EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?

EĞER İNSANDA KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI?[1]

 

EĞER INSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ GADABİYYE OLMASAYDI HERŞEY HAREKETSİZ VE ÖLÜ DURUMDA KALACAK, İTİCİ BİR GÜÇ OLMAYACAKTI.


İnsandaki Kuvve-i Gadabiyye: Hikmeti, Dengeyi ve Sonuçlarını Anlamak

İnsan ruhu, Allah’ın hikmetiyle üç temel kuvvet üzerine bina edilmiştir: Kuvve-i Akliyye (düşünce gücü), Kuvve-i Şeheviyye (istek ve arzular), Kuvve-i Gadabiyye (öfke ve mücadele gücü). Bu üç kuvvet, insanın hayatta kalmasını, gelişmesini ve doğru yolu bulmasını sağlayan temel unsurlardır. Ancak her kuvvet gibi, bunların da doğru ve dengeli kullanımı büyük bir önem taşır.

Bu makalede özellikle Kuvve-i Gadabiyye üzerine odaklanarak onun gerekliliğini, yanlış kullanımının zararlarını ve İslam’ın sunduğu ölçüleri inceleyeceğiz.

1. Kuvve-i Gadabiyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Kuvve-i Gadabiyye, insana savunma ve mücadele gücü veren bir duygudur. Eğer bu duygu insanda olmasaydı:

İnsan, haksızlıklara karşı çıkamazdı.

Kendi haklarını savunamaz, zulme boyun eğen bir varlık olurdu.

Hayatta kalma ve ilerleme adına bir çaba gösteremezdi.

Cesaret, kahramanlık ve adalet duygusu gelişmezdi.

Bu yönüyle Kuvve-i Gadabiyye, hayatı harekete geçiren bir güçtür. Allah’ın insana verdiği bu duygu, doğru kullanıldığında adaleti sağlar, yanlış kullanıldığında ise felakete sürükler.

2. Yanlış Kullanımı: Zulme ve Fitneye Sebep Olması

Kuvve-i Gadabiyye’nin aşırı veya yanlış kullanımı, insanı öfke, kibir, zulüm ve fitne içine düşürebilir. Tarihte bunun pek çok örneği vardır:

Firavun gibi zalimler, kuvvetlerini adalet yerine zulüm için kullanmışlardır.

Nemrut gibi kibirli yöneticiler, bu kuvveti haddini aşan bir güç gösterisine dönüştürmüşlerdir.

Kavgacı ve saldırgan insanlar, öfkelerini kontrol edemedikleri için kendilerine ve topluma zarar vermişlerdir.

Rasûlullah (s.a.v.), bir hadisinde şöyle buyurmuştur:

“Gerçek güçlü kimse, güreşte rakibini yenen değildir. Asıl güçlü kimse, öfkelendiğinde kendine hakim olandır.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis bize gösteriyor ki asıl cesaret ve güç, öfkeyi kontrol edebilmektir. Kuvve-i Gadabiyye, haksız yere öfke ve şiddet aracı olarak kullanıldığında insanı hayvani bir seviyeye indirir.

3. İslam’da Denge: Adaletli Kullanım

İslam, bu kuvvetin ne tamamen bastırılmasını ne de serbest bırakılmasını istemiştir. Bize sunulan yol denge yoludur:

Haksızlığa karşı susmamak ama taşkınlığa da kapılmamak

Öfkeyi aklın ve vicdanın süzgecinden geçirerek hareket etmek

Öfkelenince sabır ve adaletle hareket etmek

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), öfkeli bir sahabeye şu öğüdü vermiştir:

“Öfkelenme! (La taghdab)” (Buhârî)

Bu söz, öfkenin tamamen yok edilmesini değil, kontrol edilmesini öğretmektedir. Çünkü bazı durumlarda öfkelenmek haklı bir tepki olabilir. Ancak öfkeyle hareket etmek kişiyi yanlış kararlara sürükleyebilir.

4. Kuvve-i Gadabiyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Ömer’in (r.a) Adaleti:
Hz. Ömer, sert mizacıyla bilinen bir halifeydi. Ancak onun öfkesi kişisel değil, adalet içindi. Yanlış bir şey gördüğünde hemen müdahale eder, fakat asla haksız yere kimseye zarar vermezdi. Onun cesareti ve adaleti, kuvve-i gadabiyyenin yerinde ve ölçülü kullanımına güzel bir örnektir.

2. Uhud Savaşı’nda Peygamberimizin (s.a.v.) Tavrı:
Uhud’da Peygamberimizin amcası Hz. Hamza şehit edildiğinde, sahabeler intikam almak istediler. Fakat Peygamberimiz kontrollü ve adaletli bir şekilde hareket etti ve sahabelerine öfkeyle değil, sabır ve stratejiyle hareket etmelerini emretti.

Bu olaydan çıkarılacak ders şudur: Öfke bazen haklı olabilir ama onu kontrol etmek daha büyük bir erdemdir.

5. Sonuç: İtidal ve Hikmet Yolunda Yürümek

Kuvve-i Gadabiyye, Allah’ın insana verdiği bir lütuftur. Ancak bu kuvvet haddini aşarsa zulme, eksik kalırsa korkaklığa dönüşür. İslam bize bu kuvveti:

Adalet için kullanmayı

Öfkemizi kontrol etmeyi

Cesaret ile merhameti dengelemeyi öğretmiştir.

Eğer bu denge sağlanmazsa, insan ya korkak ve pasif bir varlık ya da saldırgan ve zalim bir kişi olur. En doğru yol, öfkeyi adaletle ve hikmetle yönlendirmektir.

Son olarak, Mevlana’nın şu sözünü hatırlayalım:

“Öfkeyle kalkan, zararla oturur.”

Rabbimiz, bize öfkemizi kontrol etmeyi, cesaretimizi adaletle kullanmayı ve Kuvve-i Gadabiyye’yi hikmet yolunda değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=tfGs_khZhM0

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

İNSAN SURETİNDE…

İNSAN SURETİNDE…

“İnsanlarda şeytan vazifesini gören cesetli ervâh-ı habise bilmüşahede bulunduğu gibi, cinnîden cesetsiz ervâh-ı habise dahi bulunduğu, o katiyettedir. Eğer onlar maddî ceset giyseydiler, bu şerîr insanların aynı olacaktılar. Hem eğer bu insan suretindeki insî şeytanlar cesetlerini çıkarabilseydiler, o cinnî iblisler olacaktılar. Hattâ bu şiddetli münasebete binaendir ki, bir mezheb-i bâtıl hükmetmiş ki, “İnsan suretindeki gayet şerîr ervâh-ı habise, öldükten sonra şeytan olur.” Bediüzzaman bu ve diğer ifadelerinde insan suretindeki farklı insanları nasıl tanımlar?

Bediüzzaman Said Nursî, insan suretindeki farklı karakterleri ve tipleri tanımlarken, onların ruhî ve ahlâkî özelliklerine dikkat çeker ve bu açıdan onları insî (insanlardan olan) şeytanlar ve ervâh-ı habise (kötü ruhlar) olarak nitelendirir.

İnsî Şeytanlar ve Cinnî Şeytanlar Arasındaki Münasebet

Bediüzzaman’a göre:

İnsanlar arasında şeytan vazifesi gören, kötülüğü teşvik eden ve yayan bireyler vardır. Bunlar, fizikî olarak insan olsalar da karakter ve ruh itibarıyla şeytanî özellikler taşırlar.

Cinnî ve cesetsiz şeytanlar da aynı şekilde kötülüğü yaymaya çalışırlar. Eğer bu ruhlar bir beden giymiş olsaydı, bugünkü insî şeytanların aynısı olacaklardı.

İnsî şeytanlar da eğer bedenlerini çıkarabilseydi, cinnî şeytanlar gibi olacaklardı.

Buradan hareketle, bazı bâtıl mezheplerin, “İnsan suretindeki kötü ruhlar öldükten sonra şeytana dönüşür” görüşünü savunduğunu, ancak bunun İslâmî bir anlayış olmadığını ifade eder. Bununla birlikte, insan ve şeytan arasındaki derin ruhî benzerliği vurgular.

İnsan Suretindeki Farklı İnsan Tipleri

Bediüzzaman, eserlerinde insanları genel olarak üç gruba ayırır:

1. Nurânî İnsanlar (Salihler, Evliyalar, Hakikat Ehli)

Bunlar iman, ahlâk ve fazilet sahibi insanlardır.

Topluma hayır kazandıran, iyiliği teşvik eden ve insanlığı yükselten şahsiyetlerdir.

Peygamberler, sahabeler, âlimler ve veliler bu gruba girer.

2. Beşerî İnsanlar (Nefsini Dizginleyen veya Dizginleyemeyen Genel İnsanlar)

Bunlar sıradan insanlardır; hem iyiliğe hem de kötülüğe meyilli olabilirler.

İç dünyalarında bir mücadele vardır; nefis ve vicdan arasında gidip gelirler.

3. Şeytanî İnsanlar (İnsî Şeytanlar, Ervâh-ı Habise, Zındıklar, Münafıklar, Zalimler)

Bunlar kötülüğü bilinçli şekilde savunan, zulmeden ve insanları hakikatten uzaklaştıran kimselerdir.

Toplumda fitne ve fesat çıkaran, ahlâksızlığı ve sapkınlığı teşvik eden kişiler bu gruba girer.

Bunlar, cinnî şeytanlar gibi çalışırlar ve hatta bazen onlardan daha tehlikelidirler.

Sonuç: Ruhî Benzerlik ve Sorumluluk

Bediüzzaman, bu tespitleriyle insanın kendi iradesiyle ya melekî bir hâle ulaşabileceğini ya da şeytanî bir yapıya bürünebileceğini vurgular. İnsanlar arasında insî şeytanlar bulunduğu gibi, nurânî melek gibi insanlar da vardır. Buradaki en önemli nokta, insanın iradesi ve tercihidir: İyilik yolunu mu seçecek, yoksa şeytanî yola mı sapacak?

Bu bakış açısıyla, Bediüzzaman insanı sadece biyolojik bir varlık olarak değil, ruhî, ahlâkî ve manevi bir varlık olarak ele alır ve hakikate yönelenler ile hakikati saptıranlar arasındaki büyük farkı gözler önüne serer.

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.

BİR MÜMİN BİR DELİKTEN İKİ KERE ISIRILMAZ- DENENMİŞ DENENMEZ.


Denemek ve Denenmek: Akıllı Müminin Ders Alması

İnsanoğlu hayatı boyunca birçok sınavla karşılaşır. Bu sınavların bir kısmı kaderin ona sunduğu imtihanlar olurken, bir kısmı ise kişinin kendi hatalarından kaynaklanır. İşte bu noktada, Peygamber Efendimiz’in (sav) şu uyarısı bizlere önemli bir hayat dersini hatırlatır:

“Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz.” (Buhârî, Edeb 83; Müslim, Zühd 63)

Bu hadis, müminin aynı hataya tekrar düşmemesi gerektiğini öğütler. Yani bir insan hata yapabilir, aldatılabilir veya yanılabilir. Ancak akıllı bir mümin, yaşadığı tecrübelerden ders almalı ve aynı hatayı tekrarlamamalıdır. Bu düşünceyi destekleyen bir başka veciz söz ise “Denenmiş, denenmez” ifadesidir.

