BİLGİNİN MERTEBELERİ: MALUMATTAN ŞUURA GİDEN YOL

BİLGİNİN MERTEBELERİ: MALUMATTAN ŞUURA GİDEN YOL

“Her bilen âlim değildir, her anlayan idrak etmiş sayılmaz, her idrak eden de şuurla hareket etmez.”

Zamanımızda bilgiye erişim kolaylaştı. Fakat insanın bilgiyle kemâle ermesi, hâl ve davranışlarına yön vermesi ise zorlaştı. Çünkü bilgiyle hikmet, ezberle idrak, düşünmekle muhakeme aynı şey değildir. Bu makalede, zihin dünyamızın mertebelerini anlamaya çalışacağız: Malumat, makulat, muhakemat… Ve onlara eşlik eden akıl, idrak ve şuur…

1. Malumat: Bilgi Yığını

Malumat; ezberlenen, öğrenilen, dışarıdan alınan bilgilerdir. Kütüphaneler malumatla doludur. Google bir malumat okyanusudur. Ancak insan, malumatla hakikate ulaşamaz. Çünkü malumat, ham bilgi demektir. İşlenmemiş, hazmedilmemiş, hikmetle buluşmamış bilgilerdir.

Malumatı çok olan aldanabilir. Zira şeytan da malumat sahibiydi. Meleklerin yaratılışını, gökleri, arşı biliyordu. Lakin bildiklerini doğru okuyamadı. Adem’e secdeyle sınandığında, kibri bilgisine perde oldu. Demek ki malumat tek başına kurtuluş sebebi değil.

2. Makulat: Anlamlandırılan Bilgi

Malumatın bir adım ötesi makulattır. Yani aklın süzgecinden geçmiş, anlamlandırılmış bilgidir. İnsan, aklı sayesinde malumatı analiz eder, ilişkilendirir, sebep-sonuç kurar. Burada “akletme” devreye girer.

Kur’an sıkça “akletmez misiniz?” der. Çünkü sadece bilgi değil, o bilginin ne işe yaradığı, neye hizmet ettiği, hangi hakikate yol açtığı önemlidir. Makulat, malumatın kalp ve akılla buluştuğu noktadır.

Ancak akıl sınırlıdır. Görmediğini inkâr etmeye meyyaldir. Nitekim akıl, idrake kapı aralar ama kendisi yetmez.

3. Muhakemat: Hikmetle Ölçmek

Muhakemat; bilgiyi, akılla değil, hakikat terazisiyle tartmaktır.
Yani; “muhakeme-i akliye” değil, “muhakeme-i hakikiye” yani hakikat muhakemesi esastır. Burada devreye hikmet girer.

Muhakemat, sadece doğru-yanlış ayırımı değil, yerinde ve zamanında olanı seçmektir. Bilginin faydalısı mı zararlısı mı, ebedî mi fânî mi olduğuna bakar. İnsan, muhakeme ile tercih eder; ebedî olanı fânîye üstün kılar.

Nitekim Hz. Âdem, malumatı bildi, makulatla cenneti tanıdı ama muhakemesiyle tövbe etti. Şeytan ise bildi ama muhakeme edemedi, azaba mahkûm oldu.

Akıl – İdrak – Şuur Ayrımı

Akıl, düşünme aletidir. Fakat her düşünen doğru düşünmez. Aklın ışığı, kalbin rehberliğiyle birleşirse yol aydınlanır.

İdrak, akılla alınan bilginin hazmedilmesidir. İnsan idrak edince, bilgi onun için anlamlı hâle gelir.

Şuur ise farkındalıktır. Kişinin hem kendi varlığının hem de Rabb’inin farkında olmasıdır. Şuur, insanı kul yapar.

Akıl bir araç, idrak bir seviye, şuur ise bir bilinç hâlidir. Şuurlu insan, malumatı bilgiye, bilgiyi hikmete, hikmeti ise hâle dönüştürür.

Sonuç: Şuur Sahibi Olmak

Bugün malumat çok; makulat az, muhakemat ise neredeyse kaybolmuş hâlde. Şuur ise yerini gaflete bırakmış. Bunun sonucu, çok bilen ama az düşünen, çok konuşan ama az anlayan, çok ezberleyen ama az yaşayan bir topluma dönüştük.

Bu yüzden ilim talebesi sadece okuyarak değil; düşünerek, karşılaştırarak, tefekkür ederek ve en önemlisi nefsini sorgulayarak olmalı. Malumatın değil, şuurun adamı olmak gerekir.

“İlim, amel etmeyen için bir delildir.”
“Akıl, başa bela bulmak için değil, beladan kurtulmak içindir.”
“Şuur ise, hakikati yalnız bilmek değil; onu yaşamaktır.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 27th, 2025

NOSTRADOMUS KEHANETLERİ

NOSTRADOMUS KEHANETLERİ

Nostradamus’ın kehanetleri, yazıldığı 16. yüzyıldan bu yana büyük ilgi görmüş ve farklı yorumcular tarafından çeşitli olaylarla ilişkilendirilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki, Nostradamus’ın dörtlükleri oldukça kapalı ve sembolik bir dille yazılmıştır, bu nedenle yorumları genellikle geçmişteki olaylar yaşandıktan sonra yapılmış veya geleceğe yönelik yapılan tahminler kesinlik taşımamaktadır.
Geçmişle İlişkilendirilen Kehanetler:
Nostradamus’ın kehanetlerinin geçmişte gerçekleştiği iddia edilen bazı olaylar şunlardır:
* Büyük Londra Yangını (1666): Bazı yorumcular, Londra’daki büyük yangını anlattığına inanılan dörtlükler olduğunu öne sürmüşlerdir.
* Fransız Devrimi (1789-1799): Devrimle ilgili olduğu düşünülen şiddet ve kargaşayı tasvir eden dörtlükler bulunmaktadır.
* Adolf Hitler’in Yükselişi: Bazı dörtlüklerde geçen isim veya tanımlamaların Hitler’i işaret ettiği yorumları yapılmıştır.
* Atom Bombası (Hiroşima ve Nagasaki): Nükleer patlamaları anımsatan tanımlamaların yer aldığı kehanetler bu olaylarla ilişkilendirilmiştir.
* Bazı Önemli Kişilerin Ölümü: Fransa Kralı II. Henry’nin düelloda ölümü gibi olayların Nostradamus tarafından önceden bilindiği iddia edilmiştir.
Ancak bu yorumların çoğu, olaylar gerçekleştikten sonra dörtlüklerin ilgili kısımlarına uydurulmaya çalışıldığı gerekçesiyle eleştirilmektedir. Kehanetlerin dili yoruma açık olduğu için farklı kişiler aynı dörtlüğü farklı olaylarla ilişkilendirebilmektedir.
Gelecekle İlgili Kehanetler (Yorumlar):
Nostradamus’ın dörtlüklerinden geleceğe yönelik çıkarılan bazı yaygın yorumlar şunlardır:
* İklim Değişikliği ve Doğal Afetler: Aşırı hava olayları, kuraklık, seller ve depremler gibi doğal afetlerin artacağına dair yorumlar bulunmaktadır.
* Küresel Çatışmalar ve Savaşlar: Ülkeler arasındaki gerilimlerin artması, büyük savaşlar ve çatışmaların yaşanması olasılığına dair yorumlar sıklıkla dile getirilmektedir.
* Ekonomik Krizler: Finansal sistemde yaşanabilecek büyük çaplı çalkantılar ve krizlerle ilgili kehanet yorumları mevcuttur. Özellikle dijital paralar ve geleneksel finans sisteminin dönüşümü gibi konular son zamanlarda Nostradamus kehanetleriyle ilişkilendirilmektedir.
* Teknolojik Gelişmeler ve Yapay Zeka: “Demirden insanlar” veya “küçük kutular” gibi ifadelerin teknolojik gelişmeleri, robotları veya yapay zekayı işaret ettiği yorumları da yapılmaktadır.
* Papa ile İlgili Kehanetler: Özellikle “çok yaşlı bir Papa’nın ölümü” ve yerine gelecek yeni Papa ile ilgili kehanetler, Vatikan ve Papalıkla ilgili gelişmelerle ilişkilendirilmektedir.
Bu geleceğe yönelik yorumların da kesinliği olmayıp, dörtlüklerin sembolik ifadelerine dayanan tahminlerdir.
Yıkımı Haber Verilen Yeditepeli Şehir İstanbul mu?
Nostradamus’ın kehanetlerinde geçen “yeditepeli şehir” ifadesi genellikle iki şehirle ilişkilendirilir: Roma ve İstanbul (Konstantinopolis). Her iki şehir de tarihi olarak yedi tepe üzerine kurulmuştur.
Kehanetlerde geçen “yeditepeli şehir”in yıkımı veya büyük bir felaketle karşılaşması ile ilgili yorumlar hem Roma hem de İstanbul için yapılmıştır.
* Roma: Tarihsel olarak “yeditepeli şehir” unvanı en çok Roma ile özdeşleşmiştir. Nostradamus’ın yaşadığı dönemde de Roma Katolik Kilisesi’nin merkezi olması nedeniyle önemli bir şehirdi. Bazı kehanetlerin Roma’nın düşüşünü veya büyük bir felaketi anlattığı yorumları bulunmaktadır.
* İstanbul: İstanbul da Bizans İmparatorluğu’nun başkenti Konstantinopolis olarak yedi tepe üzerine kurulmuştur ve bu özelliğiyle bilinir. Özellikle Doğu Roma İmparatorluğu’nun sonu ve Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişi bağlamında Nostradamus kehanetlerinin İstanbul’u işaret ettiğini düşünen yorumcular da vardır. Şehrin stratejik konumu ve tarihi önemi nedeniyle çeşitli felaket senaryolarıyla ilişkilendirilmiştir.
Ancak Nostradamus’ın dörtlüklerinde doğrudan “İstanbul” adı geçmemektedir ve “yeditepeli şehir” ifadesinin kesin olarak hangi şehri tanımladığı konusunda farklı yorumlar ve tartışmalar devam etmektedir. Bu nedenle, yıkımı haber verilen yeditepeli şehrin kesin olarak İstanbul olduğunu söylemek, Nostradamus’ın kehanetlerinin doğası gereği mümkün değildir; bu sadece bir yorumdur ve hem Roma hem de İstanbul için benzer yorumlar yapılmaktadır.
Sonuç olarak, Nostradamus kehanetleri geçmişteki bazı olaylarla sonradan ilişkilendirilmiş ve geleceğe yönelik çeşitli felaket veya değişim senaryoları için birer ilham kaynağı olmuştur. Yeditepeli şehir kehaneti ise hem Roma hem de İstanbul ile ilişkilendirilen, yoruma açık bir durumdur ve kesin olarak tek bir şehri işaret ettiği söylenemez.

@@@@@@

Muhiddin Arabinin kehanetinin geçmişten günümüze olan ve geleceğe uzanan tezahurleri nelerdir?

