HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR. TIPKI İLK DURAKTA BİNİŞİN SON İNİŞİ OLDUĞU GİBİ.

HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR. TIPKI İLK DURAKTA BİNİŞİN SON İNİŞİ OLDUĞU GİBİ.
DÜNYA DA SON DEĞİLDİR.

HER GELİŞİN BİR DE GİDİŞİ VARDIR

İnsan hayatı bir yolculuktur. Tıpkı bir tren istasyonunda yolculuğa başlayan bir yolcu gibi, her insan da bir gün bu dünyaya gelir ve vakti geldiğinde bu dünyadan ayrılır. Hiçbir yolculuk sonsuz değildir. Her binişin bir inişi olduğu gibi, hayatın da bir başlangıcı ve bir sonu vardır. Ancak unutulmaması gereken en önemli gerçek şudur ki, dünya son durak değildir.

Hayatın Geçiciliği

Dünya, insan için bir konaklama yeridir. Bize sunulan ömür sermayesi, bir imtihan için verilmiştir. Yüzyıllardır gelip geçen milyonlarca insan, doğmuş, yaşamış ve eninde sonunda bu dünyayı terk etmiştir. Zenginler, fakirler, sultanlar, köylüler; hepsi aynı akıbete uğramıştır. Tarih sahnesine baktığımızda nice medeniyetlerin yükseldiğini ve yok olduğunu görürüz. Hiç kimse bu dünyada ebedî kalmamış, herkes kendisi için takdir edilen vakit dolduğunda yolculuğunu tamamlamıştır.

Dünyanın Bir Sınav Yeri Olması

Dünya, insan için bir imtihan salonudur. Bu hayat, bir hazırlık sürecidir ve gerçek yurt, ahiret yurdudur. İnsan, yaptıklarıyla ahiretini şekillendirir. İyilik yapanlar, Allah’ın rızasını kazananlar ebedî saadete ulaşırken, gaflette olanlar büyük bir pişmanlık ile yüzleşirler.

Bu nedenle, dünya hayatını sadece maddi kazançlar ve geçici zevkler uğruna harcamak akıllıca değildir. Çünkü bu yolculuğun sonunda herkes, sonsuz bir âleme adım atacaktır. O âlemde kişinin yanına sadece imanı, amelleri ve güzel ahlâkı kalacaktır.

Yolculuğu Nasıl Tamamlamalıyız?

Bir yolcu, varacağı yere göre hazırlık yapar. Uzun bir yolculuğa çıkan bir kimse, yanına ihtiyacı olan erzakları alır. İşte insan da bu dünyada ahiret yolculuğuna hazırlanmalıdır. Çünkü dünya hayatı kısadır ve bir gün mutlaka sona erecektir. O halde, dünya nimetlerini doğru kullanmalı, hakkı gözetmeli ve kalıcı saadet için hazırlık yapmalıyız.

İnsan, bu gerçeği kavradığında, dünyevi kaygılardan ve hırslardan kurtulur. Kısa bir yolculuk için ebediyeti feda etmek akıl kârı değildir. Dünyayı bir araç olarak görmek, onun peşinde koşmak yerine onu Allah’ın rızasını kazanmak için bir vesile kılmak en büyük akıllılıktır.

Sonuç

Her gelişin bir gidişi vardır. İnsan dünyaya gelir, yaşar ve vakti geldiğinde gider. Ancak bu gidiş bir yok oluş değil, yeni bir başlangıçtır. Dünya, son durak değil; sadece ebedî âleme açılan bir kapıdır. Bu bilinçle yaşamak, hayatı anlamlı ve değerli kılar. O halde yolculuğumuzu en güzel şekilde tamamlayalım ve ahiret yurduna hazırlıklı gidelim.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

GEÇMİŞTEN GELEN BİR KUYRUK ACISI VAR.

GEÇMİŞTEN GELEN BİR KUYRUK ACISI VAR.

İçimizdeki bir kısım gayri müslimlerin, ‘Keşke Anadolu Müslüman Olmasaydı’ diyenlerle, İran’ın Hz. Ömer’e olan düşmanlıklarından dolayı ‘Keşke Ömer İran’ı Fethetmeseydi’ sözünden dolayı içimizde oluşan acı, işte bu kuyruk acısıdır.

Tarih, sadece olayların sıralandığı bir kronoloji değildir. O, milletlerin hafızası, inançların ve ideolojilerin şekillendiği bir ders kitabıdır. Geçmişin izleri, bugünün ruhuna sirayet eder ve bazen “kuyruk acısı” dediğimiz derin izler bırakır. İşte bu yazıda, Anadolu’nun Müslümanlaşması ve İran’ın fethi ekseninde yaşanan bu tarihi sancıları ele alacağız.

Anadolu ve İslam

Anadolu’nun İslam’la tanışması, Türklerin Müslüman olmasıyla hız kazanmıştır. Malazgirt Zaferi (1071) ile Anadolu, İslam yurdu haline gelmiş ve Müslüman Türkler bu topraklarda köklü bir medeniyet inşa etmişlerdir. Ancak, bu süreç Batı dünyasında derin bir yara açmıştır. Haçlı Seferleri, Endülüs’ün yıkılışı ve Osmanlı’nın Avrupa’daki ilerleyişi, Batı’nın bu “kuyruk acısını” besleyen unsurlar olmuştur. Hâlâ günümüzde bazı çevrelerin, “Keşke Anadolu Müslüman olmasaydı” gibi söylemler dile getirmesi, bu derin tarihî kırılmanın bir tezahürüdür.

İran ve Hz. Ömer’in Fethi

Hz. Ömer (r.a.)’in liderliğinde İslam ordularının İran’ı fethetmesi, tarihin en büyük medeniyet değişimlerinden birini başlatmıştır. Sasani İmparatorluğu’nun yıkılması, İran’ın köklü bir dönüşüme uğramasına sebep olmuştur. Ancak bu durum, bazı Fars milliyetçileri ve Şii unsurlar arasında bir “kuyruk acısı” oluşturmuştur. Bugün bile bazı çevrelerin “Keşke Ömer İran’ı fethetmeseydi” demesi, bu tarihi travmanın açık bir göstergesidir. Oysa ki, İslam İran’a sadece bir fetih olarak değil, bir adalet ve hakikat medeniyeti olarak gelmiştir.

Tarihten Günümüze Çıkarılacak Dersler

Tarih, kaybedilenler ve kazanılanlarla şekillenir. Ancak tarihî acıları bir intikam duygusuyla beslemek, milletleri ilerletmez; aksine geri götürür. Anadolu’nun İslamlaşmasını kabul edemeyenler de, İran’ın İslam’la şereflenmesini kabullenemeyenler de tarihin akışını tersine çeviremezler. Tarihi objektif okumak ve ondan dersler çıkarmak, gelecek nesillere bırakılacak en büyük mirastır.

Sonuç

Geçmişin izleri, bugünü şekillendirir. Ancak önemli olan, bu izleri bir düşmanlık aracı olarak değil, bir ibret vesilesi olarak görmektir. Ne Anadolu’nun İslamlaşması ne de İran’ın fethi bir hata değildir. Bilakis, tarihin dönüm noktalarıdır ve bugünün dünyasına şekil veren olaylardır. Önemli olan, bu gerçekleri idrak edip, tarihî gerçeklikler üzerinden dostluk ve kardeşliği pekiştirmektir.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

ANNE KARNINDAKİ İKİZ KARDEŞİN DÜNYA VAR MI YOK MU, GİDELİM Mİ GİTMEYELİM Mİ MÜCADELESİ VE MÜNAKAŞASI .

ANNE KARNINDAKİ İKİZ KARDEŞİN DÜNYA VAR MI YOK MU, GİDELİM Mİ GİTMEYELİM Mİ MÜCADELESİ VE MÜNAKAŞASI .

