İNSAN RESETLENMELİ VE FABRİKA AYARLARINA GERİ DÖNMELİDİR

İNSAN RESETLENMELİ VE FABRİKA AYARLARINA GERİ DÖNMELİDİR

Fabrika Ayarlarına Dönmek: İnsanın Aslına Yolculuğu

İnsan, yaratılışı itibariyle fıtrat üzere doğar. Temiz, duru, yalın… Bir çocuğun gözlerindeki masumiyet, bu fıtratın en sade aynasıdır. Ancak zamanla üzerine yüklenenler, insanı özünden uzaklaştırır. Dünya meşguliyetleri, hırslar, kibir, nefsin oyunları ve şeytanın vesveseleri… Bütün bunlar insanın asli kodlarını bozar. Tıpkı sürekli kurcalanan bir cihaz gibi, sistem çökmeye başlar. Ve işte o an gelir: İnsan resetlenmelidir.

Reset Nedir?
Reset, arınmaktır. Yenilenmektir. Özüne dönmektir. Neyi neden yaptığını tekrar düşünmek, amacını hatırlamak ve rotayı düzeltmektir. Reset, sadece dijital cihazlara değil; insan kalbine, zihnine, ruhuna da lazımdır.

Çünkü insan, çok şey biliyor ama az düşünüyor. Çok konuşuyor ama az tefekkür ediyor. Çok koşuyor ama nereye gittiğini unuttu. İşte bu yüzden fabrika ayarlarına geri dönmek, yani yaratılış gayesini yeniden hatırlamak hayati bir ihtiyaçtır.

Fabrika Ayarları Nedir?

Vicdandır.

Merhamettir.

Tevazudur.

Tevhiddir.

Hakka teslimiyettir.

Ahlaktır, edep ve hayâdır.

Allah’ı tanımak, kul olduğunu unutmamaktır.

İnsan bu ayarlarla doğar. Ama zamanla kirlenir. Kalbi paslanır, aklı bulanır, ruhu yorulur. İşte bu sebeple, ara sıra durup düşünmek, nefsin gürültüsünü susturup içe dönmek gerekir.

Nasıl Resetleniriz?

Tevbe ile.

Tefekkür ile.

Kalbi ibadetle yıkayarak.

Kur’an’ı rehber edinerek.

Sadeliğe ve sahili selamete yönelerek.

Hakkı ve hakikati merkeze alarak.

Neden Dönmeliyiz?
Çünkü bu dünya bir yanılma ve aldanmadır. Bize unutturmak için var olan tuzaklarla doludur. Neyi neden yaptığını bilmeyen insan, savrulur. Fıtratına yabancılaşan insan, kendine de düşman olur. Bugün insanlığın yaşadığı kriz; aslında teknik değil, ruhî bir çöküştür. Ve bu çöküşten çıkmanın tek yolu, yaratılış kodlarına, yani fıtrata dönüş ile mümkündür.

Son Söz:
Her insan, içinde bir “yeniden başlama” tuşu taşır. Allah bize her sabah bir fırsat verir: Yeniden uyanmak, yeniden niyet etmek, yeniden başlamak… Fabrika ayarlarımızı hatırladıkça, hem kendimize döneriz, hem de Rabbimize yaklaşırız.

Çünkü aslına dönmeyen, yolda kalır. Özünü unutan, yönünü şaşırır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

HERŞEY ASLINA RÜCU EDER.

HERŞEY ASLINA RÜCU EDER.
SU KANALINI BULUR.
FITRAT FITRİ OLMAYAN ŞEYİ REDDEDER ATAR.

Kadim hakikatleri merkezine alan, derinlikli ve düşündürücü bir yolculuk.

Aslına Rücu: Fıtratın Sessiz İnkılabı

“Her şey aslına rücu eder. Su kanalını bulur. Fıtrat, fıtrî olmayan şeyi reddeder, atar.”
Bu cümleler, sade gibi görünse de, kainatın sırrını, insanın hikâyesini, zamanın adaletini ve hakkın galebesini anlatır. Çünkü bu kâinat, bir düzenin, bir nizamın ve bir fıtratın üzerine kurulmuştur.

Her Şey Aslına Döner
Zaman zaman hak unutulur, bâtıl galip gelir gibi görünür. Zalimlerin sesi yükselir, mazlumlar suskun kalır. Ama bu sessizlik bir ihmal değil, imtihandır. Zira hak, geçici olarak perdelenebilir ama tamamen silinemez. Çünkü hak, yaratılışın özüdür. Ve her şey, vakti gelince aslına döner. Firavunlar çıkar, ama Musa’lar da gelir. Deccaller ortaya çıkar, ama Mehdi’ler yetişir. Tarih buna şahittir.

Su Kanalını Bulur
Suya set çekebilirsin, yolunu değiştirebilirsin ama onun meyli yine eğime doğrudur. Er geç kendi yatağını bulur. Hakkı susturabilirsin, bastırabilirsin, karalayabilirsin… Ama o da tıpkı su gibi, yolunu bulur. Bir mısrada, bir çocuğun duasında, bir mazlumun gözyaşında yeniden akar. Tıkanan vicdanlar bir gün çözüldüğünde, hak yeniden çağlamaya başlar.

Fıtrat Fıtrî Olmayanı Atar
Fıtrat, Allah’ın yarattığı doğal düzendir. İnsan kalbi, vicdanı, aklı bu düzene göre yaratılmıştır. Zulüm, yalan, hile, ifsat; fıtrata yabancı unsurlardır. Kalp bunları bir süre taşısa da sonunda kusar. Tıpkı bedene zararlı bir gıdanın mide tarafından dışarı atılması gibi, ruh da fıtrî olmayan her şeyi reddeder.

Bu yüzden bâtıl, sürekli tazelenmek zorundadır. Çünkü tabiat onu barındırmak istemez. Ama hak, köklüdür. Çünkü fıtratla uyumludur. O yüzden bir kıvılcımı bile yeterlidir, karanlıkları yarmaya.

Bugün yaşadığımız çağda, hakikat perdelenmiş gibi görünse de; insanlar özlerini arıyor. Kalpler doyumsuzluğu değil, huzuru istiyor. İnsanlık bir arayışta ve bu arayış, onu yeniden kendi fıtratına götürecek. Zira yaratılışa zıt olan hiçbir sistem, hiçbir ideoloji, hiçbir zulüm ebedi olamaz.

Son Söz:
Toprağa düşen tohum, yeter ki çürümesin. Vakti geldiğinde filiz verir. Su yolunu bulur. Ve hak, mutlaka yerini alır. Çünkü fıtratın mahkemesi, zamanla kararını verir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

BOYKOTUN HİKMET VE ANLAMI GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ

BOYKOTUN HİKMET VE ANLAMI GETİRDİKLERİ VE GÖTÜRDÜKLERİ

Boykotun Hikmeti: Sessiz Bir Direnişin Yüce Anlamı

Tarihin tozlu sayfalarında, büyük değişimlerin ardında bazen bir kılıç, bazen bir söz, bazen de sessiz bir duruş vardır. İşte boykot, bu sessiz direnişlerin en kadim ve en etkili olanlarındandır. Çünkü boykot; bir protesto değil, bir duruş; bir öfke değil, bir bilinçtir.

Boykot nedir?
Boykot, zulmü ve haksızlığı desteklememek için maldan, paradan, imkândan ve kolaylıktan ferâgat etmektir. Zulümle doğrudan savaşamazsan, ona yakıt taşıyan boruyu kesmektir. Kalemle mücadele edemiyorsan, cüzdanla haykırmaktır. Çünkü her alışveriş, her tercih bir oylamadır. Ve senin paran, ya hakkı destekler ya da zulmü besler.

Tarihte Boykot: Efendimiz’in İzinden

Boykot, sadece modern bir tepki şekli değil, Peygamber Efendimiz’in (sav) ve ashabının yaşadığı ilk toplumsal imtihanlardan biridir. Mekkeli müşrikler, Müslümanları Şi’b-i Ebu Talib’e hapsetti. Üç yıl süren bu ambargo; yiyecek yokluğu, susuzluk, hastalık ve ölümlerle geçti. Ama bu boykot, müminlerin sadakatini perçinledi. Direnişleri büyüdü. Ve sonunda o zulüm kırıldı.

Boykotun Hikmeti ve Derin Manası

1. İmanla Direniş: Boykot, sadece ekonomik değil, ahlâkî ve imanî bir duruştur. “Ben zalimin ekmeğini yemem” demektir.

