KÂİNATLA BERABER DEVAM EDEN VAR OLUŞ SÜRECİMİZ

KÂİNATLA BERABER DEVAM EDEN VAR OLUŞ SÜRECİMİZ

İnsan, kâinatın içinde bir damla kadar görünse de, hakikatte bir âlem gibidir. Kâinat nasıl ki sonsuz bir nizam ve intizamla hareket ediyor; her zerresi ilahi bir plana göre işliyor, insanın varlığı da bu büyük sistemin ayrılmaz bir parçasıdır. Biz farkında olalım ya da olmayalım, var oluş sürecimiz kâinatla beraber yürümekte; onunla başlamakta, onunla devam etmekte ve onunla nihayete ermektedir.

Bir tohumun toprağa düşmesi gibi düştük bu dünyaya. Annemizin rahminde başlayan serüvenimiz, tıpkı kâinattaki ilk kıvılcım gibi bir “ol” emriyle şekillendi. O tohum, toprakla, suyla, ışıkla nasıl gelişip ağaç oluyorsa, biz de rahmetle, hikmetle ve ilimle yoğrularak insan suretine büründük. Her nefes, bizi bu büyük sistemin içinde var eden kudreti hatırlatıyor.

Kâinat dönüyor, yıldızlar yer değiştirmekte, galaksiler hareket halinde; aynı şekilde biz de içimizdeki âlemlerle dönüyor, gelişiyor, değişiyoruz. Bu değişim bazen fark edilir, bazen derinden ve sessizce olur. Her hücremiz yenileniyor; her düşüncemiz, her hissimiz bir anlık da olsa varlığımıza yeni bir katman ekliyor.

İbret verici olan şudur ki, bu süreklilik içinde bir anlık gaflet bile insanı kendi var oluş hikmetinden uzaklaştırabilir. Tıpkı Güneş’in bir anlık ışık vermemesiyle dünyanın karanlığa gömülmesi gibi, kalbin bir an gaflete düşmesi insanın iç dünyasında fırtınalar koparabilir. Bu yüzden, var oluş sürecimizi yalnız biyolojik bir gerçeklik olarak değil, aynı zamanda ruhsal ve hikmetli bir yolculuk olarak görmek gerekir.

Allah’ın isimleri kâinatta tecelli eder; Er-Rahman, Er-Rahîm, El-Hakîm… Her bir isim, varlığımıza ayrı bir anlam katar. Merhametle yaşamak, hikmetle düşünmek, adaletle hükmetmek… Bunlar, sadece ahlaki görevler değil; aynı zamanda kâinata ayak uydurmanın, onunla birlikte var olmanın gereğidir. Çünkü kâinat boşluk kabul etmez, hikmetsiz hiçbir şey yaratılmamıştır.

İnsan, bu büyük varlık zincirinin hem bir halkası, hem de halifesidir. Yeryüzünün imarından, kalbinin ihyasına kadar birçok sorumluluk ona verilmiştir. Her davranışı, her niyeti, onun bu sürece ne kadar uyumlu olduğunu ya da ne kadar savrulduğunu gösterir. Varlığını Allah’a bağlayan bir insan, kâinatla barış içinde olur; kendini Yaratan’a unutan ise kâinatla çatışmaya başlar, hem içi bozulur, hem dışı.

Düşünmeliyiz: Biz bu kâinatta misafiriz ama boşuna değil. Her nefes, her an, bize bu var oluş sürecini hatırlatmakta. Gözümüz gökyüzüne her döndüğünde, kalbimiz “Ben neredeyim, nereye gidiyorum?” sorusunu sormalı. Zira bu soru, insanı insan yapar; gafletten hakikate geçişin ilk kapısını aralar.

Unutmayalım, kâinatla beraber akan bu var oluş nehrinde sürüklenmek değil, yön bulmak için yaratıldık. Akıntıya kapılıp gitmek değil, o akıntının kaynağını ve menzilini anlamak için buradayız. Ve her anlayış, bizi hakikate bir adım daha yaklaştırır.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

CİNSİYETSİZLİK Mİ, YOKSA CİNSİYET VE KİŞİLİK BOZUKLUĞU MU?

CİNSİYETSİZLİK Mİ, YOKSA CİNSİYET VE KİŞİLİK BOZUKLUĞU MU?
Bir Kavmin Çöküşü: Sodom ve Gomore Üzerine Düşünceler

Modern çağ, insan fıtratını yerinden oynatan, cinsiyetin doğallığını sarsan bir ideolojik fırtınaya tutulmuş durumda: “Cinsiyetsizlik” adı altında öz benliğin ve yaradılış düzeninin inkârı. Bu gidişat, yeni gibi sunulsa da, aslında tarihin en karanlık dönemlerinden birinin tekrarıdır: Sodom ve Gomore’nin hikâyesi bu bakımdan sadece bir kıssa değil, ibretlik bir uyarıdır.

1. Fıtratla Savaş: İnsanın Kendi Hakikatine İsyanı

İnsan erkek veya kadın olarak yaratılır. Bu sadece biyolojik değil, ruhsal ve toplumsal bir dengedir. Her cinsin kendine has bir güzelliği, görevi ve hikmeti vardır. Bu denge bozulduğunda yalnız fert değil, toplum da çöker. Bugün cinsiyetsizlik ideolojisi, tam da bu hikmetli dengeye savaş açmış durumda. Kadını kadınlıktan, erkeği erkeklikten uzaklaştırıyor; çocukları ise kimliksiz, cinsiyetsiz ve kişiliksiz bireyler hâline getirmeye çalışıyor.

Bu, yalnızca bir tercihler meselesi değil; insanın özünü, ailesini, neslini ve toplumunu hedef alan sistematik bir bozulmadır.

2. Lut Kavmi: Sapkınlığın Resmîleştiği Bir Toplum

Kur’an’da defalarca geçen Lut Kavmi, bu sapmanın en eski ve çarpıcı örneklerinden biridir. Erkeklerin erkeklere yöneldiği, iffetin alaya alındığı, ahlâksızlığın normalleştirildiği bir toplum… Hz. Lut’un defalarca uyarmasına rağmen bu kavim, sapkınlığı bir hak, bir yaşam tarzı gibi benimsedi. Sonuç: Yerle bir edilen şehirler, gökten yağan taşlar ve ibretlik bir son.

Bugünün “özgürlük” adı altındaki sapmalarını o günkü Lut Kavmi’nin yaşadıklarından ayıran ne var? Eğer cinsiyeti inkâr eden bu düşünce sistemi durdurulmazsa, akıbetin benzer olması da şaşırtıcı olmaz.

3. Ailenin Çöküşü: Neslin Tükenişi

Cinsiyetsizlik ideolojisi, ailenin tanımını yeniden yazmak istiyor. Anne yok, baba yok; iki erkek, iki kadın ya da “hiçbir şey olmayanlar” aile gibi sunuluyor. Bu bir “sosyal deney” değil, doğrudan nesle kasteden bir tuzaktır.

Aile, yalnız bir birlikte yaşama modeli değil; merhametin, sorumluluğun, neslin ve terbiyenin merkezidir. Bu merkezin ortadan kalkması, geleceği yetim bırakır. Bugün Batı toplumlarında artan yalnızlık, intiharlar, antidepresan kullanımı; bozulmuş aile düzeninin ve kimlik kaybının doğal sonucudur.

4. Cinsiyet Bozukluğu Değil, Kişilik Bozukluğu

İnsanın yaratılışını inkâr etmesi sadece biyolojik değil, psikolojik bir tahribattır. Fıtratına savaş açan insan, kendini kaybeder. Erkeklikten kaçan bir erkek, kadınlığa özenen bir kadın ya da hiçbir kimliği kabul etmeyen bir birey, aslında cinsiyet değil kişilik krizindedir. Bu kriz, çocuklara sirayet ettiğinde, gelecek nesiller kimliksiz, inançsız ve amaçsız hâle gelir.

5. İbret Alanlar İçin Mesajlar

Fıtrat, ilahi bir emanettir. Oynanacak bir kurgu değil.