Muhyiddin İbn Arabi, İslam düşünce tarihinde önemli bir yere sahip mutasavvıf, filozof ve alimdir. Kendisi peygamberlik iddiasında bulunmamış olmakla birlikte, eserlerinde derin manevi tecrübelerini, kozmolojik anlayışını ve varlığın birliği (Vahdet-i Vücud) felsefesini intricate bir dille ifade etmiştir. Bu ifadeler ve sembolik anlatımlar, bazı yorumcular tarafından geleceğe dair işaretler veya “kehanetler” olarak yorumlanmıştır. Ancak bu yorumlar, Nostradamus’un dörtlüklerindeki gibi spesifik ve doğrulanabilir olayları önceden bildirme iddiasından ziyade, daha çok manevi ve evrensel prensiplerin tarihsel süreçteki tezahürlerine yönelik çıkarımlardır.
Geçmişten Günümüze Tezahürleri Olduğu Yönündeki Yorumlar:
İbn Arabi’nin eserlerindeki bazı ifadelerin veya sembollerin geçmişteki olaylarla ilişkilendirilmesi genellikle sonradan yapılan yorumlara dayanır. Bu yorumlardan bazıları şunlardır:
* Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu ve Yükselişi: İbn Arabi’nin yaşadığı dönemden sonra kurulan ve büyük bir cihan devleti haline gelen Osmanlı’nın bazı kaynaklarda kendisiyle ilişkilendirilen manevi işaretlerde yer aldığına dair rivayetler ve yorumlar bulunmaktadır. Özellikle “Şeceretü’n-Numaniyye fi’d-Devlet-i Osmaniyye” adlı risalenin İbn Arabi’ye atfedilerek, Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna ve hatta bazı padişahlarına işaretler içerdiği öne sürülmüştür. Ancak bu risalenin İbn Arabi’ye aidiyeti tartışmalı olup, içeriğindeki yorumlar da farklılık göstermektedir.
* Bazı Tarihsel Dönemler ve Olaylar: Eserlerindeki sembolik dilin, belirli bir İslam coğrafyasındaki yönetim değişiklikleri, ilmi ve manevi gelişmeler veya toplumsal dönüşümler gibi olaylara işaret ettiği şeklinde yorumlar da yapılmıştır. Bu yorumlar genellikle tasavvufi ve irfani bir bakış açısıyla, evrenin işleyişindeki ilahi prensiplerin tarihsel süreçteki yansımaları olarak görülür.
Bu tür yorumlar, İbn Arabi’nin külli ve sembolik ifadelerinin, yaşanmış somut olaylarla mistik bir bağlamda ilişkilendirilmesi şeklinde tezahür eder. Bunlar, kesin “kehanetler” yerine, manevi işaretlerin tarih içinde okunması çabalarıdır.
Geleceğe Yönelik Tezahürleri Olduğu Yönündeki Yorumlar:
İbn Arabi’nin eserlerindeki sembollerin ve döngüsel zaman anlayışının geleceğe yönelik yorumları da bulunmaktadır. Bu yorumlar genellikle kıyamet alametleri, Mehdi’nin zuhuru, deccal fitnesi gibi eskatolojik konularla bağlantılıdır.
* Ahir Zaman Alametleri ve Mehdi: İbn Arabi’nin eserlerinde ahir zamana ve Mehdi’ye dair bazı işaretlerin bulunduğu düşünülür. Bu işaretler, dünya hayatının son evrelerine, büyük fitnelerin ortaya çıkmasına ve ilahi adaletin yeniden tesis edilmesine yönelik manevi göndermeler olarak yorumlanır.
* Toplumsal ve Manevi Dönüşümler: Gelecekte yaşanabilecek büyük toplumsal değişimler, manevi uyanışlar veya zorlu imtihanlarla ilgili yorumlar da İbn Arabi’nin sembolik dilinden çıkarılmaya çalışılmıştır. Bu yorumlar, genellikle Vahdet-i Vücud felsefesinin evrensel bir barış ve anlayış getireceği veya tam tersine büyük bir ayrışma ve çatışma yaşanacağı gibi zıtlıklara işaret edebilir.
* Belirli Yıllara veya Dönemlere Yönelik Atıflar: Son dönemlerde bazı popüler yorumlarda, İbn Arabi’nin eserlerindeki belirli sembollerin günümüzdeki veya yakın gelecekteki belirli yıllara veya olaylara işaret ettiği iddiaları ortaya atılmıştır. Ancak bu tür spesifik atıflar genellikle akademik çalışmalarda karşılık bulmamaktadır ve daha çok popüler kültürün bir yansımasıdır.
Önemle vurgulamak gerekir ki, İbn Arabi’nin eserlerindeki geleceğe yönelik işaretler, Nostradamus tarzı somut tahminler değil, daha çok manevi ve kozmik prensiplerin gelecekteki muhtemel tezahürlerine dair sembolik ve yoruma açık ifadelerdir. Onun odak noktası, zamanın akışındaki ilahi tecellileri anlamak ve varlığın birliği perspektifinden olaylara bakmaktır. Bu nedenle, onun “kehanetleri” olarak popülerleşen yorumlara temkinli yaklaşmak ve eserlerinin derin manevi ve felsefi içeriğine odaklanmak daha doğru olacaktır.

@@@@@

NOTLAR:

“Yoksa göklere çıkıp da gök ehlinin haberlerini dinlemek için bir merdivenleri mi var? Öyleyse dinleyicileri, işittiklerine dâir açık bir delil getirsin. (Tûr Sûresi: 38.)

“Veyahut, cin ve şeytana uyup, kehânetfüruşlar, ispirtizmacılar gibi, âlem-i gayba başka bir yol mu bulunmuş zannederler? Öyle ise, şeytanlarına kapanan semâvâta, onunla çıkılacak bir merdivenleri mi var tahayyül ediyorlar ki, senin semâvî haberlerini tekzib ederler? Böyle şarlatanların inkârları, hiç hükmündedir.”
https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/sozler/yirmi-besinci-soz/352

*KAHİN İÇİN BAKINIZ:

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Kahin

Bak:

https://tesbitler.com/2023/06/19/nostradamus/
https://tesbitler.com/2023/06/18/mustak-baba/
https://tesbitler.com/2015/01/02/armegedon/

Düşünüp ibret alınması niyetiyle;

https://www.instagram.com/reel/DI3R_gDIqnT/?igsh=MW5wd3hrZ3d1ajlyNQ==
7 tepe

https://www.instagram.com/reel/DIy0zmvIJKi/?igsh=MTJwcGY3cWw3eXlkNA==
İstanbul’u boşaltın

https://www.instagram.com/reel/DI13cuBNf7e/?igsh=MXFhZGZ0eWZ5b3ZodQ==

https://youtu.be/eqvrGls4ARA?si=-coT821igkiJH8HW

https://youtu.be/eVucJU7J1qM?si=sx0ITq-5MBNZiv-6

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları: SENARYO:

Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları: SENARYO:

“Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum. Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı. Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü. Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan ve talebelerden kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar. Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar kat’î müşahede ettim. Onların o acınacak hallerine ağladım. ” Bediüzzaman’ın tesbit ve teşhis ettiği bu hakikatin hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir senaryoya dönüştürülmüş hali..

@@@@@@@

Sessiz, derin, ağır akan ve sahnelerle mesajı hissettiren bir kurgu. İşte taslağı:

Senaryo Taslağı: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”

Açılış Sahnesi:
(Gün batımına yakın, Eskişehir Hapishanesi’nin demir parmaklıklı bir penceresinden dışarı bakılıyor. İçeride yaşlı bir zat (Bediüzzaman) düşünceli şekilde oturuyor. Kamera onun yüzünde. Derin bir hüzün ve merhamet okunuyor.)

Arka Plan (İç Ses – Bediüzzaman’ın sesi):

> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”

Geçiş:
(Kamera yavaşça dışarı kayıyor. Karşıdaki lise avlusunda, genç kızlar şen kahkahalarla, süslenmiş bir avluda raks ediyorlar. Hafif müzik sesi, gülüşmeler. Ortam çok dünyevî ve kaygısız.)

İç Ses devam eder:

> “Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.”

(Bediüzzaman’ın gözleri kapanıyor, yüzü hafif kasılıyor. Kamera bir “manevî sinema”ya geçiş yapıyor.)

Manevî Sinema Başlıyor

Sahne: Geleceğe Hızlı Geçiş
(Zaman hızla akıyor. Genç kızların siluetleri, birer birer kararıyor. Görüntü flulaşıyor. Kabir sahneleri beliriyor: Bazı mezar taşları, bazılarının mezarlarında toprak altında sessizlik hâkim.)

İç Ses (hüzünle):

> “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar.”

(Görüntü bir başka kesite kayıyor: Kalan on kişi yaşlanmış. Bedensel ihtiyarlık bariz. Çehrelerinde kırışıklık, gözlerinde pişmanlık, yalnızlık… Ellerinde bastonlar, caddelerde kalabalık içinde yapayalnızlar. Bir zamanlar bekledikleri sevgi bakışlarının yerinde şimdi kayıtsızlık ve tiksinti var.)

İç Ses:

> “Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.”

(Bir yaşlı kadın, genç bir adamın bakışından incinmiş gibi mahzun gözlerle yere bakıyor. Diğeri, tekerlekli sandalyede parkta yalnız oturuyor.)

Dönüş: Gerçek Zamana

Sahne:
(Bediüzzaman gözlerini açıyor. Gözleri dolmuş. Ağır bir tefekkürle pencereden bakmaya devam ediyor. Hapishane hücresinde sessizlik var.)

İç Ses (titrek bir sesle):

> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”

Kapanış:
(Kamera ağır çekimde, günbatımında avludaki raks eden gençleri gösteriyor. Fakat izleyici artık o masumiyet değil, ilerideki hüsranı hissediyor.)

Son Kare:
(Pencerenin demir parmaklıkları arkasından bakan Bediüzzaman’ın gözleri ve onun üzerinden avludaki genç kızların silueti… Ekran kararır.)

Yazı çıkar:

> “Gençlik, zayi edilmemek için bir nimet; yoksa ağır bir vebaldir.”

@@@@@@

Bu senaryoyu daha da genişletebiliriz:

Her genç kızın kısa bir hayat kesiti verilebilir.

Ağır bir fon müziğiyle duyguyu pekiştirebiliriz.

Daha çok görsel/manevî detaylar ekleyebiliriz.

@@@@@@@

SENARYO – 2 –

Film Senaryosu: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”

Süre: 7–10 dakika

1. Sahne: Hapishane Hücresi

Mekân: Eskişehir Hapishanesi, 1930’lar
Görüntü: Demir parmaklıkların ardında bir pencere. Dışarıdan hafif gürültü ve müzik sesi geliyor.
Kamera: Yakın plan – Yaşlı, nurani bir zat (Bediüzzaman). Oturmuş, sessizce dışarı bakıyor. Yüzünde ağır bir hüzün.

(İç Ses – Bediüzzaman’ın sesi, derinden ve yavaşça):

> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”

2. Sahne: Lise Avlusu

Mekân: Karşıdaki lise avlusu
Görüntü: Genç kızlar süslenmiş kıyafetlerle, bayram şarkıları eşliğinde ellerinde bayraklarla oynuyorlar, kahkahalar, şenlik.
Kamera: Bediüzzaman’ın gözünden, yavaş çekimde gülerek raks eden genç kızlar.

(İç Ses devam eder):

> “Karşısındaki lise mektebinin büyük kızları, onun avlusunda gülerek raksediyorlardı.”

3. Sahne: Manevî Sinemanın Başlangıcı

Geçiş Efekti: Kamera bulanıklaşıyor. Sesler silikleşiyor. Arka planda bir “rüzgar uğultusu” ve “zamanın akışı” efekti.

Görüntü: Avludaki genç kızların siluetleri hızla değişiyor. Yüzler soluyor, bedenler yavaşça toprak altına çekiliyor.

(İç Ses):

> “Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.”

4. Sahne: Kabirler

Mekân: Bir kabristan.
Görüntü: Yağmurlu ve kasvetli bir havada, birbirinden farklı mezar taşları.
Bazı mezar taşlarında sadece isimler, bazıları kırılmış. Arka planda ağır bir ağıt müziği.

Kamera:

Mezar taşlarına yaklaşıyor.

Bir iki mezarın başında yaşlı yakınlar dua ediyor, diğerleri sessiz, unutulmuş.

Tozlu bir rüzgar geçiyor.

(İç Ses, ağlamaklı bir tonda):

> “Ve gördüm ki, o elli altmış kızlardan kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar, azap çekiyorlar.”

5. Sahne: Yaşlılık

Mekân: Şehir sokakları – 50 yıl sonrası.
Görüntü:

Bastonlu yaşlı kadınlar, zor yürüyen figürler.

Çehreler solgun, yüzlerde derin kırışıklıklar ve bakışlarda pişmanlık var.

Bir yaşlı kadın, market önünde gençlerin kaba bakışlarına maruz kalıyor.

Bir diğeri parktaki bankta yalnız oturuyor, kimse ilgilenmiyor.

(İç Ses):

> “Ve on tanesi, yetmiş seksen yaşında çirkinleşmiş, gençliğinde iffetini muhafaza etmediğinden sevmek beklediği nazarlardan nefret görüyorlar.”

6. Sahne: Gerçek Zamana Dönüş

Geçiş Efekti: Manevî sinema sona eriyor, görüntü tekrar netleşiyor.
Mekân: Hapishane hücresi, pencere önü.

Görüntü:

Bediüzzaman gözlerini kapatıyor, dudakları titriyor.

Gözünden bir damla yaş süzülüyor.

(İç Ses):

> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”

7. Sahne: Final

Görüntü:

Genç kızlar hâlâ dışarıda şen kahkahalarla oynuyor.