Hata Yapmak Değil, Aynı Hatayı Tekrar Etmek Tehlikelidir

Hata yapmak insan olmanın bir gereğidir. Ancak önemli olan, hatalarımızı fark edip onlardan ders çıkarabilmektir. Eğer aynı yanlışta ısrar edersek, bu artık hata olmaktan çıkıp bilinçli bir tercih hâline gelir. Kur’an-ı Kerim’de de insanların hatalarından dönmeleri ve geçmişlerinden ders çıkarmaları gerektiğine işaret eden birçok ayet vardır:

“Ey iman edenler! Allah’tan sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın…” (Haşr, 18)

Bu ayet, insanın hayatını sorgulaması ve gelecek adına tedbir alması gerektiğini açıkça vurgular. Aynı hataları tekrar etmek, kişinin kendi kendini aldatması anlamına gelir.

Güven ve İkinci Şans Meselesi

Hayatta bazı insanlar vardır ki, onların niyetleri kötü olabilir. Bir insan sizi bir defa kandırdıysa, bunun bir hata veya yanılgı olduğunu düşünebiliriz. Ancak aynı kişi tekrar sizi aldatırsa, burada hata yapan artık siz olursunuz. Bu yüzden güven konusunda ölçülü olmak gerekir.

İslam ahlakında affetmek esastır, ancak bu affetmek tekrar tekrar aynı yanlışı kabul etmek anlamına gelmez. Bir kişi hatasından dönmüyorsa ve sizi sürekli zarara uğratıyorsa, o kişiye tekrar güvenmek akıllıca olmayacaktır.

Hayatta Ders Almasını Bilen Kazanır

Tecrübe, insana yol gösteren en büyük öğretmendir. Gerçek bir mümin, hem kendi hayatından hem de başkalarının yaşadıklarından ibret alır. Çünkü akıllı insan başkalarının hatalarından öğrenir, sıradan insan kendi hatalarından ders çıkarır, cahil insan ise aynı hataları tekrar edip durur.

Bu yüzden hayatın her alanında, ister dostluklarda ister ticarette, isterse de kişisel kararlarımızda bilinçli davranmalı ve geçmişte yaşadığımız tecrübeleri unutmamalıyız. Eğer ders almazsak, aynı hataları tekrar yaparız ve bu da bizim için sadece zaman ve enerji kaybı olur.

Sonuç olarak, “Mümin bir delikten iki kere ısırılmaz” hadisi ve “Denenmiş, denenmez” sözü, müminin hayatta dikkatli, bilinçli ve tecrübelerinden ders çıkaran biri olması gerektiğini anlatır. Akıllı mümin, yaşadıklarını unutmaz, geçmişiyle yüzleşir ve geleceğini sağlam temeller üzerine inşa eder.

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR

DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN KALINTILAR


Darbe ve Darbecilerin Enkazından Kalan Kalıntılar

Tarih boyunca birçok millet, halk iradesine karşı yapılan darbelerle sarsılmıştır. Darbeler, yalnızca yöneticileri değiştiren olaylar değil; toplumların vicdanında derin yaralar açan, ekonomiyi çökerten, insan haklarını ayaklar altına alan ve halkın iradesini hiçe sayan büyük felaketlerdir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Darbeler geçici olabilir ama bıraktıkları enkaz nesiller boyu sürebilir.

Bu yazıda, tarihte yaşanmış darbelerin ibretlik yönlerini ele alarak, darbecilerin enkazından geriye kalan toplumsal ve siyasal yıkımları değerlendireceğiz.

1. Darbeler Sadece Bir Gece Yaşanmaz, Sonuçları Onlarca Yıl Sürer

Bir darbe, genellikle aniden gerçekleşir. Bir gece yarısı tanklar sokaklara iner, radyolardan veya televizyonlardan “ordu yönetime el koymuştur” şeklinde anonslar yapılır. Ancak bu sahnelerin gölgesinde çok daha büyük acılar, kayıplar ve yıkımlar yaşanır.

Örneğin:

Türkiye 1960 Darbesi: Çoğunluk tarafından seçilmiş Başbakan Adnan Menderes ve arkadaşları idam edilerek, halka “Sizin iradeniz bizim için bir şey ifade etmez” mesajı verildi.

Şili 1973 Darbesi: General Pinochet’nin darbesiyle ülkenin ilk sosyalist başkanı Salvador Allende devrildi, binlerce insan işkence gördü ve öldürüldü.

Mısır 2013 Darbesi: Seçilmiş Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, askeri darbe ile devrildi, binlerce insan meydanlarda katledildi ve ülke yıllarca süren kaosa sürüklendi.

Bu olaylar gösteriyor ki, bir darbenin etkisi sadece yöneticilerin değişmesiyle sınırlı kalmaz. Halkın güveni sarsılır, adalet duygusu yok olur ve ülkeler on yıllarca toparlanamaz.

2. Darbecilerin Enkazı: Halk iradesine Vurulan Darbe

Darbelerden geriye kalan en büyük kalıntı, toplumun devlete olan inancının zedelenmesidir.

Bir ülkede bir kez darbe gerçekleştiğinde, şu sonuçlar kaçınılmaz hale gelir:

Halkın Seçme Hakkı Zayıflar: İnsanlar “Bizim seçtiklerimiz nasıl olsa devrilecek” diyerek sandığa olan güvenlerini kaybeder.

Özgürlükler Kısıtlanır: Darbeler sonrası genellikle sıkıyönetim ilan edilir, basın susturulur, fikir özgürlüğü yok edilir.

İnsan Hakları İhlalleri Artar: Darbe dönemlerinde binlerce insan haksız yere tutuklanır, işkencelere maruz kalır ve yok edilir.

Örneğin, 1980 Türkiye Darbesi’nde on binlerce insan gözaltına alındı, birçok genç idam edildi ve işkencehanelerde insanlık dışı muamelelere maruz kaldı. O dönemde kaybedilenler, “Bir sağdan bir soldan astık” diyen darbecilerin soğuk vicdanlarında birer rakamdan ibaretti.

Darbeciler gider, ancak onların bıraktığı korku iklimi, yıllarca ülkede varlığını sürdürür. Bir nesil korku ile büyür, diğer nesil de sessizlikle yaşar.

3. Darbelerin Ekonomik Enkazı: Bir Ülkeyi Fakirleştiren Felaket

Darbeler yalnızca özgürlükleri değil, ekonomiyi de yıkar. Çünkü:

Yabancı yatırımcılar güven kaybeder, ekonomi duraklar.

Darbe dönemlerinde devlet bütçesi askeri harcamalara yönlendirilir.

Ülkede istikrarsızlık arttıkça, halkın alım gücü düşer ve yoksulluk artar.

Örneğin, Mısır 2013 darbesinden sonra ekonomik kriz derinleşmiş, enflasyon fırlamış ve halkın büyük bir kesimi fakirleşmiştir. Benzer şekilde, 1980 ve 1997 darbeleri sonrası Türkiye büyük ekonomik buhranlar yaşamış, işsizlik oranları tavan yapmıştır.

Darbelerin en büyük zararı da budur: Halk fakirleşirken, darbeciler ve onların destekçileri zenginleşir.

4. Darbelerin Sosyal Enkazı: Toplumsal Bölünme ve Kutuplaşma

Darbeler, bir milletin birliğini bozan en büyük felaketlerden biridir. Çünkü:

Kardeşler birbirine düşman edilir.

İnsanlar farklı görüşleri nedeniyle yaftalanır, dışlanır, hatta öldürülür.

Toplum içindeki güven duygusu yok olur.

Örneğin, Mısır darbesinden sonra toplum dini ve ideolojik olarak ikiye bölündü. Bir taraf darbeyi desteklerken, diğer taraf darbenin mağduru oldu. Benzer şekilde, 1980 Türkiye Darbesi’nde sağcı-solcu çatışmaları körüklendi ve gençler birbirine düşman hale getirildi.

Bu yüzden darbecilerin en büyük mirası, toplumu yıllarca sürecek bir nefret ve güvensizlik duygusuna mahkûm etmeleridir.

5. Sonuç: Darbeler Gelir Geçer, Ama Utançları Kalır

Darbelerin kazananı olmaz. Darbeciler, belki bir süre iktidarda kalabilir; ancak tarih, onları hep lanetle anmıştır. Çünkü hakla, halkla ve adaletle savaşanlar, er ya da geç kaybetmeye mahkûmdur.

Bugün birçok ülkede, geçmişte darbeler yapan generaller ya mahkemelerde yargılanmış ya da tarihin kara sayfalarına gömülmüştür. Ancak onların bıraktığı toplumsal ve ekonomik tahribat, hâlâ milyonlarca insanın hayatını etkilemektedir.

Darbeler unutulmaz, affedilmez ve normalleştirilmemelidir. Çünkü darbecilerin enkazı temizlenmezse, yeni darbeciler ortaya çıkmaya devam eder.

Öyleyse:

Halk, iradesine sahip çıkmalı.

Genç nesiller, darbenin getirdiği acıları unutmamalı.

Halk ve halkın iradesi ve meşru özgürlükler, askeri vesayete karşı korunmalı.

Çünkü unutmamak gerekir ki, darbeler silahlarla yapılır ama en büyük yarayı vicdanlar alır.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

NUR SURESİ 45. AYET

NUR SURESİ 45. AYET

Nur.45 bu ayet tefsirlerde nasıl yorumlanmış ve buradaki Allah’ın dilediği gibi yaratmasindan kasıt nedir?


Nur Suresi’nin 45. ayeti, Allah’ın tüm canlıları sudan yarattığını ve onların farklı şekillerde hareket ettiklerini belirtir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört (ayağı) üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Hiç şüphesiz Allah her şeye gücü yetendir.”

Bu ayet, İslam tefsirlerinde genellikle Allah’ın yaratma kudretinin ve canlıların çeşitliliğinin bir ifadesi olarak yorumlanmıştır. “Allah, dilediğini yaratır” ifadesi, Allah’ın iradesine bağlı olarak çeşitli ve farklı şekillerde yaratma gücüne sahip olduğunu vurgular.

Ayetin “her canlıyı sudan yarattı” kısmı, canlıların sudan yaratıldığı gerçeğine işaret eder. Bu, modern bilimsel bulgularla da uyumlu olup, yaşamın sudan başladığı ve suyun canlılık için temel bir unsur olduğu bilgisini destekler.

Sonuç olarak, bu ayet, Allah’ın sınırsız yaratma gücünü, canlıların çeşitliliğini ve suyun hayatın kaynağı olduğunu vurgular.

