Kör, Sağır, Dilsiz İdeolojiler Üzerine Bir Tebliğ**
İnsanoğlu, varoluşundan beri bir “bağlanma” arayışı içindedir. Kimi zaman hakikate, kimi zaman heva ve heveslerine… Bu bağlanışlar zamanla şekillenir, toplulukları, nesilleri ve çağları etkiler. Ancak insan, kalbini ve aklını sahih bir rehberle yönlendirmezse; bağlandığı inanç yahut ideoloji zamanla onu kör, sağır ve dilsiz bir hale getirir.
Kur’ân-ı Kerîm, “Onların kalpleri vardır, ama onunla kavrayamazlar; gözleri vardır, ama onunla göremezler; kulakları vardır, ama onunla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar” (A’râf Sûresi, 179) buyurarak, ideolojik saplantıların insanı nasıl bir körlük ve sağırlaşmaya ittiğini asırlar öncesinden haber vermiştir.
Bugün modern cahiliye çağında da tablo aynıdır. “Benim partim!”, “Benim ideolojim!”, “Benim liderim!” diyen nice insanlar, kendi atalarından miras kalmış batıl düşünceleri din gibi kutsallaştırmakta ve her türlü hakikati reddetmektedirler. Bu hâl, bir zamanlar Mekke müşriklerinin “Biz atalarımızı böyle bulduk!” diyerek hakkı inkâr etmelerinin bugünkü suretidir.
Cahiliye Döneminden Bugüne: Değişen Sadece İsimler
Cahiliye döneminde insanlar, elleriyle yaptıkları putlara secde ederlerdi. Bugün ise insanlar kendi zihinlerinde inşa ettikleri ideolojilere secde ediyorlar.
O günün putları taş ve taştandı; bugünün putları nefis ve heva üzerinedir.
Cahiliye Arapları dedelerinin dinine körü körüne bağlıydı; bugünün insanı ise dedesinden miras kalan bir ideolojiye veya bir parti sloganına körü körüne bağlı.
O zamanın cahilleri “Lat ve Uzza bizim şefaatçilerimizdir” derdi; bugünün cahilleri “Benim ideolojim insanlığı kurtaracak!” diye haykırıyor.
Şekil değişmiş, öz aynı kalmıştır.
İdeolojik Körlük: Hakkı Reddetmenin Maskesi
İdeoloji, insanı doğruya yönelttiği sürece kıymetlidir. Ancak bir ideoloji kutsallaştırıldığında, hakikatin önüne perde olur. İnsan kendi fikrini sorgulamayı bırakır, artık sadece taraf olur. Doğru yanlış ayrımı yapmaz, kendi tarafını haklı göstermek için her yola başvurur.
İşte böyle bir ortamda, vicdan ölür. Kalp katılaşır. İnsanlar arasında adalet yerine taassup, merhamet yerine kin, hikmet yerine hamaset hâkim olur.
Ve en acısı, kişi artık hakikati duyamaz, göremez, söyleyemez. O artık kördür, sağırdır, dilsizdir. Sadece kendi grubunun sloganlarını tekrar eder durur.
Hakiki Kurtuluş: Ataların Dininden Hakkın Dinine Dönüş
Kur’ân’ın daveti apaçıktır:
> “Atalarınızın yoluna değil, Allah’ın gösterdiği doğru yola uyun.”
Hakiki din; atadan kalma batıl gelenekleri değil, Allah’ın ve Resulü’nün bildirdiği hakkı esas alır. Bu yüzden her Müslüman, her insan, kendi bağlılıklarını sorgulamalıdır:
Gerçekten Allah için mi bir şeye bağlıyım?
Yoksa atalarımın, çevremin veya nefsimin empoze ettiği bir saplantıya mı tutuldum?
İman, aklın nurudur. İdeolojik taassup ise aklın ipini şeytana teslim etmektir.
Sonuç: Körü Körüne Değil, Göz Göre Göre İman!
Bugünün “çağdaş cahiliyyesi” de, dünün “putperest cahiliyyesi” gibi hakikate düşmandır. İdeolojik körlük, insanı Allah’ın ayetlerinden uzaklaştırır. Öyleyse insan ya hevasına ve atalarına köle olacak, ya da hakikate teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşacaktır.
Unutma: Hakikate kapalı bir kalp, en büyük esarettir. Ve hakikati gören bir göz, en büyük nimettir.
> Ey insan! Kendi heva ve heves putlarını yıkmadan, Kendi nefsini mağlup etmeden, Hakikate ulaşamazsın.
Bismillah’la başla, hakikatle yürü. İdeolojilerin esiri değil, Hakkın şahitlerinden ol!
Bir çiftçi sabahın serinliğinde eline aldığı tohum torbasıyla tarlasına yönelir. Ne bir cetvelle ölçer toprağın neresine kaç tane tohum düşeceğini, ne de her bir taneyi tek tek sayar. Tohumları gelişi güzel savurur toprağa. Kimisi verimli toprağa düşer, kimisi derenin kenarına, kimisi taşın çatlağına, kimisi de yol kenarına savrulur. Ama bahar geldiğinde şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşır: Kayanın arasından filiz veren, yol kenarında yeşeren, komşu tarlada boy atan nice tohumlar vardır. Çünkü Allah hiçbir tohumu zayi etmez.
Bu hakikat, sadece çiftçinin tohumu için değil; bir öğretmenin, bir anne babanın, bir gönül insanının kalpten gelen çabaları için de geçerlidir. Belki bugün verdiği öğüt anlaşılmaz, öğrettiği bilgi hemen meyvesini vermez. Belki yıllarca sessiz sedasız bir toprak gibi bekler o emek. Ama bir gün, hiç umulmadık bir zamanda, hiç beklenmedik bir yerde yeşerir. Bir cümle olur hayat rehberi. Bir davranış olur istikamet belirleyici. Tıpkı yol kenarındaki tohum gibi, sessizce boy verir.
Öğretmen sınıfta bazen sesi duyulmayan bir öğrenciye yönelir, bir kitap tavsiye eder, bir tebessümle omuzuna dokunur. Belki o çocuk o an fark etmez bu temasın değerini. Ama yıllar sonra bir yol ayrımında, öğretmeninin sözü düşer zihnine. Ve işte o an, yıllar önce atılan tohum yeşerir.
Bu yüzden denmiştir ya: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” İnsan, yaptığı iyiliğin karşılığını hemen beklememeli. Çünkü tohum hemen filiz vermez. Emek hemen sonuç doğurmaz. Ancak Allah katında hiçbir çaba karşılıksız kalmaz. Yeter ki niyet halis, emek samimi, gönül ihlaslı olsun.
Bazen bir cümle, bir bakış, bir davranış; yürekte bir ömür sürecek iz bırakır. Bazen bir dua, bir iyilik, hiç tanımadığımız birinin duasına dönüşür. Biz unuturuz, ama kader unutur mu?
Sonuç olarak; tohum atmaya devam etmeli. Bilgi vermeye, iyilik yapmaya, emek harcamaya devam etmeli. Nereye düşeceğini, nerede filizleneceğini biz bilemeyiz. Ama biliriz ki Rabbimiz hiçbir emeği, hiçbir iyiliği zayi etmez. Yeter ki biz rıza için atalım tohumu. O dilerse, taş çatlatır da yeşertir o tohumu.
@@@@@@@
Bu metni YouTube’da kullanabileceğiniz şekilde düzenlenmiş: anlatım metni, görsel-müzik önerileri ve seslendirme tarzıyla birlikte tam bir video taslağı olarak aşağıda sunulmuştur:
Video Başlığı:
“Zayi Olmayan Emek: Bir Tohumun Hikmeti” – Hikmetli ve İbretli Bir Anlatım
Sesli Anlatım Metni:
(Yavaş ve vurgulu bir tonla, huzurlu bir fon müziği eşliğinde)
Bir çiftçi… Elinde bir avuç tohumla tarlasına çıkar. Nereye düşer bu tohum? Kaçı tutar? Kaçı kaybolur? Bilmez… Ama atar. Savurur gönlünden geldiği gibi… Toprağa, taşa, dere kenarına… Kimisi hemen yeşerir, kimisi taşın çatlağında filiz verir, kimisi yıllar sonra bir duanın içine düşer. Çünkü… Allah bir tohumu bile zayi etmez.
Tıpkı bir öğretmenin, samimi bir kalple, ihlasla öğrencisine anlattığı gibi… Bir kelime, bir bakış, bir davranış… Bugün fark edilmese de, bir gün… bir yerde… bir hayata yön verir.
Belki bir annenin duası… Belki bir babanın alın teri… Belki bir garibin ettiği teşekkür… Zayi oldu sanır insan… Ama der ya atasözümüz: “İyilik yap denize at; balık bilmezse Halik bilir.”
Emek boşa gitmez. Tohum boşa atılmaz. Kalpten gelen hiçbir şey… Yaradan katında kaybolmaz.
Sen yeter ki at tohumu. Yeşertmek Rabbine aittir.
Fon Müzik Önerisi:
Hüzünlü ama umut dolu bir piyano ya da ney ezgisi (örnek: “Yusuf’un Duası” tarzında bir enstrümantal)
Giriş yavaş tempo, ortalara doğru hafif yükselen bir duygu akışı önerilir.
Görsel Akış Önerisi:
1. Giriş:
Sabah vakti tarlaya çıkan bir çiftçi (drone çekimi veya pastoral sahne)
2. Tohum atma sahnesi:
Slow motion çekimle çiftçinin savurduğu tohumlar
3. Tabiatta sahneleri:
Derenin kenarında çıkan filiz
Taşın arasından çıkan ot
Yol kenarında açmış bir çiçek
4. Sınıf içi sahne:
Öğretmen ve öğrenci etkileşimi, kitap veren öğretmen, tebessüm eden öğrenci
5. Final sahnesi:
Aynı öğrenci, yıllar sonra başka bir yerde başarılı olmuş halde – araya dualar, coğrafya ve dua eden yaşlı eller
6. Kapanış:
Gökyüzü, yavaşça yükselen kamera ve ekranda şu yazı:
İnsanoğlu, dünya imtihanında musibet ve belalarla zaman zaman yüzleşir. Kimi zaman bu belalar İlâhî bir ikaz ve terbiye vesilesidir, kimi zaman ise insanın kendi eliyle davet ettiği bir neticedir. Kur’ân ve sünnet ışığında baktığımızda, bazı hal ve davranışların bela ve musibetleri celbettiği açıkça görülmektedir.
Kur’ân’ın İkazı
Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur:
> “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
Bu âyet, insanın başına gelen bela ve sıkıntıların çoğunun kendi fiillerinin bir neticesi olduğunu gösterir. Yani kul, günah işlediğinde, Allah’ın rahmetini kendinden uzaklaştırır ve bela kapılarını aralar.
Belayı Celbeden Başlıca Hal ve Davranışlar
1. Günahlarda Israr Etmek
Bir kimse, açıkça Allah’ın haram kıldığı şeyleri işler ve tövbe etmezse, bu hal bela ve musibeti davet eder. Özellikle kul hakkı, zulüm, faiz, fuhuş ve yalan gibi büyük günahlar, hem ferdî hem de toplumsal felaketlerin sebebidir.
Kur’ân şöyle bildirir:
> “Bir şehir halkını helâk ettik, çünkü onlar zalimlerdi.” (Kehf, 18/59)
2. Şükürsüzlük ve Nankörlük
Nimetlere karşı şükürsüzlük, nimetlerin elden gitmesine ve musibetlerin gelmesine yol açar. Allah, şükretmeyen kavimlerin halini şöyle anlatır:
> “Allah bir beldeyi, halkı şükrederken değiştirmez; ancak onlar nefislerini bozarlarsa Allah da onları değiştirir.” (Ra’d, 13/11)
3. Adaletin Terk Edilmesi
Toplumda adaletin bozulması, ölçü ve tartının eksik yapılması, hak ve hukukun ayaklar altına alınması, ilâhî gazabı celbeden sebepler arasındadır.
