MADDİ VE MANEVİ YÖNDEN İFLAS ETMİŞ, DÖKÜLEN, DESPOT VE KAVGACI ESKİYİ ARAYAN ESKİMİŞLER

MADDİ VE MANEVİ YÖNDEN İFLAS ETMİŞ, DÖKÜLEN, DESPOT VE KAVGACI ESKİYİ ARAYAN ESKİMİŞLER


(Bu makaleyi geçmiş darbe gunlerini ve kavga ortamlarini arzu eden gelişmemiş, kendini aşamamış, bu toprakların mahsulü olmayan kısır ve dar görüşlü insanlara ve derneklere, vs, ithaf ediyorum. )

Maddi ve Manevi Çöküş: Eskimiş Zihniyetlerin Günümüze Etkisi

Zaman, insanlığın en büyük öğretmenidir. Tarih boyunca, birçok toplum yükseldi, zirveye ulaştı ve ardından çöküşe geçti. Bu döngü, bireyler için de geçerlidir. Bazıları değişimi benimseyip ilerlerken, kimileri eskiye sıkı sıkıya sarılarak zamanın gerisinde kalır. Özellikle maddi ve manevi açıdan iflas etmiş bireyler ve topluluklar, çoğu zaman despotluk ve kavga ile ayakta kalmaya çalışır. Ancak bu yöntem, yalnızca geçici bir direniş sunar; kalıcı bir başarı getirmez.

Eskimiş Zihniyetlerin Maddi ve Manevi İflası

Eskimiş zihniyetlere sahip kişiler, geçmişin bir zamanlar güçlü olduğu yanılgısına kapılarak, bugünün gerçeklerinden kaçma eğilimindedir. Onlar için değişim bir tehdit, yenilik ise bir ihanettir. Bu nedenle, maddi ve manevi çöküş içinde olan bireyler çoğunlukla:

1. Despot ve Baskıcı Bir Tavır Sergilerler: Otoriter bir anlayışla etraflarını kontrol etmeye çalışırlar. Baskı ve korku yoluyla hâkimiyetlerini sürdürmeye çalışırken, aslında güçsüzlüklerini ve içlerindeki korkuyu açığa vururlar.

2. Geçmişe Övgüler Dizerek Günümüzü Küçümserler: Geçmişin daha iyi olduğunu savunurlar, ancak bunun arkasında genellikle değişime ayak uyduramamanın getirdiği bir direnç yatar.

3. Kavgacı ve Tartışmacı Olurlar: Haklılıklarını ispat etmek adına sürekli çatışma halindedirler. Kendi düşüncelerini savunmak yerine, karşıt fikirleri yok etmeye çalışırlar.

4. Ekonomik ve Sosyal Çöküş İçinde Kaybolurlar: Maddi kayıplarını telafi etmek yerine, başkalarını suçlamaya yönelirler. Çoğu zaman yeniliğe yatırım yapmak yerine eski alışkanlıklarına devam ederek daha fazla kayıp yaşarlar.

5. Manevi Boşluk İçinde Kıvranırlar: Maddi kayıplarıyla birlikte manevi değerlerini de kaybetmiş olurlar. İnanç ve ahlak gibi kavramlar onlar için yalnızca bir araç haline gelir.

Günümüzün Getirdiği Gerçekler ve Çıkış Yolları

Dünya sürekli değişiyor ve dönüşüyor. Yeni fırsatlar, yeni anlayışlar ve yeni yaşam tarzları her geçen gün ortaya çıkıyor. Günümüzde başarılı olmanın ve ilerlemenin temel prensipleri şunlardır:

Değişime Açık Olmak: Eskiyi tamamen reddetmek yerine, geçmişten ders alarak yeniye adapte olabilmek gerekir.

Adalet ve Hoşgörü ile Hareket Etmek: Despotluk ve baskı yerine, adil ve anlayışlı bir yönetim anlayışı benimsemek gerekir.

Eğitim ve Bilgiye Yatırım Yapmak: Maddi ve manevi olarak güçlü kalmanın yolu, sürekli öğrenmekten ve kendini geliştirmekten geçer.

Manevi Değerleri Yeniden Keşfetmek: Maneviyatı samimi bir şekilde yaşamak, bireyin hem kendisine hem de topluma daha faydalı olmasını sağlar.

Barışçıl Bir Tavır Benimsemek: Kavga ve çekişme yerine, diyalog ve uzlaşma yolları aranmalıdır.

Sonuç: Geçmişi Özlemle Anmak mı, Geleceği İnşa Etmek mi?

Eskimiş zihniyetler, geçmişin tozlu sayfalarında kaybolurken, ileriyi görenler yeni fırsatlar inşa eder. Maddi ve manevi iflasın en büyük sebebi, değişime direnmek ve geçmişe saplanıp kalmaktır. Oysa zaman, ilerleyenleri ödüllendirirken, geride kalanları yok olmaya mahkûm eder.

Gerçek güç, geçmişi bir ders olarak alıp geleceğe umutla bakabilmektir. Bugün, eskiye özlem duymaktan çok daha fazlasını yapmamız gereken bir zamandır: Daha adil, daha bilinçli ve daha aydınlık bir gelecek inşa etmek!

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

YÜZ YILDIR TÜRKİYE’YE AYAR VERMEYE ÇALIŞAN AYARSIZLARIN HAZİN DURUMU

YÜZ YILDIR TÜRKİYE’YE AYAR VERMEYE ÇALIŞAN AYARSIZLARIN HAZİN DURUMU


**Yüz Yıldır Türkiye’ye Ayar Vermeye Çalışan Ayarsızların Hazin Sonu: Tarihin Tekerrür Eden İbreti**

Türkiye, coğrafyası kadar derin bir tarihî mirasın ve jeopolitik mücadelenin merkezinde yer alır. Son yüzyılda bu topraklara “ayar vermeye” kalkanların hikâyesi ise, bir yandan güç mücadelesinin perde arkasını gözler önüne sererken, diğer yandan kibrin, hesapsızlığın ve tarihî hafıza noksanlığının nelere mal olduğunu anlatan ibretlik bir destana dönüşmüştür.

### **Tarihin Tekerrür Eden Oyunu: “Biz Sizi Düzeltelim!”**
20. yüzyılın başları, Osmanlı’nın son döneminde Batılı güçlerin “hasta adam”ı paylaşma planlarıyla doluydu. Türk milletini tarih sahnesinden silme, Anadolu’yu parçalama ve kendi çıkarlarına göre şekillendirme arzusu.

Soğuk Savaş döneminde Türkiye, jeostratejik konumu nedeniyle Batı bloğunun “sadık müttefiki” olarak görüldü, ancak iç işlerine müdahale çabaları hiç eksik olmadı. Darbeler, ekonomik krizler ve toplumsal kutuplaşmaların gölgesinde, “demokrasi dersi” vermeye kalkanlar, aslında kendi çıkarlarını korumaktan başka bir şey düşünmüyordu.

### **Modern Çağın “Ayarsız” Müdahaleleri**
21. yüzyılda küresel güç dengeleri değişirken, Türkiye’nin bölgesel etkinliği artıyordu. Bu durum, geleneksel merkezlerin rahatsızlığını körükledi. Siyasetten ekonomiye, kültürden askerî stratejilere kadar her alanda Türkiye’yi dizayn etme çabaları yeniden hız kazandı. Fakat bu kez araçlar farklıydı: Medya manipülasyonları, finansal spekülasyonlar, sivil toplum kisvesi altında yürütülen psikolojik operasyonlar…

Ancak bu müdahalelerin ortak bir kaderi vardı: **Türkiye’nin dinamik toplumsal yapısını ve devlet geleneğini hafife almak.** Örneğin 15 Temmuz darbe girişimi, bir ülkenin iradesini çökertmek isteyenlerin nasıl halkın direnişi karşısında tökezlediğinin en net ispatıydı. Benzer şekilde, ekonomik saldırılar karşısında Türkiye’nin alternatif arayışlara girmesi, “tek kutuplu dünya” düzenine meydan okuyan bir tavrın yansıması oldu.

### **Neden Başarısız Oluyorlar? İki Temel Yanılgı**
1. **Kültürel ve Tarihî Kodları Anlamamak:**
Türkiye, bin yıllık devlet geleneği, çok katmanlı kimliği ve jeopolitik hafızasıyla hareket eden bir ülkedir. Bu topraklara “proje” dayatmak isteyenler, genellikle bu derinliği görmezden gelir. Oysa Anadolu, medeniyetlerin beşiğidir; her taşın altında bir direniş hikâyesi, her krizde bir çıkış stratejisi saklıdır.

2. **Halkın İradesini Küçümsemek:**
Türk halkı, tarih boyunca işgallere, ekonomik ambargolara ve psikolojik savaşa direnmiş bir toplumdur. Bugün de sosyal medya trendleriyle veya kısa vadeli siyasi manevralarla bu iradeyi dönüştürmek mümkün değildir. “Dış mihraklar” kavramının Türkiye’de bu denli güçlü bir karşılık bulmasının nedeni, halkın bu oyunları çoktan öğrenmiş olmasıdır.

### **Sonuç: Ayarsızların Aynasından Ders Çıkarmak**
Türkiye’ye “ayar vermeye” kalkanların hazin durumu, aslında küresel güç mücadelesinin bir yansımasıdır. Tarih, kimin ne zaman “ayarsız” olduğunu her seferinde gösterir. Bugün Suriye’den Libya’ya, Karabağ’dan Doğu Akdeniz’e uzanan sahalarda Türkiye’nin attığı adımlar, bu gerçeğin bir tezahürüdür: **Hiçbir dış müdahale, bir milletin kaderini belirleyemez.**

Bu süreçten çıkarılacak en büyük ders şudur: Türkiye, kendi yolunu kendi tarihî birikimi ve toplumsal ittifakıyla çizecek kadar güçlü bir devlet geleneğine sahiptir. “Ayarsız” müdahaleler ise, tıpkı geçmişte olduğu gibi, tarihin çöplüğünde kaybolup gidecektir.

