ULVİ ALEMDEN GELEN SU İLE VE SÜFLİ ALEMDEN ÇIKAN TOPRAK KARIŞIMIYIZ
TOPRAK VE SU: İNSANIN İKİ ÂLEM ARASINDAKİ YÜKSEK YOLCULUĞU
İnsan… Ne gökten kopup gelen bütünüyle nuranî bir varlık, ne de sadece toprağa saplanmış bir avuç çamurdur. O, iki âlemin kesişim noktasında yaratılmış, varlığıyla hem göğe hem yere iz düşüren bir sırdır. Cenâb-ı Hak, insanı hem ulvî âlemden gelen rûhî bir suyla hem de süflî âlemden çıkan hakir bir toprakla yoğurmuştur. İşte bu iki madde, insandaki iki kutbun, iki istidadın ve iki âkıbetin de temelidir.
Su ve Toprak: Zıtların Kudretli Terkibi
Su, semavî bir kaynaktır. Yağmur gibi gökten iner. Kur’ân’da hayatın kaynağı olarak tanımlanır: “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 30). Su, rûhu ve ulvî boyutu temsil eder. Arınmayı, berraklığı ve hayatı taşır.
Toprak ise yerin bağrından gelir. Ağır, koyu ve hareketsizdir. Süflî boyutu, nefsin arzularını ve dünyevî temayülleri simgeler. Ama aynı zamanda sabır, bereket ve tevazuun da yurdudur. Allah, ilk insanı “salsâl” (kurumuş çamur), “hamein mesnûn” (kokmuş balçık) ve “tîn” (ıslak toprak) gibi safhalardan geçirerek yaratmıştır. Bu, hem yaratılış sürecine hem de insanın tabiatındaki çeşitliliğe işaret eder.
İki Cihan Arasında Bir Varlık: İnsan
İnsan bu yönüyle iki kutbun izlerini taşır: Toprak onu yere çekerken, su onu göğe çağırır. Nefis, hevâ ve hevesle süflî yolda sürüklenmek ister; ruh ise Rabbine kavuşma arzusu ile ulvî istikametlere yönelir. İnsan bu çekim alanları arasında tercihler yapar ve tercihlerinin neticesinde ya meleklerden üstün olur ya da hayvandan aşağı bir hâle sürüklenir.
Ulvî Su ile Süflî Toprak Arasında Tercih Yapmak
Bir çömlek düşünelim. Topraktan yapılır, ama içine su konmadıkça atıldır. Aynı şekilde insan da ulvî hakikatlerle dolmadıkça, sırf maddî varlığıyla eksiktir. Ruhsuz beden, manasız bir heykelden ibarettir. Ancak içine vahyin suyu dolduğunda, o toprak ceset can bulur, dirilir ve anlam kazanır.
Ne yazık ki günümüzde insanın ulvî yönü ihmal edilmekte, sadece topraktan gelen tarafı beslenmektedir. Maddeye, dünyaya, hazza odaklanan bir insanlık, içindeki semavî suyu kurutmakta ve kendini toprak gibi ağırlaştırmaktadır. Oysa insanın gerçek asaleti, gökten gelen ruha kulak vermesiyle ortaya çıkar.
Toprak Gibi Tevazu, Su Gibi Arınma
İnsan, aslına baksa tevazuun kaynağını görecektir. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi: “Kendini büyük gören insan, bir damla sudan yaratıldığını, sonunda da bir leş olacağını hatırlamalıdır.” Bu hakikat, insanı gururdan uzaklaştırır, acziyetini idrak ettirir. Hem toprak gibi alçakgönüllü hem de su gibi arınmış bir hayat, gerçek kemâlin kapısını açar.
Son Söz: Yönümüz Semâ mı, Yoksa Zemin mi?
Ruhumuz göğe, bedenimiz yere aittir. Birimiz suya daha yakınken, birimiz toprağa saplanmışız. Ama her birimizin önünde bir tercih var: Ya kendimizi toprağa gömüp nefsin bataklığında kaybolacağız ya da ulvî suyla yıkanıp ruhumuzla yüceleceğiz.
İnsan, bu tereddüt içinde yönünü seçtikçe ya semâya doğru yükselecek ya da süflîye doğru çökecektir. Ve unutulmamalıdır: “Topraktan geldik, suyla yoğrulduk; hangi yöne aktığımız ise bizim ebedî kaderimizi belirleyecek.”
ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET ISIMLERI ARASINDAKİ FARK.
AFFEDENİN AFFI: Afv, Mağfiret ve Rahmet Üzerine Derin Bir Yolculuk
Bir kul, günah işlediğinde ne bekler? Cezalandırılmak mı? Yargılanmak mı? Yoksa… affedilmek mi? Allah’ın isimleri arasında öyle üç isim vardır ki, kulun boynunu büktüğü her anda, secdeye kapandığı her gecede onun sığınacağı yegâne liman olur:
Afv, Mağfiret ve Rahmet.
Hepsi affı çağrıştırır, ama aynı şey değildir. Hepsi merhameti kapsar, ama derinlikleri bambaşkadır. Gelin, bu üç ismin manasına bir yolculuk yapalım. Belki bu yolculuk, bizim de kendimizi affetmemize vesile olur…
1. El-Afuv – “Silip Yok Eden”
“Allah, Afuv’dur; affetmeyi sever. Öyleyse siz de affedin.” (Tirmizî, Daavât, 99)
Afv, kelime olarak “yok etmek”, “iz bırakmamak” anlamına gelir. Allah’ın El-Afuv ismi, sadece günahı bağışlamakla kalmaz, onu tamamen silip izini de yok eder. Ne defterde kalır, ne hafızada. Meleklerin kayıtlarından düşürülür.
Misal: Bir çocuk, duvara kalemle çirkin bir şey yazar. Annesi görür. Kızmak yerine, yumuşakça yaklaşıp kalemi elinden alır, o yazıyı siler. Ve sonra duvarı boyar. Hiçbir iz kalmaz. İşte Afuv budur. Siler ve unutturur. Kulun geçmişi, affedilmiş olmaktan öteye geçer: hiç yaşanmamış gibi olur.
2. El-Gafûr / El-Gaffâr – “Bağışlayan”
“De ki: Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret eder.” (Zümer, 53)
Mağfiret, kelime olarak “örtmek” anlamına gelir. Allah’ın Gafûr ismiyle affetmesi, günahı örtmesi anlamına gelir. Günah silinmemiştir, ama örtülmüştür. Ayıp gizlenmiş, kusur açıklanmamıştır.
Misal: Bir baba, çocuğunun bir hatasını görür. Ceza vermez, başkasına da anlatmaz. “Yaptığını biliyorum,” der sadece. Ama sesini yükseltmez. İşte mağfiret budur. Günah yerli yerinde durur ama Allah onu örtüp seni mahcup etmez.
3. Er-Rahmân / Er-Rahîm – “Merhametin Ta Kendisi”
Rahmet, yalnızca affetmek değil, ikram etmektir. Hatalarına rağmen sana nimet vermeye devam eden bir Rabb’in var. Sana ceza vermediği gibi, hediyesini de kesmiyor.
Misal: Bir öğrenci sınavdan sıfır alır. Öğretmeni ne yapar? Ceza vermez, aksine onu yanına alır, çalıştırır, öğle yemeğini ısmarlar. Çünkü öğrencinin gelişeceğine inanır. İşte rahmet budur. Kula değer vermeye devam etmek, hatta onu yüceltmek…
Bu Üçü Birlikte Ne Anlatır?
Afv: Günahı siler
Mağfiret: Günahı örter
Rahmet: Günahkâra ikram eder
Allah bazen sadece bağışlamaz; siler, unutturur, örter ve ardından nimet verir. Bir kul tövbe ettiğinde, Allah ona kızmaz. Bilakis, tövbesine sevinir. Ve o kula ikram etmeye devam eder.
Son Söz:
Günah işlemek insanlıktır. Ama affa sığınmak kulluktur. Allah, affetmek için bahane arar. Yeter ki sen de kaçma. Affedileceğine inan. Çünkü O, Afuv’dur, Gafûr’dur, Rahmân’dır.
“Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için açılmış bir kitap çıkarırız. Oku kitabını! Bugün nefsin sana yeterlidir hesap sorucu olarak.” (İsrâ, 13–14)
Zamanın hızla aktığı, teknolojinin hayatımızı kuşattığı bir çağda yaşıyoruz. Bilgi, bir tık ötemizde; iz bırakmak, bir parmak hareketiyle mümkün. Kimi zaman ne söylediğimizi unutuyoruz, ama dijital dünya unutmuyor. Bütün mesajlar, görüntüler, tıklamalar ve niyetler… iz bırakıyor.
Bugün insanlığın üzerinde titizlikle çalıştığı “çip teknolojisi”, aslında çağdaş bir metafor hâline geldi. Takip, kayıt, analiz… Hepsi görünmeyen bir bellekte toplanıyor. Ama bundan asırlar önce, Kur’an çok daha büyük bir gerçeği haber veriyordu: İnsan, mahşere kendi çipiyle gelir. Ama bu çip, dışardan takılan değil; kendi elleriyle yazdığı, boynunda taşıdığı, kalbine kazınmış bir defterdir.
AMELLERİN YAZILDIĞI GÖZLE GÖRÜLMEYEN DEFTER
İsrâ Suresi 13. ayet, bizi derin bir hakikatle yüzleştirir: Her insanın ameli, kendi boynuna dolanmıştır. Yani ne yaparsak, bize geri dönecek şekilde kayıt altındadır. Bu kayıt, öylesine kişiseldir ki, kıyamet günü “işte bu senin dosyan” denecek ve denecektir ki: “Oku kitabını! Bugün sana kendi nefsin yeterli bir hesapçıdır.”
Hiçbir savunma, hiçbir mazeret geçerli olmayacak. Çünkü hâkim de biziz, şahit de biziz.
GÜNÜMÜZDEKİ “ÇİP”LER ve AHİRETTEKİ “KİTAP”
Bugün kullandığımız telefonlar, uygulamalar, kameralar ve yapay zekâlar bile bizi adım adım takip ediyor. Hangi siteye girdik, nerede durduk, neyi izledik, hatta neye ne kadar baktık… hepsi kaydediliyor.
İşte ahirette de, bütün amellerimizin, hatta niyetlerimizin bile yazıldığı ilahî bir “çip” var: Levh-i Mahfuz’un bir nüshası gibi kişisel bir amel defteri. Her kelime, her bakış, her niyet… O dosyada kayıtlı. Ve mahşer günü o “dosya” açıldığında, kimse itiraz edemeyecek.
HAYATIN SESSİZ TANIKLARI: UZUVLAR
Kur’an’da başka ayetler de bu gerçeği tamamlar:
> “O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize konuşur, ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsîn, 65)
Yani insan sadece yazılı dosyasıyla değil, bizzat kendi uzuvlarının şahitliğiyle hesaba çekilecektir. El: “Ben bu ameli tuttum.” Göz: “Ben o sahneye bakarken şahit oldum.” Ayak: “Ben o harama yürüdüm.” Ve dil susturulacak… çünkü onun eğrilme ihtimali var. Ama organlar dürüsttür.
KENDİMİZİN HÂKİMİ, YARGICI VE TANIIĞIYIZ
İsrâ Suresi’nin bu ayetiyle, insanın ne kadar kendiyle baş başa kalacağı hatırlatılıyor. Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Hiç kimse suçu başkasına atamaz. İnsan, bizzat kendi dosyasıyla yüzleşecek.
PEKİ, BU DOSYA NEYLE DOLACAK?
Bugün ne izliyorsan… Ne düşünüyorsan… Ne niyet ediyorsan… Neyin peşindeysen… Hepsi o çipte yazılıyor.
Ve o çip, mahşerde açıldığında ya: “Ne güzel bir kul… her satırda hayır var.” denilecek… Ya da: “Vay haline… kendi elinle kendini yaktın.” denilecek.
SON SÖZ: BU DOSYA HER GÜN YAZILIYOR
Unutma: Sen her gün bir ayetin içine yürüyorsun:
> “Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için açılmış bir kitap çıkarırız.” (İsrâ, 13)
O dosya şakaya gelmez. Oraya ne düşerse… silinmez. Ama tevbe, gözyaşı, pişmanlık… işte onlar, ilahî bir “güncelleme” gibi kayıtları temizleyebilir. Zira Allah silmeyi de, affetmeyi de çok sever.
GÖRÜNENİN ÖTESİNDEKİ HİKMET: HZ. MUSA VE HZ. HIZIR KISSASINDAN ÇIKAN DERİN MANALAR.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan en çarpıcı ve düşündürücü kıssalardan biri, Kehf Sûresi’nin 60-82. ayetlerinde geçen Hz. Musa ile Hızır (aleyhisselam) arasında geçen yolculuktur. Bu kıssa, zahirîde akla ters gibi görünen üç olayla, ilahi hikmetin insan aklının ötesinde olduğunu derin bir şekilde gözler önüne serer. Her bir olay, kaderin arka planında işleyen rahmetin izlerini taşır ve sabrın, teslimiyetin ve Allah’a güvenin ne denli büyük bir erdem olduğunu öğretir.
1. Geminin Delinmesi – Zarar Gibi Görünen Bir Lütuf
Hızır’ın, binip de ücret ödemeden geçtikleri fakir gemicilerin teknesini delmesi, Hz. Musa’ya göre zulüm gibi görünür. Zira bu insanlar onlara iyilik etmişlerdir. Ama Hızır, ileride bu gemiye el koymak isteyen zalim bir kralın olduğunu bildirir ve o küçük zarar, büyük bir zararı engellemiş olur.
Hikmet: Bazen hayatımızda karşılaştığımız küçük musibetler, daha büyük felaketlerin önüne set olur. Zahirde şer gibi görünen hadiseler, batında büyük hayırlara kapı aralar. Kader, bizim görmediğimiz bir yerden bizi görür ve korur.
İbret: Her musibet bir kayıp değildir. Görünüşte zararlı olan bazı olaylar, aslında bir lütuftur. Bu nedenle insan, her olayın perde arkasındaki hikmeti göremese bile Allah’a güvenmelidir.
2. Çocuğun Öldürülmesi – Merhametli Bir Zâhirî Şiddet
İkinci olayda Hızır, henüz reşit olmamış bir çocuğu öldürür. Bu durum, Hz. Musa’yı daha da şaşırtır; zira bu apaçık bir cana kıymadır. Ancak Hızır, bu çocuğun ilerde anne babasını azgınlığa ve isyana sürükleyeceğini ve onların imanını tehlikeye atacağını bildirir. Bu ölüm, ilahi bir merhametin sonucudur.
Hikmet: Bazen ölüm, hayat kadar bir rahmettir. İlahi ilim, zamanın ötesini görür. Gelecekte olacakların bilgisiyle verilen kararlar, beşerin aklıyla değil, Rabbani bir hikmetle değerlendirilir.
İbret: Allah’ın takdiri bazen çok ağır ve anlaşılmaz görünebilir. Ancak mü’min, iman eder ki Rabbimiz asla zulmetmez. Her hükmü adalet, her fiili hikmettir.
3. Duvarın Tamiri – Karşılıksız Yapılan İyilik
Son olayda Hızır, bir köyde kendilerine yemek dahi vermeyen insanların bulunduğu yerde, yıkılmak üzere olan bir duvarı hiçbir ücret almadan tamir eder. Bu, Hz. Musa’ya göre gereksiz bir iyiliktir. Ancak Hızır, o duvarın altında yetim çocuklara ait bir hazine olduğunu ve bu çocuklar büyüyene kadar o hazinenin korunması için Allah’ın emriyle hareket ettiğini açıklar.
Hikmet: Her iyilik, karşılık için yapılmaz. Bazı ameller, sadece Allah rızası için ve ilahi emir doğrultusunda yapılır. Görünüşte karşılıksız gibi dursa da, ahiretteki mükafatı büyüktür.
İbret: Dünya menfaatiyle ölçülen iyilikler sığdır. Gerçek iyilik, Allah için yapılan ve karşılık beklenmeyendir. İnsanlar nankör olabilir ama Allah asla zayi etmez.
SONUÇ: SABIR, TESLİMİYET VE HİKMETİN YOLCULUĞU
Hz. Musa’nın bu üç olayda sabredememesi, insan aklının sınırlılığını gösterirken; Hızır’ın açıklamaları ise kaderin, rahmetin ve hikmetin ne kadar derin ve incelikli işlediğini gösterir. Allah’ın bilgisi, bizim bilgimizle ölçülmez. Mümin, bazen anlayamasa da “O ne güzel hüküm verendir” diyerek teslim olur.