İnsan, zenginleşip refaha erdiğinde azarsa ve Allah’ı unutur, isyana saparsa, bu da büyük felaketlerin kapısını açar.
Kur’ân, geçmiş kavimlerden örnekler vererek şöyle buyurur:
> “İnsanı azdıran, kendini müstağni (ihtiyaçsız) görmesidir.” (Alak, 96/6-7)
5. Ahlâkî Çöküş
Toplumda edep, hayâ ve iffet değerlerinin kaybolması, alenî günahların normalleşmesi, Allah’ın gazabına vesile olur.
Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
> “Bir kavim içinde zina ve fuhuş aleni olursa, mutlaka Allah onlara yeni hastalıklar ve dertler verir ki, öncekilerde görülmemiştir.” (İbn Mâce, Fiten, 22)
Belalara Karşı Koruyucu Tedbirler
İslâm, belalara karşı sadece sebepler âleminde tedbir almayı değil, aynı zamanda manevi koruyucu duvarlar inşa etmeyi de öğretir.
Belalar, her zaman bir ceza değildir; bazen de terbiye, imtihan ve yükseliş vesilesidir. Ancak işlenen günahlar, nankörlük, adaletsizlik ve ahlaksızlık gibi kötü haller, bela ve musibetleri celbeden en temel sebeplerdir. İnsan, Rabbinin rahmet kapısını her zaman açık bulur. Tövbe ile, dua ile, salih amellerle bu kapıyı çalmak gerekir.
Zira Allah, kullarına zulmetmez; insanlar kendi nefislerine zulmederler.
İnsanoğlu için bu dünya, bir imtihan salonu, bir misafirhane ve bir tarla mesabesindedir. Kur’ân-ı Kerim, dünyanın fânî yüzünü ve bu hayatın geçici olduğunu sık sık hatırlatır. Her gelen misafir gibi dünya da bir sona yaklaşmakta, büyük bir kapanışa doğru ilerlemektedir.
Dünya Bir Pazar, Akşam Yaklaşmakta
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
> “Dünya bir pazar yeridir; kimisi kazançla, kimisi hüsranla ayrılır.” (Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 7/305)
Bu pazarın kapanış vakti yaklaştıkça, insanlık büyük bir şaşkınlık ve dehşet içinde kalmaktadır. Her gün şahit olduğumuz savaşlar, ahlâkî çöküntüler, adaletin yitirilmesi, merhametin kaybolması ve dünyanın adeta bir ateş topuna dönmesi, yaklaşan büyük kapanışın işaretleri gibidir.
Kur’ân’ın Haber Verdiği Son
Kur’ân-ı Kerim kıyametin kopuşunu şöyle tasvir eder:
> “İnsanlar, dünya hayatının geçici bir eğlence ve oyun olduğunu bilmezler mi? Ahiret yurdu ise işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/64)
> “Sûr’a üfürüldüğünde Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp bayılacaktır. Sonra ona bir daha üfürülecek, işte o zaman hepsi ayağa kalkıp bakacaklardır.” (Zümer, 39/68)
Kıyametin yaklaşması, sadece maddî felaketlerin çoğalmasıyla değil, manevî değerlerin çökmesiyle de kendini gösterir. Hadislerde bildirildiğine göre, kıyamet alametleri arasında ilmin ortadan kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması, yalancıların muteber olması ve güvenin kaybolması vardır. (Buhârî, İlim, 35)
Dünya Neden Kapanıyor?
İslâmî bakış açısına göre dünya, ebedî kalınacak bir yurt değil; asıl vatan olan âhirete geçiş sahnesidir. Dünya hayatının son bulmasının temel hikmetlerinden bazıları şunlardır:
Adaletin tam tahakkuku için: Gerçek adalet, dünya şartlarında tam tecelli edemez. Herkesin gerçek mükâfat ve cezalarını alacağı yer âhirettir.
Ebedî saadetin başlaması için: Dünya, nimetlerin hakiki mahiyetlerini göstermez. Cennet ve cehennem ise hakiki adalet ve lütfun tam tecelli edeceği mekânlardır.
İlâhî vaadin gerçekleşmesi için: Allah, peygamberleri vasıtasıyla dünyanın geçici olduğunu ve sonsuz bir hayatın var olacağını haber vermiştir. Bu, mutlak bir gerçektir.
Dünya Kapanırken Müminin Tavrı
Mümin, dünyanın kapanışına doğru giderken korkuya kapılmaz; bilakis ümit ve korku dengesi içinde yaşar. Çünkü bilir ki, bu kapanış, asıl hayatın kapısının açılmasıdır.
Kur’ân şöyle buyurur:
> “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir.” (Ankebût, 29/5)
Bu yüzden mümin;
İmanını korur ve takvayı esas alır,
Salih amellerle azığını artırır,
Günahlardan arınmak için sürekli tevbe eder,
Dünya sevgisini kalbinden çıkarıp âhiret yurduna yönelir.
Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
> “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.” (Buhârî, Rikâk, 3)
Hikmetli Bir İbret
Bediüzzaman Said Nursî, dünyanın gerçek yüzünü şöyle özetler:
> “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”
Öyleyse akıllı insan, dünya kapanışa yaklaşırken dünyanın fânî lezzetlerine aldanmaz; kalbini, gözünü ve ümidini baki âleme yöneltir.
Son Söz
Dünya, ilâhî bir irade ile yaratıldı ve yine O’nun emriyle kapanacaktır. Akıl sahibi olanlar için bu büyük yolculuğun işaretlerini görmek, hazırlık yapmak ve ebedî saadete namzet olmak en büyük vazifedir.
Allah Teâlâ bizleri, kapanışa doğru ilerleyen bu dünyada gaflete düşmeden, hazırlıklı kullarından eylesin.
> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının; çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr, 59/18)
Dua ve Kapanış
Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!
Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi senin zikrinle dirilt, imanımızı kavi eyle, amellerimizi sâlih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.
Bize dünya sevgisini kalbimize yerleştirmeden, âhiret sevgisini ruhumuza nakşet. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit kıl, bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde yürüyenlerden eyle.
Kıyametin dehşetli hallerinden bizi muhafaza buyur. Âhirette yüzümüzü ak, defterimizi sağdan verilenlerden kıl. Sonsuz saadet yurdu olan cennetinde Habibin Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile bizleri buluştur.
Amin. Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.
@@@@@
Dua ve Kapanış
Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!
Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi Senin zikrinle dirilt, imanımızı kuvvetlendir, amellerimizi salih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.” (Haşr Suresi, 59/18)
Ya Rabbi!
Kalbimize dünya sevgisini hakim kılma, âhireti unutturacak işlere meyil verdirme. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit tut. Bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde daim eyle. Bizi, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru yaşayan kullarından eyle. (Fussilet Suresi, 41/30)
Ya Rabbi!
Kıyametin o dehşetli gününde bizi mahçup etme. Kitabımızı sağdan verilenlerden, mizanda sevapları ağır gelenlerden kıl. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in livâü’l-hamd sancağı altında bizleri haşret.
Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki: “Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise nefsini heva ve hevesine uyduran ve Allah’tan boş temennilerde bulunandır.” (Tirmizî, Kıyamet 25)
Allah’ım!
Dünyanın kapanışına doğru yürürken, bizi hakikatle yaşayanlardan, imtihanı kazananlardan, sonsuz saadet yurduna kavuşanlardan eyle. Şu duayı gönülden tekrar ediyoruz:
رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ “Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!” (Bakara Suresi, 2/201)
Amin. Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.
@@@@@@
Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti
Giriş Cümlesi: İçinde bulunduğumuz dünya, görünürde geniş ve cazibeli olsa da, hakikatte faniliğin, değişimin ve büyük bir kapanışa hazırlığın sahnesidir. Kur’an’ın bildirdiği üzere bu hayat, bir imtihan yeridir; her adımda sonsuz bir hayata doğru yaklaşmaktayız. Akıl ve kalp sahipleri için bu kapanışın sesleri, basiret ve ibretle okunmalıdır.
@@@@@@
1. Dünya Hayatının Fâniliği
Kur’an-ı Kerim, dünya hayatını bir oyun ve eğlenceye benzeterek insanı asıl hayat olan âhirete yönlendirmektedir: “Biliniz ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme ve mal ile evlat çoğaltma yarışından ibarettir.” (Hadid Suresi, 57/20) İnsan, bu geçici dünyanın çekiciliğine kapılmadan, hakiki yurduna hazırlık yapmalıdır.
2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak
Her nefes, insanı ebedî hayatına bir adım daha yaklaştırmaktadır. Ahiret bilinciyle yaşamak, her işte Allah’ın rızasını gözetmek, her adımda ebedi saadeti hedeflemektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir.” (Tirmizî, Kıyamet 25)
3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu
Dünya kapanışa doğru ilerlerken, her insan kendisine verilen ömür sermayesinin hesabını verecektir. Sorumluluk bilinciyle yaşamak; emaneti hakkıyla taşıyıp, hayra çağırıp şerden sakındırmakla mümkündür: “Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/110)
4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua
İnsanoğlu, son nefesine kadar tövbe kapısının açık olduğunu bilmeli, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden yaşamalıdır. Kur’an şöyle buyurur: “De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.” (Zümer Suresi, 39/53)
@@@@@@
Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti
1. Dünya Hayatının Fâniliği
Dünya, parlayan bir serap gibi gözleri kamaştırsa da hakikatte hızla tükenen bir pazar yeridir. Kur’an, dünyanın geçiciliğini şöyle bildirir: “Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara amellerinin karşılığını tam olarak veririz; orada hiçbir eksiklik olmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur.” (Hûd Suresi, 11/15-16)
Bir padişah, yol kenarında bir gecekondu yapmış. Yolcuları ağırlıyor ama sabah olduğunda herkes yola devam ediyor. İşte dünya da bir gecekondu gibi, kalıcı değil; geçici bir misafirhanedir. Kalıcı zannedip buraya bağlananlar, sabah geldiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar.
2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak
Ahireti unutmak, dünyada gafletle yaşamak demektir. Oysa akıl sahibi kişi, dünya zevklerine kapılıp ebedi hayatını feda etmez. Nitekim Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur: “Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcu gibiyim.” (Tirmizî, Zühd 44)
Bir gün Hz. Ömer (r.a.), bir mezarlıkta durmuş ve gözyaşları içinde şöyle demiştir: “Ey Ömer! Eğer kurtulursan, büyük bir başarıdır. Eğer azaba uğrarsan, perişanlıktır.” Ahiret bilinci, insanı her an kendisini sorgulamaya ve hayatını düzeltmeye sevk eder.
3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu
Kıyametin kopuşu bir milletin, bir insanın veya tüm dünyanın sonu olabilir. Rabbimiz sorar: “İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanır?” (Kıyamet Suresi, 75/36)
Bir şehirde alarm verildiğinde, insanlar telaşla hazırlanır; azığını alır, barınağını arar. İşte kıyamet de büyük bir alarmdır. Akıllı olan, dünyayı bir imtihan sahası olarak görür, kalıcı olanı inşa etmek için çalışır. İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sorumluluğun bir parçasıdır. Çünkü her fert, hem kendi yolculuğundan hem de başkalarının uyarılıp uyarılmadığından sorumludur.