Anne Karnındaki İkizlerin Sessiz Diyaloğu: Varoluşun Eşiğinde
Anne karnının sıcak ve güvenli karanlığında, iki küçük can, varoluşun ilk kıvılcımlarıyla birlikte bir yolculuğa hazırlanıyordu. Henüz gözleri açılmamış, sesleri duyulmamış olsa da, aralarında derin bir bağ ve hayata dair fısıltılar dolaşıyordu. Bu fısıltılar, bir yandan birbirlerine tutunmanın sıcaklığını taşırken, diğer yandan bilinmezliğin soğuk nefesiyle titriyordu: Dünya var mıydı, yoksa bu güvenli karanlık, var olabilecekleri yegane yer miydi?
İkizlerden biri, etrafındaki yumuşaklığı, aldığı besini ve duyduğu o tanıdık, ritmik sesi varlığının delili olarak görüyordu. “Burada her şey güzel,” diye düşünüyordu. “Sıcaklık, huzur ve sürekli bir besin kaynağı… Başka bir yere gitmeye ne gerek var ki? Belki de ‘dünya’ dedikleri şey, sadece bir söylentiden ibarettir.”
Diğer ikiz ise, içindeki bir merak duygusuna engel olamıyordu. Bazen duyduğu hafif titreşimler, dışarıdan gelen boğuk sesler, sanki bu güvenli ortamın ötesinde bambaşka bir gerçekliğin varlığına işaret ediyordu. “Ama ya o sesler, o titreşimler ne anlama geliyor?” diye sorguluyordu. “Belki de bu karanlığın ötesinde, daha fazlası vardır. Belki de ‘dünya’ dedikleri yer, keşfedilmeyi bekleyen bir mucizedir.”
Bu farklı düşünceler, iki kardeş arasında sessiz bir münakaşaya dönüşüyordu. Biri, bildiği ve güvende olduğu bu varoluş biçimine sıkı sıkıya sarılmak isterken, diğeri bilinmeyene duyduğu karşı konulmaz arzuyla kıvranıyordu.
“Neden risk alalım ki?” diyordu ilk ikiz. “Burada her ihtiyacımız karşılanıyor. Dışarısı belki de soğuktur, tehlikelidir, açlıkla susuzlukla dolu olabilir. Bu güvenli limanı terk etmek delilik olmaz mı?”
İkinci ikiz ise, içinde yanan keşif ateşini söndüremiyordu. “Ama ya yanılıyorsak?” diye karşılık veriyordu. “Ya ‘dünya’ dedikleri yer, burada hayal bile edemeyeceğimiz güzelliklerle doluysa? Ya güneşin sıcaklığını hissetmek, renkleri görmek, sevdiklerimizle kucaklaşmak mümkünse? Bu fırsatı kaçırmak, sonsuza dek pişman olmak anlamına gelmez mi?”
Bu deruni mücadele, aslında her insanın hayatının farklı dönemlerinde yaşadığı bir gel giti yansıtıyordu. Konfor alanımızda kalmak mı, yoksa bilinmeyene doğru cesur bir adım atmak mı? Tanıdık ve güvenli olanı mı seçmek, yoksa yeni deneyimlerin ve potansiyel mutlulukların peşinden gitmek mi?
Anne karnındaki bu iki minik canın sessiz diyaloğu, bizlere hayatın yapısı gereği bir yolculuk olduğunu hatırlatıyor. Doğum, tıpkı anne karnından çıkış gibi, bilinmeyene yapılan bir yolculuktur. Bu yolculukta, korkularımızla, şüphelerimizle ve belirsizliklerle yüzleşiriz. Ancak, merakımızın, umudumuzun ve keşfetme arzumuzun bizi daha büyük bir gerçeğe, daha anlamlı bir varoluşa taşıyabileceğini de unutmamalıyız.
İlk ikizin güvence arayışı anlaşılır olsa da, ikinci ikizin merakı ve cesareti, hayatın sunduğu potansiyeli kucaklamanın önemini vurguluyor. Belki de “dünya”, ilk bakışta korkutucu gelebilir. Ancak, sevdiklerimizle kuracağımız bağlar, yaşayacağımız deneyimler, öğreneceğimiz dersler ve başaracağımız zaferler, bu bilinmezliğe atılan adımın ne kadar değerli olduğunu gösterecektir.
Sonuç olarak, anne karnındaki ikizlerin bu sessiz mücadelesi, bizlere varoluşun eşiğinde verilen kararların ne kadar önemli olduğunu hatırlatıyor. Hayat, konfor alanımızın sınırlarını zorlamayı, bilinmeyene doğru adım atmayı ve potansiyelimizi gerçekleştirmeyi gerektiren bir serüvendir. Tıpkı o iki küçük can gibi, biz de kendi içimizdeki sesi dinlemeli, korkularımızı yenmeli ve hayatın bize sunduğu tüm güzelliklere doğru cesurca ilerlemeliyiz. Çünkü en büyük keşifler, çoğu zaman bilinmezliğin ardında saklıdır.

“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!” Bediüzzaman.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

Kefenin Sessiz Çığlığı

Kefenin Sessiz Çığlığı: Bir Satıcının Ağzından Hayatın Muhasebesi

Günün yorgunluğu çökmüş omuzlarıma, zihnimde yankılanan bir soruyla bir kefen satıcısının dükkanının önünde duraksadım. Modern dünyanın telaşına inat, zamana meydan okuyan bu sessiz mekan, içimde garip bir merak uyandırmıştı. “Ürünlerin orjinali mi, iyi mi?” diye sordum, belki de hayatın en nihai gerçeğiyle yüzleşmeye hazırlanırken duyduğumuz o insani endişeyi dile getirerek.
Satıcının cevabı, dükkanın loş atmosferi gibi derin ve düşündürücüydü: “Şimdiye kadar kim aldıysa, hiç geri getirmedi…”
Bu basit cümle, aslında hayatın kendisi hakkında derin bir hikmet barındırıyordu. Kefen, hepimizin er ya da geç giyeceği, bu dünyadaki son elbise. Onun “orijinalliği” ve “iyiliği” üzerine yapılan bu soru, aslında kendi hayatlarımızın ne kadar “orijinal” ve “iyi” yaşandığına dair bir aynaydı.
Satıcının cevabı, ölümün kaçınılmazlığını ve sonrasının geri dönüşümsüzlüğünü vurucu bir şekilde ifade ediyordu. Bu dünyadan ayrılan hiç kimse, giydiği kefeni geri getirip “bu olmadı”, “bir beden büyüğü var mıydı” deme şansına sahip değildi. Bu, hayatımızın her anının ne kadar değerli ve telafisi olmayan biricik bir fırsat olduğunu hatırlatıyordu.
Bu kısa diyalog, zihnimi bir muhasebeye sürükledi. Acaba bizler, bu dünyada geçirdiğimiz zamanı ne kadar “iyi” kullanıyoruz? Gerçekten “orijinal” bir hayat mı yaşıyoruz, yoksa başkalarının beklentileri, toplumsal dayatmalar ve geçici heveslerin gölgesinde mi savruluyoruz?
Kefenin “geri getirilmemesi”, aslında amellerimizin de geri döndürülemez olduğunu fısıldıyor. Pişmanlıklar, söylenmemiş sözler, yarım kalmış hayaller ve ihmal edilmiş sevdiklerimiz… Hepsi, bu dünyada bıraktığımız ve bir daha telafi etme şansımızın olmadığı izler.
Bu ibretlik sözler, bizleri tüketim çılgınlığının, bitmek bilmeyen hırsların ve anlamsız koşturmacaların ötesine bakmaya davet ediyor. Gerçek “iyilik”, sahip olduklarımızla değil, yaptıklarımızla, bıraktığımız güzel izlerle ölçülmüyor mu? “Orijinallik” ise, kendi değerlerimize sahip çıkarak, iç sesimizi dinleyerek ve başkalarının kopyası olmaktan kaçınarak mümkün değil mi?
Kefen satıcısının o sade ama derinlikli cevabı, hayatın en büyük gerçeği olan ölümün, aslında yaşamın anlamını ve değerini anlamamız için bir fırsat olduğunu gösteriyor. Ölümün soğuk nefesi ensemizdeyken, hangi malın, hangi makamın, hangi dünyevi hırsın bir anlamı kalır ki? Geriye sadece, iyi yaşanmış, sevgi dolu ve anlamlı bir hayatın huzuru kalır.
Öyleyse, kefen satıcısının dükkanının önünden ayrılırken içimde oluşan bu düşüncelerle, kendi hayatımızın “orijinalliğini” ve “iyiliğini” sorgulamalıyız. Bu dünyadan “geri getiremeyeceğimiz” tek şeyin sadece kefen olmadığını, aynı zamanda boşa harcadığımız zamanı, söylemediğimiz güzel sözleri ve yaşayamadığımız gerçek sevgiyi de unutmamalıyız. Belki de hayatın en büyük hikmeti, kefenin sessiz çığlığında gizlidir: Yaşa, sev, öğren ve bu dünyadan anlamlı bir iz bırakarak ayrıl… Çünkü geri dönüş yok.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

DİNÎ VE TARİHİ TAHRİF EDEN BOZUK ZİHNİYET

DİNÎ VE TARİHİ TAHRİF EDEN BOZUK ZİHNİYET

Ehli sünneti temsil etmeyip Şia temsilciliğini yürüten ve Hadislere saldırarak,
Allâh Rasûlünün;“Kim bilerek bana yalan bir söz isnad ederse cehennemdeki yerini hazırlasın” hadisinin mefhum-u muhalifi olan;
‘Kim bilerek bana ben söylediğim halde söylemedi derse, oda cehennemdeki yerini hazırlasın” sözüne masadak olmuş oluyor.

Mustafa İslamoğlu kimi temsil edip,kimin temsilciliğini yapıyor: “Osmanlıdan geriye kanlı bir mazi kaldı, bizi utandıran şeyler kaldı” diyor.
https://www.facebook.com/share/v/1Ft7JZPJ1K/

Konuyu tahlil edecek olursak;

DİNÎ VE TARİHÎ TAHRİFATA KARŞI UYANIK OLMAK

Hakikat, tahrif edildiğinde, sadece dinî değerler değil, tarih de çarpıtılır. Dinî ilimlerde Ehl-i Sünnet çizgisinden saparak, hadislere saldıran, sahih İslâm anlayışını tahrif eden zihniyetler, ümmetin birliğini ve İslâm’ın sahih bilgisini hedef almaktadır. Bu açıdan, hadis inkârcılığı, Şia propagandası ve Osmanlı tarihine yönelik çarpık değerlendirmeler, ortak bir noktada buluşmaktadır: İslâm’ın temel kaynaklarını ve tarihî mirasını itibarsızlaştırma çabası.

