Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

Kapılar ve Kudret: Açan da O, Açtıran da O’dur

> “Ya müfettihal ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb”
Ey bütün kapıları açan Allah’ım! Bize hayırlı kapılar aç!

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur. (Necm Sûresi, 58. Ayet)

Dünya bir kapılar sahnesidir. Hayat, kapıların açılması ve kapanmasıyla örülü bir yolculuktur. Kimimiz rızık kapısını aralar, kimimiz şifa kapısını bekler. Kimimiz ilim, hidayet, tevbe ya da kurtuluş kapısının önünde secdeye varır.

Ve unuturuz:
O kapılar görünmez bir el ile açılır.

Kapılar, Kimin Eline Bakar?

Modern çağ bize başarı, plan, strateji, tanıdık, tesadüf gibi kelimeleri öğretti. Fakat Kur’an bize başka bir şey söylüyor:

> “Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.” (Necm, 58)

Ne bir doktor bir kalbi açabilir,
Ne bir komutan bir zafer kapısını aralayabilir,
Ne bir tüccar kendi rızkını garantileyebilir.

Kapılar, yalnızca O’nun kudret elindedir.

Hayır Kapılarını Aralamak

İnsan bazen tıkanır:

Bütün yollar kapalıdır.

Dualar cevapsız gibidir.

Çabalar neticesiz görünür.

Zihin bulanık, kalp yorgundur.

İşte o an, mü’min dilini bu duaya sarar:
“Ya Müfettihal Ebvâb, iftah lenâ hayrel bâb!”
(Allah’ım, bize hayırlı kapılar aç!)

Çünkü her kapı hayır değildir.
Bazı kapılar şöhrete, servete açılır ama nihayetinde felaketle kapanır.
Bazı yollar geniş görünür ama cehenneme çıkar.

Bu yüzden yalnız “hayır kapısı” istenir.

Zorluk Kapılarından Rahmet Açılır

Bir hasta, şifa kapısını arar ama bazen sabır kapısından girerek ilahi yakınlığa ulaşır.
Bir fakir, rızık ister ama kanaatle berekete kavuşur.
Bir günahkâr, tövbe kapısında beklerken, mağfiretin ve rahmetin bağrına alınır.

Allah, en kapalı anda bile bir “hayır kapısı” açabilir.
Ve bazen en zor görünen kapı, seni en güzel yere çıkarır.

Kapıyı Allah Açar, Kul Kapıda Olmalı

Dualar, kapının ziline benzer.
Her zilin bir sesi, her duanın bir vakti vardır.
Önemli olan o kapıda ısrarla, edeple, ümitle durabilmektir.

Çünkü Allah dilerse:

Firavun’un sarayında Musa’yı büyütür,

Kuyudan Yusuf’u sultan eder,

Mağarada saklananı âleme önder yapar.

Son Söz: Kapının Ardındaki Kudret

Ey kul! Kapılar senin değil, Rabbinindir.
Senin işin doğru kapıda durmak, ısrarla dua etmek, sabırla beklemek ve gelen kapıya secdeyle girmektir.

Unutma:

> “Leyse leha min dûnillâhi kâşifeh”
Onu Allah’tan başka açacak kimse yoktur.

Ve sen de her sabah şu duayı et:

> “Allah’ım, dünya ve ahiret için bize hayırlı kapılar aç. Bizi o kapıdan al ve rahmetine al.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

Kalplerin Çalkantısında Sâbit Kalmak: Mukallibel Kulûb’a Sığınmak

İnsan kalbi…
Değişimin, dönüşümün, tereddüt ve teveccühün merkezi…
Bazen bir secde kadar yakın, bazen bir gaflet kadar uzak…

İşte bu yüzden Resûlullah Efendimiz (s.a.v), her fırsatta şu niyazda bulunurdu:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî alâ Dînik.”
“Ey kalpleri hâlden hâle çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzere sabit kıl!”

Neden Bu Dua? Çünkü Kalp Değişkendir

İnsanın kalbi, Arapça’da “kalb” kelimesinden gelir.
Bu kök kelime, “dönmek, değişmek” anlamındadır.
Yani kalp, yaratılışı gereği değişkendir.

Bugün Allah’a yönelen bir kalp, yarın dünyevî bir meşguliyete sapabilir.
Bu yüzden, en güvenilir kalp bile bir dua kadar tehlikede,
en dalgın kalp bile bir tevbe kadar kurtuluşa yakındır.

Değişen Kalbi Kim Sabit Kılar?

Kalbin hak yolunda sabit kalması, ilme, irfana, çevreye bağlı olabilir ama esas bağ Allah’ın iradesidir.

“Yâ Mukallibel Kulûb” diyerek, kalbimizi istikamet üzere tutması için
Kalpleri çeviren Zât’a yöneliyoruz.

Tıpkı pusulası bozulmuş bir gemi gibi,
kalbimiz de zamanla yönünü şaşırabilir.
Ama sığınacak liman belli: “Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Zamanın Fitneleri ve Kalbin İstikameti

Zaman ilerledikçe, imanı korumak daha zor hâle geliyor.
Bilgi çok, hikmet az…
Söz çok, sadâkat az…
Dünya süslenmiş, nefis kışkırtılmış…
İşte böyle bir zamanda kalbi sabit tutmak,
en büyük mücadelelerden biri haline gelmiş durumda.

Sahabîler bile korkmuştu bu tehlikeden.
Onlar bile Resûlullah’a gelip sormuşlardı:
“Ya Resûlallah! Kalbimizde zaman zaman farklı duygular oluyor. Bu nedir?”
Ve o da, bu duayı tavsiye etmişti.

Sâbit Kalmak, Durağan Olmak Değil; Doğruya Sıkı Tutunmaktır

Sâbit kalmak; donuk olmak değil,
doğru istikamette kararlılıkla yürümektir.

Bir ağacın kök salışı gibi…
Fırtınalar esse de, yağmurlar dövse de,
o ağaç, köküyle yere tutunur.
İşte kalp de imanın köküyle Allah’a tutunduğunda sarsılmaz.

Bu Dua Ne Öğretir?

1. Kalbin değişkenliğini fark ettirir.
Kimse kalbinden emin olmasın. Her an kayabilir.

2. Tevekkül öğretir.
Kalbin istikameti için yalnızca kendi gücüne değil, Allah’ın yardımına muhtacız.

3. Tefekkür ettirir.
Kalbin neyle meşgul olduğu, nasıl beslendiği, neye meylettiği önemlidir.

4. Tevazuyu kazandırır.
En sâlih kişi bile düşebilir; bu yüzden her zaman duaya muhtaçtır.

Sonuç: Kalbin En Güzel Sığınağı Duadır

Kalbini günahlardan arındırmak isteyen,
ona istikamet kazandırmak isteyen herkes,
bu duayı dilinden düşürmemeli:

> “Yâ Mukallibel Kulûb! Sebbit Kalbî Alâ Dînik.”

Çünkü zamanın rüzgârı serttir,
nefsin çekişi güçlüdür,
şeytanın vesvesesi sinsidir…

Ama kalbini Allah’a emanet eden,
korkmaz, savrulmaz, kaybolmaz.

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

İNSANIN YARATILIP BU DÜNYAYA GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMET VE GAYELER NELERDİR

İNSANIN YARATILIP BU DÜNYAYA GÖNDERİLMESİNDEKİ HİKMET VE GAYELER NELERDİR

İnsanın yaratılıp bu dünyaya gönderilmesineki birinci gaye ve hikmet; kendi yaratıcısını tanımak ve O’na iman edip ibadet etmektir.

**NEDEN VARIZ?

İnsanın Yaratılışındaki Hikmet ve Dünya Yolculuğunun Gayesi**

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”

(Zâriyât Sûresi, 56. âyet)

Giriş: Ben kimim,Nereden Geliyorum,Nereye Gidiyorum ve bu dünyadaki vazifemiz nedir?

Her gün bir adım daha yaşlanıyoruz. Fakat kimse neden doğduğunu, niçin yaşadığını, nereye gittiğini tam olarak sormuyor. Oysa bu üç soru, insanın en temel varlık gayesini belirler:

Nereden geldim?
Niçin buradayım?
Nereye gidiyorum?

Bu sorular cevapsız bırakıldığında hayat anlamsızlaşır. Oyun ve oyalanma olur. Ama Allah, insana bu soruların cevabını hem vahiy ile hem de fıtrat ile vermiştir.

1. Yaratılışın Kaynağı: İlâhî Kudretin Tecellîsidir

İnsan başıboş bırakılmamıştır. Bir tesadüf eseri değil, irade sahibi bir Yaratan’ın bilinçli tercihiyle var edilmiştir. Kur’an şöyle seslenir:

“Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?”
(Mü’minûn, 115)

Her insan; aklı, ruhu, kalbi, vicdanı ve iradesiyle ilâhî bir sanat eseridir. Ve bu sanat eseri, Yaratıcısını tanımak ve ona yönelmekle anlam kazanır.

