İLM-İ HÂL Mİ, İLM-İ KĀL Mİ? Kalıcı Olan Ne, Tesir Eden Hangisi?
İlim ikiye ayrılır: İlm-i kāl – dilde kalan, sözde ifade edilen ilimdir. İlm-i hâl – yaşanan, hissedilen ve hallere yansıyan ilimdir.
Bugün nice âlimler var; çok şey biliyorlar, çok konuşuyorlar. Fakat toplumun ruhunu değiştiremiyor, gönülleri diriltemiyorlar. Çünkü sadece ilm-i kāl sahibiler. Ama tarihe yön vermiş, gönülleri fethetmiş insanların çoğu, ilm-i hâl ile konuşanlardır. Az söyler, çok yaşarlar.
İlm-i Kālin Gölgesi, İlm-i Hâlin Güneşi
İlm-i kāl, gölge gibidir. Gerçekte vardır ama ışık yoksa işe yaramaz. İlm-i hâl ise güneştir. Aydınlatır, ısıtır, yeşertir. Söz, eğer hal ile desteklenmezse; tesiri rüzgâr gibi geçicidir. Ama bir bakış, bir eda, bir sabır, bir güzel örneklik; belki de bin vaazdan daha çok etkiler.
Hazret-i Mevlâna ne der:
> “Nice söz var ki, kuru gürültü; nice sükût var ki, nice sözden daha tesirli.”
Yaşayan İlim, Yaşatan İlimdir
Bir insan sabah akşam ahlâk dersi verse, ama kendi öfkesini, kibir ve hırsını terbiye etmemişse, onun bilgisi fayda vermez. Ama başka biri konuşmaz, fakat hâliyle sabrı, merhameti, edeple yürüyüşüyle insanlara ders verir. İşte bu yaşayan ilimdir. Bu ilim, kitaplarda değil, gönüllerde yazılıdır.
Peygamberler: Hâl ile Tebliğ Edenler
Efendimiz (s.a.v.) 23 yıl boyunca sadece söz söylemedi. Hayatıyla konuştu. Tebessümü, affediciliği, vakar ve edebi; onun en güçlü delilleriydi. Onu görenler “Bu yalan söylemez” dediler. Sözleri kadar, hâli de insanları İslâm’a çekti.
Ashab-ı kiram da öyleydi. Gittikleri yerlere önce ahlâklarını, sonra kitaplarını götürdüler.
İlm-i Hâl Kalbe Nüfuz Eder
Bir çiçeğin kokusu nasıl gizlenemezse, hâl ilmi de gizlenemez. İnsan, yaşadığına şahit olduğu bir sabrı, bir edebi unutamaz. Ama sadece kulakla dinlediği sözler, rüzgâr gibi geçip gider.
Bugün çocuklarımız nasihat değil, örnek istiyor. Toplum vaaz değil, hal bekliyor. Vicdanlar, bilgiyle değil, hal ile yumuşuyor.
Sonuç: Hâl, Kalbin Lisanıdır
İlm-i kāl, baş ile konuşur. İlm-i hâl, kalple konuşur. Kalpten gelen kalbe gider. Hâlden gelen hâle işler.
O yüzden demişler:
> “İlim, amel edilmedikçe baş belâsıdır.” “Hal ehli ol, kal ehli seni takip eder.”
“İlim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır.” [Beyheki O da hal ilmidir. İlm-i Hal.
Hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz(s.a.s.): “İlim öğrenmek her Müslüman erkek ve kadın üzerine farzdır. İlmi ehil olmayana veren, domuzun boynuna cevher, inci ve altın takan kimse gibidir.”
Kıssadan Hisse: Bugün dünyayı değiştirmek istiyorsak, önce hâlimizi değiştirmeliyiz. Sözün tesiri, hâlin güzelliğiyle mümkündür. Çünkü hâl, hâkikatin aynasıdır. Ve hakikat, ancak hâl ile yaşanır.
ANNE KARNINDAKİ CENİNİN OLUŞUMU ANINDA GEÇİRDİĞİ SAHALAR.
“TOPRAKTAN HAYATA: Anne Karnındaki Cenin ve Yaratılışın Hikmeti” “Ey insan! Seni yaratıp düzgün ve dengeli kılan, dilediği bir sûrette seni tertip eden Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr, 6-8)
İnsanoğlunun yaratılış serüveni, toprakla başlar ama Rahmân’ın rahmet deryasında şekillenir. Anne rahmindeki yolculuk, sadece bir biyolojik oluşum değil; aynı zamanda ilahî kudretin sergilendiği en büyük ayetlerden biridir. Kur’an, bu serüveni asırlar önce detaylı bir şekilde haber verirken, modern bilim bugün bu ayetlerin ne büyük sırlar taşıdığını birer birer keşfetmektedir.
1. Topraktan Nutfeye: Başlangıç
Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Andolsun, biz insanı çamurdan süzülmüş bir özden yarattık.” (Mü’minûn, 12)
İnsan bedenini oluşturan temel elementler —karbon, kalsiyum, demir, çinko— hepsi toprakta vardır. İlk yaratılış toprağa bağlıdır. Ama anne rahminde yeni bir yaratılış süreci başlar: Nutfe (damla) safhası.
“Sonra onu sağlam bir karar yerine (rahme) yerleştirdik.” (Mü’minûn, 13)
Rahim, sadece bir organ değil; ilahî bir eğitim ve terbiye merkezidir. Cenin, orada hikmetle şekillenir.
2. Alaka: Asılıp Tutunan Hayat
“Sonra nutfeyi alaka (asılıp tutunan embriyo) haline getirdik…” (Mü’minûn, 14)
Embriyoloji, döllenmiş yumurtanın rahim duvarına tutunarak “implantasyon” evresine geçtiğini teyit eder. Burada “alaka”, hem kan pıhtısı hem de “tutunan şey” anlamına gelir ki bu, bilimsel gerçeklerle tam bir örtüşme içindedir. Bu tutunma, hayatın rahmetle sarmalanmaya başladığı andır.
3. Mudğa: Çiğnemlik Et Parçası
“…Alakayı da mudğa (bir çiğnemlik et) haline getirdik.” (Mü’minûn, 14)
Mudğa; şekillenmeye başlayan ama henüz tam biçimlenmemiş embriyonun görünümüdür. Bu aşamada cenin, çiğnemlik et parçası gibi görünür; adeta hayata dair mühürlerin vurulduğu safhadır. Bu evrede organların temel yapıları oluşmaya başlar.
4. Kemikler ve Etin Sarılması
“Sonra mudğayı kemiklere çevirdik, ardından kemiklere et giydirdik.” (Mü’minûn, 14)
Bilimsel olarak da embriyonun önce kıkırdak ve kemik dokuları, ardından kas dokusu (et) ile sarıldığı tespit edilmiştir. Bu, ilahi sırların ne kadar hassas bir düzende işlediğini gösterir.
5. Yeni Bir Yaratılış: Ruhun Üflenmesi
“Sonra onu başka bir yaratışla insan yaptık. Yaratanların en güzeli olan Allah ne yücedir!” (Mü’minûn, 14)
İşte bu noktada maddeye ruh üflenmiş, biyolojik beden ilahî bir nefhayla diriltilmiştir. Bu safha, insanın sadece bedenden ibaret olmadığını; ruh, şuur, irade ve kalp taşıyan bir varlık olduğunu ilan eder.
Bilimin Geldiği Yer, Kur’an’ın Gösterdiği Yol
Modern embriyoloji, bu safhaların her birini mikroskobik düzeyde tespit edebilmiş; fakat anlamını hâlâ tam kavrayamamıştır. Kur’an ise bu süreci hem tanımlar, hem de “ibret alın” diye hatırlatır.
Bu yaratılış süreci, bize şunu öğretir:
Varlığımız tesadüf değil, ilahî bir tasarımdır.
İnsanın değeri, doğduğu anda değil, yaratıldığı anda başlar.
Anne rahmi, sadece biyolojik değil, aynı zamanda manevi bir terbiyenin de adıdır.
Her insan, yoktan var edilmiş bir mucizedir.
Sonuç: Bir Damla Suyduk, Rahmetle İnsan Olduk
İnsanoğlu çoğu zaman kibrine kapılır, kendi güç ve varlığını abartır. Oysa yaratılışını düşünen biri bilir ki, başlangıcı bir “nutfe”, yani hakir bir sıvıdır. Ama onu elest bezminde söz veren, rahimde şekillendiren, kalbine ruh üfleyen bir Rab vardır.
O hâlde insan kendine bakmalı, kendi yaratılışını düşünmeli, o karanlık rahimde şekillenirken kendisini gören ve kollayan Rabbi’ne karşı nankörlük etmemelidir.
Bir damla sudan başlayan bu yolculuk, ebedî âleme uzanan bir imtihandır.
@@@@@@
SENARYO: “KARANLIKTAN HAYATA – CENİNİN DİLİNDEN YARATILIŞ”
Kur’an ve bilimin ışığında, anne rahminde geçen ilk 40 haftanın deruni bir yolculuğu.
AÇILIŞ – KARANLIK BİR EKRAN, HAFİF NABIZ SESLERİ VE DERİN FON MÜZİĞİ
CENİN (İÇ SESİ) – SAKİN VE DERİN BİR TONLA:
> “Ben… Henüz adım bile konmadı. Ama ben varım… Sessizlikte atılan ilahî bir tohumun sesiyim. Ne gözüm var şu an, ne ellerim… Ama beni bilen biri var… O beni görüyor, duyuyor, şekillendiriyor…”
GÖRÜNTÜ: MİKROSKOBİK GÖRSELLER, SPERM VE YUMURTA BULUŞUYOR.
