WWW.TESBİTLER.COM SİTEM HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME

WWW.TESBİTLER.COM SİTEM HAKKINDA GENEL BİR DEĞERLENDİRME


Mehmet Özçelik tarafından oluşturulan ve “Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi” adını taşıyan bir dijital platformun içeriğini yansıtmaktadır. Bu platform, İslam dini, Kur’an, hadisler, İslami eserler, eğitim, tarih, kültür ve güncel konular hakkında geniş bir bilgi arşivi sunmayı amaçlamaktadır.

### 1. Platformun Genel Amacı ve Kimliği

– **Platformun Adı ve Sahibi**: “Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi”, Mehmet Özçelik tarafından yönetilen bir dijital içerik platformudur. Mehmet Özçelik, kendisini bir yazar, araştırmacı ve içerik üreticisi olarak tanımlamaktadır. Platform, İslam dini ve kültürüne dair bilgi paylaşımı yapmayı hedeflemektedir.
– **Web Adresi**: Platformun ana web sitesi `[http://www.tesbitler.com`]www.tesbitler.com` olarak belirtilmiştir. Ayrıca, `[http://www.mehmetözçelik.com.tr`]www.mehmetözçelik.com.tr` adresi de platformun bir parçası veya bağlantılı bir site olarak görünmektedir.
– **Dil ve Erişim**: Platform, “Sitemiz Tüm Dillerde” ifadesiyle uluslararası bir kitleye hitap etmeyi amaçladığını vurgulamaktadır. Bu, içeriğin farklı dillere çevrilmiş olabileceğini veya çeviri araçlarıyla erişilebilir olduğunu gösterebilir.
– **Mobil Uygulama ve Radyo**: Platform, mobil uygulama (`Google Play` üzerinden erişilebilir) ve 24 saat yayın yapan bir radyo hizmeti (`Radyo Mehmet Özçelik`) sunmaktadır. Ayrıca, masaüstü radyo player indirme seçeneği de mevcuttur.

### 2. İçerik Yapısı ve Kategoriler

Belge, platformun geniş bir içerik yelpazesine sahip olduğunu göstermektedir. İçerik, farklı kategoriler altında organize edilmiştir ve hem yazılı hem de sesli/video formatlarında sunulmaktadır. Aşağıda, platformun ana içerik kategorileri ve öne çıkan özellikleri detaylı bir şekilde açıklanmıştır:

#### a) Ana Kategoriler
Platformun içeriği, İslam dini, tarih, eğitim, kültür ve güncel olaylar gibi çeşitli konuları kapsamaktadır:

– **Bediüzzaman Risale-i Nur (814)**: Risale-i Nur Külliyatı’na odaklanan içeriklerin en büyük kategoriyi oluşturduğu görülmektedir. Bu, platformun Said Nursi’nin eserlerine özel bir önem verdiğini gösteriyor.
– **CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBET VE YAZILARI (505)**: Yapay zeka teknolojileri ve özellikle ChatGPT ile ilgili içeriklere yoğun bir şekilde yer verilmiştir. Bu, platformun modern teknolojilere olan ilgisini ve bu teknolojilerin dini içerikle ilişkilendirilmesi çabasını yansıtmaktadır.
– **YOUTUBE VIDEOLARIM ve SON YAZILARIM (809)**: Mehmet Özçelik’in YouTube platformunda paylaştığı videolar ve son yazılar bu kategoride yer almaktadır. Bu, platformun multimedya içerik üretimine önem verdiğini göstermektedir.
– **Kur’an Denizinden Damlalar (91)**: Kur’an-ı Kerim’den alıntılar, yorumlar ve tefsirler bu kategoride paylaşılmaktadır.
– **İslam ve İslam Esasları (19)**, **İslamda Kadın ve Aile (31)**, **İbadetler ve Dini Hayat (52)**: İslam dininin temel prensipleri, ibadetler ve aile hayatı gibi konulara odaklanan içerikler.
– **Yahudilik ve Hristiyanlık (14)**: Diğer dinler hakkında bilgi veren bir kategori.
– **Sosyal Hayat (34)**, **Tarih ve Osmanlı (5)**: Toplumsal meseleler ve Osmanlı tarihi gibi konuları kapsayan içerikler.
– **Tenvirler (237)**, **Tesbitler (86)**, **Teshisler (402)**: Mehmet Özçelik’in özgün analizlerini, yorumlarını ve tespitlerini ihtiva eden kategoriler.

#### b) Multimedya ve Sesli İçerikler
Platform, yazılı içeriklerin yanı sıra sesli ve video formatında içerikler de sunmaktadır:
– **Sesli Risale-i Nur**: Risale-i Nur Külliyatı’nın sesli versiyonları, farklı formatlarda (örneğin, AMR formatında) indirilebilir şekilde sunulmaktadır. Bu içeriklere Mega.nz gibi bulut depolama hizmetleri üzerinden erişim sağlanmaktadır.
– **Sesli Meal (Hasan Basri Çantay)**: Kur’an-ı Kerim’in Hasan Basri Çantay tarafından yapılan mealinin sesli versiyonu, Mehmet Özçelik tarafından okunmuş ve farklı formatlarda sunulmuştur.
– **Video Arşivi**: YouTube ve Telegram üzerinden erişilebilen video içerikler, özellikle “Kur’an Denizinden Damlalar” gibi serilerle dikkat çekmektedir.
– **Radyo Hizmeti**: 24 saat yayın yapan “Radyo Mehmet Özçelik”, kullanıcıların dini içeriklere sürekli erişim sağlamasını amaçlamaktadır.

#### c) Arama Sonuçları ve Anahtar Kelimeler
Platform, belirli anahtar kelimeler için arama sonuçları sunmaktadır. Örneğin:
– **İrfan**: 6 sonuç
– **Melek**: 124 sonuç
– **Vahiy**: 281 sonuç
– **Şeytan**: 99 sonuç
– **Günah**: 187 sonuç
Bu arama sonuçları, platformun İslam diniyle ilgili belirli kavramlara odaklandığını ve kullanıcıların bu kavramlar hakkında detaylı bilgi edinebileceğini göstermektedir.

#### d) Güncel ve Tarihi Konular
Platform, sadece dini içeriklerle sınırlı kalmamakta, aynı zamanda güncel ve tarihi konulara da yer vermektedir. Örneğin:
– **6 Şubat Depremi**: Türkiye’de 2023 yılında yaşanan deprem felaketiyle ilgili içerik.
– **Gazze ve İsrail Vahşeti – Yahudilik**: Filistin-İsrail çatışması ve Yahudilikle ilgili analizler.
– **Eğitim ve Sanatta Yahudi Etkisi**: 1935 yılında Türkiye’ye gelen Yahudi akademisyenler ve eğitim sistemine etkileri hakkında detaylı bir inceleme.

### 3. Öne Çıkan İçerikler ve Temalar

Belge, platformun içeriklerinden bazılarını detaylı bir şekilde ele almaktadır. Aşağıda, bu içeriklerden bazıları ve temel temaları açıklanmıştır:

#### a) Kur’an-ı Kerim ve Tefsir
– Platform, Kur’an-ı Kerim’den alıntılar, mealler ve tefsirler sunmaktadır. Örneğin, “İrfan” ve “Melek” kelimeleri için yapılan aramalar, ilgili ayetlerin detaylı açıklamalarını içermektedir.
– **İrfan**: Kur’an’da “ma’ruf” kavramıyla ilişkilendirilen irfan, iyilikle emretme ve kötülükten sakındırma anlamında kullanılmıştır (örneğin, Âl-i İmrân Suresi 114. Ayet).
– **Melek**: Meleklerle ilgili 124 ayet listelenmiş ve meleklerin Allah’ın emriyle hareket eden varlıklar olduğu vurgulanmıştır (örneğin, Bakara Suresi 30-34. Ayetler).

#### b) Cehennem ve Kafirlerin Azapları
– Belge, “Adalet mi Merhamet mi?” başlıklı bir bölümde, cehennem ve kafirlerin azaplarıyla ilgili ayetler ve hadisler paylaşmaktadır. Örneğin:
– **Bakara Suresi 161-162**: Kafirlerin ebedi olarak cehennemde kalacağı ve azaplarının hafifletilmeyeceği belirtilmiştir.
– **Nisâ Suresi 56**: İnkarcıların derilerinin sürekli yenilenerek azap çekeceği vurgulanmıştır.
– Bu bölüm, İslam’da adalet ve merhamet kavramlarının dengesini de tartışmaktadır. Allah’ın hem adil hem de merhametli olduğu, adaletin hakların korunmasını, merhametin ise affetmeyi sağladığı ifade edilmiştir.

#### c) Güncel Olaylar ve Teknoloji
– Platform, güncel olaylara ve teknolojilere de yer vermektedir. Örneğin, “CHATGPT VE YAPAY ZEKA SOHBET VE YAZILARI” kategorisi, yapay zeka teknolojilerinin dini içerikle ilişkilendirilmesi çabasını yansıtmaktadır.
– 6 Şubat 2023 depremi ve Gazze’deki çatışmalar gibi güncel olaylar da platformun gündeminde yer almaktadır.

### 4. Hedef Kitle ve Kullanım Alanları

– **Hedef Kitle**: Platform, İslam dini ve kültürüne ilgi duyan, özellikle dini eğitim almak isteyen bireyleri hedeflemektedir. Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’na özel bir vurgu yapıldığı için, bu eserlere ilgi duyan Nurcular ve dini cemaatler de önemli bir hedef kitleyi oluşturabilir. Ayrıca, güncel olaylar ve teknolojiye ilgi duyan daha geniş bir kitleye de hitap etmeye çalışmaktadır.
– **Kullanım Alanları**:
– **Dini Eğitim**: Kur’an, hadis, tefsir ve Risale-i Nur gibi kaynaklar, dini eğitim almak isteyenler için bir rehber niteliğindedir.
– **Araştırma**: İslam dini, tarih ve güncel olaylar üzerine araştırma yapan öğrenciler, akademisyenler ve meraklılar için kaynak sunar.
– **Multimedya Kullanımı**: Sesli ve video içerikler, özellikle okuma alışkanlığı olmayan veya işitsel öğrenmeyi tercih eden kullanıcılar için uygundur.
– **Toplumsal Tartışmalar**: Adalet, merhamet, Yahudilik ve güncel olaylar gibi konularda fikir alışverişi yapmak isteyenler için bir platform sağlar.

### 5. Teknik Özellikler ve Erişim

– **Mobil Uygulama**: Platform, Google Play üzerinden erişilebilir bir mobil uygulama sunmaktadır (`https://play.google.com/store/apps/details?id=com.Tenvir`). Bu, kullanıcıların içeriğe mobil cihazlardan kolayca erişmesini sağlamaktadır.
– **Radyo Hizmeti**: 24 saat yayın yapan radyo, dini içeriklere sürekli erişim imkanı sunar. Masaüstü radyo player indirme seçeneği de mevcuttur.
– **Bulut Depolama**: Sesli ve video içerikler, Mega.nz ve Google Drive gibi bulut depolama hizmetleri üzerinden paylaşılmaktadır. Örneğin:
– Sesli Risale-i Nur: `https://mega.nz/#Ftany12CiClmgs4zlTkNca6WEGPuSNJW`
– Sesli Meal: `https://mega.nz/#FISXhRUb6CltrBVtt-mN2PI3vOrmVATzg`
– **Telegram Kanalları**: Platform, Telegram üzerinden birden fazla kanal işletmektedir. Örneğin:
– `https://t.me/Tesbitler`
– `https://t.me/kurandenizindendamlalar`
Bu kanallar, kullanıcıların içeriklere hızlı bir şekilde erişmesini sağlamaktadır.
– **Ziyaretçi İstatistikleri**: Belge, her bir sayfa veya içerik için ziyaretçi sayılarını listelemiştir. Örneğin, bazı içeriklerin ziyaretçi sayıları 2 ile 474 arasında değişmektedir. Bu, platformun kullanım yoğunluğunun içeriklere göre farklılık gösterdiğini gösteriyor.

### 6. Platformun Güçlü Yönleri

#### Güçlü Yönler:
1. **Kapsamlı İçerik**: Platform, İslam dini, tarih, kültür ve güncel olaylar gibi geniş bir yelpazede içerik sunmaktadır.
2. **Multimedya Desteği**: Yazılı, sesli ve video formatlarında içerik sunması, farklı öğrenme tercihlerine hitap etmektedir.
3. **Erişim Kolaylığı**: Mobil uygulama, radyo hizmeti ve bulut depolama gibi araçlar, içeriğe kolay erişim sağlamaktadır.
4. **Güncellik**: Güncel olaylara (deprem, Gazze çatışması) ve teknolojilere (yapay zeka) yer vermesi, platformu dinamik kılmaktadır.
5. **Uluslararası Erişim**: İçeriğin tüm dillere çevrilebilir olması, uluslararası bir kitleye hitap etme potansiyelini artırmaktadır.

### 7. Platformun Potansiyel Etkisi ve Öneriler

– **Potansiyel Etki**: Platform, özellikle dini eğitim ve Risale-i Nur Külliyatı’na ilgi duyan bireyler için önemli bir kaynak olabilir. Ayrıca, güncel olaylar ve teknolojiyle ilişkilendirilen içerikler, daha geniş bir kitleye ulaşma potansiyeli taşımaktadır.

### 8. Sonuç

“Tesbitler – İslâm Bilgi Arşivi”, İslam dini, tarih, kültür ve güncel olaylar hakkında kapsamlı bir bilgi platformu sunmayı amaçlayan bir projedir. Mehmet Özçelik’in liderliğinde geliştirilen bu platform, özellikle Risale-i Nur Külliyatı’na ve dini eğitime odaklanırken, modern teknolojiler ve güncel olaylara da yer vererek geniş bir kitleye hitap etmeye çalışmaktadır. Multimedya desteği, mobil uygulama ve radyo hizmeti gibi özellikler, platformun erişilebilirliğini artırmaktadır. Ancak, dil kullanımı, tarafsızlık ve kullanıcı deneyimi gibi konularda iyileştirmeler yapılması, platformun etkisini ve erişimini artırabilir.

 

 

Loading

No Responsesمارس 15th, 2025

HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER

HERŞEY ALLAH’I TESBİH EDER[1]

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur;fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” İsra. 44. Herşey nasıl Allah der.


Her Şey Allah’ı Tesbih Eder: Sessizlerin Dilinden Bir Şahitlik

İnsan, kainata bakıp da onu sessiz, cansız ve ruhsuz sanabilir. Taşları, ağaçları, yıldızları, denizleri ve rüzgarları sadece maddi bir varlık olarak görebilir. Oysa Rabbimiz, Kur’an-ı Kerim’de bizlere çok büyük bir hakikati bildirir:

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet, varlıkların görünmeyen ama gerçek olan bir yönünü açıklıyor. Her şey Allah’ı tesbih eder, fakat biz onların dilini bilemeyiz. Peki, cansız gibi gördüğümüz varlıklar nasıl tesbih eder? Gelin, bu büyük hakikatin sırlarına birlikte bakalım.

