep bu sözde “tehlikeye karşı” uygulandı. Oysa asıl tehlike, bu ülkenin ruh köküne yabancılaşmaktı.

Bankaların Soyulması, Milletin Soyulmasıydı

1980’lerin sonunda başlayan banka soygunları, 1990’larda ayyuka çıktı. TMSF’ye devredilen bankaların büyük kısmı, belli aileler veya gruplar tarafından içi boşaltılmış şekilde bırakıldı. Bu olaylar sadece mali yolsuzluklar değildi; aslında milletin geleceği çalındı. Aynı senaryo 2001 krizinde tekrar edildi. Krizle birlikte gelen IMF dayatmaları, halkı daha da yoksullaştırdı.

Her büyük kriz, askeri vesayet ya da dış güçlerin etkisini artırmak için kullanıldı. Darbeler, sadece tanklarla değil, ekonomik sabotajlarla da yapıldı. Ve bu krizlerin sonunda hep aynı gruplar palazlandı.

PKK, FETÖ ve Benzeri Yapılar: Kukla Sahnesinin Oyuncuları

Türkiye’yi istikrarsızlaştırmak için kullanılan taşeron yapılar da bu planların parçasıydı. PKK terörü, sadece bir etnik mesele değil, Türkiye’nin enerjisini içeride tüketmek için kullanılan bir stratejiydi.
FETÖ ise “dini görünümlü” bir istihbarat ağı olarak, inanç kisvesi altında en derin ihaneti gerçekleştirdi.
Bütün bunlar Kemalizm kolları ve koltuğu altında gelişti ve palazlandı.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi, sadece bir gece yaşanmadı. On yıllar boyunca devletin damarlarına sızan bir yapının, dış akıl ve istihbaratla nasıl çalıştığını gördük. Bu yapı da tıpkı öncekiler gibi, halkı değil; halka rağmen düzeni korumak isteyen bir akıl tarafından büyütüldü.

Dışardan Gelen Sesler, İçerden Çıkan Yankılar

Her darbenin arkasında yabancı medya kuruluşlarının destekleyici manşetlerini gördük. “Türkiye’ye demokrasi lazım” diyenler, tankları alkışladılar. İçerideki işbirlikçiler, “muhtıra” dilini meşrulaştırdı. Ama bu sesler, Anadolu insanının sesi değildi. Bu toprakların diliyle konuşmayan, bu toprakların ruhuna düşman akıllardı.

Ve dikkat çeken gerçek şudur: Bu karanlık oyunlar, hep “çok az bir azınlık” eliyle sahneye kondu. O azınlık ise ya dış güçlerin etkisindeydi ya da içeriden satın alınmıştı. Ne yazık ki, milletin iradesi yıllarca bu azınlığın çıkarlarına kurban edildi.

Ama Bu Millet Unutmadı

Milletin hafızası uzun sürede işler; ama işler. Ve bu millet, 15 Temmuz’da olduğu gibi, kendi iradesine uzanan elleri kırabileceğini tüm dünyaya gösterdi. Darbe zihniyeti, tankla tüfekle değil, hakikatle, adaletle ve ferasetle aşılabilir. Çünkü hakikat, eninde sonunda galip gelir.

Özet:

Türkiye’de 1960’tan bu yana yaşanan tüm darbeler, önceden planlanan, meşrulaştırılmaya çalışılan ve belirli söylemlerle zemini oluşturulan yapay krizlerle hazırlandı. “Laiklik elden gidiyor”, “şeriat geliyor” gibi iddialarla halk korkutuldu; Kemalizm bahane edilerek dindar kesim sindirilmeye çalışıldı. Banka soygunları ve ekonomik yolsuzluklar bu süreçlerin parçasıydı. PKK ve FETÖ gibi yapılar ise dış aklın içerideki taşeronları olarak kullanıldı. Tüm bu karanlık oyunlar, azınlık bir zümre ve dış destekli aktörler tarafından yürütüldü. Ancak Türk milleti, 15 Temmuz’da olduğu gibi bu oyunlara karşı ferasetini gösterdi. Hakikat ve millet iradesi, tüm darbe planlarının panzehiridir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 13th, 2025

KIRK VECH-İ İ‘CAZ: KUR’ÂN’IN KIRK AYNA İLE PARLAYAN MUCİZEVÎ CİHANI

KIRK VECH-İ İ‘CAZ: KUR’ÂN’IN KIRK AYNA İLE PARLAYAN MUCİZEVÎ CİHANI

Kur’ân’ın her zerresi mucize; her tabakaya ayrı bir hitap…

Kur’ân-ı Hakîm, nazil olduğu günden bu yana hem bir kitap; hem de bir âlem, bir muallim, bir hâkim, bir mürşid ve bir mucizedir. O, sadece bir ümmete değil, her çağın insanına; sadece bir tabakaya değil, her akla, her kalbe, her ruh haline hitap eden eşsiz bir kelâmdır. Ve bu yönüyle i‘cazı – yani mucizevî yapısı – kırk vecihte parıldar. Her biri, Kur’ân’ın Allah kelamı olduğuna ayrı bir delil, ayrı bir şahitliktir.