@@@@@@

Nur Suresi 45. ayet, Allah’ın tüm canlıları sudan yaratması ve onların farklı şekillerde hareket etmesiyle ilgilidir:

“Allah, her canlıyı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayak üzerinde yürür. Allah, dilediğini yaratır. Şüphesiz Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Nur 45)

Bu ayetin açıklanmasına yardımcı olan bazı benzer ayetler şunlardır:

1. Enbiya Suresi 30
“İnkâr edenler, gökler ve yer bitişik iken bizim onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yarattığımızı bilmediler mi? Yine de inanmazlar mı?”

Burada da canlıların sudan yaratıldığı vurgulanmaktadır.

2. Furkan Suresi 54
“O, sudan bir insan yaratıp onu soy ve hısımlık sahibi kılan Allah’tır. Rabbin her şeye kadirdir.”

İnsanların da sudan yaratıldığı belirtilerek Nur 45 ile paralellik gösterir.

3. Nahl Suresi 49
“Göklerde ve yerde bulunan canlılar ve melekler, büyüklük taslamadan Allah’a secde ederler.”

Canlıların farklı türlerde olduğu ve Allah’ın yaratışındaki çeşitlilik vurgulanıyor.

4. Hac Suresi 18
“Görmez misin ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların çoğu Allah’a secde eder?”

Farklı varlık türlerinin varlığı ve onların Allah’a bağlılığı anlatılıyor.

5. Yasin Suresi 36
“Yerin bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha bilmedikleri nice şeylerden bütün çiftleri yaratan Allah, yücedir.”

Allah’ın yaratma gücüne dikkat çekiliyor.

Bu ayetlerin tamamı, Nur 45’te bahsedilen canlıların sudan yaratılması ve onların farklı şekillerde hareket etmeleri konusuna açıklık getiren ayetlerdir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.

RUH EBED YOLCULUĞUNDA GEÇİCİ OLARAK EMANETEN BURADAN ALDIĞI BEDENİ, GİDERKEN YİNE BURADA BIRAKIYOR.


RUHUN EBEDİ YOLCULUĞU VE BEDENİN EMANETLİĞİ

İnsan, dünya hayatında bir yolcudur. Bu yolculuk, ruhun ebedi âleme uzanan serüveninin kısa bir durağıdır. Kur’an-ı Kerim’de, insanın yaratılışı, yaşamı, ölümü ve ahiret hayatı üzerine pek çok ayet vardır. Bu ayetler, bizlere dünya hayatının geçiciliğini ve asıl varlığımızın ruhumuz olduğunu hatırlatır.

BEDEN: RUHA EMANET

İnsanın bedeni, tıpkı bir yolcunun konakladığı han gibi, geçici bir misafirhanedir. Allah, ruhu bir bedene emanet ederek dünyaya göndermiştir. Ancak bu emanet, sonsuza kadar bizim değildir. Bir gün geldiğinde, ruh bedenini burada bırakacak ve asıl yurduna, ebedi hayata doğru yol alacaktır.

Kur’an’da bu gerçeği anlatan birçok ayet vardır:

“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 57)

Bu ayet, bedenin fani olduğunu, fakat ruhun yolculuğunun ölümle bitmediğini vurgular. İnsan, ölümle birlikte dünyadaki varlığını sonlandırsa da ruhu, Allah’ın huzuruna çıkarak ebedi hayata adım atar.

TASAVVUFTA BEDEN VE RUH

Tasavvufta beden, ruhun geçici bir elbisesi olarak görülür. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, insanın hakikatini anlatırken şöyle der:

“Sen beden değilsin, ruhtan ibaretsin. Beden bir su ve toprak zindanıdır. Asıl varlığın sudan ve topraktan ibaret değildir. Bedenin fanidir, ruhunsa ebedîdir.”

Bu sözler, insanın asıl kimliğinin ruh olduğu ve bedenin yalnızca bir araç olduğunu anlatır. Dünya hayatı, ruhun olgunlaşması ve kemale ermesi için bir fırsattır. İnsanın asıl gayesi, bu emaneti temiz tutarak Rabbine dönmektir.

ÖLÜM: RUHUN ASIL YURDA DÖNÜŞÜ

Ölüm, bir yok oluş değil, asıl hayata geçiştir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Allah, ölecekleri zaman canlarını alır; ölmeyenin de uykusunda canını alır. Sonra hakkında ölüm hükmü verilmiş olanı tutar, diğerini belirlenmiş bir vakte kadar salıverir. Şüphesiz bunda, düşünen bir toplum için ibretler vardır.” (Zümer, 42)

Bu ayet, ölümün bir son değil, bir dönüş olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Beden toprak olurken, ruh Allah’a yükselir ve hesap gününü bekler.

İBRET VE DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR GERÇEK

İnsan, dünyada kazandığı malların, bedeninin güzelliğinin, sahip olduğu şöhretin ve gücün kendisine ait olduğunu sanır. Oysa hepsi emanettir. Doğduğunda çıplak gelen insan, öldüğünde de hiçbir şey götüremez. Bu yüzden, insanın asıl kazancı, yaptığı hayırlı ameller, iyilikler ve Allah’a olan yakınlığıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Ölüp de pişmanlık duymayacak kimse yoktur. İyilik yapan iyiliğini artırmadığına, kötülük yapan ise kötülükten vazgeçmediğine pişman olur.”

Bu hadis, insanın hayattayken neyin değerli olduğunu bilmesi gerektiğini vurgular. Dünya hayatı geçici bir imtihan sahnesidir. Asıl varlık, ruhun temizliği, Allah’a yönelişi ve ahiret için yaptığı hazırlıklardır.

SONUÇ: EMANETE SAHİP ÇIKMAK

İnsan, kendisine emanet edilen bedeni, aklı ve ruhu en güzel şekilde kullanarak, Allah’a döndüğünde yüz akıyla hesap vermelidir. Ruh, emaneti aldığı yere yani Rabbine dönerken, beden burada kalır ve toprağa karışır. Önemli olan, emaneti kirletmeden, hakkını vererek, Allah’ın rızasını kazanmış olarak geri teslim edebilmektir.

Dünya yolculuğunda asıl yolcu ruhumuzdur; beden ise yalnızca geçici bir binektir. Bu gerçeği idrak edenler, dünya nimetlerine aldanmaz, ahireti unutmaz ve emaneti sahibine layıkıyla teslim etmeye gayret eder.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK. HAKTAN TARAF OLMAK.


“Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” Nisa.105.

HAK İLE HÜKMETMEK VE HAKSIZLIĞA TARAF OLMAMAK

(Nisâ Suresi 105. Ayet ve Benzer Ayetler Üzerine İbretli Bir İnceleme)

İnsanlık tarihi boyunca adalet, toplumların ayakta kalmasını sağlayan en önemli değerlerden biri olmuştur. Adaletin olmadığı yerde zulüm, kargaşa ve yıkım kaçınılmazdır. İşte bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm, adaleti temel bir ilke olarak belirlemiş ve insanların haksızlığa taraf olmamalarını emretmiştir. Nisâ Suresi 105. ayet de bu evrensel hakikati hatırlatır:

> “Allah’ın sana gösterdiği şekilde insanlar arasında hükmedesin diye sana Kitab’ı hak ile indirdik; hainlerden taraf olma!” (Nisâ, 4:105)

Bu ayet, sadece Hz. Peygamber (s.a.v.)’e hitap etmekle kalmaz, tüm müminlere bir ilke sunar: Hüküm verirken, karar alırken, olayları değerlendirirken ve insanlar arasında hakemlik yaparken mutlak surette adalet gözetilmeli, hainlerden ve zalimlerden yana olunmamalıdır.

Peki, bu ilkenin derin manası nedir? Diğer ayetlerle bağlantısı nasıl kurulabilir? Günümüz dünyasında bu emir nasıl bir ibret vesikası olarak okunmalıdır?

1. Hak ile Hükmetmek: İlahi Bir Sorumluluk

İslam’da adalet, sadece hukuki bir mesele değil, aynı zamanda imani bir vecibedir. Allah Teâlâ, birçok ayette adaletle hükmetmenin farz olduğunu vurgular:

“Allah size, emanetleri ehline teslim etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ, 4:58)

“Ey iman edenler! Kendinizin, ana-babanızın ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa, Allah için şahitlik ederek adaleti ayakta tutan kimseler olun…” (Nisâ, 4:135)

“Ey Davud! Biz seni yeryüzünde bir halife yaptık. O hâlde insanlar arasında hak ile hükmet, hevâya uyma!” (Sâd, 38:26)

Bu ayetler, hüküm verme sorumluluğunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyor. Bir mümin, ister aile içinde, ister toplum içinde, isterse bir yönetici olarak insanlara adaletle hükmetmek zorundadır. Eğer kişi haksızlığa göz yumarsa, zalimlerin tarafını tutarsa, Allah’ın bu emrini çiğnemiş olur.

Nisâ 105. ayet, özellikle şu mesajı veriyor: Adalet, Allah’ın bir emridir ve hiçbir dünyevi çıkar, hiçbir tarafgirlik, hiçbir akrabalık bağı veya dostluk, adaletin önüne geçmemelidir.

2. Hainlerden Taraf Olmamak: Günümüz İçin Bir İbret

Ayette geçen “hainlerden taraf olma” emri, aslında insanoğlunun en büyük zaaflarından birine işaret ediyor. Çoğu zaman insanlar, çıkarları, korkuları veya bağlılıkları nedeniyle açıkça yanlış olan bir tarafı destekleyebilirler. Ancak Allah Teâlâ, müminlerin bu tuzağa düşmemesi gerektiğini bildiriyor.

Günümüzde:

Bir kişi güçlü olduğu için,
Maddi menfaat sağladığı için,
Popüler olduğu için,
Yakın çevreden biri olduğu için,
Haklı olmasa bile onu savunmak, Allah’ın emrine aykırı bir davranıştır.

Müslüman, hakkın yanında durmalı, zalimin değil mazlumun tarafında olmalıdır. Hainler, zalimler ve haksızlık edenler kim olursa olsun, onlardan yana tavır almak Kur’an’a ve Peygamber’in sünnetine aykırıdır.

3. Peygamberimizin Adalet Üzerine Örneklikleri

Hz. Peygamber (s.a.v.), adalet konusunda eşsiz bir örnektir. O, sadece dostları ve müminler için değil, düşmanlarına karşı bile adaletle hükmetmiştir.

Bir gün, zengin ve soylu bir kadının hırsızlık yaptığı ortaya çıkınca, bazı sahabeler onun cezalandırılmaması için aracı olmak istedi. Ancak Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurdu:

> “Ey insanlar! Sizden önceki toplumlar şu yüzden helâk oldu: Aralarından güçlü ve soylu biri hırsızlık yaparsa onu affederler, zayıf biri yaparsa onu cezalandırırlardı. Allah’a yemin ederim ki, Muhammed’in kızı Fatıma bile hırsızlık yapsaydı, onun da elini keserdim!” (Buhârî, Hudûd, 11; Müslim, Hudûd, 8)

Bu olay, adaletin kişilere göre değişmemesi gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir.