2. Bu Dünyaya Geliş: İmtihan İçin Bir Misafirlik

İnsan dünyaya geliş amacı olarak zevk ve eğlenceyi, mal ve makamı görürse yolunu şaşırır. Oysa bu hayat bir imtihan salonudur.

“Hanginizin daha güzel amel işleyeceğini denemek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur.”
(Mülk, 2)

İnsan burada ebedî kalmak için değil, ebedî bir hayata hazırlanmak için vardır. Dünya ise bu hazırlık için geçici bir yolculuk, kısa bir istasyon, çabuk geçecek bir misafirhanedir.

3. İnsanın Gayesi: Marifet, Muhabbet ve Kulluk

Yaratılışın üç temel hikmeti vardır:

a) Marifetullah (Allah’ı Tanımak):

İnsanın kalbi ve aklı Allah’ı bilmek için yaratılmıştır. Her şeyde O’nun izini, ilmini, kudretini görmek için… Çünkü tanımayan, sevemez.

b) Muhabbetullah (Allah’ı Sevmek):

İnsan, sevgi üzerine yaratılmıştır. Ama bu sevgi, asıl sahibine yönelmezse boşa harcanır. Gerçek sevgi, Yaratan’a duyulan aşktır.

c) Ubûdiyet (Kulluk):

En büyük şeref, kul olmaktır. Namazla, sabırla, şükürle, güzel ahlakla Allah’a kul olmak… Çünkü insanı yücelten, kendini aşmasıdır. Ve en yüksek makam, Allah’a secde eden alnın ulaştığı makamdır.

4. Hikmetli Bir Ölçü: Nimetler Şükür İçindir

Göz, bakmak için değil ibretle görmek içindir.
Dil, tat almak için değil Hakkı zikretmek içindir.
Akıl, dünyayı kazanmak için değil, ahireti anlamak içindir.
Ömür, sadece yaşamak için değil, yaşatmak, anlamak ve hazırlık yapmak içindir.

5. Düşündüren Bir Gerçek: Dünya Bir Sınavdır, Cennet Ödül

Bu hayatın sonunda bir kapanış yoktur. Asıl hayat kabirden sonra başlar.
İnsan bu dünyada yaptığı tercihlere göre ya:

Cennete davet edilir…

Ya da ebedi pişmanlıkla yüzleşir.

O hâlde hayat bir oyun değil; sonsuz bir yurdun tohumlarının ekildiği bir tarladır.

Sonuç: Hayatın Anlamı, Yaratan’ı Tanımakta Gizli

İnsan boşuna yaratılmadı. Gelişi bilinçli, gidişi mukadder. Bu hayat bir sermaye, bir fırsat, bir emanettir. Ve en büyük saadet, insanın:

Nefsini tanıyıp onu aşması,

Rabbini tanıyıp O’na yönelmesidir.

Ey insan!
Varlığını sorgula. Kalbini susturup dinle. Çünkü orada hep fısıldayan bir hakikat var:
“Beni Yaratan’ı tanı, beni buraya göndereni unutma.”

Dua ile bitirelim:

“Ey Rabbimiz! Bizi boş ve amaçsız yaşayanlardan değil, yaratılış gayesini bilen, sana hakkıyla kulluk edenlerden eyle. Ömrümüzü senin rızanla mamur, sonumuzu saadetle tamamla. Âmin.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

NAMAZDA TERTİBE RİAYET

NAMAZDA TERTİBE RİAYET

Ehli tertib birisi sabah namazını kılacağı sırada eğer yatsı namazını kalmamışsa ne yapar, hangisinden önce başlar? Sabah namazını kılıp sonra yatsının kazasını kılması halinde sabah namazı ifsad olurmu? Olursa bunun delil ve kaynağı nedir?

Bu mesele fıkıh kitaplarında “namaz tertibi” ve “kazaya kalmış namazla mevcut vakit namazı arasındaki ilişki” başlıkları altında ele alınır. Ehli tertib meselesi özellikle Hanefi mezhebinde detaylı bir şekilde işlenmiştir.

1. Tertip Sahibi Kimdir?

Ehli tertip (tertip sahibi), geçmişte kazaya kalan namazı en fazla altı (bazı görüşlere göre beş) vakitten fazla olmayan kimsedir. Eğer bir kişi altı veya daha fazla vakit namazı kazaya kalmışsa tertip bozulur ve kişi “ehli tertip” olmaz.

2. Sualin Cevabı – Sabah namazı vakti girdiğinde yatsı kılınmamışsa ne olur?

Eğer bir kimse ehli tertip ise ve yatsı namazını vaktinde kılamamışsa, sabah namazını kılmadan önce önce yatsının kazasını kılması gerekir. Çünkü tertip sahibi olan kimse, sıralamaya riayet etmekle mükelleftir. Aksi halde, vaktinde kıldığı sabah namazı sahih olmaz, iade edilmesi gerekir.

3. Delil ve Kaynaklar

İbn Abidin der ki:

> “Tertip sahibi olan kişi, kazaya kalmış bir namazı varken, onu kılmadan vaktinde bir namaz kılsa, o vaktin namazı sahih olmaz, tekrar edilmesi gerekir.”
(Reddü’l-Muhtar, c.1, s.558)

Hidaye (Burhanüddin el-Merginani) adlı Hanefi fıkıh kitabında:

> “Tertip sahibi olan kişi, geçmiş kazasını bilerek terk eder ve vaktin namazını kılarsa, bu namaz sahih olmaz.”

Fetava-i Hindiyye:

> “Eğer kişi tertip sahibi ise, kazaya kalan namazı kılmadan vaktin namazını kılarsa, vaktin namazı fasit olur.”

4. Uygulama Örneği

Sabah namazı vakti girmiştir ama kişi yatsıyı kılamamıştır:

Eğer tertip sahibi ise:

1. Önce yatsı namazını kaza eder.

2. Sonra sabah namazını kılar.

Eğer tertip sahibi değilse (örneğin 6 veya daha fazla kaza namazı varsa):

Sıralamaya gerek yoktur, önce sabah namazı kılınabilir.

Sonuç

Evet, tertip sahibi bir kimse sabah namazını, yatsı namazının kazasını kılmadan eda ederse, sabah namazı fasit olur; yeniden kılması gerekir. Bu durum, Hanefi mezhebine göredir ve kaynakları klasik fıkıh eserlerinde açıkça belirtilmiştir.

@@@@@@

Sabah namazının hatta o günkü namazın fasit olmasının nedeni ve hikmeti nedir?

Sabah namazının (veya o günkü vaktin namazının) fasit (geçersiz) olmasının sebebi, Hanefî mezhebindeki tertibe riayet (namazları sırasına göre kılma) ilkesine dayanır. Bu kural, namazların belirli bir düzen içinde eda edilmesinin, şer‘î bir tertip ve disiplinin korunması için zorunlu olduğunu ifade eder.

1. Fasit Olmasının Fıkhî Nedeni:

Hanefî mezhebinde farz namazlar, belirli bir sıraya göre kılınmak zorundadır. Bu sıraya riayet etmek, tertib sahibi olan kimseler için farzdır.

Delil:
Allah Resûlü (s.a.v), namazları sırasına göre kaza ederdi. Örneğin, Hendek Gazvesi’nde kaçırdığı dört vakit namazı, sırasına uygun olarak kaza etmiştir (Ebu Davud, Salât 12).

Fıkıh mantığıyla açıklama:
Geçmişteki bir farz namaz, kişinin zimmetinde bir borç gibidir. Bu borç ödenmeden yeni bir borç (yeni vaktin farzı) eda edilirse, sıralama bozulmuş olur ve yeni borcun ödemesi geçerli sayılmaz.
Bu, fıkıhta “tartîbî sebep” ile açıklanır: Namazların sahihliği, önceki farzların kılınmasına bağlı hale gelir.

2. Hikmeti (Manevî Anlamı):

Kullukta ciddiyet ve titizlik:
Allah katında her namaz özeldir ve belli bir vakte bağlanmıştır. Onu geciktirmek kusur sayıldığı gibi, sonra kılarken özensiz davranmak da ayrı bir ihmal olur.

İbadetlerde sıraya riayet:
İbadetlerin bir tertibi vardır. Bu tertip, Allah ile kul arasındaki düzenin göstergesidir. Tertibe uymak, ilâhî nizama saygı göstermektir.

Vicdanî uyarı:
Bir namazın kazaya kalması, kulda bir eksiklik ve gafletin göstergesidir. Bu hali düzeltmeden diğer farzı kılmak, gaflet üzerine ibadet olur. Bu yüzden, önce geçmiş borç ödenmeli, sonra yeni ibadet eda edilmelidir.