> Unutulmasın ki, ayar vermeye kalkanlar, önce kendi içlerindeki ayarsızlığı düzeltmelidir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

GÜVEN VE TEDBİRDE DENGE

GÜVEN VE TEDBİRDE DENGE


Yaralı bir kuş Hz. Süleyman’a gelerek kanadını bir dervişin kırdığını söyler.
Hz. Süleyman, dervişi hemen çağırtır ve yargılamaya başlar.

Derviş kendini şöyle savunur:
‘Efendim, kuşu avlamak istedim.
Önce kaçmadı, teslim olacağını düşünüp üzerine atladım, bu esnada kanadı kırıldı.’ Müşteki kuş bu sözlere hemen itiraz eder ve şöyle der:
‘Avcı olsa hemen kaçardım.
Onu derviş kıyafetinde gördüğüm için kaçmadım.
Derviş olmuş birinden bana zarar gelmez diye düşündüm.’

Hz. Süleyman bu sözleri haklı bulmuş ve ceza olarak dervişin kolunun kırılmasına hükmetmiş.
Ancak yaralı kuş bu karara da itiraz etmiş ve demiş ki:
‘Efendim, kolunu kırarsanız iyileşince yine aynı şeyi yapar.
Siz en iyisi üzerindeki derviş hırkasını çıkarın ki, benim gibi kuşlar bundan sonra aldanmasın.’

@@@@@@@

Bu hikayeden çıkarılabilecek ibretli mesajlar şunlardır:

1. Görünüşe Aldanma: İnsanlar dış görünüşleriyle değil, eylemleriyle değerlendirilmelidir. Derviş kıyafeti giymek, birinin gerçekten erdemli ve güvenilir olduğu anlamına gelmez.

2. Güvenin Sorumluluğu: İnsanlar, kendilerine duyulan güveni suistimal etmemelidir. Derviş kılığına giren kişinin bunu kötüye kullanması, güveni istismar etmenin büyük bir hata olduğunu gösterir.

3. Gerçek Adalet: Adalet sadece fiziksel cezalarla sağlanmaz. Asıl önemli olan, yanlış davranışların tekrarlanmamasını sağlayacak önlemler almaktır. Kuşun önerisi, cezadan çok önleyici bir tedbir niteliğindedir.

4. İnsanların Maskeleri: İnsanlar her zaman göründükleri gibi olmayabilir. Bazıları iyilik kisvesi altında kötülük yapabilir. Bu yüzden her zaman dikkatli ve bilinçli olmak gerekir.

5. Adaletin Etkili Şekilde İşletilmesi: Bir hatanın köküne inmek, sadece failin cezalandırılması değil, benzer hataların tekrar yaşanmamasını sağlamak da adaletin bir parçasıdır. Kuşun isteği, uzun vadede daha büyük bir iyiliği hedefler.

Bu hikâye, insanların başkalarına güvenmeden önce onları tanımaları gerektiğini ve adaletin yalnızca ceza ile değil, bilinçlendirme ve önleyici tedbirlerle de sağlanabileceğini gösterir.

@@@@@@@

Hüsnü Zan ve Âdem-i İtimat: Güven ve Tedbirin Dengesini Kurmak

İnsan ilişkilerinin temel taşlarından biri güven duygusudur. Ancak güven, körü körüne inanmak ile ihtiyatlı bir şüphecilik arasında dengeli bir yerde konumlanmalıdır. Bu açıdan, hüsnü zan (iyi düşünmek) ve âdem-i itimat (güvenmemek) kavramları, insan ilişkilerinde dengeyi sağlayan iki önemli ilke olarak karşımıza çıkar. Bu makalede, hüsnü zan ve âdem-i itimat kavramlarını ele alarak, hayatın farklı alanlarında nasıl dengeli bir şekilde uygulanabileceğini irdeleyeceğiz.

Hüsnü Zan: İnsanlara Karşı İyi Düşünmek

Hüsnü zan, başkaları hakkında olumlu düşünmek, onların niyetlerini iyiye yormak anlamına gelir. İnsanların kusurlarını örtmek, hatalarını affetmek ve onlara güvenmek, toplumsal birlikteliği ve kardeşliği güçlendiren unsurlardır.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde de hüsnü zan teşvik edilmiştir. Özellikle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Müslümanların birbirleri hakkında iyi düşünmelerini ve kötü zanda bulunmamalarını tavsiye etmiştir. Çünkü bir insan hakkında kötü düşünmek, hem bireysel ilişkileri zedeler hem de toplumsal huzuru bozar.

Ancak hüsnü zan, kişinin her durumda safça inanması ya da göz göre göre aldatılmasına yol açacak bir naiflik değildir. Aklın ve sağduyunun devreye girmesi gerektiği durumlar vardır.

Âdem-i İtimat: Herkese Körü Körüne Güvenmemek

Âdem-i itimat, yani herkese hemen güvenmemek, insanın hayatında hayal kırıklıkları yaşamaması için önemli bir tedbirdir. Ne yazık ki bazı insanlar iyi niyetleri suistimal edebilir. Bu yüzden insan, hüsnü zan ile hareket ederken, aynı zamanda tedbirli ve dikkatli olmalıdır.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadisinde, “Mümin bir delikten iki defa ısırılmaz” buyurarak, geçmişte kötü niyetli kişilerin tuzağına düşen birinin, aynı hatayı tekrarlamaması gerektiğini vurgulamıştır. Bu, hüsnü zan ile âdem-i itimat arasında bir denge kurmanın gerekliliğini ortaya koyar.

Güven ve Tedbirin Denge Noktası

Hayatta hem iyimser olmak hem de dikkatli olmak gerekir. Ne sürekli şüpheci ve güvensiz bir hayat yaşamak ne de herkese sınırsız güvenmek sağlıklı bir yaklaşımdır. İşte bu dengeyi kurabilmek için şu hususlara dikkat edilmelidir:

1. İlk Adım Hüsnü Zan Olmalı: İnsanlarla ilişkilerde başlangıç noktası iyi düşünmek ve iyi niyetli olmaktır. Herkesi kötü zannetmek, insanın ruhunu yoran ve toplumda ayrışmalara yol açan bir tutumdur.

2. Gözlem ve Deneyim Önemlidir: İnsanları değerlendirmek için zaman tanımak ve onların davranışlarını gözlemlemek gerekir. Bir kişi sürekli güven kıran hareketlerde bulunuyorsa, ona karşı tedbirli olmak gerekir.

3. Tedbirli Olmak Aldanmayı Önler: İnsan, her durumda bir güven mekanizması oluşturmalı ve tamamen kontrolsüz bir güven ilişkisi kurmaktan kaçınmalıdır. Örneğin, iş hayatında güven, yazılı anlaşmalar ve belgelerle desteklenmelidir.

4. İnsanı Tanımadan Büyük Sırlar Açıklanmamalıdır: Güvenilirliği test edilmemiş kişilere kişisel bilgileri veya sırları açmak, büyük hayal kırıklıklarıyla sonuçlanabilir.

Sonuç

Hüsnü zan ve âdem-i itimat, birbirine zıt gibi görünen ancak birlikte uygulandığında insan hayatını dengeleyen iki önemli ilkedir. Hayatta karşılaşılan insanların çoğu iyi niyetlidir, ancak kötü niyetli olanlar da vardır. Dolayısıyla, herkese hemen güvenmek yerine dikkatli olmak, ancak insanlara da iyi niyetle yaklaşmak en sağlıklı yoldur. Çünkü aşırı şüphecilik insanı yalnızlaştırırken, aşırı güven de hayal kırıklıklarına yol açabilir. Doğru olan, güven ve tedbir arasında sağlam bir denge kurmaktır.

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER, YAKTILAR,YIKTILAR, ŞİMDİDE YURTLARINDAN ÇIKARTIP İŞGAL ETTİLER.-2-


### **1948: Tarihin Sessiz Çığlığı ve Filistin’in Kayıp Çocukları**
Yıl 1948… İkinci Dünya Savaşı’nın yaralarını sarmaya çalışan dünya, Ortadoğu’da yeni bir trajedinin başlangıcına tanık oldu. Filistin toprakları, yüzyıllardır barındırdığı kültürel ve dini çeşitliliğin aksine, silahların gölgesinde bir kimlik savaşına sahne oldu. Bu makale, 1948’de yaşananları tarihsel, sosyolojik ve insani boyutlarıyla ele alarak, bugüne uzanan etkilerini irdelemeyi amaçlıyor .

#### **1. Tarihsel Kökler: Sömürgecilik ve Siyonizm’in Doğuşu**
Filistin’deki çatışmanın kökleri, 19. yüzyılın sonlarında Avrupa’da yükselen milliyetçi dalgaya ve Siyonizm hareketine dayanır. Theodor Herzl’in öncülüğündeki Siyonist Kongre, Yahudiler için “vaat edilmiş topraklar” fikrini küresel bir projeye dönüştürdü. 1917’deki **Balfour Deklarasyonu** ise İngiltere’nin desteğiyle bu hedefi meşrulaştırdı . Ancak bu süreçte Filistin’in yerli halkı Araplar, topraklarının demografik ve siyasi dönüşümüne karşı direniş gösterdi. 1930’larda artan Yahudi göçleri ve İngiliz mandasının çelişkili politikaları, gerilimi tırmandırdı .