Cinsiyet bir seçim değil, bir nasiptir. Seçilemez, silinemez, taklit edilemez.

Aile kutsaldır. Onu zayıflatmak toplumu zayıflatmaktır.

İffet, özgürlüğün değil, insanlığın ölçüsüdür. Her isteyen her istediğini yapamaz; bu anarşidir, özgürlük değil.

Lut Kavmi tarih değil, uyarıdır. Onlar yaşadı ve yok oldular. Biz okuyalım ve ibret alalım.

Son Söz: Kendine Gel Ey İnsan!

Bugün insan, kendine dair her şeyi unutmuş, hatta unutturulmak istenmiştir. Oysa hakikat, çok yakındır: Yaradılışına dön. Fıtratını koru. Neslini muhafaza et. Aileni sahiplen. Ve bil ki, Allah her şeyi yerli yerince yarattı. Sen de yerini bil!

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

BASAR VE BASİRETİ AÇIK İKİ HAKİKAT YOLCUSU: EVLİYA VE ASFİYÂ

BASAR VE BASİRETİ AÇIK İKİ HAKİKAT YOLCUSU: EVLİYA VE ASFİYÂ

Zamanın karanlığında hakikate giden yollar çoğu zaman sisle kaplanır. Göz gözü görmez, kalpler şaşkınlığa düşer, fikirler savrulur. İşte bu karanlık zamanlarda basar (göz) ve basîret (gönül gözü) nuruyla hakikati gören iki fırka parlar: Evliyâ ve Asfiyâ. Biri kalbin kemâliyle, diğeri aklın derinliğiyle Allah’a yönelmiş iki hakikat eridir. Her biri bir kandil gibi, ümmete yol gösteren rahmet nişâneleri olmuşlardır.

Evliya: Kalbin Yolcuları

Evliya, Allah’a dost olan kullardır. Zikirle, takvâ ile, sabırla yoğrulmuş hayatları; seher vakitlerinde gözyaşıyla yıkanmış kalpleri vardır. Onlar için Rabbânî yakınlık, sadece bir bilgi değil, bir hâl meselesidir. Kur’ân şöyle buyurur:

> “İyi bilin ki! Allah’ın velîlerine korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.”
(Sûre: Yûnus, 62)

Evliyaullah, kalbî tefekkürle ve ilhamla Hakk’a yaklaşanlardır. Onlar, maddî gözle görünmeyeni gönül gözüyle hisseder. Nûrânî sezgiye sahip oldukları için fitnenin kokusunu uzaktan alır, ümmetin hastalıklarına şifâ reçeteleri sunarlar. Onların duaları, suskunlukları kadar konuşmaları da hikmettir. Her halleri ibret, her sükûtları derin bir tefekkürdür.

Asfiyâ: Akıl ve Hikmetin Yolcuları

Asfiyâ, aklın ve hikmetin zirvesine ulaşmış ariflerdir. Onlar, Kitap ve Sünnet’in hakikatini, hikmet süzgecinden geçirerek ümmete sunarlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.”
(Tirmizî, İlim, 19)

Asfiyâ, ilmin sahibidir; lakin kuru bilgi taşıyıcısı değildir. Kalp ve akıl dengesini kurmuş, hikmetle yoğrulmuş, irfanla parlar hâle gelmişlerdir. Onlar, dinin inceliklerini, ümmetin meselelerini aklî derinlikle değerlendirir. Onların kitapları, asırlara yön vermiş; sözleri, binlerce gönlü hakikate çekmiştir.

Basar ve Basîretle Bütünleşen Yolculuk

Evliyâ, kalp gözünü açık tutar; Asfiyâ, akıl gözüyle hakikati izler. İkisi de aynı kaynaktan beslenir: Kur’ân ve Sünnet. Fakat yolları farklı, hedefleri birdir. Biri gönlü temizler, diğeri aklı arındırır. Biri susarak öğretir, diğeri konuşarak. Lakin ikisi de bâtıldan uzak, hakikate yakın insanlardır.

Basar, görüneni fark ettirir. Basîret ise görünmeyenin arka planını gösterir. Evliyâ’nın sezgileriyle gördüğü bir hakikati, Asfiyâ delillerle temellendirir. Bu iki kudsî grup, ümmetin gözü ve kulağıdır. Onlar sustuğunda ümmet sağırlaşır, onlar çekildiğinde ümmet körleşir.

Ümmetin İhtiyacı: Hem Kalp Hem Akıl Işığı

Bugün ümmetin yaşadığı krizlerin en büyüğü, evliya nefesinden ve asfiyâ hikmetinden uzak düşmesidir. Kalp eğitimi olmadan sadece akıl; yahut sadece vecd ile bilgiye kapalı bir tefekkür, tek kanatla uçmaya benzer. Uçmak için iki kanat gerekir: aşk ve hikmet, ilham ve ilim, evliya ve asfiyâ.

Son Söz: İzleri Takip Et, Yolu Kaybetme

Bu iki yolcunun ardında yürüyenler, izlerini takip edenler, sırat-ı müstakîm üzerinde sabit kalır. Çünkü onlar Kur’ân’la aydınlanan, Sünnetle yoğrulan ve rahmetle hareket eden hakikat erleridir.

İz bıraktıkları her söz, gönüllere şifa, akıllara huzur verir. Onları tanımak, ümmeti tanımaktır. Onlara yaklaşmak, Allah’a yaklaşmaktır. Zira onlar, Hakk’ın gölgesinde yürüyen, halk içinde Hakk’la olanlardır.

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ŞEYTAN’IN HİLE VE DESİSELERİ: GİZLİ DÜŞMANIN AÇIK TUZAKLARI

ŞEYTAN’IN HİLE VE DESİSELERİ: GİZLİ DÜŞMANIN AÇIK TUZAKLARI

İnsan, yaratıldığı andan itibaren iki büyük düşmanla imtihan hâlindedir: biri içerdeki nefis, diğeri dışarıdaki şeytan. Her iki düşman da insanı hak yoldan saptırmak için gece gündüz çalışır. Ancak şeytan, tuzaklarını daha sinsi, daha derinden, daha örgülü kurar. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, bu ebedî düşmanın karakterini, yöntemlerini ve hilelerini açıkça beyan eder. Çünkü onu tanımayan, onun tuzaklarına düşer.

Kur’ân’da Şeytan’ın Misyonu

Cenâb-ı Hak, şeytanın ilk isyanını, Âdem (a.s)’a secde etmeyişini şöyle bildirir:

> “Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın.”
(Sûre: Sâd, 76)

Bu kibirli isyanın ardından şeytan Rabbine şöyle meydan okur:

> “Andolsun, onları saptırmak için senin dosdoğru yolunun üzerine oturacağım.”
(Sûre: A’râf, 16)

Şeytanın düşmanlığı açıktır, ama kandırması gizlidir. O, dosdoğru yolun (sırat-ı müstakîm) üzerindedir. Yani insanı bâtıla değil, hakikat yolunda saptırmaya çalışır. Bu, onun en büyük hilesidir.

Şeytanın Desiseleri ve Tuzakları

1. Günahtan Önceki Tuzak: Tefekkürsüzlük

Şeytanın ilk tuzağı insanı düşünmekten alıkoymaktır. Çünkü tefekkür eden insan hakikati fark eder. Şeytan, kalbe gaflet tohumları eker.

2. Günahı Süslemek

Kur’ân’da şöyle buyrulur:

> “Şeytan, onlara yaptıklarını süsledi.”
(Sûre: En’âm, 43)

Bir günahı zararsız, hatta faydalı gibi gösterir. Kumarı “eğlence”, zinayı “özgürlük”, haramı “serbestlik” gibi sunar. Böylece insan, kendi iradesiyle batıla yönelir.

3. Küçükle Başlayıp Büyüğe Çekmek

Şeytan bir anda büyük günah işletemez. Önce küçük kapılar aralar. “Bu da bir şey mi?” dedirtir. Sonra büyük bataklara çeker.

4. İbadetle Aldatmak

Bazı kullara takvâ suretinde yaklaşır. Riyâ, ucupluk (kendini beğenme), kibir gibi manevî hastalıkları ibadetle gizler. İnsan kendini salih sanırken, kalbi çürür.

