NEFSİN HİLE VE DESİSELERİ: İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

NEFSİN HİLE VE DESİSELERİ: İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

İnsanoğlunun en zorlu düşmanı çoğu zaman dışarıda değil, kendi içinde gizlidir: nefis. Kur’ân-ı Kerîm ve Hadîs-i Şerîfler, nefsin türlü hile ve desiselerini anlatarak müminleri bu iç düşmana karşı uyanık olmaya davet eder. Çünkü nefis, insanı Hak’tan uzaklaştırmak için şeytanla ittifak eden sinsi bir tuzakçıdır. Onun oyunları bazen süslü görünür, bazen masum, bazen de hayra benzer şerlerdir.

Kur’ân’da Nefsin Tabiatı

Kur’ân, nefsin çeşitli halleri olduğunu bildirir. Hz. Yusuf (a.s.), Rabbine sığınarak şöyle der:

> “Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emreder…”
(Sûre: Yûsuf, 53)

Bu ayet, nefsin asli tabiatında kötülüğü emretme eğilimi olduğunu açıkça gösterir. Nefis, daima hevâya, yani keyfine göre yaşamak ister. Aklı değil arzuyu dinler. Sabır değil acele, takvâ değil lezzet peşindedir.

Hadîs-i Şerîflerde Nefisle Mücadele

Peygamber Efendimiz (s.a.v) buyurur:

> “Senin en büyük düşmanın, iki yanın arasında taşıdığın nefsindir.”
(Münâvî, Feyzu’l-Kadîr, 1/224)

Bu hadis, nefsin dıştan gelen düşmanlardan daha tehlikeli olduğunu vurgular. Çünkü dış düşman açıktır; tedbir alınabilir. Ama nefis içtedir; onun sesi, insanın sesi gibi gelir. Kimi zaman ibadet suretine bürünerek riyâyı süsler. Kimi zaman sabır maskesiyle tembelliği meşrulaştırır. Kimi zaman tevazu zannedilen gizli gururlar fısıldar.

Nefsin Hileleri

1. Günahı Küçük Göstermek: Nefis, büyük günahları “önemsiz bir şey” gibi gösterir. “Herkes yapıyor”, “bir kereden bir şey olmaz” gibi bahanelerle kalbi uyuşturur.

2. Güzel Amelleri Şirkle Kirletmek: Riya, ucupluk (kendini beğenme), gösteriş gibi manevi virüslerle ibadetleri değersizleştirir.

3. Gafleti Süslemek: “Zamanı gelince tövbe ederim”, “Allah affedicidir” gibi sözlerle tembelliği meşrulaştırır. Oysa her an son an olabilir.

4. İsyanı Hak Gibi Sunmak: Hakkı konuştuğunu sanan nefis, aslında nefretten, öfkeden, kibirden beslenebilir.

Nefisle Cihad: Büyük Mücadele

Rasûlullah (s.a.v), gazadan dönen sahâbelere şöyle buyurdu:

> “Küçük cihaddan döndük, şimdi büyük cihada gidiyoruz.”
Sahâbîler sordular: “O da nedir ya Rasûlallah?”
“Kişinin kendi nefsiyle yaptığı cihaddır.”
(Beyhakî, Zühd, 373)

İşte bu cihad, ömür boyu süren bir mücadeledir. Her sabah yeni bir savaş başlar. Nefis sabah namazından alıkoymaya çalışır, dilimizi gıybetle kirletmek ister, kalbimize kibir üfler. Her an uyanık olmak gerekir.

Kurtuluş Yolu: Terbiye ve Teslimiyet

Nefsini terbiye etmeyen, onun oyuncağı olur. Ama nefsini Allah’a teslim eden, zafer kazanır. Kur’ân bunu müjdeler:

> “Nefsini temizleyen, gerçekten kurtuluşa ermiştir.”
(Sûre: Şems, 9)

Bu temizlik kolay değildir, ama mümkündür. Namazla, oruçla, zikirle, sabırla, ilimle, tefekkürle nefis eğitilir. İman, nefse pranga vurur. Takva, nefsin dizginidir. Aşk-ı ilahi ise onu yola getiren en güçlü iptir.

Son Söz: Kendinden Kaçma, Kendinle Yüzleş

İnsanın en büyük başarısı, dışarıda değil iç dünyasında başlar. Nefsini tanıyan, Rabbini tanımaya yaklaşır. O yüzden bu yolculuk, içe doğrudur. Aynaya bakmak, hatalarını görmek, kibri kırmak, tövbe ile yeniden doğmak…

Çünkü asıl zafer, insanın kendi nefsini mağlup edebilmesidir. Ve bu zafer, dünya ve ahiret saadetinin anahtarıdır.

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET İSİMLERİ ARASINDAKİ FARK.

ALLAH’IN AFV – MAĞFİRET VE RAHMET İSİMLERİ ARASINDAKİ FARK.

AFFEDENİN AFFI: Afv, Mağfiret ve Rahmet Üzerine Derin Bir Yolculuk

Bir kul, günah işlediğinde ne bekler? Cezalandırılmak mı? Yargılanmak mı? Yoksa… affedilmek mi? Allah’ın isimleri arasında öyle üç isim vardır ki, kulun boynunu büktüğü her anda, secdeye kapandığı her gecede onun sığınacağı yegâne liman olur:

Afv, Mağfiret ve Rahmet.

Hepsi affı çağrıştırır, ama aynı şey değildir. Hepsi merhameti kapsar, ama derinlikleri bambaşkadır. Gelin, bu üç ismin manasına bir yolculuk yapalım. Belki bu yolculuk, bizim de kendimizi affetmemize vesile olur…

1. El-Afuv – “Silip Yok Eden”

“Allah, Afuv’dur; affetmeyi sever. Öyleyse siz de affedin.”
(Tirmizî, Daavât, 99)

Afv, kelime olarak “yok etmek”, “iz bırakmamak” anlamına gelir. Allah’ın El-Afuv ismi, sadece günahı bağışlamakla kalmaz, onu tamamen silip izini de yok eder.
Ne defterde kalır, ne hafızada. Meleklerin kayıtlarından düşürülür.

Misal:
Bir çocuk, duvara kalemle çirkin bir şey yazar. Annesi görür. Kızmak yerine, yumuşakça yaklaşıp kalemi elinden alır, o yazıyı siler. Ve sonra duvarı boyar. Hiçbir iz kalmaz.
İşte Afuv budur. Siler ve unutturur. Kulun geçmişi, affedilmiş olmaktan öteye geçer: hiç yaşanmamış gibi olur.

2. El-Gafûr / El-Gaffâr – “Bağışlayan”

“De ki: Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Allah bütün günahları mağfiret eder.”
(Zümer, 53)

Mağfiret, kelime olarak “örtmek” anlamına gelir. Allah’ın Gafûr ismiyle affetmesi, günahı örtmesi anlamına gelir. Günah silinmemiştir, ama örtülmüştür. Ayıp gizlenmiş, kusur açıklanmamıştır.

Misal:
Bir baba, çocuğunun bir hatasını görür. Ceza vermez, başkasına da anlatmaz. “Yaptığını biliyorum,” der sadece. Ama sesini yükseltmez.
İşte mağfiret budur. Günah yerli yerinde durur ama Allah onu örtüp seni mahcup etmez.

3. Er-Rahmân / Er-Rahîm – “Merhametin Ta Kendisi”

Rahmet, yalnızca affetmek değil, ikram etmektir. Hatalarına rağmen sana nimet vermeye devam eden bir Rabb’in var.
Sana ceza vermediği gibi, hediyesini de kesmiyor.

Misal:
Bir öğrenci sınavdan sıfır alır. Öğretmeni ne yapar? Ceza vermez, aksine onu yanına alır, çalıştırır, öğle yemeğini ısmarlar. Çünkü öğrencinin gelişeceğine inanır.
İşte rahmet budur. Kula değer vermeye devam etmek, hatta onu yüceltmek…

Bu Üçü Birlikte Ne Anlatır?