#### **2. 1948: Nakba (Büyük Felaket) ve İşgalin Başlangıcı**
14 Mayıs 1948’de İsrail Devleti’nin kuruluşu ilan edildiğinde, Filistinliler için **Nakba** (Felaket) başlamıştı. BM’nin **Paylaşım Planı** (1947) ile toprakların %56’sı Yahudilere, %43’ü Araplara bırakılsa da, Arap devletleri bu planı reddetti. İsrail’in kuruluşunu takip eden saatlerde Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak orduları savaşa girdi. Ancak İsrail, askeri üstünlüğü ele geçirerek topraklarını %78’e genişletti .
Bu süreçte **700.000 Filistinli** evlerini terk etmek zorunda kaldı. Köyler yakıldı, katliamlar yaşandı ve mülteci kampları oluştu. Örneğin, Deir Yasin katliamı gibi olaylar, Filistinlilerin kolektif hafızasında derin izler bıraktı . İsrail’in “Bağımsızlık Savaşı” olarak adlandırdığı bu dönem, Filistinliler için bir **soykırım ve sürgün** anlamına geliyordu .

#### **3. Uluslararası Sessizlik ve İki Halkın Travması**
Holokost’un oluşturduğu küresel sempati, Siyonizm’in meşruiyetini güçlendirdi. Ancak bu durum, Filistinlilerin haklarının görmezden gelinmesine yol açtı. Batılı devletler, İsrail’i hemen tanıdı; Filistinlilerse **vatansız** kaldı .
İsrail toplumu, tarihsel Yahudi travmalarını güvenlik politikalarına dönüştürdü. Filistinliler ise topraklarını koruma mücadelesini kimliklerinin bir parçası haline getirdi. Bu karşı duruş, çatışmayı kronikleştirdi .

#### **4. Günümüze Uzayan İşgal ve İnsani Kriz**
1948’den bugüne, İsrail’in işgal politikaları Gazze ve Batı Şeria’da yoğunlaştı. 2006’dan beri Gazze’ye uygulanan abluka, insani krizi derinleştirdi. 2023’teki son çatışmalarda **100.000’e yakın sivil** hayatını kaybederken, ölenlerin çoğunluğunu kadın ve çocuklar oluşturdu . İsrail’in “orantısız güç” kullanımı, uluslararası hukuku ihlal ettiği eleştirilerini beraberinde getirdi .

#### **5. İbret ve Uzlaşı Arayışı: Tarih Ne Söylüyor?**
– **Tarihin Tekerrürü:** Filistin’de yaşananlar, sömürgecilik ve etnik temizlik tarihinin bir yansıması. İngiliz mandası, Balfour Deklarasyonu ve BM’nin çifte standartları, bugünkü çözümsüzlüğün temelini attı .
– **Kimlik ve Bellek Savaşı:** İsrail, Holokost travmasını ulusal kimliğine entegre ederken; Filistinliler, Nakba’yı nesilden nesile aktarıyor. Bu durum, barış için **ortak bir dil** eksikliğini gösteriyor .
– **Adalet ve Diyalog:** Kalıcı barış, ancak iki halkın acılarının tanınmasıyla mümkün. Uluslararası toplumun tarafsız bir rol üstlenmesi ve işgalin sona ermesi şart .

### **Sonuç: Geçmişten Ders Çıkarmak**
1948, yalnızca bir tarih değil, insanlığın yüzleşmekten kaçındığı bir aynadır. Filistinlilerin evlerinden koparılması, Yahudilerin tarihsel travmaları ve uluslararası sistemin çöküşü, bize şunu hatırlatıyor: **Hiçbir halkın trajedisi, başka bir halkın acısını meşrulaştıramaz.** Tarih, ibret alanlar için bir rehber; unutanlar içinse bir kâbustur. Barış, ancak adalet ve empatiyle inşa edilebilir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

Beyne pıhtı atma neden kaynaklanıyor,niçin artıyor, çaresi,tedbir ve tavsiyesi nedir?

Beyne pıhtı atma neden kaynaklanıyor,niçin artıyor, çaresi,tedbir ve tavsiyesi nedir?


Beyne pıhtı atması (inme veya felç), beyin damarlarının bir kan pıhtısıyla tıkanması sonucu kan akışının kesilmesi ile oluşur. Tıbbi olarak iskemik inme olarak adlandırılır ve son yıllarda görülme sıklığı artmaktadır.

Beyne Pıhtı Atmasının Nedenleri

1. Yüksek tansiyon (Hipertansiyon) – En önemli risk faktörüdür, damarları zayıflatır ve pıhtı oluşumuna zemin hazırlar.

2. Damar sertliği (Ateroskleroz) – Damarların daralması, kan akışını yavaşlatır ve pıhtı riskini artırır.

3. Kalp hastalıkları – Özellikle ritim bozuklukları (atrial fibrilasyon) ve kalp kapak hastalıkları pıhtı oluşumuna sebep olabilir.

4. Şeker hastalığı (Diyabet) – Damarları yıpratarak pıhtı riskini artırır.

5. Sigara ve alkol kullanımı – Kanın pıhtılaşma eğilimini artırır.

6. Yüksek kolesterol – Damarların daralmasına ve pıhtı oluşumuna neden olur.

7. Obezite ve hareketsizlik – Kan dolaşımını yavaşlatarak pıhtı oluşumunu kolaylaştırır.

8. Stres ve depresyon – Dolaylı olarak tansiyonu yükseltir ve kan akışını olumsuz etkiler.

9. Genetik yatkınlık – Ailede inme geçmişi varsa risk artar.

10. Düzensiz beslenme – Fast food ve işlenmiş gıdalar damar sağlığını bozar.

Son Yıllarda Neden Artıyor?

Hareketsiz yaşam tarzı (masa başı işler, az hareket etme)

Obezite artışı

Sağlıksız beslenme (fazla tuz, yağ, işlenmiş gıdalar)

Dijital çağın stresi ve psikolojik baskılar

Sigara ve alkol tüketiminin yaygınlaşması

Pıhtı Atmasını Önlemek İçin Alınabilecek Tedbirler

1. Tansiyonu kontrol altına almak (Tansiyon 120/80 mmHg seviyesinde olmalı)

2. Şeker ve kolesterolü dengelemek

3. Düzenli egzersiz yapmak (Haftada en az 150 dakika yürüyüş)

4. Sağlıklı beslenmek (Sebze, meyve, tam tahıllar, zeytinyağı tüketmek)

5. Bol su içmek (Kanın akışkanlığını korur)

6. Sigara ve alkolden uzak durmak

7. Düzenli uyku (7-8 saat) ve stresten kaçınmak

8. Kan sulandırıcı ilaçlar kullanmak (Doktor önerirse aspirin, varfarin, klopidogrel gibi ilaçlar)

9. Fazla kilo almaktan kaçınmak

10. Düzenli sağlık kontrolleri yaptırmak (Özellikle tansiyon, şeker, kolesterol ölçümleri)

Beyne Pıhtı Attığında Ne Yapılmalı? (Acil Müdahale)

İlk 3-4,5 saat içinde hastaneye ulaşmak hayati önem taşır.

Yüzde eğrilik, konuşmada bozulma, kolda veya bacakta ani güçsüzlük varsa hemen 112 Acil Servis aranmalıdır.

İnme belirtileri olan kişiye su ya da yiyecek verilmemelidir (boğulma riski olabilir).

Kan sulandırıcı tedavisi (trombolitik ilaçlar) uygulanması için hastaneye hızla ulaşmak gerekir.

Erken teşhis ve doğru önlemlerle beyne pıhtı atma riski büyük oranda azaltılabilir. Sağlıklı yaşam alışkanlıkları, düzenli doktor kontrolleri ve bilinçli hareket etmek en iyi koruyucu tedbirlerdir.

@@@@@@@

Beyne pıhtı atmasının korona aşısı ile bir ilgisi varmı?

Koronavirüs aşıları ile beyne pıhtı atma (inme) riski arasında bazı araştırmalar yapılmıştır. Ancak genel tıbbi veriler, aşıların pıhtılaşma riskini ciddi şekilde artırmadığını göstermektedir. Ancak, belirli durumlarda minimal bir risk olduğu düşünülmektedir.

1. Korona Aşısı ve Pıhtılaşma İlişkisi

Bazı vaka raporlarında, özellikle AstraZeneca ve Johnson & Johnson gibi vektör bazlı aşılarla aşılanan bazı bireylerde nadir görülen kan pıhtısı (tromboz) vakaları bildirilmiştir. Buna Trombotik Trombositopeni Sendromu (TTS) veya VITT (Aşı ile İlişkili Trombotik Trombositopeni) denir.

Ancak bu durum oldukça nadirdir ve genellikle bağışıklık sistemi ile ilgili bir yanıt sonucu ortaya çıkar.

mRNA aşıları (Pfizer-BioNTech, Moderna) için yapılan araştırmalarda ciddi pıhtılaşma riski tespit edilmemiştir.

2. COVID-19’un Kendi Başına Pıhtılaşma Riskini Artırması

Asıl büyük risk, COVID-19 hastalığının kendisidir.

Koronavirüs kanın pıhtılaşma eğilimini artırır ve inme, kalp krizi ve damar tıkanıklıklarına yol açabilir.

COVID-19 geçiren kişilerde inme riski, hastalığı geçirmeyenlere göre %200-300 daha fazla olabilir.

3. Kimler Daha Fazla Risk Altında?

Korona aşısı sonrası pıhtı riski çok düşük olsa da, bazı kişiler daha dikkatli olmalıdır:

Daha önce derin ven trombozu (DVT) veya emboli geçirmiş kişiler

Genetik pıhtılaşma hastalıkları olanlar

Doğum kontrol hapı veya hormon tedavisi kullananlar

Aşırı sigara kullananlar

Şiddetli obezite ve hareketsiz yaşam sürenler

4. Önlemler ve Tavsiyeler

Aşı sonrası bacaklarda ani şişme, nefes darlığı, göğüs ağrısı, baş ağrısı veya görme bozukluğu gibi belirtiler olursa derhal doktora başvurulmalıdır.

Aşı sonrası bol su içmek, yürüyüş yapmak ve uzun süre hareketsiz kalmamak faydalıdır.