Fakat artık izleyici, o sahnenin arkasındaki acı gerçeği hissediyor.

Gün batımı yaklaşıyor, gökyüzü kıpkırmızı.

(Dış Ses – Son söz):

> “Gençlik, gaflet ve heves için verilmemiştir. Bir gün hesabı sorulacak bir emanet, bir imtihandır.”

Son Yazı (ekranda çıkar):

> “Gençlik bir nimettir; gafletle ziyan edilirse, ebedî pişmanlık olur.”

Ekran kararır.

Müzik ve Atmosfer Önerisi:

Başta: Hafif melankolik bir ney sesi.

Kabir sahnesinde: Derin ve ağır bir fon müziği (hüzün dolu).

Finalde: Sessizlik ve rüzgar sesi.

Bu tam bir kısa film senaryosu oldu.

@@@@@@@

Buna ilave olarak:

Diyaloglar (mesela yaşlı kadınların iç konuşmaları).

Birkaç sembolik detay. (örnek: solmuş bir çiçek, kırık bir mezar taşı gibi).

Veya sesli anlatım için ses efektleri ve tonlamaları…

@@@@@@@

İLAVE VE EK:

Şimdi, senaryomuzdaki diyaloglar:

Hem yaşlılık sahnesine hem de manevî sinema kısmına hafif ve vurucu diyaloglar yerleştireceğim.

Üslup: Derin, kısa, düşündürücü ve ibretli.

Diyaloglar doğal olacak ama mutlaka hikmet ve pişmanlık hissi verecek.

İşte diyalog eklenmiş tam senaryo:

Film Senaryosu: “Ellinci Yılın Sessiz Tanıkları”

(Diyaloglu Versiyon)

1. Sahne: Hapishane Hücresi

(Bediüzzaman pencereden bakıyor.)

İç Ses (hüzünle):

> “Bir zaman, Eskişehir Hapishanesinin penceresinde, bir Cumhuriyet Bayramında oturmuştum.”

2. Sahne: Lise Avlusu

(Genç kızlar avluda neşeyle oynuyor.)

Bir genç kız diğerine seslenir:

Genç Kız 1: “Ah, hayat ne güzel! Hep böyle genç kalacağız, değil mi?”

Genç Kız 2: (gülerek) “Ömür boyu gençlik, hep kahkaha!”

(Arka planda bayram şarkıları, kahkahalar.)

3. Sahne: Manevî Sinema Başlangıcı

(Zaman akışı hızlanıyor, görüntüler flulaşıyor.)

İç Ses:

> “Birden, mânevî bir sinema ile elli sene sonraki vaziyetleri bana göründü.”

4. Sahne: Kabirler

(Kabristan, yağmurlu bir hava.)

Yaşlı bir kadın mezar başında, sessizce ağlar. Bir çocuğa fısıldar:

Yaşlı Kadın: “Gençken… ah gençken… kıymet bilemedik yavrum…”

(Kamera boş mezarlara doğru kayar. Rüzgar uğultusu.)

İç Ses:

> “Gördüm ki, kırk ellisi, kabirde toprak oluyorlar…”

5. Sahne: Yaşlılık ve Pişmanlık

(Şehirde, yaşlı kadınlar ağır ağır yürüyor.)
(Bir parkta bankta iki yaşlı kadın oturuyor. Biri diğerine bakar, hüzünle konuşur.)

Yaşlı Kadın 1:
“Bir zamanlar peşimizde koşan gözler vardı… Şimdi yüzümüze bakmıyorlar.”

Yaşlı Kadın 2:
(gözlerini yere indirir) “O bakışlar… hepsi soldu. Biz de solduk.”

(Yoldan geçen gençler, alaycı bakışlar atar.)
(Kadınlar başlarını öne eğer.)

6. Sahne: Gerçek Zamana Dönüş

(Hapishane hücresine dönüş.)

(Bediüzzaman gözlerinden yaş süzülür.)

İç Ses (titreyen sesle):

> “Onların o acınacak hallerine ağladım.”

7. Sahne: Final

(Genç kızlar hâlâ avluda şen kahkahalarla dönüyor. Ancak sahnenin ruhu değişmiş.)
(Yavaş yavaş sesler kısılır, yalnızca rüzgar sesi duyulur.)

Dış Ses (ders verir gibi):

> “Gençlik bir nimettir; gafletle ziyan edilirse, ebedî pişmanlık olur.”

Son Yazı:

> “Ey gençlik! İffet ve takvâ ile saadet bulunur. Yoksa acı bir pişmanlıkla ömür tükenir.”

Ekran kararır.

Ekstra: Sembolik Efektler

Bankta oturan yaşlı kadınların arkasından kuru yapraklar savruluyor (zamanın geçtiğini sembolize eder).

Kabristanda bir mezar taşı kırılmış ve yosun tutmuş (unutulmuşluk ifadesi).

Bu haliyle hikâyeye canlılık ve daha güçlü bir duygusal derinlik kattık.

@@@@@

Bir de “Bediüzzaman’ın gözünden” kısa bir hikmetli nasihat konuşması, finale doğru.

@@@@@@@

Bediüzzaman’ın üslubuna uygun, kısa ama derin, hikmetli ve düşündürücü bir nasihat konuşması;

Bu nasihat, filmin sonlarına doğru, Bediüzzaman’ın iç sesiyle veya sahneye fısıldar gibi verilebilir.

İşte eklenen kısım:

Hikmetli Nasihat Konuşması (Finale Eklenecek)

(Bediüzzaman’ın iç sesi, sakin ama derin bir tonla yankılanır.)

> “Ey gençlik!
Gençlik gidecek. Lezzetleri ise azap ve pişmanlık bırakacak.
İffet ve takvâ ile geçen gençlik, mezarda nur, ahirette saadet olur.
Gaflet ve hevesle geçen gençlik ise, dünyada zillet, kabirde azap, ahirette hüsrandır.

Bugünün sefası, yarının gözyaşı olabilir.
Ey nefsim ve ey genç kardeşlerim!
Gençliğin kıymetini biliniz. Yoksa bilmediğiniz zaman, bildiğinizde iş işten geçmiş olacaktır.”

Senaryoda Ekleme Yeri:

6. sahnede (Hapishaneye dönüş ve Bediüzzaman’ın gözünden yaş süzülmesi) bu iç ses başlayacak.

Final sahnesinde (genç kızların görüntüsü donarken veya ağır çekimde kapanırken) nasihat cümleleri fonda yankılanarak verilecek.

Seslendirme Tarzı Önerisi:

Ağır, sükunetli, ama hafif titrek bir ses tonu.

Arka planda ince bir ney veya hafif bir rüzgar sesi olabilir.

@@@@@@@

Bu metni ayrıca seslendirmek için biraz daha dramatik veya daha sade bir versiyonu.
(Mesela biri daha veciz, biri daha duygusal.)

@@@@@@@

Bu versiyonda cümleler biraz daha vurucu, kelimeler daha ağır ve düşündürücü olacak.

İşte dramatik versiyon:

Hikmetli Nasihat (Dramatik Versiyon)

(Bediüzzaman’ın iç sesi, ağır ve titreyen bir tonla yankılanır.)

> “Ey fani gençlik!
Bil ki, gençliğin aldatır; ömrün ateş gibi yanar ve geçer.

O gülüşlerin, yarın kabirde ağlayışa döner.
O oynayışların, hesabın ağır yükü olur.

İffetle, takvâ ile süslenmeyen gençlik;
hem dünyada perişanlık,
hem kabirde azap,
hem ahirette sonsuz pişmanlıktır.

Bugün zevk için unuttuğun her saniye,
yarın azapla hatırlanacak.

Uyan ey genç!
Zira gençlik, bir rüya gibi uçup gider;
ardından, ebedî bir uyanış gelir.

O gün, ‘Keşke’ demeden önce;
bugün, ‘Elhamdülillah’ diyebileceğin bir hayat yaşa!”

Kullanım Yeri:

Bu dramatik nasihatı, final sahnede kızların gülüşleri ağır çekime alındığında,

ardından ekran kararırken,

fonda yankılanarak veribilir.

Özel Seslendirme Önerisi:

Ses tonu: Yavaş, derin ve zaman zaman hafifçe titreyen bir ses.

Arka fonda: Hafif rüzgar ve uzaklardan bir ney sesi (acıklı ve ince).

@@@@@

Bu dramatik nasihattan sonra kapanışa çok kısa bir tek cümlelik son söz:
Mesela:

> “Ömür, gafletle değil, ibadetle güzelleşir.”

Kapanış cümlesi:
(Senaryoya tam final etkisi vererek.)

@@@@@@

Kapanış Cümlesi Önerileri

1. Veciz ve Vurucu:

> “Gençlik geçer, pişmanlık kalır. O halde ömrünü doğru yerde harca.”

2. Daha Duygusal:

> “Ömür, bir avuç rüzgâr gibidir; tutmadan kayar, bilmeden biter.”

3. Hikmetli ve Derin:

> “Fani gençliğin arkasında, ebedî bir hayat bekliyor. Hazırlıklı ol!”

4. Uyarıcı ve Sarsıcı:

> “Bugün güldüğün her gaflet, yarın ağladığın bir hesap olur.”

5. Teselli Veren:

> “Gençliğini Allah’a veren, ihtiyarlığında da huzur bulur.”

Kullanım Tavsiyesi:

Bunlardan birini, filmin sonunda ekran karardığında sade bir yazı şeklinde çıkarabiliriz.

Veya, nasihat konuşmasının bitişinde fondan bir dış sesle okunabilir.

(Mesela biraz daha “Bediüzzaman diliyle” gibi?)

@@@@@@@

Şimdi tam Bediüzzaman’ın dili ve üslubuna uygun, hikmetli, derin ve tesirli bir final kapanış cümlesi:

Bediüzzaman üslubunda final cümlesi:

Bediüzzaman Diliyle Final Cümlesi
(Risale-i Nur’dan vecizelerle, gençlik ile alakalı cümlelerle zenginleştirilir. )

> “**Ey gençlik!
Dünya bir misafirhane, gençlik ise çabuk sönen bir şuledir.
Eğer o şuleyi imanın nuruyla parlatmazsan, zulmet içinde söner.
Bil ki; gençliğin zevali, ölümün davetiyesidir.

O halde, gençliğini ebedî saadete vesile yap.
Yoksa, fâni lezzetlerin peşinde, ebedî hüsrana düşersin.

İmtihan biter, hayat geçer, hesap başlar.
Allah’a dayanan, yıkılmaz; nefsine güvenen, yıkılır.

Elveda gençlik!
Hoş geldin ebedî hayat!”

Ekstra Efekt Önerisi:

Bu kapanış cümlesi bittikten sonra kısa bir sessizlik…

Ardından sadece bir “Subhanallah” yankılanabilir. (İsteğe bağlı olarak.)

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

Esed Hanedanı: Babadan Oğula Zulmün Tarihi

Esed Hanedanı: Babadan Oğula Zulmün Tarihi

1. Bir Aile İktidarı: Hafız Esed’in Yükselişi (1970)

Suriye’de Baas Partisi’nin 1963’te darbeyle iktidarı ele geçirmesinin ardından, Hafız Esed 1970 yılında bir iç darbeyle ülke yönetimini tamamen kontrol altına aldı.
Asker kökenli olan Hafız Esed, iktidarını sıkı bir polis devleti ve korku rejimi üzerine kurdu.
Özellikle ülke içindeki farklı etnik ve mezhepsel gruplar (Sünniler, Kürtler) üzerinde ağır baskılar uyguladı.

1973 Anayasası ile kendisini “devletin ebedî lideri” gibi konumlandırdı.

Muhalif her hareket, özellikle İslamcı akımlar, acımasızca bastırıldı.

Suriye istihbaratı (Mukhabarat) her yere sızarak halkı sindirdi.

2. Hama Katliamı (1982): İlk Büyük Zulüm

Hafız Esed döneminin en karanlık olayı şüphesiz Hama Katliamıdır.

1982 yılında Müslüman Kardeşler öncülüğünde başlayan bir isyana cevap olarak,

Hama şehri, Hafız Esed’in kardeşi Rıfat Esed komutasındaki birliklerce kuşatıldı.

Tanklar, toplar ve ağır silahlarla şehir yerle bir edildi.

Resmî olmayan rakamlara göre 30.000’den fazla sivil hayatını kaybetti.