Afv: Günahı siler

Mağfiret: Günahı örter

Rahmet: Günahkâra ikram eder

Allah bazen sadece bağışlamaz; siler, unutturur, örter ve ardından nimet verir.
Bir kul tövbe ettiğinde, Allah ona kızmaz. Bilakis, tövbesine sevinir. Ve o kula ikram etmeye devam eder.

Son Söz:

Günah işlemek insanlıktır. Ama affa sığınmak kulluktur.
Allah, affetmek için bahane arar. Yeter ki sen de kaçma.
Affedileceğine inan. Çünkü O, Afuv’dur, Gafûr’dur, Rahmân’dır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

İnkârdaki Gizli İkrar

İnkârdaki Gizli İkrar

Zor Anların Dilinden Dökülen Gerçekler

İnsanın diliyle söylediği ile kalbinin derinliklerinde sakladığı her zaman aynı değildir. Özellikle inanç konusunda bu fark daha da belirginleşir. Nice kimse vardır ki, diliyle inkâr ettiğini söyler; ama başına bir felaket geldiğinde, ölümle yüzleştiğinde veya çaresizlik içinde kıvrandığında, kalbinin derinliklerinden bir yakarış, bir dua, bir yöneliş fışkırır:
“Allah’ım!”

Bu, inkar zırhının yırtıldığı, içteki hakikatin isteksizce de olsa dışa taştığı andır. Kur’an-ı Kerîm bu durumu birçok ayette gözler önüne serer. En açık örneklerden biri şudur:

> “Gemiye bindikleri zaman, dini yalnız Allah’a has kılarak O’na yalvarırlar; ama Allah onları karaya çıkararak kurtarınca, kendilerine verdiği nimete nankörlük ederek O’na hemen eş koşarlar. Zevklensinler bakalım, yakında bileceklerdir.”
(Ankebut Suresi, 65-66)

Zor Zamanların Aynası: Kalbin Gerçek Sesi

İnkâr, çoğu zaman zihinsel bir perdedir; hakikati örten bir kibir, bir gurur, bir ideolojik saplantı yahut dünyevî çıkarın bir savunmasıdır. Ancak insan öyle bir ana gelir ki, ne ideolojisi kalır ne gururu. Ölüm yaklaştığında, zelzele olduğunda, fırtınaya tutulduğunda veya çaresiz bir hastalıkla baş başa kaldığında, o “inatla örttüğü” hakikat, inkârın perdesini delerek dışa vurulur.

İşte buna “inkârdaki gizli ikrar” denir.

Firavun’un Son Anı: Gecikmiş İtiraf

Kur’an’da Firavun’un kıssası bu hakikatin ibretli bir örneğidir. Hayatı boyunca “Ben sizin en yüce rabbinizim!” diyecek kadar büyüklenen Firavun, boğulmak üzereyken şöyle der:

> “İsrailoğulları’nın inandığından başka ilah olmadığına iman ettim!”
(Yunus Suresi, 90)

Ne hazindir ki bu ikrar, zamanında yapılmadığı için kabul edilmez. Ama bu olay, hayatı boyunca inkâr eden birinin bile en zor anında gerçeği itiraf etmek zorunda kaldığını gösterir.

Modern Firavunlar: Bugünün İnkarcıları

Bugün dahi kendini “ateist” ya da “ilah tanımaz” diye tanımlayan birçok kimsenin, uçak türbülansa girdiğinde, ölümcül bir kazaya yaklaştığında ya da sevdiği birinin başına bir şey geldiğinde içinden fışkıran ilk söz, “Allah’ım yardım et!” olur.

Bu söz, bir itiraf değil midir?

Bu söz, aslında vicdanın, fıtratın, kalpte bastırılan o ezelî hakikatin haykırışı değil midir?

Fıtrat İkrar Eder

Çünkü insanın fıtratında iman tohumu vardır. Çocukken öğretilmese bile, bir yaratıcıya yönelme meyliyle doğar insan. Bu yüzden imanın aslı inkârda değil, insanın özünde vardır. İnkâr ise öğrenilmiş, savunma mekanizmasına dönüşmüş, çoğu zaman geçici bir perde olarak sonradan giydirilmiştir.

Son Söz: Uyanmadan Önce Uyarı

Hayat, uyanmak için fırsatlarla doludur. Allah, kullarını bazen nimetiyle, bazen de musibetiyle kendine çağırır. Ama asıl önemli olan, ikrarı ölüm gelip çatmadan önce yapmak; yani gecikmiş pişmanlıklardan önce hakikate yönelmektir.

> İnkâr edenlerin zor zamanda söyledikleri “Allah’ım!” sözü, aslında hep bastırdıkları imanın dışa taşan bir ikrarıdır.
Ne mutlu o ikrarı henüz vaktindeyken samimi bir teslimiyete dönüştürebilenlere…

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

HAYIR ALLAH’IN TERCİH ETTİĞİNDEDİR

HAYIR ALLAH’IN TERCİH ETTİĞİNDEDİR

El-Hayru Fî Mâhterahullah – Hayır, Allah’ın Tercih Ettiğindedir
Hikmetli, İbretli ve Derinlikli Bir Bakış

İnsan, sınırlı aklıyla sınırsız kaderi anlamaya çalışırken çoğu zaman hayretler içinde kalır. Hayat bazen planladığımız gibi gitmez; umduğumuz yerden üzüntü, beklemediğimiz yerden sevinç gelir. İşte tam da bu noktada, ehl-i iman için sarsılmaz bir hakikat vardır: “El-hayru fî mâhterahullah”, yani “Hayır, Allah’ın tercih ettiğindedir.”

Bu vecize, kaderin sırrını, teslimiyetin özünü ve imanın derinliğini içinde barındırır. Zira insan çoğu zaman bir olayı sadece görünen yüzüyle değerlendirir; hâlbuki olayların perde arkasında ilahi bir takdir, sonsuz bir ilim ve nihayetsiz bir rahmet işlemektedir.

Hz. Musa ve Hızır Kıssası: Perde Arkasındaki Hayırlar

Kur’an’da yer alan Hz. Musa ile Hızır kıssası bu hakikatin en çarpıcı örneklerindendir. Hızır’ın gemiyi delmesi, çocuğu öldürmesi ve yıkık bir duvarı tamir etmesi, ilk bakışta akla ve hikmete aykırı görünür. Fakat her bir fiilin ardında büyük bir hayır vardır. Bu kıssa bizlere şunu öğretir: İlahi tercih bazen bizim tercihimize ters gibi görünse de, gerçek hayır onda gizlidir.

Dualar Kabul Olmayınca…

Bir mümin dua eder, sabreder, ister. Ama bazen dua ettiği şeyler gerçekleşmez. Bu durumda kaderine kırılmak yerine şu bakış açısına sarılmalıdır:
“Ben istemiş olabilirim, ama Rabbim bana daha hayırlısını seçti.”
Zira O, sadece bizim şu anki hâlimizi değil, geleceğimizi, ahiretimize tesirini ve gönlümüzün kaldırabileceğini de bilir. Allah, duaları ya istediğimiz gibi, ya daha iyisiyle, ya da günahlarımızın affı ve ebedi hayatta mükâfatıyla kabul eder. İşte bu ilahi adalet ve merhamet, “El-hayru fî mâhterahullah” sözünde tecessüm eder.

Hayır Gibi Görünen Şer, Şer Gibi Görünen Hayır

Nice varlık insanı şımartır, helaka götürür; nice yokluk, insanı Allah’a yaklaştırır, kemale erdirir. Bazen bir hastalık, bir kayıp, bir bela; insana öyle bir sabır, öyle bir tevekkül kazandırır ki, o halet-i ruhiyeyi başka hiçbir nimet veremez. Mevlâna’nın ifadesiyle:
“Senin canını yakan şey, belki de canını kurtaracak olan şeydir.”