HADİSLERİ HEDEF ALAN TEHLİKELİ YAKLAŞIM

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sahih hadisler ile ümmete rehberlik etmiş, Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılması ve yaşanması noktasında sünnet-i seniyyesiyle bir yol göstermiştir. Hadisleri itibarsızlaştırmaya çalışanlar, doğrudan Peygamber Efendimiz’in talim ve talimatlarını hedef almış olmaktadırlar. Oysa Peygamberimiz’in şu uyarısı, bu tür girişimlerin ne kadar tehlikeli olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:

“Kim bilerek bana yalan bir söz isnad ederse cehennemdeki yerini hazırlasın.” (Buhârî, İlim 38; Müslim, Mukaddime 2)

Bu hadisin mefhum-u muhalifi ise şöyledir: “Kim bilerek, benim söylediğim bir sözü yalanlarsa, yani ben söylediğim hâlde, ‘Peygamber bunu söylemedi’ derse, o da cehennemdeki yerini hazırlasın.” Bu açıdan, hadislere yönelik inkârcı tutum, sadece bir ilmi hata değil, aynı zamanda büyük bir vebal ve tehlikedir.

TARİHİ TAHRİF EDENLERİN MAKSADI NE?

Osmanlı Devleti, İslâm ümmetinin son büyük sancaktarlığını yapmış, İ’lâ-yı Kelimetullah uğruna mücadele etmiş ve İslâm medeniyetinin en parlak dönemlerinden birine imza atmıştır. Osmanlı’nın cihad anlayışını, adaletini ve ilmi mirasını göz ardı edenler, onun yalnızca “kanlı bir mazi” bıraktığını söyleyerek bu büyük medeniyeti karalamaya çalışmaktadırlar. Oysa tarih şahitlik etmektedir ki Osmanlı, sadece kılıçla değil, ilim, sanat, hukuk ve medeniyetle dünyaya hükmetmiştir.

Osmanlı’yı “utandıran bir miras” olarak göstermek, ya bilgisizlikten ya da kasıtlı bir tahrifattan kaynaklanmaktadır. Zira Osmanlı, üç kıtaya adaletle hükmetmiş, sayısız ilim insanı, sanatkâr ve devlet adamı yetiştirmiş, İslâm dünyasını Haçlı saldırılarına karşı korumuş ve ümmetin birliğini asırlarca sağlamıştır. Osmanlı’ya yönelik bu tür ithamlar, emperyalist güçlerin ve İslâm düşmanlarının tarih boyunca sürdürdüğü bir propagandanın devamıdır.

BU ZİHNİYETİN AMACI NEDİR?

Mustafa İslamoğlu ve benzeri söylemler, aslında iki ana hedefe hizmet etmektedir:

1. Hadisleri itibarsızlaştırarak Ehl-i Sünnet’in köklerini kurutmak: Eğer hadisler devre dışı bırakılırsa, sünnet yok olur, sünnet yok olursa İslâm’ın yaşanabilirliği zayıflar. Böylece, tahrif edilmiş bir din anlayışı ortaya çıkar.

2. Tarihî mirası tahrif ederek ümmeti köksüz bırakmak: Osmanlı’ya saldırmak, sadece bir devletin tarihine saldırmak değildir; ümmetin son büyük birliğini ve İslâmî medeniyetin zirvesini itibarsızlaştırma çabasıdır. Osmanlı’yı kötülemek, Müslümanları tarihinden utandırarak geleceğe dair ümitlerini kırmak demektir.

SONUÇ: DİKKATLİ OLMALIYIZ!

Bugün, hem dinî hem de tarihî değerlerimiz çeşitli fikir akımları tarafından hedef alınmaktadır. Hadis inkârcılığı, tarih çarpıtmacılığı ve Ehl-i Sünnet çizgisinden sapma gibi hareketler, ümmetin temel taşlarını sarsmayı amaçlayan sinsi girişimlerdir. Bu yüzden, sahih bilgiye ve ilmî ölçülere sadık kalarak, geçmişimize sahip çıkmalı ve geleceğimizi bu sağlam temeller üzerine inşa etmeliyiz. Tarihten ve sünnetten koparılan bir ümmet, savrulmaya mahkûmdur. Hakikatin yanında durmak, her müminin görevidir!

 

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

YÜZ YIL ÖNCE ABDÜLHAMİD GİTSİN DE NE OLURSA OLSUN DİYENLERİN KİRLİ VE ŞAİBELİ ÇOCUKLARI, AYNI OYUNU SAYIN ERDOĞAN İÇİN OYNUYORLAR.

TARİHİN TEKERRÜRÜ: ABDÜLHAMİD VE ERDOĞAN ÜZERİNDEN OKUNAN OYUN

Tarih, insanlığın ders çıkarması gereken en büyük öğretmendir. Ancak ne yazık ki, tarih sahnesinde defalarca yaşanan hatalar tekrar edilmekte, geçmişin ibretlik hadiseleri göz ardı edilmektedir. Bugün, yüz yıl önce Sultan II. Abdülhamid Han’a karşı düzenlenen oyunların, benzer şekilde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a karşı da sahneye konduğunu görmek, tarihin tekerrür ettiğini göstermektedir.

ABDÜLHAMİD HAN VE DÜŞMANLARI

Osmanlı Devleti’nin en zor dönemlerinden birinde tahta çıkan Sultan II. Abdülhamid, Batı dünyasının ve içerdeki işbirlikçilerinin hedefi haline gelmişti. Osmanlı’yı parçalamak isteyen emperyalist güçler, içerden ve dışardan yürüttükleri propagandayla Abdülhamid’i devirmek için yoğun bir çaba sarf ettiler. “İstibdatçı” yaftasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışılan Sultan, oysa büyük bir denge siyaseti yürüterek devleti 33 yıl boyunca ayakta tutmuştu. Ancak onun “gitsin de ne olursa olsun” diyenler, Osmanlı’nın sonunu hazırlayan 31 Mart Vakası ve İttihatçıların basiretsiz yönetimiyle devleti felakete sürüklediler.

ERDOĞAN VE BENZER SENARYOLAR

Bugün de benzer bir tablo ile karşı karşıyayız. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, küresel güçlerin, Türkiye üzerindeki planlarını bozan, bağımsız bir Türkiye idealiyle hareket eden bir lider olarak, tıpkı Abdülhamid gibi hedef tahtasına oturtulmuştur. Onun siyasi liderliği döneminde Türkiye, askeri, ekonomik ve siyasi açıdan büyük atılımlar yapmış; savunma sanayiinde bağımsızlık yolunda önemli adımlar atmış; uluslararası arenada söz sahibi bir ülke haline gelmiştir. Ancak Batı’nın ve onların içerideki uzantılarının, bu yükselişten rahatsız olduğu aşikârdır.

Bugün “Erdoğan gitsin de ne olursa olsun” diyenlerin, aslında bir Türkiye projesinden ziyade, bir yıkım projesinin savunucuları olduğu açıktır. Tıpkı Sultan Abdülhamid döneminde olduğu gibi, ülkeyi kaosa sürükleme pahasına bir lideri devirmeyi hedefleyen bu çevreler, geçmişin acı tecrübelerinden hiçbir ders almamış gibi hareket etmektedirler.

İBRET ALINMALI

Tarihte yapılan hatalar, milletlerin hafızasında canlı tutulmalı ve tekrar edilmemelidir. Sultan Abdülhamid Han’ın devrilmesi, Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmış ve büyük bir imparatorluğun parçalanmasına yol açmıştır. Eğer bugün de benzer hatalar tekrarlanırsa, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesi zarar görebilir ve emperyalist planların ekmeğine yağ sürülmüş olur.

Bu yüzden millet olarak geçmişin hatalarından ders almak zorundayız. Kendi içimizde ayrışmadan, dış güçlerin oyunlarına gelmeden, Türkiye’nin menfaatlerini ön planda tutarak hareket etmek, hem bugünü hem de geleceği inşa etmek açısından elzemdir.

SONUÇ

Sultan II. Abdülhamid’i devirmek için yürütülen propagandalar ve ihanetler, Osmanlı’nın felaketiyle sonuçlandı. Bugün de benzer bir oyun sahnelenmekte ve Sayın Erdoğan üzerinden Türkiye’nin geleceği hedef alınmaktadır. Millet olarak uyanık olup, tarihten ders almak ve aynı hataları tekrar etmemek, ülkemizin geleceği için hayati bir önem taşımaktadır.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

MEŞRU HEDEFE GAYRI MEŞRU YOL VE VASITAYLA GİDİLMEZ

Hak ve Hukuk haksız yolla ve haksız yoldan terörle aranmaz.
Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı.

İnsanlık tarihi, haklı bir amacı gerçekleştirmek için gayrimeşru yolları tercih edenlerin hüsranıyla doludur. Hak ve hukuk, adalet ve merhamet gibi kavramlar, ancak meşru yollarla arandığında kıymet kazanır. Aksi takdirde, ne elde edilen sonuç kalıcı olur ne de gerçek bir adalet sağlanır.