2. Zulme Ortak Olmama: Sessizlik, bazen zulmün ortağı olmaktır. Boykot, “Ben bu cinayetin ortağı değilim” diyebilmektir.

3. Farkındalık Üretir: Tüketici bilinci, toplumsal uyanışı tetikler. Her boykot, sorgulamayı doğurur.

4. Bilinçli Tüketim: Sadece tepkisel değil, tercihli ve ilkeli bir yaşam biçimidir.

5. Toplumsal Bağ ve Birlik: Boykot, bireysel bir direniş gibi görünse de, ümmet bilincini canlandıran kolektif bir hareket hâline gelir.

Boykot Ne Kazandırır, Ne Götürür?

Getirdikleri:

Onur ve vakar kazandırır.

Ekonomik destekle zalime verilen gücü keser.

Küresel zulmün vitrinini sarsar.

Tüketim ahlâkını düzeltir.

Gönülleri birleştirir, vicdanları ayağa kaldırır.

Götürdükleri:

Konforu götürür.

Bazı “alışkanlıklar”dan vazgeçirir.

Zahmetli ve sabır isteyen bir yola sokar.
Ama unutmamak gerekir ki, konforun kaybı, izzetin kazanımıdır.

Bugün Boykot, Yarın Hesap
İsrail’in Gazze’deki soykırımı karşısında; sadece slogan değil, bilinçli eylem gerekir. O markete gitmemek, o markayı almamak; belki bir çocuğun hayatını kurtarır, bir zulüm çarkını bozar. Belki değişimi hemen göremeyiz, ama Allah görüyor, yazıyor ve kaydediyor.

Son Söz:
Boykot, zulmü bitirmez belki ama zalimle arana bir çizgi çeker. Senin tarafını belli eder.
Ve unutma:

> “Zulme rıza, zulüm kadar tehlikelidir. Mazlumun yanında yer almamak, zalimin safında durmaktır.”

Bugün biz ne taraftayız?

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

KUT’ÜL AMARE: Unutulan Şanlı Zafer

KUT’ÜL AMARE: Unutulan Şanlı Zafer

Tarih 29 Nisan 1916… Çölün ortasında bir Osmanlı sancaktarı, göğe doğru haykırıyor:
“Zafer Allah’ındır! İngiliz esareti sona ermiştir!”

O gün, dünya harp tarihine altın harflerle kazınacak bir zafer yaşandı. Osmanlı ordusu, Çanakkale’de olduğu gibi bir kez daha emperyalist güçlere “dur” dedi. Kut’ül Amare’de, İngiliz ordusunun gururu yerle bir oldu. General Townshend ve 13 bin kişilik İngiliz kuvveti, Halil Paşa komutasındaki Osmanlı askerlerine teslim oldu.

Bir milletin diriliş nişanıydı bu zafer…

Irak cephesinde, sıcakla, susuzlukla, hastalıkla ve imkânsızlıklarla mücadele eden Osmanlı askerleri, iman gücüyle çelik gibi bir irade sergiledi. Her biri Mehmetçik, vatanı ve sancağı uğruna canını hiçe saydı. İngiliz ordusu aylarca direnmeye çalıştı, takviyeler istedi, donanma gönderdi; fakat Osmanlı’nın azmini kıramadı.

Halil Kut Paşa’nın iftiharıydı bu gün…
Kut’un kumandanı, İstanbul’a şu mesajı gönderdi:

> “Birinci Cihan Harbi’nde İngilizlere karşı Türk milletinin kazandığı en büyük zaferdir. İngiliz generali ve ordusu, Osmanlıya esir düşmüştür. Bu şeref, Türk milletinindir.”

Ama ne gariptir ki bu muazzam zafer, yıllar sonra unutturulmaya çalışıldı. Tarih kitaplarından silindi, nesillerin hafızasından çıkarıldı.

Kut’ül Amare, imanla kazanılan bir zaferin adıdır.
Ve iman varsa imkânsız yoktur…

@@@@@@@@

KUT’ÜL AMARE: Unutturulan Zaferin Hatırası

Tarih, sadece zaferleri değil, unutulanları da yazar. Ve bazı zaferler vardır ki, üzeri kasıtlı örtülse bile, toprağın altında parlayan bir cevher gibi zamanı gelince yeniden parlar. Kut’ül Amare Zaferi, işte bu cevherlerden biridir. Osmanlı’nın I. Dünya Savaşı’nda kazandığı en büyük kara zaferlerinden biri… Hem de emperyalizmin kalbi olan İngiltere’ye karşı…

Savaşın Gölgesinde: Irak Cephesi Açılıyor

1914 yılında patlak veren I. Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti, Almanya’nın yanında savaşa katıldığında, cepheler bir bir açılmaya başladı. Irak Cephesi, İngilizlerin Basra Körfezi’nden itibaren Osmanlı topraklarına saldırmasıyla aktif hale geldi. Hedefleri açıktı: Musul petrollerini ele geçirmek, Orta Doğu’da etkinlik kurmak ve Osmanlı’yı güneyden çökertmek.

İngiliz ordusu kısa sürede Basra’yı işgal etti. Ardından Bağdat’a ilerlemek üzere harekete geçti. Ancak hesaba katmadıkları bir şey vardı: Osmanlı’nın çöl ortasında, imanla direnen Mehmetçikleri.

Kut Kasabası: Kuşatma Başlıyor

İngiliz General Townshend komutasındaki yaklaşık 13 bin kişilik kuvvet, 1915 yılı sonlarında Bağdat yolunda ilerlerken, Osmanlı savunmasıyla karşılaştı. Osmanlı birlikleri, geri çekilen İngilizleri Kut kasabasına sıkıştırdı. Böylece 5 Aralık 1915’te kuşatma başladı.

Kut, Fırat ve Dicle nehirleri arasında yer alan küçük bir kasabaydı. Fakat burası, emperyal bir gücün diz çöktüğü yer olarak tarihe geçecekti.

Halil Paşa ve Osmanlı askerleri, düşmanı aylarca kuşatma altında tuttu. İngilizler hem karadan hem havadan yardım istediler. Donanma gönderildi, binlerce asker takviye edildi. Ama çölün sıcağında, susuzlukta, hastalıkta bile dimdik duran Türk askerini geçemediler.

Bir Milleti Ayağa Kaldıran Zafer

29 Nisan 1916… General Townshend, Osmanlı’ya teslim bayrağını çekti. 13 bin kişilik İngiliz ordusu esir alındı. İngiltere’nin tarihindeki en büyük kara yenilgilerinden biri kayıtlara geçti.

Halil Paşa, bu büyük zaferin ardından şunları söyledi:

> “Bugün, Türk milletinin şeref günüdür. İngilizlerin meşhur generali ve ordusu, Osmanlı sancağı altında teslim alınmıştır. Bu zafer, sadece bir askerî başarı değil, bir milletin yeniden doğuşunun işaretidir.”

Bu zafer o kadar etkiliydi ki İngiltere, bu mağlubiyetin ardından uzun yıllar boyunca 29 Nisan’ı “Matem Günü” ilan etti. İngiliz basını, “Tarihte benzeri görülmemiş bir rezalet!” manşetleri attı.

Kut’un Kahramanları: İman, Cesaret ve Direniş

Bu zaferin ardında, sadece silah yoktu. Asıl kuvvet, Mehmetçiğin kalbindeki imandı. Kimi bir parça ekmeği bölüşerek direndi, kimi sıcakta bir damla suya muhtaçken bile geri çekilmedi. Geceleri dualarla, gündüzleri mermilerle savaştılar. Ve en önemlisi, “ölürsek şehit, kalırsak gazi” inancıyla ilerlediler.

Unutulan Zafer, Yeniden Hatırlanmalı

Ne gariptir ki bu zafer, yıllar boyunca tarih kitaplarından silindi. Cumhuriyet sonrası dönemde, İngiltere ile bozulan ilişkileri düzeltme çabaları içinde, Kut’ül Amare adeta yok sayıldı. Tarihin raflarına kaldırılan bu büyük destan, 100. yıl dönümünde yeniden hatırlandı.

Bugün Kut’ül Amare, sadece bir askeri başarı değil; bir milletin ruhunu, direnişini ve imanını temsil eden bir semboldür. Tıpkı Malazgirt gibi…

Kut’ül Amare, bize şunu hatırlatır:

> “Toprak, eğer uğrunda ölen varsa vatandır. Ve vatan, imanla savunulursa düşman asla geçemez.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

İNSANDA BULUNAN MADDİ ÖZELLİKLERİ İTİBARİYLE FİYATI NEDİR?

İNSANDA BULUNAN MADDİ ÖZELLİKLERİ İTİBARİYLE FİYATI NEDİR?

İnsan fiyatlandırılsa kaç para eder?”

İnsanın Fiyatı Kaç Para? – Maddesi Ucuz, Manası Sonsuz

Bir insan, eğer yalnızca maddî özellikleriyle değerlendirilseydi, yani içindeki elementlere, minerallere, suya, proteine indirilseydi… Ne ederdi?