5. Ümitsizlik Tohumları Ekmek

Tövbe etmek isteyen kula, “Senin gibi günahkârı Allah affetmez” diye fısıldar. Oysa Allah Teâlâ şöyle buyurur:

> “Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.”
(Sûre: Zümer, 53)

Ama şeytan ümidin düşmanı, Allah’ın rahmetinin unutturucusudur.

Hadîs-i Şerîflerde Şeytan

Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurur:

> “Şeytan, insanoğlunun damarlarında kan gibi dolaşır.”
(Buhârî, İ’tisâm, 4)

Bu, onun sinsi ve sürekli etkisine işarettir. Zihne vesvese fısıldar, kalbe şüphe düşürür, dili yalanla aldatır. Gözden, kulaktan, kalpten girer; hisleri kullanarak iradeyi felç eder.

Bir başka hadis-i şerîfte:

> “Şeytan, birinizin namazında gelir ve ‘şunu hatırla, bunu düşün’ der. Ta ki kişi kaç rekât kıldığını şaşırır.”
(Buhârî, Salât, 93)

Yani şeytan, sadece günahlarla değil, ibadetle meşgulken bile musallat olur.

Şeytandan Kurtulma Yolu

1. İstiâze: Kur’ân’da şöyle buyrulur:

> “Eğer şeytandan bir vesvese gelirse, hemen Allah’a sığın.”
(Sûre: A’râf, 200)

2. Zikir ve Kur’ân: Şeytan, Allah’ın anıldığı yerde duramaz. Kalp zikre meşgul oldukça, vesvese sönmeye başlar.

3. Takva ve İhlâs: Samimi bir kul, şeytanın oyunlarını fark eder. Kur’ân, İblîs’in şu itirafını aktarır:

> “Senin ihlâslı kulların hariç, hepsini saptıracağım.”
(Sûre: Hicr, 40)

4. İlim ve Tefekkür: Cahillik, şeytanın ekmeğidir. Bilinçli, uyanık, ilimle donanmış bir kalp, tuzakları tanır.

Son Söz: Düşmanı Tanı, Tedbir Al

Şeytanın varlığı, imtihanın bir parçasıdır. Onunla mücadele, insanın ahlâkını kemale erdirir. Ama onu küçümsemek, gafletin en büyüğüdür. Çünkü şeytan, Hz. Âdem’i bile kandırmıştır. O hâlde en büyük tedbir: tevazu, istiğfar ve Allah’a sığınmaktır.

Şeytan aldatmak için çalışıyorsa, biz de kurtulmak için çabalamalıyız. Çünkü hak ile bâtıl arasındaki bu savaşta, en büyük s

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

YOLLARIN HAKİKATİ: SIRAT, SEBÎL VE TARÎK ARASINDAKİ İNCELİK

YOLLARIN HAKİKATİ: SIRAT, SEBÎL VE TARÎK ARASINDAKİ İNCELİK

İnsan, dünyada yürüyen bir yolcudur. Her adımı ya hakikate ya da gaflete doğru atar. Kur’ân-ı Kerîm, bu yolculuğu anlatırken farklı kavramlar kullanır: Sırat, Sebîl ve Tarîk. Her biri “yol” anlamına gelse de, ihtiva ettikleri mâna derinliği ve işaret ettikleri yön bambaşkadır. Bu üç kelime, zahirde benzer; fakat bâtında farklı hakikatlere kapı aralar.

1. SIRAT: ENGELLERDEN ARINDIRILMIŞ BİR DOĞRULUK

Sırat, Kur’ân’da özellikle “sırât-ı müstakîm” yani dosdoğru yol ifadesiyle zikredilir. Bu yol, eğrisi olmayan, sağa sola sapmadan hedefe götüren yoldur.

> “Bizi sırât-ı müstakîme ilet.”
(Fâtiha, 6)

Sırat, yalnızca hakikatin yolu değil, aynı zamanda ilâhî terbiyenin çizdiği istikamettir. Bu yol tek yoldur. Ne çoğul hâli kullanılır, ne de alternatif kabul eder. Çünkü hakikat tektir, batıl ise çoktur.

Sırat, nitelikli bir yoldur: içinden nefsin, hevânın, şeytanın geçemeyeceği kadar dar; ama kalbiyle yürüyene cennet kapılarını açacak kadar geniştir.

2. SEBÎL: FİİLİYAT YOLU, MÜCADELE VE ÇABA İZLERİ

Sebîl, daha çok “Allah’ın yolu” anlamında kullanılır. Ancak sebîl, sırattan farklı olarak çoklukla gelir: “subul”. Çünkü Allah’a giden yolların çeşitliliği vardır; ilim, tebliğ, cihad, zikir, infak gibi.

> “Allah yolunda (sebîlillâh) mallarını infak edenler…”
(Bakara, 262)

Sebîl, daha çok amelî ve içtimâî faaliyetleri anlatır. Yani insanın yolda gösterdiği çaba, yürüyüş şekli ve gayretinin ifadesidir. Sırat, istikamet çizgisiyken; sebîl, o çizgi üzerinde yürüyüşün gayretidir.

Sırat hedefi gösterir, sebîl yürüyüşün tarzıdır.

3. TARÎK: YOLUN ZEMİNİ VE YÜZÜ

Tarîk, daha çok yolun kendisi, maddî yönüyle güzergâh anlamındadır. Arapça’da “taraka” kökünden gelir, “gece yürünülen yol” manasına da gelir. Tarîk, herkese açıktır; ister hayır için, ister şer için kullanılabilir.

Kur’ân’da bu anlamda geçen en dikkat çekici ayetlerden biri şöyledir:

> “Biz ona iki yol (necdeyn = iki tarîk) göstermedik mi?”
(Beled, 10)

Yani insanın önüne iki yol konmuştur: biri hayır, diğeri şer. Tarîk, tercihe açık bir yol türüdür. Hak da olabilir, batıl da. Bu yönüyle tarîk, insanın özgür tercih alanını simgeler.

İNCELİKLER VE DERİN FARKLAR

Sırat kavramı, dosdoğru ve tek yol anlamına gelir. Özelliği ilâhî bir çizgi olmasıdır ve işaret ettiği hakikatler tevhid, istikamet ve sırat-ı müstakîmdir.

Sebîl kavramı, Allah’a giden yolları ifade eder. Özellikleri çaba, mücadele ve ameldir. İşaret ettiği hakikatler ise cihad, infak, ilim ve hizmettir.

Tarîk kavramı, yürünebilir her yol anlamına gelir. Özelliği serbest seçim alanı olmasıdır ve hayır ya da şer yönündeki tercihler hakikatine işaret eder.

İBRET: YOLU BİLMEK YETMEZ, YÜRÜMEK GEREKİR

Nice insan vardır, sıratı bilir ama sebîlde yürümeye üşenir. Nice insan vardır, tarîkleri seçerken hevasına uyar, hakikatten sapar. Oysa hak yolda yürümek, sırf bilgiden değil; kalpten, azimden, niyetten geçer.

Sırat, Allah’ın çağrısıdır. Sebîl, kulun karşılık vermesidir. Tarîk ise tercih anıdır. Doğru yolda olmak bir nimettir; ama o yolda kalmak bir imtihandır.

SON SÖZ: YOLU YOLDA YÜRÜYENLER TANITIR

Her insan bir yoldadır. Kimi sırat üzerindedir, kimi sadece bir tarîkte sürüklenmektedir. Kimi sebîllerde yorulmuştur, kimi yolların kenarında oyalanmaktadır. Ama her hâlükârda bir yol üzerindeyiz.

Öyleyse Kur’ân’ın ve Nebevî Sünnet’in gösterdiği sırât-ı müstakîme yönelmeli, o yolda sebîlullâh için gayret etmeli ve karşımıza çıkan her tarîki basîretle seçmeliyiz.