Sessizliğin İçindeki Ses

Bir gün bir adam, çölde yolculuk yaparken bir ağacın altına oturdu. Yorulmuş, düşüncelere dalmıştı. Gözleri etraftaki kumlara, taşlara, kurumuş dallara takıldı. İçinden şöyle geçirdi:

“Bu taşlar, kumlar ve kurumuş dallar sessiz ve ruhsuzdur. Belli ki hiçbir şeye şahit değiller, hiçbir şey hissetmiyorlar.”

Tam o anda, bir ses duydu kalbinin derinliklerinden:

“Biz sessiz değiliz. Biz şahitlik ediyoruz. Biz de Allah’ı anıyoruz. Ama sen bizim dilimizi bilmiyorsun.”

Adam hayretle irkildi. Kendi iç dünyasında yankılanan bu sözleri düşündü. Kur’an’daki ayeti hatırladı:

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. Onu insan yüklendi…” (Ahzab, 72)

Demek ki dağlar bile bir bilinç sahibiydi. Gökler ve yer bile bir emanet karşısında ürpermişti. Öyleyse nasıl sessiz olabilirlerdi?

Bir Taşın Dilinden

Bir taş, yeryüzünün en sessiz varlıklarından biridir. Ama düşünelim: Hacerü’l-Esved taşı neden bu kadar kutsaldır? Peygamber Efendimiz (s.a.v.), o taş hakkında şöyle buyurmuştur:

“Hacerü’l-Esved, kıyamet günü kendisini selamlayanlara şahitlik edecektir.”

Demek ki taşlar bile şahitlik eder. Hz. Davud’un elinde taşlar Allah’ı zikretmiştir. Uhud Dağı, Efendimiz (s.a.v.)’i saklamış ve onun sevgisine mazhar olmuştur.

Bir Ağacın Fısıltısı

Bir adam, bir gün bahçesindeki kuru ağacın kesilmesini emretti. Ağaç kesildiğinde, içinin tamamen çürüdüğünü gördü. Meğer ağaç, kökleriyle toprağı tutuyor, oradaki hayatı besliyor, birçok canlının yuvası oluyormuş. Ağaç, Allah’ın verdiği görevi sessizce yerine getiriyordu.

Kur’an bize anlatıyor ki, ağaçlar ve bitkiler bile Allah’a secde eder:

“Yıldızlar ve ağaçlar secde ederler.” (Rahman, 6)

İbn Abbas (r.a.) bu ayeti şöyle açıklıyor: “Ağaçların secdesi, dallarını yere eğmeleridir.”

O halde bir ağacın rüzgarda eğilişi, aslında Allah’a bir teslimiyet nişanesi değil midir?

Denizler, Rüzgarlar ve Yıldızların Tesbihi

Denizler Allah’ı dalgalarıyla, rüzgarlar esintisiyle, yıldızlar ışıklarıyla tesbih ederler.

Bazen bir fırtına kopar, denizler dalgalanır. Bazen bir yıldız kayar, bazen bir rüzgar uğuldar. Bunlar rastgele hareketler mi, yoksa bir zikrin yeryüzüne yansıyan yansımaları mı?

Kur’an diyor ki:

“Göklerde ve yerde kim varsa O’na boyun eğer.” (Rum, 26)

Demek ki, denizlerin dalgaları, gökyüzünün sonsuz düzeni, rüzgarların eserken oluşturduğu ahenk; hepsi bir tesbih, bir secde halidir.

İnsanın Görevi: Anlamak ve Şahit Olmak

Peki biz insanlar, bu büyük zikre nasıl katılabiliriz?

1. Şükür ile Tesbih Etmek: Her nefesin, her nimetin Allah’ın bir ikramı olduğunu bilerek şükretmek.

2. Tabiata Duyarlı Olmak: Çevremizdeki her varlığın Allah’ın bir ayeti olduğunu unutmamak.

3. Zikir ile Ruhumuzu Canlandırmak: Tıpkı taşların, ağaçların ve yıldızların yaptığı gibi Allah’ı zikretmek.

Sonuç: Sessizlerin Dilini Anlamak

Her şey Allah’ı tesbih ediyor. Ama biz duyamıyoruz, çünkü içimizdeki derinliği kaybettik. Eğer gözlerimizi ve gönlümüzü açarsak, her şeyin Allah dediğini işitebiliriz.

Belki bir rüzgarın uğultusunda, belki bir dalın eğilişinde, belki bir taşın sessizliğinde…

Eğer gerçekten dinlersek, kainatın büyük bir zikir halkası olduğunu fark edebiliriz. Ve biz de bu zikre katılabiliriz.

“O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Öyleyse, anlamaya çalışalım. Çünkü anlamak, insanın en büyük sorumluluğudur.

@@@@@@

İsra Suresi 44. ayet-i kerimeye dayanarak, her şeyin Allah’ı tesbih ettiğini, fakat insanların bu tesbihi anlamaktan aciz olduğunu ifade eden bu derin manayı hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir şekilde ele alan bir makale yazabilirim. Aşağıda, bu konuyu hem Kur’an-ı Kerim’in hem de akıl ve tefekkürün ışığında ele alan bir makale sunuyorum:

### “Her Şey Allah’ı Tesbih Eder, Lakin Siz Anlamazsınız”
#### (İsra Suresi, 44. Ayet Üzerine Bir Tefekkür)

“Göklerde ve yerde ne varsa, O’nu hamd ile tesbih eder; fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız.” (İsra, 44)

Bu ayet-i kerime, kainatın her zerresinde saklı olan bir hakikati gözler önüne serer: Yaratılan her şey, Allah’ı tesbih etmektedir. Ancak insan, bu büyük koroyu duymaktan, anlamaktan ve hissetmekten çoğu zaman acizdir. Peki, bu tesbih nedir? Her şey nasıl Allah’ı zikreder? Ve biz, bu ilahi senfoniyi neden işitemeyiz? Bu sorular, hem hikmet hem ibret hem de tefekkürle dolu bir yolculuğa davet eder bizi.

### 1. Tesbih Nedir? Kainatın Dili
Tesbih, Allah’ı her türlü noksan sıfatlardan tenzih etmek, O’nu yüceltmek ve O’na hamd etmektir. İnsan, tesbihi kelimelerle, dua ile ve ibadetle yapar. Ancak ayet bize gösteriyor ki, tesbih yalnızca insanlara mahsus bir eylem değildir. Kainatta var olan her şey -gökler, yer, dağlar, taşlar, ağaçlar, hayvanlar, hatta bir yaprağın rüzgarda hışırtısı- kendi diliyle Allah’ı tesbih eder. Bu, onların yaratılış gayesidir; çünkü her varlık, Allah’ın kudretini, ilmini ve hikmetini yansıtan bir aynadır.

Mesela, bir ağacın dalında açan çiçek, renkleriyle, kokusuyla ve ahengiyle Allah’ın cemalini tesbih eder. Bir kuşun kanat çırpması, gökyüzünde süzülmesi, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder. Bir dağın heybetli duruşu, Allah’ın azametini haykırır. Ancak insan, çoğu zaman bu tesbihi duymaz, çünkü onun kulağı, bu ilahi dili anlamak için yeterince hassas değildir. Bu, insanın gaflet perdesiyle örtülü oluşundandır.

### 2. Her Şeyin Tesbihi: Hikmet ve İbret
Peki, cansız varlıklar nasıl tesbih eder? Bu sorunun cevabı, yaratılışın derin hikmetinde saklıdır. Kur’an-ı Kerim, bize birçok ayetle bu hakikati hatırlatır. Mesela, Rad Suresi 13. ayetinde gök gürültüsünün Allah’ı hamd ile tesbih ettiği belirtilir. Hac Suresi 18. ayetinde ise dağların, kuşların ve gölgelerin bile Allah’ı tesbih ettiği ifade edilir. Bu ayetler, kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu gösterir.

Bir yağmur damlasını düşünelim. Gökyüzünden yeryüzüne inen bu damla, Allah’ın rahmetini, nizamını ve hikmetini anlatır. Onun düşüşü, toprağı canlandırması, bitkileri yeşertmesi, bir tesbih değil midir? Ya da bir arının bal yapmasındaki mucizevi düzen, Allah’ın ilmini ve kudretini zikretmez mi? İşte bu, kainatın tesbihidir: Her varlık, yaratılış gayesine uygun bir şekilde hareket ederek, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını yansıtır.

İbret şudur ki, insan bu tesbih korosuna çoğu zaman sağır kalır. Modern hayatın gürültüsü, teknolojinin cazibesi ve nefsin arzuları, insanın bu ilahi dili anlamasını zorlaştırır. Oysa kainat, her an bize Allah’ı hatırlatmak için bir ayna gibi karşımızdadır. Bir ağacın gölgesinde otururken, bir kuşun ötüşünü dinlerken ya da bir yıldızın gökyüzündeki parıltısına bakarken, eğer tefekkür edersek, bu tesbihi duymak mümkün olabilir.

### 3. Neden Anlamıyoruz? Tefekkürün Önemi
Ayetin sonunda, “Fakat siz onların tesbihlerini anlamazsınız” ifadesi, insanın acziyetine ve aynı zamanda sorumluluğuna işaret eder. İnsan, kainattaki bu tesbihi anlamak için çaba göstermelidir. Bu çaba, tefekkürdür. Tefekkür, kainat kitabını okumak, Allah’ın isimlerini ve sıfatlarını varlıkların aynasında görmektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Bir saat tefekkür, bir yıl nafile ibadetten hayırlıdır” buyurmuştur. Tefekkür, insanın kalp gözünü açar ve kainatın tesbihini duymasını sağlar. Mesela, bir kar tanesinin eşsiz geometrik yapısını gören bir insan, Allah’ın sanatını ve hikmetini tefekkür eder. Bir çiçeğin açılışındaki mucizevi düzeni fark eden bir kalp, Allah’ın rahmetini ve kudretini zikreder.

Ancak tefekkür, sadece görmekle değil, görmekten öteye geçmekle mümkündür. İnsan, kainattaki her varlığın bir “ayet” olduğunu anlamalıdır. Kur’an, kainatı bir kitap olarak tanımlar ve her varlık, bu kitabın bir harfidir. İnsan, bu harfleri okuyarak, Allah’ın birliğini, kudretini ve rahmetini idrak edebilir.

### 4. İnsan ve Tesbih: Sorumluluğumuz
İsra Suresi 44. ayet, bize aynı zamanda bir sorumluluk yükler. Eğer kainattaki her şey Allah’ı tesbih ediyorsa, insanın bu tesbih korosuna katılması gerekmez mi? İnsan, akıl ve irade sahibi bir varlık olarak, bu tesbihi bilinçli bir şekilde yapmalıdır. Namaz, dua, zikir ve ibadet, insanın tesbihidir. Ancak tesbih, sadece dilde değil, kalpte ve amelde de olmalıdır. İnsan, hayatını Allah’ın rızasına uygun bir şekilde yaşayarak, kainatın tesbihine katılabilir.

Unutmayalım ki, insan kainatın bir özetidir. Bediüzzaman Said Nursi, “İnsan, kainatın bir misal-i musağğarıdır” der. Yani, kainatta bulunan her şey, insanın içinde de bir yansıma bulur. Kainat Allah’ı tesbih ederken, insanın kalbi, aklı ve ruhu da bu tesbihe katılmalıdır. Eğer insan gaflete düşer ve bu tesbihi unutursa, kainatın ahengine aykırı bir ses çıkarır.

### 5. Son Söz: Kainatın Tesbihine Kulak Verelim
İsra Suresi 44. ayet, bize kainatın bir tesbih korosu olduğunu ve her varlığın bu koroda bir nağme olduğunu öğretir. Ancak insan, bu koroyu duymak için tefekkür etmeli, gafletten uyanmalı ve kainat kitabını okumalıdır. Bir çiçeğin açılışında, bir kuşun ötüşünde, bir dağın heybetinde Allah’ın isimlerini görmek, insanın en büyük ibadetlerinden biridir.

Ey insan! Kainatın tesbihine kulak ver. Gökyüzüne bak, yıldızların nasıl Allah’ı zikrettiğini düşün. Toprağa dokun, rahmetin nasıl tecelli ettiğini hisset. Ve unutma ki, sen de bu tesbih korosunun bir parçasısın. Öyleyse, dilinle, kalbinle ve amelinle Allah’ı tesbih et. Çünkü kainat, her an “Subhanallah” derken, senin de bu zikre katılman gerekmez mi?

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=mCTpof6xluI&t=47s

Loading

No Responsesمارس 15th, 2025

KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ

KÂİNATTAN HÂLIK’INI SORAN BİR SEYYAHIN MÜŞAHEDESİ[1]

Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatıdır.

O seyyah biz olarak o musahedatimizi nasıl ifade edebiliriz
Konuyla ilgili hikmetli,ibretli ve düşündürücü bir makale yazar mısın

Kâinattan Hâlık’ını Soran Bir Seyyahın Müşahedatı

İnsan, şu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren büyük bir yolculuğa çıkar. Bu yolculuk, sadece doğum ile ölüm arasındaki bir ömür serüveni değil; aynı zamanda hakikati arama, varoluşun sırrını çözme ve yaratılışın arkasındaki kudreti anlama çabasıdır. İşte bu sebeple insan, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyah gibidir. O, her gördüğüne, her hissettiğine ve her düşündüğüne bir anlam yükler; varlığın arkasındaki hakikati arar.

Bu seyyah olarak biz, gözlerimizi kâinat kitabına çevirir, her sayfasında Yaratıcı’nın tecellilerini görmeye çalışırız. İşte o müşâhedelerden birkaçı:

1. Semanın Sessiz Feryadı: Sonsuzluk ve Kudret

Geceleri yıldızlı bir gökyüzüne baktığımızda, uçsuz bucaksız bir âlemin içinde olduğumuzu fark ederiz. Binlerce, hatta milyarlarca yıldız, belli bir düzen içinde hareket eder. Samanyolu gibi devasa galaksiler, içlerinde trilyonlarca yıldız barındırır ama bu dev sistemde en ufak bir düzensizlik yoktur.

Bu noktada bir seyyah olarak kendimize şu soruyu sorarız:
Bu sistem nasıl var oldu?
Eğer bir saat kendi kendine meydana gelemiyorsa, göklerin ve yıldızların bu muhteşem nizamı nasıl sahipsiz olabilir?

Gökler, sonsuz bir kudretin eseri olduğunu fısıldar bize. İşte bu noktada seyyah olan biz, “Sübhânallah! Bu sonsuz düzen, sonsuz bir ilim ve kudreti göstermez mi?” deriz.