Bilimsel çalışmalara göre:

Vücuttaki elementler (karbon, kalsiyum, potasyum, demir, magnezyum vs.) hesaplandığında;

Ortalama bir insan bedeni yaklaşık 10–15 dolarlık ham maddeye eşdeğerdir.

Evet, yanlış duymadınız:
Bir avuç toprak, biraz su ve basit gazlardan ibaretiz.
Peki o zaman:
Bizi bu kadar kıymetli yapan nedir?

Kuru Madde Değil, İlâhî Sanatız

Bir tablo, boya ve tuvalin birleşimi değildir; ressamın ruhunun izidir.
Bir insan da et ve kemikten ibaret değildir; Allah’ın sanatı ve kudretinin tecellisidir.

Kur’an şöyle buyurur:

> “Andolsun, biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
(Tin Suresi, 4)

Yani insan, sadece yapıldığı maddelerle değil;
taşıdığı ruhla, akılla, şuurla ve emanetiyle kıymet kazanır.

Bir Kalbin Atışı Milyonlarca Dolardır Ama…

Bugün tıpta bir organın nakli milyonlarca dolarla ölçülüyor.
Bir göz, bir böbrek, bir karaciğer…
Ama yine de hiçbir yapay sistem, bir insan bedenini %100 kopyalayamıyor.

Çünkü mesele sadece parça değil;
o parçayı çalıştıran kudret, ruh ve düzendir.
İnsanı insan yapan, ona üflenmiş o İlâhî nefestir.

> “Ona ruhumdan üfledim.”
(Hicr Suresi, 29)

Parayla Ölçülmeyen Değer

Bir insan düşün ki;

Bir damla su gibi yaratılıyor,

Bir avuç toprağa dönecek,

Ama arşın sahibince muhatap kabul ediliyor.
İşte bu insan:
Yeryüzünde Allah’ın halifesi kılınıyor.

Ve şimdi soralım:
Böyle bir varlık kaç para eder?

Hiçbir servet bir insanın yerini tutamaz.
Ama aynı insan, nefsine esir olduğunda kendini bir hiç kadar değersiz kılabilir.
Çünkü asıl değer, nereye yöneldiğimizdedir.

Sonuç: Değerin Kaynağı Amacındadır

İnsan, malzeme olarak ucuzdur, ama anlam ve maksat yönüyle kâinatın özeti gibidir.
Allah’ın emaneti, peygamberlerin muhatabı, meleklerin imrendiği bir varlıktır.
Ve bu değerin bir bedeli yoktur; sadece sorumluluğu vardır.

> “Ey insan! Seni yaratan, sana şekil veren ve seni dengeli kılan Rabbin hakkında seni aldatan nedir?”
(İnfitar Suresi, 6-7)

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

KURAN-I KERİM’DE ‘TAKVA VE AMEL-İ SALİH’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

KURAN-I KERİM’DE ‘TAKVA VE AMEL-İ SALİH’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de ‘Takvâ ve Amel-i Sâlih’ Olarak Nitelendirilen Ayetler ve Hikmetleri

İnsan yaratılış itibariyle hem hayra hem şerre meyilli bir varlıktır. Kur’ân-ı Kerim, insanı bu fıtri yol ayrımında bilinçli tercihe çağırır: Takvâyı kuşanmak ve sâlih amellerle Allah’a yönelmek…
İşte bu iki kavram, müminin ahiret azığını ve dünya huzurunun temelini oluşturur: Takvâ ve amel-i sâlih.

Takvâ Nedir?

Takvâ, en kısa ifadesiyle Allah’tan sakınmak, O’na karşı gelmekten titizlikle kaçınmak demektir. Ancak sadece haramdan uzak durmak değil, aynı zamanda kalbi her an Allah’ın huzurunda hissetmek, bilinçli bir kulluk hayatı yaşamaktır.

> “Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.” (Âl-i İmrân, 102)

Kur’ân’da takvâ, insanı şereflendiren bir üstünlük ölçüsüdür:

> “Allah katında en üstün olanınız, O’na karşı en çok takvâ sahibi olanınızdır.” (Hucurât, 13)

Amel-i Sâlih Nedir?

Amel-i sâlih; salih (iyi, güzel, faydalı) olan her fiil demektir. Kur’ân’da, imandan sonra en çok tekrarlanan ifade “iman edip sâlih amel işleyenler”dir.
Sâlih amel, hem Allah’ın rızasına uygun, hem de kulun niyetiyle ihlaslı olan ameldir. Sadece şeklen değil, niyet ve samimiyetle beslenmiş bir ibadet ve hizmettir.

> “İman eden, sâlih amel işleyen, namazı dosdoğru kılan ve zekâtı verenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 277)

Takvâ ve Amel-i Sâlih Birbirini Tamamlar

Kur’ân’a göre takvâ, amelin ruhudur; amel-i sâlih ise takvânın dışa yansıyan şeklidir. Takvâ olmadan amel şekilcilik olur; amel olmadan takvâ temenniden ibaret kalır.
Bu yüzden mümin, kalbini takvâyla, hayatını sâlih amellerle süslemekle emrolunmuştur.

> “Erkek veya kadın, kim mümin olarak sâlih amel işlerse ona mutlaka güzel bir hayat yaşatırız. Ve onların mükâfatını, yaptıklarının en güzeliyle veririz.” (Nahl, 97)

Kur’ân’dan Takvâ ve Sâlih Amel Örnekleri

1. “İman edip sâlih amel işleyenlere, içlerinden ırmaklar akan cennetler vardır.”
(Bakara, 25)
Burada amel-i sâlih, sadece bir sonuç değil; cennet nimetinin anahtarı olarak sunulur.

2. “O Kitap (Kur’ân), muttakîler için bir rehberdir.”
(Bakara, 2)
Takvâ, Kur’ân’dan gerçek anlamda faydalanmanın ön şartıdır. Kur’ân, ancak takvâ ehline rehberlik eder.

3. “Takvâ sahipleri, Rablerinden gelen bir rehber ve şifadır.”
(Fussilet, 44)
Kur’ân, takvâ ile derinleşen bir kalpte şifa bulur. Gafletle bakan göz, o hikmeti göremez.

Takvâ ve Amel-i Sâlih’in Hikmetleri

1. Kalbin Saflığı ve Huzuru

Takvâ, kalbi dünya kirinden arındırır. Sâlih amel ise ruhu doyurur. Bir mümin, takvâ ile Allah’ın gözetiminde yaşar; amel-i sâlih ile O’nun rızasına ulaşır.
Bu, kulun iç dünyasında huzur, dış dünyasında denge oluşturur.

2. Gizli İlâhî Yardımın Kapısı

Kur’ân şöyle buyurur:

> “Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder. Ve onu ummadığı yerden rızıklandırır.” (Talâk, 2-3)
Takvâ, kul ile Allah arasında görünmeyen bir bağdır. Bu bağ sayesinde zorluk kolaylığa, sıkıntı ferahlığa döner.

3. Ahiret Mutluluğunun Temeli

Takvâ ve sâlih amel, kulun ahirette yüz akıdır.

> “Cennete girenlere sorulur: ‘Sizi buraya ne getirdi?’ Onlar der ki: ‘Biz dünyada takvâ sahiplerindendik.’” (Tur, 17-18)
Demek ki ahirette gerçek kurtuluş, dünyada takvâyla yaşamakla mümkündür.

İbretli Bir Gerçek: İmanın Sırtı Amelle Dik Durur

Nice insan vardır ki dilde iman eder, ama davranışta bunu göstermez. Kur’ân bunu bir tehlike olarak bildirir:

> “İnsanlar, sadece ‘İman ettik’ demeleriyle bırakılacaklarını ve imtihan edilmeyeceklerini mi sandılar?” (Ankebût, 2)
Amel, imanın ispatıdır. Takvâ, bu imanın derinliğidir. O hâlde Müslüman, imanını takvâ ile derinleştirmeli, amel-i sâlih ile süslemelidir.

Son Söz: Takvâ Kalkanındır, Amelin Merdivenindir

Hayat, rüzgârlarla dolu bir denizdir. Takvâ, bu denizde batmamak için kuşanılan zırhtır.
Amel-i sâlih ise Rabbine doğru çıkılan merdivenlerdir.
Ve Kur’ân fısıldar:

> “Allah muttakîleri sever…” (Tevbe, 4)
“Allah sâlihleri sever…” (Âl-i İmrân, 134)

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

OSMANLI’YI OSMANLI YAPAN İKİ TEMEL ESAS: MEKKE’YE SAYGI VE MEDİNE’YE SEVGİ

OSMANLI’YI OSMANLI YAPAN İKİ TEMEL ESAS: MEKKE’YE SAYGI VE MEDİNE’YE SEVGİ

Tarihin sayfalarında iz bırakan devletler vardır; ama bazıları yalnızca gücüyle değil, rûhuyla, gayesiyle, ulvî duruşuyla asırlar boyu konuşulur. İşte Osmanlı Devleti de, sadece bir imparatorluk değil; bir emanet medeniyeti, bir dava devleti, bir hizmet anlayışıdır.