Bu kıssa bizlere şunu öğretir: “Her şey göründüğü gibi değildir. Allah, bazen perdeyi aralamaz ama merhametini gizli bir şekilde tecelli ettirir. Sabreden, teslim olan, hikmetin meyvesini elbet bir gün tadar.”
İSRAİL’İN VE ETBAİNIN EVLATLARINA MİRAS BIRAKACAĞI: DÜNYADAN SOYUTLAYICI, İNSANLIK İÇİNE ÇIKILMAYACAK, ELEM VE UTANÇ VERİCİ VE DE YAKICI CEHENNEM: SOYKIRIM – ZULÜM VE KARANLIK
Tarihin en karanlık sayfaları, zulümle anılan kavimlerin kan ve gözyaşıyla yazdığı lekeli sayfalardır. Bu lekeler, zamanla silinmez; aksine, her nesilde yankılanır, hatırlatılır, lanetlenir. İsrail ve etbaı –yani onu destekleyen, sessiz kalan ve zulmünü meşrulaştıran güçler– bugün insanlık tarihine, sadece bir halkı değil, insanlığın vicdanını da hedef alan korkunç bir miras bırakmaktadır: Soykırım, zulüm ve cehaletle yoğrulmuş, karanlık bir cehennem.
Bir Zulüm Geleneği: Tarih Boyunca Yozlaşmanın Sonuçları
İsrailoğulları, tarih boyunca birçok defa Allah’ın lütfuna mazhar olmuş bir kavimdi. Onlara peygamberler gönderilmiş, hikmetli kitaplar indirilmiş, mucizeler gösterilmişti. Ancak bu büyük nimetlere karşılık, nankörlük ettiklerinde, rahmetten dışlandılar. Kur’an bu gerçeği açıkça ortaya koyar:
> “Yeryüzünde iki kere bozgunculuk çıkaracaksınız ve büyük bir azgınlıkla kibirleneceksiniz.” (İsrâ Suresi, 4)
Bu bozgunculuğun bir yüzü geçmişteydi; diğer yüzü bugün Filistin topraklarında tezahür etmektedir. İsrail, masumları katlederek, şehirleri yerle bir ederek, insan haklarını ve ilahi emirleri çiğneyerek tarihin en utanç verici zulmüne imza atmaktadır. Bu, sadece politik bir mesele değil; aynı zamanda bir ahlak ve iman meselesidir.
Evlatlarına Miras Olarak Cehennem Hazırlayan Bir Kavim
Her millet çocuklarına izzetli bir miras bırakmak ister: fazilet, barış, medeniyet… Ancak İsrail ve onun etbaı, çocuklarına ne bırakmaktadır? Kanla sulanmış topraklar, nefretle büyüyen nesiller, vicdanın inkarı, insanlığın yüz çevirdiği bir kimlik…
Dünyanın her yanında İsrail’in adı zulümle, baskıyla, işgalle anılmaktadır. Bu, bir devletin değil; bir milletin tüm vicdanlarca mahkûm edilmesidir. Onların evlatları, tarihin lanetlediği bir geçmişin, utanılası bir geleceğin yükünü taşıyacaktır.
İnsaniyet İçine Çıkılamayacak Bir Lekedir Soykırım
Soykırım sadece ölüm değildir; insanlığın ruhunun gömülmesidir. Her katledilen çocuk, her yıkılan ev, sadece bir haber başlığı değildir; bir insanlık dramıdır. İsrail ve destekçileri, bu dramın mimarları olarak insanlık vicdanında mahkûm edilmişlerdir. İleride kurulacak her mahkeme, her tarih kürsüsü, bu kara lekeyi yüzlerine çarpacaktır. İnsanlık, onları affetmeyecek.
Çünkü zulümle elde edilen toprak, haramdır. Kanla kurulan saltanat, lanetlidir. Ve çocukların cesetleri üzerine yükselen bayrak, hak değil; zulmün sancağıdır.
Zulümle Abad Olanın Sonu: Zillet ve Azap
Zulümle yürüyenlerin sonu, her zaman zillet olmuştur. Firavun’un boğuluşu, Nemrut’un sinekle helakı, Ebu Leheb’in cehenneme yuvarlanışı, bunun ilahi örnekleridir. Zulmün hükmü, fanidir. Fakat cezası hem dünyada hem de ahirette ebedidir.
İsrail ve etbaı, dünyada mazlumun bedduasını, insanlığın lanetini, ahirette ise Rabb’in azabını miras alacaktır. Bu kaçınılmaz sondur. Cehennem, sadece ateş değildir. Vicdan azabı, mahşerdeki utanç, ve ilahi huzurda yüz çevrilmek de birer cehennemdir. Ve bu cehennem, çoktan yakılmıştır.
Son Söz: Mazlumun Ahı Yerde Kalmaz
Zulümle yükselenler, mazlumun duası ile yıkılır. İsrail’in karanlık mirası, hakikatin ışığında yok olmaya mahkûmdur. Bu karanlığı destekleyen her güç, kendi cehennemini örmektedir. İnsanlık bu vahşeti unutmayacak. Ve elbet bir gün, “Zalimler için yaşasın cehennem!” sözü hakikat olacak.
“Nûn. Kalem’e ve yazmakta oldukları şeylere yemin olsun!” (Kalem, 68/1)
Kur’an-ı Kerim’in bu kısa ama derin mânâ yüklü âyeti, hem insanlık tarihinin dönüm noktalarına işaret eder hem de ilmin, hikmetin ve sorumluluğun sembollerini önümüze serer. Allah’ın yemin ettiği şeyler sıradan değildir; bilakis hakikatin ağırlığını, kulluk bilincini ve varoluşun özünü ihtiva eder.
Nûn: Bilinmeyenin Kapısı
“Nûn” bir harftir. Kur’an’da bazı sûreler harflerle başlar: Elif-Lâm-Mîm, Sâd, Kâf… Bu harfler “Hurûf-u Mukatta’a” diye bilinir. Bu harfler üzerine pek çok tefsir yapılmıştır, fakat nihai hikmeti Allah’a aittir. Ancak bu harfler bir kapı gibidir; zahiren sade, batınen derin. “Nûn” harfi burada, yazının, kalemin ve kaydın başlangıcına işaret eder. Tıpkı bir kitabın başındaki ilk harf gibi…
Kalem: Kudretin Kalemi mi, Kaderin Kalemi mi?
Kalem… Yüce Allah bu âyette kaleme yemin ediyor. O kalem ki, Levh-i Mahfûz’da kaderi yazan kalemdir. O kalem ki, insana ilim ve hikmet kapılarını açan bir vesiledir. Kalem, söz uçar yazı kalır prensibinin tecellisidir. Kalem, beşerin hafızasını zamana emanet eder.
Yemin edilen kalem, sadece bir nesne değil; hakkın şahitliğini yapan bir şahittir. Hangi kalemle yazıldığı, neyin yazıldığı, kim için yazıldığı önemlidir. Kalem, zulmü de kaydeder, adaleti de… İnsanın yazdığı her kelime, âhirette karşısına çıkacak birer delil olur.
Yazmakta Olanlar: Şahit Yazılar
“Ve mâ yesturûn – yazmakta oldukları şeylere yemin olsun!” ifadesiyle, kalemle yazılan şeylerin değeri vurgulanır. Bu, hem meleklerin amel defterlerine yazdığı kayıtları, hem de insanların kalemle inşa ettiği bilgi medeniyetini kapsar.
Bir âlimin yazdığı hakikat dolu satırlar gibi, bir müfterinin yazdığı iftira dolu yazılar da yazılmıştır. Hangisinin izi zamanla silinir, hangisi ebedi olur, işte burada niyet devreye girer. Kalem adaletle yazarsa rahmet olur; nefsin esiri olursa felaketin kalemidir.
İnsan ve Kalem: Emanet ve Sorumluluk
İnsana ilim öğretildi; “kalemle öğretti” (Alak, 96/4). Bu, insanlık tarihinde bir devrimdir. Yazı, sadece bilginin aktarım aracı değil; aynı zamanda emanetin taşıyıcısıdır. Kalem, bir emanetçidir; yazan ise bir sorumluluk sahibidir.