Teslimiyet: En Güzel Hal

İmanın zirvesi teslimiyettir. Kişi başına geleni sorgulamadan, hikmetini merak etse de isyan etmeden, Rabbine olan güvenini sarsmadan yaşarsa; işte o zaman kaderle barış içinde yaşar. O zaman kalp derin bir huzura kavuşur. Çünkü bilir ki:

> “Benim elimden geleni yaptığım yerde, Rabbim benim için en hayırlısını murad edecektir.”

Son Söz

Hayatın her anı bir imtihan, her karar bir tercih ve her sonuç ilahi bir takdirdir. İnsan ne kadar hesap yaparsa yapsın, Rabbimizin sonsuz ilmi ve rahmeti, her zaman en doğru olanı seçer. İşte bu yüzden, başımıza ne gelirse gelsin, gönlümüzden şu söz eksik olmamalıdır:

“El-hayru fî mâhterahullah.”
“Hayır, Allah’ın tercih ettiğindedir.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

İNSANI AYNADA DEĞİL, İMTİHANDA TANI

İNSANI AYNADA DEĞİL, İMTİHANDA TANI:
Alacalı, Kel ve Kör Üç Kişinin Kıssasından Dersler

Hayat, bize verilmiş bir nimet olduğu kadar, aynı zamanda bir imtihandır. Her bir nimet, görünmeyen bir sınav kâğıdı gibidir. Allah Teâlâ, bazen vermekle, bazen almakla, bazen de geri istemekle kullarını sınar. Bu hakikati en güzel şekilde anlatan kıssalardan biri de, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) anlattığı “alacalı, kel ve kör üç kişi” kıssasıdır.

Kıssa Özeti (Sahih Kaynaklardan):

Beni İsrail’den üç kişi vardır: Biri alacalı, biri kel, biri kör… Allah Teâlâ onları sınamak ister ve bir meleği insan suretinde gönderir.

1. Alacalıya sorar: “En çok neyi seversin?” Der ki: “Güzel bir cilt ve derimin güzelleşmesini. İnsanların benden tiksinmemesini isterim.” Melek dua eder, cildi güzelleşir. “En çok neyi istersin?” der. “Deve,” der. Ona gebe bir dişi deve verilir. Dua alır.

2. Kel’e gelir. O da saç ister, güzellik ister, sonra sığır ister. Ona da verilir.

3. Kör’e gelir. O: “Allah gözümü versin,” der. Gözleri açılır. “Ne istersin?” “Koyun.” Ona da verilir.

Zaman geçer. Her biri çoğalır, zenginleşir. Sonra melek, ilk hâlleriyle onlara tekrar gelir.

Alacalı ve Kel, kendilerine verilen her şeyi inkâr eder: “Bu servet atalarımdandır, ben kimseye muhtaç değilim,” derler. Yardım isteyen meleği kovarlar.

Ama Kör olan, şöyle der:
“Ben eskiden kördüm, Allah bana göz verdi. Bu mal da O’nun lütfu. Dilediğini al.”

Melek, ona şöyle der:
“Malın senin olsun. Sizin bu hâlinizle Allah sizi imtihan etti. Sen başarılı oldun, diğer ikisi ise başarısız oldu.”

(Hadis: Buhari ve Müslim’de geçmektedir.)

Bu Kıssadan Çıkan Hisseler ve Hikmetler:

1. Her nimet bir imtihandır.

Cilt güzelliği, saç, göz, mal, mülk… Hepsi bir imtihan vesilesidir. İnsan çoğu zaman başına musibet gelince değil, nimet verilince kaybeder. Zira nimet şükür ister; kibir değil.

2. Allah verdiği nimeti geri de alabilir.

İki kişi, kendilerine verilen nimeti unuttu, kibirlendi, geçmişlerini inkâr etti. Oysa Allah dilerse verir, dilerse alır. Nimetin asıl sahibi biz değiliz, sadece emanetçisiyiz.

3. Unutan kaybeder, hatırlayan kazanır.

Kör olan adam, gözlerinin kör olduğunu ve malının Allah’ın lütfu olduğunu unutmadı. İşte bu bilinç, onu kurtardı. Zenginlik kalbi değil, zihni kör ederse insan perişan olur.

4. Gerçek şükür, paylaşmakla olur.

Bir kişi, Allah’a ne kadar şükrettiğini söyleyebilir. Ama gerçekten şükür, ihtiyaç sahibini görünce ortaya çıkar. Şükreden verir; nankör saklar, kibirlenir.

5. Bugünün nimeti, dünkü duanın cevabıdır.

Bugün elimizde ne varsa, bir zamanlar içten edilen duaların, acizlikle yapılan yakarışların cevabıdır. Bunu unutan, sadece insanlara değil, kendine de yabancılaşır.

Sonuç: Aynada Güzelliğine Değil, Kalbinde Takvaya Bak

Bu kıssa bize şunu öğretir: İnsan dışıyla değil, içiyle imtihan edilir. Mal, makam, sağlık hepsi geçicidir. Esas olan, bunları nasıl kullandığımızdır. Allah insana verir ve bakar: “Şimdi ne yapacak?”

Güzel bir cilt mi, yumuşak bir kalp mi? Parlak bir saç mı, temiz bir vicdan mı? Açılmış gözler mi, açık bir gönül mü?

Nimet verildiğinde şükre

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

TAKVA: Temizlenmek Değil, Kirlenmemeyi Seçmektir

TAKVA: Temizlenmek Değil, Kirlenmemeyi Seçmektir

İnsanoğlu, yaratılışı gereği hata etmeye meyillidir. Fakat takva, insanın yalnızca günah işledikten sonra temizlenmesi değil, asıl olarak o günaha hiç bulaşmamak için gösterdiği bilinçli çabadır.

Takva, sadece nefsin kirinden arınmak değil; kirlenme ihtimali olan yollardan uzak durmaktır. Hani temiz kalmayı önemseyen biri, çamurlu bir yolda yürümemeyi tercih eder ya; takva da ruhun o çamura hiç bulaşmamasıdır.

Takva, Bir Koruma Kalkanıdır

Kur’an-ı Kerim’de takva, sıkça “korunma” anlamında geçer. Takva sahibi insan, Rabbinden korktuğu için değil; O’na olan sevgisi ve saygısı sebebiyle günaha yaklaşmaz. Bu yönüyle takva, cezadan kaçmak değil, Allah’ın rızasını kaybetmekten sakınmaktır.

Nasıl ki bir anne, çocuğunun ateşe yaklaşmaması için onu defalarca uyarırsa, takva da kulun kalbinde benzer bir uyarıcıdır: “Yaklaşma, yanarsın.” Ama bu yanış sadece cehennemin ateşiyle değil; kalbin kararışı, ruhun bulanmasıyla olur.

Temizlenmek Güzeldir, Kirlenmemek Daha Güzeldir

Bir insanın günah işleyip sonra pişmanlıkla tevbe etmesi elbette değerli ve güzeldir. Ancak günaha hiç yaklaşmamak, takvanın zirvesidir. Bu, sadece haramdan kaçmakla sınırlı değildir; şüpheliden bile sakınmayı kapsar. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

“Helâl bellidir, haram da bellidir. Bu ikisi arasında şüpheli şeyler vardır. Kim şüphelilerden sakınırsa dinini ve ırzını korumuş olur.” (Buhârî, Îmân, 39)

Takva ehli, sadece haramdan değil; harama götüren yollardan da uzak duran kişidir. Çünkü bilir ki, günah kirletir. Her kir, bir iz bırakır. Kalpteki her leke, nurun görünmesini engeller. Tıpkı kirli bir camdan gelen ışığın sönükleşmesi gibi…

Modern Dünyada Takva: Yeni Kirler, Eski Hakikatler

Bugünün dünyasında, kalbi kirleten yollar sadece sokaklarda değil; ekranlarda, dijital alanlarda, düşüncelerde dolaşmaktadır. Kir sadece fiziksel değil, zihinsel ve kalbî boyuttadır. Dolayısıyla takva da yalnızca davranışta değil, düşüncede ve niyette başlar.