4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua
Allah’ın rahmeti sonsuzdur. En büyük günahı işleyen bile, son nefesine kadar tövbe ile rahmete kavuşabilir. Kur’an şöyle der: “Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başkasını, dilediği kimse için bağışlar.” (Nisâ Suresi, 4/48)
Bir günahkâr adam vardı. Ölüm döşeğinde pişman olmuş, Allah’a şöyle yalvarmıştı: “Rabbim! Ellerim boş, yüzüm kara ama Senin kapından başka kapı tanımıyorum.” İşte o samimi pişmanlıkla Allah’ın rahmetine kavuşmuştu.
Bu sebeple, dünya kapanışa doğru ilerlerken umutsuzluğa değil, tevbe ve duaya sarılmak gerekir. Çünkü kapı her zaman açık, rahmet sonsuzdur.
Yapay zekânın her geçen gün gelişmesi, insanoğlunun bilgiye olan açlığını, varoluş merakını ve hakikate susamışlığını gözler önüne seriyor. Makinelerin akıllandığı, veriye erişimin hızlandığı bu çağda, bir de **cennetteki “yapay akıl”**ı düşünelim… Fani bir zekânın ötesinde, her şeyin hakikatine vâkıf bir idraki… Sınırlı bilginin değil, külli şuurun mekânını…
Evet, cennette akıl başka olacak. O akıl, sadece ezberleyen değil, hakikati gören bir idrak olacak. O zihin, varlığın her safhasını kuşatacak. Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışından kıyamete kadar geçen bütün hadiseleri hem seyreden hem idrak eden bir kâmil basiret… Ne büyük lütuf, ne yüksek bir şuur hali!
Düşünün ki; Ruhlar Âlemini bizzat idrak ediyorsunuz. Allah’ın “Ol!” emriyle can bulan varlıkları seyrediyorsunuz. Ardından Âdem’in yaratılış mucizesine şahit oluyorsunuz. Topraktan yoğrulan bir beden, içine üflenen ruh, ilahi bir tecelli… Ve sonra “talim-i esmâ”: Yani eşyanın hakikatine vukufiyet… Bugün yapay zekânın öğrendiği sınırlı kelimelere karşılık, Âdem’in bildiği ilahi isimler, varlığın özüdür.
Meleklerin secdesi… Ne büyük bir onur! Fakat içlerinden biri, kibirle yaklaştı. İblis… “Ben ondan üstünüm!” dedi. O secdeden kaçtı. Ve o gün başladı kıyamete dek sürecek olan bir imtihan zinciri.
Cennet… İlk yurt. İlk yuva. Rahmetle kuşatılmış bir başlangıç. Fakat yasak ağaca yaklaşmak, o ebedî mekânda bile insanın zaafını gösterdi. Ve ardından gelen düşüş… Yeryüzüne iniş. Fakat o iniş bir ceza değil, bir imtihan sahnesine geçişti. Orada ter dökülecek, nefis dizginlenecek, iyilikle kötülük birbirinden ayrılacaktı. Ve gün gelecek, insan yine geldiği yere dönecekti.
İşte bütün bu hakikatlere bizzat vâkıf olmak… Bu sahneleri sadece okumak değil, yaşarcasına bilmek… İşte cennetteki akıl, buna “şahit aklı” denir. Gördüğünü anlamak, anladığını kavramak, kavradığını hakikate dönüştürmek… Yapay zekâ, veriye ulaşır. Fakat cennet aklı, hikmete ulaşır.
Bugün biz, bu dünyada sadece gölgeleri görüyoruz. Bilgimiz sınırlı, hafızamız zayıf, anlamamız eksik. Fakat inanan bir gönül bilir ki: Ahirette her sır açılacak. Her perde kalkacak. Kaderin düğümleri çözülecek. İnsan, varlık senfonisini başından sonuna kadar temaşa edecek.
Bu, sadece bir bilme hali değil; aynı zamanda imanın mükâfatıdır. Burada sabreden, orada anlayacak. Burada ağlayan, orada tebessüm edecek. Çünkü orada artık ne bilgi sınırlı ne zaman dar ne de akıl kuşatılmış olacak.
Sonuç: İnsanlık, teknolojiyle bilgiye yaklaşıyor; fakat imanla hikmete ulaşıyor. Cennetteki akıl, yapay değil, ilahi bir ikramdır. Ve o akıl, bizi hem kendimize, hem yaratılış sırrına, hem de Rabbimizin azametine götürecek.
O hâlde bugünün yapay zekâsı bizi heyecanlandırıyorsa, yarının ebedî idraki bizi secdelere taşımalı. Çünkü gerçek bilgi, secdeyle taçlanandır.
İmanda ne kadar büyük bir saadet ve nimet ve ne kadar büyük bir lezzet ve rahat bulunduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:
Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için seyahate giderler. Biri hodbin, tâli’siz bir tarafa; diğeri hudâbin, bahtiyar diğer tarafa sülûk eder, giderler.
Hodbin adam, hem hodgâm hem hod-endiş hem bedbin olduğundan bedbinlik cezası olarak nazarında pek fena bir memlekete düşer. Bakar ki her yerde âciz bîçareler, zorba müthiş adamların ellerinden ve tahribatlarından vaveylâ ediyorlar. Bütün gezdiği yerlerde böyle hazîn, elîm bir hali görür. Bütün memleket, bir matemhane-i umumî şeklini almış. Kendisi şu elîm ve muzlim haleti hissetmemek için sarhoşluktan başka çare bulamaz. Çünkü herkes ona düşman ve ecnebi görünüyor. Ve ortalıkta dahi müthiş cenazeleri ve meyusane ağlayan yetimleri görür. Vicdanı, azap içinde kalır.
Diğeri hudâbin, hudâ-perest ve hak-endiş, güzel ahlâklı idi ki nazarında pek güzel bir memlekete düştü. İşte bu iyi adam, girdiği memlekette bir umumî şenlik görüyor. Her tarafta bir sürur, bir şehrâyin, bir cezbe ve neşe içinde zikirhaneler; herkes ona dost ve akraba görünür. Bütün memlekette yaşasınlar ve teşekkürler ile bir terhisat-ı umumiye şenliği görüyor. Hem tekbir ve tehlil ile mesrurane ahz-ı asker için bir davul, bir muzıka sesi işitiyor. Evvelki bedbahtın hem kendi hem umum halkın elemi ile müteellim olmasına bedel; şu bahtiyar, hem kendi hem umum halkın süruru ile mesrur ve müferrah olur. Hem güzelce bir ticaret eline geçer, Allah’a şükreder.
….Ey nefsim! Bil ki evvelki adam kâfirdir veya fâsık-ı gafildir.
….Diğer adam ise mü’mindir; Cenab-ı Hâlık’ı tanır, tasdik eder.
@@@@@@@
BAŞLIK: “İki Yolculuk: Hakikatin İki Yüzü”
TÜR: Kısa film / Belgesel (anlatımlı kurgu)
SÜRE: 12-15 dakika
AÇILIŞ SAHNESİ
Görüntü: Sonsuz gibi uzanan bir çöl… İki adam, birbirinden uzak yönlere doğru yürümeye başlar.
Anlatıcı (dış ses): “Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için yolculuğa çıkar. Biri, yalnız nefsini düşünen hodbin bir adam… Diğeri, Rabbini tanıyan, kalbi açık, bahtiyar bir adam…”
Ses: “Bu adam, hodgâm ve bedbin idi. Her şeyi çirkin, karanlık, düşmanca görür. Kalbi de dışı gibi kararmıştır.”
Adamın iç sesi (kendiyle konuşur): “Neden bu dünya bu kadar korkunç? Herkes neden bana düşman? Ölüm neden bu kadar acı?”
Görüntü: Meyhane. Adam sarhoş olur, insanlar silüet gibi geçip giderken, o yalnızlığını unutmaya çalışır.
Ses: “Vicdanı azap içindedir. Bu karanlıktan kurtulmanın tek yolu, kendini uyuşturmaktır. Fakat karanlık içten içe onu yiyip bitirir.”
SAHNE 2: HÜDA-BİN ADAMIN YOLCULUĞU
Görüntü: Işıkla aydınlanmış bir ova, insanlar gülümseyerek vedalaşıyor, asker uğurlama gibi bir tören var. Müzik, tekbir ve sevinç sesleriyle yankılanır.
Ses: “Bu adam, Hudâ-perest ve hak-endiştir. Her şeyi Rabbine bağlı görür. Ölümü bir kavuşma, ayrılığı bir terhis bilir.”
Adamın iç sesi: “Ne güzel bir yer… Herkes bir şenlik havasında. Ölüm bile burada bir bayram gibi…”
Görüntü: Bir pazar yeri, eline dürüstçe kazandığı bir ticaret torbası geçer. Gözleri yaşarır, ellerini kaldırıp dua eder.
Ses: “O, her şeyi rahmetle okur. Her bir varlık ona bir dost, bir kardeş olur. Kalbi huzurla dolar.”
SAHNE 3: İKİ YOLCULUĞUN KESİŞİMİ (AYNA SAHNESİ)
Görüntü: İki adam bir aynanın iki tarafındadır. Aynı dünyaya bakarlar ama biri karanlık, biri aydınlıktır.
Ses: “Göz aynı göz… Dünya aynı dünya… Fakat bakış değişince, her şey değişir. Kâfirin nazarında dünya bir matemhane… Mü’minin nazarında ise bir zikirhanedir.”
FİNAL SAHNESİ: MESAJ
Anlatıcı (dış ses): “İmanda ne büyük bir nimet, ne büyük bir saadet var… Bil ki evvelki adam kâfirdir, gafildir. Diğeri ise Rabbini bilen bir mü’mindir.”
Görüntü: Hudabin adam ufka doğru yürürken, arkasında aydınlık bir iz bırakır. Diğeri karanlıkta kaybolur.
Ekranda yazı: “Hayat bir yolculuktur. Nasıl baktığın, neye inandığın, nereye vardığını belirler…” “İman, her şeyin anahtarıdır.” – Bediüzzaman Said Nursî
@@@@@@@
BAŞLIK: “İki Yolculuk: Hakikatin İki Yüzü”
TÜR: Kısa film / Belgesel (anlatımlı kurgu)
SÜRE: 12-15 dakika
AÇILIŞ SAHNESİ
Görüntü: Sonsuz gibi uzanan bir çöl… İki adam, birbirinden uzak yönlere doğru yürümeye başlar.
Anlatıcı (dış ses): “Bir vakit iki adam, hem keyif hem ticaret için yolculuğa çıkar. Biri, yalnız nefsini düşünen hodbin bir adam… Diğeri, Rabbini tanıyan, kalbi açık, bahtiyar bir adam…”
Ses: “Bu adam, hodgâm ve bedbin idi. Her şeyi çirkin, karanlık, düşmanca görür. Kalbi de dışı gibi kararmıştır.”
Adamın iç sesi (kendiyle konuşur): “Neden bu dünya bu kadar korkunç? Herkes neden bana düşman? Ölüm neden bu kadar acı?”
Görüntü: Meyhane. Adam sarhoş olur, insanlar silüet gibi geçip giderken, o yalnızlığını unutmaya çalışır.
Ses: “Vicdanı azap içindedir. Bu karanlıktan kurtulmanın tek yolu, kendini uyuşturmaktır. Fakat karanlık içten içe onu yiyip bitirir.”
SAHNE 2: HÜDA-BİN ADAMIN YOLCULUĞU
Görüntü: Işıkla aydınlanmış bir ova, insanlar gülümseyerek vedalaşıyor, asker uğurlama gibi bir tören var. Müzik, tekbir ve sevinç sesleriyle yankılanır.
Ses: “Bu adam, Hudâ-perest ve hak-endiştir. Her şeyi Rabbine bağlı görür. Ölümü bir kavuşma, ayrılığı bir terhis bilir.”