Bugün sosyal medyada, kitaplarda, gazetelerde, ekranlarda yazılan her söz bir kalemin ucundan çıkıyor. Lakin o kalem, ya kalbi uyandırır ya da kalbi köreltir. Bilginin kirletildiği bir çağda, hakikat ehlinin kalemi altın değerindedir.
Sonuç: Kalem İzzet veya Hicran Kaynağıdır
Kalem, Allah’ın yemin ettiği bir değerdir. O hâlde, kalem tutan el temiz olmalı, yazılan satırlar doğru olmalı, niyet berrak olmalıdır. Çünkü kalem, ya sahibini yüceltir ya da yerin dibine geçirir.
Kalemin yazdığıyla insan ya kurtulur ya da helâk olur. Kalem, bir kılıç gibidir: Hakkı savunursa zafer getirir, batılı yazarsa esaret doğurur.
Unutma ey kalem sahibi! Sen yazıyorsun, fakat seni de yazan bir kalem var…
KUR’AN-I KERİM’DE ADI GEÇEN KAVİMLER VE ÖZELLİKLERİ: TARİHİN AYNASINDA İNSANLIĞA DERSLER
Kur’ân-ı Kerîm, sadece bir kutsal kitap değil; aynı zamanda geçmişin perdelerini aralayan, insanlığa ibret levhaları sunan ilahî bir tarih dersidir. Bu ilahî kitapta adı geçen kavimler; güç, servet, medeniyet ve bilgi açısından zamanlarının zirvesinde olsalar da, ahlâkî yozlaşma, inkâr, zulüm ve isyan sebebiyle helâk edilmiş, tarihin tozlu sayfalarına birer ibret nişanesi olarak yazılmışlardır. Her biri, çağlar üstü mesajlar taşıyan ilahî uyarılardır.
1. Âd Kavmi – Gücün Sarhoşluğu
Âd kavmi, kalın beden yapısıyla güçlü insanlardan oluşan, muazzam yapılar inşa eden bir milletti. Ancak güç ve ihtişam sarhoşluğu onları Allah’a karşı büyüklenen bir topluma dönüştürdü. Hz. Hûd’un davetini alaya aldılar. Kur’an onları şöyle anlatır:
“Rabbinin Âd’a ne yaptığını görmedin mi? Sütunlar sahibi İrem’e, ki benzeri şehirler kurulmamıştı. Onlar yeryüzünde azgınlaşmışlardı.” (Fecr, 6-9)
Sonuç: Şiddetli bir kasırga ile yerle bir oldular. Gücün değil, takvanın üstünlük ölçüsü olduğu âleme ilan edildi.
2. Semûd Kavmi – Medeniyetin Kibrine Kapılanlar
Semûd, teknolojik olarak ileri, dağları oyarak evler yapan, gelişmiş bir toplumdu. Fakat Hz. Sâlih’in gönderdiği uyarıları küçümsediler. Allah’ın bir mucizesi olan deveye kıydılar. Kur’an’da onların sonu şöyle tasvir edilir:
“Azgınlıkları yüzünden Rablerinin emrine karşı geldiler; bu yüzden onları korkunç bir ses yakalayıverdi.” (Şems, 11-14)
İbret: Medeniyet, Allah’a itaatle anlam kazanır; aksi hâlde teknoloji kibri beraberinde getirir.
3. Lût Kavmi – Ahlâksızlığın Sonu
Tarih boyunca ahlâkî çöküşün sembolü olan Lût kavmi, şehvetin helâl sınırlarını çiğneyerek sapkınlıkta ileri gitmişti. Hz. Lût’un defalarca uyarısına kulak tıkadılar. Kur’an, helâklarını şöyle anlatır:
“Onların üzerine taş yağmuru yağdırdık.” (A’râf, 84)
Bugün hâlâ Ölü Deniz’in çevresi, bu kavmin ibretlik akıbetini hatırlatan sessiz bir uyarıdır.
4. Firavun ve Mısırlılar – Saltanatın Zehri
Firavun; benliğini ilahlaştıran, halkını köleleştiren, Allah’ın elçisine düşman kesilen despot bir hükümdardı. Hz. Musa’ya ve İsrailoğulları’na türlü eziyetler etti. Ama son nefeste teslimiyet fayda etmedi:
“Denizde boğulmak üzereyken ‘İsrailoğulları’nın inandığı Allah’a iman ettim’ dedi. (Allah buyurdu:) Şimdi mi? Hâlbuki daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun.” (Yunus, 90-91)
Mesaj: Zalimler er geç çöker, kibir sahipleri yere serilir.
5. Medyen Kavmi – Ticarette Hile ve Haksızlık
Hz. Şuayb’ın kavmi, ticarette hile yapan, ölçü ve tartıyı bozan bir milletti. Zenginlik onları helâlden uzaklaştırdı. Kur’an, onların bu tavrını kınar:
“Ölçüde ve tartıda hile yapmayın.” (Şuarâ, 181)
Sonuç: Büyük bir depremle helâk edildiler. Malın bereketi ancak helâlle olur.
SONUÇ: HER KAVİM, BİR AYNA
Kur’an’daki bu kıssalar masal değil, tarihî hakikatlerdir. Her kavim, bir aynadır; geçmişin aynasında bugünü görmek isteyenlere. Bugün, aynı hataları farklı kılıflarla sürdüren modern toplumlar da aynı akıbete mahkûmdur. Zulüm, isyan, kibir, ahlâksızlık ve hile; çağlar değişse de Allah’ın düzeninde değişmeyen cezaların sebebidir.
Kur’an bu kıssaları niçin anlatıyor?
“Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır.” (Yûsuf, 111)
Evet, ibret alana her kavim bir nasihat, her helâk bir uyarıdır.
Vicdan ayağa kalkar. Kalp ağlar. Ruh, göğe doğru bir hamle yapar. Akıl birden susar, derin düşünceye dalar. El secde eder. Göz, yaşla dolar. Dil, “Estağfirullah” der.
İrade tekrar parlamaya başlar.
Vicdan: Hepiniz kendi yerinizde güzelsiniz. Ama emir büyük yerden gelmeli… O zaman uyum başlar.
Akıl: Kur’an’ın rehberliği olmadan yol karanlık.
Kalp: Allah sevgisi bizi birleştirebilir.
Nefis (sıkılmış şekilde): Siz bilirsiniz… ama sıkıcı olacak…
Ruh: Artık ben yön vereceğim. Allah’a doğru…
SON SAHNE: “Denge”
Tüm karakterler yerlerini bulur. Artık konuşmalar değil, bir ahenk vardır. Her biri kendi görevinde, fakat merkezde “iman”, direksiyonda ise “irade” vardır.
Anlatıcı: İnsan, içindeki ordunun kumandanıdır. Kumandan iradeye, irade imana dayanmazsa, ordu dağılır. Ama imanla beslenen bir irade, her parçayı ahenk içinde yürütür. Ve işte o zaman insan, hakiki insan olur…
@@@@@
KISA FİLM: “İçimdeki Meclis”
SÜRE: 7-10 dakika TÜR: Sembolizm, dram, hikmetli anlatım GÖRSEL STİL: Yarı karanlık salonlar, ışık-gölge oyunları, ruhsal atmosfer
AÇILIŞ SAHNESİ:
(Seslendirme, fon karanlık)
> “İnsan, sadece et ve kemik değildir. İçinde bir meclis vardır. Her gün toplanır… ve çatışır.”
Kamera yavaşça açılır. Loş bir salonda büyük bir yuvarlak masa… Etrafında insanlar oturmakta ama hepsi farklı kılıklarda: biri takım elbiseli (Akıl), biri kalbini tutarak ağlayan (Kalp), biri şatafatlı ve renkli giyimli (Nefis), biri sürekli dışarıyı gözleyen (Göz), biri sürekli konuşur gibi (Dil), biri sade ama ciddi (Vicdan), biri yorgun ama asil duruşlu (Ruh), biri de sessizce elini ovuşturur (El). Ortada parlak bir küre: İrade.
BÖLÜM 1: “ÇATIŞMA”
(Arka planda hafif gerilim müziği)
Karakterler konuşmaya başlar. Konuşmalar üst üste biner. Her biri kendi isteğini söyler.