Bu yüce anlayışın kalbinde iki kutlu şehir vardı: Mekke’ye saygı ve Medine’ye sevgi.

1. Mekke’ye Saygı: Kudüs’e Giden Yolun Başlangıcı

Osmanlı, Mekke’yi sadece bir şehir olarak değil, tevhidin evi, Allah’ın evi, Kâbe’nin diyarı olarak gördü. Bu yüzden Mekke’ye yapılan her hizmet, doğrudan Allah’a sunulan bir hürmetti.
Yavuz Sultan Selim’in, Memlük Sultanlığı’ndan hilafeti devralmasıyla birlikte Mekke ve Medine’nin hizmetkârlığı, Osmanlı’nın onur nişanesi oldu.
Yavuz, “Hâdimü’l-Haremeyn” (Mekke ve Medine’nin hizmetçisi) unvanını tercih ederek, gerçek büyüklüğün hizmette saklı olduğunu ilan etti.

> “Ben Haremeyn’in hizmetkârıyım. O topraklara sultan olmak değil, süpürgeci olmak şereftir.”

Bu duruş, Osmanlı’nın her padişahında ve idarecisinde ilahi bir saygının izini taşımıştı.

2. Medine’ye Sevgi: Muhabbetin Başkenti

Medine, Resûlullah’ın (s.a.v.) şehriydi. Mekke Allah’ın evidir, Medine ise Allah Resûlü’nün evidir. Osmanlı bu farkı derinden anlamış, Medine’ye bir evlat gibi sevgiyle yaklaşmıştır.

Sultan Abdülhamid Han’ın Medine’ye demir yolu yaparken gösterdiği hassasiyet ibretliktir:

> “Raylar sessiz döşensin, gürültü çıkmasın, Resûlullah’ın huzuru rahatsız olmasın.”

Bu sevgi öyle güçlüydü ki, Hicaz Demiryolu inşaatında çalışan işçilere çekiç sesini kesmeleri, yere keçe sermeleri ve adeta “Sessiz olun, Peygamberimiz uyuyor!” denmesi, sadece bir teknik hassasiyet değil, aşkın ifadesidir.

Bir Osmanlı Askeri: Resûlullah’ın Kabrini Bekleyen Nöbetçi

Osmanlı’nın Medine’ye duyduğu sevgiyi gösteren çarpıcı bir örnek de, I. Dünya Savaşı sonrasında yaşanmıştır. Medine teslim olduktan yıllar sonra, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) kabrinin başında nöbet tutan bir Osmanlı askeri bulunur.
Teslim olduğu kendisine söylendiğinde şöyle der:

> “Ben devletten emir almadım. Resûlullah’ı yalnız bırakamam.”

Bu sahne, sadece tarihe değil, kalplere kazınmış bir sadakat yeminidir.

Mekke ve Medine Sevgisi: Osmanlı’nın Ruh Haritası

Osmanlı’nın gücü ordusunda değil; o orduyu niyetle, hürmetle, hizmetle yoğurmasındaydı.
Çünkü onlar biliyorlardı ki:

Mekke’ye saygı, Allah’a sadakattir.

Medine’ye sevgi, Resûlullah’a aşktır.

Ve bu iki esas, devleti sadece bir siyaset değil; bir emanet muhafızı hâline getirir.

Bu yüzden Osmanlı ne zaman güçlendi, Mekke’ye hizmeti artırdı.
Ne zaman daraldı, Medine’ye yöneldi, sabırla dua etti.

Bugüne Mesaj: Ecdadın İzinde Olmak

Günümüz Müslümanı için Osmanlı’yı anlamak, sadece tarih öğrenmek değil; o ruha şahit olmak demektir.

Bugün Mekke’ye saygımız, sadece hac ve umreyle sınırlı mı?

Medine’ye sevgimiz, sadece özlem dolu sözlerden mi ibaret?

Oysa Osmanlı gibi yaşayanlar için her gönül Mekke olur, her ev Medine…
Çünkü Allah’ın evi de, Habibi’nin evi de, önce kalpte inşa edilir.

Son Söz: Mekke Aşkı, Medine Ahlâkı

Osmanlı, gücünü sadece ordularla değil, imanla ve ihlâsla büyüttü.
Mekke’ye gösterdiği saygı ile Allah’a bağlılığını ispat etti.
Medine’ye duyduğu sevgiyle, Resûlullah’a (s.a.v.) olan aşkını eyleme döktü.

Ve bugün bizlere düşen:
“Hâdimü’l-Haremeyn” olamasak da,
“Âşık-ı Resûl” olmak;
saygıyı ibadete, sevgiyi hizmete dönüştürmektir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

TAŞLAŞAN KALB, KALBE DÖNÜŞEN KÂBE

TAŞLAŞAN KALB, KALBE DÖNÜŞEN KÂBE

Gönülde kaybedilen Allah, Kâbe’de aranan İlah.
Gönülde perdelenen Allah, Kâbe’de perdesi aralanan İlah.
Aradığın uzakta değil, sende.
Sen nerede?
Her ne arar isen, kendinde ara.

1. Taş Gibi Kalpler ve Kalp Gibi Kâbeler

İnsan, bazen öyle bir hale gelir ki; kalbi taş kesilir. Ne bir sevgi girer içeri, ne bir merhamet kalır dışarıda. O kalp, artık ne ilham alır ne ibret görür.
Kur’ân buyurur ki:

> “Sonra bunun ardından kalpleriniz yine katılaştı; öyle ki taş gibi, hatta daha da sert oldu.” (Bakara, 74)

Halbuki o kalp, Allah’ın nazargâhıdır. Sevgiyle, şefkatle, zikirle yumuşaması gereken yer, katılaştıkça uzaklaşır Allah’tan. Ve insan bu mesafeyi mekânsal sanır; Allah’ı uzaklarda, taşların içinde, göklerin ötesinde zanneder.

2. Gönülde Kaybedilen Allah, Kâbe’de Aranır

İnsan Allah’ı önce kalbinde unutur, sonra onu bulmak için yollar aşar.
Binlerce kilometre ötede Kâbe’ye gider. Tavaf eder, gözyaşı döker, ellerini açar:

> “Rabbim neredesin?”

Oysa cevap, kalptedir:

> “Ben size şah damarınızdan daha yakınım.” (Kaf, 16)

Demek ki Kâbe’de aranan Allah, aslında gönülde kaybedilmiştir. Gönlünü bulamayan, Allah’ı da bulamaz. Zira Kâbe yön, kalp ise kıbledir.

3. Perdelenen Gönül, Açılan Perde

İnsanın kalbi bir perdeyle örtülünce, en açık hakikatler bile görünmez olur.
Namaz kılar ama huşû yok. Dua eder ama yakınlık hissetmez. Tavaf eder ama kendi etrafında döner.

Ancak bazen Kâbe’nin taşları, gönüldeki perdeleri kaldırır.
Oradaki sessizlikte, kalabalığın içindeki yalnızlığında insan fark eder:

> “Ben Rabbimi uzak zannettim, ama ben uzaklaşmışım.”

Ve işte o anda, Kâbe gönüle dönüşür, kalp yeniden can bulur.

4. Kendini Aramak: Aslında Allah’ı Aramaktır

“Sen neredesin?” diye sorar insan Rabbine…
Ama asıl soru şudur: “Sen, sen misin?”
Zira Allah, her yerde; kullar kaybolur.
Nefsinin karanlığında, hırsın girdabında, gafletin pususunda yolunu kaybeden insan,
Rabbini aramaya başlar; ama önce kendini bulmalıdır.

Mevlânâ der ki:

> “Her ne arar isen, kendinde ara. Çünkü sen, aradığın şeysin.”

O zaman insan bilir ki:
Gönül temizlenmedikçe, Kâbe taş kalır.
Kalp uyanmadıkça, Kâbe bile perdedir.

5. Kalp Kâbe Olursa, Taşlar Bile Canlanır

Kalbi Kâbe’ye dönen insan, her an Allah’la yaşar.
Her sözü dua, her bakışı tefekkür, her işi ibadet olur.
Gözyaşıyla yıkanan bir kalp, bin Kâbe’den daha değerlidir.

> Çünkü Kâbe Halilullah’ın eliyle yapıldı,
Kalp, Allah’ın kudretiyle yaratıldı.