Kan sulandırıcı ilaç kullanıyorsanız, doktorunuza danışarak aşı öncesinde ve sonrasında dikkatli olmalısınız.

Sonuç: Korona Aşısı mı Daha Riskli, COVID-19 mu?

Aşılar, COVID-19’un yol açabileceği pıhtı riskini büyük oranda azaltır.

Aşı sonrası pıhtı oluşma riski son derece düşüktür (milyonda 1-2 vaka).

COVID-19 enfeksiyonu ise pıhtı riskini kat kat artırmaktadır.

Dolayısıyla, aşı olmak, uzun vadede pıhtı riskini azaltan bir adımdır.

Eğer özel bir sağlık durumunuz varsa, kan pıhtılaşması geçmişiniz varsa veya risk grubundaysanız, aşı olmadan önce bir doktorunuza danışmanız faydalı olacaktır.

@@@@@@@@

Beyne pıhtı atmasının tedavisinde hacamatın olumlu etki ve katkıları nelerdir?

Hacamat, İslam dünyasında ve geleneksel tıpta kullanılan bir tedavi yöntemi olup, kan dolaşımını düzenleme, toksinleri temizleme ve vücudu rahatlatma gibi etkileri olduğu düşünülmektedir. Beyne pıhtı atması (inme) sonrası veya önlenmesi konusunda hacamatın doğrudan bilimsel olarak kanıtlanmış bir tedavi olduğu söylenemez. Ancak bazı dolaylı faydaları olabilir.

1. Hacamatın Kan Dolaşımına Etkileri

Hacamatın temel faydaları arasında kan dolaşımını artırmak ve damarları rahatlatmak bulunur.

Kan akışını hızlandırarak pıhtı oluşumunu önlemeye yardımcı olabilir.

Toksinlerin atılmasını destekleyerek damar sağlığını iyileştirebilir.

Mikrosirkülasyonu artırarak beyne oksijen ve besin taşınmasını destekleyebilir.

2. Hacamat Pıhtıyı Eritir mi?

Mevcut bir pıhtıyı eritme etkisi yoktur. Ancak, dolaşımı iyileştirerek yeni pıhtı oluşumunu engelleyici bir rol oynayabilir.

İnmeli hastalara doğrudan uygulanması risklidir ve doktor kontrolü olmadan yaptırılmamalıdır.

3. Hacamat ve Tansiyon Düzenlemesi

Beyne pıhtı atmasının en önemli sebeplerinden biri yüksek tansiyondur.

Hacamat, bazı insanlarda tansiyonu dengeleyici etki gösterebilir ve beyin damarlarının rahatlamasına yardımcı olabilir.

4. Pıhtı Atması Geçiren Hastalara Hacamat Uygulanmalı mı?

İnme geçiren hastalar genellikle kan sulandırıcı ilaçlar (aspirin, varfarin vb.) kullanır.

Hacamat, kan sulandırıcı ilaçlarla birlikte yapıldığında aşırı kan kaybına neden olabilir.

Bu yüzden hacamat yaptırmadan önce mutlaka doktorunuza danışmalısınız.

5. Hacamatın Önleyici Olarak Kullanımı

Beyne pıhtı atmasını önlemek amacıyla belirli periyotlarla hacamat yaptırmak dolaşımı destekleyebilir. Özellikle:

Boyun ve ense bölgesine yapılan hacamat, beyin damarlarının rahatlamasına katkı sağlayabilir.

Bağışıklık sistemini güçlendirerek genel sağlığı koruyabilir.

Vücutta inflamasyonu azaltarak damar sağlığını destekleyebilir.

Sonuç: Hacamat Yardımcı Olabilir Ama Tek Başına Çözüm Değildir

Hacamat, destekleyici ve tamamlayıcı bir yöntemdir ama inmenin tek tedavisi değildir.

Doktor kontrolü olmadan yaptırılmamalıdır, özellikle pıhtı geçmişi olan kişiler dikkatli olmalıdır.

Sağlıklı yaşam alışkanlıkları (beslenme, egzersiz, stres yönetimi) ile birlikte kullanıldığında faydası olabilir.

Eğer hacamat yaptırmayı düşünüyorsanız, bunu uzman bir uygulayıcıya ve doktorunuza danışarak yaptırmalısınız.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

BU DA GEÇER YA HU.

BU DA GEÇER YA HU.


BU DA GEÇER YA HU: Hayatın Geçiciliği Üzerine Bir Hikmet

Hayat, sürekli bir değişim ve dönüşüm sürecidir. Mutluluklar, hüzünler, zenginlikler, fakirlikler… Hepsi gelir ve gider. İşte tam da bu gerçeği anlatan, Anadolu irfanında derin bir yere sahip olan bir söz vardır: “Bu da geçer ya hu.” Bu söz, hayatın geçiciliğini hatırlatır ve insana her türlü durumda sabırlı, şükürlü ve tevekküllü olmayı öğretir.

Geçicilik: Hayatın Kaçınılmaz Gerçeği

İnsan yaşamı, bazen bir bahar sabahı gibi ferah ve neşelidir, bazen ise kışın en sert ayazı gibi çetin ve yorucu. Ancak hiçbir an, hiçbir duygu, hiçbir durum sonsuza dek sürmez. Güzel günler de zor zamanlar da nihayetinde gelip geçer. İnsan, bunun farkında olarak yaşadığında hem sevinçleri abartmaz hem de sıkıntılara gereğinden fazla kapılmaz. Çünkü bilir ki her şey bir gün sona erecek ve değişecektir.

Mutlulukta ve Kederde Dengede Kalmak

Bu hikmetli söz, sadece zor zamanlarda değil, iyi günlerde de kulağa küpe olmalıdır. İnsan bazen mutluluk ve başarı içinde kaybolabilir, elde ettiği şeylerin kalıcı olduğunu sanabilir. Oysa ki bu da geçicidir. Şatafatın, gücün, gençliğin sonsuza kadar sürmeyeceğini bilen bir insan, kibirden uzak durur ve sahip olduklarının kıymetini daha iyi bilir.

Aynı şekilde, dertler ve sıkıntılar da kalıcı değildir. İnsan en zor anlarında bile “Bu da geçer ya hu” diyerek kendine güç verebilir. Çünkü fırtınalar nasıl sonsuza dek sürmezse, acılar da bir noktada hafifler veya tamamen kaybolur.

Tasavvufta ve Büyük Düşünürlerin Sözlerinde “Bu da Geçer Ya Hu”

Tasavvufta bu söz, dünya hayatının bir imtihan olduğu anlayışıyla sıkça vurgulanır. Mevlâna’nın “Hamdım, piştim, yandım” sözünde olduğu gibi insan, başına gelen olaylarla olgunlaşır. Sufiler, dünya hayatını bir han, bir yolculuk olarak görür ve hiçbir şeyin kalıcı olmadığını kabul ederler.

Sonuç: Teslimiyet ve Huzur

“Bu da geçer ya hu” sözü, insanı hem hayatın iniş çıkışlarına karşı hazırlıklı kılar hem de manevi bir huzura ulaştırır. Şükretmeyi, sabretmeyi ve her durumda dengede kalmayı öğretir. Bize düşen, bu sözü sadece dilimizle değil, ruhumuzla da anlamak ve hayatımıza rehber edinmektir. Çünkü gerçekten de her şey geçer ve geriye sadece yaşadığımız anın kıymeti kalır.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?

“Ümmetimin fesada uğradığı bir zamanda kim sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır” şeklindeki hadis sahih midir?


CEVAP:

Sahih hadis kaynaklarında geçmeyen rivayet çeşitli kaynaklarda İbn Abbas ve Ebû Hureyre gibi sahabilere isnad edilerek şöyle yer almaktadır:

مَن تَمَسَّكَ بِسُنَّتِي عِندَ فَسادِ أُمَّتِي فَلهُ أَجْرُ مِائِةِ شَهيدٍ

“Kim ümmetimin fesadı zamanında sünnetime sarılırsa ona yüz şehit sevabı vardır.”
Bu rivayetler, hadis âlimlerince senet açısından “zayıf” ve râvileri de “mechûl” (tanınmaz) bulunmuştur.
Bkz. Kaynaklar:
(İbn Adiy, el-Kâmil fî Duafâi’r-Ricâl, Beyrut: Dârü’l-Fikr, 1998/1409, c. 2, s. 327; İbn Hacer el-Askalânî, Lisânü’l-Mîzan, Beyrut: Müessesetü’l-İlmiyye li’l-Matbûât, 1986/1406, c. 2, s. 246)

Evvela senedinde zayıflık olmakla beraber, Allahu alem bu hadis delil amaçlı değil, terğib ve terhib açısından teşvik amaçlı. Birde itikadı ve Fıkhi değil.
Ve de Şafii mezhebince en muteber âlimlerinden olan İbn Hacer el-Askalânî tarafından rivayet edilip, Bediüzzaman Said Nursî’nin de bunu delil olarak almasıdır.

@@@@@

Bakınız:

4 İbni Adiy, el-Kâmil fi’d-Duafâ, 2:739; el-Münzirî, et-Terğîb ve’t-Terhîb, 1:41; Taberânî, el-Mecmeu’l-Kebîr, 1394; Ali bin Hüsâmüddin, Müntehebâtü Kenzi’l-Ummâl, 1:100; el-Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, 7:282

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/on-birinci-lem-a/54

https://sorularlaislamiyet.com/ummetimin-fesada-gittigi-zamanda-sunneti-seniyeye-sarilan-yuz-sehit-sevabini-kazanir-hadisi-nasil-0

https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/fesad-i-ummetim-zamaninda-kim-benim-sunnetime-temessuk-etse-yuz-sehidin-ecrini-sevabini-kazanabilir-bu-hadis-i-serif%3famp

https://www.google.com/amp/s/islamqa.info/amp/tr/answers/89878

https://www.google.com/amp/s/www.islamveihsan.com/ummetin-fesada-ugradigi-vakitte-sunneti-yasayanlarin-sevabi.html/amp

@@@@@

Bu hadis çeşitli kaynaklarda zikredilmiş olup alimler arasında sahihliği konusunda ihtilaf bulunmaktadır.