Akıl: “Plan yapmadan hareket edemezsin!”
Kalp: “Ama bazen sadece sevmen gerekir!”
Nefis: “Bırakın hayatın tadını çıkaralım…”
Göz: “Dışarısı çok güzel, niye bakmayayım?”
Dil: “Söyleyeyim mi? Herkesin arkasından ne konuşuluyor biliyorum!”
Vicdan: (sessizce bakar, gözleri yaşlı)
Ruh: “Ben bu dünyaya ait değilim…”
Kamera karakterleri tek tek gösterir, herkes ayrı bir yöne çeker. Masa sarsılmaya başlar. İrade küresi titrer, ışığı zayıflar.
BÖLÜM 2: “FISILTI”
Bir anda görüntü kararıyor. Karanlıklar içinden sinsi bir ses gelir. Seyirci, Şeytan’ı görmez ama sesi hisseder:
> “Parçalanın… Herkes kendi istediğini alsın. Ortak bir yol yok… Sadece şimdi var, sadece haz var…”
Karakterler birbirine bağırmaya başlar. Masa yıkılacak gibidir.
BÖLÜM 3: “AYET VE UYANMA”
Aniden bir ışık parlar. Yüksekten bir ses yankılanır:
> “Nefsini arındıran kurtulmuştur…” (Şems 9)
Herkes susar. Ruh gözlerini kapatır, yere çöker. Vicdan gözyaşı döker. Kalp ağlamaya başlar.
Dil: “Estağfirullah…”
Göz: Gözyaşıyla dolar, başını eğer.
El: Secde eder gibi yere kapanır.
Akıl: Derin düşünceye dalar.
Nefis: Arka plana çekilir, susar.
İrade küresi tekrar parlamaya başlar, önce loş, sonra güçlü bir ışık yayar.
FİNAL SAHNESİ: “DENGE”
Karakterler tekrar masaya döner. Ama bu kez sessiz ve uyumludurlar. Konuşmazlar ama birbirlerine bakıp başlarını sallarlar. Ruh ayağa kalkar, göğe doğru elini uzatır.
Kamera yavaşça yükselir, yukarıdan masayı gösterir: yuvarlak masa, ortada parlayan küre, etrafında uyum içinde oturan iç karakterler.
Seslendirme son cümleyi verir:
> “İnsanın içindeki savaş, kendisiyle barışınca biter. İrade, imanla aydınlanırsa; akıl yol bulur, kalp huzur bulur, nefis ise terbiye olur… Ve insan, hakiki insan olur.”
KAPANIŞ: Siyah fon üzerinde bir cümle:
> “Kendi içini fethetmeyen, dış dünyayı asla yönetemez.”
@@@@@@
(sesli anlatım formatında)
İşte kısa film senaryosuna uygun, duygu yüklü, etkileyici bir sesli anlatım metni. Bu metin, videoya rehberlik edecek şekilde yazılmıştır. Sahne geçişlerine uygun duraksamalar, vurgu noktaları ve ses tonu değişimleriyle kurgulanmıştır.
SES ANLATIM METNİ: “İçimdeki Meclis”
(Yavaş, derin ve düşündürücü bir ses tonuyla başlar)
> “İnsan… bir âlem gibidir. Dışıyla beden, içiyle bir millet… Ve o milletin içinde her gün bir meclis toplanır. Ama bu meclis, her zaman barış içinde değildir…”
(Fon müziği yavaşça yükselir – hafif gerilim)
> “Akıl, hesap yapar… Kalp, hislerle konuşur… Nefis, haz peşindedir… Göz, dünyaya açtır… Dil, sabırsız… El, bir işe koyulmak ister… Ruh ise, göklere yükselmek ister…”
> “Ve ortada bir nur vardır: İrade. Ama irade zayıfsa… dağılır bu ordu.”
(Hafif fısıltılı, şeytani bir tonda)
> “Parçalanın… Herkes kendi yoluna gitsin… Hak mı, doğru mu? Boş ver… Şimdi yaşa… sadece şimdi…”
(Birden duraksama – sessizlik – ardından ilahi bir yankıyla)
Her gün yüz binlerce insan ölürken, ölümü kendisine yakıştırmıyor, başkalarına veriyor. Kafasını kuma sokan deve kuşu gibi.
Bir garip varlık insan… Akıl verilmiş, kalp verilmiş, düşünsün, bilsin ve anlasın diye… Ama ne garip ki, en açık hakikati, en kesin gerçeği görmezden geliyor: Ölüm!
Her gün binlerce insan toprağa giriyor. Genç yaşlı demeden, zengin fakir ayırmadan… Ölüm kapıyı çalıyor, bazen sabah uyanamayan biriyle, bazen yolda yürürken düşüp gidenle, bazen bir nefeste kesilen hayatla… Ama insanoğlu sanki hiç ölmeyecekmiş gibi yaşıyor. Mezarlıklar dolup taşarken, o hâlâ dünya planları yapıyor. Sanki ölüm sadece başkalarına ait bir kelime, başkalarının başına gelen bir musibetmiş gibi…
Oysa her nefeste ona biraz daha yaklaşıyoruz. Her yeni gün, ömrümüzün bir sayfasını daha kapatıyor. Saçımıza düşen her beyaz tel, bize bir şey fısıldıyor: “Vakit yaklaşıyor…”
Ama insan garip işte… Kafasını kuma sokan deve kuşu gibi, görmediğini sanıyor. Kendini ebedî sanıyor. Evinin kirasını düşünüyor ama mezar yerini düşünmüyor. Yatırım planı yapıyor ama ahiret hazırlığı yapmıyor.
Ne acı ki, ölümden kaçabileceğini sanıyor. Oysa ölüm peşinden geliyor, üstelik sessiz ama kesin adımlarla.
“İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” hakikati uyanınca anlaşılacak. Bu ne kadar da manidar! Hayat uykusu içinde gafletle dolaşan nice insan, ancak kabirle uyanıyor. Ama o uyanış artık dönüşsüz bir yolun başı oluyor.
Halbuki ölüm, yok oluş değil, bir geçiştir. Bir âlemden diğerine, fâniden bâkîye geçiştir. Ve bu dünyadaki hayat, o sonsuz yolculuğun hazırlık alanıdır.
İbret alabilen için ölüm, en büyük ders kitabıdır. Kabristanlar, suskun ama derin bir konuşma yapar bize: “Ey yolcu, sen de geleceksin… Bugün bizi ziyaret ettin, yarın senin kalacağın yer burası… Hazırlığını ona göre yap.”
O hâlde insan, kendini kandırmaktan vazgeçmeli. Ölüm, korkulacak değil; gafletle karşılanacak bir gerçek değildir. Hazırlıklı olan için ölüm, bir kavuşma, bir vuslattır.
Gerçek akıllı, her gün nefsine şöyle sorandır: “Bugün ölsem, Rabbimin huzuruna neyle çıkarım?” İşte bu sorgulama, insanı diriltir. Ve bu fark ediş, insanı ebedî saadete hazırlar.
Ey insan! Ölüm sana uzak değil, sadece gizlenmiş bir misafirdir. Kapını ne zaman çalacağını bilmiyorsun ama gelişine engel olamayacağını biliyorsun. O zaman vakit geçmeden, ölümlü dünyaya değil, ölümsüz ahirete hazırlan. Zira ölüm unutanı unutmuyor…
HAYATIN BİTİŞİNDE ÖLÜMÜ BİLE KAZANCA ÇEVİRMENİN YOLU: ŞEHADET
Hayatın kaçınılmaz gerçeği olan ölüm, çoğu insanın en büyük korkusu, en karanlık bilinmezi. Oysa iman ehli için ölüm, bir son değil; başlangıçtır. Daha da ötesi, bazılarına bu geçiş, zafer olarak sunulur: O da şehadetle mümkün olur.
Şehadet: Hayatın zirve noktası
İnsan, fıtratı gereği kalıcı olanı arar. Maddî hayat geçici olduğundan, kalıcı bir anlam kazanması için ebedî bir değere bağlanmalıdır. Şehadet, işte bu geçici hayata sonsuzluk damgası vuran ilahi bir mühürdür.