Hak Arayışında Meşruiyet

Hak, insanın en doğal ihtiyacıdır. Ancak hak arayışında kullanılan yol ve yöntemler, hak kadar önemlidir. Haksız bir yolla hak iddia etmek, içinden çıkılmaz bir kaosa sebep olur. Tarih, nice toplumların, meşru olmayan yöntemler nedeniyle yıkıma uğradığını göstermektedir. Adalet, haksızlıkla sağlanamaz; zulümle hak elde edilmez.

Örneğin, mazlum olduğunu düşünen bir birey ya da toplum, hakkını almak için haksız yöntemlere başvurursa, zamanla zalimleşir. Bugün “terör” olarak adlandırılan birçok hareketin, başta bir hak arayışıyla başladığı ancak zamanla haksızlığa dönüştüğü görülmektedir. Hak talebi, hukuk çerçevesinde ve meşru yollarla yapıldığında anlamlı ve uzun ömürlü olur.

Hırçınlaşan Hırçınların Hırçın Tavrı

Öfke ve hırçınlık, adaletin düşmanıdır. İnsan öfkelendiğinde muhakeme kabiliyetini kaybeder ve yanılmalara düşer. Adalet terazisi, ancak sükûnetle ve hikmetle dengede tutulabilir.

Şu hakikat bunu en güzel şekilde ifade eder:

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır.” Ancak burada dikkat edilmesi gereken nokta, haksızlığa karşı susmamanın, haksız yöntemlere başvurmayı gerektirmediğidir. Haksızlıkla mücadele etmek, ancak adaletin kılavuzluğunda gerçekleşirse anlamlı olur.

Bir toplumun hırçınlaşması, onun çözüm üretme kabiliyetini yok eder. Çatışma ve kaos içinde yaşayan bir millet, ne kendine ne de başkalarına fayda sağlayabilir. Oysa adalet ve hukuk çerçevesinde hareket eden toplumlar, sadece kendileri için değil, insanlık için de örnek olur.

Hikmetli Bir Kıssa

Bir rivayette; Bir gün bir adam, Hz. İbrahim’in yanına gelir ve sorar:

“Ey İbrahim! Ben çok fakirim, açım. Bana yardım eder misin?”

Hz. İbrahim, ona yiyecek vermek ister fakat adam, Allah’ı inkâr ettiğini söyleyince, Hz. İbrahim ona yardım etmekten vazgeçer. Adam oradan ayrılır ve Allah, Hz. İbrahim’e şöyle vahyeder:

“Ey İbrahim! Ben o inkârcıya 70 yıl rızık verdim. Sen bir öğün yemeği ona çok mu gördün?”

Bu kıssa, adalet ve merhametin, kişinin inancı ve görüşü ne olursa olsun herkese şamil olması gerektiğini gösterir. Eğer bir insanın hak talebi gerçekten haklıysa, ona meşru yollarla destek olmak gerekir. Haksız yöntemleri benimsemek, sadece hak arayanı değil, toplumu da karanlığa sürükler.

Sonuç

Meşru bir hedefe ancak meşru yollarla ulaşılabilir. Haksız bir yöntemle elde edilen sonuç, ne kadar haklı görünse de aslında adaletsizliği doğurur. Toplumların huzur içinde yaşayabilmesi için, bireylerin ve kurumların adalet, merhamet ve hikmet prensiplerinden ayrılmamaları gerekir. Öfke ve hırçınlık, ancak akıl ve sabırla dizginlenirse, gerçek adalet ve huzur sağlanabilir.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

BEŞER ZULMEDER, KADER ADALET EDER.

Gündemde yerli mallarını boykot etmek için hastalıklı bir zümre tarafından Boykot yapma çağrısı ile iki şey yapılmaktadır;
1. Türkiye’yi ekonomik yönüyle çökertmeye çalışmak.
2. İstanbul Belediyesinde olan büyük yolsuzluk ve terör olaylarını örtbas etmek.
Bu olumsuzluktan olumlu sonuçlar çıkarılabilir.
Şöyle ki; 15 Temmuzda devlet bu işgale ortak olanları tesbit edip, önemli çapta bağırsaklarını temizledi.
Şimdi ise yapılacak boykot ile de geriye kalan kalıntılarından da temizlenebilir.

Konuyu detaylandıracak olursak;

Son günlerde bazı hastalıklı zümreler tarafından başlatılan yerli malı boykot çağrısı, ülkemiz açısından derin anlamlar taşımaktadır. Bu tür eylemler, yalnızca bireysel tepkilerden ibaret değildir; aksine, daha büyük bir planın ve oyunun parçası olma ihtimali yüksektir. Bu boykot çağrılarının iki temel amacı göze çarpmaktadır:

1. Türkiye’yi Ekonomik Olarak Çökertme Çabası

Ülkemizin ekonomik bağımsızlığı, milli üretime ve yerli firmalara verilen destekle mümkün olabilmektedir. Yerli üretimin ve milli sermayenin baltalanması, doğrudan ülke ekonomisine zarar vermeyi hedefleyen bir stratejidir. Özellikle küresel güçlerin baskısı altında, Türkiye’nin ekonomik bağımsızlık mücadelesi vermesi bazı çevreleri rahatsız etmektedir. Bu rahatsızlık, yerli üreticilere karşı boykot kampanyaları ile kendini göstermektedir.

2. Büyük Yolsuzluk ve Terör Olaylarını Örtbas Etme Girişimi

Son zamanlarda, özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde yaşanan yolsuzluk ve terörle bağlantılı iddialar, kamuoyunun gündemindedir. Ancak, bu skandalların üzerinin örtülmesi ve dikkatlerin başka yöne çekilmesi amacıyla sistematik bir algı operasyonu yürütülmektedir. Yerli malları boykot çağrıları da bu algı oyunlarının bir parçası olmaktadır. Halkın, ekonomik savaşla meşgul edilerek gerçek problemlerden uzaklaştırılması hedeflenmektedir.

Tarihten Bir Ders: 15 Temmuz ve Bugünkü Durum

15 Temmuz hain darbe girişiminde de benzer bir süreç yaşanmıştı. Devlet, bu hain kalkışmaya destek veren unsurları tespit ederek, büyük bir temizlik hareketi başlattı. Ancak, hala bazı kalıntılar ve gizli yapılanmalar varlığını sürdürüyor olabilir. Bugün yaşanan boykot girişimi de, bu kalıntıların kendini açığa çıkarma fırsatıdır. Bu süreç, aynı zamanda ülke menfaatlerine aykırı hareket edenleri tespit etmek için bir turnusol kağıdı niteliğinde olabilir.

Sonuç: Milli Birlik ve Şuurla Hareket Etmeliyiz

Her kriz, aynı zamanda bir fırsattır. Türkiye’ye zarar vermeye çalışanların oyunlarını bozmanın en etkili yolu, milli birlik ve beraberlik içinde hareket etmektir. Yerli ve milli ürünleri desteklemek, ekonomik bağımsızlığımıza sahip çıkmak anlamına gelir. Gündemdeki şaibeli olayların unutulmaması, adaletin yerini bulması için toplumun bilinçli olması gerekmektedir.

Tarih boyunca milletimizin karşısına pek çok engel çıkarılmıştır. Ancak her seferinde kaderin adalet terazisi işlemiş ve milletimizin feraseti galip gelmiştir. Bugün de aynı bilinç ve şuuru kuşanarak, ülkemize yönelen her türlü tehdide karşı akılcı, sabırlı ve dirayetli bir duruş sergilemeliyiz.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

KAN VE DOKU UYUŞMAZLIĞI: TARİHÎ, İBRETLİK VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR BAKIŞ

İnsanlık tarihi boyunca birlik ve beraberlik içinde yaşamak kadar, farklılıkların ve uyumsuzlukların çatışmaya yol açtığı dönemler de olmuştur. Kan ve doku uyuşmazlığı tıbbi bir kavram olarak bilinse de, toplumlar arası ilişkilerde de kendini gösteren derin bir metafor olarak karşımıza çıkar. Tarih boyunca milletlerin, toplumların ve bireylerin yaşadığı çatışmalar, aslında bir nevi bu uyuşmazlığın sosyal yansımalarıdır.

Tarih Boyunca Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Kan uyuşmazlığı tıbbi bir gerçeklik olarak bireyin yaşamını tehdit edebilir; ancak aynı zamanda tarih sahnesinde milletler arasındaki ideolojik ve kültürel ayrışmaları da temsil eder. Roma İmparatorluğu’nda barbar kavimlerle yaşanan uyumsuzluklar, Osmanlı’nın çok milletli yapısı içerisinde denge kurma çabaları ve Fransız Devrimi sonrası aristokrasi ile halk arasındaki gerilimler, bu uyuşmazlığın tarihi örnekleridir.

Özellikle Osmanlı İmparatorluğu gibi büyük medeniyetler, farklı din, dil ve kültürlerden gelen insanların bir arada yaşayabildiği hoşgörü politikaları geliştirmiştir. Ancak 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan ulus-devlet anlayışı, toplumların kan ve doku uyuşmazlığı yaşadığı dönemlerin artmasına neden olmuştur. Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da yaşanan etnik ve dini ayrışmalar, bu uyuşmazlığın en trajik örneklerindendir.