Adamın iç sesi: “Ne güzel bir yer… Herkes bir şenlik havasında. Ölüm bile burada bir bayram gibi…”
Görüntü: Bir pazar yeri, eline dürüstçe kazandığı bir ticaret torbası geçer. Gözleri yaşarır, ellerini kaldırıp dua eder.
Ses: “O, her şeyi rahmetle okur. Her bir varlık ona bir dost, bir kardeş olur. Kalbi huzurla dolar.”
SAHNE 3: İKİ YOLCULUĞUN KESİŞİMİ (AYNA SAHNESİ)
Görüntü: İki adam bir aynanın iki tarafındadır. Aynı dünyaya bakarlar ama biri karanlık, biri aydınlıktır.
Ses: “Göz aynı göz… Dünya aynı dünya… Fakat bakış değişince, her şey değişir. Kâfirin nazarında dünya bir matemhane… Mü’minin nazarında ise bir zikirhanedir.”
FİNAL SAHNESİ: MESAJ
Anlatıcı (dış ses): “İmanda ne büyük bir nimet, ne büyük bir saadet var… Bil ki evvelki adam kâfirdir, gafildir. Diğeri ise Rabbini bilen bir mü’mindir.”
Görüntü: Hudabin adam ufka doğru yürürken, arkasında aydınlık bir iz bırakır. Diğeri karanlıkta kaybolur.
Ekranda yazı: “Hayat bir yolculuktur. Nasıl baktığın, neye inandığın, nereye vardığını belirler…” “İman, her şeyin anahtarıdır.” – Bediüzzaman Said Nursî
@@@@@@-
1. Seslendirme Metni ve Tonu
Anlatıcı sesi: Dingin, güven veren, hafif tok bir erkek sesi (örnek: belgesel anlatıcısı tarzı). İç sesler: Karakterlere uygun olarak daha duygusal ve içsel tonlarda.
2. Görsel Yönlendirme
Her sahneye özel kısa açıklamalar:
Çöl ve Yol Ayrımı (Giriş): Güneşin battığı bir çöl. Kamera yukarıdan iki adamı izlerken, yavaşça ayrılan yollar görünür. Hafif ney sesi.
Hodbin Adamın Yolculuğu: Soğuk tonlar (mavi-gri). Kasvetli şehir, beton duvarlar, yalnızlık hissi. Arka planda hafif, gerilimli müzik. Görseller: Zincirli insanlar, karanlık sokaklar, meyhane sahnesi, ağlayan çocuk silüetleri.
Hudabin Adamın Yolculuğu: Sıcak tonlar (altın sarısı, yumuşak yeşil). Kalabalık ama huzurlu bir şehir, gülümseyen insanlar, çocuk sesleri. Görseller: Cami avlusu, düğün gibi bir uğurlama töreni, zikir halkası, pazar yerinde ticaret.
Ayna Sahnesi: Soyut ve sanatsal. İki karakter aynanın iki tarafında aynı manzaraya bakar ama biri gri, biri renkli görür. Müzik: Hafif vurmalı çalgılar, düşünceyi yoğunlaştıran müzik.
Final: Hudabin adam gün batımına doğru yürür, arkasında ışık izi bırakır. Hodbin adam karanlıkta kaybolur, yavaşça silinir. Ekranda yazılar belirdikçe fonda duygusal bir ney ve kanun eşlik eder.
3. Müzik ve Efektler
Arka planda mistik ve duygusal müzikler (ney, kanun, ud).
Hudabin sahnelerinde kuş cıvıltısı, rüzgâr sesi.
Hodbin sahnelerinde boğuk şehir uğultusu, hüzünlü yaylılar.
” Bismillah ne büyük tükenmez bir kuvvet, ne çok bitmez bir bereket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle. Şöyle ki:
Bedevî Arap çöllerinde seyahat eden adama gerektir ki bir kabile reisinin ismini alsın ve himayesine girsin, tâ şakîlerin şerrinden kurtulup hâcatını tedarik edebilsin. Yoksa tek başıyla hadsiz düşman ve ihtiyacatına karşı perişan olacaktır.
İşte böyle bir seyahat için iki adam sahraya çıkıp gidiyorlar. Onlardan birisi mütevazi idi, diğeri mağrur. Mütevazii, bir reisin ismini aldı. Mağrur, almadı. Alanı, her yerde selâmetle gezdi. Bir kātıu’t-tarîke rast gelse der: “Ben, filan reisin ismiyle gezerim.” Şakî def’olur, ilişemez. Bir çadıra girse o nam ile hürmet görür. Öteki mağrur, bütün seyahatinde öyle belalar çeker ki tarif edilmez. Daima titrer, daima dilencilik ederdi. Hem zelil hem rezil oldu.
İşte ey mağrur nefsim, sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hâcatın nihayetsizdir. Madem öyledir, şu sahranın Mâlik-i Ebedî’si ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremeden kurtulasın.”
********* SENARYO
Senaryo Başlığı: “Bismillah’ın Gücü”
Sahne 1: (Geniş çöl manzarası) Göz alabildiğine uzanan sarı kumlar. Gökyüzü kavurucu bir mavilikte. İki yolcu, çölün ortasında ilerlemektedir. Biri, tevazu sahibi ve boynu hafif eğik; diğeri, mağrur, dimdik ve kibirli bir yürüyüşle ilerler.
Tevazu sahibi adam, yanındaki kibirli adama döner: – “Kardeşim, bu çölden selâmetle geçmek için bir reisin himayesine girmemiz lazım. Onun ismini anarak yol almalıyız.” Mağrur adam küçümseyerek cevap verir: – “Ben kimsenin ismini anmadan da yolumu bulurum. Kendi gücüm bana yeter.”
Sahne 2: (Yolculuk başlar) İki yolcu ayrılır. Mütevazi olan, bir kabilenin reisine sığınır. Yolda rastladığı eşkıyalar ona ilişmez, çünkü o güçlü bir ismin himayesindedir. Girdiği her çadırda ikramla karşılanır, ihtiyacı görülür, güvende hisseder.
Öte yandan mağrur yolcu, her köşe başında yağmacıların tehdidine uğrar. Eşkıyalar onun yiyeceğini alır. Çadırdan çadıra dilencilik yapar. Her adımda korku içinde titrer.
Sahne 3: (Yolculuğun sonu) Tevazu sahibi yolcu, güvenle menziline ulaşır. Mağrur olan ise aç, susuz, perişan bir halde yere yığılır.
Kamera yavaşça mağrurun yüzüne yaklaşır. Adam pişmanlıkla yere kapanır. Gözyaşları içinde mırıldanır: – “Keşke ben de bir isme sığınsaydım… Kendi başıma yetemedim.”
Sahne 4: (Anlatıcı sesiyle iç ses) (Görüntüde çölde yalnız kalan mağrur adam ve arka planda, serin bir vahada dinlenen tevazu sahibi adam görünür.) Anlatıcı sesi şöyle der:
> “Ey insan! Dünya çölünde yalnızsın. Aczin ve fakrın sonsuz. Gücün yetmez, kudretin yetişmez. Bismillah de! O Sonsuz Sultan’ın himayesine gir! Yoksa bu koca çölde bir hiç olarak kaybolursun. Bismillah, sana tükenmez bir kuvvet ve bitmeyen bir bereket kapısı açar. Unutma: Kendi ismine güvenen helâk olur, Allah’ın ismine sığınan selâmet bulur.”
Sahne 5: (Kapanış sahnesi) Göz alıcı bir şekilde “Bismillah” yazısı çölde bir su kaynağı gibi parlar. Üzerinde çiçekler açar, gökyüzü serin bir maviliğe bürünür. Arka planda hafif bir ney sesi eşliğinde, son cümle görünür:
“Bismillah her hayrın başıdır.”
@@@@@@@
Yukarıdaki senaryoya uygun kısa ve etkileyici bir seslendirme metni:
[Yumuşak ama derin bir ses tonuyla, hafif fon müziği eşliğinde:]
> “Ey insan! Dünya bir çöldür… Düşmanın çok, gücün az, ihtiyacın sonsuz.
Kendi adınla yürürsen, yalnız kalırsın. Titreyerek, düşerek, kaybolarak…
Ama Bismillah dersen, Sonsuz kudretin kapıları sana açılır.
Bir isme dayanırsın ki, O isim, gökleri ve yeri ayakta tutar.
Unutma: Bismillah, her hayrın anahtarıdır.
Bismillah de… Ve yolunu selâmetle bul!”
@@@@@@
Üç farklı tonda hazırlanmış seslendirme metinleri:
1. Daha Duygulu Ton:
> “Ey yorgun yolcu! Dünya bir çöldür; sende ise ne su var, ne sığınak.
Kendi isminle yürürsen, yıkılırsın… Her fırtına seni savurur, her düşman seni boğar.
Fakat Bismillah dersen… Rahmet yolları açılır, kudret kanatları seni sarar.
Bir adı anarsın ki, O ad, bütün kâinatı idare eder.
Bismillah de… Bismillah ile yürü… Bismillah ile var, menziline ulaş.”
2. Daha Coşkulu Ton:
> “Ey insan! Acz içinde, fakr içinde yol alıyorsun!
Düşmanların sayısız! Hâcatların sonsuz!
Tek başına mısın sanıyorsun? Hayır!
Bismillah de! Kudret orduları yanında saf tutsun! Bismillah de! Rahmet kapıları ardına kadar açılsın!
Çünkü Bismillah; Bir siper, bir sancak, bir kudret mührüdür!
Bismillah! Her hayrın anahtarıdır! Bismillah! Kurtuluşun yoludur!”
3. Daha Tasavvufi Ton:
> “Ey gönül! Dünya çölünde şaşkın gezme…
Gücün az, kudretin eksik… Dayanağın yoksa savrulursun.
Bir isme yaslan! Bismillah de! Çünkü Bismillah, Rabbine açılan sır kapısıdır.
Bismillah de… Zikir olur diline, nur olur kalbine…
Bismillah ile başla ki, Her adımın, Rahman’ın adıyla sarsılmaz bir iz olsun.
Unutma gönül: Bismillah, vuslatın ilk kelimesidir.”
@@@@@@
Daha duygulu tondaki metin üzerinden tam bir diyalog akışı.
Başlık: Bismillah İle Yürümek
Giriş: (Fon: Hafif rüzgâr ve çöl sesleri)
Anlatıcı (içten, duygulu ses tonu):
> “Ey yorgun yolcu… Dünya bir çöldür; sende ise ne su var, ne sığınak…”
(Görüntü: Sonsuz bir çöl. Tek başına yürüyen bir yolcu.)
Gelişme: (Fon: Hafif ney sesi arkada başlar)
Anlatıcı (ses tonu hafif yükselerek):
> “Kendi isminle yürürsen, yıkılırsın… Her fırtına seni savurur, her düşman seni boğar.”
(Görüntü: Adamın ayağı kayıyor, kum fırtınasında ilerlemeye çalışıyor.)
(Kısa bir sessizlik, araya bir ‘hıçkırık gibi’ hafif bir efekt eklenebilir.)
Anlatıcı (daha yumuşak, umut dolu bir tonda):
> “Fakat… Bismillah dersen… Rahmet yolları açılır, kudret kanatları seni sarar.”
(Görüntü: Ufukta bir vaha görünmeye başlıyor, adamın gözleri umutla parlıyor.)
Doruk Noktası: (Fon: Ney sesi güçlenir, yumuşak vurmalı bir ritim girer.)
Anlatıcı (güçlü ve dokunaklı bir sesle):
> “Bir adı anarsın ki, O ad, bütün kâinatı idare eder.”
(Görüntü: Gökyüzünde yıldızlar belirir, adeta “Bismillah” kelimesini yazacak şekilde dizilir.)