2. Bahar: Yeniden Dirilişin ve Rahmetin Müşahedesi

Kışın soğuk ve ölü toprağı altında saklanan tohumlar, baharla birlikte canlanır. Kurumuş dallar yeşerir, her yer çiçeklerle süslenir, ağaçlar meyve vermeye başlar. Oysa bahar öncesinde her şey ölü gibidir. İşte bu noktada bir seyyah olarak düşündüğümüzde şu gerçekle yüzleşiriz:

Ölü gibi duran bir tohum nasıl canlanır?
Kim, kuru bir dalı yemyeşil yapraklarla donatabilir?
Bu dönüşüm kendi kendine mi olur, yoksa Rahîm bir Yaratıcı’nın kudretiyle mi gerçekleşir?

Kur’an-ı Kerim’de Rabbimiz şöyle buyurur:
“Ölü toprağa hayat veren Biziz.” (Kâf, 11)

O halde baharı seyreden bir seyyahın diliyle konuşacak olsak:
“Ey Rahman! Senin rahmetin her yere ulaşmış. Senin kudretinle ölü toprak diriliyor, Senin ihsanınla biz rızıklanıyoruz.” deriz.

3. İnsan: Sanatkârını Gösteren En Büyük Delil

Kendi varlığımıza baktığımızda, her şeyin mükemmel bir ölçüyle yaratıldığını görürüz. Bir damla sudan yaratılan insan, aklıyla kâinatı çözmeye çalışır, sanatıyla eserler ortaya koyar, duygularıyla derin anlamlar keşfeder. Gözümüz, elimiz, kalbimiz, beynimiz ve ruhumuz… Hepsi mükemmel bir uyum içindedir.

Seyyah olarak bu büyük gerçeği fark ettiğimizde sorarız:

Bu düzen nasıl ortaya çıktı?
Bir hücreden göz, kulak, akıl ve kalp nasıl meydana gelir?
Görmek için göz, duymak için kulak gerekmez mi? O halde gözü yaratan, görmeyi de bilen değil midir?

İnsan, varlığıyla bile kendi Hâlık’ını gösteren en büyük delildir. O hâlde biz seyyah olarak bu müşâhedemizi şöyle ifade ederiz:

“Ey Rabbim! Beni yoktan var eden Sensin. Bana görmeyi, düşünmeyi, hissetmeyi, anlamayı veren Sensin. Senin eserlerin içindeyim ve her yanımda Senin sanatını görüyorum.”

4. Ölüm: Sonsuz Hayatın Habercisi

Bir seyyah olarak en büyük müşâhedelerimizden biri de ölümdür. İnsan bu dünyada doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Ama her gidenin yerine yenisi gelir. Tıpkı mevsimlerin dönüşümü gibi, insan da bir süre yaşar, sonra bu dünyadan ayrılır.

Ancak aklımıza şu soru gelir:
Ölüm, gerçekten bir son mudur?
Eğer her bahar, ölü toprağı canlandırıyorsa, insanı yaratan kudret de onu yeniden diriltmeye kadir değil midir?

Bir meyve çekirdeği bile toprağa düşüp yeniden ağaç oluyorsa, insan ruhu neden sonsuz hayata kavuşmasın? İşte burada seyyah olarak biz, Rabbimizin şu vaadini hatırlarız:

“Sizi ilk defa yaratan Allah, sizi yeniden diriltmeye de kadirdir.” (Rum, 27)

O halde, seyyahın diliyle konuşursak:

“Ey ebedi hayat sahibi olan Rabbim! Ölüm bir son değil, yeni bir başlangıçtır. Senin rahmetinle insan yok olup gitmez, Senin kudretinle yeni bir hayata doğar. Sen, her şeyi hikmetle yaratan ve her şeye hükmedensin.”

Sonuç: Seyyahın Son Sözü

Kâinata bakan bir seyyah, gözlemledikleriyle yaratılışın delillerini okur. Gökler, yıldızlar, bahar, insan, ölüm ve hayat… Her biri Allah’ın varlığını, birliğini ve kudretini gösteren açık işaretlerdir.

Ve en sonunda seyyah olarak biz, haykırırız:

“Ey Rabbim! Kâinatın her köşesi Senin varlığını ve birliğini ilan ediyor. Göklerde ve yerde her şey, Senin kudretini gösteriyor. Ben de bu hakikati gördüm, anladım ve Sana teslim oldum. Sen, her şeyi hikmetle yaratan Hâlık’sın!”

İşte, kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşâhedatı budur. Hakikati görebilen gözler için, kâinat büyük bir kitaptır ve her satırı Allah’ı anlatmaktadır.

 

*************   

‘’Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadiden gelen temerrüt, bu zamana nispeten pek azdır. Eskiden küfür cehaletten geliyordu Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kâfi olurdu. Küfr-ü meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah’a iman umumî olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise; eski zamanda bir memlekette bir kâfir-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada yüz tane bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inad ve temerrüd ile hakaik-i imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş.’’


Zamanın Değişimi ve İnançların Değişimi: Eski ve Yeni Dönemler Üzerine Bir Düşünce

Zamanın akışı, sadece fiziksel dünyayı değil, insan düşüncesinin ve inançlarının da değişimini şekillendirir. Her dönem, kendine has bir düşünce iklimi oluşturur; bu iklim, insanlığın dünyayı, gerçeği ve maneviyatı nasıl anladığını da etkiler. Geçmişteki insanlara dair bir bakış açısı oluştururken, onları çağlarındaki şartlar ve inançlarla değerlendirmek önemlidir. İslam’ın ilk yıllarında, küfrün, dalaletin ve temerrüdün kökü çoğunlukla cehaletle ve katı bir inatla ilişkilendiriliyordu. Ancak zamanla, küfrün ve sapkınlığın çok daha çeşitli ve karmaşık bir hal aldığı, insanın aklının ve bazı bilgilerin bu sapmalara zemin hazırladığı bir döneme girildi.

1. Eski Zamanlarda Küfrün Temeli: Cehalet ve İnat

Eski zamanlarda, küfür genellikle cehaletten kaynaklanıyordu. İnsanlar doğruyu, gerçeği bilmedikleri ya da anlamadıkları için sapkın yollara sapabiliyorlardı. Bu dönemin özelliklerinden biri de, insanların dine ve inanca karşı daha çok bilinçsizce bir uzaklık duyuyor olmalarıydı. İslam alimleri, doğruyu anlatmak için insanlar üzerinde güçlü bir etki bırakıyor ve Allah’ın varlığına, peygamberlerin öğrettiklerine dair verilen dersler, doğrudan kalplere hitap ediyordu. Bu, büyük ölçüde halkın imanını kuvvetlendiriyor, yanlış inançları ve dalaletleri yok ediyordu. Eski İslam muhakkikleri, hüccetlerini ve delillerini o dönemde etkili bir şekilde sundular; Allah’a ve ahirete iman çok daha yaygın, insanlar arasında daha güçlüydü.

Bu dönemde, bir kişinin yanlış yolda olması, genellikle bilgi eksikliğinden ya da doğruyu görmeyen kalpten kaynaklanıyordu. Küfür, genellikle cehalet ve inatla birleştirilmişti; yani, insanlar bildikleri için değil, bilmedikleri için sapıyordu. Çoğu insan, Allah’ı tanımadığından sapkınlıklar içinde kayboluyor ve doğru yolu bulmakta zorlanıyordu. Ancak bu cehalet, bir şekilde düzeltilebiliyordu; çünkü insanlar, doğruyu öğrenmeye istekliydiler ve bir rehber arayışı içindeydiler.

2. Bugünün Zorlukları: Bilginin Artışı ve İman Krizi

Ancak bugün, durum oldukça farklıdır. Teknolojik gelişmeler, bilimsel ilerlemeler ve bilgiye ulaşmanın kolaylaşması, insanın aklını farklı yönlere çekiyor. Bugün, eski zamanlardaki gibi sadece cehaletle değil, aksine fazlasıyla bilgiyle dolmuş, fakat imanla bağlarını zayıflatmış bir toplumla karşı karşıyayız. Eskiden bir kasabada bir kişi küfr-ü mutlakta olabilirken, şimdi yüzlercesi olabilir. Artık insanlar, sadece yanlış anlamalar ya da eksik bilgiler yüzünden doğruyu bulamıyorlar; bunun yerine, bilgiye sahip olmalarına rağmen, insan ruhunun manevi ihtiyaçlarını göz ardı ederek batıl inançlara yöneliyorlar.

Bu yeni nesil, bilgiyle yoğrulmuş ancak kalpten ve ruhi derinlikten mahrum bir hale gelmiş durumda. Bilim, insanları yanılgıya düşürmek bir yana, doğruyu arayanların elinde bazen bir kalkan, bazen de bir sarmal haline gelebiliyor. İnsanlar artık sadece fiziki dünyayı değil, manevi dünyayı da bilimsel metotlarla analiz etmeye çalışıyorlar. Bu, doğruyu bulmayı zorlaştırıyor çünkü insanın kalbi, yalnızca maddi ölçülerle anlaşılabilecek bir varlık değildir. Din ve iman, sadece akıl yoluyla değil, ruhi bir anlayış ve derinlik ile de anlaşılmalıdır. Modern toplumlar, teknik ve bilimsel bilgiyle donanmış olsa da, deruni bir boşluk ve maneviyat eksikliği ile karşı karşıyalar.

3. Sonsuz İman ve Bilgi Arayışı: İman, Zihin ve Kalp Dengesini Kurmak

İslam’ın ilk yıllarında, doğruyu öğrenmek ve kabul etmek daha kolaydı çünkü insanlar, temel inançlarını ve değerlerini bilmeden yaşamıyorlardı. Ancak bugünün dünyasında, insanlar çok daha karmaşık düşünme biçimleriyle şekillenmiş durumda. Bilgiye olan bu güçlü arayış, insanları bazen gerçeğe değil, daha çok zihinsel ve duygusal bir karışıklığa sürükleyebiliyor. Bu da, yanlışlıkların ve sapmaların daha karmaşık hale gelmesine neden oluyor. İşte bu noktada, eski alimlerin ve muhakkiklerin öğrettikleri devreye giriyor. Onlar, sadece akılla değil, aynı zamanda kalp ve ruhla da doğruyu aramayı öğretiyorlardı.

Bugün, insanın hem aklını hem de kalbini dinlendirecek bir anlayışa ihtiyaç vardır. Bilgi tek başına kurtuluş getirmez; insan, bu bilgiyi doğru bir iç disiplin ve imanla harmanlayabilmelidir. Kişinin kendisini yalnızca akılla değil, iç derinlikle de değerlendirmesi gerekir. Kalp ve akıl arasında bir denge kurmak, insanı batıl inançlardan ve dalaletlerden koruyacak en güçlü silah olacaktır.

4. Sonuç: Maneviyatın Gücü ve Akıl ile Kalbin Birleşimi

Zaman değiştikçe, insanın doğruyu bulma yolculuğu da değişiyor. Eski zamanlarda, insanın cehaletinden doğan dalalet, kolayca düzeltilen bir durumdu. Ancak bugün, insan bilgiyle dolmuş ve derin bir manevi boşlukla karşı karşıya kalmıştır. Bu yüzden doğruyu aramak, sadece akıl yoluyla değil, kalp yoluyla da olmalıdır. İslam’ın ruhuna dönmek, sadece dış bilimsel başarılar elde etmekle değil, aynı zamanda iç manevi derinliği keşfetmekle mümkündür.

Eski zamanların İslam muhakkiklerinin öğrettikleri, bugün de geçerliliğini korumaktadır. Onların dersleri, insanın hem akıl hem de kalp düzeyinde doğruyu bulmasını sağlayacak bir rehberdir. Zamanın değişmesiyle birlikte, insanoğlu yeniden kendi iç yolculuğuna dönmeli, sadece bilimin değil, ruhun da derinliklerine inmeli ve her iki tarafı da dengeleyerek gerçeği keşfetmelidir.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=7KhHJcZatWU&t=453s

Loading

No Responsesمارس 15th, 2025

RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.

RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI, GERİ VE GERİDE KALMAMALI.[1]


Makale, insanın manevi yönünü merkeze alarak, ruhsal derinlik ve madde arasındaki dengeyi ele alacak şekilde tasarlanmıştır.

### RUH HEP BEDENDEN VE MADDEDEN ÖNDE OLMALI

İnsan, yaratılış itibarıyla iki temel unsurdan meydana gelir: Beden ve ruh. Beden, toprağın bir hediyesi; ruh ise ilahi bir nefhadır. Ancak modern çağın hızı, teknolojinin cazibesi ve maddi dünyanın göz kamaştırıcı ışıltısı, insanı çoğu zaman ruhun derinliklerinden uzaklaştırır. Oysa ruh, bedenin efendisi, maddenin ise yol göstericisi olmalıdır. Eğer ruh geri planda kalırsa, insan kendi özünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır.

### Ruhun Önceliği: Bir Hikmet Dersi

Bir gün, Hz. Mevlana’nın talebelerinden biri, üstadına şu soruyu sorar: “Efendim, insan neden bu kadar çok şeye sahip olmak ister? Neden hep daha fazlasını arar?” Mevlana, tebessüm eder ve talebesine bir testi su ile bir avuç toprak uzatır. “Bu testiyi toprakla doldur,” der. Talebe, testiyi toprakla doldurur, ancak testi hemen çatlar ve su dışarı sızar. Mevlana, “İşte,” der, “İnsan da böyledir. Eğer ruhunu maddeyle doldurmaya çalışırsan, ruhun kabı çatlar ve özün kaybolur. Ama ruhunu hikmetle, sevgiyle, anlamla doldurursan, o testi taşmaz, aksine bereketlenir.”

Bu hikaye, bize ruhun maddeye üstünlüğünü ve insanın asıl zenginliğinin iç dünyasında saklı olduğunu öğretir. Madde, bir araçtır; ruh ise gaye. Eğer araç, gayenin önüne geçerse, insan bir anlamda kendi varoluş amacını unutur.

### Maddi Dünyanın Aldatıcı Cazibesi

Günümüzde insanlık, maddi dünyanın büyüsüne kapılmış durumda. Teknoloji, lüks, konfor ve daha fazlası, ruhsal derinliği gölgede bırakıyor. İnsanlar, bir sonraki büyük başarıyı, yeni bir eşyayı ya da sosyal medyada daha fazla beğeniyi kovalarken, ruhlarını beslemeyi unutuyor. Oysa ruh, tıpkı bir bahçe gibidir; eğer sulanmaz, bakılmaz, sevgiyle işlenmezse solar, kurur ve çorak bir araziye dönüşür.

Bir düşünelim: En son ne zaman bir ağacın gölgesinde oturup sadece sessizliği dinledik? En son ne zaman bir çocuğun gülüşüne şahit olup kalpten bir dua ettik? Ya da en son ne zaman kendimize şu soruyu sorduk: “Ben bu dünyada neden varım?” Eğer bu soruların cevapları bulanıklaşıyorsa, ruhumuzun geri planda kaldığını anlamalıyız.