Hadis, Beyhakî’nin Şuabü’l-İmân (15/150, No: 10975) adlı eserinde ve İmam Suyûtî’nin Câmiu’s-Sağîrinde geçmektedir. Ancak hadis kaynaklarında isnad açısından değerlendirilirken zayıf olduğu belirtilmiştir.

Bazı hadis âlimleri, bu rivayetin senedinde zayıflık bulunduğunu ifade etmişlerdir. Özellikle, hadisin ravilerinden bazılarının zayıf veya meçhul olduğu ifade edilmiştir. Hadis, sahih hadis kitaplarında (Buhârî, Müslim gibi) yer almamaktadır. Dolayısıyla, sahih değil, zayıf bir rivayet olarak değerlendirilmiştir.

Ancak hadisin anlamı bakımından İslam’ın genel ilkelerine uygun olduğu da söylenebilir. Çünkü fitne zamanlarında sünnete sarılmanın faziletli olduğu, İslam âlimleri tarafından kabul edilen bir ilkedir. Bu gibi rivayetler, motive edici yönüyle ele alınabilir; ancak hüküm verirken sahih hadisler esas alınmalıdır.

@@@@@@

Zayıf hadisle amel edilir mi?

Zayıf hadisle amel edilip edilemeyeceği konusu, İslam âlimleri arasında tartışmalı bir meseledir. Bu konuda üç temel görüş bulunmaktadır:

1. Zayıf hadisle kesinlikle amel edilmez

Bazı alimler, hadis sahih değilse onunla amel edilmemesi gerektiğini savunmuştur. Bu görüşü benimseyenlerden biri İmam Buhârî ve İbn Hazm’dır. Onlara göre, dini konularda yalnızca sahih ve hasen hadislerle amel edilmelidir.

2. Zayıf hadis, belirli şartlarla amel edilebilir

Birçok hadis alimi (örneğin İmam Nevevî, İbn Hacer el-Askalânî, İmam Ahmed) ise bazı şartlar dâhilinde zayıf hadisle amel edilebileceğini söylemiştir. Bu şartlar şunlardır:

Hadis çok zayıf olmamalıdır (mevzû – uydurma olmamalıdır).

Hadis, genel dinî prensiplere aykırı olmamalıdır.

Hadis, faziletli ameller (terğîb ve terhîb), yani sevap ve teşvik konularında olmalıdır. Helal-haram gibi konularda delil olmaz.

Hadise dayanarak kesin bir hüküm verilmemeli, sadece teşvik edici bir unsur olarak görülmelidir.

3. Zayıf hadisle genel olarak amel edilir

Bazı âlimler, özellikle Hanbelî mezhebinde, zayıf hadislerin muteber kabul edilebileceğini ifade etmişlerdir. Ancak bu görüş, genel kabul görmemiştir.

Sonuç olarak:

İtikad (inanç) ve fıkhi hükümler konularında zayıf hadisle amel edilmez.

Faziletli ameller (nafile ibadetler, dua, zikir, ahlakî öğütler) konusunda, çok zayıf olmamak kaydıyla zayıf hadisler teşvik amaçlı kullanılabilir.

Hadis uydurma (mevzû) ise, hiçbir şekilde kabul edilmez ve kullanılmaz.

@@@@@@@

Genel olarak Hadis konularıyla ilgili Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/02/risale-i-nur-daki-hadisler-ve-kaynaklari/
https://tesbitler.com/2025/01/14/mevzu-hadisler-ve-elestirisi/
https://tesbitler.com/2025/01/14/hadislerin-gunluk-hayatta-yorumlanmasi-ve-bunun-olcusu-ne-olmalidir/
https://tesbitler.com/2024/08/06/hadisler-uzerine-yapilan-supheler/
https://tesbitler.com/index.php?s=Hadis+
https://tesbitler.com/2023/07/30/hadislerdeki-tergib-ve-terhibin-hikmetleri-nelerdir/
https://tesbitler.com/page/2/?s=Hadis+
https://tesbitler.com/page/3/?s=Hadis+

 

 

Loading

No Responsesفبراير 22nd, 2025

DİNİN BOYUNDURUGUNDAN VE ALLAH’IN MÜKELLEFİYETİNDEN KAÇANLAR, ŞEYTAN’IN BOYUNDURUĞU ALTINA GİRMEKTEDİR

DİNİN BOYUNDURUGUNDAN VE ALLAH’IN MÜKELLEFİYETİNDEN KAÇANLAR, ŞEYTAN’IN BOYUNDURUĞU ALTINA GİRMEKTEDİR


İlahi Hakikatten Kaçış: Hakkı Bırakan, Batıla Esir Olur

İnsan, yaratılışı gereği inanç ve sorumluluk bilinciyle donatılmıştır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de insana verdiği nimetleri, sorumluluklarını ve ona sunduğu imtihanı açıkça bildirmiştir. Ancak bazı insanlar, Allah’ın emir ve yasaklarından kaçmaya, dini yükümlülüklerden sıyrılmaya çalışır. Oysa hakikatten kaçan, bâtılın kucağına düşer. Allah’ın boyunduruğundan kaçanlar, şeytanın boyunduruğu altına girmektedir.

Allah’ın Emirlerinden Kaçmak, Şeytanın Tuzaklarına Düşmektir

Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur:

> “Allah’a ve Resûlü’ne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin; sonra gevşersiniz ve gücünüz gider. Sabredin, çünkü Allah sabredenlerle beraberdir.” (Enfâl, 8/46)

İslam, insanı kötülüklerden koruyan ve ona huzur veren bir yaşam biçimi sunar. Allah’a kulluktan kaçan insanlar ise, boşlukta kalır ve bu boşluğu şeytan doldurur. Nefsinin peşine düşenler, şeytanın esiri olurlar.

Allah, kullarına emir ve yasaklarını bildirirken, bunların insan için bir lütuf olduğunu da vurgular. Ancak şeytan, insana bu emirlerin bir yük olduğunu fısıldar. Tıpkı Hz. Âdem’i ve Hz. Havva’yı kandırdığı gibi, insanı da özgürleşme vaadiyle kandırarak asıl köleliğe sürükler. Allah’ın yolundan uzaklaşan bir insan, önce nefsine, sonra dünyanın süslerine ve nihayetinde şeytanın oyunlarına teslim olur.

Şeytanın Boyunduruğu: Hürriyet Sanılan Esaret

Allah, insanı en güzel şekilde yaratmış ve ona irade vermiştir. Ancak bu iradeyi doğru kullanmayanlar, şeytanın ipine sarılarak gerçek esareti yaşarlar. Şeytanın boyunduruğu, hürriyet süsü verilmiş bir esarettir.

Kur’an’da bu durum şu şekilde anlatılır:

> “Şeytan, onlara uzun emeller verdi ve onları aldatmalarla yanılttı.” (Nisâ, 4/120)

İnsanın nefsine hoş gelen arzular, aslında onu şeytanın esiri yapar. Günümüzde, dini emirleri terk etmekle özgürleştiğini sanan birçok insan, aslında nefsinin ve dünyanın esiri olmaktadır. Modern hayatın sunduğu lüks, eğlence ve geçici hazlar, insana tatmin değil; iç huzursuzluğu, doyumsuzluk ve mutsuzluk getirmektedir.

Şeytan, Allah’tan kaçanları şu yollarla kandırır:

1. Nefis ve arzularla esir almak – Günahları süslü göstererek kişiyi haramlara sürükler.

2. Dünyanın aldatıcı süsleriyle oyalamak – İnsan, dünya nimetlerine kapıldıkça, ebedi hayatı unutur.

3. Zevk ve rahatlık vaadiyle aldatmak – Dini sorumluluklardan kaçanlar, aslında daha büyük bir yükün altına girerler.

Allah’a kul olmaktan kaçan, nefsinin kölesi olur.

Hakikate Dönüş: Allah’a Kulluk, Gerçek Özgürlüktür

İslam, insanı şeytanın ve nefsin esaretinden kurtarıp, gerçek özgürlüğe ulaştırır. Çünkü Allah’a kul olan, başka hiçbir gücün kölesi olmaz. Gerçek özgürlük, yalnızca Allah’a boyun eğmektir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Allah, iman edenlerin dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları ise şeytandır; onları aydınlıktan karanlığa sürükler.” (Bakara, 2/257)

İman eden bir insan, nefsin ve dünyanın esaretinden sıyrılarak ilahi huzura kavuşur. Dini emirleri terk edenler ise, bu huzuru hiçbir zaman bulamazlar.

Sonuç: Kulluğu Reddeden, Esareti Kabul Etmiş Olur

Zaman zaman insanlar Allah’ın emirlerini ağır bulabilir, dini sorumluluklardan kaçmak isteyebilir. Ancak şunu unutmamak gerekir: Allah’ın kulluğundan kaçan kişi, mutlaka başka bir güce boyun eğecektir. Şeytan, insanı isyan ve sapkınlık yoluna çağırarak, onu gerçek esarete sürükler.

Allah’ın emirlerine tabi olmak, insana dünyada huzur, ahirette ise ebedi saadet getirir. Şeytanın boyunduruğuna girenler ise, dünyada tatminsizlik ve mutsuzluk içinde yaşar, ahirette ise pişmanlıkla karşılaşır.

O halde, insanın en büyük özgürlüğü, Allah’a kul olmaktır.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

Bediüzzaman, “ey tabiat bataklığına düşen gafil!