Gözünü haramdan korumak, elini zulümden uzak tutmak, dilini gıybetten sakındırmak, kalbini kin, kibir ve riyadan temiz tutmak… İşte takva, bu hassasiyetin adıdır.

Sonuç: Takva Bir Yaşam Tarzıdır

Takva; korkuyla değil, sevgiyle yaşanan bir disiplindir. Allah’a yaklaşmanın, huzur bulmanın, iç dünyayı berrak tutmanın yoludur. Takva, kirlenmemeye azmetmiş bir kalbin, her adımda “Rabbim benden razı mı?” sorusunu sormasıdır.

Ve bil ki, ne kadar temizlenirsen temizlen, en güzel temizlik kirlenmemektir. Çünkü bazen silinen izler kalır ama hiç kirlenmeyen bir kalpte safiyet daim olur.

O halde takvayı sadece günah sonrası arınmak olarak değil; günaha karşı bir siper, bir şuurlu duruş olarak anlayalım. Çünkü takva; arınmak değil, arınmaya ihtiyaç bırakmayacak bir hayat yaşamaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ŞEYTANCA BİR YAHUDİ PLANI: FITRATA MÜDAHALE VE YIKIM

ŞEYTANCA BİR YAHUDİ PLANI: FITRATA MÜDAHALE VE YIKIM

“Andolsun, onları saptıracağım, onları boş kuruntulara sürükleyeceğim, onlara emredeceğim de hayvanların kulaklarını yaracaklar, Allah’ın yaratışını (fıtratını) değiştirecekler…”
(Nisâ, 119)

1. Hakikatin Kalbine Yönelik Bir Saldırı

Fıtrat, Allah’ın insanı en güzel şekilde yaratmasıdır. Cinsiyet, akıl, vicdan, haya, şefkat ve merhamet gibi değerler, bu fıtratın temel taşlarıdır. Lakin şeytan, bu dengeyi bozmak için var gücüyle çalışır. Kur’an’ın ifadesiyle insanı yaratıldığı şekliyle beğenmeyen şeytan, “yaratılışı değiştirmeyi” bir plan hâline getirir.

Bugün dünyada yaşanan ahlaki çöküş, cinsiyet karmaşası, aile yapısının bozulması ve fıtratın inkârı; tesadüfî gelişmeler değil, şeytani bir aklın organize faaliyetleridir. Bu akıl ise tarih boyunca inançlara, insanlığa ve özellikle fıtri değerlere savaş açmış olan Yahudi merkezli Siyonist bir zihniyettir.

2. Yahudi Zihniyetinin Tarihi Planı

Kur’an’da Yahudiler için “tahrif eden”, “anlaşmaları bozan”, “hakkı gizleyen” ifadeleri kullanılır. Bu zihniyet, Musa’nın getirdiği hakikati çarpıttı, peygamberleri öldürdü, parayı ilahlaştırdı ve insanlığı yönlendirmek üzere uzun vadeli planlar yaptı.

Gizli planlarıyla tanınan Siyonist akıl, insanı insan yapan değerleri yıkmayı hedef aldı. Aile kurumunu dağıtmak, iffeti aşağılamak, kadın-erkek rollerini silikleştirmek ve nihayet insanı “cinsiyetsiz” bir varlığa dönüştürmek bu planın parçalarıdır. Yani mesele sadece ideolojik değil, şeytani bir müdahaledir.

3. Medya, Eğitim ve Popüler Kültürle Zihin İşgali

Hollywood filmlerinde cinsiyet bulanıklaştırılır. Dizilerde “normal” olan sapkınlaştırılır. Çocuk çizgi filmlerine dahi LGBT propagandası serpiştirilir. Okullarda “cinsiyet akışkanlığı” gibi kavramlar öğretilmeye başlanır. Aile yapısı “eski model” diye aşağılanır.

Bunların hepsi, yüz yıl öncesinden yazılmış ve ifşa edilmiş planların uygulamaya konulmuş hâlidir. Theodor Herzl’in, Albert Pike’ın, Henry Kissinger’in, Rothschild’in açıklamaları ve belgelenmiş stratejileri bunu açıkça göstermektedir: İnsanlık kendi değerleriyle bağını koparsın, kendini yalnız hissetsin, sonra da “bizim sunduğumuz kimliği” kabul etsin.

4. Fıtrat Bozulursa Ne Olur?

Kadın, kadın olmaktan çıkarsa; annelik, dişilik ve şefkat anlamını yitirir.

Erkek, erkekliğini kaybederse; koruyucu, reis ve mesuliyet duygusu silinir.

Aile bozulursa; nesil yıkılır, toplum dağılır.

Cinsiyet yok edilirse; insanın yaratılış gayesi inkâr edilir.

Ve bu noktada “özgürlük” adı altında pazarlanan şeyin aslında bir kölelik zinciri olduğu anlaşılır. Kimliğini kaybeden insan, kendi iradesiyle değil, dayatılan sistemle hareket eder.

5. Ne Yapmalı?

Kur’an’a dönmeli: Çünkü fıtratı en iyi tanımlayan, koruyan ve yücelten Allah’tır.

Aile korunmalı: Çocuklarımıza iffet, haya, annelik ve babalık gibi kavramları öğretmeliyiz.

Medya sorgulanmalı: İzlediklerimiz, okuduklarımız ve çocuklarımıza sunulan içerikler mutlaka filtrelenmelidir.

Siyonist planlar ifşa edilmeli: Bu planların tarihi belgelerle halkımıza anlatılması, bilinç uyandıracaktır.

Sonuç: Şeytanî Planlara Karşı İlahi Fıtratı Koru!

Bu bir medeniyet savaşıdır. Bir tarafta şeytanî aklın peşine takılmış, insanı yozlaştırmak isteyen bir sistem; diğer tarafta ise Allah’ın yarattığı o muazzam dengeyi savunan bir duruş. Biz bu savaşta ya fıtratı savunacağız ya da yozlaşmaya seyirci kalacağız.

Unutma: Fıtrat, Allah’ın sana yazdığı en büyük hakikattir. O’nu korumak, hem kendini hem neslini hem de insanlığı korumaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Bâkî Olmayan Dünya: Fânilik Üzerine Hikmetli Bir Düşünce

Bâkî Olmayan Dünya: Fânilik Üzerine Hikmetli Bir Düşünce

“N’ola kim nefy-i ebed azm-i bülend oldunsa ey Bâkî
Bilesin ki cihân mülkü değil Süleymân’a bâkî”

Zamanın derinliklerinden yankılanan bu mısralar, insanoğlunun en kadim hakikatlerinden birini haykırır: Dünyada hiçbir şey kalıcı değildir. Adı gibi “bâkî” (kalıcı) olan şair Bâkî’ye, kader adeta şöyle seslenir: “Ey kalıcı olmak isteyen! Bil ki bu dünya mülkü, gerek Kanuni Sultan Süleyman ve gerekse Süleyman Peygamber’e bile kalmadı.”

Süleyman (a.s.) gibi kudreti, mülkü, hikmeti ve saltanatıyla meşhur bir peygamberin dahi geride bırakmak zorunda kaldığı bu dünya, kime vefa gösterebilir ki? Efsanelere konu olan saraylar, altınlarla süslü hazineler, emrinde rüzgârlar ve cinler… Hepsi bir gün sustu. Çünkü fânî olan her şeyin bir sonu vardır.

“Şahâ! Azminde isbât-ı tehevvür eyledin ammâ
Buna çarh-ı felek derler, ne sen bâkî ne ben bâkî.”