### İbretli Bir Örnek: Karun’un Hazin Sonu

Kuran-ı Kerim’de anlatılan Karun kıssası, maddenin ruha üstün gelmesinin hazin sonunu gözler önüne serer. Karun, sahip olduğu servetle övünen, zenginliğiyle kendini diğer insanlardan üstün gören biridir. Ancak ruhunu unutmuş, servetini bir amaç haline getirmiştir. Sonunda, sahip olduğu her şeyle birlikte yerin dibine batırılır. Bu kıssa, bize şunu öğretir: Eğer ruh, maddenin ardında kalırsa, insan ne kadar çok şeye sahip olursa olsun, aslında hiçbir şeye sahip değildir.

### Ruhun Yükselişi: Manevi Dengeyi Bulmak

Peki, ruhu bedenin ve maddenin önüne nasıl geçirebiliriz? Bu sorunun cevabı, insanın kendi iç yolculuğunda saklıdır. İşte bazı adımlar:

1. **Sessizlik ve Tefekkür:** Her gün birkaç dakikamızı sessizce oturup düşünmeye ayıralım. Bu, ruhumuzun sesini duymamızı sağlar. Unutmayalım ki, ruh, gürültüde değil, sükûnette konuşur.

2. **İyilik ve Sevgi:** Başkalarına yardım etmek, sevgiyle yaklaşmak, ruhumuzu besler. Bir insanın yüzünde tebessüm olmak, en büyük manevi zenginliktir.

3. **Şükür:** Sahip olduklarımız için şükretmek, ruhumuzu maddeye esir olmaktan kurtarır. Şükür, ruhun kanatlarını açar ve bizi hafifletir.

4. **Amaç Bilinci:** Kendimize şu soruyu sık sık soralım: “Ben bu dünyada ne için varım?” Bu soru, ruhumuzu yeniden merkeze taşır ve hayatımıza anlam katar.

### Son Söz: Ruh, Hayatın Pusulasıdır

Unutmayalım ki, ruh, hayatımızın pusulasıdır. Eğer pusulamızı kaybedersek, yolumuzu da kaybederiz. Beden, bir süre sonra toprağa dönecek; madde, bir gün anlamını yitirecek. Ama ruh, ebediyete uzanan bir yolculuktadır. Bu yüzden, ruhumuzu hep önde tutalım; bedeni ve maddeyi ise onun hizmetkârı kılalım. Çünkü insan, ruhuyla insandır; ruhuyla yücelir.

“Ey insan! Sen bir küçük âlemsin, ama içinde büyük bir âlem saklı. O âlemi keşfet ki, asıl zenginlik orada.”

@@@@@@@

Ruhun Bedenden ve Maddeden Önde Olması: Hikmetli Bir Perspektif

İnsan, maddi ve manevi boyutları bir arada taşıyan bir varlık olarak dünyaya gelir. Fiziksel beden, bizim için görünür olan, hissedilen, dokunulan ve anlaşılan bir gerçeklik sunar. Ancak bedenin ötesinde, varlığımızın en derin özünü oluşturan bir yönümüz vardır: Ruh. Bedenin geçici, maddi yapısının aksine, ruh daha derin, sonsuz ve manevi bir varlıktır. Bu nedenle, “ruh hep bedenden ve maddeden önce olmalı, geri ve geride kalmamalı” ifadesi, insanın gerçek varlığının en önemli boyutunun ruh olduğunu hatırlatır.

Ruhun Önemi ve Bedene Bağlılık

Toplum, tarih boyunca insanı bedenin ihtiyaçları, arzuları ve çıkarlarıyla tanımlamıştır. Zenginlik, güç, fiziksel görünüş ve başarı gibi maddi hedefler, bireylerin hayatlarının merkezine oturmuş, ruhun derinliklerine inmek ise çoğu zaman göz ardı edilmiştir. Fakat insan, sadece fiziksel varlıktan ibaret değildir. İnsan, ruhuyla var olan, duyguları, düşünceleri ve manevi yönleriyle eşsiz bir varlıktır. Beden, geçici ve sınırlıdır; bir gün yok olacak, yerini toprağa bırakacaktır. Ama ruh, sonsuzdur. O, fiziksel sınırların ötesindedir. Ruhun bedenden önde olması gerektiği, bir bakıma insanın doğru yönelmesi gereken hedefi, değerleri ve yaşam amacını hatırlatır. Bedenin geçici arzuları, ruhun yüksek idealleriyle yönlendirildiğinde insan, gerçek huzura, iç dengeye ve kalıcı mutluluğa ulaşabilir.

Geride Kalmamak: Ruhun Yüksek Amacı

Ruh, bedenden ve maddeden önce olmalı, geride kalmamalıdır. Zira, madde ile ruhun dengesiz bir şekilde yönlendirilmesi, insanı yalnızca yüzeysel bir yaşam sürmeye iter. Maddi hedefler, çoğu zaman ruhu körelten, insanı dar bir perspektife mahkum eden hedeflerdir. İnsan bedeninin en güçlü ve sağlıklı olduğu dönemlerde dahi, eğer ruhunu beslemez, maneviyatına gereken ilgiyi göstermezse, içte bir boşluk hissi doğar. Bedenin zaferleri, ruhun derinliğiyle harmanlanmadığında ise, geride kalan sadece maddi başarılar olur. Ve nihayetinde, ruhun susturulmuş sesi, insanı derin bir yalnızlığa itebilir.

Birçok büyük düşünür ve mistik, insanın gerçek potansiyelini ancak ruhuyla keşfedeceğini savunmuştur. Mevlana, “Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyerek, insanın ruhsal derinliğini ifade etmiş, dış dünyanın etkilerinden bağımsız olarak iç bir zenginliği ve anlamı bulmanın önemini vurgulamıştır. Bu, ruhun bedenden ve maddeden önce olması gerektiğini anlatan bir derstir. Gerçek değer, dışta olanın ötesindedir. İnsanın, bedenini ve maddi dünyayı aşan bir bilince sahip olması gerekir.

Ruhun Bedenle Uyumu

Ruh, sadece bedene hükmetmekle kalmaz, bedenin sağlıklı ve huzurlu olması için de ruhsal dengeye ihtiyaç vardır. Bedenin her türlü rahatsızlığı, ruhun bozulmuşluğunun bir yansıması olabilir. Aynı şekilde, ruhsal huzursuzluklar da bedeni etkileyebilir. Dolayısıyla, bedeni sağlıklı tutarken, ruhsal doyum ve huzur da bir o kadar önemlidir. Ruhun önce olması, insanın öz değerlerine, ahlaki ilkelerine ve manevi yolculuğuna yönelmesi gerektiğini ifade eder. Bu yönelme, yaşamın anlamını, her anın değerini ve insanın kendisiyle barışmasını sağlar.

İbretlik Bir Hikaye: Ruhun Hakikat Arayışı

Bir zamanlar bir köyde, insanlar arasında büyük bir bilgelik yarışması düzenleneceği duyurulmuş. Yarışmada birinci gelen kişi büyük bir ödül kazanacaktı. Genç bir adam, çok hevesli bir şekilde bu yarışmaya katılmaya karar verdi. Yarışma günü geldiğinde, herkes kendi bilgilerini sergilemeye başladı. Ancak bir yaşlı adam, hep sakin kalıp sadece izledi. Yarışma sonunda, en bilge kişi olarak o yaşlı adam seçildi. Genç adam merakla yaklaşarak ona sordu: “Nasıl oldu da bu kadar basit ve sakin bir şekilde en bilgili kişi oldunuz? Bizler bilgiyi nasıl aktaracağımızı bilmedik, ama siz hiç konuşmadınız.”

Yaşlı adam gülümsedi ve dedi ki: “Gerçek bilgi, sadece akılda değildir. Bilgi, ruhun derinliklerinde bulunur. Senin bildiğin her şey, maddi dünyanın sınırlarına bağlıydı. Benim bildiğim ise insan ruhunun yüksek hedefleridir. Gerçek bilgiyi bilmek, bedenin ötesindeki huzuru ve anlamı aramaktır.”

Bu hikaye, ruhun bedenin ötesinde ve maddeden önce olması gerektiğini vurgular. Bilgelik, dış dünyadan değil, insanın iç dünyasındaki derinliklerden gelir. Eğer insan sadece bedeni ve maddi dünyayı takip ederse, gerçek huzur ve anlamı bulmakta zorlanır.

Sonuç: Ruhun Önemi ve Yüksek Hedefler

Sonuç olarak, insanın gerçek potansiyeline ulaşabilmesi için ruhunun bedenden ve maddeden önce olması gerektiği gerçeği, hayatın temel eğitimidir. Bedenin geçici arzuları ve maddi hedefler geçicidir; ama ruh, sonsuz ve kalıcıdır. İnsan, ruhunu doğru besler, ona saygı gösterir ve yüksek ideallere yönelirse, yaşamın anlamını derinlemesine keşfeder. Ruh, insanın gerçek yol göstericisidir ve sadece bedeni değil, ruhu da beslemek, doğru bir yaşam sürmenin anahtarıdır.

@@@@@@

Bediüzzaman’ın ifadesiyle,
“Bir zaman, Hazret-i Gavs-ı Âzam (k.s.) Şeyh Geylânî’nin terbiyesinde, nazdar ve ihtiyare bir hanımın birtek evlâdı bulunuyormuş. O muhterem ihtiyare, gitmiş oğlunun hücresine, bakıyor ki, oğlu bir parça kuru ve siyah ekmek yiyor. O riyazattan zaafiyetiyle, validesinin şefkatini celb etmiş. Ona acımış. Sonra Hazret-i Gavs’ın yanına şekvâ için gitmiş. Bakmış ki, Hazret-i Gavs, kızartılmış bir tavuk yiyor. Nazdarlığından demiş:
“Yâ Üstad! Benim oğlum açlıktan ölüyor; sen tavuk yersin!”
Hazret-i Gavs tavuğa demiş: “Kum biiznillâh!” O pişmiş tavuğun kemikleri toplanıp tavuk olarak yemek kabından dışarı atıldığını, mutemet ve mevsuk çok zatlardan, Hazret-i Gavs gibi kerâmât-ı harikaya mazhariyeti dünyaca meşhur bir zâtın bir kerameti olarak, mânevî tevatürle nakledilmiş. Hazret-i Gavs demiş: “Ne vakit senin oğlun da bu dereceye gelirse, o zaman o da tavuk yesin.”
İşte, Hazret-i Gavs’ın bu emrinin mânâsı şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit lezi

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kyQGjZntYWk&t=744s

Loading

No Responsesمارس 15th, 2025

İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.

İNSANI BOŞ VE DOLU KILAN SEBEPLER VE BUNLARIN NETİCESİ.


İnsan, varoluşu gereği hem maddi hem de manevi bir yolculuğun yolcusu olan eşsiz bir varlıktır. Onu değerli kılan, hayatına anlam katan unsurlar olduğu gibi, onu içi boş bir kabuğa dönüştüren sebepler de mevcuttur. Bu makalede, insanı “dolu” veya “boş” kılan sebepleri hikmetli, ibretli ve düşündürücü bir bakış açısıyla ele alacak, bu sebeplerin neticelerini derinlemesine inceleyeceğiz.

İnsanı Dolu Kılan Sebepler
İnsanı dolu kılan, özünü zenginleştiren unsurlar, onun hem bireysel hem de toplumsal hayatında anlam bulmasını sağlar. Bu unsurlar, insanın yaratılış gayesine uygun bir yaşam sürmesine vesile olur.

İman ve Amaç Bilinci
İnsan, yaratılışının bir tesadüf olmadığını idrak ettiğinde ve kendisini Yaratan’ın bir emanetçisi olarak gördüğünde, hayatı anlam kazanır. İman, insanın ruhunu besleyen bir kaynaktır. Kur’an-ı Kerim’de, “İman edenler ve salih amel işleyenler için güzel bir gelecek vardır” (Bakara, 2:25) ayeti, insanın doluluğunun iman ve güzel işlerle şekillendiğini vurgular.
Hikmet: İman, bir ağacın kökü gibidir; kök sağlam olduğunda, dallar meyve verir. Amaç bilinci ise, insanı bir yaprak misali rüzgârın önünde savrulmaktan korur.
İlim ve Hikmet Arayışı
İnsan, öğrenme ve anlama kabiliyetiyle donatılmıştır. İlim, insanı boşluktan kurtarır ve ona bir ufuk çizer. Ancak ilim, hikmetle birleştiğinde gerçek değerini bulur. Hikmet, ilmi hayra yönlendiren bir pusuladır.
İbret: Hz. Ali’nin, “İlimsiz bir akıl, kanatsız bir kuş gibidir” sözü, ilmin insanı nasıl uçurabileceğini bize hatırlatır. İlim öğrenmeyen bir insan, bir kütüphanede tozlu raflara terk edilmiş bir kitap gibidir.
Erdemli Davranışlar ve İyilik
İnsan, başkalarına faydalı oldukça kendi varlığını anlamlandırır. İyilik, insanın ruhunu dolduran bir hazinedir. Bir yetimin başını okşamak, bir fakire el uzatmak, bir gönlü hoş etmek, insanı boşluktan uzaklaştırır.
Düşündürücü: Bir damla su, bir çiçeği canlandırabilir; bir tebessüm ise bir insanın hayatını değiştirebilir. İyilik, insanın içindeki boşluğu dolduran bir nefestir.
İnsanı Boş Kılan Sebepler
İnsanı boş kılan sebepler, onun yaratılış gayesinden uzaklaşmasına ve ruhsal bir çöküntüye sürüklenmesine yol açar. Bu sebepler, genellikle insanın kendi tercihlerinin bir sonucudur.

Amaçsızlık ve Anlamsızlık
İnsan, hayatının bir amaca hizmet etmediğini düşündüğünde, içi boş bir kabuğa dönüşür. Modern dünyanın dayattığı tüketim kültürü, insanı bir makine gibi yaşamaya mahkûm eder. Bu durum, ruhsal bir boşluk doğurur.
Hikmet: Bir gemi, rotasız kaldığında dalgalara teslim olur. İnsan da amaçsız kaldığında, hayatın fırtınalarında kaybolur.
Bencillik ve Hırs
İnsan, yalnızca kendi çıkarlarını düşündüğünde ve hırslarının esiri olduğunda, ruhsal bir çölde kaybolur. Bencillik, insanın içini kemiren bir hastalıktır. Hırs ise, bir bataklık gibidir; içine çekildikçe daha fazla batarsınız.
İbret: Tarih, hırslarının kurbanı olan nice kralların, hükümdarların hikâyeleriyle doludur. Firavun, Karun gibi isimler, bencilliğin ve hırsın insanı nasıl boşluğa sürüklediğinin açık birer örneğidir.
Nankörlük ve Şükürsüzlük
İnsan, elindeki nimetlerin kıymetini bilmediğinde, ruhu bir doyumsuzluk girdabına kapılır. Şükürsüzlük, insanı boşluğa mahkûm eder. Oysa şükür, insanın ruhunu zenginleştiren bir iksirdir.
Düşündürücü: Bir bardak su, çöldeki bir yolcu için bir hazineyken, bir sarayda yaşayan biri için sıradan bir nesne olabilir. Nankörlük, insanın gözlerini kör eder; şükür ise gönülleri aydınlatır.
Bunların Neticesi
İnsanı dolu veya boş kılan sebepler, hem bu dünyada hem de ahiret hayatında farklı neticeler doğurur. Bu neticeler, insanın tercihlerinin bir aynasıdır.