Özetle:

> Fıkhî açıdan: Önceki farz zimmette borçtur, bu borç ödenmeden yenisi geçerli olmaz.
Manevî açıdan: Tertibe riayet, kulluk ciddiyetinin göstergesidir; gafletle terk edilen bir ibadet düzeltilmeden diğeri kabul görmez.

@@@@@@@

1. Risale-i Nur Perspektifiyle:

Bediüzzaman Said Nursî, ibadetlerin sırf Allah emrettiği için yapıldığını ifade eder ve tertip, dikkat, ihlâs gibi unsurları ibadetin ruhu olarak görür.

> Açıklama: Kaza borcu varken vaktin namazını hemen kılmak, bu dikkat ve şuuru yansıtmadığı gibi, “önceki borcu ödemeden yeni ibadete geçmek” olur. Bu da kalbin dağınıklığını ve gafleti gösterir.

> Açıklama: Geçmiş daveti karşılıksız bırakmak (örneğin yatsı), sabahki yeni daveti de saygısızlığa uğratır. Bu tertipsizlik ibadetin manasını zedeler.

2. Tasavvufi Hikmetle:

Tasavvuf, ibadetin dış görüntüsünden çok, iç anlamına ve kalbin hâline odaklanır. Tertibe uymamak, kulun kalben hazırlıksızlığını ve Allah’a olan “öncelik verme” bilincinin zayıflığını gösterir.

İmam Rabbani der ki:

> “Her ibadetin bir sırrı, bir kalbî yönü vardır. Kalb gafletteyse, ibadet şekil olur.”
(Mektubat, 1. Cilt)

> Açıklama: Yatsı gibi kazaya kalan bir namaz kalpte bir vebal ve yük oluşturur. Bu yük temizlenmeden sabah namazına geçmek, kalbi meşgul ve gafletli bırakır. Böyle bir ibadet, şeklen doğru olsa da, manen eksik olur.

3. Tertibin Manevî Önemi:

Zamana riayet: Namaz vakitleri Allah’ın tayin ettiği bir düzendir. Bu düzene uymamak, zamanın kutsiyetini zedelemektir.

Nefsi terbiye: Önceki borcu ödemek nefse ağır gelir, ama bunu yapmak nefsi ıslah eder. Tertibe uymak, nefsi eğitir.

Allah’a sadakat: Her namaz, “Allah’ın huzuruna çıkmak” gibidir. Önceki daveti yok saymak, huzura gelişi ciddiyetsizleştirir.

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

YÖN

YÖN

Taraf,Akibet,Son Nefes ve Netice.
Ebu Cehilden bile Peygamberimiz ümit kesmemiş ancak gidişat neticeyi belirler.
Her insanın Ebu Cehil ve Ömer tarafı vardır,dilediğini seçer.
Tıpkı karınca misali, İbrahim ve Nemrut tarafını seçme iradesi olduğu gibi.
Ebu Cehil olmak ne kadar tehlikeli ise, Ebu Cehille hatta Ebu Cehillerle beraber olmak da en az o kadar tehlikelidir.
Şerre alet olmak ve şer ve şerlilerle beraber olmak, şerrin başı ve temsilcisi olan şeytana arkadaş olmaktır.
Kim olduğun kadar,kimle ve kiminle olduğunda önemlidir.
Bir insanda bir cevher varsa Allah zayi etmez.
Dünyada da ve ahirette de karşılığını görür.
Her insanın iyi tarafıda var,kötü tarafıda.
Körlerin Filleri tarifi gibi veya Bektaşi gibi olmamalı. Eksik kalır.
Yani Allah ‘Namaza yaklaşmayın.’ derken ve bunu görürken, ‘İçkili olduğunuz halde’, tamamlayıcı cümleyi atlamamalı ve ondan da bahsetmeli, gizlememeli.
Aslında olaylar safları netleştirdi.
Herkes safını belirledi.
Tıpkı Netanyahu ve Gazze farkı gibi.
Bazen konuşmak kadar, susmakta fayda verir.
Susmalı, son kararı vermemeli, kadere bırakmalı.
Kader hükmünü de kararını da tam verir.
Hayra giden yolda ve yolcu da sabote edilmemeli.
Şer ateşine odun taşımamalı.
Hayrı; şer ve şerlilerde ve de onların içinde aramamalı.
Kişi tarafını haktan yana belirlemeli.
Şer yolunda hayırda olmaz, çıkışta bulunmaz.

Yukarıda ele aldığım her bir kelime ve cümle bir makale başlığını ihtiva eder.
Ben makaleleri ehli için kelimeleştirdim, cümleye yükledim.

Son Söz: Tarafını Hak’tan Yana Belirle

İnsan, bir ömür boyu hak ile batıl arasında bir tercihin eşiğindedir. Her nefes bir imtihan, her karar bir yön tayinidir. Ebu Cehil’in nefesiyle Ömer’in kalbi arasında salınır insanoğlu. Her yürekte iki taraf vardır: zulme meyleden bir yön, hakka yönelen bir cevher. Asıl marifet, bu iç mücadelede tarafını belirlemektir.

Olaylar safları netleştirir, zaman maskeleri düşürür. Kimin hangi safta olduğu, dilinden çok duruşuyla belli olur. Kimi Netanyahu misali zulmün tarafında susar, kimi Gazze gibi mazlum ama onurlu konuşur. Ve bazen susmak da bir şahitliktir; hak adına, sabırla, teslimiyetle.

Şerre alet olmak, şerre sessiz kalmak gibidir. Şerre hizmet eden yollar, hayra çıkmaz. Kimle olduğun, kim için sustuğun, neye ortaklık ettiğindir aslında. Zira Allah, içinde cevher olanı zayi etmez; yeter ki o cevher, karanlık ellerin değil, nurun izinde parlasın.

Unutma: Kader kararını verir, ama tercihi insana bırakır. Tarafını belirle. Hak’tan yana ol. Çünkü hakikatin tarafı, hem dünyada izzet hem de ahirette selamettir.

“Biz ona iki göz, bir dil, iki dudak vermedik mi; iki apaçık yolu (hayır ve şer yollarını) göstermedik mi?” Beled.8-10.

@@@@@@

Bediüzzaman’ın tesbitiyle;
“Her Müslimin her vasfı Müslim olmak vâcip iken, haricen her dem vaki, sabit değildir.”

“Öyle de her kâfirin her vasfı kâfir olmak, küfründen neş’et etmek yine lâzım değildir.”

“Her fâsıkın her vasfı fâsık olmak, fıskından neş’et etmek, öyle de, her dem sabit değildir.”

“Demek bir kâfirin Müslim olan bir vasfı, Müslimdeki lâmeşru vasfına galip olur. Bilvasıta, o kâfir dahi ona galiptir.”Sözler.

“Hem de bir adam zâtı için sevilmez. Belki muhabbet, sıfat veya san’atı içindir. Öyleyse her bir Müslümanın her bir sıfatı Müslüman olması lâzım olmadığı gibi, her bir kâfirin dahi bütün sıfat ve san’atları kâfir olmak lâzım gelmez. Binaenaleyh, Müslüman olan bir sıfatı veya bir san’atı, istihsan etmekle iktibas etmek neden câiz olmasın? Ehl-i kitaptan bir haremin olsa elbette seveceksin!” Münazarat.

“Meselâ, sabrın mükâfatı zaferdir. Atâletin mücazatı sefalettir. Sa’y ve sebatın sevabı, servet ve galebedir. Şu halde, kâfirin evamir-i tekviniyeye karşı itaati, Müslümanın evamir-i tekviniyeye karşı isyanına galebe etmiştir. Bir müslim, her bir sıfatı Müslüman olmak lâzım gelmediği gibi, bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım değildir. Veyahut galebesi ona istidraçtır, Müslümana tathîrdir.” Rumuz.

“Muavenet elini kabul etmek ayrıdır. Adâvet elini öpmek de ayrıdır. Bir kâfirin her bir sıfatı kâfir olmak ve küfründen neş’et etmek lâzım olmadığından, İslâm’ın eski ve mütecaviz bir düşmanını def’ için, bir kâfir muavenet elini uzatsa, kabul etmek İslâmiyete hizmettir.” Hutuvat-ı Sitte.

@@@@@@@

Son Söz: Hakikatin Tarafında Olmak

İnsan, zıtlıkların iç içe geçtiği bir varlıktır. Ne her Müslüman tam manasıyla bütün vasıflarıyla Müslümandır, ne de her kâfir tamamen küfürle bezenmiştir. Zira hakikat, dış görünüşten daha derindedir; sıfatlar zâta yapışmaz, fiiller niyetlerle değer bulur.