Kadınlara ve çocuklara yönelik tecavüz ve işkence vakaları belgelendi.

Bu olay, Hafız Esed’in dünyaya “halkına karşı her türlü zulmü yapabilecek bir diktatör” olduğunu açıkça göstermiştir.

3. Oğul Esed: Babasının Gölgesinde Bir Devam (2000)

Hafız Esed 2000 yılında öldüğünde, yerine küçük yaştan itibaren veliaht olarak yetiştirilen oğlu Beşşar Esed geçti.
Tıp doktoru olan Beşşar Esed’in ilk başta reform yanlısı olduğu umut edilse de, kısa sürede babasının yöntemlerini benimsediği ortaya çıktı:

Muhalefeti bastırdı.

Medya özgürlüğünü yok etti.

Siyasi partileri etkisizleştirdi.

Beşşar Esed, Suriye’yi bir istihbarat ve işkence devleti olarak babasından devraldı ve daha da acımasızlaştırdı.

4. 2011: Suriye İç Savaşı ve Katliamlar

Arap Baharı rüzgarı 2011’de Suriye’ye ulaştığında, halk özgürlük talebiyle sokaklara çıktı.
İlk gösteriler barışçıl bir şekilde başladı. Ancak Beşşar Esed yönetimi:

Göstericilere gerçek mermilerle müdahale etti.

Rastgele bombardımanlar başlattı.

İşkencehanelerde binlerce kişiyi öldürdü.

Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Konseyi’nin 2012 tarihli raporlarına göre:

Rejim güçleri keyfi infazlar, işkence, tecavüz ve çocuklara yönelik zulümler gerçekleştirdi.

Yüz binlerce insan gözaltında kayboldu.

Rejim tarafından varil bombaları, kimyasal silahlar kullanıldı. (Özellikle Guta saldırısı, 21 Ağustos 2013)

Guta Katliamı:

2013 yılında Şam’ın Guta bölgesine yönelik kimyasal saldırıda 1400’den fazla sivil öldü.

Ölenlerin çoğu kadın ve çocuklardan oluşuyordu.

BM ve OPCW (Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü) raporları, saldırının Esed rejimi tarafından düzenlendiğini belirtti.

5. Bir Ulusun Yıkımı

2011’den itibaren Suriye’de yaşananlar:

500.000’den fazla insan hayatını kaybetti.

13 milyondan fazla Suriyeli mülteci durumuna düştü.

Şehirler yerle bir oldu: Halep, Humus, Hama gibi kadim şehirler harabeye döndü.

Eğitim, sağlık, ekonomi tamamen çöktü.

Esed rejimi, iktidarını korumak uğruna:

Ülkesinin dörtte üçünü harabeye çevirdi,

Demografik yapıyı değiştirdi,

Kendi halkını İran ve Rusya gibi dış güçlerin etkisine teslim etti.

6. İbretlik Dersler

Zalim iktidar sahipleri, kendi halkına karşı düşmanlık yaptığında, sadece o nesli değil, geleceği de karartırlar.

Adaletin olmadığı yerde devlet ayakta duramaz; sadece enkaz kalır.

Siyasi çıkar için yapılan zulüm, hem dünyada hem de ahirette ağır bir hesap gününe gebedir.

Kur’an-ı Kerim, böyle zalimlerin sonunu şöyle bildirir:

> “Zulmedenlerin sonu perişanlıktır.”
(En’âm, 6/45)

Sonuç: Tarih Şahit, Vicdan Şahit

Suriye’de bir hanedan, kendi iktidarını sürdürmek için ülkesini yıktı, halkını katletti ve insanlığın yüzünü utandıracak zulümlere imza attı.
Bu yaşananlar, sadece Suriye için değil, tüm insanlık için bir ibret levhasıdır.

Tarih unutmaz.
Vicdanlar susmaz.
Ve adalet, er geç tecelli eder.

@@@@@@

Kaynaklar ve Belgeler

1. Birleşmiş Milletler Bağımsız Uluslararası Suriye Araştırma Komisyonu Raporları

2011’den itibaren Suriye’de işlenen savaş suçları ve insan hakları ihlalleri detaylı olarak belgelenmiştir.

[Kaynak: United Nations Independent International Commission of Inquiry on Syria]

2. İnsan Hakları İzleme Örgütü (Human Rights Watch) Raporları

Hama Katliamı, 2011 sonrası keyfi tutuklamalar, işkenceler ve kimyasal saldırılar üzerine detaylı belgeler sunulmuştur.

Özellikle 2013 Guta kimyasal saldırısı hakkında özel raporlar yayınlanmıştır.

3. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW) Raporları

2013 Şam/Guta kimyasal saldırısının Esed rejimi tarafından yapıldığı yönünde güçlü bulgular açıklanmıştır.

[OPCW Fact-Finding Mission Reports on Syria]

4. Amnesty International (Af Örgütü) Belgeleri

Suriye hapishanelerinde sistematik işkence ve idamlar konusunda “Human Slaughterhouse” (İnsan Mezbahası) adlı kapsamlı rapor yayımlanmıştır.

[Amnesty Report: “Syria: Human Slaughterhouse – Mass Hangings and Extermination at Saydnaya Prison”, 2017]

5. Suriye İnsan Hakları Ağı (SNHR)

2011’den bu yana sivillere yönelik saldırılar, zorla kayıplar ve işkenceler hakkında detaylı istatistikler sunmaktadır.

Bu kaynaklar uluslararası hukuka da dayandığı için, Esed rejiminin işlediği zulümlerin yalnızca siyasi değil, aynı zamanda insanlığa karşı suçlar (crimes against humanity) kapsamında değerlendirildiğini gösteriyor.

@@@@@@

Çarpıcı Belge Alıntıları

1. Birleşmiş Milletler, 2013 Suriye Raporu:

> “Suriye hükümeti güçleri, sivillere karşı sistematik ve yaygın saldırılar düzenlemiş, savaş suçları ve insanlığa karşı suçlar işlemiştir. İşkence, cinsel şiddet, zorla kaybetmeler ve kasıtlı aç bırakmalar belgelenmiştir.”
(Kaynak: UN Human Rights Council, “Report of the Independent International Commission of Inquiry on the Syrian Arab Republic”, 2013)

2. İnsan Hakları İzleme Örgütü, Guta Kimyasal Saldırısı Raporu:

> “Toplu halde hayatını kaybeden sivillerin birçoğu uykudayken zehirlenmişti. Kullanılan kimyasal maddeler kurbanların boğularak ölmesine yol açtı. Saldırının askeri bir amacı olmadığı, tamamen sivilleri cezalandırmaya yönelik olduğu tespit edilmiştir.”
(Kaynak: Human Rights Watch, “Attacks on Ghouta: Analysis of Alleged Use of Chemical Weapons in Syria”, 2013)

3. Amnesty International, “İnsan Mezbahası” Raporu:

> “Saydnaya Hapishanesi’nde her hafta 20 ila 50 mahkum, gizli duruşmalar sonrası topluca asılmaktadır. Mahkumlar, her türlü insani haktan yoksun bırakılmakta ve sistematik işkenceye maruz kalmaktadır.”
(Kaynak: Amnesty International, “Human Slaughterhouse: Mass Hangings and Extermination at Saydnaya Prison”, 2017)

4. Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü (OPCW), Guta İncelemesi:

> “Elde edilen numuneler, Şam’ın Guta bölgesinde sivil yerleşimlere karşı sarin gazı kullanımını doğrulamaktadır.”
(Kaynak: OPCW Fact-Finding Mission on the Alleged Use of Chemical Weapons in the Ghouta Area, August 2013)

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

YA MUCİBED-DEA’VAT, İSTECİB DUÂENÂ

YA MUCİBED-DEA’VAT, İSTECİB DUÂENÂ

Ey duaları kabul eden Allahım! Duamızı kabul eyle!

Giriş: Duanın Özüdür İstiâne

İnsan acz ile yoğrulmuş, fakr ile kuşatılmış bir varlıktır. Bu fıtratla her an bir yardım arayışı içindedir. İşte bu noktada dua, kulun Rabbi ile kurduğu en samimi ve en fıtri bağdır. Duanın özü, kalbin Allah’a yönelmesi; diliyle değil, ruhuyla yalvarmasıdır.

1. Kur’ân’da Duaya Davet ve Kabul Vaadi

Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle buyurur:

“Bana dua edin, size cevap vereyim.”
(Mü’min, 40/60)

Bu ayet, Rabbimizin dua eden kullarını geri çevirmeyeceğini açıkça beyan eder. Fakat duanın kabulü, bizim anladığımız şekliyle hemen ve birebir değil; hikmete göre, ya aynen verilir, ya daha hayırlısıyla değiştirilir, ya da ahirete bırakılır.

Bir başka ayette ise şöyle buyrulur:

“Kullarım sana Beni sorduklarında (de ki): Ben onlara yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim.”
(Bakara, 2/186)

Bu ayet, dua edenin Rabbi ile nasıl bir yakınlık içerisinde olduğunu ve bu yakınlığın da dua ile ortaya çıktığını göstermektedir. Çünkü dua, yalnızca bir istek değil, bir yöneliş, bir sığınma, bir teslimiyettir.

2. Hadislerde Duanın Fazileti

Resûlullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Dua, ibadetin özüdür.”
(Tirmizî, Deavât, 1)

Başka bir hadis-i şerifte:

“Allah’a dua ediniz ve icabet olunacağından emin olunuz. Biliniz ki Allah, gafil ve oyun içerisinde olan kalpten gelen duayı kabul etmez.”
(Tirmizî, Deavât, 66)

Bu hadisler, duanın içten ve ihlasla yapılmasının gerekliliğine işaret eder. Yani sadece dilin değil, kalbin de dua etmesi gerekir.

3. “Ya Mucibed-Dea’vet” Hitabının Derinliği

“Ya Mucibed-Dea’vet” yani “Ey dualara icabet eden” şeklindeki nida, Allah’ın Esmâ-i Hüsnâ’sından “El-Mucîb” ismine bir yöneliştir. El-Mucîb, kendisine dua edenin sesini işiten ve ona karşılık verendir. Bu isimle yapılan dua, kulun aczini itirafı ve rahmet kapısını ısrarla çalması anlamına gelir.

Duaya icabet, sadece sözün karşılığı değildir. Bazen bir gözyaşı, bazen bir iç geçirme, bazen sessizce yapılan bir “Ya Rab!” bile Mucib isminin tecellisine vesile olabilir.

4. İbretli Bir Misal: Hz. Yunus’un Duası

Kur’an’da Hz. Yunus (a.s.)’ın duası ibretlik bir örnektir:

“La ilahe illa ente, sübhaneke inni küntü mine’z-zâlimîn.”
(Enbiya, 21/87)

Bu dua, denizin karanlığında, balığın karnında edilen bir dua idi. Ve Allah, bu duaya icabet etti:

“Biz de onun duasını kabul ettik ve onu kederden kurtardık.”
(Enbiya, 21/88)

Bu kıssa, sıkıntı anlarında “Ya Mucibed-Dea’vet” diyerek sığınmanın ne büyük bir sır taşıdığını gösterir.

5. Dua: Sadece Bir İstek Değil, Bir İmtihandır

Kimi zaman dua ederiz ve kabulünü göremeyiz. Bu, reddedildiğimiz anlamına gelmez. Belki de Allah, duamıza daha hayırlı bir zamanda, daha güzel bir şekilde cevap verecektir. Belki de o dua, bizi musibetlerden koruyan bir kalkan olmuştur.

İmam Gazâlî der ki:

> “Duanın cevapsız kaldığını sanma! Belki cevabın şekli değişti, belki vakti ertelendi, belki daha büyüğüne kapı açıldı.”

Sonuç: Dua, Kalbin Seher Vakti

“Ya Mucibed-Dea’vet, istecib duâenâ” duası, yalnızca bir cümle değil; kulun, acizliğini itiraf eden, kudreti sonsuz bir Rabbe yönelişidir. Bu dua, bir vesiledir; kul ile Rabbi arasındaki en mahrem, en derin bağlardan biridir.