Modern Dünyada Kan ve Doku Uyuşmazlığı

Günümüzde toplumlar arasında giderek büyüyen sosyal ve kültürel bölünmeler, kan ve doku uyuşmazlığının yeni bir yüzü olarak karşımıza çıkmaktadır. Farklı etnik köke mensup olanlar, dini inançlar veya siyasi görüşler nedeniyle yaşanan bölünmeler, adeta bir vücuttaki organ reddi gibi toplumları zayıflatmaktadır. 20. ve 21. yüzyılda yaşanan iç savaşlar, göç krizleri ve küresel terör olayları, bu uyuşmazlığın en acımasız tezahürleri olmuştur.

Toplumlar, tıpkı bir insan bedeni gibi birbirine bağlı unsurlardan oluşur. Farklılıklar, sağlıklı bir dengenin korunmasına yardımcı olabilirken, aşırı reddediş ve ötekileştirme toplumu kangren hâline getirebilir. Günümüzde medyanın, sosyal medya platformlarının ve politik söylemlerin de etkisiyle, bireyler arasında tahammülsüzlük giderek artmaktadır. Bu, yalnızca bireysel düzeyde değil, uluslararası arenada da kan ve doku uyuşmazlığının bir yansımasıdır.

İbretlik Dersler ve Çıkış Yolları

Tarih boyunca yaşanan bölünmelerin ve çatışmaların sonuçları, insanlığa derin ibretler sunmaktadır. Osmanlı Devleti’nin millet sistemi, Endülüs’teki İslam hoşgörüsü, Gandhi’nin barışçıl direnişi gibi örnekler, toplumların kan ve doku uyuşmazlığını nasıl aşabileceğine dair ipuçları vermektedir.

Birlikte yaşamanın ve farklılıkları bir zenginlik olarak görmenin, toplumsal huzurun anahtarı olduğu açıktır. Tarihten ders alarak, bireyler ve toplumlar arasında empatiyi artıran, uzlaşmayı teşvik eden adımlar atılmalıdır. Eğitim sistemleri, medya ve siyaset, bu konuda daha sorumlu davranmalı ve ayrıştırıcı değil, birleştirici bir rol üstlenmelidir.

Sonuç olarak, kan ve doku uyuşmazlığı sadece tıbbi bir mesele değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihî bir gerçektir. Bu uyuşmazlığı aşmanın yolu, geçmişten ders almak ve farklılıklarımızı uyumsuzluk değil, bir tamamlayıcılık olarak görmektir. Ancak bu şekilde, toplumlar kendi bünyelerinde sağlıklı bir dengeyi koruyabilir ve geleceğe daha umutla bakabilirler.

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

TEVRAT VE İNCİLDE PEYGAMBERİMİZ İLE İLGİLİ AYETLER

Tevrat ve İncil’de, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) geleceğine dair işaretler olduğu İslam alimleri tarafından ifade edilmiştir. Yahudi ve Hristiyan kaynaklarında doğrudan ismi geçmese de, bazı ayetlerin onun peygamberliğine işaret ettiği belirtilir. İşte bazı örnekler:

Tevrat’ta Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Tesniye (Yasa) 18:18
“Onlara kardeşleri arasından senin gibi bir peygamber çıkaracağım, sözlerimi onun ağzına koyacağım ve ona emredeceğim her şeyi söyleyecek.”

Bu ayetin, Hz. Musa’ya benzer bir peygamberi haber verdiği ve bu kişinin Hz. Muhammed olduğu ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsrailoğullarının kardeşi olan İsmailoğullarından gelmektedir.

2. Tesniye (Yasa) 33:2
“Rab, Sina’dan geldi, Seir’den onlara doğdu, Paran dağından parladı.”

Burada Sina Hz. Musa’ya, Seir Hz. İsa’ya, Paran ise Mekke bölgesine işaret eder. Paran Dağı, Hz. İsmail ve soyunun yaşadığı yer olarak bilinir. Bu da Hz. Muhammed’e bir işaret olabilir.

3. Yeşaya 42:1-13

Bu bölümde “Kulu”ndan bahsedilir ve bu kişinin Arabistan’da ortaya çıkacağı belirtilir. Özellikle 11. ayette “Kedar halkı sevinçle haykırsın” ifadesi geçer. Kedar, Hz. İsmail’in oğludur ve onun soyundan gelenler Araplar’dır.

İncil’de Hz. Muhammed’e İşaret Eden Ayetler

1. Yuhanna 14:16
“Ben Babadan dileyeceğim ve O size başka bir Paraklit (Yardımcı) verecek; sonsuza dek sizinle birlikte olsun diye.”

Hristiyanlar bu kelimenin Kutsal Ruh’u işaret ettiğini söylese de, İslam alimleri burada Hz. Muhammed’in müjdelendiğini savunurlar. Çünkü “Paraklit” kelimesinin “öven, metheden” anlamındaki “Ahmed” kelimesine karşılık geldiği düşünülmektedir.

2. Yuhanna 16:7-14
“Size gerçeği söylüyorum: Benim gidişim sizin için hayırlıdır. Çünkü gitmezsem, Yardımcı (Paraklit) size gelmez. Ama gidersem, Onu size gönderirim.”

Hz. İsa’dan sonra gelecek olan kişinin Hz. Muhammed olduğu görüşü ileri sürülür. Çünkü Hz. Muhammed, İsa’dan sonra gönderilen bir peygamberdir ve onun geleceği İncil’de haber verilmektedir.

3. Matta 21:43
“Tanrı’nın Egemenliği sizden alınacak ve onun meyvelerini yetiştiren bir ulusa verilecektir.”

İsrail oğullarından alınan peygamberlik, İsmailoğullarından olan Hz. Muhammed’e ve ümmetine verilmiştir.

Bu ayetler, İslam alimleri tarafından Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiğine dair delil olarak yorumlanmaktadır. Ancak Yahudi ve Hristiyan alimleri genellikle farklı yorumlar yapmaktadır. İslam kaynakları ise Kur’an’ın şu ayetiyle bu bilgileri destekler:

“Onlar, yanlarındaki Tevrat’ta ve İncil’de yazılı buldukları Resûle, o ümmî peygambere uyan kimselerdir. O, onlara iyiliği emreder, onları kötülükten alıkoyar. Onlara iyi ve temiz şeyleri helâl, kötü ve pis şeyleri haram kılar. Üzerlerindeki ağır yükleri ve zincirleri kaldırır. Ona iman edenler, ona saygı gösterenler, ona yardım edenler ve ona indirilen nura (Kur’an’a) uyanlar var ya, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Araf Suresi, 157)

@@@@@@@

KURAN-I KERİM VE HADİSİ ŞERİFLERDE PEYGAMBERİMİZDEN BAHSEDİLDİĞINİ İFADE EDEN BEYANLAR

Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîflerde, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği, üstün vasıfları ve insanlığa rahmet olarak gönderildiği birçok kez ifade edilmiştir. İşte bazı önemli ayetler ve hadisler:

Kur’ân-ı Kerîm’de Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Onun Peygamber Olarak Gönderilişi
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat o, Allah’ın Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur.” (Ahzâb, 40)

Bu ayette Hz. Muhammed’in son peygamber olduğu açıkça belirtilmiştir.

2. Onun Âlemlere Rahmet Oluşu
“(Ey Muhammed!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ, 107)

Hz. Muhammed’in insanlık için bir rahmet olduğu ifade edilmektedir.

3. Onun Ümmetine Örnek Oluşu
“Andolsun ki, Allah’ın Resûlü sizin için; Allah’ı ve ahiret gününü uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnektir.” (Ahzâb, 21)

Peygamberimiz (s.a.v.), müminler için en güzel örnektir.

4. Onun Tevrat ve İncil’de Müjdelenmesi
“Onlar, yanlarındaki Tevrat ve İncil’de yazılı buldukları o Resûl’e, o ümmî Peygamber’e uyarlar…” (A’râf, 157)

Hz. Muhammed’in Tevrat ve İncil’de müjdelendiği belirtilmektedir.

5. Ona İtaat Etmenin Allah’a İtaat Olması
“Kim Resûl’e itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur.” (Nisâ, 80)

Allah’a itaat, Hz. Muhammed’e uymaktan geçmektedir.

6. Peygamberimize Salavat Getirilmesi
“Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ederler. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin.” (Ahzâb, 56)

Bu ayet, Müslümanların Hz. Muhammed’e salavat getirmesi gerektiğini bildirmektedir.

Hadîs-i Şerîflerde Hz. Muhammed (s.a.v.)