CENİN:
> “Yolculuğum, bir damla sudan başladı. Nice milyonlar arasından seçildim. Bir yumurtaya tutundum. Ama bu, sadece başlangıçtı…”
GÖRÜNTÜ: RAHİM DUVARINA TUTUNAN ZİGOT. KAN DOLAŞIMI BAŞLIYOR.
CENİN:
> “Rahmetli bir karanlığa yerleştirildim. Tutundum… ‘Alaka’ oldum… Asıldım hayata, sanki sonsuzluğa uzanan bir ipe…”
> “İlk önce kemiklerim oluştu. Sonra etle sarıldım… Gözlerim şekillendi ama henüz göremem. Kalbim atıyor, ama hâlâ suskunum… Bir ses bekliyorum… İlahi bir nefha…”
GÖRÜNTÜ: 120. GÜN. HAFİF IŞIK PATLAMASI, BİR ANDA DERİN BİR NEFES SESİ
CENİN:
> “Ve bir gün… O’ndan bir ruh üflendi bana. İlk defa ‘ben’ oldum… Artık sadece bir beden değilim. Bir kalbim, bir iradem, bir kaderim var…”
GÖRÜNTÜ: CENİN ARTIK 7. AYDADIR. ELLER, GÖZLER, KALP ATIŞI NETLEŞMİŞTİR.
CENİN:
> “Ben hâlâ annemin kalbiyle yaşıyorum… O her ne zaman üzülse, ben ürperirim. O gülünce ben de rahatlarım. Ama bir gün… bu sessizlik sona erecek.”
GÖRÜNTÜ: DOĞUMA YAKIN BİR CENİN. KÜÇÜK ELLERİYLE RAHİM DUVARINA DOKUNUYOR.
CENİN:
> “Ben karanlıktan aydınlığa hazırlanıyorum. Topraktan ana rahmine, rahimden dünyaya… Ardından kabir, mahşer ve ebediyet… Bu, sadece bir durak…”
GÖRÜNTÜ: DOĞUM ANINDAKİ IŞIK PATLAMASI. BEBEĞİN AĞLAMA SESİ.
CENİN (SON MESAJ):
> “Unutma ey insan… Sen de böyleydin… Karanlıktan geldin, rahmetle yoğruldun, kudretle yaratıldın… Şimdi yaşarken kime kulluk ettiğini hatırla… Çünkü ben artık dünyadayım… Ve sıra sende…”
KAPANIŞ – EKRANDA ŞU AYET BELİRİR:
> “O sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendirir. Ondan başka ilâh yoktur.” (Âl-i İmrân, 6)
NOTLAR:
Anlatım tarzı: Tefekkürlü, manevi derinliği olan, ses tonu yavaş ve duygulu.
Görsel öneri: Embriyo gelişimini gösteren 3D animasyonlar, rahim içi tasvirler, mikroskobik görseller.
Müzik önerisi: Derin yaylılar, hafif kalp atış sesleri, mistik fonlar.
Bize Bizi ve İç Dünyamızı ve de Ebed’e Uzanan Derinliklerimizi İşitip Bilen Gerek
İnsan, görünen bedeniyle değil, görünmeyen derinlikleriyle insandır. Gözle görünen tarafı toprağa ait, kulağa işitilmeyen yönü semaya meyillidir. Ve bu iç dünya öyle bir âlemdir ki, nice düşünceler, duygular, haller, umutlar ve korkularla doludur. Herkesin bir dış sesi, bir de iç sesi vardır. Dış ses konuşur, iç ses susar ama duyurmak ister. İşte o iç sesi duyan bir Semi’, o derinliği anlayan bir Nazar, o mahremiyeti bilen bir Alim gerek bize.
İnsan bazen kendi iç dünyasında kaybolur. Kalabalıklar içinde yalnız, gürültüler içinde sessizdir. Çünkü onu anlayan yoktur. Çünkü onu işiten yoktur. Zira çoğu göz görür ama hakikati göremez; çoğu kulak duyar ama içten gelen sesi işitmez.
Oysa insanın asıl ihtiyacı, onu dışından çok içinden anlayan birine yönelmek, ona içini dökebilmektir. Sadece sözlerine değil, suskunluklarına da kulak verecek bir merciye… İşte bu ihtiyaç, insanı Allah’a muhtaç kılar. Zira O’dur bizim içimizi de dışımızı da bilen. O’dur sözlerimizi duyan, gözyaşlarımızı sayan, kalbimizden geçen duaları yazan.
Kur’an’ın tabiriyle, Allah “kalplerin özünü bilendir” (el-Hadîd, 6). O bilir, çünkü bizi bizden daha iyi tanır. Zira bizi yaratandır. Her damarı, her düşünceyi, her kırgınlığı, her korkuyu, her ümidi yazmıştır kaderimize. Biz kendimizi unutsak da, O unutmaz. Biz içimizi saklasak da, O görür. Biz ses veremesek de, O işitir.
Bazen bir dua olur içimizde, dilimiz söyleyemez ama yüreğimiz feryat eder. Ve işte o anda, bizi işiten, anlayan, şefkat eden bir Rab vardır. İnsan insana anlatsa da eksik kalır. İnsan insandan medet umsa da, eninde sonunda yetmez. Zira insan sınırlıdır, acizdir. Ama Allah sınırsızdır, sonsuzdur.
Bize bizi bilen gerek… Sözün ötesindeki halimizi anlayan, dışımızdaki maskeleri delip geçen bir nazar gerek… Ve en önemlisi: Bize Ebed’i bilen, bizi Ebed’e göre hazırlayan bir Rehber gerek. Çünkü içimizde sonsuzluk arzusu var. Faniye razı değiliz. Sevgilerimiz, umutlarımız ve ideallerimiz bile bu dünyaya sığmaz.
Bu yüzden, iç dünyamızın kıymetini bilen, ruhumuzu anlamlandıran, bizi ebediyete hazırlayan bir terbiyeye muhtacız. Kur’an bu terbiyeyi verir, Peygamber bu rehberliği yapar, iman bu huzuru sağlar.
Ey insan! Bütün suskunluğunla, bütün derinliğinle, bütün mahremiyetinle seni anlayan biri var: Allah! O’na yönel. O’na konuş. O’na aç kalbini. Zira seni senden iyi bilen ancak O’dur.
Efendimiz (s.a.v.) buyurur: “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır.” (Beyhakî, Şuabü’l-İmân, 5/343)
Bu kısa ama derin anlamlar yüklü hadis-i şerif, İslam ahlakının ve kulluk şuurunun özüdür. Zira niyet, amelin ruhudur. Kalbin yönelişi, gayenin temizliği, içteki samimiyet, bazen dışta görülen nice amelden daha kıymetli olabilir. Çünkü Allah Teâlâ amele değil, önce kalbe bakar. Amelin özü niyettir, niyet ise kişinin Rabbiyle olan gizli dilidir.
Niyetin Gizli Cevheri
Bir mümin, nice büyük işler yapamayabilir. İmkânı olmayabilir, gücü yetmeyebilir, zamanı sınırlı olabilir. Ancak kalbinde taşıdığı niyetle bir dağın altına girecek kadar irade ve teslimiyet vardır. O niyet, amel olmasa dahi sahibine sevap kazandırır. Çünkü niyet, kişinin iç âleminde attığı bir imzadır. Kalpteki ihlâsı, sadakati ve yönelişi gösterir.
Mesela bir mümin cihada gitmek ister, ama hastadır; gitse zarar verecektir. Fakat kalbinde “Rabbim! Ben orada olsaydım, canımla malımla mücadele ederdim” diyorsa, Allah onu oradaymış gibi yazar. Çünkü niyetiyle oradadır. İşte bu, imanın yüceliği ve rahmetin sonsuzluğudur.
Gösterişsiz İyilikler ve Samimi Kalpler
Ameller bazen gösterişli olabilir, insanlar beğensin diye yapılmış olabilir. Ancak niyet, kul ile Rabbi arasında mahrem bir alandır. Orada riya barınamaz. Bir lokmayı bir yetime vermek, eğer sırf Allah içinse; milyonlarca lira infaktan daha kıymetli olabilir. Çünkü burada niyetin berraklığı vardır, amel az da olsa samimiyet büyüktür.
Nice insanlar vardır ki, insanlar onları bilmez ama gök ehli tanır. Çünkü onların niyeti semaya kadar yükselmiştir. İhlasla yapılan niyet, görünmeyen melekler tarafından amel defterine geçirilir. Niyetle yapılan iyilik, amelle süslenmese dahi arşta yankı bulur.
Niyetin Bozulması, Amelin Değersizleşmesi
Tersinden bakıldığında ise niyetin bozuk olması, en güzel amelleri bile değersiz hâle getirir. Riya ile yapılan bir sadaka, kibirle kılınan bir namaz, gösteriş için tutulan bir oruç; kabuk gibidir. İçi boştur. Allah o amele değil, o amelin içini dolduran niyete bakar. Kalbi Allah’tan uzak bir amel, sahibini de Allah’a yaklaştırmaz.