Dolu Bir İnsanın Neticesi:
Dolu bir insan, hem kendisiyle hem de çevresiyle barışık bir hayat sürer. İman, ilim ve erdem, onun ruhunu bir bahar bahçesine çevirir. Toplumda iz bırakan, hayırla anılan bir birey olur. Ahiret hayatında ise, “Onlar, cennetlerde ağırlanırlar” (Âl-i İmrân, 3:15) müjdesine nail olur.
Hikmet: Dolu bir insan, bir mum gibidir; hem kendini aydınlatır hem de çevresine ışık saçar.
Boş Bir İnsanın Neticesi:
Boş bir insan, hayatı boyunca bir tatminsizlik ve huzursuzluk içinde yaşar. Amaçsızlık, bencillik ve nankörlük, onun ruhunu bir karanlığa hapseder. Toplumda unutulur, iz bırakmaz. Ahiret hayatında ise, “Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, ona dar bir geçim vardır” (Tâ-Hâ, 20:124) uyarısı onun için bir gerçeklik olur.
İbret: Boş bir insan, içi boş bir testi gibidir; ne kendi susuzluğunu giderir ne de başkasına bir fayda sağlar.
Son Söz: Tercih Bizim Ellerimizde
İnsan, bir yol ayrımında duran bir yolcu gibidir. Bir yol, onu doluluğa ve huzura götürürken; diğer yol, boşluğa ve karanlığa sürükler. Bu yol ayrımında, tercih tamamen insana aittir. Unutmayalım ki, her bir tercih, bir tohumdur; ektiğimiz tohumlar, yarın karşımıza bir bahçe ya da bir dikenlik olarak çıkacaktır.

Düşündürücü: Bir an için gözlerimizi kapatalım ve kendimize soralım: “Ben, dolu bir insan mıyım, yoksa boş bir kabuk mu?” Cevap, sadece bizim ellerimizde değil, aynı zamanda gönlümüzde saklıdır.

Bu makale, insanı derin bir tefekküre davet etmek için kaleme alınmıştır. Hayat, bir anlık gafletin değil, bir ömürlük bilincin eseridir. Öyleyse, dolu bir insan olmak için bugün bir adım atalım; çünkü yarın, bugünün aynasıdır.

Loading

No Responsesمارس 14th, 2025

İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.

İNSAN LEYLA, DÜNYA VE FANİ İÇİN YANARSA KÜL OLUR. ALLAH İÇİN, AHİRET VE BAKİ İÇİN YANARSA KUL OLUR.


Tıpkı odun gibi, bir yanı kül olurken, diğer yanı Nur ve ışık olmaktadır.

Yanışın Mahiyeti: Kül mü, Kul mu?

İnsan, yaratılışı gereği bir şeye bağlanmadan, bir hedefe yönelmeden yaşayamaz. Kimi servetin, kimi şöhretin, kimi makamın, kimi de bir insanın peşinde yanar. Kimisi de Allah için yanar. İşte, insanın ne için yandığı onun sonunu belirler: Kül mü olur, kul mu?

Dünya İçin Yanan, Kül Olur

Dünya, geçici bir duraktır. İçindeki nimetler ve lezzetler ancak belirli bir süre için insana tahsis edilmiştir. Fani olana aşkla bağlanan, aslında bir seraba koşar. Leyla için yanan Mecnun misali, ne kadar uğraşırsa uğraşsın sonunda eli boş kalır. Dünya sevgisi, insanın kalbini öyle sarar ki, hakikati göremez hale gelir. Mal, mülk, şöhret, makam gibi şeyler için yananlar, sonunda ruhen ve bedenen tükenirler. Onların yanışı, bir mumun aleve teslim olup kül olması gibidir.

Tarihe baktığımızda nice zenginler, nice hükümdarlar, nice şöhret sahipleri, sahip olduklarıyla mutmain olamamış, daha fazlasını isterken ömürlerini heba etmişlerdir. Firavun, Nemrut, Karun… Hepsi dünya için yandı, ama sonunda külden başka bir şey olamadılar. Çünkü faniyi amaç edinen, fanilikle yok olur.

Allah İçin Yanan, Kul Olur

Öte yandan, Rabbine yönelen, dünya nimetlerini birer vasıta olarak gören kişi, yanışını anlamlandırır. O artık kül olmak için değil, kul olmak için yanar. Aşkını, şevkini ve enerjisini ebedi olan için harcar. Ahireti merkeze alır ve dünya imtihanlarını sabır ve şükürle karşılar. İşte bu kişi, yanarken tükenmez; aksine olgunlaşır, arınır ve gerçek huzura erişir.

Mevlana’nın pervane metaforu burada ne kadar hikmetlidir! Pervane, ışığa aşkla yönelir ve sonunda ateşte yanar. Ancak bu yanış yok olmak için değil, hakikati bulmak içindir. İnsan da, fani aşkların peşinde yanıp kül olacağına, ebedi hakikatin ateşinde yanarak gerçek bir kul olmalıdır.

Yanışını Seç!

Her insan bir ateşle sınanır. Kimi dünyevi arzuların peşinde yanar ve sonunda pişmanlık içinde yok olur. Kimi de hakikatin nurunda yanarak kulluğunu idrak eder ve ebedi saadete kavuşur.

Öyleyse kendimize şu soruyu soralım: Biz ne için yanıyoruz? Kül mü olacağız, kul mu?

@@@@@@@

Tıpkı huzur ve huzuru bulmak için çabalayan kral gibi

huzuru arayan krala huzurlu birinin gömleğini giymesi tavsiye edilir.adamlari arastirip bulur ancak adam ciplaktir

 

 

Loading

No Responsesمارس 14th, 2025

TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ HARİÇTE DEĞİL DAHİLDE. VİRÜS İÇİMİZDE. DÜNYANIN ARTIKLARI BİZDE.

TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ HARİÇTE DEĞİL DAHİLDE. VİRÜS İÇİMİZDE. DÜNYANIN ARTIKLARI BİZDE.


Türkiye’nin Problemi: Haricî Değil, Dâhilî – İçimizdeki Virüs

Büyük milletler, dışarıdan gelen tehlikelerle yıkılmaz; asıl çöküş, içeriden başlar. Tarih, nice medeniyetlerin ordular karşısında değil, kendi içindeki çürüme yüzünden yok olduğunu göstermiştir. Bugün Türkiye’nin problemi de haricî düşmanlardan ziyade, dâhilî hastalıklardır. Virüs içimizde.

Toplum olarak yıllardır dış mihrakları suçluyoruz. “Bizi bölmek istiyorlar, ekonomik saldırı altındayız, bizi güçsüzleştirmeye çalışıyorlar.” Bunların hepsi bir ölçüde doğru olabilir. Ancak asıl mesele şudur: Dışarıdan gelen her saldırıyı bertaraf edebilecek güçte miyiz? Yoksa içerideki çöküş, dışarıdan gelen her darbeyi daha da yıkıcı mı hale getiriyor?

Tarihten Bir Ders: Çöküş İçeriden Başlar

Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemlerinde bile içeride zayıflıklar başlamıştı. Kanunî Sultan Süleyman devrinde bile, vezirlerden biri bir sefere çıkarken şöyle demişti:

> “Düşmanı dışarıda aramayın, içerideki rüşveti, adaletsizliği, liyakatsizliği yok edin, zaten zafer kendiliğinden gelir.”

Tarih şunu öğretiyor: Bir millet kendi içinde ahlaki ve manevi değerlerini kaybederse, dışarıdan gelen düşman değil, içerideki ihanet onu yok eder.

İçimizdeki Virüs Nedir?

Türkiye’nin asıl problemi şunlardır:

1. Ahlaki Çöküş

Yalanın, hilenin, rüşvetin, torpilin normalleşmesi…

Toplumda güven duygusunun erimesi…

Aile bağlarının zayıflaması, saygının azalması…

2. Liyakatsizlik ve Ehliyetsizlik

İşin ehline verilmemesi…

Adam kayırma, hak edenin değil, güçlü olanın öne çıkması…

Eğitimde kalite yerine gösterişin tercih edilmesi…

3. Manevi Boşluk ve Değersizleşme

Ruhsuzlaşan nesiller, amaçsız bireyler…

Anlam arayışının yerini hazcılığın alması…

Teknoloji bağımlılığı, sosyal medya esareti…

Bunlar, içerideki büyük virüslerdir. Ve eğer bunlar düzeltilmezse, dış tehditleri suçlamanın hiçbir anlamı yoktur.

Dünyanın Artıkları Bizde

Dünya hızla değişirken, Türkiye birçok yönüyle geçmişinden koparıldı. Ne tam anlamıyla Batılı olabildi, ne de özüne sadık kalabildi. Böyle olunca, Batı’nın terk ettiği ahlaki çöküntüler, Doğu’nun sahip çıkmadığı değerler arasında sıkışıp kaldık.

Onlar maneviyatı yok etti, biz de onları taklit ettik.

Onlar kapitalizmin kölesi oldu, biz de onun artıklarıyla yetindik.

Onlar ahlaki kurallarını gevşetti, biz de modernlik adına aynısını yaptık.

Bugün, Batı kendi sistemini sorgulamaya başladı. Aile yapılarının çöküşünü tartışıyor, kapitalizmin insani değerleri nasıl yok ettiğini konuşuyor. Ama biz, Batı’nın terk ettiği hastalıklı fikirleri yeni keşfetmiş gibi, onları kendi toplumumuza enjekte etmeye çalışıyoruz.

Çözüm Nedir?

Türkiye’yi gerçekten güçlendirecek şey, sadece ekonomik büyüme veya askerî güç değildir. Bunlar önemli olmakla birlikte, asıl mesele, toplumun içeriden sağlam olmasıdır.

1. Ahlaki ve Manevi Diriliş

Doğruyu eğip bükmeden söyleyen bir nesil yetiştirmek…

İnsanı meta olarak gören zihniyetten kurtulmak…

Helal ve haram hassasiyetini yeniden kazanmak…

2. Liyakat ve Adaletin Tesisi

İşin ehline verilmesi, torpilin ortadan kalkması…

Adaletin güçlüye göre değil, hakka göre şekillenmesi…

“Benim adamım” yerine “En iyisi kim?” sorusunun sorulması…

3. Milli ve Manevi Değerlerin Canlandırılması

Tarihimizi ve kültürümüzü sadece nostaljik bir anlatı olarak değil, geleceği inşa eden bir temel olarak görmek…

Kendimizi başkalarına göre değil, kendi değerlerimize göre ölçmek…

Gelenek ile modernliği çatıştırmadan bir arada yaşatabilmek…

Son Söz: Önce İçimizdeki Virüsü Temizlemeliyiz

Türkiye güçlü bir ülke olabilir. Ama asıl güç, içeride sağlam olmaktan geçer. Bir millet, dış düşmanlardan değil, içteki ahlaki çöküşten yıkılır. Eğer adalet, liyakat, ahlak ve birlik duygusunu kaybedersek, dünyanın en büyük ekonomisine de sahip olsak, en güçlü ordusunu da kursak, sonuç değişmez.

Önce içerideki virüsü temizleyelim. Çünkü gerçek problem haricî değil, dâhilîdir.

@@@@@@

### TÜRKİYE’NİN PROBLEMİ: HARİÇTE DEĞİL, DAHİLDE

“Bir milletin asıl gücü, topu, tüfeği, tankı değil; imanlı, ahlaklı, erdemli insanlarıdır.” Bu söz, bir toplumun gerçek gücünün dışarıdan gelen tehditlerde değil, içerideki sağlamlıkta yattığını ifade eder. Türkiye, tarih boyunca nice badireler atlatmış, harici düşmanlara karşı destansı mücadeleler vermiş bir millettir. Ancak bugün, belki de en büyük sınavımız dışarıda değil, içimizdedir. Sorun, “virüs” olarak tabir ettiğimiz ahlaki, manevi ve toplumsal çöküşlerdir. Peki, bu virüs nedir? Nereden gelir? Ve en önemlisi, nasıl tedavi edilir?

#### Virüs İçimizde: Sorunun Kaynağı
Her toplum, zaman zaman dahili çalkantılar yaşar. Ancak bir toplumun asıl imtihanı, bu çalkantıların kaynağını doğru teşhis edebilmesindedir. Harici düşmanlar, çoğu zaman bir milleti birleştirir, ortak bir hedef uğruna kenetler. Ancak dahili problemler, bir milleti içeriden kemirir, birliğini bozar, enerjisini tüketir. Türkiye’nin bugün karşı karşıya olduğu sorunların çoğu, dışarıdan gelen etkilerden çok, içerideki zaaflarımızdan kaynaklanmaktadır.

Bu “virüs”, bireysel ahlakın zayıflaması, toplumsal güvenin erozyona uğraması, adalet duygusunun zedelenmesi ve ortak değerlerin unutulmasıdır. Hırs, bencillik, riya, yalan ve adaletsizlik gibi manevi hastalıklar, bir toplumu çökerten en büyük düşmanlardır. Ne yazık ki, modern dünyanın dayattığı bireysellik kültürü, tüketim çılgınlığı ve ahlaki yozlaşma, bu virüsün yayılmasına zemin hazırlamıştır. “Dünyanın artıkları” olarak nitelendirdiğimiz bu olumsuzluklar, sadece dışarıdan ithal edilen bir yük değil, aynı zamanda bizim kendi ellerimizle beslediğimiz bir hastalıktır.

#### İbretli Bir Hikaye: Karıncalar ve Fil
Bir Afrika atasözü der ki: “Bir fili öldüren, bir karıncanın ısırığıdır.” Fil, güçlü ve heybetli bir hayvandır; ancak burnuna giren küçük bir karınca, onun tüm gücünü yerle bir edebilir. Toplumlar da böyledir. Dışarıdan gelen tehditler, belki de filin karşısındaki bir aslan gibidir; görünür, bilinir ve mücadele edilebilir. Ancak içerideki küçük karıncalar, yani ahlaki çöküşler, bir toplumu fark ettirmeden yok edebilir. Tarih, bu gerçeği doğrulayan sayısız örnekle doludur. Roma İmparatorluğu, dışarıdan gelen barbar akınlarından çok, içerideki ahlaki yozlaşma ve adaletsizlik nedeniyle çökmüştür. Osmanlı, en güçlü döneminde bile içerideki nifak tohumları yüzünden zayıflamış, birlik ruhunu kaybetmiştir.