Çünkü sonunda herkes, yürüdüğü yola varacaktır.
Ve her yol, sahibini ya rahmete

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

NEFSİN HİLE VE DESİSELERİ: İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

NEFSİN HİLE VE DESİSELERİ: İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

İnsanoğlunun en zorlu düşmanı çoğu zaman dışarıda değil, kendi içinde gizlidir: nefis. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, nefsin türlü hile ve desiselerini anlatarak müminleri bu iç düşmana karşı uyanık olmaya davet eder. Çünkü nefis, insanı Hak’tan uzaklaştırmak için şeytanla ittifak eden sinsi bir tuzakçıdır. Onun oyunları bazen süslü görünür, bazen masum, bazen de hayra benzer şerlerdir.

Kur’ân’da Nefsin Tabiatı

Kur’ân, nefsin çeşitli halleri olduğunu bildirir. Hz. Yusuf (a.s.), Rabbine sığınarak şöyle der:

> “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emreder…”
(Sûre: Yûsuf, 53)

Bu ayet, nefsin asli tabiatında kötülüğü emretme eğilimi olduğunu açıkça gösterir. Nefis, daima hevâya, yani keyfine göre yaşamak ister. Aklı değil arzuyu dinler. Sabır değil acele, takvâ değil lezzet peşindedir.

Hadîs-i Şerîflerde Nefisle Mücadele

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur:

> “Senin en büyük düşmanın, iki yanın arasında taşıdığın nefsindir.”
(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/224)

Bu hadis, nefsin dıştan gelen düşmanlardan daha tehlikeli olduğunu vurgular. Çünkü dış düşman açıktır; tedbir alınabilir. Ama nefis içtedir; onun sesi, insanın sesi gibi gelir. Kimi zaman ibadet suretine bürünerek riyâyı süsler. Kimi zaman sabır maskesiyle tembelliği meşrulaştırır. Kimi zaman tevazu zannedilen gizli gururlar fısıldar.

Nefsin Hileleri

1. Günahı Küçük Göstermek: Nefis, büyük günahları “önemsiz bir şey” gibi gösterir. “Herkes yapıyor”, “bir kereden bir şey olmaz” gibi bahanelerle kalbi uyuşturur.

2. Güzel Amelleri Şirkle Kirletmek: Riya, ucupluk (kendini beğenme), gösteriş gibi manevi virüslerle ibadetleri değersizleştirir.

3. Gafleti Süslemek: “Zamanı gelince tövbe ederim”, “Allah affedicidir” gibi sözlerle tembelliği meşrulaştırır. Oysa her an son an olabilir.

4. İsyanı Hak Gibi Sunmak: Hakkı konuştuğunu sanan nefis, aslında nefretten, öfkeden, kibirden beslenebilir.

Nefisle Cihad: Büyük Mücadele

Rasûlullah (s.a.v), gazadan dönen sahâbelere şöyle buyurdu:

> “Küçük cihaddan döndük, şimdi büyük cihada gidiyoruz.”
Sahâbîler sordular: “O da nedir ya Rasûlallah?”
“Kişinin kendi nefsiyle yaptığı cihaddır.”
(Beyhakî, Zühd, 373)

İşte bu cihad, ömür boyu süren bir mücadeledir. Her sabah yeni bir savaş başlar. Nefis sabah namazından alıkoymaya çalışır, dilimizi gıybetle kirletmek ister, kalbimize kibir üfler. Her an uyanık olmak gerekir.

Kurtuluş Yolu: Terbiye ve Teslimiyet

Nefsini terbiye etmeyen, onun oyuncağı olur. Ama nefsini Allah’a teslim eden, zafer kazanır. Kur’ân bunu müjdeler:

> “Nefsini temizleyen, gerçekten kurtuluşa ermiştir.”
(Sûre: Şems, 9)

Bu temizlik kolay değildir, ama mümkündür. Namazla, oruçla, zikirle, sabırla, ilimle, tefekkürle nefis eğitilir. İman, nefse pranga vurur. Takva, nefsin dizginidir. Aşk-ı ilahi ise onu yola getiren en güçlü iptir.

Son Söz: Kendinden Kaçma, Kendinle Yüzleş

İnsanın en büyük başarısı, dışarıda değil iç dünyasında başlar. Nefsini tanıyan, Rabbini tanımaya yaklaşır. O yüzden bu yolculuk, içe doğrudur. Aynaya bakmak, hatalarını görmek, kibri kırmak, tövbe ile yeniden doğmak…

Çünkü asıl zafer, insanın kendi nefsini mağlup edebilmesidir. Ve bu zafer, dünya ve ahiret saadetinin anahtarıdır.

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET İSİMLERİ ARASINDAKİ FARK.

ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET İSİMLERİ ARASINDAKİ FARK.

AFFEDENİN AFFI: Afv, Mağfiret ve Rahmet Üzerine Derin Bir Yolculuk

Bir kul, günah işlediğinde ne bekler? Cezalandırılmak mı? Yargılanmak mı? Yoksa… affedilmek mi? Allah’ın isimleri arasında öyle üç isim vardır ki, kulun boynunu büktüğü her anda, secdeye kapandığı her gecede onun sığınacağı yegâne liman olur:

Afv, Mağfiret ve Rahmet.

Hepsi affı çağrıştırır, ama aynı şey değildir. Hepsi merhameti kapsar, ama derinlikleri bambaşkadır. Gelin, bu üç ismin manasına bir yolculuk yapalım. Belki bu yolculuk, bizim de kendimizi affetmemize vesile olur…

1. El-Afuv – “Silip Yok Eden”

“Allah, Afuv’dur; affetmeyi sever. Öyleyse siz de affedin.”
(Tirmizî, Daavât, 99)

Afv, kelime olarak “yok etmek”, “iz bırakmamak” anlamına gelir. Allah’ın El-Afuv ismi, sadece günahı bağışlamakla kalmaz, onu tamamen silip izini de yok eder.
Ne defterde kalır, ne hafızada. Meleklerin kayıtlarından düşürülür.

Misal:
Bir çocuk, duvara kalemle çirkin bir şey yazar. Annesi görür. Kızmak yerine, yumuşakça yaklaşıp kalemi elinden alır, o yazıyı siler. Ve sonra duvarı boyar. Hiçbir iz kalmaz.
İşte Afuv budur. Siler ve unutturur. Kulun geçmişi, affedilmiş olmaktan öteye geçer: hiç yaşanmamış gibi olur.

2. El-Gafûr / El-Gaffâr – “Bağışlayan”

“De ki: Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret eder.”
(Zümer, 53)

Mağfiret, kelime olarak “örtmek” anlamına gelir. Allah’ın Gafûr ismiyle affetmesi, günahı örtmesi anlamına gelir. Günah silinmemiştir, ama örtülmüştür. Ayıp gizlenmiş, kusur açıklanmamıştır.

Misal:
Bir baba, çocuğunun bir hatasını görür. Ceza vermez, başkasına da anlatmaz. “Yaptığını biliyorum,” der sadece. Ama sesini yükseltmez.
İşte mağfiret budur. Günah yerli yerinde durur ama Allah onu örtüp seni mahcup etmez.

3. Er-Rahmân / Er-Rahîm – “Merhametin Ta Kendisi”

Rahmet, yalnızca affetmek değil, ikram etmektir. Hatalarına rağmen sana nimet vermeye devam eden bir Rabb’in var.
Sana ceza vermediği gibi, hediyesini de kesmiyor.

Misal:
Bir öğrenci sınavdan sıfır alır. Öğretmeni ne yapar? Ceza vermez, aksine onu yanına alır, çalıştırır, öğle yemeğini ısmarlar. Çünkü öğrencinin gelişeceğine inanır.
İşte rahmet budur. Kula değer vermeye devam etmek, hatta onu yüceltmek…

Bu Üçü Birlikte Ne Anlatır?

Afv: Günahı siler

Mağfiret: Günahı örter

Rahmet: Günahkâra ikram eder

Allah bazen sadece bağışlamaz; siler, unutturur, örter ve ardından nimet verir.
Bir kul tövbe ettiğinde, Allah ona kızmaz. Bilakis, tövbesine sevinir. Ve o kula ikram etmeye devam eder.