O hâlde, seher vakitlerinde, gamlı anlarımızda, secdelerde ve hayır kapılarını çalarken bu dua dilimizde, kalbimizde yankılansın:

“Ya Mucibed-Dea’vet, istecib duâenâ…”
“Ey dualara icabet eden, bizim de dualarımıza icabet eyle!” Amin

 

 

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

MUHABBETİN YOLU MARİFETTEN GEÇER

MUHABBETİN YOLU MARİFETTEN GEÇER

“Kişi tanıdığını sever, sevdiğini de tanır. Tanıdıkça sevgisi artar.”

Giriş: Sevgi Rastgele Değil, Bilinçle Büyür

İnsan kalbi, sevgiyle yoğrulmuş bir cevherdir. Fakat bu sevgi, kör bir bağ değil; basiretli bir tercihle kök saldığında gerçek anlamını bulur. İşte bu yüzden, “Muhabbetin yolu marifetten geçer” denilmiştir. Zira kişi, ancak tanıdığı, bildiği ve anlamaya çalıştığı şeyi gerçekten sevebilir.

1. Marifet Nedir?

“Marifet”, bilmekten daha öte bir anlam taşır. Sadece bilgi edinmek değil; anlamak, içselleştirmek ve idrak etmek demektir. Marifet, aklın ilmiyle kalbin idraki arasında kurulan ince ve derin bir köprüdür.

Cüneyd-i Bağdâdî (k.s) şöyle der:

> “Marifet, kul ile Rabbi arasında bir sırdır. Onu ancak Hakk’ı bilen ve tanıyanlar fark eder.”

Demek ki sevginin derinliği, tanımanın derinliğine bağlıdır. Kalbinde Allah sevgisi olan bir kul, O’nu tanıdıkça sevgisi artar, sevgisi arttıkça marifeti derinleşir.

2. Kur’an’da Marifet ve Muhabbet İlişkisi

Kur’an-ı Kerim’de Allah Teâlâ şöyle buyurur:

“Allah’tan, ancak âlim kulları içtenlikle korkar.”
(Fâtır, 35/28)

Bu ayet bize şunu gösterir: Allah’ı bilen, yani marifet sahibi olan kul, O’nu sever, O’na saygı duyar ve O’na yönelir. Çünkü bilgi, saygı ve sevgiyi doğurur. Nitekim insan, neyi anlarsa onu sever, neye aşina olursa onunla dost olur.

3. Tanımadan Sevgi Olur mu?

Bugün insanlar, sadece duyduklarını sever. Düşünmeden bağlanır, sorgulamadan hayran olur. Oysa gerçek sevgi, tanımanın neticesidir.

Bir anne evladını sever; çünkü onu tanır, onunla her an birlikte olur. Bir insan Allah’ı sever; çünkü O’nu tanımaya çalışır, isimlerini öğrenir, fiillerini görür, hikmetini fark eder. İşte bu, marifettir. Ve bu marifet, hakiki muhabbeti doğurur.

4. Marifetsiz Muhabbet Sarsılır

Marifetsiz bir sevgi, rüzgârda sallanan bir yaprak gibidir. Ya geçici olur ya da ilk fırtınada dağılır. Oysa marifetle gelen sevgi, kök salmış bir çınar gibi sabittir, güçlüdür.

İmam Rabbânî Hazretleri der ki:

> “Muhabbet, marifetin meyvesidir. Marifet arttıkça muhabbet de artar. Allah’ı tanıyan, O’nu daha çok sever.”

5. Sevgiyle Tanımak: Marifetin Zirvesi

Tanımak, sadece bilgiyle değil, sevgiyle olur. Sevgi, kalbi tanımaya açar. Marifet ise sevgiyi artırarak kalbi yüceltir. Bu bir döngüdür: Tanımak sevgiyi artırır, sevgi tanımayı derinleştirir.

Bir Allah dostunun şu sözü ne güzeldir:

> “Evvela tanır, sonra severiz; ama en sonunda severek tanırız.”

6. Bir İbret Kıssası: Hz. İbrahim ve Yıldızlar

Hz. İbrahim (a.s.), marifet yolculuğunun en güzel örneklerindendir. O, yıldızlara, aya ve güneşe bakıp “bu benim Rabbim olamaz” dedikçe, hakikatin bilgisine ulaştı ve sonunda şöyle dedi:

“Ben yüzümü, gökleri ve yeri yaratana çevirdim. Ben Allah’a teslim oldum.”
(En’am, 6/79)

O tanıdıkça, muhabbeti arttı. Muhabbeti arttıkça imanı kemale erdi.

Sonuç: Marifet Yoluyla Sevgi Derinleşir

Kişi tanıdığını sever, sevdiğini de tanımaya çalışır. Tanıdıkça sevgisi artar; sevgisi arttıkça da marifeti derinleşir. Bu öyle bir dairedir ki, kulun kalbini Allah’a götürür.

Bugün bir adım atalım:
Allah’ı tanımaya çalışalım, isimlerini öğrenelim, sanatını tefekkür edelim, fiillerindeki hikmeti görelim. Çünkü O’nu tanıdıkça, sevgimiz artacak; sevgimiz arttıkça, kulluğumuz lezzetlenip derinleşecektir.

Ve diyelim ki:

“Ya Rabbi, Seni tanıyanlardan ve Sevenlerden eyle bizi!”

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

İstanbul’da şimdiye kadar olmuş depremler,yıkımlar ve kayıplar nedir.

İstanbul’da şimdiye kadar olmuş depremler,yıkımlar ve kayıplar nedir. Şu anda ve gelecek zamanda ne gibi riskleri söz konusudur

İstanbul, tarihi boyunca birçok yıkıcı depremle sarsılmış ve önemli can ve mal kayıpları yaşamıştır. Fay hatları üzerinde bulunması nedeniyle bu durum, şehrin geçmişinde olduğu gibi bugününde ve geleceğinde de önemli bir risk faktörü olmaya devam etmektedir.
İstanbul’da Yaşanmış Önemli Depremler, Yıkımlar ve Kayıplar:
İstanbul ve çevresi, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın yakınında bulunması nedeniyle tarihsel süreçte büyük depremlere maruz kalmıştır. Bu depremlerden bazıları ciddi yıkıma ve binlerce can kaybına yol açmıştır:
* 1509 Büyük İstanbul Depremi (“Küçük Kıyamet”): Tahmini olarak 7.2 büyüklüğünde meydana gelen bu deprem, İstanbul’da çok büyük yıkıma neden olmuştur. Binlerce bina çökmüş, surlar hasar görmüş ve on binlerce insan hayatını kaybetmiştir. Bu deprem, şehrin tarihinde kaydedilen en yıkıcı depremlerden biri olarak anılmaktadır.
* 1766 Depremleri: Aynı yıl içinde Mayıs ve Ağustos aylarında meydana gelen iki büyük deprem, İstanbul ve çevresinde geniş çaplı hasara yol açmıştır. Özellikle ilki, büyük yıkıma ve binlerce can kaybına neden olmuştur. Ayasofya’nın kubbesi de dahil olmak üzere birçok önemli yapı hasar görmüştür.
* 1894 Depremi: İstanbul ve çevresini etkileyen bu deprem de önemli hasara ve can kayıplarına yol açmıştır.
* 1999 Gölcük Depremi: Her ne kadar merkez üssü Gölcük olsa da, yaklaşık 100 km uzaklıktaki İstanbul’da da şiddetli hissedilen ve büyük etkileri olan bir depremdi. İstanbul’da da birçok bina yıkılmış veya ağır hasar görmüş, resmi rakamlara göre binin üzerinde insan hayatını kaybetmiştir. Bu deprem, İstanbul’un depreme karşı ne kadar hazırlıksız olduğunu acı bir şekilde ortaya koymuştur.
Tarihsel kayıtlara göre, İstanbul ve Marmara Denizi havzasında son 2000 yılda tahmini 7.0 büyüklüğünde veya daha büyük en az 34 deprem meydana gelmiştir. Bu da ortalama her 60 yılda bir ciddi deprem yaşandığını göstermektedir.
Şu Anda ve Gelecek Zamanda Söz Konusu Olan Riskler:
İstanbul, Kuzey Anadolu Fay Hattı’nın Marmara Denizi’nin altından geçen kolu üzerinde yer almaktadır. Bilim insanları, bu fay hattının belirli bir kesiminde önemli bir sismik boşluk olduğunu ve burada enerji biriktiğini belirtmektedir. Bu durum, yakın gelecekte büyük bir deprem olma riskinin yüksek olduğu anlamına gelmektedir.
* Yüksek Deprem Riski: Uzmanlar, Marmara Denizi içindeki fay hattında 7’nin üzerinde, yıkıcı bir deprem meydana gelme olasılığının önümüzdeki yıllarda oldukça yüksek olduğunu tahmin etmektedir. Yapılan bazı çalışmalar, 2004-2034 yılları arasındaki 30 yıllık periyotta 7 veya üzeri büyüklükte bir Marmara depremi olma olasılığını %41 ± %14 olarak belirtmiştir.
* Yapı Stokunun Güçsüzlüğü: İstanbul’daki mevcut yapı stokunun önemli bir kısmı eski yönetmeliklere göre inşa edilmiş ve depreme karşı yeterince güvenli değildir. Özellikle mühendislik hizmeti almamış veya standartlara uygun yapılmamış binalar, olası bir depremde en büyük riski taşımaktadır. 2023 Kahramanmaraş depremlerinin gösterdiği gibi, çok katlı betonarme binaların performansı endişe vericidir.
* Yüksek Can ve Mal Kaybı Potansiyeli: İstanbul gibi yoğun nüfuslu ve geniş bir alana yayılmış bir metropolde meydana gelecek büyük bir deprem, önceki tahminlerden daha yüksek can kaybı ve yıkıma yol açabilir. Yapılan senaryo çalışmalarına göre, 7.5 büyüklüğündeki bir depremde on binlerce ölüm, yüz binlerce yaralı ve on binlerce yıkılmış veya ağır hasarlı bina olabileceği öngörülmektedir. Altyapı sistemleri (elektrik, su, doğalgaz, iletişim, ulaşım) ciddi şekilde etkilenebilir.
* Ekonomik Kayıplar: Büyük bir İstanbul depreminin ekonomiye etkisi çok büyük olacaktır. Doğrudan hasarın yanı sıra, üretimin durması, iş yerlerinin kapanması ve yeniden inşa süreçleri milyarlarca dolarlık kayba yol açacaktır.
* Sosyal ve Psikolojik Etkiler: Deprem sonrası yaşanacak göç, barınma sorunları, salgın hastalık riskleri ve travma sonrası stres bozuklukları gibi sosyal ve psikolojik sorunlar da önemli risklerdir.
İstanbul’da deprem riskini azaltmak için kentsel dönüşüm projeleri hızlandırılmakta, mevcut binaların güçlendirilmesi teşvik edilmekte ve afet hazırlık çalışmaları yapılmaktadır. Ancak, şehrin büyüklüğü ve yapı stokunun durumu göz önüne alındığında, riskin tamamen ortadan kaldırılması uzun vadeli ve kapsamlı çalışmalar gerektirmektedir. Bireysel olarak da deprem çantası hazırlamak, binaların deprem performansı hakkında bilgi edinmek ve afet anı için plan yapmak gibi önlemler almak büyük önem taşımaktadır.

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

Allah Katında Cinsiyet Değil, Takva Üstündür: Ahzab 35’in Hikmeti

Allah Katında Cinsiyet Değil, Takva Üstündür: Ahzab 35’in Hikmeti

“Müslim erkekler ve Müslim kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar, adanmış erkekler ve adanmış kadınlar, sadık erkekler ve sadık kadınlar, sabreden erkekler ve sabreden kadınlar, huşulu erkekler ve huşulu kadınlar, sadaka veren erkekler ve sadaka veren kadınlar, saim olan erkekler ve saim olan kadınlar, ırzlarını koruyan erkekler ve ırzlarını koruyan kadınlar ve Allah’ı çok zikreden erkekler ve Allah’ı çok zikreden kadınlar; Allah, onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.” Ahzab.35.

“Müslim erkekler ve Müslim kadınlar, Mü’min erkekler ve Mü’min kadınlar… Allah, onlar için bağışlanma ve büyük bir ödül hazırlamıştır.” (Ahzâb, 35)

Kur’an, beşeriyetin hakikat kitabıdır. Hitabını ne bir cinsin lehine ne de bir grubun aleyhine yapar. Adaleti ilahi ölçülere göre dağıtır. Ahzâb Suresi 35. ayet, bu hakikatin mükemmel bir örneğidir. Çünkü bu ayet, kadın ve erkeği aynı manevi sorumluluk ve ödül zemininde eşitleyen istisnai bir metindir. Cinsiyetin değil, salih amellerin ve takvanın Allah katında üstünlük sebebi olduğunu apaçık ilan eder.