4. Günümüz Dünyasında Adaletin Yitirilişi

Bugün dünyada adaletin nasıl kaybolduğunu görmek zor değil:

Güçlü devletler kendi çıkarları için haksız savaşlar açıyor, masumları öldürüyor.

Adaletsiz ekonomik sistemler zenginleri daha da zengin, fakirleri daha da fakir yapıyor.

Mahkemelerde güçlünün lehine kararlar alınıyor, mazlumlar ise haksız yere cezalandırılıyor.

Bütün bunlar, Nisâ 105. ayetin neden bu kadar önemli olduğunu gösteriyor. Çünkü Allah’ın hükmüne göre hareket edilmediğinde, adaletin yerini zulüm alır ve toplumlar çöküşe sürüklenir.

Sonuç: Adaleti Ayakta Tutalım

Kur’an, müminlere çok açık bir mesaj veriyor: Adaleti her zaman savunun, haksızlığa asla ortak olmayın!

Eğer güçlü olan bir zalimi savunuyorsak,
Eğer menfaatimiz için yanlışın tarafında duruyorsak,
Eğer sessiz kalarak zulmü onaylıyorsak,

Bu ayet bizi uyarıyor: Allah, zalimlerden yana olanları sevmez.

Bugün kendimize şu soruyu sormalıyız:

Hak ile mi hükmediyoruz, yoksa çıkarlarımız doğrultusunda mı?

Adaletli miyiz, yoksa güçlüden yana mı?

Doğruyu mu savunuyoruz, yoksa yanlışın peşinden mi gidiyoruz?

Eğer bu sorulara samimi bir şekilde cevap verirsek, belki de gerçek adaleti inşa etmek için bir adım atabiliriz. Çünkü Allah bizden sadece adalet istemiyor, aynı zamanda onun yaşatılmasını da emrediyor.

> “Ey iman edenler! Adaleti titizlikle ayakta tutan ve yalnızca Allah için şahitlik eden kimseler olun.” (Mâide, 5:8)

İşte hak ile hükmetmek budur!

 

 

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk

Dünya Hayatından Kabir Alemine: İbretlik Bir Yolculuk


Güneşin doğuşu, kuş cıvıltıları ve neşeyle dolu bir sabah… Hasan, genç, hayat dolu ve hayattan keyif almayı seven biriydi. Sabah kahvesini içerken telefonuna gelen mesajları okuyor, sosyal medyada gülerek dolaşıyordu. Günlük telaşlar içinde, dünyanın ona sunduğu nimetlerin tadını çıkarıyordu. Para, eğlence, arkadaşlar ve güzel anılar… Hayat sanki hiç bitmeyecek gibiydi.

Ancak her şey bir anda değişti. Trafik ışıklarında yeşilin yanmasını beklerken, göz açıp kapayıncaya kadar geçen bir an… Bir fren sesi, bir çarpışma ve ardından gelen derin bir sessizlik… Hasan, artık farklı bir yolculuğa çıkmıştı.

Kabir Kapısı Aralanıyor

Gözlerini açtığında kendini tanıyamadığı bir yerde buldu. Ne hastane ne de tanıdık yüzler… “Neredeyim?” diye sordu ama sesi yankılandı, cevap gelmedi. Bir süre sonra bir gölge belirdi, yüzü görünmeyen biri ona yaklaştı:

— “Dünya hayatın bitti, Hasan. Artık hakikat âlemindesin.”

İnanamıyordu. Daha dün arkadaşlarıyla şakalaşıyor, yarın için planlar yapıyordu. “Nasıl yani? Daha çok gencim! Annem babam, işlerim, yapacaklarım vardı!” diye haykırdı.

Ama artık ne geri dönüş vardı ne de zamanın anlamı…

Hesap Başlıyor

Bir melek, elinde parlayan bir defterle yanına geldi. Sayfalar birer birer açıldıkça, Hasan’ın hayatı gözlerinin önüne seriliyordu. Lüks içinde yaşadığı, ama hiç şükretmediği günler… Eğlenceye daldığı, ama ibadeti unuttuğu geceler… Fakire sırt çevirdiği, ama kendine servet biriktirdiği anlar…

Her şey tek tek gösteriliyordu. Ama Hasan’ın en çok içini burkan, yapmadıklarıydı. Annesinin dualarını göz ardı etmesi, bir dostuna sırt çevirmesi, küçük bir iyiliği bile ertelemesi…

Melek şöyle dedi:

— “Hasan, dünya hayatı bir imtihandı. Sana verilen zamanı nasıl kullandın?”

Hasan’ın dili tutuldu. Geriye dönüp hatalarını düzeltmek istiyordu ama artık çok geçti.

İbretlik Son

Birden yer sarsıldı, karanlık bir çukur açıldı ve soğuk bir rüzgâr esti. Hasan oraya doğru sürüklenirken, pişmanlık içinde haykırıyordu:

— “Bana bir fırsat daha verin! Sadece bir gün, sadece bir secde için bile olsa geri dönmek istiyorum!”

Ama ona verilen cevap belliydi:

— “Hayır, artık dönüş yok.”

Ve bir kapı daha açıldı. Sonsuz bir âlem onu bekliyordu…

Ders Çıkarmak İçin Zaman Varken

Hasan’ın yaşadıkları hepimiz için bir ibret değil mi? Dünya hayatının geçici olduğunu bile bile, gaflete düşmek ne büyük bir kayıp! Oysa ki küçük bir iyilik, samimi bir dua, Allah’a yönelen bir kalp her şeyi değiştirebilirdi.

Şimdi düşünelim: Eğer bugün son günümüz olsaydı, gerçekten hazırlıklı olur muyduk? Eğer cevabımız “hayır” ise, hâlâ fırsatımız var.

Zira dünya, bizi kandıran bir hayal… Asıl gerçek, iş işten geçmeden uyanabilenlerin kazandığı bir yolculuk.

Loading

No Responsesفبراير 18th, 2025

EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI

EĞER İNSANDA KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMASAYDI?[1]

EĞER İNSANDA ÜÇ BÜYÜK DUYGUDAN BİRİ OLAN KUVVE-İ ŞEHEVİYYE OLMAYACAK OLSA, HİÇBİR ŞEY OLMAYACAĞI GİBİ, HERŞEY DE ANLAMSIZ OLACAK VE KIYMETSİZ KALACAKTI.


Kuvve-i Şeheviyye: Hayatın Devamlılığı ve İmtihanın Gerekliliği

Allah Teâlâ, insanı üç temel kuvvetle yaratmıştır:

1. Kuvve-i Akliyye (Akıl ve düşünme gücü)

2. Kuvve-i Gadabiyye (Öfke ve mücadele gücü)

3. Kuvve-i Şeheviyye (Arzu ve istek gücü)

Bu üç kuvvet, insanın hayatını sürdürmesi, gelişmesi ve imtihanı kazanması için verilmiştir. Kuvve-i Şeheviyye, yani arzu ve istek duygusu, insana yemek yeme, neslini devam ettirme, huzur ve mutluluk arayışı içinde olma gibi temel ihtiyaçları kazandırır.

Eğer bu duygu olmasaydı:

İnsan hayatı devam etmezdi.

İnsanın dünyaya karşı ilgisi olmaz, çalışmak ve üretmek anlamsız hale gelirdi.

Aile kurma ve neslin devamı mümkün olmazdı.

Hayattaki hiçbir şeyin kıymeti olmaz, dünya boş ve anlamsız bir yer olurdu.

Ancak bu kuvvet yanlış kullanıldığında, insanı hırs, israf, haram ve ahlaksızlık bataklığına sürükleyebilir. Bu makalede, Kuvve-i Şeheviyye’nin hikmeti, yanlış kullanımı ve İslam’ın sunduğu dengeyi ele alacağız.

1. Kuvve-i Şeheviyye’nin Hikmeti ve Gerekliliği

Allah, bu duyguyu insana hayatı sürdürmesi ve imtihanı başarması için vermiştir. Bu duygu olmadan insan:

Yemek yeme ve içme isteğine sahip olmaz, açlıktan ölürdü.

Evlilik ve aile kavramı oluşmaz, insan nesli devam etmezdi.

Dünyaya karşı hiçbir ilgi duymaz, ilerleme kaydedemezdi.

İnsan, ne cenneti arzulardı ne de imtihana anlam verebilirdi.

Kur’an’da Allah, dünyanın süslerini insanların hoşuna gidecek şekilde yarattığını şöyle bildirir:

“Kadınlara, oğullara, yük yük altın ve gümüşe, salma güzel atlara, davarlara ve ekinlere karşı aşırı sevgi insanlara süslü gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır.” (Âl-i İmran, 14)

Bu ayet, insanın fıtratındaki arzuların bir imtihan unsuru olduğunu gösteriyor. Bu arzular, insanı Allah’a yaklaştıran birer vesile olabilir. Ancak yanlış kullanılırsa insanı felakete de sürükleyebilir.

2. Kuvve-i Şeheviyye’nin Yanlış Kullanımı: Nefsin Tuzağına Düşmek

Kuvve-i Şeheviyye, kontrolsüz bir şekilde kullanıldığında insanı nefsinin kölesi haline getirebilir. Kur’an-ı Kerim’de nefsinin arzularına uyanlar şöyle anlatılır:

“Kendi arzusunu ilah edinen ve Allah’ın da bir bilgi üzere kendisini saptırdığı, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün mü?” (Casiye, 23)

Bu ayet, şehvetin yanlış kullanımının, insanı helake sürükleyebileceğini gösteriyor. Günümüzde:

İsraf ve lüks tutkusu, insanı kibir ve bencilliğe sürüklüyor.

Helal olmayan ilişkilere düşkünlük, aile yapısını bozuyor.

Maddi hırs, insanı kul hakkı yemeye, adaletsizliğe ve harama yöneltiyor.

Bu yüzden İslam, şehveti tamamen yok etmeyi değil, onu dengelemeyi öğütler.

3. İslam’da Şehvetin Dengeli Kullanımı

İslam, ne tamamen arzulara teslim olmayı ne de arzuları bastırmayı öğütler. Asıl hedef, bu kuvveti hayırlı ve helal yolda kullanmaktır.

Evlilik, şehvetin helal çerçevede yaşanmasını sağlar.

İbadet ve takva, insanı haramlardan korur.

Şükür ve kanaatkârlık, israf ve doyumsuzluğun önüne geçer.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), şöyle buyurmuştur:

“Ey gençler! Sizden kimin evlenmeye gücü yeterse evlensin. Çünkü evlilik, gözü haramdan sakındırır ve iffetli kalmayı sağlar.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis, şehvetin meşru bir şekilde yönlendirilmesini öğütleyen en güzel rehberdir.

4. Kuvve-i Şeheviyye’nin Doğru Kullanımına Dair İbretlik Örnekler

1. Hz. Yusuf’un (a.s) İffetli Duruşu

Hz. Yusuf (a.s), Züleyha’nın kendisini günaha çağırmasına rağmen şöyle demiştir:

“Rabbim! Zindan, bunların beni çağırdığı şeyden daha hayırlıdır.” (Yusuf, 33)

Bu olay, şehvetin kontrol altına alınmasının insanı Allah’a daha yakın kıldığını gösterir.