Bir Müslümanın zulme meyletmesi, bir kâfirin adalete sarılması mümkündür. Mü’minin içindeki gaflet, kâfirin sırtlandığı hikmetten daha ağır basarsa, netice o terazide belli olur. Zira Allah, sünnetullah dairesinde hükmünü icra eder. Emr-i tekviniyeye uyan, meyvesini alır; isyan eden, neticesine katlanır.

Bu yüzden, insanı ya da kavmi değil; sıfatı ve neticeyi merkeze almak gerekir. Faydalı bir san’at, güzel bir ahlâk veya doğru bir prensip, sahibinin diniyle değil; hakikatle ölçülür. İyi olan alınır, kötü olan bırakılır. İktibas ile teslimiyet, işbirliği ile dostluk karıştırılmamalıdır.

Zira düşmanlık bir kalbe sığdığı gibi, hikmet de bir kâfirin zihninde yer bulabilir. Adâvetin elini öpmek zillet, muavenetin elini kabul etmek basirettir. Mü’minin işi, hakikatin izini sürmektir; kişilere değil, vasıflara taraf olmaktır.

O halde ölçümüz şu olsun: Haktan gelen her söz, her vasıf, her amel güzeldir; batıldan gelen her aldatıcı parıltı ise karanlıktır. Tarafımız, daima hak ve hikmetten yana olsun.

“Beden ölür, çürür, cana bakın siz.
Kim kiminle yürür, ona bakın siz.
Bırakın dönsün dönme dolaplar.
Haktan hakikatten yana bakın siz.”
A. KARAKOÇ

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

Verimli Toprak Gibi İnsan Olmak: Kalbin Tarlasında Hakikat Yağmurları

Verimli Toprak Gibi İnsan Olmak: Kalbin Tarlasında Hakikat Yağmurları

“(Toprağı) iyi ve elverişli beldenin bitkisi, Rabbinin izniyle bol ve bereketli çıkar. (Toprağı) kötü ve elverişsiz olandan ise, faydasız bitkiden başkası çıkmaz. Şükredecek bir toplum için biz âyetleri işte böyle değişik biçimlerde açıklıyoruz.”Araf Suresi 58. Ayet

Rahmet yüklü rüzgârlar gibi Peygamberler, semavî rahmetin ilk habercileri ve taşıyıcılarıdır. Onlara indirilen ilâhî kitaplar ise, çorak gönülleri dirilten, kupkuru kalpleri yeşerten birer rahmet yağmurudur. Tıpkı bir tarlanın yağmura, güneşe, tohuma ve bakımına ihtiyacı olduğu gibi, insan kalbinin de hidayete, ilme, hikmete ve güzel ahlâka ihtiyacı vardır.

Toprak gibidir insan.

Kimisi verimli, kimisi çorak. Kimi tohum ektiğinde bereketle geri verir; kimi ise ne kadar uğraşılırsa uğraşılsın diken verir, taş verir, yabani ot verir. Birinin gönlünde Kur’an yeşerir, merhamet filizlenir, güzel ahlâk meyve verir. Diğerinin gönlüne ise ne ekilse tutmaz, çünkü o kalp, gafletin kuraklığıyla çatlamış, nefsin taşlarıyla örtülmüştür.

“İsin yanına varan is, misin yanına varan mis kokar.” der atalarımız. Kiminle yürürsen, kiminle oturur kalkarsan, gönlünü kimlerle hemhal edersen ona benzersin. Zira toprak, ne ekilirse onu verir; kalp de neyle beslenirse ona dönüşür. Mis kokulu bir çevre, insanın gönül bahçesini gül bahçesine çevirir. Fakat is dolu bir ortamda gönül kararır, kalp katılaşır.

Her insan bir tarladır.

Bazısı içindeki cevheri işleyerek rahmete dönüşür, toplumun yükünü taşır, fayda verir. Kimisi ise nefsin rüzgârına kapılır, gölgesinden başka bir şey vermez etrafına.

Zira Allah, kullarını zayi etmek istemez. Fakat toprağın kabul etmediği tohum gibi, bazı gönüller de rahmet mesajını geri çevirir. Oysa Rabbimiz, “şükredecek bir toplum için” ayetlerini farklı şekillerde beyan eder. Düşünsünler, ibret alsınlar, dönüş yapsınlar diye…

Murâdîfleriyle bir bakış:

Verimli toprak: Gönlü açık, kalbi uyanık, hikmete susamış insan.

Çorak arazi: Katılaşmış kalp, nefsin esareti altındaki birey.

Yağmur: İlâhî mesaj, vahiy, hikmet ve nasihat.

Tohum: Kur’an ayetleri, güzel sözler, salih ameller.

Meyve: Güzel ahlâk, faydalı işler, topluma hizmet.

Son Söz:

Kendimizi sorgulamalıyız: Hangi toprağa benziyoruz? Kalbimiz hakikatin tohumlarına açık mı, yoksa taşlaşmış mı? Hangi rüzgârla savruluyoruz; rahmet mi, nefis mi? Ve nihayet, kokumuz ne? Mis mi, is mi?

Allah bizleri, kalbi rahmetle yumuşayan, gönlü hakikatle yeşeren, sözüyle, duruşuyla ve ameliyle topluma fayda sağlayan güzel insanlardan eylesin.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

Pansumanla İyileşmez: Türkiye’nin Asıl Yaralarına Köklü Bir Dokunuş Lazım

Pansumanla İyileşmez: Türkiye’nin Asıl Yaralarına Köklü Bir Dokunuş Lazım

Bazı hastalıklar vardır ki, üzerine sarılan bezle, vurulan ilaçla geçmez. O yara, derinin altında birikmiş, sinire, organa işlemişse; geçici tedaviler ancak sancıyı dindirir ama hastalığı büyütür. Türkiye, bugün böyle bir durumun içindedir. Her alanda “pansuman”la yetinmeye çalışıyor, ama derindeki hastalıklar kangrene dönüşüyor.

Geçici Çözümlerle Oyalanmak

Ekonomide bir gecelik müdahalelerle düşen kur, ertesi gün yeniden fırlar. Adalette yapılan göstermelik değişiklikler, mağduriyetleri ortadan kaldırmaz. Eğitimde reform adıyla gelen yüzeysel değişiklikler, gençliği hakikatten uzaklaştırır. Ahlaki bozulma ise, sadece yasaklarla değil, köklü bir maneviyat hamlesiyle düzelebilir. Türkiye, yıllardır sorunlara geçici çözümler üretmekle, esas olanı ihmal etti: sağlam ve sabit bir temel kurmak.

Kaygan Zemin Üzerine Gelecek Kurulmaz

Zemini kaygan olan bir bina, isterse saray gibi süslü olsun; en ufak sarsıntıda çöker. Bugün toplum olarak içinde yaşadığımız zemin; değerlerden uzak, günübirlik tepkilerle şekillenen, hakikatin değil hissin konuştuğu bir zemindir. Bu zeminde istikrar değil, sürekli bocalama olur. İlerlemenin değil, tükenmenin zeminidir bu. Oysa bizim ihtiyacımız olan; hakikatle yoğrulmuş, sabırla kurulan, kökleri mazide, dalları istikbale uzanan bir zemin.

Tarihten Bir İbret: Selçuklu ve Osmanlı’dan Dersler

Selçuklu, içerideki çözülmeyi ciddiye almadığında, Moğol istilasına direnemedi. Osmanlı, Lale Devri’nin gösterişli ama zayıf yapısını fark edemeyince, ardı ardına gelen savaşlarda çöküş kaçınılmaz oldu. Her ikisinin ortak hatası şuydu: görünene aldanmak, kökleri ihmal etmek. Bugün biz de benzer bir gaflete düşersek, tarihin ibretli sayfaları tekrar yaşanır.

Köklü Zemin: Adalet, Ahlak ve Hakikat

Bu milletin ayağını sabit kılacak olan; adaletle örülmüş bir sistemdir. Haklının güçlü, mazlumun korunur olduğu bir düzen, her şeyin temeli olmalıdır. Ahlak ise bu yapının çimentosudur. Ahlaki yozlaşmayı ne kanunlar engeller, ne cezalar yeter. Manevi diriliş olmadan, hiçbir kalıcı çözüm olmaz. Üçüncü sütun ise hakikattir. Yalanla, algıyla, manipülasyonla yürünen yol; uçurumun kenarına çıkar.

Bugün ve Yarın İçin Çağrı

Ey bu vatanın evladı!
Sen geçici çözümlerle oyalanmamalısın.
Bir millet, köklü değerler üzerine yükselirse tarihe yön verir. Yoksa başkalarının yön verdiği bir kalabalığa dönüşür. Bugün pansumanla oyalanmak, yarının felaketine davetiye çıkarmaktır.
Çözüm derindedir. Arayış, kalpte ve akılda başlamalıdır. Ve zemin, sadece siyasetle değil; inançla, fikirle, gayretle kurulmalıdır.