Bediüzzaman, “ey tabiat bataklığına düşen gafil! Eğer tabiatı bırakıp kudret-i İlahiyeyi tanımazsan her bir şeye, hattâ her bir zerreye, hadsiz bir kuvvet ve kudret ve nihayetsiz bir hikmet ve maharet, belki ekser eşyayı görecek, bilecek, idare edecek bir iktidar, her şeyde bulunduğunu kabul etmek lâzım gelir.”,

“Zındık maddiyyun gâvurlar bir Vâcibü’l-vücud’u kabul etmediklerinden, zerrat adedince bâtıl âliheleri kabul etmeye mezheplerine göre muztar kalıyorlar.”
Neden ve Niçin?
Diğer benzer cümlelerle izahı.

Bediüzzaman Said Nursî, yukarıdaki ifadelerinde tabiatçılığı (naturalizmi) ve materyalizmi eleştirerek, Allah’ın varlığını inkâr edenlerin mantıksal olarak nasıl büyük bir çelişkiye düştüklerini açıklamaktadır. Bu düşünce, tevhid ve Allah’ın varlığının zorunluluğu üzerine temellendirilmiştir.

1. Bediüzzaman’ın Söylediği Şey: Tabiat Bataklığı ve Mantıksal Çıkmaz

Bediüzzaman diyor ki: Eğer Allah’ı kabul etmezsen, her bir zerreye ilahî özellikler yüklemek zorunda kalırsın. Çünkü:

Eğer evrende hiçbir ilahî güç yoksa, o zaman her şey kendi kendine var olmalı ve düzeni sağlamalıdır.

Ancak tabiattaki bir zerre bile akılsız, şuursuz ve güçsüz olduğu halde, sonsuz bir kudret ve hikmet gerektiren işleri yapmaktadır.

O halde her bir zerreyi ilah gibi görmek zorundasın ki bu, mantıksız bir durumdur.

Örneğin:
Bir ressam olmadan mükemmel bir tablo ortaya çıkabilir mi? Ya da bir mühendis olmadan karmaşık bir makine kendiliğinden var olabilir mi?

İşte, Allah’ı inkâr edenler, tabiatı, atomları veya sebepleri ilahlaştırmak zorunda kalıyorlar ki bu, yüzlerce “küçük ilah” kabul etmek anlamına geliyor.

Diğer Benzer İfadelerle Karşılaştırma

1. Risale-i Nur’un başka bir yerinde benzer bir ifadeyle şöyle denir:

> “Her şeyde Vahid-i Ehad’in sikke-i mahsusası var. Tabiat ise, şirk ve küfürle yoğrulmuş bir hurafedir.”

Yani evrendeki her varlık, Allah’ın birliğini ve tekliğini gösteren bir mühür taşır. Tabiat ise, Allah’ın yerine konulursa, birçok ilah kabul edilmesi gerekir.

2. Her şeyin bir ustası vardır. Bir iğnenin bile ustası varken, bu koca kâinatın ustasız olması mümkün müdür?

Bir sineğin bile sonsuz hikmet ve kudret gerektiren bir yaratılışı varken, onu sebeplere bağlamak, her sebebi bir ilah saymak demektir.

3. İmam Gazali de şöyle der:

> “Allah’ın varlığını inkâr eden, ya her şeyi Allah’a verir ya da her şeyi kendine yükler. Kendine yükleyenin ise aklı başında değildir.”

Bediüzzaman’ın dediği gibi, Allah’ı reddeden kişi, evrendeki tüm atomlara ve varlıklara ilahlık vermek zorundadır. Çünkü her varlık, sonsuz hikmet ve kudret gerektiren bir sanat eseri gibidir.

2. Tabiatçılar Neden Bu Çıkmaza Düşüyor?

Bediüzzaman’ın “zındık maddiyyun gâvurlar” diye bahsettiği materyalistler, Allah’ın varlığını reddettiklerinde aslında imkânsız bir şeyi kabul etmek zorunda kalıyorlar:

Bir taşın, bir çiçeği yaratabileceğini,

Akılsız atomların insan gibi şuurlu varlıkları oluşturabileceğini,

Tabiatın kendi kendine düzen ve denge kurabileceğini kabul etmek zorunda kalıyorlar.

Oysa bir harf bile kâtipsiz olmaz, bir bina bile ustasız olmazken, evren gibi muhteşem bir sanat eserinin kendi kendine oluşması mantık dışıdır.

3. Sonuç: Birlik Mi? Çokluk Mu?

Allah’ı kabul eden kişi, her şeyi tek bir güce, yani Allah’a bağlar. Böylece hem mantıkî hem de tutarlı bir açıklama yapar.

Allah’ı reddeden kişi ise, her bir sebebe ilahi güçler vermek zorunda kalır ki bu, bâtıl bir çok ilahlığa (şirk) dönüşür.

Bediüzzaman burada diyor ki: “Ya bir Allah’ı kabul edersin, ya da zerrat (atomlar) adedince ilah kabul etmek zorunda kalırsın.”

Bu, tevhid inancının en güçlü akılcı delillerinden biridir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM.

YILBAŞINDA İNDİRİM, RAMAZANDA BİNDİRİM. TOPLUMSAL SİNDİRİM. ENFLASYONU YÜKSELTEN BÜNYEDEKİ GİZLİ VİRÜS. ACABA BUNU YAPAN VE TETİKLEYEN TUSIAD ÜYELERİNİN SAHIP OLDUĞU İŞLETMELER Mİ?


**Enflasyonun Gizli Tetikçileri: TÜSİAD Üyelerinin İki Yüzlü Rolü**
*(İbret ve Düşünceler Üzerine Bir Analiz)*

### **Giriş: “Yılbaşında İndirim, Ramazanda Bindirim”**
Türkiye’de enflasyon, yalnızca para politikaları veya küresel şoklarla açıklanamayacak kadar karmaşık bir durum. Toplumun “sindirilmesi” olarak nitelenen bu süreçte, fiyat artışlarının perde arkasında kimler var? TÜSİAD gibi büyük iş dünyası temsilcileri, enflasyonla mücadele çağrıları yaparken, acaba kendi üye işletmeleriyle bu virüsü besliyor olabilir mi?

### **1. TÜSİAD’ın Enflasyon Eleştirileri ve İronik Çelişkiler**
TÜSİAD, 2025 yılı için enflasyon tahminini %32 olarak açıklarken, bu yüksek oranın dar gelirlileri vurduğunu vurguluyor . Ancak, aynı raporlarda “enflasyonla mücadelenin maliyetinin emekçilere yüklendiği” belirtiliyor . Peki, TÜSİAD üyesi şirketlerin fiyatlama politikaları bu tabloda ne kadar masum?
– **Fiyat Belirleme Gücü:** Büyük ölçekli şirketler, piyasa hakimiyetleriyle fiyatları yukarı çekme potansiyeline sahip. Örneğin, temel gıda ve enerji sektörlerindeki tekelleşme, “Ramazan bindirimlerini” kaçınılmaz kılıyor.
– **Vergi ve Kayıt Dışılık:** TÜSİAD, kayıt dışı ekonomiyle mücadeleyi savunurken , üyelerinin vergi optimizasyon uygulamaları sorgulanıyor. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin temel nedeni olarak gösterilen yüksek enflasyon, aslında “özel sektör kaynaklı bir vergi” gibi işliyor .

### **2. Rekabet mi, Tekel mi?**
TÜSİAD, rekabetçi piyasa ekonomisini savunduğunu söylüyor , ancak üye şirketlerin sektörlerdeki dominant pozisyonları, rekabeti baltalayarak fiyat istikrarsızlığını körüklüyor. Örneğin:
– **İhale ve Kredi Politikaları:** “İhalelerde eşitlik ilkesi” çağrısı yapan TÜSİAD’ın üyeleri, kamu ihalelerinde avantajlı konumda. Bu durum, küçük işletmelerin ezilmesine ve piyasa dinamiklerinin bozulmasına yol açıyor.
– **Teknoloji ve Verimlilik Açmazı:** TÜSİAD, yüksek teknolojili üretimin %3 gibi düşük bir seviyede olduğunu itiraf ediyor . Ancak, üyelerin düşük verimlilikle çalışması, maliyet artışlarını tüketiciye yansıtmalarına bahane oluyor.

### **3. “Hukuk Devleti” Söylemi ve Gerçekler**
TÜSİAD, hukukun üstünlüğünü savunurken , üye şirketlerin yargıyla ilişkileri sorgulanıyor. Örneğin, TMSF’nin şirketlere kayyum atama yetkisi , bazı TÜSİAD üyelerinin siyasi yakınlıkları nedeniyle “hedef gösterilme” endişesi oluşturuyor. Bu durum, hukuk devleti söylentisiyle pratik arasındaki uçurumu ortaya koyuyor.

### **4. Kamuoyu Manipülasyonu ve “Fedakarlık” Retoriği**
TÜSİAD, enflasyonla mücadelenin “fedakarlık gerektirdiğini” söylüyor , ancak bu fedakarlığın yükünü hep dar gelirliler çekiyor. Örneğin:
– **Asgari Ücret ve Verimlilik:** Asgari ücret artışlarının “verimlilik eksikliği” nedeniyle tıkanması , şirketlerin üretim maliyetlerini düşürmek yerine fiyatları artırmasıyla sonuçlanıyor.
– **Kamu Tasarrufu Eleştirisi:** TÜSİAD, kamuda tasarruf talep ederken , üye şirketlerin KÖİ projelerinden elde ettiği kârlar ve devlet garantileri, bütçe açıklarını derinleştiriyor .

### **5. Çözüm Önerileri mi, İkircikli Söylemler mi?**
TÜSİAD’ın “yapısal reform” önerileri (eğitim, teknoloji, hukuk) , teoride doğru olsa da pratikte samimiyetsiz kalıyor. Örneğin:
– **Eğitim Bütçesi:** TÜSİAD, eğitime ayrılan kaynakların artırılmasını isterken , üyelerinin vergi kaçırma yöntemleri kamu kaynaklarını eritiyor.
– **Yeşil Dönüşüm:** “Yeşil ekonomi” vurgusu yapılırken , ağır sanayiye dayalı üretim modeli değişmiyor.