Zamanın hükümdarına seslenen şair, “Delicesine bir azimle yüceldin ama bil ki bu gök kubbenin altında sen de ben de kalıcı değiliz” der. Çarh-ı felek, yani zaman çarkı; ne sultan tanır ne şair… Hepsini öğütür, hepsini toprağa eşitler.

Fânilik Bilinciyle Yaşamak

Bu mısralar bize sadece bir edebi lezzet sunmakla kalmaz; aynı zamanda kalbe dokunan, nefse ders veren bir nasihat ihtiva eder. İnsan, gücüne, makamına, servetine güvenip kendini ebedî sanabilir. Ama mezarlıklar, bir zamanlar zirvede olanların sessiz yattığı yerlerdir. Fânilik, kibri törpüler, azameti sadeleştirir, kalbi tevazuya çağırır.

Zira asıl kalıcılık, dünyada bıraktığımız izlerle olur. Adaletle yönetmek, hikmetle konuşmak, merhametle yaşamak, arkamızda bir dua bırakmak… Asıl “bâkî” olan bunlardır. Mevlana’nın dediği gibi: “Sen toprağa ne ekersen, semeresi sana döner.”

Hikmetli Bir Sonuç:

İnsanoğlu ne kadar yücelirse yücelsin, eninde sonunda toprağa döner. Geride ne bıraktığı ise onun gerçek mirasıdır. Mal mülk değil, amel kalır. İsraf değil, infak kalır. Gurur değil, izzet kalır. Zira Allah katında “bâkî” olan sadece salih amellerdir:

“Mâ indekum yanfedû ve mâ indallâhi bâkî.”
“Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bâkîdir.” (Nahl, 96)

O hâlde bizlere düşen, dünya saraylarını değil, âhiret köşklerini inşa etmektir. Zira bu çarh-ı felek, nice şahlar, sultanlar, şairler gördü ve geçirdi. Şimdi sıra bizde.

Ne sen bâkî, ne ben bâkî… Ama aradaki hakikat, daima bâkî.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Eşyanın Ötesindeki Hakikat: İlahî İsimlerin Gölgesinde Varlık

Eşyanın Ötesindeki Hakikat: İlahî İsimlerin Gölgesinde Varlık

İnsanoğlu öteden beri eşyanın hakikatini anlama çabası içinde olmuştur. Dağları incelemiş, yıldızlara yönelmiş, hücreyi parçalayarak atomun kalbine ulaşmak istemiştir. Ancak bütün bu arayışlarda fark edilmesi gereken temel bir sır vardır: Varlığın hakikati, görünenin ardındaki ilahî mânâdadır.

Bediüzzaman Said Nursî’nin veciz ifadesiyle, “Bütün mevcudatın hakaikı, bütün kainatın hakikatı; esma-i İlahiyeye istinad eder.” Yani kainat bir hakikat kitabıdır ve bu kitabın satırları, İlahî isimlerin birer tecellisidir. Görülen her şey, aslında görünmeyene işaret eder; suret, mananın gölgesidir.

Eşyanın Görünen Yüzü ve Gizli Hakikati

Bir çiçeğin güzelliği sadece renk ve şekilden ibaret değildir. O güzellik, Cemîl isminin bir tecellisidir. Bir annenin şefkati, yalnız biyolojik bir sevk değil, Rahmân ve Rahîm isimlerinin yansımasıdır. Adaletli bir karar, Adl isminin, rızıkla dolu bir sofra ise Rezzâk isminin gölgesidir.

Evliyaullahın bir kısmı bu hakikati daha derinden kavramış ve demişlerdir ki: “Hakikî hakaik-ı eşya esma-i İlahiyedir. Mahiyet-i eşya ise, o hakaikın gölgeleridir.” Bu bakış açısı, bizi sadece fiziksel ve görünür olana değil, onun ardındaki metafizik mânâya yönlendirir. Her eşya, bir ayna gibidir; kendi varlığından çok, yansıttığı hakikati önemlidir.

Düşünen Aklın Yolculuğu: Suretten Mânâya

Düşünen bir insan için eşya sadece faydalanılacak nesneler değildir; her biri birer tecelligâh, birer mesaj taşıyıcısıdır. Göklerdeki ihtişam, Allah’ın Azîm ismini; atomun içindeki düzen, Hakîm ismini; yeryüzündeki renk ve tat çeşitliliği ise Bâri, Musavvir, Kerîm gibi nice esmayı haykırır.

Hakikat arayışı, sadece görünenin detaylarında boğulmak değildir. Asıl marifet, görünenle yetinmeyip onun ardındaki kudreti, ilmi, iradeyi ve hikmeti görebilmektir. Eşyaya bu gözle bakabilmek, insanı gafletten ilme, küfürden imana, dağınıklıktan tevhide taşır.

İnsanın Aynadarlık Vazifesi

İnsanın yaratılışındaki sır da budur. İnsanoğlu, eşyayı sadece kullanmak için değil, onu okuyup anlamak, onu tefekkürle Rabbinin isimlerini keşfetmek için yaratılmıştır. Her eşyaya ve olaya “esma-i hüsnâ” penceresinden bakmak, insanı hakikî bir kul ve hakikî bir mü’min yapar.

Tefekkürle geçirilen bir an, belki saatlerce yapılan ibadetten hayırlı olur. Çünkü o tefekkür, insanın kalbini esma-i ilahiye ile meşgul eder, varlığı anlamlandırır ve faniden bakîye bir pencere açar.

Sonuç: Eşya Bir Gölge, Hakikat Esmadadır

Dünyanın cazibesi ve eşyanın suretine olan bağlılık, insanı çoğu zaman gölgelerle oyalanmaya iter. Oysa hakikati arayanlar, gölgelere değil, ışığa yönelmelidir. O ışık ise esma-i ilahiyedir. O isimleri anlamak, yaşamak ve yansıtmak; eşyanın ötesine geçerek hakikate ulaşmaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

Gölgedeki Gerçek: MİT’in Derin Yüzü ve Bir İtirafın Ardındaki Türkiye

Gölgedeki Gerçek: MİT’in Derin Yüzü ve Bir İtirafın Ardındaki Türkiye

“Ben MİT Müsteşarlığı yapmadım, CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım. Bir CIA yetkilisi gelse, beni Sinop’a götür dese, onu oraya götürmekle memurum.”
– Fuat Doğu (Eski MİT Müsteşarı)

Bu sözler, herhangi biri tarafından değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin en kritik kurumlarından biri olan Millî İstihbarat Teşkilatı’nın (MİT) başında bulunmuş bir isim tarafından sarf edildi. Üstelik bu kişi, sadece MİT’i yönetmekle kalmamış, onun geleceğini şekillendirecek kadroları da yetiştirmişti:
1962-1964 ve 1966-1971 arasında iki kez MİT müsteşarlığı yapan Fuat Doğu Mehmet Eymür, Sadi Sağdam, Şenkal Atasagun, Emre Taner ve Hiram Abas gibi MİT yöneticilerini yetiştirmiş, MİT’e bir dönem damga vurmuş bir isim.

Soğuk Savaşın Gölgesinde MİT: Bağımsızlık mı, Bağlılık mı?

Fuat Doğu’nun görev yaptığı yıllar, Soğuk Savaş’ın en sert dönemleriydi. Dünya iki kutba ayrılmıştı: Amerika ve Sovyetler. Türkiye, NATO üyesi olarak Batı blokunda yer alırken, bu bloğun gölgesinde kendi iç siyasetini ve kurumlarını şekillendirmek zorunda kaldı. MİT de bu durumdan muaf değildi.

Amerikan istihbarat örgütü CIA, o dönemde sadece Türkiye’de değil, pek çok “müttefik” ülkede derin bir nüfuza sahipti. Lakin bir müsteşarın açıkça “CIA’nın şube müdürlüğünü yaptım” demesi, bu nüfuzun boyutunu ibretle gösteriyor.