Allah Resûlü (s.a.v) şöyle buyurur: “Cennete giren hiç kimse, yeryüzündeki her şeye sahip olsa bile, tekrar dünyaya dönmek istemez. Ancak şehit, tekrar dünyaya dönmeyi ve on defa şehit olmayı ister. Çünkü şehitlik makamını ve gördüğü ikramı görmüştür.” (Buhârî, Cihad 21; Müslim, İmâre 108)
Bu hadisteki ifade, şehadetin sadece bir ölüm şekli değil, en şerefli hayat kapanışı olduğunu gösterir.
Şehadet Bir Seçimdir
Şehitlik, sadece savaş alanlarında kılıçla, kurşunla kazanılmaz. Allah yolunda canı, malı, zamanı, gençliği, nefsi ile mücadele eden herkes, şehitlik ruhuna taliptir. Nitekim Efendimiz şöyle buyurur: “Kim Allah’a şehit olmayı gönülden arzu ederse, yatağında ölse bile Allah ona şehitlik sevabını verir.” (Müslim, İmâre 156)
Bu demektir ki şehadet bir hâl değil, bir halet-i ruhiyedir. Yani Allah’a adanmışlık, ihlas, sadakat ve feda edebilme iradesidir.
Şehadet: Korkulardan Kurtuluş, Ebedî Hürriyet
Dünya, insanı bağlayan iplerle örülüdür: Mal, makam, can korkusu, sevdiklerini kaybetme endişesi… Şehit, bu ipleri keserek Allah’a yürüyen kişidir.
Onlar Allah yolunda öldürüldüler ama aslında diridirler, Rableri katında rızıklanıyorlar. (Âl-i İmrân, 169)
Bu ayet, ölüme “ölü” dememeyi öğretiyor. Allah yolunda verilen bir can, aslında hayatın en gerçek şekline kapı aralıyor. Şehadet, ölümün içini boşaltıyor; korkulacak bir karanlık değil, güleryüzlü bir vuslat haline geliyor.
Tarihten İbretler
Hz. Hamza, Uhud’da şehit düştüğünde, Allah Resûlü (sav) gözyaşıyla ona “Şehitlerin Efendisi” unvanını vermişti.
Said Nursî, hayatı boyunca davası uğruna “manen şehit” gibi yaşamış, talebelerine de defalarca “Bir Müslüman, davası uğruna yaşayıp ölürse, ölüm ona şehadet sevabı kazandırır” demiştir.
Çanakkale şehitleri, maddeten kayıp gibi görünen bir savaşı, manevi bir zaferle taçlandırmışlardır. Bugün hâlâ o ruh milletin damarlarında dolaşır.
Peki Biz Ne Yapabiliriz?
1. Şehadet ruhunu yaşamak: Sadece ölüm anını değil, hayatın her anını Allah için yaşamak.
3. İhlaslı hizmet: Allah için yapılan her hizmet, bir nevi cihaddır. Cihadsız şehitlik olmadığı gibi, niyetsiz hizmetin de kıymeti azdır.
4. Fedakârlık: Vaktimizi, malımızı, nefsimizi İslam için feda etmek, şehitlik yolunda adım atmaktır.
Son Söz: Ölümden Değil, Boşuna Yaşamaktan Kork!
Hayat bir yolculuk, ölüm bir durak… Ama bazıları bu durakta dünyayı da, ahireti de kazanarak iner. Onlar şehitlerdir. Herkes ölür; ama herkes şehit olamaz. Şehitlik, ölümün kendisini bile kazanca çevirenlerindir.
> Allah yolunda can verenlere ölü demeyin. Onlar diridirler. (Bakara, 154)
“İman Medine’ye iltica eder” ifadesi, zamanla fitnelerin artacağı, birçok yerde dinin zayıflayacağı, ancak Medine gibi bazı mübarek beldelerin imanın ve İslam’ın korunduğu sığınaklar olacağı anlamına gelir.
“Yılanın deliğine dönmesi gibi” benzetmesiyle de, imanlıların sığınılacak yer olarak Medine’ye yönelmesi anlatılır.
Bu aynı zamanda Medine’nin manevi bir merkez olarak İslam tarihinde ve geleceğinde koruyucu rolünü devam ettireceğini gösterir.
*Rivayette:“Medine’nin yollarında (muhafız) melekler vardır. Taun / veba ve deccal oraya giremez.” (Buhari, Fezailu’l-Medine 9; Müslim, Hacc 485, 486)
“Mekke ve Medine dışında deccalın ayak basmadığı hiçbir yer kalmaz. O iki yerin yolları üzerinde muhafız melekler saf tutup onları korurlar. Sonra Medine ahalisine üç sarsıntı yaşatır (üç deprem olur). Bunun üzerine bütün kâfir ve münafıklar oradan çıkar.” (Buhari, Fezailu’l-Medine 9; Muslim, Fiten 123)
*“Yirmi sene evvel tabedilen Sünuhat Risalesi’nde, hakikatli bir rüyada âlem-i İslâm’ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından, bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevî meclis demiş ki:
“Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde, Osmanlı Devleti’nin mağlubiyetinin hikmeti nedir?”
“Cevaben Eski Said demiş ki: Eğer galib olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektik. Nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla Âlem-i İslâm hususan Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevâki’-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayet-i İlahiye ile onların muhafazası için, kader mağlubiyetimize fetva verdi.” (bk. Nursi, Kastamonu Lahikası, 13. Mektup, s. 19) Bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/veba-korona-virus-gibi-salgin-hastalik-medineye-giremez-mi%3famp
Yılanın deliğine dönmesi: Bu mecaz, bir canlının tehlike anında kendisini korumak için doğal sığınağına dönmesini anlatır. Bu, hem hızlı hem de içgüdüsel bir kaçıştır.
İmanın Medine’ye sığınması: Zamanla, dünya çapında fitneler, inanç zaafları, İslam dışı akımlar çoğaldıkça, iman edenlerin kalbi ve ruhu Medine gibi manevi merkezlere yönelir.
2. Hadisin Manası ve Derinliği
Medine, sadece bir şehir değil, imanın, vahyin ve sünnetin merkezidir. Resûlullah’ın (sav) hicret ettiği, İslam toplumunun ilk inşa edildiği yerdir.
Hadis, bize şunu söyler: İman zayıflasa da tamamen yok olmayacak, Medine gibi korunaklı alanlarda muhafaza edilecek.
Aynı zamanda bu, ehli sünnet inancının ve Peygamber mirasının korunacağı yerlere işaret eder.
3. Günümüzle Bağlantısı
a) Fitnelerin Globalleşmesi
İnançsızlık, sekülerizm, materyalizm gibi cereyanlar internetle dünyanın dört bir yanına yayılıyor. Birçok kişi, özellikle gençler, imanı sorgular hale geliyor.
Bu karmaşa içinde insanlar ruhi bir sığınak arıyor. Kalpler, bilinçli ya da bilinçsiz, “imanî korunaklara” yöneliyor.
b) Manevî Medineler Oluşuyor
Fizikî Medine hâlâ mukaddes bir merkezdir ama manevî Medineler de oluşuyor:
Risale-i Nur medreseleri,
Sadık alimler ve ilim halkaları,
İman-kur’an hizmeti veren platformlar,
Hakkı ve hikmeti savunan yayınlar… Bu alanlar, bugünün Medineleri gibidir.
c) Mekân değil, Mana Öne Çıkıyor
Medine coğrafi olarak bir şehir olsa da, hadisin maksadı sadece mekân değil; “imanın korunduğu her yer” Medine hükmündedir.
Bu sebeple gönlünü, fikrini, tebliğini İslam’a tahsis eden kişi veya yapılar da birer “Medine sığınağı” olur.
4. Sonuç ve Ders
Bu hadis bize şunu öğretiyor:
> Fitne ve sapkınlıklar ne kadar artarsa artsın, Allah imanı tamamen yok ettirmez. İman, kendisine bir sığınak bulur. O da ya Medine’dir, ya da Medine ruhunu taşıyan insan ve topluluklardır.
İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?
İnsan Geriye Ne Bıraktı? – Unutulmazlar Ne İle Hatırlanır?
Her doğan, ölümü tadacaktır. Ve her ölen, geride bir iz bırakacaktır. Ama mesele şudur: İnsan ne bırakır? Nasıl hatırlanır? Ve nasıl hatırlatır?