Son söz:
Yara derindeyse, merhem de derin olmalıdır. Türkiye’nin ihtiyacı pansuman değil, tedavi değil, diriliştir. Bu diriliş; değerle, dua ile, doğruyla başlar.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

Çatışmaların Gölgesinde Kalan Hakikat: İçerde Oyalanan Türkiye, Dışarda Sessiz Kalan Dünya

Çatışmaların Gölgesinde Kalan Hakikat: İçerde Oyalanan Türkiye, Dışarda Sessiz Kalan Dünya

Tarih, milletlerin sadece düşmanlarının saldırılarıyla değil, kendi içlerindeki ayrılıklar, gafletler ve kışkırtmalarla da çöktüğüne dair sayısız örnekle doludur. Türkiye, bugün benzer bir sürecin içinde çırpınırken, bu topraklarda yaşayan her bir fert şunu sormalıdır: “Biz birbirimizle meşgul edilirken, dünyada neler oluyor?”

Tarihten Günümüze: Fitneyle Gelen Çöküşler

Osmanlı’nın son dönemleri, özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısı ve 20. yüzyılın başları, içerideki etnik ve mezhebi kışkırtmalarla zayıflatıldı. Balkanlarda, Anadolu’da ve Arap coğrafyasında isyanlar çıkarıldı. “Kardeş kardeşe kırdırılırken”, Batı emperyalizmi sessizce işgal planlarını yürüttü. Bugün benzer bir oyun sahnede.

Bugünün Perdesi: Barış İradesine Darbeler

Türkiye’de farklı inanç grupları, etnik yapılar ve siyasi düşünceler üzerinden toplumu kamplara ayıran bir dil kasıtlı biçimde tırmandırılmakta. Toplumsal barışa dair her umut yeşerdiğinde, bir provokasyonla kökünden koparılmak isteniyor. Barışa yönelik bir Türkiye’nin yükselmesi; yalnızca içerideki huzuru değil, dışarıdaki zulüm mekanizmalarının da maskesini düşürecek güce sahip.

Gazze ve Suriye: Susturulan Vicdanlar

İsrail’in Gazze’de aylardır sürdürdüğü insanlık dışı saldırılar, ABD’nin Ortadoğu politikalarıyla birleşince bir soykırım tablosuna dönüşmüş durumda. Suriye’de ise yıllardır süren iç savaş, halkı perişan etti, toprakları parçalayacak senaryolar hazırlandı. Fakat ne zaman bu zulümler gündeme gelse, Türkiye içinde bir kriz patlatılıyor; kavgalar, linçler, siyasi gerginlikler manşetlere taşınıyor. Gözler Gazze’den, Suriye’den, Yemen’den, Arakan’dan uzaklaştırılıyor.

İbretlik Sual: Kimin Oyunu Bu?

“Türkiye neden sürekli içeride kavga ettiriliyor?”
Bu sorunun cevabı basit: Çünkü güçlü bir Türkiye, mazlum coğrafyaların umudu olur. Çünkü barış içinde birleşmiş bir Türkiye, emperyalist projelerin karşısında durabilecek ender ülkelerden biridir. Çünkü bu milletin mayasında “hak” ve “adalet” var. Bu mayayı bozmadan, bu topraklar sömürülmez, bu halk esir edilemez.

Uyanmanın Vakti: Kardeşlik Direniştir

Toplumsal kutuplaşmalar, mezhep ayrılıkları, siyasi kamplaşmalar ve kimlik kavgaları… Bunlar bir milletin enerjisini içe çeker. Oysa aynı enerji, Filistin’de bir çocuğun hayatını kurtarabilir, Suriye’de barışı inşa edebilir, ümmetin yeniden dirilişine vesile olabilir. Bu nedenle içeride barış, dışarıda adalet demektir. Kardeşlik, sadece bir duygu değil, aynı zamanda bir direniş şeklidir.

Sonuç: Yeni Bir İstiklal Cephesi

Bugün millet olarak içerde birlik, dışarda duruş sergileyemezsek, yarının tarihi bugünkü gafletimizi lanetle anacaktır. Unutulmamalıdır ki; İstanbul’da bir kardeşin kardeşle kavgası, Gazze’de bir çocuğun ölümüne sessiz kalmaktır. Siyasi hesaplardan, ideolojik ayrımlardan önce gelen bir gerçek var: Bu topraklarda yaşayan herkesin sorumluluğu, sadece kendine değil; mazlumlara, tarihe ve geleceğe karşıdır.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR: İMTİHANIN ARDINDAKİ HİKMET

ÇİÇEKLER BAHARDA AÇAR: İMTİHANIN ARDINDAKİ HİKMET

“Eğer size bir sıkıntı isabet ederse, başka halklara da benzeri sıkıntı isabet etmiştir. Bu günleri, insanlar arasında döndürüp dururuz. Bu, Allah’ın içinizdeki gerçek iman edenleri ayırt etmesi ve gerçeğin tanıklarını belli etmesi içindir. Allah, zalimleri sevmez.”
(Âl-i İmran, 140)

Hayat, sabit bir çizgi değil; inişli çıkışlı bir yolculuktur. Her insan, her millet, her ümmet zaman zaman imtihanlarla yüzleşir. Bazen zillet, bazen izzet, bazen kış, bazen bahar yaşar. Ama asıl olan; kışta sabreden, baharda açacak çiçeği umandır.

Sıkıntı da nimettir.
Zira ayet, başa gelen musibetleri sadece bir ceza olarak değil, bir ayıklama, bir arıtma, bir imtihan süreci olarak tarif eder. İmtihanın amacı yoksa, sıkıntının bir anlamı kalmaz. Ama Allah, bu günleri döndürerek, iman edenle etmeyeni, sabredenle isyan edeni, sadık olanla görünürde kalanları ayırt eder.

Çiçekler, her mevsimde değil, baharda açar. Ama baharın habercisi olan kış, her çiçeği büyütmez. Ancak kökü sağlam, sabrı derin, umudu diri olan çiçekler baharı görür. İşte mümin de böyledir: Musibet kışlarında kök salar, sabırla bekler ve sonunda rahmet baharında açar.

Zorluklar, aslında perde arkasında rahmet taşır.
Bazen bir musibet, bin nasihatten daha etkilidir. Kalbi uyandırır, gönlü arındırır, insanı özüne döndürür. Dert, insanı dua eder hale getirir. Sessiz kalan kalpler, sıkıntıyla Rabbine yönelir. Ve işte o zaman ayet tecelli eder:
“Allah, içinizden iman edenleri ayırt eder…”
Yani sıkıntılar sadece bir elem değil, kimliğimizi ortaya çıkaran bir aynadır.

Zalimler sevilmez, sabredenler sevilir.
Ayetin sonunda geçen “Allah, zalimleri sevmez” ifadesi, zulmün hiçbir bahaneyle meşrulaştırılamayacağının altını çizer. Bu hem başkalarına yapılan zulüm için geçerlidir, hem de insanın kendine yaptığı içteki zulüm için. Sabırsızlık, isyan, şikâyet… Bunlar da insanı karartan zulüm türlerindendir.

Bu günler döner…
Unutulmamalı ki, hiçbir acı baki kalmaz. Tıpkı hiçbir baharın da ebedî olmaması gibi. Mevsimler döner, günler değişir. Ama bu dönüşümde kazananlar, Allah’a güvenenler, sabırla direnenler ve sarsılsa da yıkılmayanlardır.

Son söz:
Hayat bir imtihandır. Her kış, içinde bir baharı saklar. Çiçekler baharda açar; ama kökü kışa dayanabilenler, sabırla toprağı delenler…
İşte bu yüzden, gelen musibetten korkma. Çünkü o, seni sen yapmak için gelmiştir. Baharın çiçeği olmak istiyorsan, kışın fırtınasına sabretmeyi bilmelisin.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

HİLAFETİN YENİ VERSİYONU: FARZ-I AYN OLAN İTTİHAD-I İSLAM

HİLAFETİN YENİ VERSİYONU: FARZ-I AYN OLAN İTTİHAD-I İSLAM
İslam dünyasının geleceği burada. Dünyanın korkmasına gerek yok. Ve de korkunun ecele faydası yoktur.

Asırlardır ümmetin yüreğinde sızlayan bir hasret var: Birlik. Eskilerin “hilafet” dediği o merkezî yapı, bugün belki aynı isimle değil ama aynı ruhla, yeniden çağrılmakta: İttihad-ı İslam. Artık bu çağın en büyük farzlarından biri budur: Müslümanların birliği. Hem de farz-ı kifaye değil, farz-ı ayn gibi bir ihtiyaçtır bu.