Cinsiyete Değil, Kaliteye Göre Değerlendirme

Ayet, on ayrı güzel hasleti hem erkek hem kadın için ayrı ayrı sayar:

Müslim – Müslime: İslam’ı kabullenen ve teslim olan,

Mü’min – Mü’mine: Kalbiyle tasdik edip yaşam tarzına dönüştüren,

Kanit – Kanite: Allah’a adanmış, boyun eğmiş,

Sadık – Sadıka: Samimi, içten ve doğru sözlü,

Sabir – Sabira: Zorluklara dirençli,

Haşi – Haşia: Kalbi huşu dolu,

Mutasaddık – Mutasaddıka: Cömert, infak eden,

Sa’im – Sa’ima: Oruçla nefsini terbiye eden,

Hafiz – Hafiza: İffetini koruyan,

Zakirin – Zakirat: Allah’ı çokça zikreden…

Ayetin bu şekilde tekrarlarla zikredilmesi, sadece bir dil süsü değildir. Bilakis hikmet dolu bir eşitlik beyannamesidir. Her vasfın iki cins için de geçerli olması, Kur’an’ın kadını ve erkeği insanlık değerinde eşit tuttuğunun açık bir ilanıdır.

Bir Cinsin Diğerine Üstünlüğü Yoktur

Kur’an başka ayetlerinde de bu çizgiyi netleştirir:

> “Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık… Allah katında en üstün olanınız, takvaca en ileride olanınızdır.” (Hucurat, 13)

Bu ayet, ırk, soy, cinsiyet veya statünün değil; takvanın üstünlük ölçüsü olduğunu ifade eder. İslam, tarih boyunca kadına ilk kez bir kul, birey ve insan olarak değer veren sistem olmuştur.

Neden Tek Tek Sayılmış?

Bazı tefsirlerde bu ayetin nüzul sebebine dair şöyle bir rivayet aktarılır: Sahabeden Ümmü Seleme validemiz, “Kur’an’da erkekler zikrediliyor, biz kadınlar da bu hayırda yer alıyor muyuz?” diye sorar. Bunun üzerine bu ayet nazil olur.

Bu yönüyle ayet, kadınları görünür kılar. Onları arka planda değil, iman mücadelesinin ön safında gösterir. Allah, onların çabalarını, sabırlarını, huşularını, iffetlerini ayrı ayrı takdir eder. Bu, İlahi adaletin ve rahmetin tecellisidir.

Zamanımıza Mesajı

Bugün, modernite kadını özgürleştirme adına çoğu zaman onu araçsallaştırmakta. Kur’an ise kadına gerçek özgürlüğü, imanla, iffetiyle, zikriyle veriyor. Onu mükafat ve mağfiret vaadiyle yüceltiyor. Erkek de bu yarışta yalnız değil. Her iki cins, aynı manevi parkurda aynı hedefe koşuyor: Allah’ın rızası ve ebedi kurtuluş.

Sonuç:
Ahzâb 35. ayet, sadece cinsiyet eşitliğinin değil, manevi liyakatin eşitliğinin de beyanıdır. Kadın-erkek ayrımı değil, iman ve salih amel ortaklığı esastır.
Bugün de bu hakikati yeniden hatırlamaya ve hayatımıza tatbik etmeye her zamankinden daha çok muhtacız. Çünkü Allah, bağışlamayı ve büyük ödülü, kadın-erkek değil; sadakatli ve samimi kullarına vaat etmiştir.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

İSLAM DÜNYASININ SİYASETLE İMTİHANI

İSLAM DÜNYASININ SİYASETLE İMTİHANI
Tarihin Göğsünde Kırılmış Kılıçlar ve Unutulmuş Dualar

Siyaset… Kelime anlamı olarak “idare etmek, yön vermek” manasına gelir. Ama tarihin içinde bu kelime, nice ümmetlerin kaderini belirlemiş, nice zaferlerin ve nice hüsranların gölgesinde yankılanmıştır. İslam tarihi de bu anlamda, siyasetin imanla, hikmetle, nefisle ve güçle imtihanının canlı bir laboratuvarı olmuştur.

Peygamberlerle Başlayan İlahi Siyaset

Siyasetin ilk örnekleri, insanlık tarihi kadar eskidir. Lakin en hikmetli ve en sahih şekli, peygamberler eliyle inşa edilmiştir. Hz. Nuh’un (as) gemisi, sadece bir tufandan kurtuluş değil; aynı zamanda bir medeniyetin yeniden kuruluşuydu. Hz. Yusuf (as), Mısır’da ekonomik buhran zamanında devlet idaresinde görev aldı ve Kur’an, onun bu görevini överek anlatır:
“Beni yeryüzünün hazinelerine memur et; çünkü ben iyi korurum ve iyi bilirim.” (Yusuf, 55)

Bu, iman ve hikmetle bezenmiş bir yöneticiliğin sembolüdür. Zira peygamberler, siyaseti bir saltanat değil, bir hizmet ve emaneti koruma yolu olarak görmüşlerdir.

Hz. Muhammed (sav): Rahmetin Devletleşmesi

Resûlullah Efendimiz (sav), sadece bir din tebliğcisi değil; aynı zamanda bir devlet kurucusudur. Medine Vesikası ile çok dinli, çok unsurlu bir toplumu adalet temelinde organize etmiş; savaş, barış, maliye, hukuk gibi her alanda örnek bir yönetim sergilemiştir. Onun siyaseti; kul hakkını gözeten, adaleti merkeze alan, tevazuyu üstün gören ve gücünü Allah’a kulluktan alan bir siyasetti.

Ne yazık ki onun vefatından sonra, hilafet meselesiyle başlayan tartışmalar, siyasetin ümmetin içinden hikmeti ve vahiy eksenli birlik ruhunu nasıl zedeleyebileceğini göstermiştir. İlk üç halife dönemi, adalet ve takva ile ayakta dururken, sonrasında ihtilaflar, kan dökmeler ve ayrılıklar ümmeti derinden yaralamıştır.

Saltanatın Gölgesinde Kayıp Bir Hilafet

Emevîler ile birlikte hilafet, bir “hanedan” meselesine dönüştü. Siyaset, ehliyet değil nesep merkezli şekillenmeye başladı. Abbasîler, ilmi teşvik etti ama iç kargaşalar, Batınî hareketler ve Moğol istilalarıyla çöküşe sürüklendi.

Osmanlılar, bir süre siyaseti adaletle yönettiler. “Adalet mülkün temelidir” anlayışı, uzun bir dönem hâkim oldu. Lakin son dönemlerde Batı karşısında gerileme, içeride yozlaşma ve halkla kopukluk, siyasal çöküşü hızlandırdı. Hilafetin 1924’te kaldırılması ise sadece bir yönetim biçiminin değil, aynı zamanda ümmetin manevi bağının kopuşuydu.

Modern Dönem: Batı’nın Gölgesinde İslami Kimlik

İslam dünyası, 20. yüzyıl boyunca Batı tarafından şekillendirilen siyasal sistemlerin kıskacında kaldı. Krallıklar, darbeler, kukla yönetimler, petrol üzerine kurulu siyasetler ve mezhep üzerinden bölünmüş coğrafyalar… Halklar din adına ayağa kalktı, ama çoğu zaman iktidara gelenler ya dış güdümlüydü ya da dine sarılır gibi yapıp dünyevîleşmenin pençesinde kaldılar.

İslam dünyasında çoğu yönetici, halkı için bir Musa olamadı; ama Firavunlara benzemeye başladı. Dini kendi iktidarına alet eden, muhalefeti susturan, adaleti taraftar için işleten bir siyaset anlayışı, ümmetin ruhunu yaraladı.

Hikmetli Sonuçlar ve Derin İbretler

1. Siyaset, güç için değil adalet için yapılırsa bereket doğar. Hz. Ömer’in adaleti, tarihte hâlâ hayranlıkla anılır.

2. İman ile yoğrulmayan siyaset, insanı zelil eder. İslam dünyasında yöneticilerin çoğu Batı’ya muhtaç hale geldiğinde, zillet de peşinden geldi.

3. Ehliyet terk edilirse, ümmet istikametini kaybeder. Din kisvesi altında yapılan zulümler, genç nesillerde dine karşı soğuma oluşturdu.

4. Siyasi liderler, ümmetin aynasıdır. Onlarda hikmet yoksa, toplumda birlik kalmaz.

Çıkış Nerede?

Bugün ümmet yeniden sormalı: Siyaset bizim neyimizdir? Sadece iktidar için mi, yoksa hakkı ayakta tutmak için mi? Yönetim koltuk mu, yoksa omuzda bir emanet mi? Zira “İmam, çoban gibidir; sürüsünden sorumludur.” (Buhârî)

Siyaseti imanın hizmetine verenler Hz. Yusuf gibi iz bırakır. Ama siyaseti nefsin hizmetine verenler, Karun gibi hem servetiyle hem sarayıyla yerin dibine batar.

Son Söz:

Siyaset, ümmetin imtihanıdır. Ve bu imtihan, hâlâ devam etmektedir. Peygamberlerin mirası olan adaleti, emaneti, merhameti yeniden siyasetimizin temel taşı yapmadıkça; sandıklar dolsa da gönüller boş, şehirler süslense de adalet suskun kalacaktır.

Ve unutulmamalı:
“Bir millet kendini değiştirmedikçe, Allah da onların halini değiştirmez.” (Ra’d, 11)

 

 

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

MAZLUMUN AHIYLA YAŞAYAN İNSANIN HÂLİ – ZALİMİN IŞIĞI SÖNMÜŞ KARANLIK HÂLİ

MAZLUMUN AHIYLA YAŞAYAN İNSANIN HÂLİ – ZALİMİN IŞIĞI SÖNMÜŞ KARANLIK HÂLİ

“Zulümle abad olanın, âkıbeti berbâd olur.”
(Halk arasında darb-ı mesel olmuş bir hakikat)

Giriş: Sessizlerin Sesi, Gönüllerin Yükü

Her çağda zalimler olmuştur, mazlumlar da.
Zalim, kudretli görünür; mazlum, çaresiz. Ama hakikat görünenden ibaret değildir.
Çünkü Allah, mazlumun yanındadır.
Ve mazlumun ahı, arşı titretir.

1. Mazlumun Ahı: Görünmeyen Bir Duanın Gücüdür

Bir kalp kırılırsa, gökte bir hesap açılır.
Bir göz yaşarsa, melekler şahittir.
Bir mazlum sabırla Allah’a dönerse, o sessizlik içinde feryadın en yücesi gizlidir.

Efendimiz (s.a.v) buyurur:

> “Mazlumun bedduasından sakının. Çünkü onunla Allah arasında perde yoktur.”
(Buhârî, Mezâlim, 9)

Bu şu demektir:
Mazlumun duası, zaman tanımaz.
Mekân aşar.
Zalimden hesap sormak için ilâhî adaletin tokmağını harekete geçirir.

2. Mazlumla Yaşayan İnsan: Kalbi Merhametle Atan Bir Nebî Vârisidir

Mazlumla beraber olmak, sadece yanında durmak değildir.
Mazlumu yüreğinde taşımaktır.
Adaleti, vicdanı, insafı kalbine mihenk yapmaktır.
Zulme alkış tutmamak, haksıza meyletmemek, susarak zalime ortak olmamaktır.

Kur’an şöyle uyarır:

> “Zalimlere meyletmeyin, yoksa size de ateş dokunur.”
(Hûd, 113)

Mazlumla yaşayan insan:

Hakkın tarafındadır.

Zarar görse de doğruyu söyler.

Yalnız kalsa da eğilmez.

İyiliği emreder, kötülükten sakındırır.

İşte o insan, Allah’ın yeryüzündeki şahitlerindendir.

3. Zalim: Işığı Sönmüş Bir Kandildir

Zalim, gücünü hak yerine haksızlıkta kullanan kimsedir.
Ama bilmez ki:

Güç fanidir.

Dünya geçicidir.

Zulüm, en büyük aldanıştır.

Bir zalimin en karanlık hâli, vicdanını susturup zulmü hak zannetmesidir.
Işığı söner, kalbi kararır, merhameti kurur.