Amelsiz Niyet, Ama Niyetsiz Amel Olmaz
Bir niyet, kişiyi ibadet sevabına ulaştırabilir. Ama bir amel, eğer içinde doğru bir niyet barındırmıyorsa; belki sadece yorgunluk bırakır. Amelsiz niyet, sahibini yüceltirken; niyetsiz amel, kişiyi gaflete sürükleyebilir. Bu yüzden niyet etmek de bir ibadettir.
Bir ilim meclisine gitmek niyetiyle yola çıkan, ama trafik yüzünden yetişemeyen kimse, o meclise oturmuş gibi ecir alır. Çünkü onun niyeti, Rabbine yönelikti. Bu, bize şunu gösterir: Müminin kalbi yöneldiği yere doğru yürür. Beden yetişemese de kalp oradadır.
Her Güne Niyetle Başlamak
İnsan her sabah, “Bugün Allah’ın rızasını kazanacağım” niyetiyle başlasa; o gün içindeki işler de, sözler de o niyetin gölgesinde şekillenir. Çünkü niyet, hayatı yönlendiren bir pusuladır. Niyeti doğru olanın yönü doğru olur. Her işinde niyetini gözden geçiren kişi, ahiretine yatırım yapar. Belki küçük bir tebessüm, güzel bir söz, bir dua niyetiyle koca bir dağ kadar sevap kazanabilir.
Sonuç olarak, “Müminin niyeti amelinden hayırlıdır” hadisi, bize kalbin önemini, niyetin kudretini ve ihlasın değerini hatırlatır. Gözle görünmeyen niyetler, bazen dünyaları değiştirecek güce sahiptir. O halde her işimize, her adımımıza, her söze bir niyetle başlayalım. Belki amel küçük olur ama niyet büyükse, Allah katında değeri dağlar kadar olabilir.
KURAN-I KERİM’DE ‘AZAP’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ
Kur’ân-ı Kerim, yalnızca bir rahmet kitabı değil; aynı zamanda bir uyarı, bir hatırlatma ve bir ikaz kitabıdır. O, müjdelediği gibi uyarır da. Merhamet ettiği gibi azaptan da bahseder. Çünkü insanoğlunun hem umutla hem de korkuyla dengede kalması, fıtratının gereğidir. Kur’ân’da “azap” kelimesi, Allah’ın adaletiyle tecelli eden, haddi aşanlara verilen karşılığı ifade eder. Fakat bu azap, ne bir zulümdür ne de keyfî bir cezadır. Bilakis her biri hikmetle dolu, ibret yüklü bir ilâhî ikazdır.
Azap Kavramı Ne Anlatır?
Kur’ân’da azap kelimesi; acı, sıkıntı, ceza ve ilâhî karşılık anlamlarında geçer. Genellikle hakikate sırt çeviren, peygamberleri yalanlayan, zulmü hayat tarzı haline getiren toplumlara karşı kullanılır. Amaç intikam değil; ikaz ve ıslahtır. Kur’ân’daki azap ayetleri, Allah’ın kullarını uyandırmak için çalan rahmet tokmakları gibidir.
Azap Olarak Nitelenen Bazı Ayetler ve Hikmetleri
1. “İnkâr edenlere, şiddetli bir azap vardır.”
(Bakara Suresi, 7) Bu azap, küfrün kalpte sabit hale gelmesiyle Allah’ın kalbi mühürlemesinin neticesidir. Kalp ölü olduğunda azap kaçınılmaz olur. Bu bir cezadan çok, bir sonucu ifade eder: Hakkı gören göz kapalıysa, hakikatin ışığı azaba dönüşür.
2. “Onlara gökten bir azap gönderiverdik de hemen yere yığılıp kaldılar.”
(Şuara Suresi, 189) Medyen halkının kıssasında geçen bu ayet, azabın bir anda, beklenmedik şekilde gelişini gösterir. Hikmeti şudur: Zalim ve azgın toplumlar gaflet uykusunda iken ansızın yakalanırlar. Çünkü vakit tükenmiş, hakikate karşı tüm kapılar kapanmıştır.
3. “Nice memleketler vardır ki, zulmediyorlardı da biz onları helâk ettik; sonra yerlerine başka kavimler getirdik.”
(Enbiya Suresi, 11) Bu ayet, azabın toplumsal boyutunu ve tarihî yankılarını gösterir. Zalim topluluklara azap gelir, ama bu ilâhî adaletin sonucu olarak gerçekleşir. Her gelen azap, bir nesli silerken, diğerine ibret bırakır.
4. “Biz peygamberleri sadece müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndeririz. Artık kim iman eder ve kendini düzeltirse onlara korku yoktur. Kim de yalanlar ve yüz çevirirse, işte onlar azaba uğrayacaklardır.”
(A’raf Suresi, 35–36) Bu ayet azabın Allah’ın tercihi değil, kulun tercihinin sonucu olduğunu gösterir. Azap, haktan kaçışın bedelidir. Kur’ân bu gerçeği haber verirken, aynı zamanda bir seçim fırsatı da sunar.
Azabın Hikmetleri Nelerdir?
1. Adaletin Tecellisi
İlâhî azap, zulmün cezasıdır. Dünyada her kötülüğün karşılığını görmediğini düşünenler için Kur’ân azabı hatırlatır. Zalimlere mühlet verilir ama asla ihmal edilmezler. Allah, mutlak adildir.
2. İkaz ve Uyarı
Azap ayetleri bir nevi “dur” levhasıdır. Gafletle, hırsla, kibirle kendini kaybetmiş insanlara uyarıdır. Rahmet tokadıdır. Her azap uyarısı, geri dönüş için bir çağrıdır aslında.
3. İbret ve Ders
Kur’ân’daki azap anlatımları, sadece tarih bilgisi olsun diye değil, ibret alınsın diye anlatılır. Kavimlerin helakı, modern insanın da kalbinde yankılanmalıdır. “Onlara olan, bize de olabilir” şuuru, insanı ıslaha sevk eder.
Azap, Her Zaman Ateş mi?
Kur’ân’da azap sadece ahiret azabı değil; dünyada da şekil bulur:
Kalp huzurunun gitmesi,
Toplumların bozulması,
Ahlâkî çöküntü,
Bela ve musibetler… Bunların her biri azabın farklı tecellileridir. Bazen azap, Allah’ın kulu terk etmesi, gaflet içinde başıboş bırakmasıdır ki, bu en korkuncudur.
Sonuç: Azap Ayetleri Korku Değil, Farkındalık İçindir
Kur’ân’daki azap anlatımları, sadece korkutmak için değil; uyanmak ve yönelmek içindir. Çünkü her “azap” uyarısı, satır aralarında bir “rahmet” çağrısı taşır. “Dön, vazgeç, affolunursun” diyen bir ses vardır her azap ayetinde. Çünkü Allah, azabı dileyen değil; rahmeti yayandır. Ama kul tercihini zulümden, inkârdan yana kullanırsa, azap da hak olur.
Ey insan! Kur’ân’daki azap ayetleri seni korkutmasın; seni uyandırsın. Çünkü o azaplar, senin içindeki merhamete, vicdana ve hakka çağrıdır. Ve unutma… Azap, yalnız zulme razı olanadır.
KURAN-I KERİM’DE ‘HİKMET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ
Kur’ân-ı Kerim, insanlığın karanlıklar içinden aydınlığa çıkarılması için gönderilen ilâhî bir nurdur. Bu nurun temel özelliklerinden biri de hikmetle bezenmiş olmasıdır. Kur’ân’da birçok ayette geçen “hikmet” kelimesi, sıradan bir akıl yürütme değil; Allah’ın katından gelen, eşyanın hakikatine uygun doğru hüküm verme kabiliyeti, ilâhî bir derinliktir. Hikmet, ilmin ruhu, davranışın ölçüsü, hayatın anlamıdır.
Kur’ân’da Hikmet Ne Demektir?
“Hikmet”, Arapça’da “yerli yerinde yapmak”, “bir şeyi en uygun şekilde bilmek ve uygulamak” anlamlarına gelir. Kur’ân’da ise hikmet; ilim, anlayış, derin kavrayış, doğru söz ve davranış ile birlikte anılır. Hikmetli olan; ölçülü, dengeli, maksada uygun davranandır. Ve Kur’ân, bizzat kendisi bir hikmet hazinesidir.
Kur’ân’da ‘Hikmet’ Olarak Nitelendirilen Ayetlerden Örnekler
1. “Allah, dilediğine hikmeti verir. Kime hikmet verilmişse, ona gerçekten büyük bir hayır verilmiştir.”
(Bakara Suresi, 269) Bu ayet, hikmetin bir bilgi değil, bir nimet olduğunu gösterir. Hikmet, aklın ötesinde bir Allah vergisidir. Herkese değil; basireti açık, kalbi arınmış, hakkı isteyenlere verilir. Ve bu verilen, dünya ve ahiret saadetinin anahtarıdır.
2. “Yoksa onlar, Allah’ın lütfundan verdiği şeyler için insanlara haset mi ediyorlar? Oysa biz, İbrahim soyuna kitap ve hikmeti verdik ve onlara büyük bir mülk bahşettik.”
(Nisa Suresi, 54) Hikmet, ilâhî seçilmişliğin bir göstergesidir. Kitap ile birlikte gelen hikmet, kişinin söz, davranış ve hükmünde doğruluğu sağlar. Bu ayet, ilmin makam değil, sorumluluk olduğunu da hatırlatır.