Bu itiraf, sadece bireysel bir pişmanlık değil, aynı zamanda devletin mahrem kalması gereken yapılarının nasıl dış iradelerin etkisine girebildiğinin çarpıcı bir göstergesidir.

Yetişen Kadrolar ve Devam Eden Miras

Fuat Doğu’nun yetiştirdiği kadrolar, MİT’in sonraki on yıllarını şekillendirdi. Kimi zaman “derin devlet” olarak anılan yapılarla iç içe geçen, faili meçhullerle, kontrgerilla faaliyetleriyle ve dış bağlantılarla anılan bir MİT portresi oluştu. Hiram Abas gibi “teknik” istihbaratçılar, Mehmet Eymür gibi “operasyonel” isimler, hep bu dönemin mirasıydı.

Burada sorulması gereken soru şudur: Bir istihbarat teşkilatı, kim için çalışır? Kimin çıkarlarını korur? Kime sadakat gösterir?

Devletin gizli hafızası olması gereken MİT’in zaman zaman “dış merkezli” operasyonların aracı hâline gelmesi, sadece bir kurumsal zafiyet değil, bir istiklâl meselesidir.

Millî Olan Nedir?

İstihbarat teşkilatlarının “millî” olması, sadece isimle olmaz. Bağımsız karar alma gücü, kendi stratejisini tayin edebilmesi, içeride ve dışarıda milletin menfaatlerini öncelemesi gerekir. Eğer bir ülkenin istihbarat kurumu, başka bir ülkenin planlarına hizmet ediyorsa; o ülkenin siyaseti de, güvenliği de, geleceği de dışa bağımlı hâle gelir.

Bu bağlamda, Fuat Doğu’nun itirafı, sadece geçmişe dönük bir eleştiri değil, bugünün istihbarat anlayışına da bir uyarıdır.

Derin Devlet mi, Derin İrade mi?

Türkiye’de “derin devlet” tartışmaları hep sıcak kalmıştır. Fakat asıl derinlik, kendi kurumlarının içinde başkasının iradesiyle hareket eden yapılarla mümkündür. Bu derinlik, ne halk tarafından bilinir, ne de seçilmiş iradeler tarafından denetlenebilir.

Bu yüzden mesele yalnızca istihbarat kurumlarının iç yapısı değil, bir milletin kendi kaderine sahip çıkma meselesidir.

Sonuç: İtiraflar Tarihe Düşen Notlardır

Fuat Doğu’nun sözleri, bugün hâlâ üzerinde düşünülmesi gereken bir vesikadır. Belki geçmişteki bağımlılıkların fark edilmesi, bugün için daha bilinçli bir duruşa vesile olabilir. İstihbarat, sessiz yürür; ama bir milletin kaderini fısıltılarla yönlendirebilir. O yüzden bu alan, sadece teknik bir mesele değil, millî bir haysiyet meselesidir.

 Bak: https://tesbitler.com/index.php?s=%C4%B0stihbarat+

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

HARAM YOLLA AVRET YERİNİN AÇILMASIYLA BASLAYAN DÜNYAYA GELİŞ, YİNE AYNI YOLLA GİDİŞ VE KAPANIŞA SEBEP OLACAKTIR.

HARAM YOLLA AVRET YERİNİN AÇILMASIYLA BASLAYAN DÜNYAYA GELİŞ, YİNE AYNI YOLLA GİDİŞ VE KAPANIŞA SEBEP OLACAKTIR.

Haram Yolun Başladığı Yer: Avretin Açılmasıyla Gelen Düşüş

“Bunun üzerine onlar (Adem ve eşi Havva) o ağacın meyvesinden yediler. Bu sebeple ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yaprağından üzerlerine örtmeye başladılar. Adem, Rabbine isyan etti ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 121)

İnsanoğlunun yeryüzü serüveni, bir hatanın neticesi olarak başladı. Bu hata, sadece bir meyvenin yenmesi değildi; o meyve, hak ile batıl arasındaki çizgide verilen ilk imtihandı. Şeytanın vesvesesiyle yaklaşılması yasaklanmış ağaca uzanan el, sadece bir itaatsizlik değil, aynı zamanda mahremiyetin zedelenmesine giden bir kapının da anahtarıydı.

Adem ve Havva’nın cennetteki ilk fark ettikleri şey, avret yerlerinin açılmasıydı. Bu tesadüf değil, derin bir hikmetin işaretidir. Zira ilk günahın bedeli, haya perdesinin yırtılması olmuştur. O günden bu yana insanlık, her büyük düşüşünü yine aynı yerden; hayasızlıktan, çıplaklıktan ve fıtrata ters teşhirden yaşamıştır.

Haya Bir Kaledir

Haya, insanın iç dünyasındaki en güçlü koruyucudur. Onun sarsılması, manevî zırhın delinmesidir. Nitekim hadis-i şerifte şöyle buyrulur:
“Haya imandandır.” (Buhârî, Îmân, 16)

Bu demektir ki, haya perdesi yırtıldığında sadece beden açılmaz, kalp de savunmasız kalır. Bu sebeple şeytan, ilk zaferini avretin açılması üzerinden kazanmıştır. Modern çağda da bu taktik değişmemiştir: Açıklık özgürlük adı altında sunulur, ama aslında insanı esaretin en çirkini olan nefsin esaretine mahkûm eder.

Başlangıç Nasılsa, Sonuç da Öyle Olur

Tarihin seyrine bakıldığında; helâk olan kavimlerin çoğunun ahlâksızlıkla, fuhuşla, hayasızlıkla yıkıma gittiği görülür. Lût kavmi buna en çarpıcı örnektir. Onlar, hayasızlıkta sınır tanımadıkça, gökten inen taşlar da onları affetmedi. Çünkü toplumların düşüşü, çoğu zaman mahremiyetin ayaklar altına alınmasıyla başlar.

Aynı döngü günümüzde de yaşanmakta: Sosyal medyada bedenin teşhiri, dizilerde ahlâksızlığın romantize edilmesi, giyimdeki sınırların silinmesi… Hepsi, şeytanın aynı tuzağının modern kılıflı versiyonlarıdır.

Kapanış da Aynı Yerden Olacak

Adem ile başlayan yeryüzü yolculuğu, yine onun açtığı kapıdan son bulacak: Avretin ifşası ve hayasızlığın zirve yapması, ahir zamanın alametlerinden biridir. Hadislerde bildirildiği üzere:

“Kadınlar olacak ki, giyinmiş ama çıplak gibidirler. Başları deve hörgücü gibi olacak. Onlar cennete giremezler, kokusunu dahi alamazlar.” (Müslim, Cennet, 53)

Bu uyarı, sadece kadınlara değil, tüm insanlığa yöneliktir. Giyim-kuşam, insanın iç dünyasını ve iman seviyesini yansıtan bir aynadır. Kıyametin yaklaştığına dair işaretlerden biri de, haya duygusunun toplumdan silinmesidir.

Sonuç: Aslına Dön Ey İnsan

Cennette örtülme ihtiyacı hisseden ilk insan, bizlere şunu öğretmiştir: Asıl mahremiyet, insanın Allah’a karşı haya duymasıdır. O haya kaybolduğunda, sadece elbise değil, ruh da soyunur.

Bugün bize düşen, başlarken kaybettiğimiz o haya elbisesini yeniden kuşanmaktır. Zira ancak o zaman, şeytanın döngüsünü kırabilir ve Rabbimize layık bir kul olma yolunda adım atabiliriz.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

KÖPEĞİN HAVLAMASI: KİM, KİME, NİÇİN?

KÖPEĞİN HAVLAMASI: KİM, KİME, NİÇİN?

Dünya tarihi boyunca hak ile batıl, adalet ile zulüm, iman ile küfür daima karşı karşıya gelmiş, bu iki cephe hiçbir zaman barış içerisinde olmamıştır. Zira hak ve batıl, yaratılış itibariyle birbirine zıttır.