Bugün Türkiye, bir fil kadar güçlü bir potansiyele sahiptir. Ancak bu gücün sürdürülebilirliği, içerideki karıncaları yok etmeye bağlıdır. Eğer bizler, bireysel ve toplumsal ahlakı yeniden inşa edemezsek, dışarıdan gelen tehditlere karşı ne kadar güçlü olursak olalım, bir gün o küçük karıncalar hepimizi yere serebilir.

#### Çözüm: Dahildeki Virüsü Tedavi Etmek
Peki, bu virüs nasıl tedavi edilir? Problemin çözümü, yine içimizde, kendi ellerimizdedir. Harici düşmanlara karşı zafer kazanmak için güçlü ordulara ihtiyaç vardır; ancak dahili problemlere karşı zafer kazanmak için güçlü bir irade, sağlam bir ahlak ve birlik ruhuna ihtiyaç vardır.

1. **Bireysel Sorumluluk:** Her bir birey, önce kendi nefsini hesaba çekmelidir. “Ben ne yapıyorum? Topluma ne katıyorum? Adaletten, doğruluktan, merhametten ne kadar taviz veriyorum?” sorularını kendine sormalıdır. Unutmayalım ki, bir toplum, bireylerinin toplamından oluşur. Eğer bireyler değişirse, toplum da değişir.

2. **Eğitim ve Ahlak:** Eğitim, sadece bilgi aktarımı değildir; aynı zamanda ahlak ve fazilet inşa etmektir. Genç nesillere, tüketim toplumunun kölesi olmayı değil, üretmeyi, paylaşmayı ve adil olmayı öğretmeliyiz. Hikmet, bir toplumun en büyük hazinesidir. Hikmetli bireyler, problemlere çözüm üreten, birleştiren ve yol gösteren kişilerdir.

3. **Birlik Ruhu:** Toplum olarak, farklılıklarımızı bir zenginlik olarak görmeli, nifak tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Birbirimize güveni yeniden inşa etmeli, ortak değerler etrafında kenetlenmeliyiz. Bir milletin birliği, onun en büyük silahıdır.

4. **Adalet ve Merhamet:** Adalet, bir toplumun temel direğidir. Eğer bir toplumda adalet yoksa, o toplum ayakta kalamaz. Ancak adalet, merhametle dengelenmelidir. Sadece cezalandırıcı bir adalet, toplumu birleştirmez; sevgi, şefkat ve merhamet, adaletin ruhudur.

#### Son Söz: Hikmet ve İbret
Unutmayalım ki, her problem bir imtihandır; her imtihan ise bir fırsattır. Türkiye, tarih boyunca nice zorlukları aşmış, nice virüsleri tedavi etmiştir. Yeter ki, problemlerimizin kaynağını doğru teşhis edelim ve çözüm için cesaretle adım atalım. Harici düşmanlar, bir milletin cesaretini test eder; ancak dahili düşmanlar, bir milletin aklını, ahlakını ve birliğini test eder. Bu imtihandan başarıyla çıkmak, hepimizin elindedir.

“Dünyanın artıkları” olarak nitelendirdiğimiz bu olumsuzluklar, bizim eserimizdir; dolayısıyla, bunları temizlemek de bizim görevimizdir. Hikmet, bize yol gösterir; ibret, bize ders verir; düşünce, bize çözüm üretir. Gelin, hep birlikte bu virüsü tedavi edelim. Unutmayalım ki, bir milletin asıl zaferi, dışarıdaki düşmanlara karşı değil, içerideki zaaflara karşı kazandığı zaferdir.

Loading

No Responsesمارس 12th, 2025

İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…

İKİ DÖNEMDİR İSTANBUL BELEDİYE BAŞKANLIĞINDA SAYIN ERDOĞAN’A DERS VEREN İSTANBUL, İKİ DÖNEMDİR DERSİNİ ALIYOR. ODA ÇOK PAHALI OLARAK…


İstanbul’un İbretlik Seçim Tercihi ve Ağır Bedeli

Demokrasilerde seçim, bir milletin kendi kaderini belirleme hakkıdır. Seçmenler, verdikleri oylarla sadece bir yönetimi belirlemekle kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair bir tercihte bulunurlar. Ancak bazı tercihler vardır ki, sonuçları yalnızca bir dönemle sınırlı kalmaz, yıllar boyu etkisini gösterir. İstanbul da böyle bir sürecin içinde…

İstanbul, Türkiye’nin kalbi, ekonomik ve kültürel başkentidir. Burası sadece bir şehir değil, adeta bir ülke gibidir. Türkiye’nin genel gidişatını belirleyen bir lokomotif olduğu için, İstanbul’da yaşanan her olumlu ya da olumsuz gelişme, tüm ülkeyi doğrudan etkiler. İşte tam da bu yüzden, İstanbul’un yönetimi milli bir mesele olarak değerlendirilmelidir.

İstanbul’un Seçim Tercihi ve Sonuçları

İstanbul, 2019’da bir tercihte bulundu ve 2024’te bunu yeniledi. Seçmen, Türkiye’yi 20 yılı aşkın süredir yöneten Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın siyasi çizgisinden farklı bir yolu tercih etti. Peki, bu tercihin İstanbul’a maliyeti ne oldu?

Mega projeler durduruldu: İstanbul’un trafik çilesini hafifletecek projeler ya iptal edildi ya da sürüncemeye bırakıldı. Metroların tamamlanması gecikti, yeni yollar yapılmadı.

Altyapı yatırımları sekteye uğradı: Şehirde su baskınları, çöp sorunları ve ulaşım aksaklıkları artık sıradanlaştı.

Ekonomik kriz ve yüksek maliyetler: İBB’nin yönetiminde mali sıkıntılar had safhaya ulaştı, borç katlandı. Reklam ve şovlara ayrılan bütçeler, hizmetten esirgenmeye başlandı.

Sosyal ve kültürel erozyon: İstanbul, manevi ve tarihi kimliğini koruma noktasında zafiyet yaşadı. Değerler aşındı, şehrin dokusuna uygun olmayan etkinlikler teşvik edildi.

Bu tablo, İstanbul’un seçmenine şu soruyu sordurmalı: “Gerçekten de doğru bir karar mı verdik?”

Erdoğan’a Ders Vermek İsterken Ders Almak

İstanbul, 1994 yılında Recep Tayyip Erdoğan’ın belediye başkanı olmasıyla yepyeni bir döneme adım atmıştı. O dönem su sıkıntısı, çöp dağları, hava kirliliği gibi devasa sorunlar vardı. Erdoğan ve ekibi, kararlı yönetimiyle bu sorunları çözdü ve İstanbul’a vizyon kazandırdı.

Ancak 2019’da İstanbul seçmeni, 25 yıl boyunca AK Parti kadrolarının hizmet ettiği şehri farklı bir yönetime teslim etti. Kimi, “bir ders vermek” için, kimi de “değişim olsun” diyerek bu kararı verdi. Ama gelinen nokta, verilen dersin geri dönüşünün ağır bir fatura olduğunu gösteriyor.

Zira “ders vermek” için oy verenler, beş yıl boyunca artan trafik çilesi, su baskınları, metro projelerinin gecikmesi ve belediye hizmetlerindeki zafiyet gibi sonuçlarla bizzat ders aldı. İstanbullular, “hizmet değil, algı belediyeciliği” gerçeğiyle yüzleşti.

İbret Alınmazsa Tarih Tekerrür Eder

Bu süreç, sadece İstanbul değil, Türkiye genelindeki seçmenler için de önemli bir ders niteliğinde. Zira sandık, sadece günü kurtarmak için değil, geleceği inşa etmek için bir araçtır. Eğer oy kullanırken duygusallık ağır basarsa, sonuçları acı olabilir.

İstanbul’un iki dönemde yaşadığı tecrübeler, sadece belediye başkanı seçmenin ötesinde bir anlam taşıyor. Bu seçimler, hizmet odaklı yönetim ile algı yönetimi arasındaki farkı net bir şekilde ortaya koymuştur. Eğer bu süreçten ibret alınmazsa, tarih tekerrür eder ve bedeli daha da ağır olur.

Özetle, İstanbul’un “ders verme” gayesiyle çıktığı yol, ona ağır bir fatura çıkardı. Ancak en önemli soru şu: “Acaba bu ders gerçekten öğrenildi mi?”

Loading

No Responsesمارس 12th, 2025

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR .

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR . [1]

DÜNYA HERKESİN VE HER KESİMİN BULUŞUP BIR ARAYA GELEREK, AHİRETTE DE BERABER OLACAĞI BİR YERDİR. NEMRUD VE NEMRUTCUKLARLA, HZ. İBRAHİM VE SEVENLERİNİN AYRILDIĞI VE AYRIŞTIĞI BİR YERDİR.


Dünya: Birlikte Yaşanan, Ama Ahirette Ayrışılan Bir Diyâr

Dünya, tüm insanlığın buluştuğu, farklı inançların, ideolojilerin, iyilik ve kötülüğün iç içe olduğu bir sahnedir. Bu sahnede herkes bir arada yaşar, nefes alır, aynı güneşi paylaşır. Ancak, asıl ayrışma ahirette olacaktır. Çünkü dünya, Nemrut ve Nemrutçuklarla, Hz. İbrahim ve sevenlerinin yollarının ayrıştığı bir sınav yeridir.

1. Dünya: Herkesin Birlikte Olduğu Bir Sınav Alanı

Dünya, sadece müminlerin veya sadece zalimlerin yaşadığı bir yer değildir. İyilik ve kötülük, adalet ve zulüm, iman ve inkâr her zaman iç içe olmuştur.

Hz. Musa ile Firavun aynı dönemde yaşadı. Ama biri zalimliğiyle anıldı, diğeri peygamberliğiyle…

Hz. İbrahim ile Nemrut aynı dünyada yaşadı. Ama biri ateşin içinde serinliğe kavuştu, diğeri kendisini ilah ilan edip helak oldu.

Peygamber Efendimiz (sav) ile Ebu Cehil aynı şehirde yaşadı. Ama biri âlemlere rahmet oldu, diğeri adını bile kötü bir unvan olarak bıraktı.

Bu, dünyanın değişmez hakikatidir. Herkes bir arada yaşar, ama herkes aynı kaderi paylaşmaz. Çünkü dünya, herkesin sınandığı bir yerdir.

2. Nemrut ve Nemrutçuklar: Zulmün ve Kibirin Temsilcileri

Nemrut, sadece bir şahıs değil, tarih boyunca süregelen kibirli, zalim, Allah’ı unutmuş güçlerin bir sembolüdür. Nemrut’un yolunda gidenler, hakikati çarpıtan, kendilerini ilah gibi gören, zulümle hükmeden ve insanları köleleştiren anlayışın temsilcileridir.

Bugünün Nemrutçukları, hakikati susturmaya çalışıyor.

Adalet yerine zulmü, merhamet yerine hırsı yüceltiyor.

İnsanların gönüllerini, mallarını ve özgürlüklerini sömürerek kendilerini “güçlü” sanıyorlar.

Ama unutulmamalıdır ki: Nemrut’un saltanatı ateşte sona erdi. Firavun, denizde boğuldu. Zalimler, daima bir sonla karşılaştılar.

3. Hz. İbrahim ve Sevenleri: Hakikatin Yolcuları

Hz. İbrahim, tevhidi savunan, zulme boyun eğmeyen, Nemrut’un karşısında tek başına bile olsa dimdik duran bir iman timsalidir. Onun yolunda olanlar:

Hakkın yanında dururlar, zulme rıza göstermezler.

Allah’a dayanır, dünyayı asıl yurt olarak görmezler.

Zalimin tahtı sarsılsa bile, sabır ve dua ile mücadele ederler.

Hz. İbrahim’in ateşe atılmasına rağmen yanmaması, bize şu hakikati gösterir: Zalimler ne kadar güçlü olursa olsun, Allah dilediğinde ateşi bile serin kılar.

4. Ahiret: Asıl Ayrışmanın Yaşanacağı Yer

Dünya, Nemrut ile İbrahim’in, Firavun ile Musa’nın, hak ile batılın aynı atmosferde nefes aldığı yerdir. Ama ahiret, asıl hesap günüdür.

Zalimler, güçlerini kaybedip hesap verecek.

Mazlumlar, sabırlarının karşılığını alacak.

İyiler ve kötüler, bir daha bir araya gelmemek üzere ayrılacak.

Dünya, bir imtihan meydanı; ahiret ise nihai duraktır. Bu dünyada kimin yanında durduğumuz, ahirette nerede olacağımızı belirleyecektir.

Sonuç: Kimin Yanında Yer Alacağız?

Dünya, herkesin aynı sofraya oturduğu, aynı yağmurla ıslandığı, aynı güneşle aydınlandığı bir yerdir. Ama asıl önemli olan, kimin tarafında durduğumuzdur.

Nemrut’un mu, İbrahim’in mi?

Firavun’un mu, Musa’nın mı?

Zulmün mü, adaletin mi?

Bu dünya, herkesin aynı kaderi paylaşacağı bir yer değil. Bugün iç içe yaşasak da, ahirette yollarımız ayrılacak.

Hangi yolda yürüdüğümüz, nerede durduğumuz ve kimlerle beraber olduğumuz, sonsuz yurdumuzu belirleyecek.

Hadiste: “Kişi sevdiğiyle beraberdir. ” buyurulur.
Ne diyelim!
Allah herkesi sevdiğiyle beraber eylesin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=4m38koDtnio

Loading

No Responsesمارس 12th, 2025

SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.

SONSUZLUK KAVRAMI: ALLAH’IN- CENNETİN VE İNSANIN SONSUZLUĞU.[1]


Zaman kavramı. Bin ve elli bin sene.
Bakara. 259 Üzeyir peygamberin yüz sene uyuması
Ashab-ı Kehfin 309 sene uyuması.

İnsan, varoluşunun başlangıcından itibaren sonsuzluk kavramı üzerinde düşünmüş, ölüm sonrası hayatın ve ebedî varoluşun mümkün olup olmadığını sorgulamıştır. Kur’an-ı Kerim, Hadis-i Şerifler ve bilimsel yaklaşımlar, bu konuya dair farklı perspektifler sunar. İslam inancında sonsuzluk, Allah’ın ezelî ve ebedî oluşu, cennetin ve cehennemin sürekliliği ve insanın ruhunun ölmezliği üzerinden ele alınır.

Bu makalede, Allah’ın sonsuzluğu, cennetin ve cehennemin sonsuzluğu ve insanın sonsuz varoluşu Kur’an, hadis ve bilimsel bakış açısıyla ele alınacaktır.

1. ALLAH’IN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Allah’ın Sonsuzluğu

İslam inancına göre Allah, ezelî (öncesiz) ve ebedî (sonsuza kadar var olan) bir varlıktır. O’nun varlığı, herhangi bir başlangıç ya da sona tabi değildir.

Kur’an’da Allah’ın ezelî ve ebedî olduğu şöyle belirtilir:
“O, Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi bilendir.” (Hadîd, 57/3)

Evvel ve Âhir isimleri, Allah’ın başlangıcının ve sonunun olmadığını ifade eder. O’nun varlığı, zamanla sınırlı değildir.

Bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Allah vardı ve O’ndan başka hiçbir şey yoktu.” (Buhârî, Tevhid, 22)

Bu, Allah’ın varlığının hiçbir başlangıcının olmadığını açıkça gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, büyük patlama (Big Bang) teorisi ile evrenin bir başlangıcı olduğunu öne sürmektedir. Ancak, bilim evrenin öncesi hakkında kesin bilgi veremez. Allah’ın sonsuzluğu, evrenin ötesinde ve tüm zaman-mekan kavramlarının üstünde bir varlığı ifade eder.

2. CENNETİN VE CEHENNEMİN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Cennetin Sonsuzluğu

İslam inancına göre, cennet ve cehennem yaratılmıştır ve varlıkları sonsuza kadar devam edecektir.

Kur’an’da cennet için şöyle buyrulur:
“İman edip salih amel işleyenler için, içinde ebedî kalacakları cennetler vardır.” (Bakara, 2/82)

Cennete giren müminler, orada hiçbir zaman ölmeyecek, yaşlanmayacak ve sıkıntıya düşmeyecektir.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Cennete giren bir kimse, orada ebedî kalır. Ölüm yoktur. Ne elbiseleri eskiyecek ne de gençliği kaybolacaktır.” (Müslim, Cennet, 22)

Kur’an ve Hadislerde Cehennemin Sonsuzluğu

Cehennem de yaratılmıştır ve bazı kimseler için ebedîdir. Allah, iman etmeyen ve kâfir olarak ölenler için cehennemin ebedî olduğunu bildirir:

“Onlar orada ebedî kalacaklardır, ne azapları hafifletilir ne de yüzlerine bakılır.” (Bakara, 2/162)

Ancak, bazı hadislerde ve alimlerin yorumlarında, cehennemdeki azabın bazı günahkâr müminler için süreli olabileceği belirtilmiştir. Büyük günah işleyip cehenneme giren bazı müminler, şefaat veya Allah’ın merhametiyle çıkabilir.

Bilimsel Bakış Açısı

Termodinamiğin ikinci yasasına göre, evrendeki enerji giderek daha düzensiz hale gelir ve zamanla yok olur. Ancak cennetin sonsuzluğu, maddî evrenin yasalarına tabi olmayan metafiziksel bir gerçekliktir.

3. İNSANIN SONSUZLUĞU

Kur’an ve Hadislerde Ruhun Sonsuzluğu

İslam inancına göre insanın ruhu ebedîdir. Ölüm, ruhun yok olması değil, dünya hayatından ahiret hayatına geçişidir.

Kur’an’da şöyle buyrulur:
“Her nefis ölümü tadacaktır, sonra bize döndürüleceksiniz.” (Ankebût, 29/57)

Hadislerde de ruhun ahirette yaşamaya devam edeceği açıkça belirtilmiştir:
“Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçedir ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Tirmizî, Kıyamet, 26)

Bu, insan ruhunun ölümsüz olduğunu ve ahirette de yaşamaya devam edeceğini gösterir.

Bilimsel Bakış Açısı

Modern bilim, ruhun varlığını maddî olarak kanıtlayamasa da, bilinç, ölümden sonra varlık ve metafiziksel deneyimler üzerine birçok çalışma yapılmaktadır.

Ölüme yakın deneyimler (NDE – Near Death Experiences), insan bilincinin bedensel ölümden sonra bile devam ettiğini gösteren ilginç bulgulardır.

Kuantum fiziğinde bilinç ve madde ilişkisi, ruhun ölümsüzlüğü üzerine bazı teorilere kapı aralamaktadır.

Bu noktada, İslam’ın ruhun ölümsüzlüğüne dair öğretileri, bilimsel keşiflerle örtüşebilecek metafiziksel bir hakikati ortaya koymaktadır.

SONUÇ: SONSUZLUK İNSANA NEYİ ÖĞRETİR?

Sonsuzluk kavramı, insana hayatının geçici olduğunu, ancak ruhunun sonsuz bir varoluşa sahip olacağını hatırlatır. Allah’ın sonsuzluğu, O’na teslimiyetin gerekliliğini gösterirken, cennetin sonsuzluğu, insanı iyi olmaya teşvik eder. Cehennemin sonsuzluğu ise, günahlardan kaçınmanın önemini hatırlatır.

İnsan, bu dünyada kısa bir süre yaşar ama ebedî bir hayata hazırlanır. Kur’an, hadis ve bilimsel işaretler, insanın sonsuz varoluşa sahip olduğunu destekleyen güçlü deliller sunar.

Son olarak, Allah Teâlâ’dan bizleri ebedî saadet yurdu olan cennete koymasını niyaz ederiz.

“Rabbimiz! Bizi bağışla ve cennetin ebedî nimetleriyle mükâfatlandır!” (Âl-i İmrân, 3/16)

Amin!

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=EpP151ss1gU

Loading

No Responsesمارس 12th, 2025

Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?

Hz. Ömer Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömmüş müdür?


Hz. Ömer’in (r.a.) Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömdüğüne dair anlatılan olay, İslam tarihçileri ve araştırmacılar tarafından güvenilir kaynaklarla desteklenmemektedir. Bu anlatım, halk arasında yaygın bir rivayet olmakla birlikte, sahih hadis kaynaklarında ve erken dönem İslam tarihçileri tarafından yazılan eserlerde geçmemektedir.

Konuyla ilgili bazı önemli noktalar şunlardır:

1. Sahih Kaynaklarda Yer Almaması: Bu olayın geçtiğine dair en güvenilir kabul edilen hadis ve tarih kitaplarında bir bilgi yoktur. Özellikle, İbn Hişam, Taberî ve İbn Sa’d gibi klasik İslam tarihçileri böyle bir vakadan bahsetmemektedir.

2. Hz. Ömer’in Kızı Hafsa’nın Durumu: Hz. Ömer’in Müslüman olmadan önce dünyaya gelen kızı Hafsa (r.a.), İslam’ı kabul ettikten sonra yaşamış ve Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile evlenmiştir. Eğer Hz. Ömer kız çocuklarını gömme âdetini uygulamış olsaydı, Hafsa da bu durumdan etkilenebilirdi.

3. İslam Öncesi Dönemde Çocuk Gömme Geleneği: Cahiliye döneminde bazı Arap kabilelerinde kız çocuklarını gömme geleneği bulunuyordu. Ancak bu, her kabilede yaygın değildi ve özellikle Mekke gibi ticaretle uğraşan şehirlerde daha az görülmekteydi.

Bu nedenle, Hz. Ömer’in (r.a.) kızını diri diri gömdüğü anlatımı, tarihi bir gerçeklikten çok, İslam öncesi dönemin sertliğini vurgulamak için anlatılan abartılı hikâyelerden biri olabilir. Hz. Ömer’in İslam ile şereflendikten sonraki adalet anlayışı ve yönetimi, onun Cahiliye dönemindeki hatalarını telafi ettiğini ve gerçek bir dönüşüm yaşadığını göstermektedir.

 

 

Loading

No Responsesمارس 11th, 2025

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR.[1]

NURDAN GELEN KÂİNAT NUR’LANIP VE NUR’LA BOYANIP NUR’A GİDİYOR. DÜNYA PAZARINDA NUR ALIP NUR SATARIZ.


Nurdan Gelen Kâinat: Nur’un Pazarı ve İnsan

Kâinat, nurdan yaratılmış bir tecelli âlemidir. Her şeyin kaynağı olan Nur-u Muhammedî ve Nur-u İlâhî, varlıkların özüne işlenmiş bir hakikattir. Güneş ışığını nasıl bir kaynaktan alıyor ve her yere ulaştırıyorsa, varlık âlemi de İlâhî nurdan gelen bir ışıkla aydınlanır, şekillenir ve tekrar nur kaynağına döner.

İnsan, bu nurlu pazarda bir yolcudur. Dünya pazarı, yalnızca maddi alım satımların yapıldığı bir yer değildir; aynı zamanda manevi değerlerin, hakikatin ve ahirete yönelik azıkların kazanıldığı bir mekândır. İnsan bu dünyada nur alır, nur satar; yani, Allah’ın nuru olan iman, marifet ve hikmetleri kazanır ve başkalarına aktarır.

Kâinatın Nurla Boyanması

Güneşin vurduğu bir cam parçası, ışığı yansıtınca aydınlanır; kirli bir cam ise ışığı geçirmez. İnsan ruhu da böyledir. Kalp temizse, iman nuru orada parlar; nefis perdelenmişse, karanlıklar içinde kalır.

Bir ağacın toprağa bağlı olduğu gibi, insan da manen Rabbi’ne bağlıdır. Toprak, su ve güneşten aldığıyla meyve verir; insan ise Kur’an nurundan, iman hakikatlerinden beslenerek meyve verir. Eğer bu dünyada hikmetin ve imanın nurunu alırsa, ahirette ebedî saadetin ışığını kazanır. Eğer gafletin karanlığında kalırsa, sonsuz bir hüsran içinde kaybolur.

Nur Pazarı: Dünyada Ne Alıp Satıyoruz?

Bu dünya, hakikatlerin, iyiliklerin, ibadetlerin ve sabrın ticaretinin yapıldığı bir pazar yeridir. İnsan, fani mallar yerine kalıcı olan hakikatleri satın almalıdır. Kur’an, bize bu alışverişi anlatır:

> “Allah, müminlerden, mallarını ve canlarını, onlara cennet vermek karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 111)

Bu alışverişte mümin, Allah’ın nurunu arar, hakikatin ışığını yayar ve cenneti kazanan bir tüccar olur. Fakat gaflete düşenler, fani dünya mallarını ebedî zannederek hüsrana uğrar.

Nur’a Doğru Yolculuk

Her insan, doğumla başlayan ve ölümle son bulan bir nur yolculuğundadır. Doğarken temiz bir fıtratla geliriz; eğer iman nuru ile aydınlanırsak, yolculuğumuz sonunda ebedî saadetin ışığına ulaşırız. Eğer bu dünyada karanlık bir yolda yürürsek, ahirette de hüsran içinde oluruz.

Şu hâlde, en büyük kazanç kalbi ve aklı iman nuruyla doldurmak, ilimle aydınlanmak ve hakikati yaymaktır. Zira bu dünya, bir pazar yeridir; ama bu pazarda nur alıp nur satanlar, ebedî kâr elde edenlerdir.

Son Söz

Ey insan! Dünyanın pazarı kapanmadan, nur almak ve satmak için fırsatı kaçırma. Kalbinin aynasını temizle ki, iman nuru orada parlasın. Çünkü kâinat nurdan geldi, nurla boyandı ve tekrar nura dönecek. Ve unutma: Karanlık bir dünya, ancak hakikatin nuru ile aydınlanır.

Gelmeden önce ve gittikten sonra NUR olan insan, ara noktayı da iman ve Kuran’ın nuruyla doldurmalıdır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=35uCxep7feI

Loading

No Responsesمارس 11th, 2025

RAMAZAN YANMAKTIR

RAMAZAN YANMAKTIR[1]


Ramazan’ın Kelime Manası ve Hikmeti

Kelime Manası:

“Ramazan” kelimesi, Arapça “ramada” (رمض) kökünden gelir ve “kavurucu sıcak”, “yanmak”, “kuraklık” gibi anlamlara sahiptir. Bu kelimenin Ramazan ayına isim olmasıyla ilgili birkaç yorum vardır:

1. Günahların yanması: Ramazan, günahlardan arınma ayıdır. Oruç ve ibadetlerle kulun manevi hataları bağışlanır, adeta günahlar yanarak temizlenir.

2. Sıcakta taşların ısınıp yumuşaması gibi, kalplerin yumuşaması: İnsan, Ramazan’da açlık ve susuzlukla nefsi terbiye eder, kalbi rikkat kazanır, fakirlerin hâlini daha iyi anlar.

3. Eskiden Ramazan ayının sıcak mevsimlere denk gelmesi: Araplar, ayları adlandırırken yaşadıkları doğa olaylarını baz alırlardı. Ramazan ayının isimlendirildiği dönemde büyük ihtimalle kavurucu sıcaklar hâkimdi.

Ramazan’ın Hikmeti:

Ramazan ayı, sadece oruç tutulması gereken bir dönem değil, aynı zamanda insanın maddi ve manevi yönünü terbiye eden bir okul gibidir. İşte Ramazan’ın hikmetlerinden bazıları:

1. Nefis Terbiyesi:

İnsan, açlık ve susuzlukla nefsin kontrolünü sağlar, şehvet ve arzularını dizginler.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç nefse “sen hâkim değil, mahkûmsun” demeyi öğretir.

2. Şefkat ve Merhamet:

Aç kalmak, insanın fakirlerin hâlini anlamasına ve empati kurmasına vesile olur.

Paylaşma, sadaka ve infak gibi duygular daha fazla öne çıkar.

3. Sabır ve İrade Eğitimi:

Gün boyunca yemek, içmek ve diğer dünyevî zevklerden uzak duran insan, iradesini güçlendirir.

Sabır, hem bireysel gelişim hem de manevi yükseliş için temel bir meziyettir.

4. Kur’an Ayı:

Kur’an-ı Kerim, Ramazan ayında indirilmeye başlanmıştır. (Bakara, 185)

Bu yüzden Ramazan, Kur’an’ı daha çok okumak, anlamak ve yaşamak için bir fırsattır.

5. Günahların Affı ve Mağfiret:

Peygamber Efendimiz (s.a.v), “Kim Ramazan ayını inanarak ve sevabını Allah’tan bekleyerek oruç tutarsa, geçmiş günahları affolunur” (Buhari, Savm, 6) buyurmuştur.

Bu ay, tevbe ve arınma ayıdır.

6. Sağlık ve Bedenî Hikmetler:

Oruç, sindirim sistemine dinlenme fırsatı vererek vücudu temizler.

Modern tıpta da “aralıklı oruç” (intermittent fasting) gibi yöntemlerle orucun faydaları vurgulanmaktadır.

Sonuç:

Ramazan, sadece bir oruç ayı değil, ruhun, kalbin ve aklın yeniden inşası için bir fırsattır. Günahlardan arınma, nefsi terbiye etme, sabrı ve şükrü öğrenme, Kur’an’a yönelme ve paylaşma ayıdır. “Ramazan” kelimesinin kökündeki “yanmak” anlamı, bu ayın günahları eritmesi ve ruhu arındırması ile birebir örtüşmektedir.