3. “Andolsun ki Allah, müminlere içlerinden, kendilerine Allah’ın ayetlerini okuyan, onları arındıran, onlara kitap ve hikmeti öğreten bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur.”
(Ali İmran Suresi, 164) Burada hikmet, peygamberlerin temel misyonlarından biri olarak zikredilir. Hikmet öğretimi, sadece bilgi değil; nefsin tezkiyesi, kalbin arınması ile birlikte yürütülen bir terbiyedir.
Kur’ân’ın Kendisi Hikmettir
Kur’ân’da bazı sureler, “el-hakîm” yani “hikmet sahibi” olarak tanıtılır:
“Yâsîn. Hikmet dolu Kur’ân’a andolsun…” (Yasin Suresi, 1–2)
“Bu, hikmetli ve övülmeye layık Allah tarafından indirilen ayetlerdir.” (Fussilet, 42)
Bu ayetlerde Kur’ân’ın kendisi, hikmetin kaynağı olarak sunulur. Çünkü onun her ayeti, hem bilgi verir hem de hayatı tanzim eder. Hikmetli bir hayat için, hikmetli bir kaynağa yönelmek gerekir.
Kur’ân’da Hikmet Verilenler Kimlerdir?
Hz. Lokman: “Andolsun ki Lokman’a hikmet verdik…” (Lokman, 12) Lokman, peygamber değil ama hikmet sahibi bir örnektir. Oğluna yaptığı nasihatler, Kur’ân’da yer bulmuştur.
Hz. İbrahim ve zürriyeti: “Onlara kitabı ve hikmeti verdik.” (Ankebut, 27)
Hz. İsa: “Allah ona kitap, hikmet, Tevrat ve İncil’i öğretti.” (Ali İmran, 48)
Hz. Muhammed (s.a.v.): O da ümmetine kitabı ve hikmeti öğreten son elçidir. (Bakara, 151)
Bu örnekler gösteriyor ki, hikmet bir nebilik mirasıdır. Hikmet verilen kişi, sadece bilen değil; hak ile bilen ve hakkaniyetle davranan kişidir.
Hikmetin Hikmeti Nedir? (Neden Vardır?)
1. Sözün ve Davranışın Terazisidir
Hikmet, bir Müslüman için doğru zamanda, doğru şeyi, doğru şekilde yapma sanatıdır. Bilmek başka, hikmetle davranmak başkadır. Kur’ân’daki hikmet mesajı, insanın önce kendine, sonra topluma karşı ölçülü olması için vardır.
2. Ahlâkî Denge Unsurudur
Hikmet, ahlâkı kuru bir kurallar manzumesi olmaktan çıkarır, onu hayatın içine yerleştirir. Kur’ân’da hikmet, hep takva, sabır, güzel söz, anne-babaya iyilik gibi erdemlerle yan yana geçer.
3. Basireti Açan Bir Işıktır
Hikmet, olayların dışını değil içini görmektir. Sadece “ne oldu?” değil, “neden oldu?”yu anlamaktır. Kur’ân’ın verdiği bu basiret, kişiyi gafletten korur, hakikate yaklaştırır.
Sonuç: Hikmetle Yaşamak, Kur’ân’la Yaşamaktır
Kur’ân’da hikmet, yalnız bilginin değil; kalbin, vicdanın ve eylemin doğruluğudur. Hikmetli olmak, Kur’ân’ı anlamakla başlar; onu hayatına tatbik etmekle kemale erer. Kur’ân hikmettir; ama ona hikmetle yaklaşanlara hikmet olur. Aksi hâlde sadece lafızlarda kalır.
Unutma, her ayet bir ışık; ama hikmetle bakana nurdur. Ve hikmet, Allah katından gelen en büyük hayırlardan biridir:
> “Kime hikmet verilmişse, gerçekten büyük bir hayır verilmiştir.” (Bakara, 269)
KURAN-I KERİM’DE ‘İNDİRDİK’ DİYE BAŞLAYAN AYETLER VE HİKMETLERİ
İlâhî kelâm olan Kur’ân-ı Kerim, insanlık tarihine ışık tutan, hayatın bütün alanlarına rehberlik eden ve her ayetiyle sonsuz bir hikmeti barındıran bir kelâm-ı ezelîdir. Kur’ân’da dikkat çeken bazı ayetler, “İndirdik” ifadesiyle başlar. Bu kelime, Cenâb-ı Hakk’ın doğrudan hitabını, emir ve hikmetinin vahiy yoluyla insanlığa ulaştırıldığını ifade eden kudsî bir beyan tarzıdır.
“İndirdik” İfadesi Ne Anlatır?
Kur’ân’da geçen “İndirdik” (نَزَّلْنَا / أَنْزَلْنَا) ifadesi, sadece bir metnin aktarımını değil, bir rahmetin, bir hükmün, bir ilmin ve bir nurun semâvî menşeini ve hikmetli maksadını işaret eder. Bu ifade, kulun önüne konan bir hakikat haritasını, ilâhî bir fermanı ve aynı zamanda bir imtihan vesilesini temsil eder.
Bazı Ayet Örnekleri ve Hikmetleri
1. “Şüphesiz Biz onu Kadir Gecesi’nde indirdik.”
(Kadir Suresi, 1) Bu ayet, Kur’ân’ın indirilişini, zamanla buluşmasını ifade eder. Zamanların en mübarek gecesi olan Kadir Gecesi, Kur’ân’ın nüzulüyle şereflenmiş, bütün bir zaman dilimi onunla nurlanmıştır. Bu, zamanın dahi Kur’ân’la kıymet kazandığının delilidir.
2. “Andolsun, size açıklayıcı ayetler, sizden önce geçenlerden ibretler ve müttakiler için bir öğüt indirdik.”
(Nur Suresi, 34) Burada “indirdik” ifadesi, Kur’ân’ın sadece söz değil, içinde ibretler, geçmiş kavimlerden dersler ve takvaya erenler için öğütler barındırdığını ifade eder. Yani bu indiriş, insanı yalnızca bilgilendirmek değil, arındırmak ve yüceltmek içindir.
3. “Biz bu Kitabı sana, insanlara kendilerine indirileni açıklayasın diye indirdik.”
(Nahl Suresi, 44) Bu ayet, Peygamber’in vazifesini ve Kur’ân’ın açıklayıcılığını gösterir. Vahiy bir muamma değil, bir beyanat kaynağıdır. “İndirdik” burada, hakikatin perde arkasını açma görevini üstlenmiştir.
4. “Biz bu Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik.”
(Taha Suresi, 2) Kur’ân bir yük değil, bir rahmettir. İndirilişi, kulun fıtratına uygun, ruhuna huzur ve kalbine nur getirmek içindir. Bu ayet, Kur’ân’a karşı geliştirilen yanlış anlayışlara da bir cevap niteliğindedir.
5. “Biz onu mübarek bir gece de indirdik. Çünkü Biz uyarıcıyız.”
(Duhan Suresi, 3) Bu ayette indiriliş, ilâhî bir rahmet ve aynı zamanda bir uyarıdır. İndirme fiili, bir ikram olduğu kadar, bir ikazdır da. İnsanlık gaflete düşmesin, kendisine gelmesini bilsin diye semadan bir hitap gelmiştir.
Neden “Biz İndirdik”?
Kur’ân’da Allah Teâlâ çoğu zaman “Ben” yerine “Biz” ifadesini kullanır. Bu, büyüklük, azamet ve haşmetin bir ifadesidir. “İndirdik” ifadesiyle, bu Kitab’ın insan eliyle değil, doğrudan Allah’ın muradıyla geldiği beyan edilir. Bu, Kur’ân’ın beşer ürünü değil, Rab menşeli olduğunun altını çizer.
İndirilen Kur’ân, Yükselmek İçin Bir Merdivendir
Kur’ân’ın semadan inmesi, insanın yerden göğe yükselmesi içindir. “İndirdik” ifadesi, aslında insanın yeryüzündeki duruşunu, yönünü ve istikametini tayin eden bir pusuladır. Hakikat yukarıdan gelir, insan ona yönelirse yükselir. O yüzden indirilen her ayet, aslında insanı yükseltmek içindir.
Sonuç: Her “İndirdik” Bir Feryattır, Bir Davettir
Her “İndirdik” ifadesi, insanlığa yapılan bir çağrıdır: “Ey insan! Bu hitap sana. Bu söz gökten sana geldi. Kulak ver, düşün, ibret al ve yolunu ona göre çiz!” Kur’ân’ın indirilişini sadece bir tarihi olay olarak görmek, onun diri mesajını öldürmek olur. Çünkü Kur’ân her an iniyor; kalbe, zihne, vicdana ve hayata. Her “İndirdik” bir rahmet inişidir. Bu inişe gönlünü açan, yükselir.
KURAN-I KERİM’DE ‘ADALET’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ
Kur’ân-ı Kerim’in en temel ilkelerinden biri adalettir. Zira adalet, kâinatın düzeni, toplumun huzuru, ferdin saadeti ve dinin ruhudur. Kur’ân, adaleti yalnızca bir hukuk ilkesi olarak değil; bir iman, ahlâk ve kulluk ölçüsü olarak sunar. Adalet, Allah’ın isimlerinden biri olan “el-Adl” ismiyle kainata tecelli etmiş, varlıkların hakikatine işlenmiştir.
Kur’ân, adaleti bir fazilet değil, bir zorunluluk olarak emreder. Çünkü adaletin olmadığı yerde zulüm vardır; zulmün olduğu yerde ise rahmet barınmaz.