Hazret-i Musa (aleyhisselam) bir gün yolda yürürken bir köpek aniden havlayarak üstüne gelir. Musa Aleyhisselam, peygamberliğinin vakar ve heybetiyle ona çıkışır:
“–Ey zalim köpek! Sen beni tanımıyor musun?”
Köpek ise şu ibretli cevabı verir:
“–Elbette tanıyorum. Senin Musa olduğunu da biliyorum. Sana saldırmak gibi bir niyetim yok. Fakat ben sahibim tarafından bu işi yapmazsam ekmekten kesilirim. Havlamazsam aç kalırım…”

Bu kıssa, zahirde basit ama derin manalar taşıyan bir hakikat perdesini aralar:
Saldıran sadece köpek değil, köpeği salan da vardır.
Tıpkı tarihte Firavunların, Nemrutların, Ebu Cehillerin olduğu gibi, bugün de mazluma saldıran, hakka havlayan nice “köpekler” vardır. Fakat asıl soru şudur:
Kim, niçin havlıyor?
Ve asıl zalim kimdir?

Birilerinin Taşıdığı Zincirler

Günümüz dünyasında da birçok insan, hakkı haykıranlara, adaleti savunanlara, mazluma sahip çıkanlara saldırıyor, iftiralar atıyor, dillerini sivri bir hançer gibi kullanıyor. Neden?
Çünkü onların da bir “sahibi” var.
Birileri onlara makam, para, şöhret ya da alkış veriyor. Ve bu menfaat zinciri kırılmasın diye havlamaları gerekiyor. Vicdanları susmuş, dilleri sahibinin sesi olmuş.

Ve çoğu zaman, bu köpekler öne çıkarken, asıl sahipler gölgede kalıyor.
Oysa köpeğin havlaması, sahibin hırsını yansıtır.
Kimin nereye saldırdığı değil, kimin niçin salındığı sorgulanmalıdır.

Hakkı Konuşan Düşman, Batılı Öven Kahraman

Hakkı konuşan insanlar, özellikle İslam dünyasında, çoğu zaman toplumda dışlanmış, hor görülmüş, “aşırı” ya da “radikal” diye etiketlenmiştir.
Fakat batılın sözcüsü olanlar, sahte barış elçileri, zulmü örtmeye çalışanlar ise makbul kabul edilmiştir.
Oysa Kur’an buyurur:
“Muhakkak ki Allah’ın indirdiği (ve içinde Muhammed’in sıfatları bulunan) Kitab’ı gizleyip de onu (karşılığında ne alsalar) az (düşecek) bir fiyata satanlar yok mu; işte onlar, karınları dolusu ateşten başka bir şey yemiyorlar! Allah da kıyâmet günü onlarla ne konuşur, ne de onları (günahlardan) temizler! Ve onlar için (pek) elemli bir azab vardır.” (Bakara, 174)

Menfaatin Havlattığı Vicdanlar

Bugün birçok insan, sırf ekmeği elinden alınmasın diye susmakta; hatta daha da kötüsü, zalimin borazanlığını yapmaktadır.
Bu kıssa bize hatırlatır ki:
Menfaat için konuşan bir dilden adalet çıkmaz.
Sahibinin hoşnutluğu için havlayan bir ağızdan hakikat duyulmaz.

Sonuç: Kime Kul Olduğunu Unutma

Hazret-i Musa’nın köpeğe verdiği cevap elbette bir azarlamaydı. Ama köpeğin cevabı, Musa’nın bile susmasına sebep olmuştu.
Çünkü hakikati ifade etmişti.
Demek ki, köpeği susturmak için bağırmak yetmez. Onu salanı tanımak gerekir.
Zulme karşı durmak istiyorsan, önce sahibinin kim olduğunu bilmelisin.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

YÜZ YILLIK REJİMİN BİTİRDİKLERİ, YİTİRDİKLERİ VE KİŞİSİZLEŞTİRDİKLERİ

YÜZ YILLIK REJİMİN BİTİRDİKLERİ, YİTİRDİKLERİ VE KİŞİSİZLEŞTİRDİKLERİ

Dehşetli Bir Dönemin İçinden Geçerken…

Bir asır önceydi…
Toprak parçalanmış, hilafet susturulmuş, milletin sesi kısılmıştı.
Yeni bir rejim geldi; sözde “ilerleme” adına…
Ama geride çok şey bıraktı, çok şeyi kaybettirdi, çok kimliği yok etti.

Bugün baktığımızda görüyoruz:
Büyük bir bencilleşme, derin bir kişisizleşme, korkunç bir manasızlaşma çağına geldik.
Peki ne oldu bize?
Neleri bitirdik, neleri yitirdik?

BİR: BİTİRİLENLER – KÖKLERİNDEN KOPARILAN BİR MİLLET

Bu rejim; sadece rejim değildi.
Bir kültür darbesi, bir kimlik dönüşümü, bir medeniyet kopuşuydu.

Ezan susturuldu, Kur’an yasaklandı, Arapça harf “tarihten silinmek” istendi.

Bin yıllık medeniyet mirası çöplüğe atıldı.

Alimler ya asıldı, ya sürgüne gönderildi, ya susturuldu.

Bu milletin vicdanı kırıldı, hafızası silindi, medeniyeti gömüldü.
Ve yerine, Batı’nın elbisesi giydirildi.
Ruhu aç, bedeni şık bir toplum…
Sloganla doyan, ilansız susan, ama içten içe boşalan bir toplum…

İKİ: YİTİRİLENLER – MANALARIN VE DEĞERLERİN SESSİZ CENAZESİ

Bir asırdır; ahlak kayboldu, aile yıkıldı, mahremiyet eridi.
Hayatın içindeki ilahi anlam unutuldu.

Namus “eski moda”,

İffet “baskı unsuru”,

Hayâ “geri kalmışlık” oldu.

Mabed anlamını kaybetti.
Mezarlık korku yeri oldu.
Ölümden söz etmek, “moral bozucu” sayıldı.
Oysa ecdat, mezar taşında bile dua okutuyordu.

Bugün gençlik idealsiz, toplum temsilsiz, hayat gayesiz.
Ve belki en acısı; inancın bile paraya alet edildiği bir dönemdeyiz.

ÜÇ: KİŞİSİZLEŞTİRİLENLER – ŞAHSİYETLERİN GÖLGESİNDEKİ YALNIZLIK

Yüz yıl boyunca “tek tip” insan istendi.
Düşünmeyen, sorgulamayan, sevmeyen, bağ kurmayan…
Yani bir robot kadar programlı, bir hayvan kadar serbest…
Ama bir insan kadar yalnız.

Köyde cemaat vardı, şehirde kalabalık oldu.
Sohbet vardı, şimdi yalnızlık var.
Selam vardı, şimdi “görmemek” var.
Toplum, bireycilik uğruna parçalandı.
Her birey “özgür” ama kimse maalesef yalnız kendine özel bir niteliği olan, kopya olmayan, orijinal, taklit olmayan değil artık.

SONUÇ: BİR NESLİ DEĞİL, BİR MEDENİYETİ YİTİRDİK

Yüz yıl boyunca;

Hem aklımızı batının bilgisine,

Hem kalbimizi modernizmin bitişine ve tukenişine,

Hem geleceğimizi ideolojilere kurban verdik.

Ve şimdi, geçmişi olmayan bir millet gibi köksüz,
Değeri olmayan bir toplum gibi sessiz,
Kimliği olmayan bir nesil gibi kişisiz yaşıyoruz.

KISSADAN HİSSE: DİRİLİŞ, YENİDEN İNŞAYLA BAŞLAR

Yıkım büyükse, inşa daha büyük olmalı.
Önce kimlik, sonra kişilik, sonra aidiyet…
Bu topraklar tekrar yeşerecekse;
Kur’an’la, imanla, tefekkürle ve tevazu ile yeşerecek.