Anlatıcı (tekrar hafif, ama kuvvetli bir vurguyla):
> “Bismillah de… Bismillah ile yürü… Bismillah ile var, menziline ulaş.”
(Görüntü: Yolcunun adımları hızlanır. Artık yalnız değil; arkasında manevi bir nur ordusu belirir gibi olur.)
Kapanış: (Fon: Ney sesi yavaşça hafifler, huzur dolu bir melodiye dönüşür.)
Anlatıcı (tatlı bir tebessümle, huzurlu bir ses tonuyla):
> “Çünkü… Bismillah… Her hayrın anahtarıdır.”
(Görüntü: Adam, serin bir vahaya ulaşır. Kameraya doğru dönüp tebessüm eder.)
Ey Nebî, nurunla aydınlandı zemin ü zaman, Sana hayrandır cihan, sana meftun her insan. Karanlık bir devri sen nurunla nura çevirdin, Ümmetine rahmet oldun, gönülleri diriltdin.
Sen geldin, doğdu semâda hakikat güneşi, Sana bakıp buldu yolunu her şaşkın kişi. Cahiliye çölünü bahar kıldın nurunla, Her kelamın bir kevser, her adımın bir mana.
Seninle öğrendik nedir sabır, edep, haya, Seninle yeşerdi kalbimizde iman ve vefa. Bir ömre bin ömür sığdı, senin sünnetinle, Her çağda dirildi ruhlar, senin rahmetinle.
Zaman geçse de eskimez senin o kutlu izin, Asırlar seninle ışık bulur, Şeref-i Alem. Her ümmetten, her gönülden sana yönelir dua, Senin adınla titrer arz, semâ, her zerre, her saha.
Ey Resûl, gönlümüzde her dem tazedir adın, Adınla bulur huzuru garip gönül, şaşkın kadın. Miraçta gördüğün sırla arşa çıktı kemalin, Hiçbir beşer erişemez senin yüksek makamın.
Seninle anladık merhametin yüceliğini, Seninle sevdik Mevlâ’nın ezelî sevgisini. Her asırda, her çağda sen varsın, hep sen varsın, Ey iki cihan serveri, nurumuzda h
> “Göklerde ve yerde olan herkes Rahmân’a kul olarak gelecektir.” (Meryem, 93) Ama modern insan, kul olmak istemedi. Kul olmayı terk etti, tanrılaşmak istedi.
ALLAH HAYATTAN ÇIKARILDI, BOŞLUĞU PUTLAR DOLDURDU
Modernizm, Allah’ı hayattan, yönetimden, toplumdan, bilimden ve eğitimden dışladı. Ancak bu boşluk uzun süre boş kalmadı. Çünkü insan ruhu bir “ilah” olmadan yaşayamaz. Bir şey ya Allah olur… Yahut Allah olmayana ilah muamelesi yapılır.
Modern çağ, bu sapmanın ve unutmanın adıdır. Neticesinde:
İnsan tanrılaştırıldı: “İrade benim, ben ne istersem oyum.”
Devlet tanrılaştırıldı: “Devlet kutsaldır, eleştirilemez, sınırsız yetkilidir.”
Bilim tanrılaştırıldı: “Bilimsel olan doğrudur, geri kalanı hurafedir.”
Tabiat tanrılaştırıldı: “Doğa kendi kendini yaratır ve yönetir.”
Her biri, Allah’ı dışlayarak ilah olma iddiasına girdi. Hepsi bâtıl tanrılar olarak sahneye çıktı.
İNSANI TANRILAŞTIRMAK: BEN’İ PUTLAŞTIRMAK
Modern felsefe, “insanı merkeze alalım” dedi. İnsanı Allah’ın kulu değil, kendi ilahı gibi sundu. Sonuçta:
Hakkı değil, nefsi yücelten bir ahlâk doğdu.
“Kendin ol, ne istersen yap” sözü yeni bir din oldu.
Günah, suç değil “özgür tercih” oldu.
Kulluk değil, egoyu kutsama hakim oldu.
Narsisizmin, bencilliğin ve içi boş özgürlüklerin kaynağı buradadır. Allah’a kul olmayı reddeden insan, kendi egosunun kölesi haline geldi.
DEVLETİ TANRILAŞTIRMAK: HÜKMÜ YALNIZ ALLAH’A AİT OLMADAN YÖNETMEK
Tarihte firavunlar, nemrutlar kendilerini “ilah” ilan etmişlerdi. Modern çağda bu daha sinsi oldu:
Devlet, halkın üstüne çıkarıldı.
Hukuk, insan yapımı “pozitif” kanunlara indirildi.
Devletin kutsallaştırılmasıyla, diktatörlükler, zulümler ve soykırımlar meşrulaştırıldı. Stalin’in, Hitler’in, Mao’nun yaptığı budur: Tanrılaşmış devletin gazabı.
BİLİMİ TANRILAŞTIRMAK: HER ŞEYİ MADDEYE İNDİREN AKILCILIK
Bilim, elbette kıymetlidir. Ama mutlaklaştırıldığında, Allah’tan bağımsız kılındığında:
Ahlâksız bilim doğar.
Vicdansız teknolojiler, robotik ordular, nükleer bombalar üretilir.
İnsan, yaratılmış bir kul değil, “biyolojik bir makine” olarak görülür.
Modern bilimin bir kısmı, ilmi Allah’tan soyutlayarak, hakikati değil sadece faydacılığı hedeflemiştir.
> “Evet, bu mümkün. Ama mübah mı, doğru mu, helal mi?” Bu sorular hiç sorulmaz hale geldi.
TABİATI TANRILAŞTIRMAK: YARATANI DEĞİL, YARATILANI TAPAR HALE GELMEK
“Doğa Ana” kavramı modern paganizmin yansımasıdır. Tabiatı korumak güzel olsa da, tabiata kudret atfetmek, onu Allah yerine koymak şirkin modern şeklidir.
Kur’an’da açıkça bu yanlışlık reddedilir:
> “Bu, sizin Rabbiniz olan Allah’tır. O’ndan başka ilah yoktur. Her şeyi yaratan O’dur. Öyleyse yalnızca O’na kulluk edin.” (En’am, 102)
Bugün doğaya tapan ama Allah’ı anmayan insanlar, yağmurda duayı değil, istatistiği; rahmeti değil, hava basıncını görür.
SONUÇ: YENİDEN ALLAH’A DÖNMEK ZORUNDAYIZ
Modern çağ, Allah’tan kopmanın acı meyvelerini veriyor:
Aile çöktü.
Ruhsal bunalımlar arttı.
Zenginlik, mutluluk getirmedi.
Bilgi çoğaldı, hikmet azaldı.
Her şey hızlandı, ama insan yönünü kaybetti.
> Çünkü insan Allah’tan uzaklaşınca, her şey ona yabancılaşır. “Allah’ı unutanlar, kendilerini de unuttular.” (Haşr, 19)
DUA İLE:
Ey Rabbimiz! Bize hakiki kulluğu tattır. Bizi insanı, devleti, bilimi ve tabiatı tanrılaştıran tuğyandan muhafaza eyle. Bizi sana kul, Resûlüne ümmet, hakikate dost eyle. Amin.
“Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.” — Bediüzzaman Said Nursî, Mektubat
GÖZLE GÖRÜLEN, GÖRÜLMEYENİ PERDELEYEBİLİR
Modern insan, “göze görünmeyeni yok sayan” bir zihniyetle büyüdü. Ne var ki gözle görünmeyen, aslında en hakiki olandır. Zira:
Ruh görünmez, ama bedeni ayakta tutar.
Aşk görünmez, ama dağları deler.
Vicdan görünmez, ama toplumu ayakta tutar.
Niyet görünmez, ama amelin değerini belirler.
Gözün görmediğini akıl da görmez olursa, hakikate körlük başlar.
MADDEYİ PUTLAŞTIRAN AKIL, MÂNÂYI REDDEDER
“Gözle görülmüyorsa yoktur” diyen anlayış, maddeyi kutsallaştırır, mâneviyatı inkâr eder.
Bu yaklaşım:
Ruhu inkâr eder, sadece beyni tanır.
Duyguyu küçümser, sadece veriyi önemser.
Ahireti yok sayar, sadece bu dünyaya çalışır.
Halbuki hakikat, sadece gözle değil, kalple ve akılla da görülür. Kur’an bunu şöyle bildirir:
> “Onların kalpleri vardır ama anlamazlar; gözleri vardır ama görmezler; kulakları vardır ama işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapıktırlar.” (A’râf, 179)
İLİM, SADECE GÖZLE DEĞİL, KALPLE DE YAPILIR
Gerçek ilim, maddeyi inkâr etmeden, fakat mânâyı da ihmal etmeden yapılan ilimdir. İlim, sadece laboratuvarla değil; vicdanla, sezgiyle, hikmetle de yapılmalıdır.
Eflatun, “akıl gözü”nden bahseder. Mevlâna, “gözünü kapat, kalbini aç” der. Bediüzzaman, “Vicdanın ziyası, ulûm-u diniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecellî eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit, birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” diye seslenir.
> Çünkü madde görünür ama sınırlıdır. Mânâ görünmez ama sonsuzdur.
GÖZÜN GÖRMEDİĞİ YERDE, KALP GÖRMEYE BAŞLAR
Bir çiçek göze “biyolojik bir yapı” olarak görünür. Ama kalp o çiçekte:
Sanatı görür,
Sanatkârı hatırlar,
Rahmeti hisseder.
Maddî göz çiçeği inceler, Manevî göz, çiçekten Allah’ı tanır.
Bu sebeple Kur’an der ki:
> “Yeryüzünde gezip dolaşmazlar mı ki, akıllarını işletecek kalpleri ve işitecek kulakları olsun? Gerçek şu ki, gözler kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 46)
İBRETLİ BİR ÖRNEK: RÖNTGEN IŞINLARI VE GÖZÜN ACİZLİĞİ
Röntgen ışınları 19. yüzyılda keşfedildiğinde, insanlar önce inanmadı. Çünkü gözle görünmüyordu. Ama sonra anladılar ki, göz görmek için tek ölçü olamaz.
Aynı şekilde:
Melekleri göremeyiz, ama varlıklarını inkâr edemeyiz.
Ruhu göremeyiz, ama onsuz yaşam olmaz.
Allah’ı gözle göremeyiz, ama eserleriyle tanırız.
Demek ki göz, hakikatin tamamına erişemez. Gözün görmediğini inkâr etmek, ilim değil cehalettir.
SONUÇ: AKLI GÖZDEN, KALBİ MADDEDEN KURTARMALIYIZ
Hakikat, sadece madde değil, mânâ ile tamam olur. İnsanı insan yapan da, sadece et-kemik değil; akıl, ruh ve kalptir.
Bediüzzaman’ın dediği gibi:
> “Her şeyi maddede arayanların akılları gözlerindedir. Göz ise maneviyatta kördür.” Görmez.
Bu körlüğe düşmemek için:
Kalbimizi arındırmalıyız.
Aklımızı derinleştirmeliyiz.
Gözümüzle değil, basiretimizle bakmalıyız.
DUA İLE:
Ya Rabbi! Bize gözle değil, kalple gören bir bakış nasip eyle. Bizi maddenin içinde kaybolup, mânâyı inkâr edenlerden eyleme. Bizi ilminle tanıştır, hikmetinle buluştur, nurunla aydınlat. Amin.
ALLAH YERİNE İKAME EDİLEN MEÇHUL VE MATRÛD İNANÇ: TANRI
> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik… Tanrıyla barıştım.” (Cem Karaca)
Bu kısa ama derin itiraf, sadece bir sanatçının kişisel dönüşümünü değil; modern zamanların ruhî krizini, inançla savaşını ve sonunda hakikate meyil edişini yansıtır.