Adaletin Kur’ân’daki Anlamı Nedir?
Adalet, her hak sahibine hakkını vermek, bir şeyi yerli yerine koymak, ölçüyü bozmamak, aşırılıktan kaçınmak demektir. Kur’ân’ın adaleti sadece mahkeme salonlarında değil; ailede, ticarette, kalpte ve düşüncede tecelli eder.
Kur’ân-ı Kerim’de adalet, bazen “adl”, bazen “kıst”, bazen “mîzan” kelimeleriyle ifade edilir. Her biri, denge, ölçü, tarafsızlık ve hakkaniyet anlamları taşır.
Kur’ân’da Adaletle İlgili Ayetlerden Örnekler
1. “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya yardım etmeyi emreder…”
(Nahl Suresi, 90) Bu ayet, Kur’ân’ın en kuşatıcı emirlerinden biridir. Cuma hutbelerinde her hafta okunur. Çünkü adalet, hem toplumu ayakta tutar hem insanın ruhunu yüceltir. Adalet yoksa ihsan da kalmaz.
2. “Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun.”
(Maide Suresi, 8) Adalet, burada sadece devletin değil, her müminin şahsî sorumluluğu olarak sunuluyor. Üstelik dost için de düşman için de adaleti ayakta tutmak emrediliyor. Bu, imanın kemalidir.
3. “Bir topluma olan kininiz, sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun, bu takvaya daha yakındır.”
(Maide Suresi, 8 devamı) Adalet, duygularla değil, hakikatle karar vermektir. Kin, öfke, çıkar gibi duygularla çarpılan adalet, zulme dönüşür. Kur’ân bu noktada insanın nefsini eğitmeye çağırır.
4. “Gökleri ve yeri hak ve denge (mîzan) ile yarattı.”
(Rahman Suresi, 7-9) Burada adaletin yalnızca insanlar arasında değil, kâinatta da hüküm sürdüğü anlatılır. Güneşin, ayın, yıldızların bile ölçüye boyun eğdiği bir sistemde insanın keyfî davranması bir haksızlıktır.
Kur’ân’da Adaletin Hikmetleri
1. Adalet, İlâhî Bir İsim ve Sıfattır
“Allah adalet sahibidir (Adl’dır)” demek, Allah’ın hiçbir şekilde zulmetmeyeceği, her şeyi yerli yerine koyacağı anlamına gelir. Bu, kul için bir güvence ve aynı zamanda bir sorumluluk getirir. Zira adil olan Allah’ın kulları da adil olmalıdır.
2. Adalet, Toplumsal Huzurun Temelidir
Kur’ân, geçmiş kavimlerin helak sebeplerini anlatırken genellikle zulümden bahseder. Zulüm; sadece baskı değil, adaletsizliktir. Adaletin sarsıldığı toplumda ne ibadet, ne ahlâk, ne huzur kalır.
3. Adalet, Takvaya Yaklaştırır
Kur’ân, adaletin bir iman ölçüsü olduğunu vurgular. Adil olmak; Allah’tan korkmak, kuldan utanmak, vicdana danışmaktır. Bu yüzden adalet, müminin ahlâkî pusulasıdır.
4. Adalet, Nefs ile Cihadın Bir Şeklidir
Adil olmak kolay değildir. Hele ki çıkar, nefis, öfke devreye girdiğinde… Bu noktada adalet, bir cihad haline gelir. Kendine karşı adil olmak, nefsin zulmünden kurtulmaktır.
Zulüm Nedir, Adaletin Zıddı Nedir?
Kur’ân, adaletin zıddını zulüm olarak tanımlar. Zulüm, sadece başkasına zarar vermek değildir; hak sahibinin hakkını vermemek, haddi aşmak, dengesizliktir. Allah zulmü sevmez.
> “Allah zulmeden topluluğu asla hidayete erdirmez.” (Bakara, 258)
Bu yüzden adaletin terk edildiği yerde hidayet kapanır, rahmet çekilir.
Adalet, Sadece Hüküm Vermek Değildir
Adalet:
Bir annenin çocukları arasında eşit davranmasıdır.
Bir tüccarın terazide ölçüyü eksiltmemesidir.
Bir öğrencinin kopya çekmemesidir.
Bir yöneticinin akrabasına ayrıcalık tanımamasıdır.
Bir insanın, kendine karşı da adil olmasıdır.
Yani adalet, hayatın her anına sinen ilâhî bir şuurdur.
Sonuç: Kur’ân Adalet Kitabıdır
Kur’ân, sadece ibadetleri değil; toplumun adalet temeli üzerinde yükselmesini hedefler. Çünkü adalet; ibadetin ruhu, ahlâkın temeli, medeniyetin mayasıdır. Adalet; imanla, ilimle, vicdanla ve cesaretle yürütülen bir emanettir.
Ve unutma: Adalet terazisi ne kadar hassas olursa, Allah’ın rızası o kadar yaklaşır. Kur’ân’ın adalet çağrısı, sadece mahkemelere değil; her kalbe hitap eder:
> “Adil olun. Bu, takvaya daha yakındır.” (Maide, 8)
İNSANDA BULUNAN KÂİNATTAKİ DÖRT MADDE VE HİKMETLERİ: TOPRAK-SU-HAVA VE ATEŞ
İNSAN: DÖRT UNSURUN HİKMETLİ TERKİBİ
İnsan; göğe bakan bir baş, toprağa basan bir ayak ve iki cihan arasında kurulmuş muazzam bir köprüdür. Onun yaratılışında kullanılan dört temel unsur —toprak, su, hava ve ateş— sadece fiziksel varlığını değil, aynı zamanda manevî yönlerini de şekillendiren derin sırlar taşır. Kâinatın özü bu dört unsur üzerine kurulmuşken, insan da bu unsurların küçük bir âlemdeki yansımasıdır. Kısaca insan, bir kâinat; kâinat, büyük bir insandır.
1. TOPRAK: TEVAZUUN VE SABRIN KAYNAĞI
Toprak, maddenin en ağır, en alçak ve en verimli olanıdır. İnsan bedeninin ana hamuru topraktır. Bu, insana tevazuu öğretir. Toprak gibi ol ki üstüne basıldıkça bereket ver, alçaldıkça yücel. Her türlü bitkinin yeşermesi, hayatın devamı hep onunla mümkündür. İnsan da alçaldıkça yücelir, vermeyi bildikçe kemâle erer.
Toprak aynı zamanda sabrın ve istikrarın simgesidir. Yağmuru bekler, tohumu taşır, zamanı gelince meyve verir. İnsan da olaylar karşısında sabretmeyi, içten içe pişmeyi ve sonunda meyve vermeyi toprağın bu hâlinden öğrenmelidir.
2. SU: ARINMANIN VE HAYATIN KAYNAĞI
Su, latif bir maddedir. Bedenimizin büyük kısmı sudan oluşur. Su olmadan hayat olmaz. Su, arındırır, serinletir, taşır, temizler. Kur’ân’da su, hem maddî hem manevî temizliğin simgesidir. “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 30)
İnsanın içinde de su gibi akan duygular vardır: sevgi, merhamet, şefkat. Su gibi berrak bir kalp, nefretten ve kini barındırmaz. Su gibi duru bir gönül, ilâhî feyze mazhar olur. Su, aynı zamanda hareketliliği ve esnekliği de öğretir. Zorluklar karşısında su gibi yol bulmak, akmak ve direnmek gerekir.
3. HAVA: HİS, DUA VE RUHUN NEFESİ
Hava görünmez ama hayattır. Solumadığımız an yaşayamıyoruz. O kadar kıymetli ki, fark edilmediği hâlde her an bizimledir. İnsanın nefesiyle ilişkilidir ve bu yüzden Kur’ân’da ruh üflemesiyle insanın hayat bulduğu belirtilir: “Ona ruhumdan üfledim.” (Hicr, 29)
Hava, manevî hayatın nefesi olan dua, zikir ve niyet ile de sembolleştirilir. Rüzgâr gibi hissedilir ama görünmez. İnsan iç dünyasında esen rüzgârlarla yön bulur. Havanın taşıyıcılığı, insanın sözleriyle, duasıyla, içinden gelen niyetlerle ilâhî âleme yönelişini temsil eder.
4. ATEŞ: İRADE, ŞEVK VE İMTİHAN
Ateş, hem yakıcı bir güçtür hem de yok edici. İnsanda ateşin karşılığı, onun iradesi, şevki, hırsı ve bazen de öfkesidir. Ateş kontrollü olduğunda insanı ısıtır, pişirir, olgunlaştırır. Ama kontrolden çıktığında yakar, yıkar, yok eder.
Ateş aynı zamanda imtihanları da temsil eder. “İnsan, ateşle pişer” der büyükler. Bela ve musibetlerle olgunlaşan insan, ateşin içinde pişen çömlek gibi sağlamlaşır. Allah’ın nuruyla yanmamış bir gönül, karanlıklar içinde kalır. Kalpteki aşk-ı ilâhî de bir ateştir; yakar ama yüceliğe taşır.
DÖRT UNSUR, BİR BÜTÜN: KEMÂLİN SIRRI
Bu dört unsur insanın içinde dengeli olduğunda, o kişi hem dünyada huzurlu, hem ahirette bahtiyar olur. Toprak tevazuu, su merhameti, hava ruhun inceliğini, ateş ise iradeyi temsil eder. Biri fazla, biri eksik olduğunda denge bozulur. Fazla ateş öfkeye; fazla toprak tembelliğe; fazla hava boş hayallere; fazla su da kararsızlığa sebep olur.