Kâbe’nin içinde ne var?
Boşluk.
Ama kalbin içinde sevgi, iman, tefekkür varsa…
Orası artık Hakikat Kâbesi’dir.

Son Söz: Kalbini Yık, Kâbe Gibi Yap

Taşlaşan kalbi, gözyaşınla yıka.

Gafleti süpür, tevbe ile sil.

Her gün biraz daha Rabbine yönel.

Kâbe’ye gitmeden önce kalbini bul,
Kendini bulmadan Allah’ı arama.
Zira O hep oradaydı…
Sen neredeydin?

@@@@@@@

https://youtu.be/mAhYNfx2zKw?si=zTx5ffvd9glDzB9K

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

GÖNÜL KÂBE’Sİ

GÖNÜL KÂBE’Sİ

Ka’be bunyâd-ı Halîl-i Âzer’est
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest

Kâbe Âzer’in oğlu Hz. İbrahim’in inşa ettiği taş bir yapıdır.
Gönül ise ululuk ve celâl sahibi Allah’ın nazargâhıdır.
| Molla Câmî

Kâbe Taştan Bir Yapı, Gönül Allah’ın Nazargâhı: Molla Câmî’den Kalbe Düşen Hikmet

> “Kâbe bunyâd-ı Halîl-i Âzer’est,
Dil nazargâh-ı Celîl-i ekberest”
(Molla Câmî)

Bu iki mısra, zahir ve batın, taş ve kalp, şekil ve mana arasında kurulan en latif köprüdür. Molla Câmî, sadece söz söylemez; taşa işlenmiş hakikati, kalbe yazılmış sırla buluşturur.

Zira Kâbe, yeryüzünde Allah’ın evi olarak bilinir. Onun etrafında milyonlar döner; dua, gözyaşı ve tevbe ile. Ancak bu mısralar, çok daha derin bir yeri işaret eder: İnsanın gönlünü.

Kâbe: Halilullah’ın Eliyle Yapılan Bir Mukaddes Mabet

Kâbe, Hz. İbrahim (a.s.) ve oğlu Hz. İsmail’in inşa ettiği, tevhit dininin simgesi olan kutsal yapıdır. Kur’ân onu “Allah’ın evi” olarak tanımlar.

> “Şüphesiz insanlar için kurulan ilk ev, Mekke’deki mübarek ve âlemlere hidayet olan Kâbe’dir.” (Âl-i İmrân, 96)

Ancak Molla Câmî der ki: Kâbe taşla yapıldı, evet; ama bir başka “ev” daha var ki, onun mimarı Allah’tır:
İnsanın kalbi.

Gönül: Allah’ın Bakışını Üzerine Aldığı Yer

Hadis-i Kudsi’de şöyle buyrulur:

> “Ne yere sığarım, ne göğe. Fakat mü’min kulumun kalbine sığarım.”

Bu demektir ki, Allah’ın nazarı, taşa değil; niyete, şekle değil; kalbe yöneliktir. Kâbe nasıl ki ibadetlerin yönü, duaların merkeziyse; gönül de niyetlerin yönü, sevginin merkezidir.
Bir gönül Kâbe gibi temizse, Allah’ın tecellisine ayna olur.

Kalp: İçinde Ne Taşırsan Ona Dönüşür

İçinde kibir varsa Nemrud’un sarayına dönüşür.

Haset varsa, şeytanın oyun alanı olur.

Ama aşk varsa, tevhid varsa, takva varsa, orası artık Allah’ın nazargâhıdır.

Bu yüzden denmiştir ki:

> “Bir kalbi kırmak, Kâbe’yi yıkmaktan beterdir.”
Çünkü Kâbe’yi Hz. İbrahim inşa etti; ama kalbi, Allah yarattı.

Kalbi Kâbe Kılmak: Her Müminin İnşa Etmesi Gereken Bir Mabet

Gönül öyle bir yerdir ki, orada ne varsa, insan ona göre yaşar. Kalpte Allah varsa, Kâbe gibidir;
kalpte dünya sevgisi varsa, put dolu bir cahiliye mabet gibidir.

Kâbe’yi tavaf etmek, Allah’a yönelmenin sembolüdür.
Ama kalbi tavaf ettirmek, Allah’a yaklaşmanın hakikatidir.

İbretli Bir Ölçü: Kâbe Yıkılsa Yeniden Yapılır, Ama Kalp Yıkılırsa…

Kâbe yıkılsa, tekrar inşa edilebilir. Tarihte depremlerle, savaşlarla yıkıldığı olmuştur.
Ama kırılan bir gönül, bir daha tamir edilemeyebilir.
Bu yüzden Osmanlı irfanı şöyle demiştir:

> “Yol odur ki doğru vara, gönül odur ki Hakk’a vara.”
Yani hakikat yolu, gönül yoludur.

Bugüne Mesaj: Kâbe’yi Gördüğünde Kalbini Hatırla

Bugün binlerce insan Kâbe’ye gidiyor. Dönerken dualar, gözyaşları, hatıralar getiriyor.
Ama asıl hac, kalbi temizleyip dönmektir.
Kâbe’yi tavaf ederken, içteki kalbi de şirkten, hasetten, kibirden, riya ve gafletten arındırmaktır.

Çünkü Allah’ın asıl baktığı yer, kalbimizdir.

Son Söz: Gönlünü Kâbe Gibi Kıl!

Kâbe’nin dışı sadedir; ama içi rahmettir.

Kalbin de dışı sade olsun; içi Allah’a açık, insanlara şefkat dolu olsun.

Kâbe bir yönse, gönül o yönü arayan pusuladır.
Ve asıl kıble, kalpten kıbleye giden yoldur.

> Taşa değil, aşk ile yoğrulmuş kalbe bak!
Zira orası, Celîl-i Ekber’in nazar kıldığı yerdir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

KURAN-I KERİM’DE ‘RAHMET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

KURAN-I KERİM’DE ‘RAHMET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ

Kur’ân-ı Kerim’de ‘Rahmet’ Olarak Nitelendirilen Ayetler ve Hikmetleri

İnsanoğlu varlık âleminin en şerefli misafiri, en derin arayışların yolcusudur. Bu yolculukta insana rehberlik eden yüce kelâm, Kur’ân-ı Kerim’dir. O sadece bir kitap değil, bir hayat feneri, bir hakikat haritası ve en önemlisi bir rahmettir. Kur’ân’ın birçok ayetinde, hem kendisi hem de içindeki hükümler “rahmet” olarak nitelenmiştir. Bu ifade, sadece lütuf ve iyilik anlamına gelmez; aynı zamanda Allah’ın kuluna olan ilâhî ilgisinin, yönelişinin ve şefkatinin tecellisidir.

Kur’ân: Vahyin Suretindeki Rahmet

Kur’ân’ın, doğrudan “rahmet” olarak nitelendirildiği ayetlerde, onun insanı hem dünyevi hem de uhrevi felaketlerden kurtardığı, kalpleri şifa ile ihya ettiği ve hakikatle buluşturduğu görülür. Bu yönüyle Kur’ân, sadece bir bilgi kaynağı değil; bir şefkat eli, bir merhamet pınarıdır.

Bazı Ayetler ve Rahmet Boyutları

1. “Biz Kur’ân’dan, inananlara şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz…”
(İsra Suresi, 82)
Kur’ân, sadece fizikî hastalıklara değil, kalp körlüğüne, ruh darlığına ve manevî buhranlara karşı bir şifa ve rahmettir. İman edenler için bu ayet, Kur’ân’ın ilaç gibi geldiğini, huzur getirdiğini, dirilttiğini ilan eder.

2. “Ey insanlar! Size Rabbinizden bir öğüt, kalplerdeki hastalıklara bir şifa ve inananlar için bir hidayet ve rahmet geldi.”
(Yunus Suresi, 57)
Bu ayet Kur’ân’ın dört temel fonksiyonunu sayar: öğüt, şifa, hidayet ve rahmet. Yani Kur’ân, sadece bilgi vermekle kalmaz; insanı iyileştirir, yönlendirir ve sarar. Her bir ayeti bir merhem gibidir, her harfi bir şefkat dokunuşudur.

3. “O, iman edenlere bir rehber ve rahmettir.”
(Fussilet Suresi, 44)
Kur’ân’ın rahmet oluşu, onun yol göstericiliğindedir. Yolu kaybolmuşlara istikamet, ruhu kararmışlara aydınlık bir pencere olur. Kur’ân, iman edenin kalbinde hem bir sekinet hem de bir sığınak oluşturur.

4. “Bu Kur’ân, bana vahyolundu ki, onunla sizi ve ulaştığı herkesi uyarayım… Ve umulur ki öğüt alırlar diye bir rahmettir.”
(Enam Suresi, 155)
Burada Kur’ân’ın bir rahmet olarak gönderilme gayesi, öğüt alınmasıyla ilişkilendirilmiştir. Yani rahmet olabilmesi için ona yönelmek, kulak vermek, teslim olmak gerekir. Vahiy, uzak kalana değil, içten bağlanana rahmet olur.