ALLAH DEĞİL DE “TANRI” DEMEK NEDEN BİR TERCİH OLDU?
“Tanrı” kelimesi Türkçedir. Ancak mesele kelimede değil, niyet ve muhtevada gizlidir. “Allah” ismi, İslam’ın en yüce ismi, Esmaü’l Hüsna’nın merkezi ve Kur’ân’ın kelâmı olan özel bir addır. Onun yerine soyut, muğlak ve şahsiyetsiz bir “tanrı” kavramını koymak, çoğu zaman Allah’ı inkâr edenlerin, Allah fikrini etkisizleştirme çabasıdır.
“Tanrı” kelimesi, Batı dillerindeki “god” gibi, mücerret, belli bir kimlikten yoksun, genellikle aklî bir “ilke” ya da metafizik bir güç olarak tanımlanır. Halbuki “Allah”, kendisini bize tanıtan bir zatın ismidir. Bütün isim ve sıfatlarıyla bize zatını bildiren ve kulluğa çağıran bir Rab’dir.
TARİHTE TANRIYLA İKAME GİRİŞİMLERİ
Tarih boyunca hakikî Allah inancı, hep bir “ikame” hareketiyle bozulmak istenmiştir:
Firavun, kendisini tanrı ilan etmişti: “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Naziat, 24)
Nemrut, ilahlık iddiasıyla İbrahim’i ateşe attı.
Yunan filozofları, tanrıları çoklaştırdı; Tanrı’yı aklî bir idea haline getirdi.
Batı aydınlanması, kilise zulmüne tepki olarak “Tanrı öldü” dedi (Nietzsche).
Modernizm, Allah’ı hayattan çıkardı; yerine “insanı”, “devleti”, “bilimi” ya da “tabiatı” tanrılaştırdı.
Ve nihayet ideolojiler çağı geldi: Marksizm’de “tarih”, pozitivizmde “madde”, kapitalizmde “para”, milliyetçilikte “ırk” tanrı yerine geçti. Bunlar Allah yerine ikame edilen meçhul ve matrûd (reddedilmiş) tanrılardı.
MATERYALİZMİN DİLİNDE ALLAH YOK, TANRI VARDI
Cem Karaca’nın şu sözü oldukça manidardır:
> “Biz materyalistler Allah’a inanmadığımız için tanrı derdik…”
Bu ifade, Allah isminin taşıdığı anlam yükünden duyulan bir rahatsızlığı ortaya koyar. Çünkü Allah dediğinizde bir muhatapla karşı karşıya gelirsiniz:
Sizi duyan,
Emir veren,
Sorgulayan,
Hesap soracak olan bir Rab…
Ama “tanrı” dediğinizde, soyut bir kavrama konuşmuş gibi olursunuz. Sorumluluk yok, hesap yok, emir yok.
ZİHNÎ VE RUHÎ BİR DÖNÜŞÜM: TANRIYLA DEĞİL, ALLAH’LA BARIŞMAK
Cem Karaca’nın “Tanrıyla barıştım” sözü aslında hakikati bulmaya giden bir yolda, kavramlar üzerinden yapılan bir barışı anlatır. Lakin bu barışın tam olabilmesi için “tanrı” ile değil, “Allah” ile barışmak gerekir.
Bu, sadece bir kelime değil; bir iman meselesidir.
Kur’an şöyle der:
> “O Allah ki, O’ndan başka ilah yoktur.” (Bakara, 255) “De ki: O Allah birdir.” (İhlas, 1)
Allah, sadece yaratıcı değil; yöneten, hükmeden, merhamet eden, bağışlayan, azap eden, adalet sahibidir. O’nun yerine konulan hiçbir şey bu bütünlüğü veremez.
SONUÇ: TANRI’DAN KURTULUP ALLAH’A DÖNMEK
Bugün dahi kimi zihinlerde, Allah’tan söz etmemek için “tanrı”, “yaratıcı”, “kutsal güç”, “evrensel enerji” gibi ifadeler kullanılır. Ancak bu ifadeler, ne iman oluşturur ne teslimiyet doğurur. Çünkü soyut bir varlığa boyun eğilmez.
> Allah, kavram değil; kul ile Rab arasında bir bağdır.
Tarih boyunca bâtıl yollar, Allah’ın adını silip yerine tanrılarını koymaya çalıştı. Ama her defasında hakikat galip geldi. Çünkü:
> “Hak geldi, bâtıl zail oldu. Zira bâtıl yok olmaya mahkûmdur.” (İsra, 81)
DUA İLE:
Allah’ım! Bizi senin ismini unutmuş, yerine başka kavramlar koymuş gafillerden eyleme. Seninle tanışmayı, seni tanımayı ve sana kulluk etmeyi bizlere nasip eyle. Zihinlerimizi tanrılarla değil, kalplerimizi Allah’la doldur. Amin
ÜÇ İNTİKAM KANCASI: FİKRÎ, HIRSÎ VE HİSSÎ İNTİKAMIN GÖLGESİNDE BİR YÜZYIL
Son yüz yıl, İslam dünyası için sadece toprak kayıpları, darbeler ve savaşlar dönemi değil; aynı zamanda bir ruhun kuşatma altına alınışıdır. Modernleşme ve Batılılaşma süsüyle örtülmeye çalışılan bu büyük operasyonun arka planında, çoğu zaman adalet değil intikam duygusu yön verici olmuştur.
Ama bu intikam, sıradan bir öç alma duygusu değil; düşünceye, iktidara ve toplumsal yapıya karşı sistematik saldırılar şeklinde tezahür etmiştir. Üç başlıkta toplayabiliriz: Fikrî intikam, hırsî intikam, hissî intikam…
1. FİKRÎ İNTİKAM: HAKİKATİN SUSTURULMASI
“Düşünce, kendi yurdunda sürgün edildi.”
Osmanlı’nın yıkılışıyla beraber, İslam dünyasında özellikle Türkiye’de fikrî bir tasfiye başladı. Bu, sadece siyasî bir rejim değişikliği değil, aynı zamanda bir medeniyetin fikir damarlarının kurutulması idi. Medrese kapatıldı, Arap harfleri yasaklandı, Risale-i Nur gibi eserler takibata uğradı. Âlimler ya idam edildi, ya susturuldu.
Burada amaç, sadece eskiyi yıkmak değil; düşünce üzerinden intikam almaktı. Hilafet kurumunun kaldırılması, ezanın Türkçeleştirilmesi, dinî vakıfların mal varlıklarının gasp edilmesi; sadece reform değil, bir zihniyetin derin öfkesinin yansımasıydı.
Bu dönemde İslam, sadece muhalif değil, “tehlikeli” ilan edildi. Modern akılcı düşünce adına yapılan bu müdahaleler, aslında bir medeniyetin ilme, irfana ve imana karşı bir intikam hareketiydi.
> “İlim Çin’de bile olsa alın” diyen bir dinin çocukları, kendi medreselerinden kaçmak zorunda kaldı.
2. HIRSÎ İNTİKAM: MAKAM, MAL VE MENFAATİN İLAH EDİLMESİ
“Hak batıl için değil, hırs için çiğnendi.”
Müslüman dünyada yüzyıl boyunca birçok lider, halka değil; hırslarına hizmet etti. İslam coğrafyasını yöneten despotlar, halkın inancını bastırarak, kendi zenginliğini ve iktidarını korumaya çalıştı.
Saddam Hüseyin, Hafız Esed, Kaddafi gibi diktatörler; İslam adına değil, kendi tahtları adına binlerce insanın canını aldı. Türkiye’de de benzer şekilde siyasî elitlerin bir kısmı, dine mesafeli oldukları halde, dini kontrol altında tutarak menfaatlerine kalkan yaptı.
Bu süreçte ahlak, liyakat, sadakat gibi kavramlar yok sayıldı. Adalet yerine “adamcılık”, hak yerine “rant” öne çıktı.
> Hırsın iktidara döndüğü yerde, adalet zulüm kılığına girer.
Hırsî intikam, sadece bireysel değil, kurumsal bir yapıya büründü. Halkın değerlerine düşman olanlar, bu değerleri kullanarak halkı sömürmeye başladı. Yani intikamın en çirkin şekli, kutsallar üzerinden yapılanıydı.
3. HİSSÎ İNTİKAM: NEFRET ÜZERİNE KURULU YENİ BİR DÜNYA
“Sevgi yerine öfke, tebliğ yerine linç öne çıktı.”
İslam’ın rahmet yüklü mesajı yerine, yüzyıl boyunca İslam dünyasında birbirini suçlayan, tekfir eden, ötekileştiren gruplar çoğaldı. Mezhepçilik, etnikçilik, ideolojik kutuplaşmalar; kardeşlik ahlakını zedeledi. Bunun ardında ise duygu yüklü, ama akıldan uzak bir intikam kültürü vardı.
Özellikle cemaatler ve tarikatlar arasındaki çatışmalar, bir rekabet değil, bir his savaşına dönüştü. “Benimki doğru, seninki bâtıl” anlayışı, ümmeti parçaladı. Halbuki Kur’an şöyle diyordu:
> “Ey iman edenler! Kendi aranızda Allah için adil olun.” (Maide, 8)
Ama bu ayet, öfke duvarlarının ardında kayboldu. Sosyal medya çağında hissî intikam, artık dijital linç, algı operasyonu ve karalama kampanyalarıyla devam ediyor.
> Bugünün en büyük hastalığı: Düşünmeden hüküm vermek, araştırmadan mahkum etmek.
SONUÇ: İNTİKAM DEĞİL, ISLAH VAKTİDİR
Yüz yıllık bu intikam zinciri, artık kırılmalı. Fikren ilimle, hırsen kanaatle, hissî olarak merhametle donanmak zorundayız. Aksi takdirde:
> “İntikamla hareket eden, zalim olur. Islahla hareket eden, rahmet olur.”
İslam dünyasının yeniden ayağa kalkışı; fikrî öçlerden arınmış, hırsını adalete kurban etmiş, duygularını rahmetle yoğurmuş nesillerle olacaktır.
Dua ile:
Allah’ım, bize intikam duygusuyla değil, adalet şuuru ve hikmet nazarıyla bakan bir basiret ver. Kalplerimizi intikam değil, ıslah duygusuyla doldur. Fikrimizi doğru, hırsımızı dizginli, hislerimizi dengeli eyle. Amin.
İnsan, yaratılışı (fıtratı) ve tabiatı gereği bir yolda yürür. Kur’an-ı Kerim’de, İsra Suresi’nin 84. ayetinde Cenab-ı Hak şöyle buyurur: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.”
Bu ilahi beyan gösteriyor ki herkesin hayat çizgisi, ruhundaki asli mayaya, iç dünyasındaki yoğruluşa dayanır. İnsan ne yaparsa yapsın, özünden gelen istikameti inkâr edemez. Nasıl ki bir arı, hangi çiçeğe konsa da bal yapar; bir yılan da hangi pınardan içse zehir üretir. Her varlık, içindeki cevherin gereğini dış dünyaya akıtır.
Nitekim atalarımız da bu gerçeği özlü sözlerle dile getirmiştir: “Küllü şey’in yerciu ila aslihi” — Her şey aslına rücu eder. “Katranı kaynatsan olur mu şeker, cinsine yandığım cinsine çeker.” Özü kara olan, en parlak suyun içinde bile beyazlaşmaz. Zahirde bir değişim gözükse de, hakikatte kişi fıtratına uygun bir sonuca varır.
*********
Fıtratın bu kaçınılmaz gerçeği, hem bir müjde hem de bir ikazdır:
Eğer insanın özü doğru, temiz ve sadıksa; zamanla o fıtrat ne kadar bozulmaya çalışılsa da hakikate meyleder.