Tasavvufta bu unsurların her biri, nefis terbiyesindeki aşamaları da temsil eder. Nefs-i emmare’den nefs-i mutmainne’ye kadar geçen yol, bu unsurların tek tek arınması ve dengelenmesidir.
SON SÖZ: KENDİNİ TANIYAN RABBİNİ TANIR
İnsan, kendisindeki bu dört ana unsuru tanıdıkça, ne kadar hikmetli bir yaratılışa sahip olduğunu idrak eder. Ve bu unsurları doğru kullanarak nefsin karanlığından sıyrılıp ruhun aydınlığına ulaşabilir.
Toprak gibi alçakgönüllü, su gibi berrak, hava gibi huzurlu, ateş gibi diri olabilmek… İşte hakikî insanlık budur.
KURAN-I KERİM’DE ‘SEVAP VE GÜNAH’ OLARAK NİTELENDİRİLEN AYETLER VE HİKMETLERİ
Kur’ân-ı Kerim’de ‘Sevap ve Günah’ Olarak Nitelendirilen Ayetler ve Hikmetleri
Kur’ân-ı Kerim, hayatı bir imtihan olarak tanımlar. Bu imtihanda her söz, her davranış, hatta her niyet bir kayda geçer. Sevap ve günah, işte bu kaydın iki yönüdür. Sevap, Allah’a yakınlaştıran amelin adıdır; günah ise kul ile Rabbi arasına perde çeken karanlıktır.
Kur’ân, sevap ve günahı sadece amel ölçüsü olarak değil, insanın sonsuzluk yolculuğundaki yön tayini olarak sunar. Bu yolculukta kulun neyi tercih ettiği, onun ebedî yurdunu belirler: ya cennet ya cehennem.
Sevap Nedir? Günah Nedir? Kur’ân Ne Diyor?
Sevap, Kur’ân’da çoğunlukla “hasenât (iyilikler)” veya “ecir (mükâfat)” kelimeleriyle ifade edilir. Her iyilik, bir karşılıkla değerlendirilir. Ama Allah’ın rahmetiyle, bir iyilik bire on, bazen yedi yüz, bazen sınırsız şekilde sevaba dönüşebilir.
Günah ise “seyyiât (kötülükler)”, “zünûb (günahlar)”, “ism (günah işlemek)” ve “ma’siyet (isyan)” kelimeleriyle geçer. Kur’ân, günahı sadece Allah’a karşı bir başkaldırı olarak değil, insanın kendine zulmü olarak tanımlar.
Sevap ve Günahla İlgili Kur’ân Ayetlerinden Örnekler
1. “Kim bir iyilikle gelirse, ona on katı vardır. Kim de bir kötülükle gelirse, sadece onun dengiyle cezalandırılır. Ve onlar haksızlığa uğratılmazlar.”
(En’am, 160) Bu ayet, Allah’ın adaletinin yanı sıra rahmetini de gösterir. Günah bir misliyle, sevap ise kat kat karşılık bulur. Çünkü Allah affetmeye meyilli, iyiliğe teşne olandır.
2. “Eğer büyük günahlardan kaçınırsanız, küçük günahlarınızı örteriz ve sizi güzel bir şekilde cennete koyarız.”
(Nisa, 31) Günahların bağışlanmasında şart, büyük günahlardan kaçınmak ve tövbeye sarılmaktır. Kur’ân, her günahtan sonra tövbeyi açık bırakır. Çünkü Allah affetmeyi sever.
3. “Kim zerre kadar hayır yaparsa onu görür. Kim de zerre kadar şer yaparsa onu görür.”
(Zilzal, 7-8) Bu ayet, kulun amellerinin hiçbirinin boşa gitmediğini gösterir. Ne iyilik zayi olur ne kötülük kayıtsız kalır. Bu, insanın sorumluluk duygusunu diri tutar.
Kur’ân’ın Sevap ve Günah Ölçüsü:
Kur’ân, sevap ve günahı sadece dış fiillere değil; niyete, kalbe, düşünceye kadar taşır. Bu yüzden mü’min, sadece bedenini değil kalbini de korumalıdır. Kur’ân’da:
İhlasla yapılan küçük bir amel büyük sevap getirir.
Gururla yapılan büyük bir amel sevapsız kalabilir.
Küçük görülen bir günah, tevbesiz kalırsa kalbi karartır.
Sevap ve Günahın Hikmetleri:
1. İnsan Sorumlulukla Değerlenir
Sevap ve günah, insanı iradesiyle yücelten veya düşüren şeylerdir. Meleklerin sevabı vardır ama günah işleyemezler. Hayvanlar günah işlemez ama sevap da kazanmazlar. İnsan ise her ikisine de açık bir iradeyle yaratılmıştır. İşte bu onu sorumlu ve değerli kılar.
2. Sevap Kulun Arınma Yoludur
İbadet, sadaka, güzel ahlâk gibi sevap yolları, sadece karşılık için değil; nefsin arınması ve kalbin huzuru için de vardır. Sevap, kalbi yumuşatır; günah ise katılaştırır.
> “Hayır! Onların kazandıkları kalplerini kirletmiştir.” (Mutaffifin, 14)
3. Günahın Ardından Tövbe, En Büyük Sevaptır
Kur’ân, günahkâra asla kapıyı kapatmaz. Aksine tövbe eden kul, Allah’a en çok yaklaşan kul olabilir:
> “Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları affeder.” (Zümer, 53)
Sevap ve Günahın Gizli Tarafı: Amel Defteri
Kur’ân’a göre her insanın iki meleği vardır: Kirâmen Kâtibîn. Onlar sağdan ve soldan sürekli yazar:
> “Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için açılmış bir kitap çıkarırız.” (İsrâ, 13) Bu kitap, sevap ve günahın şahitliğidir. O gün kimse, ne unutur ne inkâr edebilir.
Sonuç: Sevapla Yüksel, Günahla Değil
Kur’ân’da sevap ve günah bir terazidir. Ama bu terazi, sadece ahirette değil; dünyada da kişinin ruh hâlini ve hayatını etkiler. Günah, ruha yük; sevap ise kalbe nurdur. Ve kul, her an iki yoldan birini tercih eder:
Ya Rabbine yaklaşır sevapla…
Ya da uzaklaşır günahla…
Unutma: Sevap, kulun cennet yolundaki adımıdır; Günah ise gafletin ayak kaymasıdır. Ve Kur’ân der ki:
> “Artık kim zerre kadar iyilik yaparsa onu görür; Kim de zerre kadar kötülük yaparsa onu görür.” (Zilzal, 7-8)
İSRAİL’İN SONSUZA DEK DÜNYA VE AHİRET SİLİNMEZ SOYKIRIM UTANÇ LEKESİ ZİLLETLE DAMGALANMIŞ BİR MİLLETİN TABLOSU RAHMETTEN MAHRUM BİR KAVİM
Tarihin akışı, adaletle zulmün, hakla batılın, merhametle vahşetin sürekli çatışmasını sahne edinmiştir. Her çağda Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehiller ve onların izinden gidenler, mazlumları ezmiş; fakat her defasında zulmün saltanatı yerle bir olmuştur. Bugün de bu tarihi hakikat, Filistin topraklarında kan ve gözyaşıyla bir kez daha yazılmaktadır. İsrail’in işlediği vahşetler, sadece bir milletin değil, insanlığın da yüreğinde silinmez bir utanç lekesi olarak yerini almıştır.
Tarih Boyunca Damgalanmış Zillet
İsrail’in tarihi, ne yazık ki ilahi rahmetten uzaklaşmanın ve ilahi emirleri tahrif etmenin acı neticeleriyle doludur. Kur’an’da da bildirildiği üzere, bu kavim Allah’ın kendilerine verdiği nimetlere nankörlük etmiş, peygamberleri öldürmüş, hakikate isyan etmiş ve yeryüzünde fesat çıkarmaktan geri durmamıştır:
> “Ve onlara, Allah’ın ayetlerini inkâr ettikleri, peygamberleri haksız yere öldürdükleri ve ‘Kalplerimiz örtülüdür’ dedikleri için ceza verdik…” (Nisa Suresi, 155)
İşte bu yüzden, İsrailoğulları tarihte defalarca sürgün edilmiş, zillete mahkûm olmuş ve ilahi rahmetten dışlanmışlardır. Çünkü rahmet, hakikate teslimiyetle gelir; isyan ve küstahlıkla değil.
Soykırımın Modern Yüzü: Vicdanı Kararmış Bir Devlet
İsrail devleti, 1948’den bu yana özellikle Gazze ve Batı Şeria’da işgal, yıkım ve katliamlarla insanlık suçu işlemektedir. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar; camiler, hastaneler, okullar hedef alınmakta; dünyanın gözü önünde bir halk sistematik olarak yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu, sadece bir savaş değil, soykırımdır. Üstelik öyle bir soykırım ki; medeniyet maskesi takmış zalimlerin alkışladığı, suskun dünyanın göz yumduğu bir cinayettir.
Ama her canın sahibi olan Allah, elbette ki mazlumun yanındadır. Unutulmamalıdır ki zulümle abat olan görülmemiştir. Hitler’in sonu da Saddam’ın sonu da ibret vericidir. İsrail’i de benzer bir zilletin beklemesi kaçınılmazdır.