Son Söz:

Günah işlemek insanlıktır. Ama affa sığınmak kulluktur.
Allah, affetmek için bahane arar. Yeter ki sen de kaçma.
Affedileceğine inan. Çünkü O, Afuv’dur, Gafûr’dur, Rahmân’dır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

İnkârdaki Gizli İkrar

İnkârdaki Gizli İkrar

Zor Anların Dilinden Dökülen Gerçekler

İnsanın diliyle söylediği ile kalbinin derinliklerinde sakladığı her zaman aynı değildir. Özellikle inanç konusunda bu fark daha da belirginleşir. Nice kimse vardır ki, diliyle inkâr ettiğini söyler; ama başına bir felaket geldiğinde, ölümle yüzleştiğinde veya çaresizlik içinde kıvrandığında, kalbinin derinliklerinden bir yakarış, bir dua, bir yöneliş fışkırır:
“Allah’ım!”

Bu, inkar zırhının yırtıldığı, içteki hakikatin isteksizce de olsa dışa taştığı andır. Kur’an-ı Kerîm bu durumu birçok ayette gözler önüne serer. En açık örneklerden biri şudur:

> “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen eş koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.”
(Ankebut Suresi, 65-66)

Zor Zamanların Aynası: Kalbin Gerçek Sesi

İnkâr, çoğu zaman zihinsel bir perdedir; hakikati örten bir kibir, bir gurur, bir ideolojik saplantı yahut dünyevî çıkarın bir savunmasıdır. Ancak insan öyle bir ana gelir ki, ne ideolojisi kalır ne gururu. Ölüm yaklaştığında, zelzele olduğunda, fırtınaya tutulduğunda veya çaresiz bir hastalıkla baş başa kaldığında, o “inatla örttüğü” hakikat, inkârın perdesini delerek dışa vurulur.

İşte buna “inkârdaki gizli ikrar” denir.

Firavun’un Son Anı: Gecikmiş İtiraf

Kur’an’da Firavun’un kıssası bu hakikatin ibretli bir örneğidir. Hayatı boyunca “Ben sizin en yüce rabbinizim!” diyecek kadar büyüklenen Firavun, boğulmak üzereyken şöyle der:

> “İsrailoğulları’nın inandığından başka ilah olmadığına iman ettim!”
(Yunus Suresi, 90)

Ne hazindir ki bu ikrar, zamanında yapılmadığı için kabul edilmez. Ama bu olay, hayatı boyunca inkâr eden birinin bile en zor anında gerçeği itiraf etmek zorunda kaldığını gösterir.

Modern Firavunlar: Bugünün İnkarcıları

Bugün dahi kendini “ateist” ya da “ilah tanımaz” diye tanımlayan birçok kimsenin, uçak türbülansa girdiğinde, ölümcül bir kazaya yaklaştığında ya da sevdiği birinin başına bir şey geldiğinde içinden fışkıran ilk söz, “Allah’ım yardım et!” olur.

Bu söz, bir itiraf değil midir?

Bu söz, aslında vicdanın, fıtratın, kalpte bastırılan o ezelî hakikatin haykırışı değil midir?

Fıtrat İkrar Eder

Çünkü insanın fıtratında iman tohumu vardır. Çocukken öğretilmese bile, bir yaratıcıya yönelme meyliyle doğar insan. Bu yüzden imanın aslı inkârda değil, insanın özünde vardır. İnkâr ise öğrenilmiş, savunma mekanizmasına dönüşmüş, çoğu zaman geçici bir perde olarak sonradan giydirilmiştir.

Son Söz: Uyanmadan Önce Uyarı

Hayat, uyanmak için fırsatlarla doludur. Allah, kullarını bazen nimetiyle, bazen de musibetiyle kendine çağırır. Ama asıl önemli olan, ikrarı ölüm gelip çatmadan önce yapmak; yani gecikmiş pişmanlıklardan önce hakikate yönelmektir.

> İnkâr edenlerin zor zamanda söyledikleri “Allah’ım!” sözü, aslında hep bastırdıkları imanın dışa taşan bir ikrarıdır.
Ne mutlu o ikrarı henüz vaktindeyken samimi bir teslimiyete dönüştürebilenlere…

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

HAYIR ALLAH’IN TERCİH ETTİĞİNDEDİR

HAYIR ALLAH’IN TERCİH ETTİĞİNDEDİR

El-Hayru Fî Mâhterahullah – Hayır, Allah’ın Tercih Ettiğindedir
Hikmetli, İbretli ve Derinlikli Bir Bakış

İnsan, sınırlı aklıyla sınırsız kaderi anlamaya çalışırken çoğu zaman hayretler içinde kalır. Hayat bazen planladığımız gibi gitmez; umduğumuz yerden üzüntü, beklemediğimiz yerden sevinç gelir. İşte tam da bu noktada, ehl-i iman için sarsılmaz bir hakikat vardır: “El-hayru fî mâhterahullah”, yani “Hayır, Allah’ın tercih ettiğindedir.”

Bu vecize, kaderin sırrını, teslimiyetin özünü ve imanın derinliğini içinde barındırır. Zira insan çoğu zaman bir olayı sadece görünen yüzüyle değerlendirir; hâlbuki olayların perde arkasında ilahi bir takdir, sonsuz bir ilim ve nihayetsiz bir rahmet işlemektedir.

Hz. Musa ve Hızır Kıssası: Perde Arkasındaki Hayırlar

Kur’an’da yer alan Hz. Musa ile Hızır kıssası bu hakikatin en çarpıcı örneklerindendir. Hızır’ın gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi ve yıkık bir duvarı tamir etmesi, ilk bakışta akla ve hikmete aykırı görünür. Fakat her bir fiilin ardında büyük bir hayır vardır. Bu kıssa bizlere şunu öğretir: İlahi tercih bazen bizim tercihimize ters gibi görünse de, gerçek hayır onda gizlidir.

Dualar Kabul Olmayınca…

Bir mümin dua eder, sabreder, ister. Ama bazen dua ettiği şeyler gerçekleşmez. Bu durumda kaderine kırılmak yerine şu bakış açısına sarılmalıdır:
“Ben istemiş olabilirim, ama Rabbim bana daha hayırlısını seçti.”
Zira O, sadece bizim şu anki hâlimizi değil, geleceğimizi, ahiretimize tesirini ve gönlümüzün kaldırabileceğini de bilir. Allah, duaları ya istediğimiz gibi, ya daha iyisiyle, ya da günahlarımızın affı ve ebedi hayatta mükâfatıyla kabul eder. İşte bu ilahi adalet ve merhamet, “El-hayru fî mâhterahullah” sözünde tecessüm eder.

Hayır Gibi Görünen Şer, Şer Gibi Görünen Hayır

Nice varlık insanı şımartır, helaka götürür; nice yokluk, insanı Allah’a yaklaştırır, kemale erdirir. Bazen bir hastalık, bir kayıp, bir bela; insana öyle bir sabır, öyle bir tevekkül kazandırır ki, o halet-i ruhiyeyi başka hiçbir nimet veremez. Mevlâna’nın ifadesiyle:
“Senin canını yakan şey, belki de canını kurtaracak olan şeydir.”

Teslimiyet: En Güzel Hal

İmanın zirvesi teslimiyettir. Kişi başına geleni sorgulamadan, hikmetini merak etse de isyan etmeden, Rabbine olan güvenini sarsmadan yaşarsa; işte o zaman kaderle barış içinde yaşar. O zaman kalp derin bir huzura kavuşur. Çünkü bilir ki:

> “Benim elimden geleni yaptığım yerde, Rabbim benim için en hayırlısını murad edecektir.”