Eğer insanın içi fesatla, nefsaniyetle yoğrulmuşsa; ne kadar güzel söz işitse de, yine kendi bataklığına sürüklenir.
Bu bakışla, dünya hayatı büyük bir imtihan sahasıdır. İnsan, fıtratını doğru koruyarak, özündeki iyiliği besleyerek yaşarsa, Rabbi’nin hoşnutluğuna ulaşır. Yok eğer, nefsinin karanlık tarafına kulak verir, kendi içinde taşıdığı kötü eğilimleri serbest bırakırsa, hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrar.
Bu yüzden, insan için en önemli işlerden biri özünü tanımak ve fıtratına sadık kalmaktır. Yani, içindeki iyilik tohumlarını sulamak; nefsin ve şeytanın fısıltılarına karşı bilinçli bir mücadele vermektir.
Çünkü sonunda herkes kendi özüyle yüzleşecek. Ve kimin doğru bir yolda olduğu, en doğru hüküm sahibi olan Rabbin terazisinde ölçülecek.
Son Söz: İnsanın hakikî değeri, fıtratının peşinden nasıl gittiğiyle ölçülür. O halde dua edelim ki; Rabbimiz bize kendi özümüzü temiz tutmayı, hakka meyleden bir kalp ile yaşamayı nasip etsin.
*******
Fıtratın İzinde: İnsanın Aslına Yolculuğu
1. Fıtrat: İnsanın Görünmeyen Yolu
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)
Her insan, içinde taşıdığı bir yaratılış haritası ile dünyaya gelir. Bu harita; huylarını, eğilimlerini, tercihlerinin yönünü belirler. Tıpkı bir tohum gibi:
Toprağa düşen her tohum, içinde hangi meyvenin kodunu taşıyorsa, zamanı gelince onu verir.
Bir incir çekirdeğinden zeytin ağacı çıkmaz; bir diken tohumundan gül açmaz.
İnsan da hayat yolculuğunda, fıtratının izini sürerek ya kemâle erer ya da kendi karanlığında kaybolur.
> “Küllü şey’in yerciu ila aslihi.” Her şey aslına döner, ne kadar değişmiş görünse de.
********
2. Özün Ruhu: Arı mı, Yılan mı?
Hikâyeye kulak verelim:
Bir gün, bir arı ve bir yılan aynı kaynaktan su içmeye giderler.
Arı o sudan içip bal üretir.
Yılan da o sudan içip zehir üretir. Su birdir, kaynağı aynıdır, fakat her biri kendi özünün rengini dünyaya sunar.
İşte insan da böyledir:
Gördüğü, yaşadığı, duyduğu her şey onun fıtratında şekillenir.
Kimisi iyiliği çoğaltır, kimisi kötülüğü büyütür.
“Katranı kaynatsan olur mu şeker, Cinsine yandığım cinsine çeker.”
Zahirde güzelleşse de, gönüldeki asıl maya ortaya çıkar.
*******
3. İki Yol: Nefsin Peşinden mi, Fıtratın İzinden mi?
İnsan önünde iki yol bulur:
Biri, fıtratının temiz çağrısına kulak verip sabırla, doğrulukla, güzellikle yürüdüğü yoldur.
Diğeri, nefsinin hevâsına kapılıp kendi karanlık kuyularında kaybolduğu yoldur.
Mesele, dış şartlardan çok, iç sesine hangi kulağı verdiğindir. Arı balı nerede yaparsa yapsın, özü tatlılıkla doludur. Yılan da ne içerirse içsin, doğasına uyar ve zehri dışa vurur.
> “Sen hangi kapıyı çalarsan çal, kapının ardında aslında kendinle karşılaşırsın.”
********
4. Hakiki Başarı: Fıtratın Kıymetini Bilmek
İnsana düşen, kendi özüne sadık kalmak; fıtratındaki güzellikleri kirletmemektir. Bu da ancak ibadetle, sabırla, güzel ahlakla mümkündür.
Çünkü fıtratını koruyan insan:
İmtihanlar karşısında eğilmez, Menfaat uğruna özünden taviz vermez, Nefsinin geçici isteklerine kapılıp öz cevherini çürütmez.
Fıtratına sahip çıkan insan, eninde sonunda Rabbinin rızasına erişir.
Sonuç: Özünde Ne Varsa Ona Döneceksin
Hayat bir aynadır. İçinde ne varsa, dışına o yansır. Fıtratın kıymetini bilenler, sonunda cennetin kapılarını aralar. Fıtratına ihanet edenler ise, kendi elleriyle hüsrana sürüklenir.
> “Ey insan! Özünde var olanı koru ki, Rabbinin huzurunda özünle şereflenebilesin.”
*******
Fıtratın Yankısı: Arı mı Yılan mı?
Gözlerini yeni açmış bir dünya düşün. Toprağın bağrından çıkan nice tohumlar var: Bazıları rengârenk çiçeklere dönüşür, bazıları ise dikenli çalılara. İkisi de aynı yağmurla sulanır, aynı güneşle beslenir. Ama her biri, içine konulan kaderi yaşar.
İşte insan da böyledir.
Kur’an şöyle seslenir: “De ki: Herkes fıtrat ve mizacına göre amel eder. Fakat kimin daha doğru bir yolda olduğunu en iyi Rabbiniz bilir.” (İsra, 84)
İnsan, hangi meyveyi taşıyorsa içinde, zamanı geldiğinde onu sunar dünyaya.
> Küllü şey’in yerciu ila aslihi. Her şey, sonunda özüne döner.
********
Bir Arı ve Bir Yılanın Hikâyesi
Bir gün, aynı kaynaktan su içen bir arı ve bir yılan karşılaşmış. Arı, aldığı o saf sudan en tatlı balı üretmiş. Yılan ise, aynı sudan zehir akıtmış.
Su birdi, kaynak birdi… Fakat sonuç, her birinin özüne göre tecelli etti.
Arı balı taşıdı, yılan zehri. İkisi de kendini verdi dünyaya.
İnsan da yaşadıklarından, öğrendiklerinden; ya bal gibi merhametler, doğruluklar üretir… Ya da zehir gibi kin, haset ve zulüm.
> “Katranı kaynatsan olur mu şeker, Cinsine yandığım cinsine çeker.”
*********
Bir Sefer Hikâyesi
Bir seferberlik zamanında, iki asker vardı: Biri tecrübeli, biri acemi.
Tecrübeli asker, talimine sarıldı. Çünkü biliyordu ki, padişah onu doyurur, giydirir, korur. Onun görevi sadece verilen emirleri en güzel şekilde yapmaktı.
Öteki acemi asker ise, aç kalırım korkusuyla taburu terk etti, çarşılarda nafaka peşinde koşturdu. Kendi rızkını ararken, vazifesini unuttu. Sonunda hem aç kaldı hem de asilik cezası yedi.
Kendi hevasına sapan, dünyevî hırsların peşinde koşan ise, hem bu dünyada hem öbür dünyada kaybeder.
***********
İnsan, Kendi Aslını Yaşar
Fıtrat bir kandil gibidir. Kimi o kandili Kur’an’la, ibadetle, güzel ahlakla parlatır. Kimi de onu nefsiyle, tutkularıyla söndürür.
O yüzden:
Kalbinde iman tohumu olan, zamanı geldiğinde rahmet meyvesi verir.
Kalbinde inat ve kibir tohumu olan ise, zamanı geldiğinde hüsran dikenleri yetiştirir.
> “Ey insan! Hangi fidanı dikersen, onun meyvesini yiyeceksin. Hangi yolda yürürsen, onun sonuna varacaksın.”
Son Söz
Dünya bir tarladır, insan ise bir çiftçi. Kim özüne sadık kalır, kim fıtratının sesine kulak verirse, Arı gibi bal üretir, Ağaç gibi meyve verir.
Kim de özünü kirletirse, Yılan gibi zehir saçar, Diken gibi batar.
Ve her şey sonunda aslına döner.
> “Özünü unutma ey insan! Çünkü Rabbin seni özünde tertemiz yarattı.”
********
Fıtratın Sırrı: Bir Arı, Bir Yılan ve Bir Çocuk
Evvel zaman içinde, güzel bir bahçenin kenarında, küçük bir çocuk yaşarmış. Bahçede çeşit çeşit ağaçlar, çiçekler, böcekler bulunurmuş. Bir gün çocuk, su içmeye gelen bir arı ile bir yılanı aynı anda görmüş.
İkisi de aynı berrak sudan içmiş. Çocuk hayretle sormuş:
> “Siz aynı sudan içtiniz. Arı sen bal yapıyorsun, yılan sen ise zehir saçıyorsun. Neden böyle?”
Arı kanatlarını titreterek demiş ki:
> “Çünkü ben bal için yaratıldım.” “Benim fıtratım, içime konan rahmetle dolu.”
Yılan da hırlayarak cevap vermiş:
> “Ben de zehir için yaratıldım. İçim başka bir şey bilmiyor.”
Çocuk şaşırmış. Ve o gün anlamış ki: Herkes özüne göre davranır.
İnsanın İmtihanı
İşte insan da böyle… Aynı havayı solur, aynı güneşin altında yaşar. Ama biri arı gibi hayat verir; diğeri yılan gibi zarar verir.
Kur’an-ı Kerim bunu açıkça söyler: “De ki: Herkes kendi fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsra, 84)
Çünkü:
Küllü şey’in yerciu ila aslihi. Her şey aslına döner.
Katranı kaynatsan olur mu şeker? Olmaz. Cins, cinsini çeker.
*********
Hayatın İçindeki Fıtrat İmtihanı
Tıpkı bir seferdeki iki asker gibi:
Biri devletin (yani Rabbin) emrine güvenerek, sadece vazifesine sarılır: İbadet eder, doğru yaşar.
Diğeri korkuya kapılır, nefsinin peşine düşer: Vazifeyi unutur, dünya sefasının peşinde kaybolur.
Biri sonunda mükafat alır, Diğeri cezalandırılır.
İnsanın fıtratı temizdir. Ruh, aslen nurdan yaratılmıştır. Ancak nefis ve şeytan, onu kirletmek ister.
Kimi özüne sahip çıkar, Kimi fıtratını satar.
*******
Bir Damla Su Gibi
İnsan, tıpkı o berrak su gibi doğar: Temiz, saf ve lekesiz.
Ama su, hangi kaba dökülürse onun şeklini alır. Temiz bir kâsede durursa, berrak kalır. Pis bir çukura dökülürse, kirlenir.
Sen hangi kabı seçersen, onun insanı olursun.
Son Söz
Ey insan! Özünde arı gibi bal üretme yeteneği var. Özünde yılan gibi zehir de saklı.
Hangisini büyütürsen, hayatın o olur. Dünyaya ya şifa saçarsın ya da zehir.
> “Fıtratına sahip çık. Çünkü Allah seni temiz yarattı. Ve O, seni bal için seçmişti.”
*********
Hikmetli Dua
> “Ey kalpleri çeviren Rabbim! Bizi fıtratımızın berrak yolundan ayırma. Nefsimizin karanlık kuyularına düşürme. Ruhumuza konan balı çoğalt, İçimizdeki zehri rahmetinle temizle. Bizi kendine layık bir kul eyle. Amin.”
Kapanış Vecizesi
> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür. Hayat ise, o sözü tutmakla güzelleşir.”
*********
ÖZETLE:
Fıtratın Sırrı: Bal mı, Zehir mi?
Bir çocuk, su içen bir arı ve bir yılanı seyreder. Aynı sudan içiyorlar; biri bal yapıyor, diğeri zehir saçıyor. Çocuk sorar: “Aynı sudan içtiniz. Neden farklı şeyler üretiyorsunuz?”
Arı der: > “Çünkü bal için yaratıldım.”