1. Peygamber Efendimizin Son Peygamber Olduğu
“Benimle peygamberlerin durumu şuna benzer: Bir adam güzel bir bina yapar, fakat bir tuğlası eksik kalır. İnsanlar o binayı gezer, hayran olur ve derler ki: ‘Keşke şu eksik tuğla da konulsaydı!’ İşte ben o eksik tuğlayım ve peygamberlerin sonuncusuyum.” (Buhârî, Menâkıb 18; Müslim, Fedâil 22)

2. Onun Ümmeti İçin Bir Rahmet Olduğu
“Ben lanet edici olarak değil, ancak rahmet olarak gönderildim.” (Müslim, Birr 87; Ahmed b. Hanbel, 2/367)

3. Ona Sevgi ve Bağlılığın Gerekliliği
“Hiçbiriniz, ben ona babasından, evladından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça (kâmil manada) iman etmiş olamaz.” (Buhârî, Îmân 8; Müslim, Îmân 70)

4. Onun Şefaati
“Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” (Ebû Dâvûd, Sünnet 31; Tirmizî, Kıyâmet 11)

5. Onun Mütevazı Kişiliği
“Ben sadece bir kulum, kul gibi yer ve kul gibi otururum.” (Ebû Dâvûd, Et’ime 16; İbn Mâce, Et’ime 30)

6. Ona İtaat Etmenin Önemi
“Bana itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Bana isyan eden de Allah’a isyan etmiş olur.” (Buhârî, Ahkâm 1; Müslim, Emâre 32)

Bu ayet ve hadisler, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) Allah tarafından seçilmiş bir peygamber olduğunu, onun örnek alınması gerektiğini ve ona uymanın Allah’a itaate eşdeğer olduğunu vurgulamaktadır. Peygamberimiz hakkında daha fazla detay isterseniz belirli bir konuya yoğunlaşabiliriz.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

CEHENNEM ODUNU

CEHENNEM ODUNU

Cehenneme Yuvarlanan Taş ve Nur-u Adîl: Bir Mukayese

Bir gün, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) huzurunda ani ve derin bir gürültü duyulmuştu. Rahmet Peygamberi (s.a.v) buyurdu ki: “Bu ses, yetmiş senedir yuvarlanıp nihayet Cehennem’in dibine düşen bir taşın sesidir.” Bu sözden bir saat kadar sonra haber geldi ki, yetmiş yaşında meşhur bir münafık vefat etmişti. Bu hadise, Resulullah’ın (s.a.v) beliğ bir temsille beyan ettiği hakikatin ne derece kuvvetli bir işaret olduğunu gösterdi.

Bu olay, insanın akıbeti üzerine derin ibretler barındırmaktadır. Şimdi bu hakikati, nur-u adil yani adaletin ve hakikatin nuru ile mukayese ederek, hikmetini derinlemesine inceleyelim.

1. İnsan Ömrü ve Amellerin Birikimi

İnsan ömrü, bir nehir gibi akar ve sonunda sonsuzluk denizine ulaşır. Bu akış esnasında insan, kendi iradesiyle ya hayra ya da şerre yönelir. Yetmiş sene boyunca süren bir düşüş, aslında bir insanın dünya hayatında saplandığı bataklığın, ahiretteki yansımasıdır. Münafıklık, nifak tohumu ekenlerin, kalplerinde çifte standart taşıyanların ve hakikate ihanet edenlerin bir nevi ruhî çöküşüdür. Böyle kimseler, dünya hayatında istedikleri kadar yüksekte görünmeye çalışsalar da, aslında amelleriyle yavaş yavaş cehenneme doğru yuvarlanmaktadırlar.

2. Nur-u Adîl: Adaletin Nuru ve İlahi Mizanın Tecellisi

Adalet, kâinatın en temel kanunudur. Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm sıfatları, aynı zamanda Adil ismiyle tecelli eder. Münafıklık, adaletin zıddıdır; çünkü bir insanın suretiyle başka, siretiyle başka olması, dengeyi bozan bir iki yüzlülüktür. Nur-u Adîl, hakikatin perdelerini aralayan ve adaleti tecelli ettiren bir ilahi nurdur. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) haber verdiği gibi, zulüm ve nifakla ömür tüketen kimselerin, sonunda adalet terazisinde tartılarak Cehenneme düşmeleri mukadderdir.

3. Cehenneme Yuvarlanan Taşın Mesajı

Bu hadisenin bize verdiği en önemli mesajlardan biri, hiçbir amelin gizli kalmayacağıdır. Bir münafığın yetmiş yıl boyunca bâtıl içinde yaşaması, onun sinsiliğinin ve iki yüzlülüğünün bir göstergesidir. Ancak ne kadar kaçarsa kaçsın, ilahi adalet şaşmaz. Dünyada süregelen yanlış bir hayat tarzı, ölümle birlikte hakikatin sert duvarına çarpar ve artık geri dönüşü olmayan bir yola girilir. İşte bu düşüş, bir taşın cehennemin dibine varması gibi dehşetli ve kaçınılmazdır.

4. İnsan İçin Bir Uyarı: Kendini Nereye Yuvarlıyorsun?

Bu hadise, her insan için büyük bir muhasebe vesilesidir. Kendi amellerimizi düşündüğümüzde, acaba biz de yanlış bir yolda sürükleniyor muyuz? Yoksa adalet ve nur yolu üzere miyiz? Her insan, yaşadığı hayata göre ya yükselmekte ya da düşmektedir. Nifak, riya, yalan ve ihanet gibi sıfatlarla yaşamak, insanı hızla aşağı çeker. O yüzden, kişinin kendisine şu soruyu sorması gerekir:

“Ben nereye yuvarlanıyorum?”

Sonuç: İki Yol, İki Akıbet

Hadis-i şerifte geçen bu hikmetli olay, münafıklığın içyüzünü ve ahiretteki neticesini açıkça göstermektedir. İlahi adalet her şeyi yerli yerine koyar; zulmü ve nifakı ebedi ateşle cezalandırırken, samimiyet ve ihlası cennetle mükafatlandırır. Bizler de her an kendi hayatımızı sorgulamalı, hakikatin ve nur-u adilin peşinde olmalıyız. Çünkü her nefis, kendi sonunu inşa etmektedir.

Allah bizleri hak yolda sabit kılsın ve cehenneme yuvarlanan taşlardan olmaktan muhafaza eylesin. Âmin!

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN İMANÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam tarihi boyunca, bazı imanî meseleler Müslümanlar arasında farklı yorumlara yol açmış ve çeşitli mezheplerin oluşmasına sebep olmuştur. Ancak Ehl-i Sünnet anlayışı, bu tartışmalı konulara Kur’an ve Sünnet ekseninde sağlam ve dengeli bir cevap vermiştir. Bu makalede, İslam’da tartışılan başlıca imanî konular ele alınacak ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar özetlenecektir.

1. İMAN-AMEL İLİŞKİSİ

Tartışma:

İman ve amel arasındaki ilişki, tarih boyunca tartışılan konulardan biri olmuştur. Bazı mezhepler, ameli imanın bir parçası olarak kabul etmiş ve büyük günah işleyenleri iman dairesinden çıkmış saymıştır (Haricîler). Diğer bazı gruplar ise, amelin imandan tamamen bağımsız olduğunu savunmuştur (Mürcie).

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, iman kalpte tasdik, dilde ikrar ve amelle bütünleşen bir bütündür. Ancak amel imanın bir parçası değildir. Büyük günah işleyen kişi fasık olur ama dinden çıkmaz. Eğer günahını helal sayarsa, o zaman imanını kaybeder. Bu denge, Kur’an ve Sünnet’e en uygun görüştür.

Delil:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bundan başka günahları dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

Bu ayet, büyük günah işleyen kişinin kâfir değil, günahkâr olduğunu gösterir.

2. KADER VE İNSANIN HÜRRİYETİ

Tartışma:

Kader konusunda Müslümanlar arasında iki aşırı görüş ortaya çıkmıştır:

Cebriyye: İnsan tamamen kaderin mahkûmudur, özgür iradesi yoktur.

Mutezile (Kaderiyye): İnsan tamamen özgürdür, kader diye bir şey yoktur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, insanın iradesi ile kaderin varlığını dengeleyen bir görüş benimsemiştir. İnsan irade sahibidir ve yaptığı fiillerden sorumludur, ancak her şey Allah’ın bilgisi ve yaratmasıyla olur.

Delil:
“Gerçek şu ki biz insana doğru yolu gösterdik; ister şükredici olsun, ister nankör.” (İnsan, 76/3)

Bu ayet, insanın iradesi olduğunu ancak Allah’ın kaderinin de geçerli olduğunu gösterir.

3. ALLAH’IN SIFATLARI

Tartışma:

Allah’ın sıfatları konusunda Mutezile ve Ehl-i Sünnet arasında görüş ayrılıkları olmuştur.

Mutezile: Allah’ın zatıyla sıfatları aynıdır; yani Allah’ın ilmi, kudreti, kelâmı gibi sıfatlar ayrı varlıklar değildir.

Ehl-i Sünnet: Allah’ın sıfatları zatından ayrı şeyler değildir ama mevcuttur ve ezelîdir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Allah’ın sıfatları vardır ve zatına uygun şekilde bulunur. Allah bilir, görür, işitir, diler, konuşur ve her şeye gücü yeter.

Delil:
“O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Bakara, 2/282)

Bu ve benzeri ayetler, Allah’ın sıfatlarının varlığını ispat eder.