Mal Miras Değil, Asıl Miras Ameldir
Nice zenginler geldi geçti. Sarayları, altınları, servetleri vardı… Ama bugün isimleri bile bilinmiyor. Çünkü insanın asıl mirası bankada bıraktıkları değil, hayata bıraktıklarıdır.
Bir tebessüm, bir iyilik, bir dua, bir fikir, bir eser, bir hayır, bir güzel söz… Bunlar kalır.
> “İnsanoğlu öldüğü zaman, üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Hadis-i Şerif – Müslim)
İsimler Ölür, İzler Kalır
Bazı insanlar yaşarken gürültülüdür ama öldüğünde unutulurlar. Bazıları ise sessiz yaşar, ama ölünce bile konuşur. Çünkü eser bırakır, iz bırakır, dua alır.
Hatırlayın: Bir anne duasıyla, bir âlim ilmiyle, bir şehit kanıyla, bir derviş edasıyla hatırlanır. Ama bir zalim; kinle, korkuyla, lanetle anılır.
İnsan, nasıl yaşarsa öyle anılır.
Unutulmamak İçin Ne Yapmalı?
Unutulmamak, iz bırakmak, “yaşarken ölmeyenlerden olmak” istiyorsan:
İyilik yap,
Güzel söz söyle,
İnsanlara faydalı bir şey öğret,
Bir yetimi giydir, bir kalbi onar,
Bir kitap yazamasan da bir satır paylaş,
Bir cami inşa edemesek de bir taş koy,
Bir vakıf kuramasan da bir sadaka taşı ol…
Çünkü ne verirsen, o kalır.
Sen Gidince Ne Diyecekler?
Bir gün tabutun omuzlarda gidecek. Ve arkanda kalanlar konuşacak: “Ne güzel insandı…” mı diyecekler, yoksa “Zaten herkesin içini yakmıştı…” mı?
Herkesin ölümünden sonra adı bir duada mı geçecek, yoksa bir ah’ta mı? İşte asıl mesele budur.
Sonuç: Mirasın Senin Kimliğindir
Bir insanın gerçek mirası, bıraktığı etkidir.
Ne kadar merhamet bıraktı?
Ne kadar fikir bıraktı?
Ne kadar sevgi, ilim, hizmet, hatıra bıraktı?
Bugün Bediüzzaman hatırlanıyorsa, Said bin Müseyyeb anılıyorsa, İmam Gazâlî eserleriyle yaşıyorsa… Bilin ki öldüler ama mirasları diri.
Soru sana: “Sen gidince ne kalacak? Hatırlanınca nasıl bir iz bırakacaksın?”
Cevap sessiz ama derindir. Çünkü her nefes, mirasa yazılır. Ve insan ya dua ile yaşar ya da unutuluşla silinir…
İNSAN GERİYE NE BIRAKTI? MİRASI NEDİR? NE İLE HATIRLANMAK İSTER VE DE HATIRLATMAKTADIR?
İnsan Geriye Ne Bıraktı? – Unutulmazlar Ne İle Hatırlanır?
Her doğan, ölümü tadacaktır. Ve her ölen, geride bir iz bırakacaktır. Ama mesele şudur: İnsan ne bırakır? Nasıl hatırlanır? Ve nasıl hatırlatır?
Mal Miras Değil, Asıl Miras Ameldir
Nice zenginler geldi geçti. Sarayları, altınları, servetleri vardı… Ama bugün isimleri bile bilinmiyor. Çünkü insanın asıl mirası bankada bıraktıkları değil, hayata bıraktıklarıdır.
Bir tebessüm, bir iyilik, bir dua, bir fikir, bir eser, bir hayır, bir güzel söz… Bunlar kalır.
> “İnsanoğlu öldüğü zaman, üç şey dışında ameli kesilir: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim ve kendisine dua eden hayırlı evlat.” (Hadis-i Şerif – Müslim)
İsimler Ölür, İzler Kalır
Bazı insanlar yaşarken gürültülüdür ama öldüğünde unutulurlar. Bazıları ise sessiz yaşar, ama ölünce bile konuşur. Çünkü eser bırakır, iz bırakır, dua alır.
Hatırlayın: Bir anne duasıyla, bir âlim ilmiyle, bir şehit kanıyla, bir derviş edasıyla hatırlanır. Ama bir zalim; kinle, korkuyla, lanetle anılır.
İnsan, nasıl yaşarsa öyle anılır.
Unutulmamak İçin Ne Yapmalı?
Unutulmamak, iz bırakmak, “yaşarken ölmeyenlerden olmak” istiyorsan:
İyilik yap,
Güzel söz söyle,
İnsanlara faydalı bir şey öğret,
Bir yetimi giydir, bir kalbi onar,
Bir kitap yazamasan da bir satır paylaş,
Bir cami inşa edemesek de bir taş koy,
Bir vakıf kuramasan da bir sadaka taşı ol…
Çünkü ne verirsen, o kalır.
Sen Gidince Ne Diyecekler?
Bir gün tabutun omuzlarda gidecek. Ve arkanda kalanlar konuşacak: “Ne güzel insandı…” mı diyecekler, yoksa “Zaten herkesin içini yakmıştı…” mı?
Herkesin ölümünden sonra adı bir duada mı geçecek, yoksa bir ah’ta mı? İşte asıl mesele budur.
Sonuç: Mirasın Senin Kimliğindir
Bir insanın gerçek mirası, bıraktığı etkidir.
Ne kadar merhamet bıraktı?
Ne kadar fikir bıraktı?
Ne kadar sevgi, ilim, hizmet, hatıra bıraktı?
Bugün Bediüzzaman hatırlanıyorsa, Said bin Müseyyeb anılıyorsa, İmam Gazâlî eserleriyle yaşıyorsa… Bilin ki öldüler ama mirasları diri.
Soru sana: “Sen gidince ne kalacak? Hatırlanınca nasıl bir iz bırakacaksın?”
Cevap sessiz ama derindir. Çünkü her nefes, mirasa yazılır. Ve insan ya dua ile yaşar ya da unutuluşla silinir…
“Nûh dedi ki: “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler. Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır! Köklerini kurut!” Nuh Suresi. 26-28.
Kökü Kurutulan Zulüm: Nûh’un Duası, Gazze’nin Ahı
Tarih, mazlumların ahıyla yazılır. Yeryüzünde işlenen zulümler, sadece bir coğrafyanın değil; insanlığın, vicdanın ve hakikatin yaralarıdır. Gazze’de yaşananlar da bu yaraların en derinlerinden biridir. Bu yaşananlar, bize Kur’an’ın asırlar öncesinden haber verdiği hakikatleri yeniden hatırlatmaktadır.
Nûh Peygamber’in duası, bir peygamberin merhametli yüreğiyle dile gelmiş bir feryattır. O, yıllarca kavmini hakka davet etmiş, ama karşılığında inat, isyan ve azgınlık görmüştür. En sonunda, bu azgın neslin yeryüzünde varlığının başka zulümlere, başka inkârlara yol açacağını bilerek, Rabbine şöyle niyaz etmiştir:
> “Rabbim! Yeryüzünde dolaşan bir tek kâfir bile bırakma! Bırakacak olursan, onlar senin kullarını yoldan çıkarırlar ve ancak kendileri gibi ahlâksız, günahkâr ve azılı kâfir nesiller yetiştirirler.” (Nûh, 71/26-27)
Bugün Gazze’de yaşananlar bu ayetin canlı bir tefsiri gibidir. İsrail’in işlediği zulümler, sadece bir halkın topraklarını gasp etmekle kalmıyor; çocukların, kadınların, yaşlıların hayatlarını karartıyor, nesilleri imha ediyor, insanlığın ruhunu yaralıyor. Sadece bombalar değil, geleceği de yok ediyorlar. Sadece binaları değil, umutları da yerle bir ediyorlar.
Zulmün ardında yatan inkâr ve azgınlık; sadece fiziki yıkım değil, ahlaki çöküşü de beraberinde getiriyor. Nûh’un duasındaki “yalnızca kendileri gibi azgın, günahkâr nesiller yetiştirirler” ifadesi, bize bugünkü zalim sistemlerin nasıl nesiller inşa ettiğini gösteriyor. O nesiller ki, merhamet bilmez, adalet tanımaz, insan hayatına saygı duymaz hale geliyorlar.