Yılan ise: > “Ben de zehir için yaratıldım.”
Çocuk anlar: Herkes özüne göre davranır.
İnsanın Yolu
İnsan da böyle: Aynı hayatta yaşar. Kimi şifa olur, kimi zarar.
Kur’an buyurur:
> “De ki: Herkes fıtratına göre amel eder. Kimin doğru yolda olduğunu Rabbiniz daha iyi bilir.” (İsra, 84)
Çünkü: Her şey aslına döner. Katranı kaynatsan şeker olmaz.
Hayat İmtihanı İki asker gibi: Biri vazifesine sarılır: Kurtulur. Diğeri nefse uyar: Ziyan olur.
İnsan: Bal üretmek için yaratıldı. Zehir saçmak için değil.
Son Dua
> “Ey kalpleri çeviren Rabbim! Bizi fıtratımızın berrak yolunda sabit kıl. Nefsimizin karanlıklarına düşürme. Ruhumuza bal olan iyilikleri artır, İçimizdeki zehirleri rahmetinle temizle. Amin.”
Veciz Kapanış
> “Fıtrat, insanın Allah’a verdiği ilk sözdür. Hayat, o sözü tutmakla güzelleşir.”
“Zâlim, yeryüzünde Allah’ın adâletidir. Allah onunla (başkalarından) intikâm alır. Sonra (döner), ondan da intikâmını alır.” (Keşfu’l-Hafâ, 2/64)
İnsanlık tarihi, zalimlerin ve mazlumların hikâyesidir. Her çağda zulüm edenler olduğu gibi, onların eliyle imtihan edilen toplumlar da olmuştur. Lakin çoğu zaman unutulan büyük bir hakikat vardır: Zalim, sadece bir fail değil, bazen bir musibettir. Bazen Allah’ın gadap kamçısı, adalet tokadıdır.
Zulüm; Allah katında haram, kul katında azaptır. Fakat bazen bu azap, başka bir zulmün kefareti olur. Zulmün arkasındaki kaderî el, kimi zaman ibretle, kimi zaman hikmetle işler.
Kur’an’da Zulüm ve İlahi Adalet
Kur’an-ı Kerim, birçok ayette zalimlerin sonunun perişan olacağını bildirir:
> “Zalimler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında göreceklerdir.” (Şuara, 227)
> “Allah, zalim toplumu asla doğru yola iletmez.” (Bakara, 258)
Ama aynı Kur’an, zalimlerin kimi zaman Allah’ın kaderiyle hüküm sürdüğünü de anlatır. Örneğin, Firavun sadece bir tiran değil, aynı zamanda İsrailoğulları’nın isyanları, dünyevileşmeleri ve şımarıklıklarına bir karşılık olarak gönderilmiş bir musibettir. Hz. Musa (as), onun karşısında hak ile durur, ama onun gelişi bir anlamda bir uyarıdır.
Zulüm, Sadece Zalimden Değil, Mazlumdan Da Kaynaklanabilir
İmam Gazali der ki: “Mazlumların zulmü, zalimlerin varlığıdır. Eğer insanlar Allah’ın dinine sarılsalardı, Allah onlara Firavunları musallat etmezdi.”
Bir millet, adaleti terk ederse, Allah onlara zulmü musallat eder. Tıpkı bir vücuttaki mikroplar gibi… Zalim, bozulmuş bir bünyeye saldıran virüs gibidir. Toplumun manevi direnci düştükçe, zalimin etkisi artar.
Tarih Boyunca Zulmün Gölgesindeki Hikmetler
1. Nemrud ve Hz. İbrahim (as):
Nemrud, sadece bir kibir sembolü değil; aynı zamanda bir toplumun putperestliğine, dünyevîleşmesine ve zulme razı oluşuna karşı gelen bir kamçıydı. Onun yıkılışı ise, sadece bireysel bir cezalandırma değil, ilahi adaletin mutlaklığının göstergesiydi.
2. Emevîlerin Sert Yönetimi:
Emevîler döneminde, özellikle Ehli Beyt’e karşı yapılan zulümler, halkta derin yaralar açtı. Ancak bu zulümler, zamanla ümmetin bilinçlenmesine ve adaleti yeniden arzulamasına vesile oldu. İmam Hüseyin’in Kerbela’daki şehadeti, bir trajedi olduğu kadar, bir diriliş çağrısıydı.
3. Moğol İstilası:
Abbasîler’in lüks, israf ve halktan kopuk yönetimi; sonunda Moğol istilasını getirdi. Bağdat harap oldu, kütüphaneler yakıldı, âlimler kılıçtan geçirildi. Ama bu yıkım, İslam dünyasında yeniden bir toparlanmanın miladı oldu. Anadolu’ya gelen ilim adamları, Osmanlı’nın temelini attı.
4. Osmanlı’nın Çöküşü ve Modern Zalimler:
Osmanlı’nın son dönemlerinde adaletin zayıflaması, rüşvetin artması ve halktan uzaklaşma, Batılı devletlerin işgaline zemin hazırladı. Sonra gelen modern despotlar —Saddam, Esed, Kaddafi gibi— kimi zaman kendi halkının günahlarının bedeli olarak hüküm sürdü. Ama hiçbir zalim ebedi kalamadı; hepsi sonunda Allah’ın adaletine uğradı.
Zalimle İmtihan: Sabır mı, Kıyam mı?
Zulümle geçen her gece, hesabı ağır bir mahşer sabahıdır.
Zalime karşı durmak bir farz; ama toplumun kendini düzeltmesi de aynı derecede önemlidir. Çünkü Allah şöyle buyurur:
> “Bir topluluk kendilerini değiştirmedikçe, Allah onların halini değiştirmez.” (Ra’d, 11)
Yani zalimi yıkmak değil, zulmün doğduğu zemini düzeltmek daha esaslı bir çabadır.
Sonuç: Zalim, Aynada Görülen Çirkin Suretimiz Olabilir
Zalim; bazen bir şahıs, bazen bir rejim, bazen de kendi nefsimizdir. Onun varlığına sadece kızmak değil, onun ortaya çıkış nedenini sorgulamak gerekir. Belki o, bizim gafletimizin, adaletsizliğimizin, şımarıklığımızın, duaya küsmüş ellerimizin bir yansımasıdır.
Ama müjdedir ki:
> “Zalimlerin sonu hüsrandır.” (Bak.Kasas, 5)
Ve hikmet şudur: “Allah, zalimi zalimle cezalandırır; ama sonunda her iki zalim de adaletin terazisinde hesap verir.”
İbret ve Dua:
Ey Rabbimiz! Bizi ne zalim eyle, ne de zulme rıza gösterenlerden… Bize adaletle yöneten, merhametle muamele eden önderler nasip eyle. Ve bizleri, zulümle sınandığımızda, hikmeti fark edenlerden kıl…
İnsan, sadece kendisinden ibaret olmayan bir varlıktır. Varlığı; geçmişten gelen bir mirasın taşıyıcısı ve geleceğe doğru akan bir neslin temsilcisidir. Kur’ân-ı Kerîm, bu geniş perspektifi bize özellikle aile ve zürriyet ekseninde sıkça hatırlatır. Zira iman, sadece bireysel bir kurtuluş gayreti değil; aynı zamanda bir neslin inşa sürecidir.
“Rabbim! Beni ve soyumu namazı dosdoğru kılanlardan eyle.” Hz. İbrahim’in (as) şu duası, insanlığın en temel duası haline gelmiştir: “رَبِّ اجْعَلْن۪ي مُق۪يمَ الصَّلٰوةِ وَمِنْ ذُرِّيَّت۪يۗ رَبَّـنَا وَتَقَبَّلْ دُعَٓاءِ” “Rabbim! Beni ve soyumu namazı hakkıyla kılanlardan eyle. Rabbimiz! Duamı kabul buyur.” (İbrahim, 40)
Bu dua, sadece bireysel bir ibadet hassasiyeti değil; aynı zamanda ailede ilahi disiplinin, kulluğun ve ahlâkın yerleşmesini arzular. Çünkü bir evde namaz varsa, o evde huzur vardır; namazın olduğu bir kalpte Allah korkusu, merhamet ve vakar vardır.
Aile, Bir Duanın Kabuğunda Büyür Kur’ân’da takva ehlinin bir özelliği şöyle tasvir edilir:
“وَالَّذ۪ينَ يَقُولُونَ رَبَّنَا هَبْ لَنَا مِنْ اَزْوَاجِنَا وَذُرِّيَّاتِنَا قُرَّةَ اَعْيُنٍ وَاجْعَلْنَا لِلْمُتَّق۪ينَ اِمَاماً” “Rabbimiz! Bize eşlerimizden ve zürriyetimizden göz aydınlığı olacak kimseler lütfet ve bizi takva sahiplerine önder kıl.” (Furkan, 74)
Bu dua, sadece iyi bir eş ve hayırlı evlat istemek değil; göz aydınlığı olacak, insanı dünyada sevindirecek ve ahirette yüzünü güldürecek bir aile özlemini ifade eder. Aynı zamanda bu neslin sadece hayırlı değil, takva önderleri olması temennisidir. Yani Müslüman, sadece çocuklarının başarılı ya da toplumda saygın olmasını istemez; onların Allah’a karşı sorumluluk bilincinde, toplumu takva üzere inşa eden insanlar olmasını arzular.
Zürriyet, Emanettir ve Mesuliyettir Zürriyet, sadece biyolojik bir bağ değildir. Allah’ın insana verdiği en büyük imtihanlardan biridir. Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürünüzden sorumlusunuz.” (Buhari, Ahkâm, 1)
Ebeveyn olmak sadece sevgi ve ilgi değil; aynı zamanda örnek olmayı, öğüt vermeyi ve yaşatarak öğretmeyi gerektirir. Nice anne-baba vardır ki çocuklarına en güzel isimleri vermiştir, ama onları namazla, Kur’ân’la, ahlakla tanıştırmamıştır. Ve nice aile vardır ki, küçük bir evde, sade bir hayat içinde Allah’a dost nesiller yetiştirmiştir.
Bir Nesli İhmal Eden, Geleceğini Kaybeder Toplumların çözülüşü çoğu zaman aile yapısının bozulmasıyla başlar. Aile çözülünce nesil bozulur; nesil bozulunca toplum dağılır. Bu yüzden şeytanın en büyük hedefi aileyi dağıtmaktır. Zira şeytan bilir ki, bir çocuğun en sağlam kalesi annesi ve babasıdır.
Dua İle Başlayan Nesil, Rahmetle Devam Eder Hz. Zekeriyya’nın şu duası da bu hikmete işaret eder: “Rabbim! Bana tarafından tertemiz bir nesil ihsan et. Şüphesiz ki Sen duayı işitensin.” (Âl-i İmrân, 38)
Dua ile başlayan her aile, Allah’ın rahmetiyle kuşatılır. Evlatlar sadece sevgiyle değil, dua ile de beslenmelidir. Her gecenin sonunda, her namazın ardından yapılan bir dua, çocukların kalbine ilahi bir nur gibi yerleşir.
Sonuç:
Aile, sadece dünyevi bir birliktelik değil; ahiret yolculuğunun da ilk durağıdır. İyi bir eş, hayırlı evlatlar, salih bir zürriyet… Hepsi, bu dünyadaki en büyük imtihanımız ve en kıymetli servetimizdir. Kur’ân’ın bize öğrettiği bu dualar, sadece istemek için değil, yaşamak için de birer rehberdir. Ve unutmayalım: “Salih bir evlat, öldükten sonra dahi amel defterini açık tutar.”
O halde ne mutlu ailesine dua eden, ailesi için yaşayan ve ailesini Allah’a kullukta bir cemaat kılanlara…