4. RU’YETULLAH (ALLAH’IN GÖRÜLMESİ)

Tartışma:

Allah’ın ahirette müminler tarafından görülüp görülemeyeceği tartışmalı bir konudur.

Mutezile: Allah’ın görülmesi mümkün değildir.

Ehl-i Sünnet: Cennet’te müminler Allah’ı görecektir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet, müminlerin ahirette Allah’ı göreceğini kabul eder. Ancak bu görme, dünya şartlarında anlaşılan bir görme değil, ahirete uygun bir görme olacaktır.

Delil:
“O gün birtakım yüzler parlaktır. Rablerine bakacaklardır.” (Kıyamet, 75/22-23)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de bir hadisinde “Siz ayı açıkça gördüğünüz gibi Rabbinizi göreceksiniz” (Buhârî, Tevhîd, 24) buyurmuştur.

5. ŞEFAAT MESELESİ

Tartışma:

Mutezile, şefaatin mümkün olmadığını savunurken, Ehl-i Sünnet şefaati kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Allah’ın izin verdiği kimseler ahirette şefaat edecektir. Ancak bu şefaat, sadece Allah’ın razı olduğu kişiler içindir.

Delil:
“Onlar O’nun izni olmadan şefaat edemezler.” (Enbiyâ, 21/28)

Hadislerde de, Peygamber Efendimiz’in büyük günah sahiplerine şefaat edeceği bildirilmiştir.

6. BÜYÜK GÜNAH İŞLEYENİN DURUMU

Tartışma:

Haricîler: Büyük günah işleyen kâfirdir.

Mutezile: Büyük günah işleyen ne mümindir ne de kâfir; “fâsık” isimli üçüncü bir kategoriye girer.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Büyük günah işleyen kişi müminlikten çıkmaz ama günahkâr olur. Eğer tövbe ederse affedilir. Eğer affedilmeden ölürse, Allah’ın takdirine bağlıdır.

Delil:
“Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başka (günahları) dilediğine bağışlar.” (Nisâ, 4/48)

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET İTİKADININ DENGESİ

Ehl-i Sünnet, imanî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak, dengeyi esas almıştır. Ne kaderi reddetmiş ne de insanı bir kukla gibi görmüştür. Ne ameli tamamen imanın bir parçası saymış ne de önemsiz görmüştür. Ne Allah’ın sıfatlarını inkâr etmiş ne de beşerî sıfatlarla tanımlamıştır.

Bu sebeple, Kur’an ve Sünnet çizgisinde, en sahih ve dengeli itikad Ehl-i Sünnet inancıdır.

Allah bizleri, doğru inanç üzere yaşayan, itikadı sağlam, şüphelerden uzak kullarından eylesin. Amin!

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ZYHPII-7_WU

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI

İSLAM’DA TARTIŞILAN AMELÎ KONULAR VE EHL-İ SÜNNETİN CEVAPLARI[1]

İslam dininde ibadetler, muamelat (insanlar arası ilişkiler) ve ahlaki konular gibi amelî meseleler, Müslümanların günlük hayatını şekillendiren önemli unsurlardır. Ancak, tarih boyunca bazı amelî konular Müslümanlar arasında farklı yorumlanmış ve mezheplerin oluşmasına yol açmıştır. Ehl-i Sünnet, bu konulara Kur’an ve Sünnet doğrultusunda en dengeli ve sahih cevapları vermiştir.

Bu makalede, İslam’da tartışılan bazı amelî konular ve Ehl-i Sünnet’in bunlara verdiği cevaplar ele alınacaktır.

1. NAMAZIN TERK EDİLMESİ KİŞİYİ DİNDEN ÇIKARIR MI?

Tartışma:

Namaz kılmayan kişinin durumu İslam âlimleri arasında farklı şekillerde değerlendirilmiştir:

Haricîler ve bazı Hanbelî âlimler: Namazı terk eden kişi dinden çıkar.

Mutezile: Namazı terk eden kişi fasıktır ama kâfir olmaz.

Ehl-i Sünnet: Namazın farz olduğunu inkâr etmedikçe, tembellikten dolayı terk eden kişi dinden çıkmaz ancak büyük bir günah işlemiş olur.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, namazı tembellikten terk eden kişi büyük günahkâr olur, ancak kâfir olmaz. Namazı kasten terk eden kişi Allah’ın gazabına uğrar ve tövbe etmezse ahirette büyük azaba düçar olur.

Delil:
“Şüphesiz ki namaz, müminler üzerine belirli vakitlerde farz kılınmıştır.” (Nisâ, 4/103)

Peygamberimiz (s.a.v.) de şöyle buyurmuştur:
“Kul ile küfür arasında namazın terk edilmesi vardır.” (Müslim, İman, 82)

Bu hadis, namazın terk edilmesinin büyük bir tehlike olduğunu gösterse de, Ehl-i Sünnet âlimleri, “küfre yaklaştırır” anlamında yorumlamış ve kişinin tamamen dinden çıkmadığını belirtmiştir.

2. İMAMET (HALİFELİK) MESELESİ

Tartışma:

Şia: Halifelik, Allah tarafından belirlenen ve sadece Hz. Ali ve onun soyundan gelen imamlara ait bir görevdir.

Mutezile: Halifelik, en faziletli kişiye verilmelidir.

Ehl-i Sünnet: Halifelik, ümmetin biatı ve seçimiyle belirlenir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, halifelik (imamet) bir yönetim meselesidir ve ümmetin ortak kararıyla belirlenir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), açıkça bir isim bildirmemiş, sahabeler de Hz. Ebubekir’i biat yoluyla seçmişlerdir.

Delil:
Hz. Ömer (r.a.), halifeliği belirleme yetkisini bir şûra heyetine bırakmıştır. Bu, imametin seçimle belirlenebileceğini gösterir.

3. TEVESSÜL (BİRİSİNİ ARACI KILARAK ALLAH’A DUA ETMEK)

Tartışma:

Vehhabiler: Tevessülü şirk olarak görür.

Şia: Tevessülü caiz görür ve aşırı bir şekilde uygular.

Ehl-i Sünnet: Tevessülü şirk saymaz ancak Kur’an ve Sünnet’e uygun olması gerektiğini vurgular.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, ölmüş veya diri bir peygamber ya da salih bir kulun hatırına Allah’tan bir şey istemek caizdir. Ancak, doğrudan o kişiden yardım istemek ve onu ilahlaştırmak şirk olur.

Delil:
Kur’an’da, Hz. Yakub’un oğullarına şöyle dediği bildirilir:
“Sizin için Rabbime istiğfar edeceğim.” (Yusuf, 12/98)

Bu ayet, başkası adına dua etmenin ve tevessülün mümkün olduğunu gösterir.

Hz. Musa’nın 9 kere musibete düçar olan yahudilerin kendisine müracaat etmeleriyle dua edip belanın kalkması gibi.

4. MEZHEPLERİN GEREKLİLİĞİ

Tartışma:

Mezhepsizler (Reformistler): Mezheplerin gereksiz olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Mezheplerin, dini anlamada bir kolaylık sunduğunu kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Mezhepler, İslam’ın doğru anlaşılmasını sağlayan sistemlerdir. Kendi başına ictihad yapamayanların, Ehl-i Sünnet mezheplerinden birine uyması en güvenli yoldur.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), sahabeleri farklı meselelerde ictihada teşvik etmiş ve onların görüşlerine değer vermiştir. Mezhepler de bu ictihad anlayışının devamıdır.

5. TARİKATLER VE TASAVVUF

Tartışma:

Bazı Selefî gruplar: Tasavvufun bid’at olduğunu savunur.

Ehl-i Sünnet: Tasavvufu, Kur’an ve Sünnet’e uygun olduğu sürece kabul eder.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Tasavvuf, insanın kalbini arındırmaya yönelik bir yöntemdir ve sahih kaynaklara dayandığında İslam’ın ruhuna uygundur. Ancak, bid’at içeren uygulamalardan kaçınılmalıdır.

Delil:
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) zühd hayatını teşvik etmiş ve kalp tasfiyesinin önemini vurgulamıştır:
“Şüphesiz ki Allah sizin bedenlerinize ve mallarınıza değil, kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr 33)

6. KADINLARIN İMAMETİ (KADININ ERKEKLERE İMAM OLMASI)

Tartışma:

Bazı modernistler: Kadının erkeklere imamlık yapabileceğini savunur.

Ehl-i Sünnet: Kadınların erkeklere imamlık yapamayacağını belirtir.

Ehl-i Sünnet’in Cevabı:

Ehl-i Sünnet’e göre, kadınlar kendi aralarında imamlık yapabilir, ancak erkeklere imam olmaları caiz değildir.

Delil:
Peygamberimiz (s.a.v.) döneminde kadınların camide bulunmasına izin verilmiş ama imam olmalarına müsaade edilmemiştir.

SONUÇ: EHL-İ SÜNNET YOLU ORTA YOLDUR

Ehl-i Sünnet, amelî meselelerde aşırı uçlardan kaçınarak dengeli bir yol benimsemiştir. Ne ibadetleri aşırıya götürmüş ne de hafife almıştır. Ne tevessülü yasaklamış ne de istismar edilmesine izin vermiştir. Ne mezhepleri reddetmiş ne de mezheplerin dinin yerine geçmesine müsaade etmiştir.