2. Hz. Süleyman’ın (a.s) Dünya Sevgisini Hikmetle Kullanması

Hz. Süleyman (a.s), dünyanın nimetlerini kullanırken onları Allah’ın rızasına uygun bir şekilde değerlendirmiştir. Onun hikmetli duası şöyledir:

“Rabbim! Bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra hiç kimseye nasip olmasın. Şüphesiz Sen, büyük lütuf sahibisin.” (Sad, 35)

Bu, dünya nimetlerini Allah yolunda kullanmanın en güzel örneklerinden biridir.

5. Sonuç: Şehvetin Hikmetle ve Takva ile Dengelenmesi

Kuvve-i Şeheviyye, insan hayatının olmazsa olmaz bir parçasıdır. Ne tamamen yok edilmesi ne de sınırsız bir şekilde serbest bırakılması doğrudur.

İslam, bu duyguyu helal dairede yaşamayı, haramdan sakınmayı ve şükür ile dengelemeyi öğretir.

Eğer şehvet hiç olmasaydı, hayatın anlamı ve devamlılığı olmazdı.

Eğer şehvet kontrolsüz olsaydı, insan nefsinin esiri olurdu.

Doğru kullanıldığında, şehvet insana huzur, saadet ve Rabbine yakınlık kazandırır.

Son olarak Mevlana’nın şu sözüyle bitirelim:

“Nefsin isteklerini terk etmek zordur. Ama sonuçta bu seni sultan eder.”

Allah bizlere, nefsimizin arzularını hikmetle yönetmeyi, şehveti helal ve hayırlı yolda kullanmayı ve dünya nimetlerini şükürle değerlendirmeyi nasip eylesin. Âmin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=fzSi0i8PViI

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

Osmanlı ve Türk milleti

Osmanlı ve Türk milleti


Osmanlının yıkılışı, 1.dünya savaşının başlayıp, Türk devletinin kuruluşu ile birlikte başlayan süreçte Türkiye haritası ve Ortadoğu nasıl ve kim ve kimler tarafından çizildi ve belirlendi?

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı, I. Dünya Savaşı’nın ardından yaşanan süreçler, Türkiye’nin kuruluşu ve Ortadoğu haritasının belirlenmesi, uluslararası siyasi gelişmelerle dolu karmaşık bir tarih sürecidir. Bu süreçte, çeşitli antlaşmalar, konferanslar ve uluslararası ilişkiler önemli rol oynamıştır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun Yıkılışı

1. Osmanlı İmparatorluğu’nun Çöküşü: 19. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğu, iç sorunlar ve dış baskılar nedeniyle zayıflamış, Birinci Dünya Savaşı’na girmesiyle birlikte imparatorluğun sonunu hazırlayan süreç hızlanmıştır.

2. I. Dünya Savaşı: 1914-1918 yılları arasında süren bu savaşta, Osmanlı İmparatorluğu Almanya’nın yanında yer almıştır. Savaşın sonunda Osmanlı, İtilaf Devletleri tarafından mağlup olmuştur.

Türkiye’nin Kuruluş Süreci

1. Mondros Ateşkes Antlaşması (30 Ekim 1918): Savaşın ardından imzalanan bu antlaşma, Osmanlı Devleti’nin fiilen sona erdiğini gösteren bir belgedir. Antlaşma, İtilaf Devletleri’ne Osmanlı topraklarını işgal etme yetkisi vermiştir.

2. Kurtuluş Savaşı: 1919-1923 yılları arasında gerçekleştirilen Kurtuluş Savaşı, Türkiye’nin bağımsızlık mücadelesidir. Bu süreçte, özellikle 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması, yeni devletin temellerini atmıştır.

Ortadoğu Haritasının Çizilmesi

1. Sykes-Picot Antlaşması (1916): Bu gizli antlaşma, İngiltere ve Fransa arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun Ortadoğu topraklarının paylaşımını öngörmüştür. Bu antlaşma ile, bölge haritası büyük ölçüde belirlenmiş ve yeni sınırlar çizilmiştir.

2. Balfour Deklarasyonu (1917): Bu deklarasyon, İngiltere’nin Filistin’de bir Yahudi devleti kurulmasını desteklediğini duyurmuştur. Bu durum, Filistin toprakları üzerindeki gelecekteki sınır anlaşmazlıklarının temelini atmıştır.

3. Versay Antlaşması (1919): I. Dünya Savaşı’nı sona erdiren bu antlaşma, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarını parçalamış ve yeni devletlerin kuruluşuna zemin hazırlamıştır.

4. Lozan Antlaşması (1923): Türkiye’nin uluslararası alanda tanınmasını sağlayan bu antlaşma, Türkiye’nin sınırlarını belirlemiştir. Lozan, Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığını resmen kabul eden ilk uluslararası anlaşmadır.

Sonuç

Yeni Sınırlar ve Devletler: Sykes-Picot Antlaşması ile çizilen sınırlar sonucunda Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan gibi yeni devletler ortaya çıkmıştır. Bu süreç, Ortadoğu’da birçok etnik ve dini grubu etkileyen sorunlara yol açmıştır.

Türkiye’nin Sınırları: Kurtuluş Savaşı sonrası imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları belirlenmiş ve uluslararası alanda tanınmıştır.

Bu olaylar, yalnızca Türkiye’nin değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun da siyasi haritasını değiştirmiştir. Bu dönemde ortaya çıkan yeni sınırlar ve devletler, günümüzdeki siyasi çatışmaların ve sosyal dinamiklerin temelini atmıştır.

@@@@@@@

Syket-Picot Anlaşmasının asıl amacı ne idi ve bu bölme ile ne amaçlandı?
Sykes-Picot Anlaşması, 16 Mayıs 1916 tarihinde, Birinci Dünya Savaşı sırasında Britanya ve Fransa arasında imzalanan gizli bir antlaşmadır. Anlaşmanın temel amacı, Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşımını düzenlemektir. Bu bağlamda, Sykes-Picot Anlaşması’nın asıl amacı ve içerdiği stratejik hedefler şunlardır:

1. Osmanlı İmparatorluğu’nu Parçalamak

Yıkılma Süreci: Sykes-Picot Anlaşması, Osmanlı İmparatorluğu’nun savaşta yaşadığı zayıflıktan yararlanarak, imparatorluğun Ortadoğu topraklarını paylaşmayı hedeflemiştir. İtilaf Devletleri, Osmanlı’nın yıkılışını hızlandırarak bu toprakları kendi nüfuz alanlarına dahil etmek istemiştir.

2. Siyasi ve Stratejik Kontrol Sağlamak

Bölgedeki Etki: Britanya ve Fransa, anlaşma ile belirledikleri sınırlar üzerinden bölgedeki stratejik ve siyasi kontrolü elde etmeyi amaçlamıştır. Özellikle, petrol kaynaklarına sahip olan bölgelerde hakimiyet kurmak, savaş sonrası ekonomik çıkarları güvence altına almak için önemli bir adımdı.

Hindistan’a Giden Yol: Britanya, bu anlaşma ile Ortadoğu’daki stratejik yolları kontrol etmeyi ve Hindistan’a ulaşımını kolaylaştırmayı hedeflemiştir.

3. Etnik ve Dini Çatışmaların Tohumlarını Atmak

Sınır Çizimleri: Anlaşma ile çizilen sınırlar, etnik ve dini grupların karıştığı bir yapıda oluşturulmuştur. Bu durum, gelecekteki çatışmalar ve sorunların zeminini hazırlamıştır. Farklı etnik grupların bir arada bulunduğu yeni devletlerin kurulması, bölgedeki istikrarsızlığı artırmıştır.

4. Yahudi Yerleşimi Destekleme

Balfour Deklarasyonu ile İlişki: Sykes-Picot Anlaşması, Yahudi yerleşim alanlarının oluşturulmasıyla ilgili planların bir parçası olarak da değerlendirilebilir. Balfour Deklarasyonu (1917) ile birlikte, bu süreçte Filistin topraklarında bir Yahudi devleti kurulması hedeflenmiştir.

5. Fransa ve İngiltere Arasındaki Güç Dengesini Kurmak

Sömürgecilik Rekabeti: Anlaşma, özellikle İngiltere ve Fransa arasındaki bölgesel güç mücadelesini de göz önünde bulundurarak, iki ülkenin Ortadoğu’daki etkilerini artırmayı hedeflemiştir.

Sonuç

Sykes-Picot Anlaşması, sadece bir toprak paylaşımı değil, aynı zamanda bölgedeki siyasi, sosyal ve ekonomik dinamiklerin de yeniden şekillenmesine neden olmuştur. Bu anlaşmanın sonuçları, günümüzdeki Ortadoğu sorunları ve çatışmalarının kökenlerini anlamak için önemli bir referans noktasıdır. Anlaşmanın gizli olması ve sonrasında kamuoyuna açıklanması, Arap dünyasında büyük bir hayal kırıklığına yol açmış ve bu durum Arap milliyetçiliğinin uyanışına zemin hazırlamıştır.

 

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

AVRUPA DOĞUM SANCISINDA: DOĞUM YAKLAŞTI

AVRUPA DOĞUM SANCISINDA: DOĞUM YAKLAŞTI


Bediüzzaman Said Nursî’nin yıllar önce söylediği şu sözler, bugün dünya siyasetini ve toplumsal değişimleri anlamak için güçlü bir metafor sunuyor:

“Osmanlı hükûmeti Avrupa ile hâmiledir; Avrupa gibi bir hükûmeti doğuracak. Avrupa da İslâmiyete hâmiledir; o da bir İslâm devleti doğuracak.”

Tarih, her toplumun ve medeniyetin belirli aşamalardan geçtiğini gösteriyor. Bir millet yükselirken, diğer bir millet çöküşe geçebilir. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşu, tam da bu sürecin bir yansımasıdır. Bugün ise Avrupa, kendi iç sancılarıyla yüzleşiyor ve büyük bir dönüşümün eşiğinde duruyor.

Dünya tarihine ve mevcut küresel gelişmelere baktığımızda, Avrupa’nın geçirdiği “doğum sancıları” giderek daha belirgin hale geliyor. Kültürel, ekonomik ve siyasi dönüşümler, Avrupa’nın eski kimliğini sarsarken, yeni bir yapının doğmakta olduğunu gösteriyor.

I. AVRUPA’NIN DOĞUM SANCILARI: NELER YAŞANIYOR?

Avrupa, tarih boyunca farklı dönüşümler geçirdi. Feodal yapıdan modern devlete, monarşiden cumhuriyet rejimlerine, dinden sekülerizme geçiş gibi köklü değişimler yaşandı. Bugün ise yeni bir dönüşüm sürecinin sancılarını yaşıyor.