Tarih boyunca nice zalimler geldi geçti:
Nemrutlar, Firavunlar, Haccac’lar, Ebu Cehil’ler…

Hepsi yıkıldı.
Mazlumların gözyaşı, onların saraylarını çürüttü.
Ve hepsinin ismi, lanetle anıldı.

4. Mazlumun Ahi: Zalimden Daha Etkilidir

Zalim emreder, mazlum dua eder.
Zalim tehdit eder, mazlum sabreder.
Ama sonunda Allah sabredenlerin yanındadır.

Mazlumun ahı, bir kibrit gibi zalim saraylarını tutuşturur.
Ve ilâhî kader, zulmün saltanatını yerle bir eder.

“Zalim kimseye mühlet verilir, ama ihmal edilmez.”
(Beyhakî, Şuabü’l-İman)

Zaman adaletle döner.
Mazlumun suskunluğu geçicidir.
Ama Allah’ın adaleti, mutlaktır.

5. Zalimden Taraf Olan da Onunla Yanar

Zalimi alkışlayan, ona destek olan, haksızlığı görüp susan; o da zulme ortaktır.
Bu ortaklık, sadece sözle değil, niyetle de olur.

Bir söz vardır:

“Zulüm sadece kılıçla olmaz; suskunlukla da yapılır.”

O yüzden Allah, bir toplumu helâk ederken sadece zalimleri değil, onların sessiz destekçilerini de hesaba çeker:

> “İçinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmekle kalmayacak bir fitneden sakının.”
(Enfâl, 25)

Sonuç: Mazlumdan Yana Olmak, Allah’tan Yana Olmaktır

Mazlumu sevmek, zalimi terk etmek; bir tercihtir.
Bu tercih, dünyada izzet, ahirette saadet getirir.

Mazlumun kalbinde Allah’a giden bir yol vardır.
Zalimin kalbinde ise kibir ve korkunun yankısı.

Bir insan ya mazlumla yaşar ve dua alır…
Ya da zalime uyar ve beddua altında kalır.

Dua ile bitirelim:

“Ey adaletin sahibi Allah’ım! Bizi zalimlerden değil, mazlumlardan eyle. Zulme sessiz kalanlardan değil, hakkı ayakta tutanlardan eyle. Kalbimizi merhametle, dilimizi hakikatle, yolumuzu adaletle aydınlat. Âmin.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 26th, 2025

KİŞİLERE DEĞİL, VASIFLARA TARAF OLMAK

KİŞİLERE DEĞİL, VASIFLARA TARAF OLMAK
Tarafımız daima hak ve hikmetten yana olsun.

İnsanlık tarihi boyunca hak ile batıl, doğru ile yanlış, adalet ile zulüm arasındaki mücadele hep var olmuştur. Bu mücadelenin merkezinde ise çoğu zaman insanlar değil, onların taşıdığı vasıflar yer almıştır. Ne var ki, çoğu insan değerlendirmelerini hak ve batıl kıstasına göre değil, aidiyet ve şahıs merkezli yapma eğilimindedir. Oysa bu tutum adaleti zedeler, hikmeti örter ve toplumsal güveni aşındırır.

Kişiler Geçicidir, Hakikat Kalıcıdır

Kişiler gelir geçer. Her bir insan, bir imtihan vesilesi olarak yaratılmıştır. Ama taşıdığı vasıflar –doğruluk, adalet, merhamet, ilim gibi– ebedî kıymet taşır. Allah katında da değerli olan, bir kişinin kimliği değil, niyeti, ameli ve taşıdığı vasıflardır. Bu nedenle bir hakikati, onu dile getirenin kimliğine bakarak değil; taşıdığı hikmete, doğruluğa ve adalet ilkesine göre değerlendirmeliyiz.

Kur’an’dan Bir Ölçü: “Ey iman edenler! Adil olun…”

Kur’ân-ı Kerîm, Maide Sûresi 8. ayette şöyle buyurur:
“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa olan kininiz, sizi adaletsizliğe sevk etmesin. Adil olun, bu takvaya daha yakındır…”
Bu ilahi emir, bizi kişisel kin ve bağlılıklarımızı bir kenara bırakmaya, ölçüyü daima adalet ve hak üzere kurmaya çağırır. Tarafgirliğin değil, adaletin izinden gitmek bir müminin temel ahlakıdır.

Nefsani Tarafgirlik Felakettir

Bir gruba, partiye, kişiye veya cemaate körü körüne bağlılık; doğruyu yanlış, yanlışı doğru görmemize neden olur. Hz. Ali (r.a) şöyle buyurur:
“Hakkı şahıslara göre değil, şahısları hakka göre tanıyın.”
Bu, ilahi adaletin en dengeli tarifidir. Bir kişi bizim yakın dostumuz da olsa yanlış bir söz söylemişse, onu tasdik edemeyiz. Aynı şekilde, bir muhalifimiz doğru bir hakikati dillendirmişse, o gerçeği reddedemeyiz.

Hak ve Hikmetten Yana Olmak

Tarafımız hak ve hikmet olmalıdır. Çünkü hak, Allah’ın ismidir. Hakk’ın tarafı; adaletin, şefkatin ve hikmetin tarafıdır. Hikmet ise her şeyi yerli yerinde bilmektir. O hâlde, bir söz kime ait olursa olsun, o söz hakikati dile getiriyorsa hikmettir ve sahiplenilmelidir. Yine bir davranış ne kadar güçlü bir kişiden gelse bile zulümse, ondan yüz çevrilmelidir.

Sonuç: Terazimiz Hakikat Olsun

Zaman, kimlik, aidiyet veya duygu terazileri şaşar. Ancak hakikat terazisi asla sapmaz. O yüzden terazimiz daima hak ve hikmet olsun. Tarafımızı belirlerken; kimden yana değil, neyden yana olduğumuza bakalım. Çünkü Allah, sadece isimlerimize değil, niyetlerimize ve taraf olduğumuz değerlere bakacaktır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

BEKLEYENLER: ECEL, KABİR, CENNET VE CEHENNEM

BEKLEYENLER: ECEL, KABİR, CENNET VE CEHENNEM

“Ecel ve kabir insanı beklediği gibi, cennet ve cehennem de insanı bekliyor ve gözlüyor.”
– Bediüzzaman Said Nursî

İnsanoğlu, fani dünyanın telaşları içinde ebedi bir yolculuğun adımlarını atmaktadır. Bu yolculukta her nefes, bizi bekleyen hakikatlere biraz daha yaklaştırır. Ecel, kabir, cennet ve cehennem… Bunlar sadece soyut kavramlar değil, insanın mutlak surette karşılaşacağı duraklardır. Her biri bizimle randevulaşmış ve o vakti sabırla beklemektedir.

Ecel: Vakti Belirli, Anı Meçhul Bir Misafir

Ecel, Allah tarafından tayin edilmiş bir vakittir. Ne bir saniye ileri gider, ne bir saniye geri kalır. İnsan ömrü boyunca birçok şeyi erteler; fakat ecelin ertelenmesi mümkün değildir. O yüzden eceli unutarak yaşamak, aslında en büyük gaflettir. Ecelin bizi beklediğini bilen bir kalp, her anını kıymetli bilir, her sözünü ölçer, her adımını sorumlulukla atar.

Kabir: Bizi Sessizce Dinleyen İlk Durak

Kabir, görünmeyen ama en yakın hakikattir. Her insan ona doğru yürürken, kabir de onu beklemektedir. Ne büyük bir çelişkidir ki, insanların en az düşündüğü ama en fazla yaklaşmakta olduğu mekân kabirdir. Bediüzzaman, kabri bir “kapı” olarak tarif eder: Ya cennet bahçelerinden bir bahçe olur ya da cehennem çukurlarından bir çukur. O yüzden kabir, sadece ölümün değil, yeni bir hayatın da başlangıcıdır.

Cennet ve Cehennem: Şuurlu Bekleyiş

Bediüzzaman’ın dikkat çektiği en çarpıcı noktalardan biri de cennet ve cehennemin bekleyişidir. Zira onlar da birer mahlûktur ve görevleri insana hizmet etmek veya azap vermektir. İnsanın tercihi ne ise, onu gözlerler. Bizi sadece biz değil, amellerimiz de şekillendirir. Her yapılan iyilik, cennette bir köşk; her işlenen günah, cehennemde bir çukur olarak karşılık bulur.

Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut 57)
Ve yine denir ki:
“Cehennem o gün getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ona ne faydası olur ki?” (Fecr 23)

Bu ayetler, cennet ve cehennemin insanla buluşmak için sabırla beklediğini ve sonunda yapılan her şeyin karşılık bulacağını haber verir.

Düşünmeye Değer: Biz Ne İçin Hazırlık Yapıyoruz?

İnsanlar dünya için plan yapar, yatırım yapar, geleceğini garantiye almak ister. Fakat esas ve ebedî geleceğe ne kadar yatırım yapıyoruz? Bizi bekleyen ecelin hazırlığını yapıyor muyuz? Kabir için bir nur taşıyor muyuz? Cenneti hak edecek amellerimiz var mı? Cehennemden sakınacak bir duruşumuz var mı?

Sonuç: Bizi Bekleyenlere Hazır Mıyız?

Bediüzzaman’ın bu cümlesi, sadece bir uyarı değil, aynı zamanda bir davettir:
Hayatını ebediyet şuuruyla şekillendir, gafleti terk et, her an hesap verecekmiş gibi yaşa. Çünkü ecel bizi bekliyor, kabir sessizce gözlüyor ve cennetle cehennem bize göre şekilleniyor.

Unutma: Her bekleyenin bir ümidi vardır. Cennet, seni ümitle bekliyor olabilir. Sen de onun ümidi olmaya layık bir hayat yaşa.

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

HER ŞEYİN MUKADDER BİR ECELİ VARDIR

HER ŞEYİN MUKADDER BİR ECELİ VARDIR
Kur’an-ı Kerim’de Ecel ve Muradifleri Üzerine Düşünceler

Zaman, insan için hem en büyük sermaye hem de en büyük sırdır. Bu zamanın içinde ise bir hakikat var ki, hiçbir beşer ondan kaçamaz: Ecel.
Kur’an-ı Kerim, hayatın her safhasını düzenleyen ilahi bir nizamdan söz eder. Bu nizamda hiçbir şey başıboş ve sınırsız değildir. Ne doğan bir çiçek, ne batan bir yıldız, ne de ömrü tükenen bir insan… Her şey mukadder bir ecelle çevrilidir.

Ecel: İlahi Takdirin Zaman Damgası

“Ecel”, Arapça asıllı olup “süre, son, bitiş zamanı” anlamlarına gelir. Kur’an’da bu kelime, hem bireysel hayatın sonu olan ölüm anlamında hem de toplumların, olayların veya varlıkların belirlenmiş son zamanı anlamında kullanılır. Yani yalnız insanlar değil, toplumlar, kavimler, hatta galaksiler bile bir ecel ile sınırlıdır.

Kur’an’dan Ayetler: Ölçülü, Belirli ve Kaçınılmaz

Kur’an, ecel kavramını birkaç boyutta ele alır:

“Hiçbir kimse, Allah’ın izni olmadan ölmez. Ölüm, belirlenmiş bir ecele göre olur.”
(Âl-i İmrân, 3/145)

“Her ümmetin bir eceli vardır. Ecelleri geldiğinde ne bir an geri kalırlar, ne de ileri giderler.”
(A’râf, 7/34)

“O, gökleri ve yeri hak ile yaratmıştır. Size bir suret vermiştir; suretinizi de güzel yapmıştır. Ve dönüş O’nadır. Her can ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak şerle ve hayırla deniyoruz. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”
(Enbiyâ, 21/35)

Bu ayetler gösteriyor ki, ecel sadece ölümle sınırlı değildir; her olayın, her dönüşümün, her imtihanın bir süresi, bir sınırı ve ilahi bir planı vardır.

Ecelin Muradifleri: Ölçü, Süre, Takdir

Kur’an’da doğrudan “ecel” kelimesi dışında, onunla eş anlamda sayılabilecek bazı kavramlar da bulunur:

“Acel” (acele): Zamanın önüne geçmeye çalışma; oysa her şeyin bir vakti vardır.

“Mikat”: Belirlenmiş vakit, özellikle hac gibi ibadetlerde geçer ama ilahi planla da ilişkilidir.