Allah bizleri, Ehl-i Sünnet’in dosdoğru yolunda yürüyen, Kur’an ve Sünnet’e sımsıkı sarılan kullarından eylesin. Amin!

[1] https://www.youtube.com/watch?v=aP9_n-EFGI0

 

Loading

No Responsesأبريل 2nd, 2025

DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

DÜNYAYA GÖRE ANNE KARNI NE İSE, AHİRETE GÖRE DE DÜNYA ODUR VE DE DÜNYA FANİ AHİRET BAKİ. AHİRET SONSUZA AÇILAN KAPIDIR.

Dünyaya Göre Anne Karnı Ne ise, Ahirete Göre de Dünya Odur

İnsan, hayat yolculuğuna anne karnında başlar. Anne karnı, bebeğin fiziksel gelişimi için geçici bir mekândır. O daracık ve sınırlı alanda büyüyen bebek, doğduğunda kendini bambaşka bir dünyada bulur. İçinde bulunduğu yeni dünya, anne karnına kıyasla uçsuz bucaksızdır ve burada hayatın gerçek anlamını keşfetmeye başlar.

Tıpkı bunun gibi, insanın dünya hayatı da ahiret yolculuğunun bir hazırlık sürecidir. Dünya, ahirete kıyasla geçici, sınırlı ve fanidir. İnsan, burada ruhen ve bedenen gelişir, hayatın imtihanlarını yaşar ve ahirette ebedî bir hayat için hazırlanır. Ölüm, bu yolculuğun yeni bir safhasına geçiş kapısıdır.

Dünya: Sınav Yeri, Ahiret: Gerçek Yurt

Dünya, insanın sınandığı ve kendini geliştirdiği bir yerdir. Tıpkı anne karnındaki bebeğin, doğumdan sonra kullanacağı organlarını geliştirmesi gibi, insan da bu dünyada ahiret için gereken ruhî ve manevî donanımını kazanmalıdır.

Bir bebek, anne karnında gözleri olduğu halde göremez, ciğerleri olduğu halde tam anlamıyla solunum yapamaz. Fakat doğduğunda bu organların ne kadar hayati olduğunu anlar. Aynı şekilde insan da dünya hayatında bazı hakikatleri tam olarak idrak edemese de, ahirete geçtiğinde her şeyin anlamını kavrayacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de, “Artık gözlerin keskinleşmiştir.” (Kâf Suresi, 22) buyrularak, insanın ahirette hakikatleri daha net göreceği ifade edilir.

Fani Dünya, Baki Ahiret

İnsan, dünya hayatına aldanıp burada ebedî kalacağını zannetmemelidir. Dünya, ahirete giden yolun bir durağıdır. Nasıl ki bir anne, çocuğunu dokuz ay boyunca karnında taşır ve sonra onu gerçek dünyaya getirirse, ölüm de insanı dünya karnından alıp ahiret âlemine taşır.

Dünya nimetleri, göz alıcı ve cezbedicidir. Ancak bunlar, kalıcı değildir. Ahiretin sonsuz nimetleriyle kıyaslandığında, dünya hayatı tıpkı anne karnındaki hayat gibidir; dar, sınırlı ve geçicidir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) bu gerçeği şöyle ifade eder:

“Benim dünya ile alâkam, bir yolcunun ağacın altında biraz gölgelenmesi, sonra orayı terk edip gitmesi gibidir.” (Tirmizî, Zühd, 44)

Ahirete Açılan Kapı: Ölüm

Ölüm, yok oluş değil, sonsuz bir hayata açılan kapıdır. İnsan, bu kapıdan geçerken tıpkı doğumda olduğu gibi bilinmeyen bir âleme adım atar. Anne karnında doğumdan sonra olacakları bilmeyen bir bebek gibi, insan da ölümden sonra yaşayacaklarını tam olarak kavrayamaz. Ancak iman sahibi kimseler bilir ki, ölüm bir son değil, sonsuz bir hayatın başlangıcıdır.

Bediüzzaman Said Nursî bu hakikati şu sözleriyle açıklar:

“Sizlere müjde! Mevt idam değil, hiçlik değil, fena değil, inkıraz değil, sönmek değil, firak-ı ebedî değil, adem değil, tesadüf değil, fâilsiz bir in’idam değil. Belki bir Fâil-i Hakîm-i Rahîm tarafından bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Saadet-i Ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı olan âlem-i berzaha bir visal kapısıdır.” (Mektubat, Yirminci Mektup, Birinci Makam, Yedinci Kelime)

Sonuç: Gerçek Hayata Hazır mıyız?

İnsan, bu dünyaya sadece yemek, içmek ve eğlenmek için gelmemiştir. Ahiretin varlığına iman eden kişi, dünyayı bir hazırlık mekânı olarak görmeli, ahiret yurduna hazırlık yapmalıdır. Zira dünya geçici, ahiret ise ebedîdir. Dünya hayatında yapılan her şey, ahirette karşılık bulacaktır.

Nasıl ki doğacak bir bebeğin gelişimini tamamlaması gerekirse, insan da bu dünyada ahireti kazanacak şekilde yaşamalıdır. Çünkü insanın gerçek yurdu, sonsuz hayata açılan kapı olan ahirettedir. Dünya, sadece bir bekleme salonudur; asıl yaşam, ahirettedir. Peki biz, o sonsuz hayata ne kadar hazırız?

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR. KIŞTA AÇAN ÇİÇEĞİ DON VURUR

Çiçekler Baharda Açar: Toplumun Dirilişi ve İyi İnsanların Çoğalması

Toplumlar, insanlardan oluşur ve bireylerin ahlâkî ve manevî durumları toplumun genel yapısını belirler. Tıpkı tabiat gibi, toplumlar da zaman zaman baharı, bazen de çetin kışları yaşar. Bahar, dirilişin, uyanışın ve tazelenmenin mevsimidir. Kış ise zor zamanların, çetin imtihanların ve sabrın dönemi…

Bediüzzaman Said Nursî’nin şu sözleri bu hakikati ne güzel anlatır:

“Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır!” (Münazarat, Sualler ve Cevaplar)

Bu ifadeler, toplumların değişim sürecinde bir hakikati gözler önüne seriyor: Çiçeklerin açması için baharın gelmesi gerekir. Ancak baharı getirecek olanlar da o çiçekleri ekmeye gönüllü olan insanlardır.

Zor Zamanlar, Büyük İnsanları Yetiştirir

Tarih boyunca her toplum, bazen kış misali zor ve çetin dönemler yaşamıştır. Adaletin zayıfladığı, ahlâkın bozulduğu, menfaatin ön plana çıktığı dönemler, manevi olarak bir kış mevsimi gibidir. Böylesi dönemlerde erdemli, dürüst ve cesur insanların varlığı hayati önem taşır.

Ancak kışta açan çiçeği don vurur. Çünkü toplum hazır değilse, iyilik adına yapılanlar çoğu zaman karşılık bulmaz. Sabırla ve azimle iyilik ekilmeli, fakat o iyiliklerin filizlenmesi için uygun zamanın, yani toplumun baharının beklenmesi gerekir.

Toplumun Baharı Nasıl Gelir?

Baharın gelmesi için öncelikle toprağın işlenmesi, tohumların ekilmesi gerekir. Bir toplumun manevi bahara ulaşması da şu temel prensiplere bağlıdır:

1. Eğitim ve Fikir Tohumları Ekilmeli: Toplumu ihya edecek fikirler ve değerler, sabırla yayılmalı. Kalıcı değişim anlık hareketlerle değil, bilinçli ve uzun vadeli çabalarla gerçekleşir.

2. Ahlâk ve Adalet Ön Plana Çıkmalı: Bir toplumda doğruluk, dürüstlük ve adalet hâkim olmazsa, insanlar güven içinde yaşayamaz. Adaletin olmadığı yerde, kötülük hızla yayılır.

3. Sabır ve Dirayet Gerekir: Baharın gelişini hızlandırmak mümkün değildir; ancak ona hazırlık yapmak mümkündür. İnsanlar ve toplumlar değişime direnç gösterebilir, fakat sabırla hareket edenler en sonunda iyiliğin yeşerdiğini görecektir.

İyi İnsanlar Arttıkça Toplum Aydınlanır

Bediüzzaman’ın da belirttiği gibi, şu an ekilen nur tohumları bir gün çiçek açacaktır. Bugün dünyada kötülükler artmış gibi görünse de, iyilik eken insanlar hiçbir zaman umutsuzluğa kapılmamalıdır. Zira kışın ardından bahar mutlaka gelecektir.

Her bir iyi insan, karanlığa karşı yakılmış bir kandil gibidir. Ve kandiller çoğaldıkça, toplumun karanlık noktaları aydınlanacaktır. O hâlde, toplumun baharını getirmek isteyen herkes kendi çevresinde bir çiçek ekmeli, bir insanın yüreğine iyilik tohumu bırakmalıdır.

Unutmayalım ki, baharı bekleyenler değil, baharı hazırlayanlar, geleceği şekillendirecektir!

 

 

Loading

No Responsesأبريل 1st, 2025