1. KÜLTÜREL VE DİNİ DEĞİŞİM

Avrupa’nın seküler yapısı, son yıllarda büyük bir kırılma noktasına geldi. Kiliseler boşalıyor, insanlar dinsizlik veya spiritüel arayışlar arasında gidip geliyor. Ancak en büyük değişim, İslam’ın Avrupa’daki yükselişiyle yaşanıyor.

Fransa, Almanya, İngiltere ve İskandinav ülkelerinde hızla artan Müslüman nüfus,

Avrupa gençleri arasında İslam’a yöneliş,

Göçmen Müslümanların kültürel ve ekonomik olarak Avrupa toplumlarında daha etkin hale gelmesi,

Bugün Avrupa’da camilere gidenlerin sayısı, kiliselere gidenlerden daha fazla olmaya başladı. Müslüman nüfusun artışı ve Avrupalı gençlerin İslam’a olan ilgisi, Avrupa’nın geleceğinin farklı bir yöne evrildiğini gösteriyor.

2. SİYASİ KRİZLER VE YÜKSELEN POPÜLİZM

Avrupa Birliği, 20. yüzyılda barışı ve ekonomik entegrasyonu sağlamak için kuruldu. Ancak bugün, Avrupa’da milliyetçilik ve popülizm yükselişte.

Fransa’da aşırı sağcı partilerin güç kazanması,

İngiltere’nin Brexit süreci ile Avrupa’dan ayrılması,

Almanya’da göçmen karşıtı politikaların yaygınlaşması,

Hollanda, İtalya, İsveç ve diğer Avrupa ülkelerinde sağcı ve İslam karşıtı hareketlerin artışı,

Bu gelişmeler, Avrupa’nın kendi içinde büyük bir kimlik krizine girdiğini gösteriyor. Avrupa, İslam’ın yükselişiyle nasıl bir yol izleyeceğini belirlemeye çalışıyor.

3. EKONOMİK GERİLEME VE SOSYAL ÇATIŞMALAR

Avrupa’nın ekonomik yapısı da eskisi kadar güçlü değil. 2008 ekonomik krizinden sonra toparlanmaya çalışan Avrupa ekonomileri, pandemi, Ukrayna-Rusya savaşı ve küresel resesyon riski ile yeniden sarsıldı.

Euro bölgesinde enflasyon yükselişte, işsizlik artıyor.

Fransa ve Almanya gibi güçlü ekonomiler bile büyüme problemi yaşıyor.

Göçmenlerin sosyal yardım sistemine yük olduğu tartışmaları yaygınlaşıyor.

Ekonomik problemler, toplumsal huzursuzlukları da beraberinde getiriyor. İşsizlik ve yoksulluk, Avrupa halklarını daha sert siyasi tepkilere yönlendiriyor.

II. AVRUPA’DAN DOĞAN YENİ BİR MEDENİYET Mİ?

Bediüzzaman’ın dediği gibi, Avrupa İslam’a hâmiledir. Yani Avrupa, İslam ile iç içe geçmiş bir topluma dönüşmektedir. Ancak bu doğum sancıları, beraberinde büyük çatışmalar ve meydan okumalar da getirmektedir.

1. AVRUPA’DA YENİ BİR İSLAMİ UYANIŞ MI?

Avrupa’da İslam’a duyulan ilginin artması, sadece Müslüman göçmenlerin artışı ile açıklanamaz. Batı’nın manevi boşluğu, birçok Avrupalıyı İslam’a yöneltmektedir. Son yıllarda binlerce Avrupalı, İslam’a geçiş yapmıştır.

Fransa’da her yıl 3.000’den fazla kişi İslam’ı seçiyor.

Almanya ve İngiltere’de Müslüman nüfus %5’i aşmış durumda.

İslam, Avrupa’da en hızlı büyüyen din.

Bu, yeni bir Avrupa’nın doğuşuna işaret ediyor olabilir. Ancak, bu süreç sancılı ve çatışmalarla dolu olacaktır.

2. AVRUPA’NIN ÇÖKÜŞÜ MÜ, DÖNÜŞÜMÜ MÜ?

Bugün Avrupa, medeniyet olarak büyük bir kimlik krizinin içinde. Bu kriz, Avrupa’nın tamamen çöküşe mi gideceğini yoksa yeni bir sentez mi doğuracağını belirleyecek.

Eğer Avrupa, İslam’ı bir düşman olarak görmeye devam ederse, iç savaşlar ve kaos kaçınılmaz olabilir.

Ancak eğer Avrupa, İslam’ı bir çözüm ve çıkış yolu olarak görürse, yeni bir medeniyet inşa edebilir.

Avrupa, geçmişte Rönesans ve Reform hareketleriyle büyük dönüşümler yaşamıştı. Bugün de benzer bir dönüşüm sürecine giriyor olabilir.

SONUÇ: DOĞUM YAKLAŞTI! AVRUPA’NIN GELECEĞİ NE OLACAK?

Avrupa, yeni bir kimlik doğurmak üzere. Ancak bu doğum sancıları, beraberinde büyük krizler, çatışmalar ve dönüşümler getirecek. Avrupa’nın geleceği, İslam ile nasıl bir ilişki kuracağına bağlı olacak.

Eğer Avrupa, İslam ile barış yoluyla bir sentez oluşturabilirse, güçlü ve yeni bir medeniyet doğabilir.

Ancak eğer Avrupa, İslam’ı bir tehdit olarak görmeye devam ederse, iç çatışmalar ve bölünmeler kaçınılmaz olabilir.

Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi, Avrupa İslam’a hâmiledir ve bu doğumun gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Ancak bu doğum, barış yoluyla mı yoksa sancılı mı olacak, bunu zaman gösterecek.

Gelecek, inanç ve adalet temelinde şekillenecek. Avrupa için en büyük sınav, bu doğum sancılarını nasıl yöneteceği olacak.

 

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

TÜRKİYE’NİN YÜZ YILLIK DARBE PLANI VE KRONOLOJİSİ, DARBELERİN ALT YAPISI, DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN BİZLERE KALAN KALINTILAR

TÜRKİYE’NİN YÜZ YILLIK DARBE PLANI VE KRONOLOJİSİ, DARBELERİN ALT YAPISI, DARBE VE DARBECİLERİN ENKAZINDAN BİZLERE KALAN KALINTILAR


Türkiye’nin Yüzyıllık Darbe Planı ve Kronolojisi: Darbelerin Altyapısı ve Enkazından Kalan Kalıntılar

Türkiye’nin modern tarihi, darbelerle anılan bir geçmişe sahiptir. Cumhuriyetin ilanından itibaren, bir asır boyunca darbeler, müdahaleler ve hükümet değişiklikleri ülkenin siyasi, toplumsal ve ekonomik yapısını derinden etkilemiştir. Ancak her darbe, sadece hükümetlerin değişmesiyle sınırlı kalmamış; aynı zamanda toplumun ruhunu, özgürlüğünü ve ekonomisini de etkilemiştir. Bu makalede, Türkiye’nin yüzyıllık darbe planları ve kronolojisini inceleyecek, darbelerin altyapısını analiz edecek ve bu müdahalelerin toplum üzerinde bıraktığı derin izleri, enkazını tartışacağız.

1. Türkiye’nin Yüzyıllık Darbe Planı: Bir Yüzyılın Aynasında Darbeler

Cumhuriyetin ilanından itibaren, Türkiye’nin siyasi yapısı birçok kez askeri müdahalelere sahne olmuştur. Ancak bu müdahaleler yalnızca askerin siyasetle ilişkisi değil, aynı zamanda toplumsal yapı ve ahlaki değerlerin de değişime uğramasına neden olmuştur.

1.1 1960 Darbesi: Cumhuriyetin İlk Askeri Müdahalesi

Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk askeri darbesi 27 Mayıs 1960’ta gerçekleşti. Adnan Menderes ve Demokrat Parti hükümeti, halkın geniş desteğini almasına rağmen, ordu tarafından devrildi. Bu darbe, Türkiye’nin askerî müdahalelere alışmaya başladığı ilk dönüm noktasıydı.

1960 darbesi, siyasi partiler arasındaki kutuplaşmanın derinleşmesi ve orduyu yönetime müdahil etme alışkanlığının başlangıcıydı. Darbenin ardından, Adnan Menderes ve arkadaşları idam edildi, ülke uzun yıllar sürecek bir askeri yönetimle tanıştı. Darbecilerin ardından toplumun zihinlerinde derin bir güvensizlik ve korku atmosferi oluştu.

1.2 1971 Muhtırası: Askeri Müdahalenin İkinci Perdesi

Bir sonraki büyük müdahale, 12 Mart 1971’de gerçekleşti. Ordu, siyasi istikrarsızlık ve artan şiddet olaylarını gerekçe göstererek, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’e muhtıra verdi. Bu müdahale, 1960 darbesi kadar güçlü olmasa da, askerlerin iç siyasetteki rolünü pekiştirdi. Sosyal yapıda, işçi sınıfının hak talepleri ile sağ-sol çatışmalarının güçlenmesi, darbenin zeminini hazırlayan unsurlardan biri oldu.

1.3 1980 Darbesi: Toplumsal Çöküş ve Yeniden Askeri Yönetim

Türkiye’nin yaşadığı en büyük askeri müdahale 12 Eylül 1980’de yaşandı. Kenan Evren ve arkadaşlarının yönetiminde yapılan bu darbe, ülkeyi tam anlamıyla karanlık bir döneme soktu. Türkiye, 1980 darbesi ile birlikte tam anlamıyla askeri vesayetin egemen olduğu bir döneme adım attı. Darbe, toplumsal kutuplaşma, terör olayları ve ekonomik kriz gibi bir dizi problemlerin sonucuydu.

Evren’in darbesi, sadece hükümetin devrilmesiyle sınırlı kalmadı; aynı zamanda yüzbinlerce insan tutuklandı, on binlercesi işkence gördü ve binlerce insan ölüme mahkum edildi. Bu dönemde Türkiye, demokrasiye olan inancını kaybetmeye başladı. Toplum, her zaman bir askeri müdahale korkusu ile yaşamaya başladı.

2. Darbelerin Altyapısı: Toplumsal, Siyasal ve Ekonomik Zemin

Bir darbenin ortaya çıkabilmesi için sadece askerî bir müdahale yeterli değildir. Darbeler genellikle toplumsal, siyasal ve ekonomik bir altyapının sonucu olarak ortaya çıkar. Türkiye’deki darbelerin temelinde de bu üç unsurdaki bozulma yatar.

2.1 Toplumsal Kutupalşma ve Güvensizlik

Türkiye’deki darbelerin en önemli sebeplerinden biri, toplumsal kutuplaşmadır. Darbelerin hemen öncesinde, toplum genellikle sağcı ve solcu, dini ve seküler, işçi ve işveren gibi kesimler arasında derin ayrımlara sahiptir. Bu kutuplaşma, devletin meşruiyetine olan inancı zayıflatır ve hükümetlere karşı hoşnutsuzluk doğurur.

1970’lerdeki sağ-sol çatışmaları ve 1980’lerdeki terörist gruplar arasındaki şiddetli mücadele, halkın devletin kurumlarına olan güvenini sarsmış ve darbe için zemin hazırlamıştır.