Yüz yıl, bir son değil.
Belki de bir uyanışın eşiği.
Ama önce biz uyanmalıyız.
Sadece rejimi değil;
İçimizdeki ölü ruhları,
Korkak bakışları,
Satılmış fikirleri de değiştirmeliyiz.

@@@@@@@@

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ÖNCE KİMLİK, SONRA KİŞİLİK, SONRA AİDİYET

ÖNCE KİMLİK, SONRA KİŞİLİK, SONRA AİDİYET

Bir Milletin Sessiz Erozyonu ve İnsanın Yavaş Yavaş Yitirdiği Hakikati

Kimlik…
İnsanı insan yapan ilk halka.
Kime ait olduğunu, neye inandığını, ne uğruna yaşadığını söyleyen iç mühür.

Kimlik silikleşirse,
Kişilik savrulur.
Aidiyet yok olursa,
İnsan, rüzgârın önündeki yaprak olur…
Kökü olmayan her fidan, fırtınada devrilmeye mahkûmdur.

KİMLİK: BİR MİLLETİN YÜZÜ, BİR BİREYİN MANASI

Kimlik; sadece nüfus kâğıdındaki bilgiler değildir.
O; bir değerler bütünüdür.

İnandığın din,

Sahip çıktığın tarih,

Mensubu olduğun medeniyet,

Konuştuğun dil,

Taşıdığın ahlak…

Bir milletin kimliği;
onun geçmişiyle bağını, gelecekle istikametini kurar.
Kimliğini kaybeden bir millet,
yalnız geçmişini değil, istikbalini de yitirir.

KİŞİLİK: KİMLİĞİN RUHTA TEZAHÜRÜ

Kimlik; içteki cevherdir.
Kişilik; onun dışa yansıyan şeklidir.
Kimlik sağlam değilse, kişilik ya sahte olur, ya silik.

Bugün kimlik bunalımı yaşayan bir gençlik,
başkalarının yaşam tarzlarını benimseyip kendi benliğini inkâr eder hale geldi.

Giyinişi Batı’ya,

Düşünüşü medya’ya,

Hayali paraya bağlı…

Bu da kişilikte bir çürüme doğurdu.
Vicdanı bastıran menfaat,
Hayayı ezen ekran,
Hakikati örten ideoloji…

AİDİYET: SAHİP OLMAK DEĞİL, AİT OLABİLMEK

Aidiyet, insanın yuvaya dönüşüdür.
Nereye ait olduğunu bilen kişi;
ne yalnız kalır, ne savrulur.

Aidiyetin olmadığı yerde sürü psikolojisi başlar.
Çünkü insan ya hakka dayanır ya kalabalığa…
Ve bugün kalabalıklara sığınan ama kendine bile yabancılaşan bir toplum haline geldik.

Dinini bilmeyen ama başka felsefeleri savunan,

Kendi tarihini küçümseyen ama başka milletlere özenen,

Kendi kültürünü tanımadan “modernliği” putlaştıran nesiller…

Aidiyet boşluğu, kimlik boşluğunu büyütür,
Kimlik boşluğu, kişilik buhranına yol açar.

KISSADAN HİSSE: İNSAN KENDİNE AİT OLMAZSA, HİÇBİR YERE AİT OLAMAZ

Bugün en büyük kaybımız; teknoloji değil, ekonomi değil…
Kendimiziz.
Kendimize dair her şey:

Vicdan,

Değer,

Ahlak,

İnanç,

Ve onurlu bir kimlik…

Bir zamanlar her çocuğa, daha doğmadan önce kimlik verilirdi:
“Sen bu ümmetin evladısın, senin kalbinde Allah’ın nuru var…”
Şimdi çocuk, kim olduğunu öğrenmeden önce hangi marka ayakkabıyı giyeceğini öğreniyor.

SON SÖZ: KENDİNE DÖNME VAKTİ

Yeniden kimliğimizi kuşanmalı,
Kişiliğimizi imanla yoğurmalı,
Aidiyetimizi Kur’an’la sağlamlaştırmalıyız.

Kimliğini kaybetmiş bir milletin,
ekonomisi olsa ne olur, teknolojisi artsa neye yarar?
Ruhsuz beden gibi, kalpsiz medeniyet gibi olur.

O yüzden:
Önce kimlik, sonra kişilik, sonra aidiyet…
Ve sonunda, yitirilmiş insanın yeniden dirilişi…

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025

ANNE BABANIN TERBİYE ETMEDİĞİNİ ZAMAN TERBİYE EDER

ANNE BABANIN TERBİYE ETMEDİĞİNİ ZAMAN TERBİYE EDER
Hayatın Sert Öğretmeniyle Yüzleşmeden Önce…

Toplumun temel direği olan aile, evlat için ilk okul, ilk mekteptir. Bu okulun öğretmeni anne ve babadır; müfredatı ise sevgi, disiplin, edep ve ahlaktır. Ne var ki bazı anne babalar, ya gafletlerinden ya da ihmal ve gevşekliklerinden dolayı evlatlarına gereken terbiyeyi veremezler. O zaman devreye hayat girer, zaman girer… Fakat onun öğreticiliği merhametli değildir. Çünkü bu atasözünün özünde derin bir uyarı, büyük bir ibret yatar:
“Anne babanın terbiye etmediğini zaman terbiye eder.”

Çocukken verilmesi gereken dersler, eğer verilmezse, hayat büyüdüğünde onu çok daha sert şekilde verir. Anne baba, çocuğunu zamanında doğruyla tanıştırmazsa, onu yanlışla tanışmaktan alıkoyamaz. Küçükken öğretilmeyen sabır, büyüdüğünde hayal kırıklıklarıyla öğretilir. Ahlak verilmezse, hırsızlıkla, yalancılıkla ve yalnızlıkla yüzleşerek öğrenilir. Sevgi verilmezse, sevilmeyerek öğrenilir. Saygı öğretilmezse, hor görülerek öğrenilir.

Oysa çocuk, her hareketiyle şekil almaya hazır bir hamur gibidir. Bu şekli verenler anne babadır. Eğer şekil verilmezse, hayatın tokadıyla yoğrulmaya mecbur kalır. Ne yazık ki hayatın tokadı, ne zamanını sorar, ne yaşını… Terbiye edilmeyen bir evlat; ya başkalarının hayatını zorlaştırır ya da kendi hayatını cehenneme çevirir.

Zamanın terbiyesi gecikmiştir ama keskindir. Suçla, başarısızlıkla, yalnızlıkla, dışlanmışlıkla gelir. Toplumun kuralları, hayatın gerçekleri, sert duvar gibi çarpar yüzüne. İşte o zaman annesinin yumuşak sesi, babasının uyarısı gelir aklına. Ama çoğu zaman çok geçtir.

Bu atasözü bir ceza değil, bir uyarıdır. Anne babalara bir ikaz, gençlere bir hatırlatmadır. “Sen öğretmezsen hayat öğretir; ama senin gibi merhametle değil” demektir. Çocuklara edep öğretilmezse ekranlar, sokaklar, yanlış arkadaşlar öğretir. Ve onlar öğretirken değerleri değil, hevesleri esas alırlar.

Ne Yapmalı?
Anne baba, sevgiyi verirken sınırı da çizmeli. Merhameti gösterirken disiplini de ihmal etmemeli. “Aman çocuğum üzülmesin” diyerek büyüyen evlat, hayatın acımasızlığına dayanamaz. Unutulmamalıdır ki: Sevgiyle yoğrulmuş bir terbiye, ömür boyu korunur. Ama boş bırakılmış bir fıtrat, zamanın hoyrat ellerinde ezilir.

Son Söz:
Zaman, her şeyi öğretir ama çoğu zaman çok pahalıya… O yüzden önce aile öğretmeli, anne babanın diliyle, haliyle ve duasıyla… Çünkü zamanın terbiyesi, ya pişmanlıkla ya gözyaşıyla gelir. Ve o noktada “Keşke…” demek, hiçbir şeyi geri getirmez.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 21st, 2025