### **Sonuç: Enflasyon Bir “Toplumsal Sözleşme” mi?**
Enflasyon, yalnızca ekonomik değil, ahlaki bir kriz. TÜSİAD’ın “hızlanmamız gerekiyor” çağrıları , üyelerinin piyasadaki dominant rollerini sorgulamadan anlamını yitiriyor. “Yılbaşında indirim, Ramazanda bindirim” zincirini kırmak için, hem kamu politikalarında şeffaflık hem de özel sektörde ahlaki dönüşüm şart. Unutmayalım: Enflasyon, bir tercihtir. Ve bu tercihte herkesin payı var.

*(Bu makale, TÜSİAD’ın resmi açıklamaları ve ekonomik analizler ışığında hazırlanmıştır. İronik sorgulamalar, gerçek verilerle harmanlanarak sunulmuştur.)*

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?

3 yıl boyunca Rusya Ukrayna niçin savaştı? Ne oldu ve nereye gelindi? Sonuç?


Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş, 2014 yılında Kırım’ın ilhakı ve Donbas bölgesindeki çatışmalarla başlamış, Şubat 2022’de Rusya’nın Ukrayna’ya geniş çaplı askeri müdahalesiyle yeni bir boyuta ulaşmıştır. Bu çatışmanın temel nedenleri arasında Ukrayna’nın NATO ve Avrupa Birliği ile yakınlaşma çabaları, Rusya’nın ise kendi güvenlik endişeleri ve tarihsel olarak Ukrayna üzerindeki etkisini sürdürme isteği bulunmaktadır.

Son üç yılda, savaş her iki taraf için de ağır kayıplara yol açmıştır. Rusya, özellikle Donbas bölgesinde yoğun askeri operasyonlar yürütmüş ve bazı bölgelerde ilerleme kaydetmiştir. Ancak bu ilerlemeler, yüksek insan kayıpları ve uluslararası yaptırımların getirdiği ekonomik zorluklarla birlikte gelmiştir. Ukrayna ise toprak bütünlüğünü koruma mücadelesi verirken, Batılı ülkelerden askeri ve ekonomik destek almıştır. Bununla birlikte, savaşın uzaması ve altyapının tahrip olması nedeniyle Ukrayna da ciddi insani ve ekonomik sıkıntılar yaşamaktadır.

2025 yılı itibarıyla, savaşın sona erdirilmesine yönelik çeşitli diplomatik girişimler olsa da kalıcı bir barış anlaşması henüz sağlanamamıştır. Rusya’nın Ukrayna’nın doğusundaki bazı bölgeleri kontrol altında tutması ve Ukrayna’nın egemenlik haklarını geri kazanma isteği, müzakerelerin önündeki en büyük engellerdendir. Ayrıca, Rusya’nın Ukrayna’nın NATO üyeliğine karşı çıkışı ve Ukrayna’nın Batı ile entegrasyon çabaları, çatışmanın temelini oluşturan unsurlar olarak varlığını sürdürmektedir.

Sonuç olarak, Rusya-Ukrayna savaşı, bölgesel ve küresel dengeleri etkileyen karmaşık bir çatışma olarak devam etmektedir. Her iki ülke de ağır bedeller ödemekte olup, uluslararası toplumun barış çabaları sürmektedir.

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ

TÜSİAD VE MASON İLİŞKİSİ


TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, tarihsel ve siyasi tartışmaların odağında yer alan bir konudur. İşte bu ilişkiye dair iddialar ve bağlamlar:

### **1. Tarihsel İddialar ve Siyasi Bağlantılar**
– **Menderes Dönemi ve Masonik Çevreler**:
Bazı yorumlara göre, Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde çevresinin 33. derece masonlarla çevrili olduğu ve TÜSİAD üyelerinin bu dönemdeki masonik yapılanmalarla ilişkili olduğu iddia edilir. Örneğin, Menderes’in Necip Fazıl’a yönelik “altımda ve üstümde masonlar var” şeklindeki sözleri, dönemin siyasi elitinin masonik bağlantılarına işaret eder .
– TÜSİAD’ın kuruluşundan önceki dönemde, Türkiye’deki bazı iş insanlarının mason localarına üye olduğu ve bu bağlantıların siyasi tavırlara yansıdığı öne sürülmüştür .

– **Demirel ve Özal Dönemleri**:
Süleyman Demirel’in tamamen masonik çevrelerin “adamı” olduğu, Turgut Özal’ın ise partisindeki dört siyasi eğilim nedeniyle bu gruplarla çatıştığı iddia edilir. TÜSİAD’ın bu dönemlerde hükümetlere “kendi çıkarları doğrultusunda” destek verdiği savunulur .

### **2. TÜSİAD’ın Siyasi ve Ekonomik Tavrına Yönelik Eleştiriler**
– **Vesayet Sistemleri ve Darbe Dönemleri**:
TÜSİAD’ın geçmişte askeri darbeler (12 Eylül, 28 Şubat) sırasında “vesayet rejimlerine yakın durduğu” ve sivil siyaseti zayıflatacak açıklamalar yaptığı iddia edilir. Örneğin, 1980 darbesi öncesinde Bülent Ecevit’e karşı gazete ilanlarıyla baskı kurduğu öne sürülür .
– 28 Şubat sürecinde ise Refah-Yol hükümetinin düşürülmesinde rol oynadığına dair eleştiriler vardır .

– **Güncel Politikalar ve Hükümetle Çatışma**:
TÜSİAD’ın son dönemde hükümetin ekonomi politikalarını, hukuk devleti ilkelerini ve demokratik standartları eleştirmesi, bazı kesimlerce “vesayetçi” bir tutum olarak yorumlanmıştır. Özellikle 2025 Şubat ayında yaptığı “sistem çöküyor” vurgulu açıklamalar, masonik veya batıcı bir ajandaya hizmet ettiği iddialarını yeniden gündeme getirmiştir .

### **3. Masonluk ve TÜSİAD İlişkisine Dair Belirsizlikler**
– **Doğrudan Kanıt Eksikliği**:
TÜSİAD’ın resmi belgelerinde veya açıklamalarında masonlukla bağlantıya dair bir ifade bulunmamaktadır. Dernek, kendisini “hukuk devleti, katılımcı demokrasi ve ekonomik kalkınma” ilkeleriyle tanımlar .
– Mason localarının gizliliği ve tarihsel olarak komplo teorilerine konu olması, bu iddiaların belgesel temelden yoksun kalmasına neden olmaktadır .

– **İdeolojik Çatışma ve Söylemler**:
TÜSİAD’ın laik, batılı değerleri savunan tavrı ile AK Parti hükümetinin milli-muhafazakar politikaları arasındaki gerilim, masonluk iddialarını besleyen bir zemindir. Örneğin, Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesi veya Ortadoğu Teknik Üniversitesi’ne cami yapılamaması gibi konular, TÜSİAD’ın “seküler elit” kimliğiyle ilişkilendirilir .

### **4. TÜSİAD’ın Resmi Pozisyonu ve Eleştirilere Yanıtı**
– TÜSİAD, masonlukla ilişkisi olduğuna dair iddiaları hiçbir zaman resmen cevaplamamıştır. Ancak, son dönemdeki açıklamalarında “demokrasi, hukuk devleti ve şeffaflık” vurgusu yaparak, eleştirilerin siyasi motivasyonlu olduğunu ima etmiştir .
– Adalet Bakanı Yılmaz Tunç gibi hükümet yetkilileri, TÜSİAD’ın “siyaseti yönlendirme çabalarını” demokrasiye aykırı bulduklarını belirtmişlerdir .

### **Sonuç**
TÜSİAD ve masonluk ilişkisi, daha çok tarihsel anekdotlar, siyasi çatışmalar ve ideolojik önyargılar üzerinden şekillenen bir tartışma alanıdır. Somut kanıtlardan ziyade, derneğin batıcı ve laik çizgisiyle ilişkilendirilen spekülasyonlar öne çıkmaktadır.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER,

1948 YILINDA DÜNYANIN FARKLI YERLERİNDEN YAHUDİLER FİLİSTİNE MİSAFİR VE AZINLIK OLARAK GELDİLER, ÖLDÜRDÜLER, YAKTILAR,YIKTILAR, ŞİMDİDE YURTLARINDAN ÇIKARTIP İŞGAL ETTİLER.-1-


1948 ve Sonrası: Filistin’de Tarihin Kırılma Noktası

Tarih boyunca toprak mücadeleleri birçok coğrafyada yaşanmış, ancak Filistin topraklarında yaşananlar, modern tarihin en dramatik ve trajik süreçlerinden biri olmuştur. 1948 yılı, bu toprakların ve halkının kaderini değiştiren en önemli dönüm noktalarından biridir. Bu yıl, İsrail’in kurulmasıyla birlikte milyonlarca Filistinlinin topraklarından sürgün edilmesine ve büyük bir insani trajedinin başlamasına sahne olmuştur.

Filistin’e Gelen Yahudiler: Misafirlikten İşgale

19. yüzyılın sonlarından itibaren, özellikle Avrupa’daki baskılar nedeniyle Yahudiler Filistin topraklarına göç etmeye başlamıştı. Osmanlı İmparatorluğu döneminde bu göçler sınırlı bir şekilde devam ederken, Birinci Dünya Savaşı sonrası İngilizlerin bölgeyi yönetmesiyle (1917 Balfour Deklarasyonu) göçler hız kazandı.

İngiltere’nin desteğiyle Filistin topraklarına gelen Yahudiler başlangıçta misafir ve azınlık konumundaydı. Ancak zamanla silahlı örgütler kurarak (Irgun, Haganah, Stern Çetesi) Filistin halkına karşı saldırılar düzenlediler. 1948’e gelindiğinde, bu saldırılar artık bir soykırım ve sistematik etnik temizlik boyutuna ulaştı.