Son Söz

Hayatın her anı bir imtihan, her karar bir tercih ve her sonuç ilahi bir takdirdir. İnsan ne kadar hesap yaparsa yapsın, Rabbimizin sonsuz ilmi ve rahmeti, her zaman en doğru olanı seçer. İşte bu yüzden, başımıza ne gelirse gelsin, gönlümüzden şu söz eksik olmamalıdır:

“El-hayru fî mâhterahullah.”
“Hayır, Allah’ın tercih ettiğindedir.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

İNSANI AYNADA DEĞİL, İMTİHANDA TANI

İNSANI AYNADA DEĞİL, İMTİHANDA TANI:
Alacalı, Kel ve Kör Üç Kişinin Kıssasından Dersler

Hayat, bize verilmiş bir nimet olduğu kadar, aynı zamanda bir imtihandır. Her bir nimet, görünmeyen bir sınav kâğıdı gibidir. Allah Teâlâ, bazen vermekle, bazen almakla, bazen de geri istemekle kullarını sınar. Bu hakikati en güzel şekilde anlatan kıssalardan biri de, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) anlattığı “alacalı, kel ve kör üç kişi” kıssasıdır.

Kıssa Özeti (Sahih Kaynaklardan):

Beni İsrail’den üç kişi vardır: Biri alacalı, biri kel, biri kör… Allah Teâlâ onları sınamak ister ve bir meleği insan suretinde gönderir.

1. Alacalıya sorar: “En çok neyi seversin?” Der ki: “Güzel bir cilt ve derimin güzelleşmesini. İnsanların benden tiksinmemesini isterim.” Melek dua eder, cildi güzelleşir. “En çok neyi istersin?” der. “Deve,” der. Ona gebe bir dişi deve verilir. Dua alır.

2. Kel’e gelir. O da saç ister, güzellik ister, sonra sığır ister. Ona da verilir.

3. Kör’e gelir. O: “Allah gözümü versin,” der. Gözleri açılır. “Ne istersin?” “Koyun.” Ona da verilir.

Zaman geçer. Her biri çoğalır, zenginleşir. Sonra melek, ilk hâlleriyle onlara tekrar gelir.

Alacalı ve Kel, kendilerine verilen her şeyi inkâr eder: “Bu servet atalarımdandır, ben kimseye muhtaç değilim,” derler. Yardım isteyen meleği kovarlar.

Ama Kör olan, şöyle der:
“Ben eskiden kördüm, Allah bana göz verdi. Bu mal da O’nun lütfu. Dilediğini al.”

Melek, ona şöyle der:
“Malın senin olsun. Sizin bu hâlinizle Allah sizi imtihan etti. Sen başarılı oldun, diğer ikisi ise başarısız oldu.”

(Hadis: Buhari ve Müslim’de geçmektedir.)

Bu Kıssadan Çıkan Hisseler ve Hikmetler:

1. Her nimet bir imtihandır.

Cilt güzelliği, saç, göz, mal, mülk… Hepsi bir imtihan vesilesidir. İnsan çoğu zaman başına musibet gelince değil, nimet verilince kaybeder. Zira nimet şükür ister; kibir değil.

2. Allah verdiği nimeti geri de alabilir.

İki kişi, kendilerine verilen nimeti unuttu, kibirlendi, geçmişlerini inkâr etti. Oysa Allah dilerse verir, dilerse alır. Nimetin asıl sahibi biz değiliz, sadece emanetçisiyiz.

3. Unutan kaybeder, hatırlayan kazanır.

Kör olan adam, gözlerinin kör olduğunu ve malının Allah’ın lütfu olduğunu unutmadı. İşte bu bilinç, onu kurtardı. Zenginlik kalbi değil, zihni kör ederse insan perişan olur.

4. Gerçek şükür, paylaşmakla olur.

Bir kişi, Allah’a ne kadar şükrettiğini söyleyebilir. Ama gerçekten şükür, ihtiyaç sahibini görünce ortaya çıkar. Şükreden verir; nankör saklar, kibirlenir.

5. Bugünün nimeti, dünkü duanın cevabıdır.

Bugün elimizde ne varsa, bir zamanlar içten edilen duaların, acizlikle yapılan yakarışların cevabıdır. Bunu unutan, sadece insanlara değil, kendine de yabancılaşır.

Sonuç: Aynada Güzelliğine Değil, Kalbinde Takvaya Bak

Bu kıssa bize şunu öğretir: İnsan dışıyla değil, içiyle imtihan edilir. Mal, makam, sağlık hepsi geçicidir. Esas olan, bunları nasıl kullandığımızdır. Allah insana verir ve bakar: “Şimdi ne yapacak?”

Güzel bir cilt mi, yumuşak bir kalp mi? Parlak bir saç mı, temiz bir vicdan mı? Açılmış gözler mi, açık bir gönül mü?

Nimet verildiğinde şükre

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

TAKVA: Temizlenmek Değil, Kirlenmemeyi Seçmektir

TAKVA: Temizlenmek Değil, Kirlenmemeyi Seçmektir

İnsanoğlu, yaratılışı gereği hata etmeye meyillidir. Fakat takva, insanın yalnızca günah işledikten sonra temizlenmesi değil, asıl olarak o günaha hiç bulaşmamak için gösterdiği bilinçli çabadır.

Takva, sadece nefsin kirinden arınmak değil; kirlenme ihtimali olan yollardan uzak durmaktır. Hani temiz kalmayı önemseyen biri, çamurlu bir yolda yürümemeyi tercih eder ya; takva da ruhun o çamura hiç bulaşmamasıdır.

Takva, Bir Koruma Kalkanıdır

Kur’an-ı Kerim’de takva, sıkça “korunma” anlamında geçer. Takva sahibi insan, Rabbinden korktuğu için değil; O’na olan sevgisi ve saygısı sebebiyle günaha yaklaşmaz. Bu yönüyle takva, cezadan kaçmak değil, Allah’ın rızasını kaybetmekten sakınmaktır.

Nasıl ki bir anne, çocuğunun ateşe yaklaşmaması için onu defalarca uyarırsa, takva da kulun kalbinde benzer bir uyarıcıdır: “Yaklaşma, yanarsın.” Ama bu yanış sadece cehennemin ateşiyle değil; kalbin kararışı, ruhun bulanmasıyla olur.

Temizlenmek Güzeldir, Kirlenmemek Daha Güzeldir

Bir insanın günah işleyip sonra pişmanlıkla tevbe etmesi elbette değerli ve güzeldir. Ancak günaha hiç yaklaşmamak, takvanın zirvesidir. Bu, sadece haramdan kaçmakla sınırlı değildir; şüpheliden bile sakınmayı kapsar. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur.” (Buhârî, Îmân, 39)

Takva ehli, sadece haramdan değil; harama götüren yollardan da uzak duran kişidir. Çünkü bilir ki, günah kirletir. Her kir, bir iz bırakır. Kalpteki her leke, nurun görünmesini engeller. Tıpkı kirli bir camdan gelen ışığın sönükleşmesi gibi…

Modern Dünyada Takva: Yeni Kirler, Eski Hakikatler

Bugünün dünyasında, kalbi kirleten yollar sadece sokaklarda değil; ekranlarda, dijital alanlarda, düşüncelerde dolaşmaktadır. Kir sadece fiziksel değil, zihinsel ve kalbî boyuttadır. Dolayısıyla takva da yalnızca davranışta değil, düşüncede ve niyette başlar.

Gözünü haramdan korumak, elini zulümden uzak tutmak, dilini gıybetten sakındırmak, kalbini kin, kibir ve riyadan temiz tutmak… İşte takva, bu hassasiyetin adıdır.

Sonuç: Takva Bir Yaşam Tarzıdır

Takva; korkuyla değil, sevgiyle yaşanan bir disiplindir. Allah’a yaklaşmanın, huzur bulmanın, iç dünyayı berrak tutmanın yoludur. Takva, kirlenmemeye azmetmiş bir kalbin, her adımda “Rabbim benden razı mı?” sorusunu sormasıdır.

Ve bil ki, ne kadar temizlenirsen temizlen, en güzel temizlik kirlenmemektir. Çünkü bazen silinen izler kalır ama hiç kirlenmeyen bir kalpte safiyet daim olur.