Nûh’un duasında geçen “zâlimlerin ancak helâkini artır!” ifadesi ise, mazlumların dualarının en keskin yanıdır. Bu, intikam değil; adaletin tahakkuku için yapılan bir yakarıştır. Çünkü bazı zulümler vardır ki, artık ıslah değil, izâle gerekir. Artık hak ile bâtılın ayrılması, zalimin cezasını bulması gerekir.
Gazze’de çocuklar ölürken, dünya sessizliğe gömülmüşken, Nûh’un duası yüzyılları aşarak yeniden göklere yükseliyor:
> “Rabbim! Beni, anne-babamı, mü’min olarak evime girenleri, bütün mü’min erkeklerle mü’min kadınları bağışla! Zâlimlerin ise ancak helâkini artır!”
Bu dua bugün milyonlarca müminin yüreğinde yankılanıyor. Belki bizim gemimiz yok ama duamız var. Belki tufan çağırmıyoruz ama adaletin tecellisini diliyoruz.
Zulümle abat olan görülmedi. Nûh kavmi de helâk oldu, Firavun da, Nemrut da. Ve her biri tarih sahnesinde ibretlik birer figüre dönüştü.
Gazze bir imtihandır; hem zalim için, hem mazlum için, hem de sessiz kalan insanlık için. Ve unutulmamalıdır ki:
> “Zulmedenler nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bilecekler.” (Şuarâ, 26/227)
İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE YENİDEN DİRİLMELİ.
Yahudilerin tevbesi ?
Yahudilerin tevbeleriyle ilgili Kur’an-ı Kerîm’de özellikle Bakara Sûresi 54. ayet temel kaynaklardan biridir. Bu ayet ve ilgili tefsirlerde, İsrailoğulları’nın bir dönem sapkınlığa düşerek buzağıya tapmaları ve ardından gelen tevbe süreci anlatılır. Ayet şöyledir:
“Ve Mûsâ kavmine dedi ki: ‘Ey kavmim! Siz buzağıyı ilâh edinmekle gerçekten kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza (Hâlıkınıza) tevbe edin de nefislerinizi öldürün (katledin). Bu, Yaratanınız katında sizin için daha hayırlıdır.’ Böylece Allah tevbenizi kabul etti. Şüphesiz O, Tevvâb’dır, Rahîm’dir.” (Bakara, 2/54)
Kur’an’daki İlahi Yönlendirme:
Tevbelerinin kabul edilmesi için sadece pişmanlık değil, ciddi bir bedel ödemeleri gerektiği anlatılır.
Burada “nefislerinizi öldürün” ifadesi, klasik müfessirlerin çoğuna göre buzağıya tapanların öldürülmesi anlamındadır. Bazılarına göre ise bu, nefis terbiyesi, pişmanlıkla kendini ilahi huzurda yok saymak anlamına gelir.
Hz. Musa’nın bu emri, vahiy doğrultusunda gelmiştir.
Allah, onların tövbelerini bu fedakarlık karşılığında kabul etti.
Bu, ilahi adaletin ve disiplinin bir tezahürüdür.
2. Râzî Tefsiri (Mefâtihu’l-Gayb):
Bu ayetin zahiri, tövbenin kabulü için ciddi bir arınma gerektiğini gösterir.
Râzî, bu olayda hem nefis terbiyesi hem de ilahi adaletin bir arada yürüdüğüne dikkat çeker.
3. Elmalılı Hamdi Yazır:
Tevbeleri, sadece sözlü pişmanlıkla değil, fiilî bir arınmayla ispatlanmıştır.
“Kendinizi öldürün” ifadesi, sembolik değil gerçek bir uygulamadır; böylece içtenlik test edilmiştir.
Allah’ın “Tevvâb” (çokça tövbeleri kabul eden) ismi burada anlam kazanır.
Sonuç olarak:
Yahudilerin tevbesi, sadece pişmanlık değil, ciddi bir arınma ve fedakarlık süreciyle olmuştur. Kur’an ve tefsirler, bu olayı hem ibret hem de tevbenin ciddiyeti açısından anlatır. Aynı zamanda bu olay, ümmet-i Muhammed’e (sav) yönelik ilahi rahmetin genişliğini de zımnen gösterir: bizden böyle bir bedel istenmeden, samimi tevbe ile affedilme kapısı her zaman açık tutulmuştur.
@@@@@@
İSLAM DÜNYASININ TEVBESİ: ÖLÜP DE DİRİLMELİ
“Ey kavmim! Buzağıya tapmakla kendinize zulmettiniz. Hemen Yaratıcınıza tevbe edin ve nefislerinizi öldürün. Bu, Rabbiniz katında sizin için daha hayırlıdır…” (Bakara, 2/54)
Tarih, sadece mazide yaşanmış hadiselerin bir arşivi değil; bugünün karanlığına tutulmuş ilahi bir projektördür. İsrailoğulları’nın buzağıya tapması, aslında hakikate sırt çeviren her ümmetin bir fotoğrafıdır. Onlar bir buzağıya tapmıştı; bizler ise konforumuza, çıkarımıza, korkularımıza ve gafletimize taptık. Onlar için tövbe, “ölmekle” başlamıştı. Bizim için de öyle olmalı: Ölmeden önce ölmekle…
BUZAGILARIN MODERN VERSİYONU
Bugünün dünyasında buzağı, altın ya da tunçtan değil; ekrandan, suskunluktan, dünyevileşmeden yapılmıştır. Gazzeli çocuklar açlıkla, bombalarla ve gözyaşlarıyla Allah’a doğru koşarken, bizlerin tevekkül diye sustuğu şey aslında korkaklıktır. Dua diye ettiğimiz cümlelerin içi ne kadar dolu, protesto diye attığımız adımların yönü ne kadar kıbleye dönük?
İslam dünyasının saraylarında lüks ve israf, sokaklarında hüzün ve zillet kol geziyor. Ve biz hâlâ tövbeyi sadece dilde arıyoruz; oysa tövbe, yürekte başlar ve davranışla tamamlanır.
NEDİR “NEFSİ ÖLDÜRMEK”?
İsrailoğulları’na emredilen “nefsinizi öldürün” emri, bir vahyin gereği olarak zahiren uygulanmıştı. Bugün bizden istenen belki de aynısı değil ama hakikatte daha çetini: Nefsini öldürmek; korkunu, bencilliğini, konforunu, suskunluğunu ve çıkarını mezara gömmektir. Gazzeli mazlumların sessiz feryadına sağır kalmanın keffareti, sadece bir dua ile yeterli olamaz.
Nefsini öldürmeyen, ümmeti diriltemez.
TEVBE: SADECE GÖZYAŞI DEĞİL, DEĞİŞİMDİR
Kur’anî mânâda tevbe, sadece pişmanlık değil, yön değiştirme demektir. Günahı terk etmek, pasif kalmak değildir; hakka sarılmak, zulme direnmek, iyiliği emretmek, kötülüğü engellemeye azmetmek demektir. İslam dünyası ancak böyle bir tevbe ile yeniden dirilebilir. Yoksa sadece konuşan, yazan ama harekete geçmeyen bir kalabalık, ümmet olamaz.
TEVBE ETMEZSEK…
Gazzeli çocuklar bize sadece mazlum değil, şahit olacaklar. Yarın mahşer meydanında onların gözyaşları, bizim tevekkül zannettiğimiz suskunluğumuzu yargılayacak. “Neredeydiniz?” sorusu sorulduğunda, verecek cevabı olmayan bir ümmetin sustuğu gibi susulmaz. O zaman, tövbeye davet bugündür, hemen şimdi.
“ÖLÜP DE DİRİLMEK”: YENİDEN BAŞLAMAK
Tövbe, bir yenilenme çağrısıdır. Ölmeden önce ölenler, yani nefsini öldürenler, hakiki hayatı bulanlardır. İslam dünyası, Gazze karşısındaki duyarsızlığını itiraf edip, acıya ortak olmakla, zulme karşı durmakla, hakkı savunmakla yeniden doğabilir. Aksi takdirde bu sessizlik, bu zillet, bu dağınıklık; bir ümmeti tarihin mezarına gömer.
Ve unutmayalım:
> “Allah, tevbe edenleri sever ve arınanları sever.” (Bakara, 2/222)