Hilafet, bir şekil değil; bir şuurdur.
Tarihte hilafet bir sancak, bir merkez, bir liderlikti. Ama onun arkasında asıl olan ruh, ümmetin birlikte hareket etmesiydi. Bugün o sancak düşmüş olabilir; ama sancaktan daha değerli olan ruh, hâlâ diridir ve yeniden ayağa kalkmak için bir işaret beklemektedir. Bu çağın hilafeti, İttihad-ı İslam şuurudur.

İttihad-ı İslam, siyasi bir proje değil; imani bir zarurettir.
Bu birlik, ne bir devlet kurma hayalidir ne de emperyal hedefler. Bu birlik, parçalanmış yürekleri birleştirme çağrısıdır. Her biri ayrı ayrı ezilen, sömürülen, birbirine düşman edilen ümmet coğrafyalarının, “tek bir vücut gibi” hareket etme zorunluluğudur.

Dünya neden korkuyor?
Birlik olmuş bir İslam dünyasından neden korkulur? Çünkü hak ve adalet ayakta durursa, zulüm sallanır. Ama dünyaya sesleniyoruz: Korkmanıza gerek yok. İslam’ın birliği, adaletin dirilişidir. Mazlumun sesi, yetimin umudu, zalimin freni olacaktır. Ama asla bir istilanın değil, bir ıslahın adı olacaktır.

Ve unutulmasın:
Korkunun ecele faydası yoktur.
Zulümle abad olunmaz. Parçalanmış bir ümmet, sadece düşmanlarının ekmeğine yağ sürer. Ama birleşmiş bir ümmet, sadece kendisini değil, tüm insanlığı da selamete çıkarır.

Bediüzzaman’ın deyimiyle:
“İttihad-ı İslam, bu zamanın en büyük farz vazifesidir.”
Bu söz, bir fikir değil, bir feryattır. Müslüman, kardeşine sırtını döndüğü sürece ne huzur bulur, ne izzet. Birbirine omuz vermediği sürece, sürekli başkalarının gölgesine mahkûm kalır.

Ey ümmetin evlatları!
Uyanın. Mezhep farklılıklarını, ırk ayrılıklarını, coğrafya sınırlarını aşın. “La ilahe illallah” ortak paydasında buluşun. Kıblemiz bir, Kitabımız bir, Peygamberimiz bir, gayemiz bir… Neden yolumuz ayrı?

Son söz:
Hilafet, salt bir makam değildir. Bu çağın hilafeti; adaletin, kardeşliğin, dayanışmanın, şuurun dirilişidir. İttihad-ı İslam, bu çağın adıdır. Ve artık beklemek değil, inşa etmek zamanıdır. Her müminin duası, gayreti, kalbi bu birliğe akmalıdır. Çünkü İslam dünyasının geleceği burada yazılacaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

MESLEĞİNE MUHABBET, BAŞKASININ MESLEĞİNE ADALET

MESLEĞİNE MUHABBET, BAŞKASININ MESLEĞİNE ADALET

“Sen mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, ‘Mesleğim haktır veya daha güzeldir.’ demeye hakkın var. Fakat ‘Yalnız hak benim mesleğimdir.’ demeye hakkın yoktur.”
(Mektubat, 22. Mektup, 1. Mebhas)

İnsan, düşünür, inanır, tercih eder. Fakat bu tercih, onu başkalarını küçümsemeye ve yok saymaya götürüyorsa, orada ne hak kalır, ne de hakikat.

Bediüzzaman Hazretleri’nin bu cümlesi, bize bir hakikat terbiyesi sunar: Kendi yoluna muhabbetle bağlı ol, ama başkasının yoluna adaletle bak. Çünkü herkesin kalbinde farklı bir imtihan, zihninde farklı bir arayış, yolunda farklı bir hikmet gizlidir.

Hakikatin tekelcisi olunmaz.
Bir fikri benimsemek, onu en doğru görmek hakkımızdır. Lakin bu, başkasının fikrini bütünüyle bâtıl ilan etmek hakkını vermez. Zira hakikat çok yönlüdür. Aynı güneşe farklı pencerelerden bakanlar gibi, her bakışın kendine göre bir anlamı vardır.

Bediüzzaman bu ifadeyle, münakaşa eden değil, müzakere eden bir zihniyetin temellerini atar. “Benim mesleğim haktır” demek, bir bağlılıktır. Ama “Yalnız benim mesleğim haktır” demek, bir inhisar, bir taassup, bir gururdur.

İnanç ve fikir alanında tekçilik, manevî bir zulümdür.
Kendini mutlak doğru görmek, başkasını hor görmekle neticelenir. Bu ise cemiyetin kalbine nifak, toplumun ruhuna fitne eker. Oysa adaletli bir nazar, farklılıkları düşmanlık değil, rahmet vesilesi görür.

Unutulmamalıdır ki, şeytan dahi “Ben daha hayırlıyım” diyerek lanetlendi. Kendini üstün görmek, ibadetle değil, adaletle sınanır. Ve en güzel adalet, kişinin kendi gibi düşünmeyene karşı takındığı tutumdur.

İslam kardeşliği, taassubun değil, anlayışın temelidir.
Kardeşlik, aynı düşünmek değil; farklı düşündüğü halde birbirini sevebilmektir. Kişi mesleğine sadık olabilir, olmalıdır da. Lakin bu sadakat, diğer yolları bütünüyle reddetmeye değil, onları da dinleyerek hikmeti aramaya vesile olmalıdır.

Sonuç olarak:
Her yol, hakka açılan bir kapı olabilir. Her kalp, hakikati arayan bir kıbledir. Yeter ki gururla değil, tevazu ile bakılsın. Mesleğimize muhabbetle sarılalım; ama başkalarının mesleklerine de adaletle bakalım. Zira hakikat, yalnızca bizim elimizde değil; Allah’ın ilminde gizlidir.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

ZAMAN SULH – BİRLİK, BERABERLİK VE KARDEŞLİK ZAMANIDIR

ZAMAN SULH – BİRLİK, BERABERLİK VE KARDEŞLİK ZAMANIDIR
Kavga çözümsüzlüktür.

Tarih boyunca insanlık, ne zaman birliğe sarılmışsa yükselmiş; ne zaman ayrılığa düşmüşse zelil olmuştur. Kalplerin birleştiği, gönüllerin aynı hedefte çarptığı zamanlar, insanlığın huzur ve saadet bulduğu nadir anlardır. Bugün ise öyle bir zamandayız ki, ihtilaf değil ittifak; kin değil muhabbet; kavga değil sulh çağrısı yapmak en büyük görevdir.

Kavga, aklın değil, nefsin ürünüdür.
Kavga, haklıyı değil güçlüyü belirler. Oysa hak, güçle değil, hikmetle ve adaletle tecelli eder. İnsanlar birbirlerini dinlemeden hüküm verdiklerinde, anlaşmazlıklar derinleşir. Oysa dinlemek, anlamaya çalışmak, farklılıkları zenginlik bilmek asıl erdemdir.

Hz. Mevlânâ’nın şu sözü ne kadar da hikmetlidir:
“Aynı dili konuşanlar değil, aynı duyguyu paylaşanlar anlaşabilir.”
İşte bu yüzden bugün, aynı duyguda, aynı hedefte birleşme zamanıdır. Dilde, fikirde ve gönülde bir olma zamanıdır.

Birlik rahmettir, ayrılık azap.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Mü’minler bir binanın tuğlaları gibidir, biri diğerini destekler” buyurmuştur. Binanın tuğlaları arasındaki uyum bozulduğunda, en güçlü yapı bile yıkılır. Toplum da böyledir. Eğer birlik duygusu yıkılırsa, kavga, nefret ve ayrışma alır başını gider. Oysa birbirimizi sevmek, affetmek, anlamaya çalışmak kadar insanî ve İslamî bir davranış olamaz.

Kardeşlik yaratılıştandır, düşmanlık sonradan öğrenilir.
İnsanoğlu fıtraten barış sever. Fakat nefis ve şeytan, düşmanlığı cilalayıp süslü gösterir. “Ben haklıyım” kibriyle yapılan her tartışma, aslında bir başka haksızlığa kapı aralar. Kavga, bir anlık zafer gibi görünse de, ardında pişmanlık, kırgınlık ve yıkım bırakır. Oysa bir tebessüm, bir selam, bir gönül alma; nice yıkımı onarır, nice yarayı sarar.

Bu çağ, gönül yapma çağıdır.
İnsanlık büyük bir imtihandan geçmektedir. Savaşlar, ayrılıklar, toplumsal çözülmeler karşısında en güçlü silahımız, birliğimizdir. O yüzden şimdi tam zamanı: Gönülleri birleştirme zamanı. Farklılıklarımızı düşmanlık değil, zenginlik vesilesi kılma zamanı. “Ben” değil “biz” deme zamanı.