2.2 Ekonomik Çöküş ve Krizler

Darbeler, çoğu zaman ekonomik krizlerin ürünü olmuştur. Türkiye’de, darbe öncesinde yaşanan enflasyon, işsizlik, gelir adaletsizliği gibi ekonomik problemler, toplumsal huzursuzluğu artırmış ve bir darbe için fırsat oluşturmuştur.

Özellikle 1980 darbesi öncesindeki ekonomik kriz, halkın hükümete olan güvenini sarsmış ve orduya olan desteği artırmıştır. Türkiye’nin yaşadığı büyük devalüasyonlar, yüksek faiz oranları ve dış borç yükü, halkı darbenin getireceği “istikrar” adına desteklemeye yöneltmiştir.

2.3 Askerin Toplumdaki Yeri

Türk Silahlı Kuvvetleri, tarihi olarak güçlü bir devlet kurumudur. Askerler, sürekli olarak devletin ve toplumun “koruyucusu” olarak kabul edilmiş, bu da onların müdahale etme hakkını pekiştirmiştir. Darbeler, ordunun siyaset üzerindeki denetimini artıran ve toplumun güvenliğini sağlama görevini devralan bir anlayışa dayanır.
Bu da toplumda maddi manevi bir çok yıkımı beraberinde getirir ve getirmiştir de…

3. Darbelerin Enkazından Kalan Kalıntılar

Darbeler, yalnızca hükümetlerin devrilmesi ile sınırlı kalmaz. Toplum üzerinde derin izler bırakır, psikolojik ve ekonomik tahribat oluşturur. Darbeciler gitse de, onların oluşturduğu enkaz bir nesil boyunca hissedilir.

3.1 Güvenin Zedelenmesi

Darbeler, halkın devlete olan güvenini zedeler. Seçimle işbaşına gelmiş olan yönetimler birer birer devrilir, halkın iradesi hiçe sayılır. Bu durum, toplumda “seçimlerin ne önemi var, sonuçta ordu her zaman müdahale eder” şeklinde bir ruh halinin doğmasına sebep olur. Toplum, vicdanen ve psikolojik olarak zayıf düşer ve geleceğe dair umutsuzluk hissi artar.

3.2 Ekonomik Yıkım ve Uzun Süreli Krizler

Darbelerin hemen ardından, ekonomide büyük bir çöküş yaşanır. Borsaların çökmesi, işsizlik oranlarının artması, enflasyonun yükselmesi gibi sebepler, halkın yaşam standartlarını düşürür. Ekonomik krizler, daha sonra gelen hükümetler tarafından uzun süre tamir edilemez ve darbe sonrası jenerasyonlar ağır ekonomik bedeller ödemek zorunda kalır.

3.3 Toplumsal Ayrışma ve Kutuplaşma

Darbeler, toplumu daha da kutuplaştırır. Sağcı-solcu, dindar-seküler çatışmaları keskinleşir. Hükümetler, genellikle kendilerine yakın olanları desteklerken, karşı görüşte olanları dışlar ve marjinalleştirir. Bu da toplumsal dokunun çürümesine ve kalıcı bir “biz ve onlar” ayrımının doğmasına sebep olur.

Sonuç: Darbelere Karşı Tek Çözüm Hukuk ve Adalet

Türkiye’nin yüz yıllık darbe geçmişi, ülkenin siyasi tarihindeki en karanlık sayfalardan birini oluşturuyor. Ancak şunu unutmamak gerekir: Darbeler geçici, ama onların oluşturduğu travmalar kalıcıdır. Hukuk ve adalet, Özgürlüklerin korunması ve adaletin tesisi, yalnızca darbecilere karşı değil, aynı zamanda darbe kültürüne karşı da bir zafer olacaktır.

Toplumlar, darbelerle yıkılmaz; ancak Adalet ve hukuka olan inançları kırılmamalıdır. Gelecek nesiller, geçmişteki hatalardan ders alarak, bu tür trajedilere bir daha meydan vermemelidir.

@@@@@@@

Bak:
https://www.facebook.com/share/15J4VqGrGC/
https://www.facebook.com/share/1ErN1PmqeL/

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

ENFLASYON MU YÜKSELDİ YOKSA AHLAK MI DÜŞTÜ ?

ENFLASYON MU YÜKSELDİ YOKSA AHLAK MI DÜŞTÜ ?


Evet gerçekten, Enflasyon Mu Yükseldi, Yoksa Ahlak Mı Düştü?

Bir toplumun ekonomik yapısı, onun ahlaki değerlerinden bağımsız düşünülemez. Zira enflasyon yalnızca döviz kuru, arz-talep dengesi ya da maliyet artışlarından kaynaklanmaz. Bazen bir toplumda vicdanın enflasyonu, merhametin kıtlığı ve ahlakın düşüşü, ekonomik krizlerden çok daha yıkıcı etkilere sebep olur.

Bugün birçok insan, “Fiyatlar neden bu kadar arttı?” diye soruyor. Ancak esas sorulması gereken şu: “Bu artışın sebebi gerçekten maliyetler mi, yoksa insanlardaki ahlaki erozyon mu?”

1. Enflasyonun Görünmeyen Sebebi: Fırsatçılık ve Açgözlülük

Ekonomik zorluklar kaçınılmaz olabilir. Ancak bu durum, insanların fırsatçılığa yönelmesi için bir bahane olamaz. Ne yazık ki bazı kesimler, krizleri kendi menfaatleri için kullanarak piyasayı daha da çıkmaza sürüklüyor.

Örneğin:

Döviz kuru yükseldiğinde, henüz eski stokları tükenmemiş ürünlere zam yapılması,

Ramazan gibi manevi dönemlerde gıda fiyatlarının fahiş şekilde artırılması,

“Nasıl olsa herkes zam yapıyor” düşüncesiyle yapılan vicdansız fiyat artışları,

Mal kıtlığı oluşturmak için stokçuluk yapılması,

Bu tür hareketler, ekonomik dengeyi bozduğu gibi toplumsal güveni de sarsıyor. İnsanlar, artık birbirine güvenemez hale geliyor. Esnaf, müşteriyi; müşteri, esnafı suçluyor. Ancak kimse aynaya bakıp sormuyor: “Ben bu sistemin neresindeyim?”

2. Ahlak Düşerse, Ekonomi de Çöker

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Bizi aldatan, bizden değildir.” (Müslim, Îmân, 164)

Ticarette dürüstlük, bir toplumun bereket kaynağıdır. Ancak eğer bir toplumda ahlaki değerler geri plana atılır ve herkes kendi menfaatini ön planda tutarsa, o toplumda enflasyon sadece ekonomik bir problem olmaktan çıkar, ahlaki bir çöküşe dönüşür.

Bunun sonuçları ise ağır olur:

Paranın değeri düştükçe, insanların birbirine olan güveni de azalır.

Fırsatçılık arttıkça, toplumsal huzur kaybolur.

Zengin daha zengin, fakir daha fakir olur; adalet dengesi bozulur.

Bir toplumda ahlak çökmeden ekonomi çökmez, çünkü üretimi ve ticareti yönlendiren şey sadece para değil, aynı zamanda güven ve vicdandır.

3. Esnafın Vicdanı, Halkın Bilinci Olmalı

Bir ürünü değerinden kat kat fazla satmak, kazanç değil, kul hakkıdır. Ancak ahlak düştüğünde, insanlar bunun bir problem olduğunu bile düşünmez hale gelirler. “Ben yapmazsam başkası yapar” mantığıyla hareket edenler, aslında kendi kazançlarını kısa vadeli artırırken, toplumun uzun vadeli zararına sebep olurlar.

Esnafın vicdanı, halkın bilinciyle birleştiğinde adalet sağlanır. Peki, bu nasıl olur?

Halk, gereksiz harcamalardan kaçınmalı, bilinçli tüketici olmalı.

İnsanlar, fahiş fiyatlı ürünleri satın alarak fırsatçılara prim vermemeli.

Ticaret erbabı, uzun vadeli kazanç için müşteri güvenini ön planda tutmalı.

Bilinçli tüketici ve vicdanlı üretici, enflasyonun en büyük panzehridir.

4. Ahlaklı Ticaretin Getirdiği Bereket

Hz. Ömer (r.a), çarşıyı gezerken esnafa sık sık “Fiyatları haksız yere artırmayın, bu toplumu bozar” diye uyarılarda bulunurdu.

Çünkü biliyordu ki ticarette adalet sağlanmazsa, toplumun dengesi de bozulur. Bu yüzden tarihte birçok İslam devleti, ahlaksız ticareti engellemek için “Hisbe Teşkilatı” gibi sistemler kurmuş ve fırsatçılığın önüne geçmeye çalışmıştır.

Bugün de aynı düstur ile hareket edilmelidir. Çünkü insanların cebindeki para azaldıkça, kalbindeki huzur da azalıyor.

Eğer ahlakımızı koruyabilirsek, enflasyon geçici olur.

Eğer vicdanımızı kaybedersek, enflasyon kalıcı hale gelir.

Sonuç: Çözüm Nerede?

Enflasyon yükselirken, toplumun ahlaki yapısı da bir testten geçiyor. Eğer herkes kendi payına düşeni yapmazsa, bu kriz yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir yıkım haline gelir.

Bu yüzden:

1. Esnaflar ve işletmeler, kısa vadeli kazanç uğruna toplumun refahını baltalamamalıdır.

2. Tüketiciler, bilinçli alışveriş yaparak fırsatçılara destek olmamalıdır.

3. Devlet mekanizmaları, stokçuluk ve fahiş fiyat artışları konusunda ciddi denetimler yapmalıdır.

Unutulmamalıdır ki:

“Vicdan düzelmeden, ekonomi düzelmez.”

Öyleyse problem enflasyon mu, yoksa ahlak mı düştü? Cevap nettir: Ahlak düştüğünde, enflasyon kaçınılmazdır.

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

YARALI VE HASTALIKLI ASIRDA KAHTI RİCAL

YARALI VE HASTALIKLI ASIRDA KAHTI RİCAL


Yaralı ve Hastalıklı Asırda Kaht-ı Rical: Liyakat Kıtlığı ve Medeniyet Krizi

Tarih boyunca büyük medeniyetlerin kaderini, onları yöneten, yönlendiren ve inşa eden insanlar belirlemiştir. Ancak bazı dönemlerde, özellikle kriz ve çöküş süreçlerinde, toplumlar gerçek liderlerden ve erdemli yöneticilerden yoksun kalır. İşte bu durum, Osmanlı’dan miras kalan bir kavramla “Kaht-ı Rical” (Değerli Adam Kıtlığı) olarak adlandırılır. Bugün hem Türkiye’de hem de dünyada bu kavramın yankıları her zamankinden daha güçlü hissedilmektedir.

Peki, neden bir asırdır insanlık yaralı ve hastalıklı bir haldedir? Ve neden en çok ihtiyaç duyulan dönemde gerçek liderler ve aydınlar bu kadar azdır?