Kur’ân’ın Rahmet Oluşunun Hikmetleri

1. Kalpleri Diriltir

Kur’ân, mecazî olarak “ölü kalpleri” diriltir. Zira gafletle, günahla, zulümle kararan kalpler ancak ilâhî bir rahmetle temizlenebilir. O rahmet, ayet ayet Kur’ân’da saklıdır.

2. Topluma Adalet Getirir

Kur’ân, sadece bireyin değil, toplumun da rahmetidir. Onun adalet, hak, merhamet ve ahlâk ilkeleri toplumsal huzurun teminatıdır. Nitekim Kur’ân’ın uygulandığı dönemler, insanlık tarihinde “asr-ı saadet” olarak anılmıştır.

3. Kıyamet Öncesi Son İlâhî Ferman

Kur’ân, insanlığa gönderilen son vahiydir. Bu sebeple Allah’ın son büyük rahmet tecellisidir. Önceki kitapların bozulmasıyla kararan dünyaya, yeniden bir rahmet yağmuru gibi inmiştir.

Rahmet Olana Rahmetle Yaklaşmak Gerekir

Kur’ân, rahmettir; ama bu rahmet, onu bir düşman gibi görenin yüzüne kapanır. Onun merhamet pınarları, ancak içtenlikle yönelene açılır. O yüzden Kur’ân’a yaklaşmak, bir ilim işi kadar bir kalb işidir. Kim onu bir ders kitabı gibi değil de, bir can simidi gibi okursa, hakiki rahmeti hisseder.

Sonuç: Rahmet Olan Kur’ân’la Buluşmak

Bugün dünyanın dört bir yanında acı, savaş, zulüm ve yalnızlık içinde kıvranan insanlığın en çok ihtiyaç duyduğu şey bir rahmettir. Bu rahmet ne sistemlerde, ne ideolojilerde, ne de teknolojide bulunur. O rahmet, vahyin nuruyla inmiştir; Kur’ân’dadır.

Her ayetiyle insanı saran, her harfiyle insana dokunan bu rahmetin kıymetini bilmek, onunla yaşamak ve onu yaşatmak, bu çağın en büyük kulluk vazifesidir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 14th, 2025

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.

 

Yahudilerin tevbesi ? 

 

Yahudilerin tevbeleriyle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de özellikle Bakara Sûresi 54. ayet temel kaynaklardan biridir. Bu ayet ve ilgili tefsirlerde, İsrailoğulları’nın bir dönem sapkınlığa düşerek buzağıya tapmaları ve ardından gelen tevbe süreci anlatılır. Ayet şöyledir:

 

“Ve Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle gerçekten kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza (Hâlıkınıza) tevbe edin de nefislerinizi öldürün (katledin). Bu, Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece Allah tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/54)

 

Kur’an’daki İlahi Yönlendirme:

 

Tevbelerinin kabul edilmesi için sadece pişmanlık değil, ciddi bir bedel ödemeleri gerektiği anlatılır.

 

Burada “nefislerinizi öldürün” ifadesi, klasik müfessirlerin çoğuna göre buzağıya tapanların öldürülmesi anlamındadır. Bazılarına göre ise bu, nefis terbiyesi, pişmanlıkla kendini ilahi huzurda yok saymak anlamına gelir.

 

Hz. Musa’nın bu emri, vahiy doğrultusunda gelmiştir.

 

Tefsirlerde Yapılan İzahlar:

 

1. Taberî Tefsiri:

 

Buzağıya tapanlardan olmayanların, tapanları öldürmesi emredildi.

 

Allah, onların tövbelerini bu fedakarlık karşılığında kabul etti.

 

Bu, ilahi adaletin ve disiplinin bir tezahürüdür.

 

2. Râzî Tefsiri (Mefâtihu’l-Gayb):

 

Bu ayetin zahiri, tövbenin kabulü için ciddi bir arınma gerektiğini gösterir.

 

Râzî, bu olayda hem nefis terbiyesi hem de ilahi adaletin bir arada yürüdüğüne dikkat çeker.

 

3. Elmalılı Hamdi Yazır:

 

Tevbeleri, sadece sözlü pişmanlıkla değil, fiilî bir arınmayla ispatlanmıştır.

 

“Kendinizi öldürün” ifadesi, sembolik değil gerçek bir uygulamadır; böylece içtenlik test edilmiştir.

 

Allah’ın “Tevvâb” (çokça tövbeleri kabul eden) ismi burada anlam kazanır.

 

Sonuç olarak:

 

Yahudilerin tevbesi, sadece pişmanlık değil, ciddi bir arınma ve fedakarlık süreciyle olmuştur. Kur’an ve tefsirler, bu olayı hem ibret hem de tevbenin ciddiyeti açısından anlatır. Aynı zamanda bu olay, ümmet-i Muhammed’e (sav) yönelik ilahi rahmetin genişliğini de zımnen gösterir: bizden böyle bir bedel istenmeden, samimi tevbe ile affedilme kapısı her zaman açık tutulmuştur.

 

@@@@@@

 

İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE DİRİLMELİ

 

“Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır…” (Bakara, 2/54)

 

Tarih, sadece mazide yaşanmış hadiselerin bir arşivi değil; bugünün karanlığına tutulmuş ilahi bir projektördür. İsrailoğulları’nın buzağıya tapması, aslında hakikate sırt çeviren her ümmetin bir fotoğrafıdır. Onlar bir buzağıya tapmıştı; bizler ise konforumuza, çıkarımıza, korkularımıza ve gafletimize taptık. Onlar için tövbe, “ölmekle” başlamıştı. Bizim için de öyle olmalı: Ölmeden önce ölmekle…

 

BUZAGILARIN MODERN VERSİYONU

 

Bugünün dünyasında buzağı, altın ya da tunçtan değil; ekrandan, suskunluktan, dünyevileşmeden yapılmıştır. Gazzeli çocuklar açlıkla, bombalarla ve gözyaşlarıyla Allah’a doğru koşarken, bizlerin tevekkül diye sustuğu şey aslında korkaklıktır. Dua diye ettiğimiz cümlelerin içi ne kadar dolu, protesto diye attığımız adımların yönü ne kadar kıbleye dönük?

 

İslam dünyasının saraylarında lüks ve israf, sokaklarında hüzün ve zillet kol geziyor. Ve biz hâlâ tövbeyi sadece dilde arıyoruz; oysa tövbe, yürekte başlar ve davranışla tamamlanır.

 

NEDİR “NEFSİ ÖLDÜRMEK”?

 

İsrailoğulları’na emredilen “nefsinizi öldürün” emri, bir vahyin gereği olarak zahiren uygulanmıştı. Bugün bizden istenen belki de aynısı değil ama hakikatte daha çetini: Nefsini öldürmek; korkunu, bencilliğini, konforunu, suskunluğunu ve çıkarını mezara gömmektir. Gazzeli mazlumların sessiz feryadına sağır kalmanın keffareti, sadece bir dua ile yeterli olamaz.

 

Nefsini öldürmeyen, ümmeti diriltemez.

 

TEVBE: SADECE GÖZYAŞI DEĞİL, DEĞİŞİMDİR 

 

Kur’anî mânâda tevbe, sadece pişmanlık değil, yön değiştirme demektir. Günahı terk etmek, pasif kalmak değildir; hakka sarılmak, zulme direnmek, iyiliği emretmek, kötülüğü engellemeye azmetmek demektir. İslam dünyası ancak böyle bir tevbe ile yeniden dirilebilir. Yoksa sadece konuşan, yazan ama harekete geçmeyen bir kalabalık, ümmet olamaz.

 

TEVBE ETMEZSEK…

 

Gazzeli çocuklar bize sadece mazlum değil, şahit olacaklar. Yarın mahşer meydanında onların gözyaşları, bizim tevekkül zannettiğimiz suskunluğumuzu yargılayacak. “Neredeydiniz?” sorusu sorulduğunda, verecek cevabı olmayan bir ümmetin sustuğu gibi susulmaz. O zaman, tövbeye davet bugündür, hemen şimdi.

 

“ÖLÜP DE DİRİLMEK”: YENİDEN BAŞLAMAK

 

Tövbe, bir yenilenme çağrısıdır. Ölmeden önce ölenler, yani nefsini öldürenler, hakiki hayatı bulanlardır. İslam dünyası, Gazze karşısındaki duyarsızlığını itiraf edip, acıya ortak olmakla, zulme karşı durmakla, hakkı savunmakla yeniden doğabilir. Aksi takdirde bu sessizlik, bu zillet, bu dağınıklık; bir ümmeti tarihin mezarına gömer.