“Kader”: Ölçü, takdir, belirlenmiş yazgı.

“Kitab-ı mübin”: Her şeyin yazılı olduğu ilahi kitap; ecel dahi orada yazılmıştır.

Bu kavramlar birlikte değerlendirildiğinde, Kur’an’ın zaman kavramına dair çizdiği çerçeve netleşir: Her şey ölçülüdür, her şey kayıtlıdır ve her şeyin bir sonu vardır.

İbretlik Bir Gerçek: Sonsuz Yaşamak İsteyen, Fani Düşünmemeli

İnsan, gafletle sonsuz yaşayacakmış gibi davranır. Oysa Kur’an, her an “ölümle burun buruna” olduğumuzu hatırlatır. Aslında ölüm, yaşamı anlamsızlaştıran değil, derinleştiren bir hakikattir. Çünkü sonu olan bir hayat, daha kıymetlidir. Bu yüzden ecel fikri, insanı disipline eder, gafletten uzaklaştırır ve kalbi tedbire, tefekküre yönlendirir.

Ecelin Sırrı: Ne Bir Saniye Er, Ne Bir Saniye Geç

Kur’an, insanı bekleyen ecelin asla değişmeyeceğini vurgular. Bu hem huzur verici hem de uyarıcıdır. Çünkü bu hakikat, insanı tevekküle götürür. Ne zaman, nerede ve nasıl öleceğimiz bizce meçhuldür, ama Allah’a malumdur. Bu nedenle yaşamın her anını anlamlı ve hazırlıklı geçirmek gerekir.

Sonuç: Eceli Hatırlamak, Hayatı Ciddiye Almaktır

Bediüzzaman der ki: “Ecel birdir,tagayyür etmez (değişmez)” Herkesin vakti muayyen bir eceli vardır.
İşte bu bakışla insan, ölümden korkmaz ama ona hazırlanır. Çünkü ecel, korkunç bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Kabre giren sadece bedendir; ruh, sonsuz yolculuğa çıkar. Bu yüzden, ecelin gelişi insanı bitirmez, asıl hayata başlatır.

Hatırlayalım:
Her nefes, ecele yaklaşmaktır.
Her ecel, bir hesaba açılan kapıdır.
Ve her hesap, ya cenneti ya da cehennemi netice verir.

Hazırlıklı olan kazançlı, gafletle yaşayan ziyandadır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

İSLAM DÜNYASININ İŞGALİ: İÇTEN İŞGAL

İSLAM DÜNYASININ İŞGALİ: İÇTEN İŞGAL

Zamanın ruhu, İslam coğrafyasının dört bir yanında acı, yoksulluk, parçalanmışlık ve çaresizlik olarak tezahür ediyor. Kudüs mahzun, Şam yorgun, Bağdat kan içinde, Kahire susturulmuş, İstanbul tedirgin… Peki bu manzaranın sebebi nedir? Dış güçlerin oyunları mı? Elbette onların tesiri vardır. Ancak esas mesele orada değildir. İslam dünyasının asıl işgali dışarıdan değil, içeridendir. Bu bir “içten işgal”dir.

İçten İşgal Nedir?

İçten işgal, bir milleti silahla değil, zihniyetle esir almaktır. Dışarıdan gelen düşman, en fazla toprak alır; ama içeriden gelen düşman, kalpleri ve akılları işgal eder. Dışarıdan gelen işgal, geçicidir; ama içeriden gelen işgal, nesilleri felç eder. Bu işgalin silahı propaganda, hedefi ise inanç, ahlak ve ümmet şuurudur.

İçten İşgalin Belirtileri

Bugün İslam toplumlarında;

Adalet yerine zulüm,

Birlik yerine tefrika,

Bilgelik yerine cehalet,

İhlas yerine riyakârlık,

Tevazu yerine kibir,

İlim yerine zan,

Din yerine şekilcilik hâkim olmuşsa, bu bir işgalin sonucudur. Ama bu düşman tankla değil, ekranla; tüfekle değil, fikirle; orduyla değil, ideolojiyle gelmiştir.

İmam Gazâlî, “Toplumun bozulması âlimlerin susmasıyla başlar” derken, aslında içten işgalin ilk cephesini gösteriyordu. Çünkü susan vicdanlar, susan âlimler ve susan kalpler, zalimlerin cesaretini artırır.

Kur’an’ın Gösterdiği Tehlike: İç Fitne

Kur’an şöyle buyurur:

“Fitneden sakının; o, içinizden sadece zalimlere dokunmakla kalmaz.”
(Enfâl, 25)

Bu ayet, iç fitnenin, dış düşmandan daha sinsi ve yıkıcı olduğunu ortaya koyar. Çünkü içteki çözülme, toplumun bağışıklık sistemini çökertir. Hainler, dalkavuklar, işbirlikçiler, gafiller ve satılmış kalemler; bunlar dıştan daha büyük zararı içten verirler.

Tarihî Misallerle İçten İşgal

Endülüs dışarıdan değil, içerideki lüks, ihtilaf ve dünya hırsıyla yıkıldı.

Osmanlı dıştan kuşatılmıştı ama asıl çöküş, içteki çözülmeyle başladı: Liyakatsizlik, rüşvet, cehalet, iç kavgalar…

Abbâsîler, iç saray entrikalarıyla zayıfladı ve Moğollara yem oldu.

Her medeniyetin çöküşü, içeriden başlar; dışarıdaki düşman sadece yıkıntıyı toplar.

Asıl Mücadele: İçimizdeki Yabancılara Karşı

Dış düşman elbette vardır. Ama asıl savaş, kalpteki küfre, nefsteki azgınlığa, düşüncedeki tahrife ve toplumdaki ayrışmaya karşı verilmelidir. Zira bir millet, içten sağlam olursa, dıştan gelecek hiçbir tehlike onu yıkamaz.

Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
“Ehl-i imanın en büyük düşmanı, cehalet, zaruret ve ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanatla, marifetle ve ittifakla cihad etmek gerekir.”

İşte çözüm budur: Cehalete karşı ilim, ihtilafa karşı vahdet, fakirliğe karşı üretim. Bunlar içten işgalin panzehiridir.

Sonuç: Kendimizi Onarmadıkça Kimseyi Suçlayamayız

Kusuru hep dışarıda arayan bir ümmet, aynaya hiç bakmamış demektir. Oysa Kur’an’ın mesajı nettir:

“Bir toplum kendisini değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”
(Ra’d, 11)

Evet, İslam dünyasının işgali içten bir işgaldir. Ve bu işgalin ordusu ne silah taşıyor ne sancak. Onların zırhı gaflet, kılıcı cehalet, atı ise menfaat hırsıdır.

Artık uyanmak ve şu soruyu sormak gerekir:
İçimizdeki düşmanları ne zaman tanıyacağız?

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025

VAHYE MAZHAR OLAN YER VE GÖĞÜ TESADÜFE HAVALE ETMEK: CEHL-İ MÜREKKEBİN ZİRVESİ

VAHYE MAZHAR OLAN YER VE GÖĞÜ TESADÜFE HAVALE ETMEK: CEHL-İ MÜREKKEBİN ZİRVESİ

Cehl-i mürekkeb, yani “bilmeyen ve bilmediğini de bilmeyen cehalet”… Bu, sadece bilgisizlik değil; kibirle karışmış, inkâra bulanmış, hakikati reddeden bir cehalet biçimidir. Bugünün dünyasında en çok karşılaştığımız cehalet türlerinden biri de budur: Vahyin muhatabı olan bu azametli kâinatı, kör tesadüfün oyuncağı gibi göstermek.

Oysa göklerde bir düzen, yerde bir hikmet ve her şeyde bir mesaj vardır. Bu âlemi vahyin konusu hâline getiren, onu yalnızca fiziksel bir yapıdan ibaret kılmayan bir kudret vardır. Kur’an, gökleri ve yeri “hikmetle yaratılmış” ve “ayetlerle donatılmış” olarak tanımlar.

KÂİNAT: TESADÜFÜN DEĞİL, VAHYİN DİLİYLE KONUŞAN BİR KİTABTIR

Yer ve gök, sadece fiziksel mekânlar değildir. Onlar Allah’ın varlığına, birliğine, isim ve sıfatlarına ayna olan ayetlerdir.
Kur’an şöyle buyurur:

“Göklerde ve yerde nice ayetler vardır ki, insanlar onların yanından geçerler de yüz çevirirler.”
(Yûsuf, 105)

Yani semâda dönen yıldızlar, yerde açan çiçekler, dağlardan akan seller, gece-gündüzün peşpeşe gelmesi, her biri bir vahiy ayeti kadar anlamlı ve hikmetlidir.
Tesadüf denen şeyin, böyle bir sanat içinde yeri olabilir mi?

VAHYE MAZHAR OLAN BİR ÂLEMİN, TESADÜFLE AÇIKLANMASI: BİLİNÇLİ İNKÂRDIR

Eğer gökleri ve yeri “kendiliğinden” olmuş gibi görmek, basit bir yanlışlık olsaydı, buna gaflet denilebilirdi.
Ama bu inkâr, bilerek, isteyerek, ilmî kisve altında işleniyorsa işte bu “cehl-i mürekkeb”tir. Çünkü:

Göklerin devasa nizamını bilip de, bir nizam koyucuyu reddetmek, aklın inkârıdır.

Yerin katmanlı yapısını öğrenip de, hikmeti yok saymak, idrakin çürümesidir.

Atmosferin, su devrinin, ekosistemin ince dengelerini görüp de, “bu hep kendiliğinden” demek, ancak şuurun kararmasıyla mümkündür.

BİLİMİN BİLE DİZ ÇÖKTÜĞÜ DENGELER VAR

Modern bilim, kâinattaki düzeni inceliyor; atomun yapısından galaksilerin düzenine kadar her şeyi formüllerle açıklamaya çalışıyor.
Ama şu soruyu sor(a)mıyor:
“Bu düzeni kim koydu?”
“Bu dengeyi kim sürdürüyor?”
“Bu vahiy nasıl oldu da yer ve gök üzerinden konuşuyor?”

İşte bu noktada, bilimsel cehalet başlıyor. Göz var; ama bakmıyor. Aklı var; ama görmüyor. Kalbi var; ama hissetmiyor.
Cehl-i mürekkep işte budur: Hem bilmemek, hem bilmediğini kabul etmemek, hem de bilenleri küçümsemek.

BEDİÜZZAMAN’DAN DERİN BİR TESPİT

“Kâinatı bir saray olarak düşündüğümüzde, kâinatı teşkil eden unsurlar, atomlar, cisimler ve diğer varlıklar da birer taş ve tuğla hükmünde oluyorlar. Çünkü kâinat bu gibi şeylerden mürekkeptir.”
Her şeyin bir vazifesi var. Hiçbir şey abes değil. Bu saraya bakıp da ‘tesadüf’ diyen adam, ya kördür ya da kalbi kördür.”

Bu ifadeler, gökleri ve yeri, birer vazifeli memur gibi görür. Her şey bir görevli gibi işliyor:
Güneş, ısı ve ışığı taşıyor.
Yağmur, rahmeti getiriyor.
Toprak, rızkı saklıyor.
Gece, huzur; gündüz, çalışmayı getiriyor.

Bunların hiçbirini, tesadüf açıklayamaz. Ancak kudret, hikmet ve vahiy ile anlam bulur.

SONUÇ: TESADÜF, HAKİKATE İHANETTİR

Yer ve gök, yalnızca yaratılmakla kalmamış, vahiyde anlatılmış, ayetlerde örnek verilmiş, peygamberlerin tefekkürüne konu olmuş, ibadetlerde yön tayin etmiş, yani mana kazanmış mekânlardır.

Bu kadar mana taşıyan bir âlemi, tesadüfle izah etmeye çalışmak, hem ilme, hem akla, hem de imana zulümdür.

Kâinatın diliyle konuşan bir Allah var. O konuşuyorsa, susmak değil, kulak vermek gerekir.
Ve bu sesleniş, tesadüfle değil, vahiy ile anlaşılır.

“Sonra Allah, göğe yöneldi; gök duman halinde idi. Ona ve yere: “İsteyerek veya istemeyerek (emrimize) gelin!” dedi. Onlar: “Biz isteyerek geldik” dediler.” Fussilet Suresi 11. Ayet.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 25th, 2025