Kırk Nevi İ‘caz Vechi Nedir?

Kur’ân’ın i‘cazı çok yönlüdür. İlim, hikmet, belâgat, fesahat, haber, mana, ahlâk, teşri, kevnî hakikatler gibi birçok sahada i‘caz sergiler. Bediüzzaman Said Nursî bu kırk nevi i‘cazı bazı eserlerinde şöyle tasnif eder (tamamı tafsilatlı olmasa da öne çıkanlar şunlardır):

  1. Belâgat ve Fesahat İ‘cazı
  2. Kur’ân’ın Nazmı (dizilişi) ve Üslubundaki Mucize
  3. Gelecekten Haber Verme (İlm-i Gayb)
  4. Geçmişi Bildirme (Haber-i Sâdık)
  5. Mânevî Tesir ve Ruhlara Nüfuz Etme Gücü
  6. İhtiyaca ve Vakte Uygunluk
  7. İhtiva Ettiği İlmin Derinliği ve Kuşatıcılığı
  8. Cemiyet-i Manâ (Az Lafızla Çok Mana)
  9. İç Tezatlardan Uzak Mükemmel Ahenk
  10. Tekellüfsüzlük (Zorlamasızlık)
  11. Zaman Üstü Hakikatlere İşaret
  12. Kelâmındaki Evrensellik
  13. Tefsirlerinin Bitmemesi (Tükenmeyen Mana Kaynağı)
  14. Edebiyatçılara Meydan Okuyuşu
  15. İman-İlim-Ahlâk bütünlüğüyle ruhu inşa etmesi
  16. İnsanı ve Kâinatı okutan bir kitap olması
  17. Sadeleştikçe derinleşen bir yapı arz etmesi
  18. Okundukça manasının genişlemesi
  19. Zamanla eskimemesi, sürekli tazelik sunması
  20. Tüm fenleri içine alabilecek potansiyele sahip olması

Ve bu vecihlerin her biri, alt kollara ayrılarak kırk nevi mucizevî yönü oluşturur.

Kırk Tabakaya Karşı İ‘caz

Kur’ân sadece bir belagat kitabı değildir; zira muhatabı yalnız edipler değildir. Kur’ân, her tabakadaki insanın anlayışına, kabiliyetine ve ihtiyacına göre konuşur. İşte Kur’ân’ın kırk tabakaya karşı kırk çeşit i‘caz göstermesi buradadır. Mesela:

  1. Avam – Kalbe Tesir Eden Sadelik
  2. Alimler – İlmi Hakikatleriyle
  3. Filozoflar – Hikmetli İfadeleriyle
  4. Muhaddisler – Sahih Haberlere Vurgusuyla
  5. Müfessirler – Mana Derinliğiyle
  6. Şairler – Edebi Zenginliğiyle
  7. Hukukçular – Şeriat ve Adalet Temelleriyle
  8. Tabiatçılar – Kâinat Ayetleriyle
  9. Sufiler – Mânevî Derinliğiyle
  10. Çocuklar – Basit ama etkili mesajlarıyla

Bu tabakalar kırka kadar genişletilebilir. Kur’ân’ın mucizesi, her bir tabakaya ayrı aynada yansır. Kalbi olanı duygulandırır, aklı olanı düşündürür, ruhu olanı vecde getirir. Çünkü Kur’ân bir nurdur; nura bakan her göz, kendi seviyesince bir renk ve parıltı görür.

Bir Temsille Anlayış

Düşün ki, bir saray var. Her odasında ayrı bir hazine, her penceresinde ayrı bir manzara. İçeriye kırk farklı grup giriyor. Her biri ayrı bir özelliğiyle orada bir değer görüyor. Kimisi altını bulur, kimisi tabloyu, kimisi kitaplığı… Ama hepsi aynı sarayın farklı bir yönünden hayran kalır. Kur’ân da böyledir. Her tabaka, kendi kabı kadar ondan nasibini alır.

İbretli Netice

Bugün, insanlık karanlıklar içinde hakikati arıyor. Bilim, teknoloji, felsefe tek başına yetmiyor. Kalp doyumsuz, akıl huzursuz, ruh yaralı. Kur’ân ise bin yıldır dimdik ayakta. Kıyamete kadar da yaşayacak. Çünkü o, kırk tabakayı aydınlatan kırk projektördür. Her çağda yeniden doğan, tazelenen bir bahardır. İ‘cazı eksilmez, hitabı eskimez, nuru sönmez.

ÖZET

Kur’ân-ı Kerîm’in mucizeliği (i‘cazı) kırk farklı yönle ortaya çıkar: Belâgat, gaybî haberler, ruhlara tesir, ilim, hikmet ve daha birçok sahada kendini gösterir. Aynı zamanda Kur’ân, kırk farklı insan tabakasına hitap edebilecek çok yönlü bir kelâmdır. Âlimden avama, çocuktan filozofa kadar herkes bu kitaptan kendi seviyesine göre nasiplenir. Bu yönüyle Kur’ân, hem beşer kelamı olmadığını isbat eder, hem de her asırda taptaze bir hayat kaynağı olur.

 

 

Loading

No Responsesمايو 13th, 2025