Kaht-ı Rical’in Anatomisi: Liderlik Boşluğu

Kaht-ı Rical, sadece siyaset alanında değil, bilimde, sanatta, eğitimde, medyada ve ekonomide de kendini gösterir. Bugün dünyanın dört bir yanında;

Siyasette popülist, vizyonsuz ve günü kurtarmaya odaklı liderler,

Bilimde ve sanatta derinlikten yoksun, yüzeysel isimler,

Eğitimde ve akademide araştırmadan çok ideolojik kalıplarla hareket eden kişiler,

Medyada hakikati savunmaktan çok sansasyon ve manipülasyonu öne çıkaran figürler,

Ekonomide üretmek yerine rant peşinde koşan zihniyetler ön plana çıkıyor.

Bütün bu alanlardaki liyakat kıtlığı, toplumların çözüm üretemez hale gelmesine neden oluyor. Çünkü liyakatsizlik, başarısızlığı ve ahlaki çöküşü beraberinde getiriyor.

Yaralı ve Hastalıklı Bir Asrın Sonuçları

Bu asır, savaşlar, ekonomik krizler, ahlaki çöküşler, kültürel yozlaşmalar ve teknolojik bağımlılıkla şekillendi. Ancak bu krizleri yönetecek güçlü karakterler, bilgili liderler ve cesur entelektüeller eksik. Bunun yerine, konfor alanından çıkamayan, kişisel çıkarlarını toplumsal çıkarların önüne koyan, sorumluluk almak yerine bahaneler üreten insanlar çoğaldı.

1. Siyasette Popülizm ve Çapsızlık

Hakikati söylemektense, insanlara duymak istediklerini söyleyen liderler yükselişte.

Kısa vadeli başarılar için uzun vadeli istikrar feda ediliyor.

Gerçek anlamda devlet adamı yerine, şöhret ve güç peşinde koşan yöneticiler türedi.

2. Bilim ve Sanatta Sığlaşma

Bilim adamları bağımsız düşünceden çok sponsorlara ve trendlere bağlı.

Sanat, derinlik ve estetikten uzaklaşıp ticarileşti.

Fikir üretmek yerine popüler olmayı hedefleyen “düşünürler” çoğaldı.

3. Ekonomide Üretim Yerine Tüketim Kültürü

Sanayi ve inovasyon gerilerken, kolay para kazanma yöntemleri revaçta.

Kısa vadeli kazançlar uğruna, gelecek nesillerin ekonomik refahı hiçe sayılıyor.

4. Toplumsal Ahlakın Erozyonu

Bireysel menfaatler, toplumsal sorumluluğun önüne geçti.

Dürüstlük, çalışkanlık ve adalet gibi kavramlar zayıfladı.

Nesiller, gerçek değerlerden kopmuş, dijital ve sanal dünyada kayboluyor.

Çözüm: Yeni Bir Nesil Yetiştirmek

Kaht-ı Rical’den çıkışın yolu, güçlü bir irade ve doğru nesiller yetiştirmekten geçer. Bunun için:

Eğitimde kalite ve özgür düşünce teşvik edilmelidir.

Liderlik, popülerlikten değil, bilgi ve erdemden doğmalıdır.

Ahlaki değerler, bireysel başarıdan daha önemli hale getirilmelidir.

Sanat ve bilim, sadece kâr amacı güden sektörler olmaktan çıkarılmalıdır.

Eğer bu adımlar atılmazsa, insanlık daha uzun yıllar boyunca “değerli insan kıtlığının” sancılarını çekmeye devam edecektir. Çünkü tarih gösteriyor ki, büyük krizler, ancak büyük liderlerle aşılır. Ve gerçek liderler, sadece zor zamanlarda değil, doğru yetiştirilmiş nesiller arasından çıkar.

Bugün, kaht-ı ricalden çıkışın eşiğindeyiz. Ya bu hastalıklı asırda çürümeye devam edeceğiz ya da yeni ve nitelikli bir insan inşa sürecini başlatacağız. Tercih bizim.

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025

MÜSLÜMAN GÖRÜNÜMLÜ GAYRİ MÜSLİMLER.

MÜSLÜMAN GÖRÜNÜMLÜ GAYRİ MÜSLİMLER.


Müslüman Görünümlü Gayrimüslimler: Kalpte Olmayan İmanın Tehlikesi

İslam, sadece bir kimlik veya isim değil, bir yaşam biçimi ve Allah’a tam teslimiyetin adıdır. Ancak tarih boyunca bazı insanlar zahiren Müslüman görünse de, özlerinde İslam’a bağlı olmayan bir hayat sürmüştür. Bu durum, Kur’an’da münafıklık olarak tanımlanmış ve İslam toplumlarına en büyük zararı veren gruplardan biri olarak gösterilmiştir.

Peki, Müslüman görünen ancak İslam’ı içselleştirmeyen bu kişiler kimlerdir?

Dilleriyle iman ettiklerini söyleseler de kalpleri iman etmeyenler

Müslüman kimliği taşıdığı halde İslam’ın emirlerine uymayanlar

Dini çıkarları için kullananlar, İslam’ı sadece dünyevi menfaat aracı yapanlar

Bu yazıda, Müslüman görünümlü gayrimüslimlerin özellikleri, tarih boyunca verdikleri zararlar ve onların en büyük tehlikesi olan münafıklık hastalığı ele alınacaktır.

1. Münafıkların Özellikleri: İçi Boş Bir İman

Kur’an-ı Kerim’de münafıklar hakkında birçok ayet yer almaktadır. En çarpıcı olanlardan biri şudur:

“İnsanlardan öyleleri vardır ki, ‘Allah’a ve ahiret gününe iman ettik’ derler; hâlbuki iman etmiş değillerdir. Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışırlar; hâlbuki yalnızca kendilerini aldatırlar ve farkında değildirler.” (Bakara, 8-9)

Bu ayet, Müslüman gibi görünen ama gerçekte İslam’a inanmayan kişilerin hem Allah’ı hem de müminleri aldattığını göstermektedir. Münafıkların bazı özellikleri şunlardır:

Dilleriyle iman ettiklerini söylerler, ancak kalpleriyle inkâr ederler.

İbadeti sadece gösteriş için yaparlar.

Müslümanlarla birlikte olduklarında iman etmiş gibi görünürler, ama gayrimüslimlerle bir araya geldiklerinde asıl kimliklerini gösterirler.

İslam’ın hükümlerine değil, kendi nefislerine ve menfaatlerine göre hareket ederler.

Yalan söyler, hile yapar ve Müslümanları aldatmaya çalışırlar.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), münafıkların alametlerini şöyle bildirmiştir:

“Münafığın alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine güvenildiğinde ihanet eder.” (Buhârî, Müslim)

Bu hadis, dışı Müslüman ama içi farklı olanların nasıl anlaşılabileceğine dair önemli bir ölçü sunmaktadır.

2. Münafıkların ve Sahte Müslümanların İslam’a Verdiği Zararlar

Tarih boyunca İslam’a en büyük zararları, açık düşmanlar değil, içten çökerten münafıklar ve sahte Müslümanlar vermiştir. Örneğin:

1) Medine’deki Münafıklar

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) döneminde Abdullah bin Übey liderliğindeki münafıklar, Müslüman gibi görünüp sürekli fitne çıkarmışlardır. Hendek Savaşı sırasında Müslümanları terk etmiş, Uhud Savaşı’nda ise ordunun bölünmesine sebep olmuşlardır.

2) Endülüs’ün Yıkılışı

Endülüs’te bazı Müslüman liderler, Müslüman kimliği taşımasına rağmen İslam’a ihanet ederek Hristiyanlarla iş birliği yapmış, topraklarını satmış ve halklarını esir etmiştir. Sonuçta İslam’ın Avrupa’daki en büyük medeniyetlerinden biri yok edilmiştir.

3) Osmanlı’daki Dönmeler ve Fitneciler

Osmanlı döneminde, İslam’ı içine sindirmeyen bazı yöneticiler ve sahte Müslümanlar, kendi menfaatleri için devlete zarar vermiş, düşmanlarla iş birliği yapmıştır. Sabetaycı dönmeler gibi gruplar, İslam’a zarar vermek için içeriden hareket etmişlerdir.

Bu olaylar, İslam düşmanlarının bazen dışarıdan değil, içeriden geldiğini ve en büyük zararı bu şekilde verdiklerini göstermektedir.

3. Müslüman Görünümlü Gayrimüslimlerin En Büyük Tehlikesi: Fitne ve Sapkınlık

Kur’an-ı Kerim, münafıkların İslam toplumu için en büyük tehlike olduğunu şöyle vurgular:

“Münafıklar, gerçekten cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için hiçbir yardımcı bulamazsın.” (Nisa, 145)

Peki, bu tip insanlar Müslüman toplumu nasıl bozarlar?

Dini sulandırarak İslam’ı zayıflatırlar. (Örneğin, namazı gereksiz gösteren, faizi normalleştiren, tesettürü küçümseyen insanlar)

Müslümanlar arasında bölünme ve fitne çıkarırlar.

İslam’ı savunur gibi görünüp İslam düşmanlarıyla iş birliği yaparlar.

Dini sadece politik ve ticari menfaat için kullanırlar.

Bu durum, bugün de pek çok toplumda karşımıza çıkmaktadır. İslam’a hizmet ettiğini söyleyen ama gerçekte nefsi arzularına uyan, İslam’ı sekülerleştirmeye çalışan kişiler, Müslüman gibi görünseler de aslında İslam’ın en büyük düşmanlarıdır.

4. Gerçek Müslüman Nasıl Olmalı?

Kur’an’da gerçek müminlerin özellikleri şöyle anlatılır:

“Müminler ancak o kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalpleri titrer, O’nun ayetleri okunduğunda imanlarını artırır ve yalnızca Rablerine tevekkül ederler.” (Enfal, 2)

Gerçek Müslüman:

Samimi iman sahibidir, gösteriş için ibadet etmez.

Dünyevi menfaatleri için dini kullanmaz.

Doğruluk, güvenilirlik ve sadakat sahibidir.

Allah’ın emir ve yasaklarına titizlikle uyar.

Bu yüzden bizim de dikkatli olup imanımızı sürekli sorgulamamız ve sahte Müslümanların tuzaklarına karşı bilinçli olmamız gerekir.

5. Sonuç: İslam Görünüşle Değil, Kalple Yaşanır

Müslüman görünüp aslında İslam’a zarar verenler, İslam toplumunun en büyük tehditlerinden biridir. Bu kişiler:

İslam’ı sekülerleştirerek dinden uzaklaştırır.

Müslümanları birbirine düşürerek fitne çıkarır.

Dini sadece bir kimlik olarak görüp hayatlarına yansıtmaz.

Bu yüzden gerçek Müslüman, sadece ismiyle değil, kalbiyle ve amelleriyle Müslüman olmalıdır. Allah bizleri münafıklık hastalığından korusun, imanımızı güçlendirsin ve bizi gerçek müminlerden eylesin. Âmin.

Loading

No Responsesفبراير 17th, 2025