O halde takvayı sadece günah sonrası arınmak olarak değil; günaha karşı bir siper, bir şuurlu duruş olarak anlayalım. Çünkü takva; arınmak değil, arınmaya ihtiyaç bırakmayacak bir hayat yaşamaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ŞEYTANCA BİR YAHUDİ PLANI: FITRATA MÜDAHALE VE YIKIM

ŞEYTANCA BİR YAHUDİ PLANI: FITRATA MÜDAHALE VE YIKIM

“Andolsun, onları saptıracağım, onları boş kuruntulara sürükleyeceğim, onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, Allah’ın yaratışını (fıtratını) değiştirecekler…”
(Nisâ, 119)

1. Hakikatin Kalbine Yönelik Bir Saldırı

Fıtrat, Allah’ın insanı en güzel şekilde yaratmasıdır. Cinsiyet, akıl, vicdan, haya, şefkat ve merhamet gibi değerler, bu fıtratın temel taşlarıdır. Lakin şeytan, bu dengeyi bozmak için var gücüyle çalışır. Kur’an’ın ifadesiyle insanı yaratıldığı şekliyle beğenmeyen şeytan, “yaratılışı değiştirmeyi” bir plan hâline getirir.

Bugün dünyada yaşanan ahlaki çöküş, cinsiyet karmaşası, aile yapısının bozulması ve fıtratın inkârı; tesadüfî gelişmeler değil, şeytani bir aklın organize faaliyetleridir. Bu akıl ise tarih boyunca inançlara, insanlığa ve özellikle fıtri değerlere savaş açmış olan Yahudi merkezli Siyonist bir zihniyettir.

2. Yahudi Zihniyetinin Tarihi Planı

Kur’an’da Yahudiler için “tahrif eden”, “anlaşmaları bozan”, “hakkı gizleyen” ifadeleri kullanılır. Bu zihniyet, Musa’nın getirdiği hakikati çarpıttı, peygamberleri öldürdü, parayı ilahlaştırdı ve insanlığı yönlendirmek üzere uzun vadeli planlar yaptı.

Gizli planlarıyla tanınan Siyonist akıl, insanı insan yapan değerleri yıkmayı hedef aldı. Aile kurumunu dağıtmak, iffeti aşağılamak, kadın-erkek rollerini silikleştirmek ve nihayet insanı “cinsiyetsiz” bir varlığa dönüştürmek bu planın parçalarıdır. Yani mesele sadece ideolojik değil, şeytani bir müdahaledir.

3. Medya, Eğitim ve Popüler Kültürle Zihin İşgali

Hollywood filmlerinde cinsiyet bulanıklaştırılır. Dizilerde “normal” olan sapkınlaştırılır. Çocuk çizgi filmlerine dahi LGBT propagandası serpiştirilir. Okullarda “cinsiyet akışkanlığı” gibi kavramlar öğretilmeye başlanır. Aile yapısı “eski model” diye aşağılanır.

Bunların hepsi, yüz yıl öncesinden yazılmış ve ifşa edilmiş planların uygulamaya konulmuş hâlidir. Theodor Herzl’in, Albert Pike’ın, Henry Kissinger’in, Rothschild’in açıklamaları ve belgelenmiş stratejileri bunu açıkça göstermektedir: İnsanlık kendi değerleriyle bağını koparsın, kendini yalnız hissetsin, sonra da “bizim sunduğumuz kimliği” kabul etsin.

4. Fıtrat Bozulursa Ne Olur?

Kadın, kadın olmaktan çıkarsa; annelik, dişilik ve şefkat anlamını yitirir.

Erkek, erkekliğini kaybederse; koruyucu, reis ve mesuliyet duygusu silinir.

Aile bozulursa; nesil yıkılır, toplum dağılır.

Cinsiyet yok edilirse; insanın yaratılış gayesi inkâr edilir.

Ve bu noktada “özgürlük” adı altında pazarlanan şeyin aslında bir kölelik zinciri olduğu anlaşılır. Kimliğini kaybeden insan, kendi iradesiyle değil, dayatılan sistemle hareket eder.

5. Ne Yapmalı?

Kur’an’a dönmeli: Çünkü fıtratı en iyi tanımlayan, koruyan ve yücelten Allah’tır.

Aile korunmalı: Çocuklarımıza iffet, haya, annelik ve babalık gibi kavramları öğretmeliyiz.

Medya sorgulanmalı: İzlediklerimiz, okuduklarımız ve çocuklarımıza sunulan içerikler mutlaka filtrelenmelidir.

Siyonist planlar ifşa edilmeli: Bu planların tarihi belgelerle halkımıza anlatılması, bilinç uyandıracaktır.

Sonuç: Şeytanî Planlara Karşı İlahi Fıtratı Koru!

Bu bir medeniyet savaşıdır. Bir tarafta şeytanî aklın peşine takılmış, insanı yozlaştırmak isteyen bir sistem; diğer tarafta ise Allah’ın yarattığı o muazzam dengeyi savunan bir duruş. Biz bu savaşta ya fıtratı savunacağız ya da yozlaşmaya seyirci kalacağız.

Unutma: Fıtrat, Allah’ın sana yazdığı en büyük hakikattir. O’nu korumak, hem kendini hem neslini hem de insanlığı korumaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Bâkî Olmayan Dünya: Fânilik Üzerine Hikmetli Bir Düşünce

Bâkî Olmayan Dünya: Fânilik Üzerine Hikmetli Bir Düşünce

“N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî”

Zamanın derinliklerinden yankılanan bu mısralar, insanoğlunun en kadim hakikatlerinden birini haykırır: Dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Adı gibi “bâkî” (kalıcı) olan şair Bâkî’ye, kader adeta şöyle seslenir: “Ey kalıcı olmak isteyen! Bil ki bu dünya mülkü, gerek Kanuni Sultan Süleyman ve gerekse Süleyman Peygamber’e bile kalmadı.”

Süleyman (a.s.) gibi kudreti, mülkü, hikmeti ve saltanatıyla meşhur bir peygamberin dahi geride bırakmak zorunda kaldığı bu dünya, kime vefa gösterebilir ki? Efsanelere konu olan saraylar, altınlarla süslü hazineler, emrinde rüzgârlar ve cinler… Hepsi bir gün sustu. Çünkü fânî olan her şeyin bir sonu vardır.

“Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî.”

Zamanın hükümdarına seslenen şair, “Delicesine bir azimle yüceldin ama bil ki bu gök kubbenin altında sen de ben de kalıcı değiliz” der. Çarh-ı felek, yani zaman çarkı; ne sultan tanır ne şair… Hepsini öğütür, hepsini toprağa eşitler.

Fânilik Bilinciyle Yaşamak

Bu mısralar bize sadece bir edebi lezzet sunmakla kalmaz; aynı zamanda kalbe dokunan, nefse ders veren bir nasihat ihtiva eder. İnsan, gücüne, makamına, servetine güvenip kendini ebedî sanabilir. Ama mezarlıklar, bir zamanlar zirvede olanların sessiz yattığı yerlerdir. Fânilik, kibri törpüler, azameti sadeleştirir, kalbi tevazuya çağırır.

Zira asıl kalıcılık, dünyada bıraktığımız izlerle olur. Adaletle yönetmek, hikmetle konuşmak, merhametle yaşamak, arkamızda bir dua bırakmak… Asıl “bâkî” olan bunlardır. Mevlana’nın dediği gibi: “Sen toprağa ne ekersen, semeresi sana döner.”

Hikmetli Bir Sonuç:

İnsanoğlu ne kadar yücelirse yücelsin, eninde sonunda toprağa döner. Geride ne bıraktığı ise onun gerçek mirasıdır. Mal mülk değil, amel kalır. İsraf değil, infak kalır. Gurur değil, izzet kalır. Zira Allah katında “bâkî” olan sadece salih amellerdir:

“Mâ indekum yanfedû ve mâ indallâhi bâkî.”
“Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bâkîdir.” (Nahl, 96)

O hâlde bizlere düşen, dünya saraylarını değil, âhiret köşklerini inşa etmektir. Zira bu çarh-ı felek, nice şahlar, sultanlar, şairler gördü ve geçirdi. Şimdi sıra bizde.