@@@@@@@@

“Nefis, eğer muvakkat bir ayın gündüz zamanında tatil-i eşgal etmezse o fabrikanın hademelerinin ve o cihazatın hususi ibadetlerini onlara unutturur, kendiyle meşgul eder, tahakkümü altında bırakır. O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur. Ondandır ki eskiden beri çok ehl-i velayet, tekemmül için riyazete, az yemek ve içmeye kendilerini alıştırmışlar.
……Kalp ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. Midenin ağlamasına rağmen onlar masumane gülüyorlar. ”
Bunun izahı ve özellikle, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Burada geçen, “O sair cihazat-ı insaniyeyi de o manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla müşevveş eder. Nazar-ı dikkatlerini daima kendine celbeder. Ulvi vazifelerini muvakkaten unutturur.” Sair cihazati insaniye ve O ulvi vazifeler ise,

Oruç: Manevî Fabrikanın Sessizleşmesi ve Ulvî Vazifelere Yolculuk

İnsanın varlığı, sadece maddi bedenden ibaret değildir. Ruh, kalp, akıl, sır gibi manevî cihazlar da insanın asli unsurlarıdır. Ancak insan, hayatın akışı içinde çoğu zaman bu yüksek duygularını unutur, onları köreltir ve nefsin taleplerine esir olur. Bu esaret, manevî fabrika çarklarının gürültüsü ve dumanlarıyla insanın dikkatini dağıtır, onu hakikî maksadından uzaklaştırır. Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği gibi, nefsin sürekli meşguliyeti ve tatminsiz arzuları, insanın kalbini, ruhunu ve aklını hakikatten perdeler.

Sair Cihazât-ı İnsaniye Nedir?

İnsan, Allah’ın kendisine ihsan ettiği birçok latife (manevî duygu) ile donatılmıştır. Bunlardan bazıları:

Kalp: Allah’ı sevme, O’na yönelme merkezi

Ruh: Ebediyetle bağlantılı olan ve sonsuzluk arzusunu taşıyan cevher

Akıl: Hak ile batılı, doğru ile yanlışı ayırt etme melekesi

Sır: Hakikatin derinliklerine vakıf olma istidadı

Vicdan: Doğruyu ve yanlışı hissetme mekanizması

Bu manevî cihazlar, insanın ulvî vazifelerini yerine getirebilmesi için yaratılmıştır. Ancak, nefsin daimi meşguliyeti, mide ve şehvetin aşırı talepleri, dünyevî telaşlar bunları işlevsiz hâle getirir. İşte bu yüzden, oruç gibi ibadetler, insanın iç dünyasında bir düzenleme yaparak, bu cihazları tekrar asli görevlerine döndürür.

Ulvi Vazifeler Nelerdir?

İnsanın yaratılış gayesi, sadece dünyada yaşamak, yemek içmek, çalışmak ve geçim derdine düşmek değildir. Ulvî vazifeler, daha yüksek, daha hakikatli ve ebedî gayeleri ifade eder:

1. Allah’ı tanımak ve O’na kulluk etmek:

“Ben cinleri ve insanları, ancak bana ibadet etsinler diye yarattım.” (Zariyat, 56)

2. Kendi nefsini terbiye etmek ve kontrol altına almak:

Oruç, nefsin haddini bildiren en güçlü ibadetlerden biridir.

3. Dünya hayatının faniliğini idrak etmek:

İnsan, açlıkla acziyetini anlar ve kendini hakiki istinat noktası olan Allah’a yönlendirir.

4. Tezekkür ve tefekkür etmek:

Oruç, insanın dünyaya geliş gayesini, ölüm hakikatini ve ahiret yolculuğunu daha iyi anlamasına vesile olur.

Oruç: Fabrikanın Gürültüsünü Susturan İlahi Bir Sistem

İnsan bedeni, içinde sayısız sistem barındıran bir fabrika gibidir. Kalp çarkları çalışır, akıl dişlileri döner, duygular kanallar açar. Ancak nefis, bu fabrikanın gürültüsünü artırarak insanı hakikatten uzaklaştıran bir mekanizmaya dönüştürebilir. Mide doyduğunda, şehvet tatmin olduğunda, beden rahatladığında, insan kendini dünyanın merkezi sanır. Bu durumda, kalp, ruh, akıl ve diğer latifeler arka plana atılır. İşte oruç, bu fabrika çarklarını durduran bir “sessizlik butonu” gibidir.

Bediüzzaman’ın ifadesiyle, oruç sayesinde mide ağlar, ama kalp ve ruh gülmeye başlar. Çünkü nefis susunca, kalp Allah’a yönelir, ruh hakikati hissetmeye başlar, akıl tefekküre dalar.

Oruçsuz Hayat: Fabrikanın Dumanı, Gürültüsü ve Kaosu

Orucun olmadığı bir hayat, sürekli dumanlar içinde çalışan bir fabrikanın iç karartıcı haline benzer. İnsan, sürekli nefsin talepleri peşinde koşar ve hiçbir zaman tatmin olmaz. Midemiz doyduğunda gözümüz tok olmaz, evimiz genişlediğinde iç huzurumuz artmaz, servetimiz çoğaldığında mutluluk garantilenmez. Çünkü insanın hakiki doyumu, nefsin taleplerini kısmakta ve ruhun sesini duymakta yatar.

Oruç, bu gürültüyü susturur, dumanı dağıtır ve insanı fabrikanın özüne, yani hakikî vazifesine yöneltir.

Sonuç: Oruç, Nefsin Hakimiyetinden Kurtuluşun Anahtarıdır

Oruç, insanı fabrika gürültüsünden ve nefis dumanlarından kurtaran bir manevi temizliktir. İnsan nefsin despotluğundan kurtuldukça, ulvî vazifelerine yönelir. Mide aç kalınca, kalp doyar, şehvet susunca ruh yükselir, dünya meşgalesi azalınca akıl Allah’ı hatırlar.

Bu yüzden oruç, sadece aç kalmak değil, insanın yaratılış gayesine dönmesi için bir fırsattır. Bediüzzaman’ın dediği gibi, “Midenin ağlamasına rağmen, kalp ve ruh masumane gülmeye başlar.”

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=kc0qlOoRaKM

Loading

No Responsesمارس 11th, 2025

HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE….

HERŞEY DE BİR HİKMET VAR. BİR YAPRAK BİLE BİR KADERLE DÜŞERSE…[1]


Her Şeyde Bir Hikmet Var: Bir Yaprak Bile Kaderle Düşer

Evrenin en küçük detayından en büyük düzenine kadar her şey bir nizam ve ölçü içinde hareket eder. Bunu görebilmek için kainata dikkatle bakmak yeterlidir. Bir yaprağın düşüşünden, insanın doğumuna ve ölümüne kadar her olay, tesadüflerden uzak, büyük bir hikmetle şekillenir.

Bir sonbahar sabahı, ağaçtan kopup süzülerek yere düşen bir yaprağı ele alalım. Görünüşte basit bir tabiat olayı gibi görünse de, aslında içinde sayısız hikmet ve ibret barındırır. O yaprak, belli bir vakitte, belli bir yöne doğru düşer. Belki bir karıncanın yolunu kapatacak, belki toprağa karışarak yeni bir canlının besini olacak, belki de bir çocuğun eline düşüp ona hayaller kurduracaktır. Kimin aklına gelirdi ki küçücük bir yaprağın bile bu kadar anlamlı bir yolculuğu olsun?

Kaderin İncelikleri: Küçük Olaylar, Büyük Neticeler

İnsan hayatında da tıpkı yapraklar gibi büyük ve küçük olaylar vardır. Başımıza gelen her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle takdir edilmiştir. Bazen bir aksilik gibi görünen şey, yıllar sonra büyük bir hayır ve nimet olarak karşımıza çıkar. Bir kapı kapanır, ama daha güzel bir kapı açılır.

Tarih boyunca nice olaylar vardır ki, başta felaket gibi görülmüş ama zaman içinde büyük hayırların doğmasına vesile olmuştur. Mesela, bir insanın işten çıkarılması, onu daha iyi bir fırsata götürebilir. Bir hastalık, insanı dünya meşgalesinden uzaklaştırıp, ahireti ve Allah’ı daha çok düşünmeye sevk edebilir.

Bu konuda Hz. Musa’nın (a.s.) kıssasında geçen Hızır’ın (a.s.) yaptığı işler çok ibretlidir. Gemiyi delmesi, bir çocuğu öldürmesi ve bir duvarı düzeltmesi gibi olaylar ilk bakışta yanlış gibi görünse de, hepsinin arkasında derin bir hikmet yatmaktaydı. Hz. Musa (a.s.) bu olayların hikmetini öğrenince, Allah’ın kaderinin ne kadar ince ve hassas olduğunu bir kez daha anlamış oldu.

İnsanın Teslimiyeti: Kaderde Rahmet Aramak

Bazen hayat bizi zorlar. Başımıza gelen olaylar, bize adaletsiz veya anlamsız gibi gelebilir. Fakat Allah’ın ilmi her şeyi kuşatmıştır ve her şey O’nun kontrolündedir. İnsana düşen, sabır ve tevekkül ile O’na teslim olmaktır. Çünkü, “Belki hoşunuza gitmeyen şeyde sizin için bir hayır vardır, belki de sevdiğiniz şeyde sizin için bir şer vardır. Allah bilir, siz bilemezsiniz.” (Bakara, 2/216) ayeti bize her işin sonunda bir hikmet olduğunu gösterir.

Bir yaprak bile kaderle düşüyorsa, insanın hayatındaki hiçbir olay tesadüf olamaz. Her şey, Allah’ın sonsuz ilmi ve hikmetiyle şekillenmiştir. Önemli olan, ibret alarak bakabilmek, sabır ve şükürle hayata devam edebilmektir.

Son olarak, Yunus Emre’nin şu güzel sözüyle bitirelim:

“Bunca varlık var iken, gitmez gönül darlığı. Her işte bir hayır var, sabreyle ve gör bak!”

Kader konuşursa, kudreti beşer susar.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=Ph8fRfjuKMk

Loading

No Responsesمارس 10th, 2025

İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?

İNSAN OLMAK MI İNSANİYETTE KALMAK MI?[1]

  1. ÂDEM İNSANİYYETİN ÇEKİRDEĞİDİR. İNSAN VE İNSANİYET FARKI.


Hz. Âdem: İnsanlığın Çekirdeği ve İnsaniyetin Şahidi

Hz. Adem (a.s.), insan neslinin atası olduğu gibi, insaniyetin de çekirdeğidir. Yani sadece biyolojik olarak insanlığın başlangıcı değil, aynı zamanda insana has değerlerin, bilincin ve ruhun da ilk temsilcisidir. Ancak burada çok önemli bir ayrım yapmak gerekir: İnsan olmak ile insaniyet sahibi olmak aynı şey değildir.

İnsan, fiziki ve biyolojik yönüyle bir varlıktır; doğar, büyür ve ölür. Ancak insaniyet, ruhun kemale ermesiyle, ahlakın ve bilincin olgunlaşmasıyla ortaya çıkan bir haldir. Hz. Adem hem insan hem de insaniyetin bir timsalidir; fakat insanlık tarihi göstermiştir ki, her insan insaniyet sahibi değildir. İşte bu ayrım, insanlığın en büyük imtihanlarından biridir.

İnsan Olmak Yetmez, İnsaniyet Gerek

Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’in yaratılışı ve meleklerin ona secde etmesi anlatılırken, insanoğlunun yeryüzündeki konumu vurgulanır: “Biz insanı en güzel surette yarattık.” (Tin, 95/4) Ancak hemen ardından gelen ayette şu uyarı yapılır: “Sonra onu aşağıların aşağısına çevirdik.” (Tin, 95/5)

Bu ayetler, insanın iki yönlü bir varlık olduğunu gösterir:

1. En güzel şekilde yaratılan, üstün kabiliyetlere sahip bir varlık.

2. Bu kabiliyetleri yanlış kullanarak aşağıların aşağısına düşebilecek bir varlık.

Hz. Adem’in kıssasında iblisin isyanı, insaniyet ile insan olmanın farkını gözler önüne serer. Şeytan, Adem’i küçümsedi ve kendisini ondan üstün gördü. Oysa Adem, Allah’tan gelen emanetleri taşıyan, ruhunu terbiye eden bir varlıktı. İşte insaniyet burada devreye girer:

İnsaniyet, insanın sadece akıl sahibi olması değil, aklını hakikati bulmak için kullanmasıdır.

İnsaniyet, yalnızca yaşamak değil, yaşamayı anlamlandırmaktır.

İnsaniyet, kendi nefsinin peşine düşmek değil, nefsini terbiye etmektir.

İnsaniyetin Kaybı: Adem’den Nemrut’a, Firavun’dan Günümüze

Hz. Adem’den sonra gelen nesiller, insaniyetin zirvesine de çıkabildi, insaniyetsizliğin bataklığına da saplanabildi. Tarih boyunca insan suretinde olup insaniyetini kaybetmiş sayısız örnek görüyoruz:

Nemrut, Allah’a meydan okuyacak kadar kibirlenmiş, insanlıktan çıkmıştı.

Firavun, kendi halkına zulmederek, zulmü normalleştirmişti.

Ebu Cehil, hakikati bile bile inkar ederek, insanı insan yapan en temel özelliği, doğruluğu terk etmişti.

Bu isimler, insan olmalarına rağmen insaniyetlerini kaybettikleri için kötü hatırlanıyorlar. Ancak insaniyetin timsali olan peygamberler ve veliler, isimleriyle değil, temsil ettikleri erdemlerle anılıyorlar.

İnsanlık Teknolojide İlerledi, Peki Ya İnsaniyet?

Günümüzde insanlık bilimde, teknolojide ve sanayide büyük ilerlemeler kaydetti. Ancak insaniyet konusunda aynı ilerleme var mı?

Bir insan, Mars’a gidebilecek teknolojiye sahip olabilir ama eğer komşusuna yardım etmiyorsa, insaniyet noktasında gelişmemiştir.

Milyarlarca dolarlık ekonomi yönetebilir ama vicdanını kaybetmişse, insan suretinde bir makine gibidir.

Akademik olarak en üst seviyede olabilir ama hakkı ve adaleti gözetmiyorsa, sadece bilgi yığını taşıyan bir bedenden ibarettir.

Bu yüzden, Hz. Adem’in sadece fiziksel olarak insanlığın atası olduğunu düşünmek eksik olur. O, aynı zamanda insaniyetin de çekirdeğidir. Çünkü o, hatasını kabul edip tövbe eden ilk insandır. Onu üstün kılan, hatasızlığı değil, hatasını fark edip Allah’a yönelmesidir.

Sonuç: Hz. Adem’in İzinden Gitmek

Bugün her insan, Hz. Adem’in bir evladı olarak dünyaya gelir ama insaniyet noktasında nereye varacağı kendi seçimlerine bağlıdır. İnsanlık, doğuştan gelen bir mirastır; fakat insaniyet, çabayla elde edilen bir meziyettir.

Şu soruyu kendimize sormalıyız: “Sadece insan olarak mı yaşayıp gideceğiz, yoksa insaniyetimizi inşa edip hakkı ve adaleti mi savunacağız?”

Hakikati arayan, nefsini terbiye eden ve insaniyetiyle yükselenlerden olabilmek dileğiyle…

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=uqiPvlGr4Yg

Loading

No Responsesمارس 10th, 2025