Nakba: Büyük Felaket

14 Mayıs 1948’de İsrail devleti kurulduğunda, Filistinliler için “Nakba” (Büyük Felaket) başladı. İsrail’in kurulmasıyla 750.000’den fazla Filistinli evlerinden sürüldü, köyleri yerle bir edildi ve binlercesi öldürüldü. Bu süreçte Deir Yasin Katliamı gibi olaylar, Filistin halkına yönelik zulmün boyutunu gözler önüne serdi.

Nakba sadece bir göç değildi; aynı zamanda bir halkın kimliğinin, kültürünün ve tarihinin yok edilmeye çalışıldığı bir süreçti. Filistin halkı, 1948’den sonra mülteci kamplarında yaşamaya mahkûm edildi, topraklarına geri dönme hakları ellerinden alındı ve sistematik olarak haklarından mahrum bırakıldı.

Süregelen İşgal ve Direniş

1948’de başlayan işgal süreci hiçbir zaman sona ermedi. 1967’deki Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü de işgal etti. O günden bu yana, Filistin topraklarında süregelen bir işgal, yerleşim politikaları ve askeri baskılar devam etmektedir.

Bugün bile Filistinliler, kendi topraklarında yabancı muamelesi görmekte, evleri yıkılmakta, toprakları gasp edilmekte ve sistematik baskılara maruz kalmaktadır. Uluslararası toplumun sessizliği ve ABD ve Avrupa Haçlı birliği gibi büyük güçlerin desteği ile İsrail’in işgali ve Filistin halkına uyguladığı zulüm her geçen gün artmaktadır.

Tarihten Çıkarılacak Dersler

Filistin meselesi, sadece bir toprak mücadelesi değil, aynı zamanda bir insanlık meselesidir. 1948’de başlayan süreç, dünya tarihine utanç verici bir dönem olarak kazınmıştır. Bu olaylar, bize adaletin, insan haklarının ve uluslararası hukukun nasıl göz ardı edilebileceğini göstermektedir.

Tarih, güçlü olanın her zaman haklı olmadığını, zulmün sonsuza kadar sürdürülemeyeceğini ve mazlum halkların bir gün özgürlüğüne kavuşacağını göstermiştir. Filistin halkı, yıllardır süren zulme ve işgale rağmen direnmeye devam etmektedir. Çünkü tarih boyunca hiçbir işgal sonsuza kadar sürmemiştir ve adalet er ya da geç yerini bulacaktır.

Filistin halkının mücadelesi, tüm insanlık için bir vicdan ve adalet sınavıdır. Bu nedenle, dünya bu trajediye kayıtsız kalmamalı, tarihten ders almalı ve Filistin’in özgürlüğü için sesini yükseltmelidir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

HİİÇ!!

HİİÇ!!


HİİÇ: Boşluğun Derin Manası

Hayatta birçok kavram vardır ki ilk bakışta basit görünse de derinlemesine düşünüldüğünde insanı bambaşka diyarlara sürükler. Bu kavramlardan biri de “HİİÇ”tir. Hiç kelimesi, ilk anlamıyla yokluk, boşluk, bir şeyin olmaması gibi düşünülse de, aslında insanın varoluşu, hayatın anlamı ve manevi ve deruni yolculuğu açısından derin ve düşündürücü bir felsefeye sahiptir.

Hiçlik ve Varoluş

İnsan, hayatı boyunca bir anlam arayışı içerisindedir. Kimimiz başarı, kimimiz mutluluk, kimimiz ise maddi kazanç peşinde koşarız. Ancak tüm bunların sonunda bizi bekleyen gerçeklik, aslında hiçliğin kendisidir. Zira ne kadar çok şey elde edersek edelim, her şey fanidir. Sahip olduklarımız, zamanın acımasız çarkları arasında kaybolup giderken geriye sadece “biz” ve içimizde taşıdığımız anlam kalır. İşte burada “HİİÇ” kavramı devreye girer.

Hiçlik, bazılarına göre bir yok oluşu, kimilerine göre ise mutlak huzuru temsil eder. Budist felsefede Nirvana’ya ulaşmak, tasavvufta fenafillah olmak, Batı felsefesinde ise egzistansiyalizmin varoluş sancısı hep bu kavramın etrafında şekillenir. Peki, insan hiçliği kabullenerek mi huzura ulaşır, yoksa ondan kaçarak mı?

Ego ve Hiçlik

İnsan egosu, sürekli olarak kendini var etmek ister. Daha fazla kazanmak, daha çok bilinmek, daha üstün olmak… Ancak hayatın kaçınılmaz sonu karşısında tüm bu çabalar birer yanılmadır. Büyük düşünür Mevlâna, “Hamdım, piştim, yandım” derken aslında insanın olgunlaşma sürecinin sonunda kendi hiçliğini fark edişini anlatır. Hiçlik, bir yok oluş değil, tam aksine varoluşun en saf ve en samimi halidir.

Hiçliği Anlamak ve Kabullenmek

Hiçliği anlamak, hayatı anlamanın anahtarıdır. Hayatı fazla ciddiye almak yerine onun akışına kapılmak, mutlulukları ve hüzünleri büyük bir tevazu ile karşılamak, hayatın içindeki hiçliği fark edip ona göre yaşamak insana büyük bir huzur getirebilir.

Sonuç olarak “HİİÇ”, bir boşluk ya da anlamsızlık değil, aksine insanın kendini bulma yolculuğunda en önemli duraklardan biridir. Hiçliği kavradığımızda, hayatta gerçekten önemli olan şeyleri daha net görebiliriz: Sevgi, paylaşım, huzur ve deruni ve manevi zenginlik… Çünkü her şeyin sonunda, geriye kalan yalnızca “hiç”tir.

 

 

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ

İNSANLIK TARİHİ BOYUNCA İYİLİĞE GİDEN YOLDA BELLİ VE KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLDA BELLİ – TIPKI CENNETE GİDEN YOLUN İYİLİK YOLU OLMASIYLA, KÖTÜLÜĞE GİDEN YOLUNDA KÖTÜLÜK ÜZERİNE OLMASI GİBİ


İyilik ve Kötülük: İnsanlığın Değişmeyen İmtihanı

İnsanlık tarihi boyunca, iyiliğe giden yol da bellidir, kötülüğe giden yol da. Kur’an-ı Kerim, insanın önünde iki yol olduğunu açıkça belirtir: Doğru yol (sırat-ı müstakim) ve sapkınlık yolu (dalâlet). Bu iki yol, insanın hem dünya hem de ahiret hayatını belirler. Cennete giden yol iyilikten, Cehenneme giden yol ise kötülükten geçer.

İnsan İki Yol Arasında

Kur’an-ı Kerim’de Yüce Allah şöyle buyurur:

> “Biz ona iki yolu da göstermedik mi?” (Beled, 90/10)

Bu ayet, insanın seçim yapma özgürlüğüne sahip olduğunu gösterir. Allah, insanı iyilikle kötülük arasındaki tercihi yapabilecek bir akıl ve iradeyle donatmıştır. Ancak her seçim, bir sonuca götürür.

İyiliği seçenler, hem dünyada hem de ahirette kazançlı çıkarlar. Kötülüğü seçenler ise, hem dünyada huzursuzluk içinde yaşar hem de ahirette pişmanlık duyarlar.

İyiliğin Yolu: Cennete Giden Yol

İyiliğin yolu, adalet, merhamet, dürüstlük, sadaka, sabır ve ihsan gibi güzel ahlaki değerlerden geçer. Kur’an’da şöyle buyrulur:

> “Kim zerre kadar hayır işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/7)

İyilik yapan insan, sadece ahirette değil, dünyada da huzur bulur. Çünkü iyilik insanın ruhunu besler, kalbini temizler ve toplumda güven oluşturur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) de, “Güzel ahlak, cennete götürür” buyurarak, iyiliğin insanı ebedi saadete ulaştıracağını bildirmiştir.

İyilik yolu, her zaman kolay olmayabilir. Sabır ve fedakârlık gerektirir. Ancak sonu huzur, mutluluk ve sonsuz nimetler olan bir yoldur.

Kötülüğün Yolu: Cehenneme Giden Yol

Kötülüğün yolu ise, zulüm, haksızlık, yalan, gıybet, kibir, isyan ve merhametsizlik gibi kötü huylarla döşenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyurulur:

> “Kim zerre kadar şer (kötülük) işlerse, onun karşılığını görecektir.” (Zilzâl, 99/8)

Kötü yolda yürüyen kişi, belki kısa vadede dünya nimetlerinden faydalanabilir. Ancak iç huzurunu kaybeder ve sonunda pişmanlıkla karşılaşır. Firavun, Nemrut, Ebu Cehil gibi zalimler, dünyada kibirle yaşadılar ama sonları felaket oldu.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Cehenneme giden yol, nefsin hoşuna giden şeylerle süslenmiştir.”

Bu yüzden kötülük yapmak bazen insana kolay ve cazip gelebilir. Ancak uzun vadede bu yol, pişmanlık ve felaket getirir.

Sonuç: İnsan Kendi Yolunu Seçer

İnsan, her an iyilik ve kötülük arasında bir seçim yapmak zorundadır. Kur’an, bu gerçeği şöyle açıklar:

> “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur. Kim sapıklığa düşerse, zararı kendisine aittir.” (İsrâ, 17/15)

Her insan, bu dünyada bir yolculuktadır. Ya iyiliğin yolunu seçerek cennete yaklaşır, ya da kötülüğün yolunu seçerek cehenneme sürüklenir.

Bu yüzden:

Doğru yolu seçmek için Allah’ın emirlerine uymalıyız.

Nefsimizi terbiye etmeli, sabırlı ve adaletli olmalıyız.

İyiliği yaymalı, kötülükten uzak durmalıyız.

Çünkü cennet yolu iyilikle, cehenn

Loading

No Responsesفبراير 20th, 2025