 

Ve unutmayalım:

 

> “Allah, tevbe edenleri sever ve arınanları sever.” (Bakara, 2/222)

 

 

 

 

Loading

No Responsesأبريل 12th, 2025

DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

DÜNYA MI, AHİRET Mİ?

“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.” (Âl-i İmrân, 152)

İnsan, iki âlem arasında tercih yapmakla karşı karşıya bırakılan bir varlıktır. Dünya mı, ahiret mi? Bu soru, sadece bir tercih meselesi değil; insanın niyetinin, yönelişinin ve amacının aynasıdır. Âl-i İmrân Suresi 152. ayet, Uhud Savaşı’ndaki bir imtihanı anlatırken aslında her çağdaki insanın iç dünyasında süregelen bu çatışmayı gözler önüne serer:
“İçinizden dünyayı isteyenler de vardı, ahireti isteyenler de.”

Bu ayet, Uhud’da ganimet arzusuyla okçular tepesini terk eden sahabilerin bir anlık dünya sevgisiyle nasıl bir sonuca maruz kaldığını anlatır. Dünya sevgisi, savaşın seyrini değiştirmiş, zaferi hezimete çevirmişti. Aynı zamanda bu ayet, insanın fıtratındaki iki yönü; biri ebediyete, biri fani lezzetlere meyleden tarafını işaret eder.

DÜNYA HAYATI: GEÇİCİ BİR ALDATMACA

Kur’ân, dünya hayatının mahiyetine defaatle vurgu yapar. Bu bağlamda şu ayet dikkat çekicidir:

“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal, evlat çoğaltma yarışıdır.” (Hadîd, 20)

Bu ayet, dünyanın geçici ve aldatıcı yönlerini bir tablo gibi çizer. Oyun ve eğlenceyle başlayan hayat, süslenme ve gösterişle devam eder. Ardından kıyas ve yarış başlar. Ama hepsi geçicidir. Sonunda “dünya hayatı, bir aldanış metâıdır” (Âl-i İmrân, 185).

AHİRET HAYATI: EBEDÎ KAZANÇ

Karşısına konulan ise ebedî ve gerçek olan ahiret yurdudur. Kur’an şöyle der:

“Ahiret yurdu ise, işte o, takvâ sahipleri için daha hayırlıdır.” (A’râf, 169)
“Ama siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ, 16-17)

İnsan bazen kısa vadeli menfaat için uzun vadeli kazançtan vazgeçer. Dünya ile ahiret arasında tercih yaparken çoğu kez ebedî olanı değil, gözle görülür olanı öne koyar. Hâlbuki gerçek kazanç, zamanla silinmeyen, ölümle tükenmeyen kazançtır.

UHREVÎ BİR BAKIŞIN DÜNYAYI DÜZENLEMESİ

Kur’an, dünyayı bütünüyle terk etmeyi değil; dünyayı ahiret için bir tarla bilip ona göre işlemeyi öğütler:

“Allah’ın sana verdiği şeylerde ahiret yurdunu gözet; dünyadan da nasibini unutma.” (Kasas, 77)

Bu dengeyi koruyamayan insan, ya dünyayı tamamen terk eder (zühdün ifratı) ya da ona tüm benliğini teslim eder (gafletin bataklığı). Oysa mü’minin yolu, “dünyayı ahiret için bir vesile bilme” yoludur.

HZ. PEYGAMBER’İN (SAV) DÜNYAYA BAKIŞI

Peygamber Efendimiz (sav), dünyayı bir yolcu molası gibi tarif eder:

“Benim dünya ile alakam, bir ağacın altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcunun durumu gibidir.” (Tirmizî)

Bu bakış, dünya nimetlerine sahip olmayı değil, onlara kalpten bağlanmamayı öğütler. Zira bağlandıkça kaybetme korkusu, dünyaya kul olma tehlikesi baş gösterir.

SONUÇ: TERAZİNİN İKİ KEFESİ

Dünya mı, ahiret mi? Bu soru sadece bir tercihten öte, bir hayat duruşudur. Terazinin bir kefesinde anlık zevkler, diğer kefesinde sonsuz saadet vardır. Dünya tercih edildiğinde ahiret zayıflar; ahiret tercih edildiğinde dünya, hakkıyla değerlendirilir.

Kur’an’ın öğüdü nettir:

“Kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara yaptıklarının karşılığını orada tastamam veririz. Onlar orada hiçbir eksikliğe uğratılmazlar. Ama onlar, ahirette kendileri için ateşten başka bir şey olmayanlardır.” (Hûd, 15-16)

Gel, teraziyi sağlam tutalım. Dünya için değil, dünya vasıtasıyla ahiret için çalışalım. Çünkü ebedî olan, kıymetlidir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 12th, 2025

KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

KARMATİLERİN İNANÇ VE FAALİYETLERİ

Karmatîler (ya da Karmatîyye), İslam tarihindeki en radikal ve tartışmalı Batınî-İsmailî hareketlerden biridir. 9. yüzyılda ortaya çıkmış, özellikle Abbâsî halifeliği döneminde ciddi huzursuzluklara ve kaoslara yol açmıştır.

KARMATİLERİN İNANÇLARI

1. Batınîlik ve Ta’vil

Kur’an’ın zahirî (görünür) anlamından çok bâtınî (gizli, deruni) anlamlarına odaklanırlar.

Ayetleri kendi liderlerine, mezheplerine göre yorumlamışlardır.

Hz. Ali ve Ehl-i Beyt’i kutsarlar, fakat bu sevgi zamanla aşırıya kaçmıştır.

2. İmamet İnancı

Meşru imamların sadece Ehl-i Beyt soyundan gelen gizli bir imam olduğunu savunurlar.

Bu imamın neredeyse peygamberlik düzeyinde olduğu iddiası vardır.

3. Şeriat Karşıtlığı

Şeriatın zahiri kurallarının geçici olduğunu, zamanla bâtınî hakikatlerin ortaya çıkmasıyla şeriatın kalkacağını savunurlar.

Oruç, namaz gibi ibadetleri terk edenler olmuştur.

4. Mehdî İnancı

Kıyamet öncesi ortaya çıkacak gizli imamın Mehdi olduğuna inanmışlardır.

Kendi liderlerinden bazılarını bu “mehdi” olarak ilan etmişlerdir.

OLUMLU GÖRÜLEN TARAF(LARI)

Zekât gibi gelirlerin eşit dağıtılması fikrini benimseyip bazı bölgelerde halkın hoşuna giden uygulamalar yaptılar.

Sosyal adaleti sağlama iddiasındaydılar (ama uygulamada bunun istismarına da sıkça rastlandı).

OLUMSUZ VE GİZLİ FAALİYETLERİ

1. Hac Yollarını Kesme ve Katliam

En meşhur eylemleri: 929 yılında Mekke’ye saldırıp Kâbe’yi bastılar.

Hacerü’l-Esved’i (Kâbe’nin siyah taşı) yerinden söküp alıp Bahreyn’e götürdüler (yaklaşık 20 yıl orada kaldı).

Binlerce hacıyı katlettiler, cesetleri Zemzem kuyusuna attılar.

2. İsyan ve Terör Faaliyetleri

Abbâsî devletine karşı çok sayıda isyan başlattılar.

Gizli hücreler aracılığıyla şehirlerde karışıklık çıkardılar.

Yeraltı örgütlenmesiyle devleti yıpratmaya çalıştılar.

3. Ahlâkî Çöküntüye Sebep Olan Faaliyetler

Bazı kaynaklara göre bazı Karmatî liderler, şeriatın kaldırılmasını fırsat bilip ahlâk dışı uygulamalara yönelmiş, halkı da buna teşvik etmiştir.

4. Düşün sonucu Sabotaj

Batınî fikirleri halk arasında yayarak Sünnî inançları zayıflatmaya çalıştılar.

Takiyye (inandığını gizleme) ile içeriden toplumu bozma stratejileri izlediler.

SONUÇ OLARAK

Karmatîler, tarihte dini yorum adı altında şiddet, terör, kutsal değerlerin tahribi ve sapkın fikirlerin yayılmasıyla öne çıkmış bir fırkadır. Görünüşte bazı sosyal adalet fikirleri savunsalar da, uygulamada İslâm’ın temelini h

Loading

No Responsesأبريل 12th, 2025

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.