Son söz:
Kavga, çözümsüzlüğün maskesidir. Oysa çözüm, selamda, sulhta, kardeşlikte gizlidir. Gelin, bu çağın çağrısına kulak verelim. Birlikte yürüyelim, birlikte dua edelim, birlikte onaralım. Çünkü zaman sulh, birlik, beraberlik ve kardeşlik zamanıdır.

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

İbrâhîm Gibi Olmak: Teslimiyetin ve Hanîfliğin Çağrısı

İbrâhîm Gibi Olmak: Teslimiyetin ve Hanîfliğin Çağrısı

“Ve kendisi iyilik eden bir kimse olarak, nefsini Allah’a teslîm eden ve Hanîf(hakka yönelmiş) olarak İbrâhîm’in dînine tâbi’ olan kimseden, din bakımından daha güzel kim olabilir? Zîrâ Allah, İbrâhîm’i dost edinmiştir.” (Nisa, 4/125)

İnsanlık tarihi boyunca arayış bitmedi. Kalbini hakikate açanlar da oldu, nefsinin peşinden koşanlar da. Ancak Rabbimizin bu ayette işaret ettiği “en güzel din üzere olmak”, insanın yaratılış amacına uygun olarak yaşamasını sağlayan yegâne yoldur. Bu yol, Hz. İbrâhîm’in yoludur. Hanîf bir duruşun, tevhid inancının, teslimiyetin ve ihsanın sembolüdür o.

Hanîf: Yalnızca Hakka Yönelmek

Hanîf, bâtıldan yüz çevirip Hakk’a yönelen demektir. Hz. İbrâhîm, putlarla dolu bir toplumun içinde, fıtratının sesini dinleyerek yıldızlara, aya ve güneşe tapmayı reddetmiş, “Ben batıp gidenleri sevmem” (En’âm, 6/76-79) diyerek Rabbine teslim olmuştur. Bugünün dünyasında da teslimiyeti kıracak, imanı gölgeleyip perdeleyecek çokça put var: makam, para, şöhret, ego… Hanîf olmak, tüm bu sahte ilaçların yerine kalbi yalnız Allah’a yönlendirmektir. Bu, bir akide tavrı olduğu kadar, bir hayat tarzıdır da.

Nefsini Allah’a Teslim Etmek

Teslimiyet; sadece dilde “inanıyorum” demek değil, nefsin arzularını Allah’ın emirleriyle terbiye etmektir. Hz. İbrâhîm, oğlunu kurban etme emri geldiğinde hiçbir tereddüt göstermemiştir. Oysa bu, her baba için en ağır imtihandır. O, kalbinin en kıymetlisini bile Allah için feda etmeye hazırdı. Bugün biz ne kadar teslimiz? Namaz, infak, sabır, tevazu gibi farz ve faziletlerde ne kadar nefsimizi aşabiliyoruz?

İyilik Eden (Muhsin) Olmak

Ayette geçen “muhsin” vasfı, sadece iyi işler yapmak değil, işleri Allah’ı görüyormuşçasına yapmaktır. Bu da ihsan makamıdır. Hz. İbrâhîm, tevhidi anlatırken, kavmiyle münakaşaya girerken, misafire ikram ederken, dua ederken her hâlinde bu bilinçle hareket etmiştir. Bugün biz iyiliği gösteriş için mi yapıyoruz, yoksa Rabbimizin rızasını kazanmak için mi?

Allah’ın Dostluğuna Layık Olmak

“Allah, İbrâhîm’i dost edinmiştir.” Bu ifade, ilahî bir iltifattır. Dostluk, güven ve yakınlıktır. Allah’ın dostu olmak, O’na en yakın olanlardan olmak demektir. Bu makam, sıradan bir mükâfat değil, ilahî bir yakınlıktır. Bu dostluk, samimiyetle, istikametle ve sadakatle kazanılır. Peki biz dostluğa mı adayız, yoksa gaflete mi?

Günümüzde Hanîf Olmak

Bugün hakla bâtılın sınırları bulanıklaştırılmış, modern putlar süslü ambalajlarla sunulmuşken; hanîf kalabilmek, cesaret ister. Zihinlerin bulandığı, kalplerin karardığı, imanın tehlikeye girdiği bir çağda hanîf duruş, Hakk’ın tarafında açıkça saf tutmayı gerektirir. Bu da hem bilgiyle hem de salih amelle mümkündür.

Sonuç: En Güzel Din Üzere Olmak

İnsanın kalbini, aklını ve amelini içine alan bu ayet; bize gerçek bir hayat felsefesi sunar: Hanîf olmak, nefsini Allah’a teslim etmek ve iyilik üzere bir hayat sürmek… İşte bu, dinin özü, hayatın gayesi ve kurtuluşun sırrıdır. Ve bu yolu en güzel şekilde yürüyen Hz. İbrâhîm, bize hem bir örnek hem de bir davet niteliğindedir. Çünkü o, yalnızca bir peygamber değil, dost edinilmiş bir kuldur.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

Ruhların Tanışıklığı ve İlahi Çekim: Gönüllerin Meçhul Dili

Ruhların Tanışıklığı ve İlahi Çekim: Gönüllerin Meçhul Dili

“Ruhlar toplanmış cemaatler (gibidir). Onlardan birbiriyle (önceden) tanışanlar kaynaşır, tanışmayanlar ayrılırlar.” [Buhârî, Enbiya 2; Müslim, Birr 159, (2638); Ebû Dâvud, Edeb 19, (4834).]

İnsan bazen biriyle ilk defa karşılaşır fakat onu yıllardır tanıyormuş gibi hisseder. Yüzünde bir aşinalık, sesinde bir tanıdıklık, kalbinde ise tarif edilemeyen bir sıcaklık vardır. Ya da tam tersi, biriyle aynı ortamda bulunur ama içi daralır, kalbi huzursuz olur, kelimeler yerini bulmaz. Oysa bu kişiyle ne bir husumeti, ne de geçmişi vardır. Bu iki hâl arasında görünmeyen, fakat derin bir hakikat gizlidir: Ruhların tanışıklığı veya yabancılığı.

Hz. Peygamber’in bu hadisi, bize ruhların da bir dili, bir hafızası, bir irtibat noktası olduğunu haber verir. Ruhlar, cismanî hayat başlamadan önce bir araya gelmiş, belki de yaratılış öncesi bir sahnede birbirlerini tanımışlardır. Bu tanışıklık, dünya hayatında bedenlerle karşılaştıklarında tekrar canlanır. Tıpkı eski dostların yıllar sonra birbirine sarılması gibi…

Ruhların Buluşma Noktası: Elest Bezmi mi?

Kur’an’da geçen “Elestü bi-Rabbikum” hitabını hatırlayalım:

> “Kıyamet gününde, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye Rabbin Âdem oğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? (Onlar da), Evet (buna) şâhit olduk, dediler.”
(A’râf, 7/172)

Bu ilahi hitapla bütün ruhlar, yaratılış öncesinde Rabbine “evet” demişti. İşte ruhların birbirini tanıması da bu ilahi sahneden kalan izlerle mümkün olabilir. Belki de bazı ruhlar, bu bezmde birbirlerine daha yakın durdu; bazılarıysa uzak ve ilgisiz kaldı. Dünya hayatındaki sıcaklıklar, dostluklar ya da uzaklaşmaların temeli orada atılmış olabilir.

Tasavvufî Yorum: Ruhların Akrabalığı

İbnü’l-Arabî’ye göre, hakiki yakınlık kalplerin değil, ruhların benzerliğinde saklıdır. Ruh, Hakk’a yönelmişse, onun benzeri olan diğer ruhlarla uyum içindedir. Dünya meşgalesi, araya giren nefsanî perdeler bu uyumu zayıflatabilir, ama büsbütün silemez. Çünkü ruhlar, nuranî varlıklardır; nur da nuru çeker.

Mevlânâ, bu hakikati şöyle dile getirir:

> “Ten kafesi bir kalıptır, gönül ise o kalıbın sırrı. Gönüller buluşunca ne diller gerek, ne sözler…”

İbretli Bir Hakikat: Her Kalp Dost Değildir

Bu hadis aynı zamanda bizlere dikkatli olmayı, her yüze gülmemeyi, her kalbe emanet vermemeyi de öğretir. Bazı ruhlar vardır ki, size yabancıdır. Sizin yöneldiğiniz yere bakmazlar; sizin hissettiğinizi anlamazlar. Onlarla aynı dili konuşmak, aynı sofrada oturmak bile sizi yorar. Çünkü ruhlar birbirini tanımamıştır. Zorlama muhabbetlerin, içi boş dostlukların temelinde bu ruhî uyumsuzluk yatar.

Dolayısıyla bir kimseye hemen ısınıyorsanız, bu manevi bir yakınlığın emaresi olabilir. Ama bir başkasına karşı nedensiz bir mesafe hissediyorsanız, belki de bu ruhların geçmişinde gizli bir ayrılığın yansımasıdır.