Rahmetten Mahrum Olmanın Sonuçları
Rahmet, Allah’ın kullarına olan sevgisinin tezahürüdür. Merhamet eden merhamet bulur. Ancak zulümle yoğrulmuş bir devletin rahmete mazhar olması mümkün değildir. İsrail, her ne kadar maddi olarak güçlü görünse de; ahlaki, manevi ve vicdani olarak tükenmiş bir devlettir. İnsaniyetin, vicdanın ve adaletin kıyısından bile geçmeyen bir devletin sonu kaçınılmazdır: yıkım ve zillet.
Rahmetten mahrum bir millet, sadece dünyada değil ahirette de pişman olacaktır. Kuran’ın ifadesiyle, “Ateş onların barınağı olacaktır.” (Bakara, 85)
İbret Alanlara Bir Mesaj: Hakkın Safında Olmak
Mesele sadece Filistin değildir; mesele adaletle zulüm arasında taraf olmaktır. İsrail’in utanç lekesiyle anılacak bu tarihsel vahşeti karşısında sessiz kalanlar da bu zulmün ortağıdır. İnsanlık, bugün bir imtihandan geçmektedir. Kimi çıkarı için susar, kimi de vicdanı için haykırır. Zaman, hakikatin safında durma zamanıdır.
Zalimler için yaşasın cehennem! Ama zulmün karşısında susanlar için de…
ULVİ ALEMDEN GELEN SU İLE VE SÜFLİ ALEMDEN ÇIKAN TOPRAK KARIŞIMIYIZ
TOPRAK VE SU: İNSANIN İKİ ÂLEM ARASINDAKİ YÜKSEK YOLCULUĞU
İnsan… Ne gökten kopup gelen bütünüyle nuranî bir varlık, ne de sadece toprağa saplanmış bir avuç çamurdur. O, iki âlemin kesişim noktasında yaratılmış, varlığıyla hem göğe hem yere iz düşüren bir sırdır. Cenâb-ı Hak, insanı hem ulvî âlemden gelen rûhî bir suyla hem de süflî âlemden çıkan hakir bir toprakla yoğurmuştur. İşte bu iki madde, insandaki iki kutbun, iki istidadın ve iki âkıbetin de temelidir.
Su ve Toprak: Zıtların Kudretli Terkibi
Su, semavî bir kaynaktır. Yağmur gibi gökten iner. Kur’ân’da hayatın kaynağı olarak tanımlanır: “Biz her canlı şeyi sudan yarattık.” (Enbiyâ, 30). Su, rûhu ve ulvî boyutu temsil eder. Arınmayı, berraklığı ve hayatı taşır.
Toprak ise yerin bağrından gelir. Ağır, koyu ve hareketsizdir. Süflî boyutu, nefsin arzularını ve dünyevî temayülleri simgeler. Ama aynı zamanda sabır, bereket ve tevazuun da yurdudur. Allah, ilk insanı “salsâl” (kurumuş çamur), “hamein mesnûn” (kokmuş balçık) ve “tîn” (ıslak toprak) gibi safhalardan geçirerek yaratmıştır. Bu, hem yaratılış sürecine hem de insanın tabiatındaki çeşitliliğe işaret eder.
İki Cihan Arasında Bir Varlık: İnsan
İnsan bu yönüyle iki kutbun izlerini taşır: Toprak onu yere çekerken, su onu göğe çağırır. Nefis, hevâ ve hevesle süflî yolda sürüklenmek ister; ruh ise Rabbine kavuşma arzusu ile ulvî istikametlere yönelir. İnsan bu çekim alanları arasında tercihler yapar ve tercihlerinin neticesinde ya meleklerden üstün olur ya da hayvandan aşağı bir hâle sürüklenir.
Ulvî Su ile Süflî Toprak Arasında Tercih Yapmak
Bir çömlek düşünelim. Topraktan yapılır, ama içine su konmadıkça atıldır. Aynı şekilde insan da ulvî hakikatlerle dolmadıkça, sırf maddî varlığıyla eksiktir. Ruhsuz beden, manasız bir heykelden ibarettir. Ancak içine vahyin suyu dolduğunda, o toprak ceset can bulur, dirilir ve anlam kazanır.
Ne yazık ki günümüzde insanın ulvî yönü ihmal edilmekte, sadece topraktan gelen tarafı beslenmektedir. Maddeye, dünyaya, hazza odaklanan bir insanlık, içindeki semavî suyu kurutmakta ve kendini toprak gibi ağırlaştırmaktadır. Oysa insanın gerçek asaleti, gökten gelen ruha kulak vermesiyle ortaya çıkar.
Toprak Gibi Tevazu, Su Gibi Arınma
İnsan, aslına baksa tevazuun kaynağını görecektir. Hz. Ali’nin buyurduğu gibi: “Kendini büyük gören insan, bir damla sudan yaratıldığını, sonunda da bir leş olacağını hatırlamalıdır.” Bu hakikat, insanı gururdan uzaklaştırır, acziyetini idrak ettirir. Hem toprak gibi alçakgönüllü hem de su gibi arınmış bir hayat, gerçek kemâlin kapısını açar.
Son Söz: Yönümüz Semâ mı, Yoksa Zemin mi?
Ruhumuz göğe, bedenimiz yere aittir. Birimiz suya daha yakınken, birimiz toprağa saplanmışız. Ama her birimizin önünde bir tercih var: Ya kendimizi toprağa gömüp nefsin bataklığında kaybolacağız ya da ulvî suyla yıkanıp ruhumuzla yüceleceğiz.
İnsan, bu tereddüt içinde yönünü seçtikçe ya semâya doğru yükselecek ya da süflîye doğru çökecektir. Ve unutulmamalıdır: “Topraktan geldik, suyla yoğrulduk; hangi yöne aktığımız ise bizim ebedî kaderimizi belirleyecek.”
ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET ISIMLERI ARASINDAKİ FARK.
AFFEDENİN AFFI: Afv, Mağfiret ve Rahmet Üzerine Derin Bir Yolculuk
Bir kul, günah işlediğinde ne bekler? Cezalandırılmak mı? Yargılanmak mı? Yoksa… affedilmek mi? Allah’ın isimleri arasında öyle üç isim vardır ki, kulun boynunu büktüğü her anda, secdeye kapandığı her gecede onun sığınacağı yegâne liman olur:
Afv, Mağfiret ve Rahmet.
Hepsi affı çağrıştırır, ama aynı şey değildir. Hepsi merhameti kapsar, ama derinlikleri bambaşkadır. Gelin, bu üç ismin manasına bir yolculuk yapalım. Belki bu yolculuk, bizim de kendimizi affetmemize vesile olur…
1. El-Afuv – “Silip Yok Eden”
“Allah, Afuv’dur; affetmeyi sever. Öyleyse siz de affedin.” (Tirmizî, Daavât, 99)
Afv, kelime olarak “yok etmek”, “iz bırakmamak” anlamına gelir. Allah’ın El-Afuv ismi, sadece günahı bağışlamakla kalmaz, onu tamamen silip izini de yok eder. Ne defterde kalır, ne hafızada. Meleklerin kayıtlarından düşürülür.
Misal: Bir çocuk, duvara kalemle çirkin bir şey yazar. Annesi görür. Kızmak yerine, yumuşakça yaklaşıp kalemi elinden alır, o yazıyı siler. Ve sonra duvarı boyar. Hiçbir iz kalmaz. İşte Afuv budur. Siler ve unutturur. Kulun geçmişi, affedilmiş olmaktan öteye geçer: hiç yaşanmamış gibi olur.
2. El-Gafûr / El-Gaffâr – “Bağışlayan”
“De ki: Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret eder.” (Zümer, 53)
Mağfiret, kelime olarak “örtmek” anlamına gelir. Allah’ın Gafûr ismiyle affetmesi, günahı örtmesi anlamına gelir. Günah silinmemiştir, ama örtülmüştür. Ayıp gizlenmiş, kusur açıklanmamıştır.
Misal: Bir baba, çocuğunun bir hatasını görür. Ceza vermez, başkasına da anlatmaz. “Yaptığını biliyorum,” der sadece. Ama sesini yükseltmez. İşte mağfiret budur. Günah yerli yerinde durur ama Allah onu örtüp seni mahcup etmez.
3. Er-Rahmân / Er-Rahîm – “Merhametin Ta Kendisi”
Rahmet, yalnızca affetmek değil, ikram etmektir. Hatalarına rağmen sana nimet vermeye devam eden bir Rabb’in var. Sana ceza vermediği gibi, hediyesini de kesmiyor.
Misal: Bir öğrenci sınavdan sıfır alır. Öğretmeni ne yapar? Ceza vermez, aksine onu yanına alır, çalıştırır, öğle yemeğini ısmarlar. Çünkü öğrencinin gelişeceğine inanır. İşte rahmet budur. Kula değer vermeye devam etmek, hatta onu yüceltmek…
Bu Üçü Birlikte Ne Anlatır?
Afv: Günahı siler
Mağfiret: Günahı örter
Rahmet: Günahkâra ikram eder
Allah bazen sadece bağışlamaz; siler, unutturur, örter ve ardından nimet verir. Bir kul tövbe ettiğinde, Allah ona kızmaz. Bilakis, tövbesine sevinir. Ve o kula ikram etmeye devam eder.