 

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(48-FETİH SURESİ.7. AYET)
“O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.
İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

“Göklerin ve Yerin Orduları Allah’ındır” – Zulmetten Nura Yolculuk

“Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.”
(Fetih Suresi, 7. Ayet)

Bu ayet, Allah’ın kudretinin sınırsızlığını, görünür ve görünmez her türlü kuvvetin O’nun emriyle hareket ettiğini ilan eder. Sadece melekler, yıldızlar ya da doğa kuvvetleri değil; kalplerin yönelişi, milletlerin yükselişi ve düşüşü de bu ilahî kudretin tasarrufuyla şekillenir. Her çağda hak ile batılın mücadelesi sürmüş, zulüm ile adalet karşı karşıya gelmiştir. Ancak galip her zaman hak değil, haklı olan ve Allah’a dayanan olmuştur.

Bugün de karanlık çağların gölgesi, modern kılıklı bir zulümle ümmetin üzerine çökmüş durumda. İslâm dünyası bir sabah bekliyor. Ama bu sabah, güneşin doğmasıyla değil; imanın, marifetin, ahlâkın ve adaletin yeniden doğmasıyla gelecek bir sabah olacak. Çünkü zulmetin karanlığı sadece dışarıdan gelen baskıyla değil, içeriden çürümeyle daha derinleşti.

> “O nûru gönder, İlâhî, asırlar oldu, yeter!
Bunaldı milletin âfâkı, bir sabâh ister.”

Bu mısralarda yükselen feryat, sadece şairin değil; ümmetin bağrından kopan bir yakarıştır. Asırlardır ötelenen sabah, belki de bizim ellerimizle yükselecek. Çünkü Allah’ın orduları sadece melekler değil; dirilen kalpler, ihlaslı diller, sâlih ameller de O’nun askerleridir.

Karanlığın Askerleri ve Nûrun Ordusu

Her zifiri gecenin ardından bir fecir vardır. Allah’ın ordusu görünmez ama dağ gibi sağlamdır.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:

>”İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hadisatın tazyikatından kurtulabilir…”

İşte o nûr, sadece kalplerde yanmakla kalmaz; toplumları diriltir, milletleri ayağa kaldırır. Karanlığa teslim olmamak, Allah’ın nuruyla aydınlanmak, bugünün Müslüman’ının en büyük mücadelesidir.

Sabah Yakındır Ama Hazırlanmak Gerekir

Bir sabah isteniyorsa, geceyi anlamak ve onunla mücadele etmek gerekir. Dua, sabır, ilim, ihlâs, tebliğ ve hizmet… Bunlar sabahı çağıran adımlardır.

> “İnâyetinle halâs et ki, dalga dalga zalâm
İçinde kaynamasın çarpınıp duran İslâm!..”

Bu çarpıntı, bir yok oluş değil; diriliş sancısıdır belki de… Kaynayan bu İslâm, içinden yeni bir dirilişin doğmasını bekliyor. Yeter ki biz nefsin ve gafletin karanlıklarından sıyrılalım.

Sonuç: Allah’ın Ordusuna Katılmak

Allah’ın ordusuna katılmak için tank, tüfek gerekmez. Temiz bir niyet, dosdoğru bir yol, sağlam bir iman ve sarsılmaz bir ahlâk yeterlidir. Ve unutma: “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır.” O isterse bir damlayı tufana çevirir, bir kalbi ümmete rahmet kılar. Yeter ki biz sabaha uyanmak için gözümüzü hakikate açalım.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 12th, 2025

Allah kuluna kâfi değil midir?

Allah kuluna kâfi değil midir?

Zümer Suresi, 46. Ayeti şu şekilde ifade eder:
“Allah kuluna kâfi değil midir? Seni O’ndan başkalarıyla korkutuyorlar. Allah, kimi saptırırsa artık onun yolunu doğrultacak biri yoktur.”

Nüzul Sebebi

Bu ayet, Mekke döneminde müşriklerin Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) yönelik tehditlerine ve inananlara yönelik korkutma çabalarına cevap olarak indirilmiştir. Müşrikler, İslam’a davet edenleri yıldırmak ve onları kendi batıl yollarına döndürmek amacıyla tehditlerde bulunuyorlardı. Onlar, özellikle putlarına saygısızlık yapıldığını düşündüklerinde, müminleri putlarının intikam alacağı korkusuyla uyarıyorlardı.

Bu ayet, Allah’ın kullarına olan yeterliliğini ve koruyuculuğunu hatırlatarak, müminlerin Allah’tan başka bir güçten korkmaması gerektiğini vurgular. Allah’ın kudreti ve himayesi, tüm korkuların üzerinde bir güven kaynağıdır.

Hikmeti

1. Tevhid Akidesini Güçlendirme: Bu ayet, Allah’ın kullarına her konuda yeterli olduğunu ve O’ndan başka bir ilah veya koruyucunun olmadığını açıkça belirtir. Bu, tevhid inancının özüdür.

2. Korkunun Kaynağını Ortadan Kaldırma: Müşrikler, insanları putlarıyla korkutmaya çalışırken, bu ayet Allah’ın sonsuz gücünü hatırlatarak müminlere cesaret vermektedir. Allah’ın kudretine inanan bir insan, hiçbir mahluktan korkmaz.

3. Hidayet ve Dalalete Dikkat Çekme: Ayette, Allah’ın sapıklıkta bıraktığı kişiyi kimsenin hidayete ulaştıramayacağı belirtiliyor. Bu, insanın doğru yolda olabilmesi için Allah’a yönelmesi gerektiğini vurgular.

4. Peygamber ve Müminlere Moral Verme: Bu ayet, müşriklerin tehditlerine karşı Peygamber Efendimiz’e ve müminlere moral vererek Allah’a güvenmelerini ve davetlerine sabırla devam etmelerini teşvik eder.

@@@@@@@

“Allah kuluna kâfi değil midir?” (Zümer Suresi, 39:36) ayetinin, Hz. Osman’ın (r.a.) şehadetiyle ilişkilendirilmesi, İslam tarihindeki bazı olaylara ve rivayetlere dayanmaktadır.

Bağlantının Temeli

Rivayetlere göre, Hz. Osman (r.a.) halifeliğinin son dönemlerinde, Medine’deki bazı isyancılar tarafından kuşatılmış ve kendisinden halifelikten çekilmesi istenmiştir. Ancak Hz. Osman, İslam davası ve hak olan bir görevden kendi isteğiyle çekilmenin doğru olmadığını düşünmüş, buna direnmiş ve teslimiyet göstermemiştir.

Bu süreçte, isyancılar Hz. Osman’ı tehdit etmiş, onu korkutmaya çalışmışlardır. Ancak Hz. Osman, Allah’a olan tam güveni ve teslimiyetiyle bu tehditlerden etkilenmemiştir. Rivayetlere göre, kuşatma sırasında Zümer Suresi’nin bu ayetini okuyarak Allah’ın kendisine kâfi olduğunu dile getirmiştir. Şehadeti esnasında da bu ayeti tefekkür ettiği ve üzerinde bulunduğu Mushaf’ta bu ayetin açık olduğu belirtilir.

Hz. Osman’ın Şehadeti ve Ayetin Anlamıyla İlişkisi

1. Allah’a Güven ve Teslimiyet: Hz. Osman, tehditlere rağmen Allah’a olan güvenini kaybetmemiş, dünya korkularını ve tehditlerini bir kenara bırakmıştır. Bu tavır, ayetin ruhunu yansıtmaktadır: Allah, müminlere her durumda kâfidir.

2. Şehadet ve Tevhid Bilinci: Hz. Osman, kuşatma sırasında hiçbir şekilde düşmanlarına boyun eğmemiş, canını Allah’a teslim etmiş ve son anına kadar hak yolunda kalmıştır. Bu durum, ayetin müminler için rehberlik ettiği tevekkül anlayışını göstermektedir.

3. Kur’an’a Bağlılığı: Rivayetlerde, Hz. Osman’ın şehit edildiği sırada Kur’an okuyor olduğu ve üzerinde kanının damladığı ayetin bu olduğu aktarılır. Bu durum, onun Allah’a olan bağlılığını ve Kur’an’a olan sadakatini vurgular.

Sonuç

Bu ayet, Hz. Osman’ın hayatında ve özellikle şehadetinde, Allah’a olan güvenin ve tevekkülün bir sembolü olmuştur. Ayet, onun hem sabrını hem de korkusuzca Allah’a teslimiyetini yansıtır. Bu olay, tüm müminlere zorluklar karşısında Allah’a güvenmenin önemini ve Allah’ın her durumda yeterli olduğunu hatırlatır.

Mesajı ve Uygulaması

Bu ayet, günümüzde de müminler için büyük bir teselli ve güven kaynağıdır. Allah’a tam anlamıyla güvenen bir insan, dünya hayatındaki hiçbir tehditten veya korkudan etkilenmez. Ayet, Allah’ın kuluna her durumda yeterli olduğunu ve O’na güvenenlerin korkuya kapılmaması gerektiğini öğütl

Loading

No Responsesأبريل 12th, 2025