Ne sen bâkî, ne ben bâkî… Ama aradaki hakikat, daima bâkî.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Eşyanın Ötesindeki Hakikat: İlahî İsimlerin Gölgesinde Varlık

Eşyanın Ötesindeki Hakikat: İlahî İsimlerin Gölgesinde Varlık

İnsanoğlu öteden beri eşyanın hakikatini anlama çabası içinde olmuştur. Dağları incelemiş, yıldızlara yönelmiş, hücreyi parçalayarak atomun kalbine ulaşmak istemiştir. Ancak bütün bu arayışlarda fark edilmesi gereken temel bir sır vardır: Varlığın hakikati, görünenin ardındaki ilahî mânâdadır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle, “Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kainatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder.” Yani kainat bir hakikat kitabıdır ve bu kitabın satırları, İlahî isimlerin birer tecellisidir. Görülen her şey, aslında görünmeyene işaret eder; suret, mananın gölgesidir.

Eşyanın Görünen Yüzü ve Gizli Hakikati

Bir çiçeğin güzelliği sadece renk ve şekilden ibaret değildir. O güzellik, Cemîl isminin bir tecellisidir. Bir annenin şefkati, yalnız biyolojik bir sevk değil, Rahmân ve Rahîm isimlerinin yansımasıdır. Adaletli bir karar, Adl isminin, rızıkla dolu bir sofra ise Rezzâk isminin gölgesidir.

Evliyaullahın bir kısmı bu hakikati daha derinden kavramış ve demişlerdir ki: “Hakikî hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Bu bakış açısı, bizi sadece fiziksel ve görünür olana değil, onun ardındaki metafizik mânâya yönlendirir. Her eşya, bir ayna gibidir; kendi varlığından çok, yansıttığı hakikati önemlidir.

Düşünen Aklın Yolculuğu: Suretten Mânâya

Düşünen bir insan için eşya sadece faydalanılacak nesneler değildir; her biri birer tecelligâh, birer mesaj taşıyıcısıdır. Göklerdeki ihtişam, Allah’ın Azîm ismini; atomun içindeki düzen, Hakîm ismini; yeryüzündeki renk ve tat çeşitliliği ise Bâri, Musavvir, Kerîm gibi nice esmayı haykırır.

Hakikat arayışı, sadece görünenin detaylarında boğulmak değildir. Asıl marifet, görünenle yetinmeyip onun ardındaki kudreti, ilmi, iradeyi ve hikmeti görebilmektir. Eşyaya bu gözle bakabilmek, insanı gafletten ilme, küfürden imana, dağınıklıktan tevhide taşır.

İnsanın Aynadarlık Vazifesi

İnsanın yaratılışındaki sır da budur. İnsanoğlu, eşyayı sadece kullanmak için değil, onu okuyup anlamak, onu tefekkürle Rabbinin isimlerini keşfetmek için yaratılmıştır. Her eşyaya ve olaya “esma-i hüsnâ” penceresinden bakmak, insanı hakikî bir kul ve hakikî bir mü’min yapar.

Tefekkürle geçirilen bir an, belki saatlerce yapılan ibadetten hayırlı olur. Çünkü o tefekkür, insanın kalbini esma-i ilahiye ile meşgul eder, varlığı anlamlandırır ve faniden bakîye bir pencere açar.

Sonuç: Eşya Bir Gölge, Hakikat Esmadadır

Dünyanın cazibesi ve eşyanın suretine olan bağlılık, insanı çoğu zaman gölgelerle oyalanmaya iter. Oysa hakikati arayanlar, gölgelere değil, ışığa yönelmelidir. O ışık ise esma-i ilahiyedir. O isimleri anlamak, yaşamak ve yansıtmak; eşyanın ötesine geçerek hakikate ulaşmaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Gölgedeki Gerçek: MİT’in Derin Yüzü ve Bir İtirafın Ardındaki Türkiye

Gölgedeki Gerçek: MİT’in Derin Yüzü ve Bir İtirafın Ardındaki Türkiye

“Ben MİT Müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese, onu oraya götürmekle memurum.”
– Fuat Doğu (Eski MİT Müsteşarı)

Bu sözler, herhangi biri tarafından değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin en kritik kurumlarından biri olan Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) başında bulunmuş bir isim tarafından sarf edildi. Üstelik bu kişi, sadece MİT’i yönetmekle kalmamış, onun geleceğini şekillendirecek kadroları da yetiştirmişti:
1962-1964 ve 1966-1971 arasında iki kez MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu Mehmet Eymür, Sadi Sağdam, Şenkal Atasagun, Emre Taner ve Hiram Abas gibi MİT yöneticilerini yetiştirmiş, MİT’e bir dönem damga vurmuş bir isim.

Soğuk Savaşın Gölgesinde MİT: Bağımsızlık mı, Bağlılık mı?

Fuat Doğu’nun görev yaptığı yıllar, Soğuk Savaş’ın en sert dönemleriydi. Dünya iki kutba ayrılmıştı: Amerika ve Sovyetler. Türkiye, NATO üyesi olarak Batı blokunda yer alırken, bu bloğun gölgesinde kendi iç siyasetini ve kurumlarını şekillendirmek zorunda kaldı. MİT de bu durumdan muaf değildi.

Amerikan istihbarat örgütü CIA, o dönemde sadece Türkiye’de değil, pek çok “müttefik” ülkede derin bir nüfuza sahipti. Lakin bir müsteşarın açıkça “CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım” demesi, bu nüfuzun boyutunu ibretle gösteriyor.

Bu itiraf, sadece bireysel bir pişmanlık değil, aynı zamanda devletin mahrem kalması gereken yapılarının nasıl dış iradelerin etkisine girebildiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

Yetişen Kadrolar ve Devam Eden Miras

Fuat Doğu’nun yetiştirdiği kadrolar, MİT’in sonraki on yıllarını şekillendirdi. Kimi zaman “derin devlet” olarak anılan yapılarla iç içe geçen, faili meçhullerle, kontrgerilla faaliyetleriyle ve dış bağlantılarla anılan bir MİT portresi oluştu. Hiram Abas gibi “teknik” istihbaratçılar, Mehmet Eymür gibi “operasyonel” isimler, hep bu dönemin mirasıydı.

Burada sorulması gereken soru şudur: Bir istihbarat teşkilatı, kim için çalışır? Kimin çıkarlarını korur? Kime sadakat gösterir?

Devletin gizli hafızası olması gereken MİT’in zaman zaman “dış merkezli” operasyonların aracı hâline gelmesi, sadece bir kurumsal zafiyet değil, bir istiklâl meselesidir.

Millî Olan Nedir?

İstihbarat teşkilatlarının “millî” olması, sadece isimle olmaz. Bağımsız karar alma gücü, kendi stratejisini tayin edebilmesi, içeride ve dışarıda milletin menfaatlerini öncelemesi gerekir. Eğer bir ülkenin istihbarat kurumu, başka bir ülkenin planlarına hizmet ediyorsa; o ülkenin siyaseti de, güvenliği de, geleceği de dışa bağımlı hâle gelir.

Bu bağlamda, Fuat Doğu’nun itirafı, sadece geçmişe dönük bir eleştiri değil, bugünün istihbarat anlayışına da bir uyarıdır.

Derin Devlet mi, Derin İrade mi?

Türkiye’de “derin devlet” tartışmaları hep sıcak kalmıştır. Fakat asıl derinlik, kendi kurumlarının içinde başkasının iradesiyle hareket eden yapılarla mümkündür. Bu derinlik, ne halk tarafından bilinir, ne de seçilmiş iradeler tarafından denetlenebilir.

Bu yüzden mesele yalnızca istihbarat kurumlarının iç yapısı değil, bir milletin kendi kaderine sahip çıkma meselesidir.

Sonuç: İtiraflar Tarihe Düşen Notlardır

Fuat Doğu’nun sözleri, bugün hâlâ üzerinde düşünülmesi gereken bir vesikadır. Belki geçmişteki bağımlılıkların fark edilmesi, bugün için daha bilinçli bir duruşa vesile olabilir. İstihbarat, sessiz yürür; ama bir milletin kaderini fısıltılarla yönlendirebilir. O yüzden bu alan, sadece teknik bir mesele değil, millî bir haysiyet meselesidir.

 Bak: https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0stihbarat+

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025