Son Söz:
Günah işlemek insanlıktır. Ama affa sığınmak kulluktur. Allah, affetmek için bahane arar. Yeter ki sen de kaçma. Affedileceğine inan. Çünkü O, Afuv’dur, Gafûr’dur, Rahmân’dır.
“Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için açılmış bir kitap çıkarırız. Oku kitabını! Bugün nefsin sana yeterlidir hesap sorucu olarak.” (İsrâ, 13–14)
Zamanın hızla aktığı, teknolojinin hayatımızı kuşattığı bir çağda yaşıyoruz. Bilgi, bir tık ötemizde; iz bırakmak, bir parmak hareketiyle mümkün. Kimi zaman ne söylediğimizi unutuyoruz, ama dijital dünya unutmuyor. Bütün mesajlar, görüntüler, tıklamalar ve niyetler… iz bırakıyor.
Bugün insanlığın üzerinde titizlikle çalıştığı “çip teknolojisi”, aslında çağdaş bir metafor hâline geldi. Takip, kayıt, analiz… Hepsi görünmeyen bir bellekte toplanıyor. Ama bundan asırlar önce, Kur’an çok daha büyük bir gerçeği haber veriyordu: İnsan, mahşere kendi çipiyle gelir. Ama bu çip, dışardan takılan değil; kendi elleriyle yazdığı, boynunda taşıdığı, kalbine kazınmış bir defterdir.
AMELLERİN YAZILDIĞI GÖZLE GÖRÜLMEYEN DEFTER
İsrâ Suresi 13. ayet, bizi derin bir hakikatle yüzleştirir: Her insanın ameli, kendi boynuna dolanmıştır. Yani ne yaparsak, bize geri dönecek şekilde kayıt altındadır. Bu kayıt, öylesine kişiseldir ki, kıyamet günü “işte bu senin dosyan” denecek ve denecektir ki: “Oku kitabını! Bugün sana kendi nefsin yeterli bir hesapçıdır.”
Hiçbir savunma, hiçbir mazeret geçerli olmayacak. Çünkü hâkim de biziz, şahit de biziz.
GÜNÜMÜZDEKİ “ÇİP”LER ve AHİRETTEKİ “KİTAP”
Bugün kullandığımız telefonlar, uygulamalar, kameralar ve yapay zekâlar bile bizi adım adım takip ediyor. Hangi siteye girdik, nerede durduk, neyi izledik, hatta neye ne kadar baktık… hepsi kaydediliyor.
İşte ahirette de, bütün amellerimizin, hatta niyetlerimizin bile yazıldığı ilahî bir “çip” var: Levh-i Mahfuz’un bir nüshası gibi kişisel bir amel defteri. Her kelime, her bakış, her niyet… O dosyada kayıtlı. Ve mahşer günü o “dosya” açıldığında, kimse itiraz edemeyecek.
HAYATIN SESSİZ TANIKLARI: UZUVLAR
Kur’an’da başka ayetler de bu gerçeği tamamlar:
> “O gün onların ağızlarını mühürleriz; elleri bize konuşur, ayakları yaptıklarına şahitlik eder.” (Yâsîn, 65)
Yani insan sadece yazılı dosyasıyla değil, bizzat kendi uzuvlarının şahitliğiyle hesaba çekilecektir. El: “Ben bu ameli tuttum.” Göz: “Ben o sahneye bakarken şahit oldum.” Ayak: “Ben o harama yürüdüm.” Ve dil susturulacak… çünkü onun eğrilme ihtimali var. Ama organlar dürüsttür.
KENDİMİZİN HÂKİMİ, YARGICI VE TANIIĞIYIZ
İsrâ Suresi’nin bu ayetiyle, insanın ne kadar kendiyle baş başa kalacağı hatırlatılıyor. Hiç kimse başkasının günahını yüklenmez. Hiç kimse suçu başkasına atamaz. İnsan, bizzat kendi dosyasıyla yüzleşecek.
PEKİ, BU DOSYA NEYLE DOLACAK?
Bugün ne izliyorsan… Ne düşünüyorsan… Ne niyet ediyorsan… Neyin peşindeysen… Hepsi o çipte yazılıyor.
Ve o çip, mahşerde açıldığında ya: “Ne güzel bir kul… her satırda hayır var.” denilecek… Ya da: “Vay haline… kendi elinle kendini yaktın.” denilecek.
SON SÖZ: BU DOSYA HER GÜN YAZILIYOR
Unutma: Sen her gün bir ayetin içine yürüyorsun:
> “Her insanın amelini boynuna doladık; kıyamet günü onun için açılmış bir kitap çıkarırız.” (İsrâ, 13)
O dosya şakaya gelmez. Oraya ne düşerse… silinmez. Ama tevbe, gözyaşı, pişmanlık… işte onlar, ilahî bir “güncelleme” gibi kayıtları temizleyebilir. Zira Allah silmeyi de, affetmeyi de çok sever.
GÖRÜNENİN ÖTESİNDEKİ HİKMET: HZ. MUSA VE HZ. HIZIR KISSASINDAN ÇIKAN DERİN MANALAR.
Kur’an-ı Kerim’de anlatılan en çarpıcı ve düşündürücü kıssalardan biri, Kehf Sûresi’nin 60-82. ayetlerinde geçen Hz. Musa ile Hızır (aleyhisselam) arasında geçen yolculuktur. Bu kıssa, zahirîde akla ters gibi görünen üç olayla, ilahi hikmetin insan aklının ötesinde olduğunu derin bir şekilde gözler önüne serer. Her bir olay, kaderin arka planında işleyen rahmetin izlerini taşır ve sabrın, teslimiyetin ve Allah’a güvenin ne denli büyük bir erdem olduğunu öğretir.
1. Geminin Delinmesi – Zarar Gibi Görünen Bir Lütuf
Hızır’ın, binip de ücret ödemeden geçtikleri fakir gemicilerin teknesini delmesi, Hz. Musa’ya göre zulüm gibi görünür. Zira bu insanlar onlara iyilik etmişlerdir. Ama Hızır, ileride bu gemiye el koymak isteyen zalim bir kralın olduğunu bildirir ve o küçük zarar, büyük bir zararı engellemiş olur.
Hikmet: Bazen hayatımızda karşılaştığımız küçük musibetler, daha büyük felaketlerin önüne set olur. Zahirde şer gibi görünen hadiseler, batında büyük hayırlara kapı aralar. Kader, bizim görmediğimiz bir yerden bizi görür ve korur.
İbret: Her musibet bir kayıp değildir. Görünüşte zararlı olan bazı olaylar, aslında bir lütuftur. Bu nedenle insan, her olayın perde arkasındaki hikmeti göremese bile Allah’a güvenmelidir.
2. Çocuğun Öldürülmesi – Merhametli Bir Zâhirî Şiddet
İkinci olayda Hızır, henüz reşit olmamış bir çocuğu öldürür. Bu durum, Hz. Musa’yı daha da şaşırtır; zira bu apaçık bir cana kıymadır. Ancak Hızır, bu çocuğun ilerde anne babasını azgınlığa ve isyana sürükleyeceğini ve onların imanını tehlikeye atacağını bildirir. Bu ölüm, ilahi bir merhametin sonucudur.
Hikmet: Bazen ölüm, hayat kadar bir rahmettir. İlahi ilim, zamanın ötesini görür. Gelecekte olacakların bilgisiyle verilen kararlar, beşerin aklıyla değil, Rabbani bir hikmetle değerlendirilir.
İbret: Allah’ın takdiri bazen çok ağır ve anlaşılmaz görünebilir. Ancak mü’min, iman eder ki Rabbimiz asla zulmetmez. Her hükmü adalet, her fiili hikmettir.
3. Duvarın Tamiri – Karşılıksız Yapılan İyilik
Son olayda Hızır, bir köyde kendilerine yemek dahi vermeyen insanların bulunduğu yerde, yıkılmak üzere olan bir duvarı hiçbir ücret almadan tamir eder. Bu, Hz. Musa’ya göre gereksiz bir iyiliktir. Ancak Hızır, o duvarın altında yetim çocuklara ait bir hazine olduğunu ve bu çocuklar büyüyene kadar o hazinenin korunması için Allah’ın emriyle hareket ettiğini açıklar.
Hikmet: Her iyilik, karşılık için yapılmaz. Bazı ameller, sadece Allah rızası için ve ilahi emir doğrultusunda yapılır. Görünüşte karşılıksız gibi dursa da, ahiretteki mükafatı büyüktür.
İbret: Dünya menfaatiyle ölçülen iyilikler sığdır. Gerçek iyilik, Allah için yapılan ve karşılık beklenmeyendir. İnsanlar nankör olabilir ama Allah asla zayi etmez.
SONUÇ: SABIR, TESLİMİYET VE HİKMETİN YOLCULUĞU
Hz. Musa’nın bu üç olayda sabredememesi, insan aklının sınırlılığını gösterirken; Hızır’ın açıklamaları ise kaderin, rahmetin ve hikmetin ne kadar derin ve incelikli işlediğini gösterir. Allah’ın bilgisi, bizim bilgimizle ölçülmez. Mümin, bazen anlayamasa da “O ne güzel hüküm verendir” diyerek teslim olur.
Bu kıssa bizlere şunu öğretir: “Her şey göründüğü gibi değildir. Allah, bazen perdeyi aralamaz ama merhametini gizli bir şekilde tecelli ettirir. Sabreden, teslim olan, hikmetin meyvesini elbet bir gün tadar.”