İlahi Bir Çekim Yasası

Bu hadis, aynı zamanda sosyolojik ve psikolojik bir gerçekliğe de ışık tutar: İnsan, kendi gibi olanı çeker. Sadık, sadıkla; halis, halisle; fasık, fasıkla beraber olur. Hayat bunu defalarca ispatlar. Bu yüzden Rabbimiz şöyle der:

> “Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve sadıklarla beraber olun.” (Tevbe, 9/119)

Ruhun yönü nereye dönükse, arkadaşları da orada belirir.

Sonuç: Kalbin Uyumu, Ruhun Hafızasındadır

Her karşılaşma, zahirde bir tesadüf gibi görünse de, belki de ruhların çok önceden başlayan yolculuğunun bir durağıdır. Bazı kalpler birbirine çekilir, bazılarıysa birbirini iter. Bu ne kibirdir ne de önyargı; bazen sadece bir manevi hakikatin tezahürüdür.

O hâlde dua edelim:

> “Ya Rabbi! Ruhumu, ruhuna yakın olanlarla karşılaştır. Kalbimi, Senin sevdiğin kullarının kalbiyle uyumlu kıl. Gönlümü, tanışan ruhlarla birleştir; yabancı kalplere mahkûm etme…”

@@@@@@#

https://www.google.com/amp/s/sorularlaislamiyet.com/ruhlar-toplanmis-cemaatler-gibidir-onlardan-birbiriyle-onceden-tanisanlar-kaynasir-tanismayanlar%3famp

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025

Papaların kehaneti adlı eserde gizemli,tarihsel olaylar.

Papaların kehaneti adlı eserde gizemli,tarihsel olaylar.

“Papaların Kehaneti” (Prophecy of the Popes) adıyla bilinen bu eser, genellikle 12. yüzyılda yaşamış Aziz Malaki’ye (St. Malachy) atfedilen kehanetlere dayandırılır. Efsaneye göre Malaki, Roma’yı ziyaret ettikten sonra 112 kehanetlik bir liste kaleme almış ve bu liste Vatikan arşivlerinde saklanmıştır. 1595’te ise bu liste ilk kez yayınlanmıştır. İşte bu eser hem gizemi hem tarihsel boyutları hem de geleceğe dair iddialarıyla dikkat çeker.

Özetle “Papaların Kehaneti” Eserinde Neler Anlatılır?

1. 112 Papalık Kehaneti

Aziz Malaki’nin yazdığına inanılan listede, 1143 yılından itibaren görev yapan 112 papa için kısa, sembolik ve şifreli tanımlamalar yer alır.

Her bir tanım, ilgili papanın ismi, kökeni, arması, görevi veya dönemiyle ilişkilendirilir. Örneğin, “De Medietate Lunae” (Ay’ın Yarısından) gibi ifadeler kullanılmıştır.

2. Tarihsel Doğruluk ve Uyum

1595’e kadar gelen papalar için yapılan tanımlar oldukça isabetlidir ve çoğu zaman doğrudan ilişkilendirilebilir. Bu da eserin gerçekten bir kehanet mi, yoksa sonradan yazılmış bir kurgu mu olduğu tartışmalarını doğurur.

1595’ten sonraki papalar için yapılan tanımlamalar daha genel ve yorum gerektiricidir.

3. Son Papa ve “Petrus Romanus”

Listenin son sırasında “Petrus Romanus” (Romalı Petrus) adlı bir papa yer alır. Bu papa döneminde büyük yıkımlar, zulümler, kıyamet benzeri olaylar yaşanacağı söylenir.

Bu nedenle birçok kişi, bu son kehanetin kıyamet alametleriyle ilişkili olduğunu düşünür.

4. Gizem ve Komplo Teorileri

Vatikan’ın bu kehaneti gizlediği veya manipüle ettiği,

Kehanetin Illuminati, Masonluk gibi yapılarla bağlantılı olduğu,

Papa seçimi süreçlerinin bu kehanete göre şekillendiği gibi teoriler de kitapta ya doğrudan ya da dolaylı olarak işlenir.

5. Geleceğe Dair İddialar

Mevcut papa (özellikle Papa Francis) bu listedeki son papa mı?

Eğer öyleyse, Vatikan’ın ve Hristiyanlığın sonu mu geliyor?

Tüm bu sorular kehanetin günümüzde tekrar gündeme gelmesine sebep olmuştur.

Sonuç Olarak

“Papaların Kehaneti”, dini sembollerle örülü, tarihsel olaylara gizemli bir bakış sunan ve geleceğe dair mistik bir beklenti oluşturan, tartışmalı ve etkileyici bir metindir. Gerçekliği sorgulansa da, hem akademik hem popüler kültürde dikkat çekici bir yer edinmiştir.

@@@@@@

Aziz Malaki’ye atfedilen “Papaların Kehaneti” listesindeki bazı dikkat çekici örnekleri ve özellikle son papalara dair açıklamaları özetleyerek paylaşayım. Toplamda 112 kehanet vardır; ama özellikle son birkaç tanesi günümüzle ilişkilendirildiği için daha fazla ilgi çeker.

Papaların Kehaneti – Seçilmiş Bazı Örnekler:

1. Celestine II (1143–1144) – Ex castro Tiberis (“Tiber Kalesi’nden”)

Kehanetle, papanın doğum yeri olan Tifernum (Tiber nehri yakınında) ilişkilendirilir.

63. Clement XIII (1758–1769) – Rosa Umbriae (“Umbrian Gülü”)

Papa Clement, Umbria bölgesindendi ve gül, onun armasında vardı.

75. Pius VII (1800–1823) – Aquae Electi (“Seçilmişlerin Suları”)

Papa, deniz kenarındaki Cesena şehrinden gelmişti.

Son Papalar (Kehanete göre 20. yüzyıldan sonra):

107. Benedict XV (1914–1922) – Religio depopulata (“Dinsel yıkım”)

I. Dünya Savaşı ve Avrupa’daki büyük dinsel kriz dönemiyle uyumludur.

108. Pius XI (1922–1939) – Fides intrepida (“Korkusuz inanç”)

Faşizm ve Nazizm döneminde kilisenin direnişini temsil eder.

109. Pius XII (1939–1958) – Pastor angelicus (“Meleksi çoban”)

Çok dindar ve nazik bir ruhani lider olarak anılır.

110. John XXIII (1958–1963) – Pastor et nauta (“Çoban ve denizci”)

Papa olmadan önce Venedik Patriği idi (denizci bir şehir).

111. John Paul I (1978) – De medietate lunae (“Ay’ın yarısından”)

Sadece 33 gün papa kaldı. Dolunay ve yeni ay arasında seçildi ve öldü.

112. John Paul II (1978–2005) – De labore solis (“Güneşin emeğinden”)

Güneş tutulmasında doğduğu ve tutulmada öldüğü söylenir. Ayrıca yoğun seyahatleri “güneş gibi doğup batması” ile simgelenmiştir.

113. Benedict XVI (2005–2013) – Gloria olivae (“Zeytinin Şanı”)

“Zeytin” barışın ve bilgeliğin sembolüdür. Benedictus adını bilge bir azizden almıştır. Ayrıca Benedict tarikatı barışçıl bir tarikat olarak bilinir.

114. ??? – Petrus Romanus (“Romalı Petrus”)

Kehanete göre son papa:

> “Son zulüm zamanında Roma kilisesini Petrus Romanus yönetecek. O, koyunlarını büyük sıkıntılar içinde otlatacak. Ve bu sıkıntılar sona erdiğinde, yedi tepeli şehir yıkılacak ve korkunç Yargıç halkını yargılayacaktır. Son.”

Bu ifade açıkça kıyamet benzeri olayları, Roma’nın çöküşünü ve dünya sonunu ima eder.

Bazı araştırmacılar Papa Francis’i bu son papa olarak görmektedir çünkü Benedict XVI “geri çekilen” ilk papa olmuştu ve Francis onun ardından seçilen ilk Cizvit papadır.

“Petrus Romanus” adı doğrudan Francis’e uymaz ama bazı yorumlara göre “Franciscus” (Aziz Francis) da İtalya-Roma bağlamında simgesel bir anlam taşır.

Gizem ve Tartışmalar

Liste neden 1595’e kadar çok isabetli ama sonrası daha belirsiz?

Gerçekten Aziz Malaki mi yazdı, yoksa bu metin Vatikan çevresinde mi üretildi?

Bu bir ilahi ilham mı, yoksa tarihi manipüle eden bir yapı mı var?

@@@@@

https://www.haber7.com/foto-galeri/91595-papanin-olumunun-ardindan-900-yillik-kitap-yeniden-gundemde-carpici-son-papa-iddiasi

 

 

Loading

No Responsesأبريل 23rd, 2025