GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.

GEREK TÜRKİYE’Yİ VE GEREKSE İSLAM DÜNYASINI KARIŞTIRAN TEMEL OLARAK FİTNELERİN SEBEPLERİ.


FİTNELERİN SEBEPLERİ VE ÇIKIŞ NOKTALARI: TÜRKİYE VE İSLAM DÜNYASI ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Tarih boyunca İslam dünyası pek çok fitne, kargaşa ve bölünme ile karşı karşıya kalmıştır. Bu fitnelerin bazıları siyasi, bazıları ekonomik, bazıları ise doğrudan inanç ve mezhep farklılıklarından kaynaklanmıştır. Türkiye ve İslam coğrafyası özelinde ele aldığımızda, fitnelerin temel sebepleri ise;

1. Cehalet ve Bilgisizlik

İslam, ilme ve hikmete büyük önem vermiştir. Ancak cehaletin yaygın olduğu toplumlarda fitne ve fesat daha kolay yayılır. İnsanlar bilgiye değil, dedikodulara, komplo teorilerine ve yanlış yönlendirmelere inanır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İlim öğrenmek her Müslümana farzdır.” buyurarak, ilmin fitneleri önleyici en önemli unsur olduğunu bildirmiştir. Ancak cehalet arttıkça, insanlar hakikati ayırt edemez hale gelir ve fitne ateşine odun taşır.

2. Mezhep ve Fırka Ayrılıkları

Tarih boyunca Müslümanlar arasında birçok mezhep ve fırka ayrılığı yaşanmıştır. Bu ayrılıklar bazen ilmi ve fikri çerçevede kalmışsa da çoğu zaman siyasi ve sosyal çatışmalara dönüşmüştür. Günümüzde de mezhep farklılıkları, düşmanlarımız tarafından bir silah olarak kullanılmakta ve Müslümanlar birbirlerine düşman edilmektedir. Oysa Kur’an, Müslümanları “tek bir ümmet” olarak tanımlar ve ayrışmayı yasaklar:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 103)

3. Dış Güçlerin Müdahalesi ve Stratejik Planlar

Tarih boyunca İslam dünyasını zayıflatmak isteyen dış güçler, fitne ve iç çatışmaları körüklemiştir. Haçlı Seferleri’nden Moğol istilalarına, sömürgecilikten günümüz jeopolitik hamlelerine kadar Batı ve diğer güçler, İslam coğrafyasındaki ayrılıkları derinleştirmiştir. Günümüzde de medya, istihbarat operasyonları ve ekonomik yaptırımlarla Müslüman ülkeler birbirine düşürülmekte, kardeş kavgası teşvik edilmektedir.

4. Adaletsizlik ve Zulüm

Bir toplumda adalet ortadan kalkarsa, huzursuzluk ve isyan kaçınılmaz olur. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) adaletin önemini şöyle vurgulamıştır:

> “Adalet, yerin ve göğün düzenidir.”

Ne zaman ki yöneticiler zulme yönelir, halkın haklarını gasp eder ve liyakati göz ardı ederse, o toplumda fitneler baş gösterir. İslam dünyasında adaletsizlik yaygınlaştıkça, insanlar haklarını kendileri aramak zorunda kalmakta, bu da fitne ve iç savaşları doğurmaktadır.

5. Ahlaki ve Manevi Çöküş

İslam toplumu, ahlaki değerlerini kaybettiğinde fitne kaçınılmaz hale gelir. Rüşvet, hile, faiz, aldatma ve ahlaksızlık yaygınlaşınca, insanlar birbirlerine güvenmez hale gelir ve toplumda kaos başlar. Oysa İslam’ın temel amacı, insanları yüksek ahlaki seviyeye çıkarmaktır. Ancak ne zaman ki Müslümanlar dünya hırsına kapılır, ne zaman ki dini değerlerden uzaklaşır, o zaman fitne kapıları açılır.

6. Liyakatsiz Yöneticiler ve İktidar Hırsı

İslam dünyasında yaşanan birçok fitnenin temelinde liyakatsiz yöneticiler yer almaktadır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “İş, ehil olmayana verildiği zaman kıyameti bekle.” buyurarak, liyakatsiz yöneticilerin toplumu felakete sürükleyeceğini bildirmiştir. İslam tarihinde yaşanan birçok iç savaşın ve karışıklığın temelinde de güç hırsı ve makam kavgası yatmaktadır.

7. Ekonomik Sömürü ve Fakirlik

Fakirlik ve ekonomik sıkıntılar, toplumların huzurunu bozan en önemli unsurlardan biridir.

Ekonomik adaletsizlik, gelir dağılımındaki uçurumlar ve fakirlik, insanları çaresizliğe sürükler ve isyan etmeye yönlendirir. Dış güçler de bu durumu kullanarak toplumları daha fazla karıştırır.

Sonuç: Çözüm Nerede?

Fitne ile mücadele etmek için öncelikle bilgi ve hikmet sahibi olmak gerekir. Cahillik, fitnenin en büyük yakıtıdır. Müslümanlar olarak Kur’an ve Sünnet ışığında hareket etmeli, kardeşlik bilincini korumalı ve aramıza sokulmaya çalışılan nifak tohumlarına karşı uyanık olmalıyız. Adalet, liyakat ve ahlak üzerine kurulu bir toplum inşa etmeden fitneleri sona erdirmek mümkün değildir.

> “Muhakkak ki fitne uykudadır. Onu uyandırana Allah lanet etsin.” (Hadis-i Şerif)

Bugün Türkiye ve İslam dünyası büyük bir imtihan içindedir. Ancak fitneye kapılmadan, sabırla ve hikmetle hareket edenler, sonunda selamete ulaşacaktır. Müslümanlar, fitneye karşı birbirlerini uyarmalı ve şu ayeti düstur edinmelidir:

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Rabbim bizleri fitne ateşinden muhafaza eylesin ve İslam ümmetini bir araya getirsin. Amin.

@@@@@@@

DOĞUNUN HASTALIĞI CEHALET-ZARURET VE İHTİLAFTIR. BU ÜÇ DÜŞMANA KARSI MARİFET-SANAT VE İTTİFAK SİLAHLARIYLA MÜCADELE ETMEK GEREKTİR.

DOĞUNUN HASTALIĞI: CEHALET, ZARURET VE İHTİLAF

Çare: Marifet, Sanat ve İttifak

Tarih boyunca Doğu toplumları, özellikle de İslam dünyası, çeşitli iç ve dış sıkıntılarla mücadele etmiştir. Bediüzzaman Said Nursî’nin tespit ettiği gibi, Doğu’nun en büyük hastalıkları üç başlıkta özetlenebilir: Cehalet, zaruret (yoksulluk) ve ihtilaf (ayrılık). Bu üç düşman, toplumları geriye götürmüş, İslam âlemini güçsüz bırakmış ve düşmanlarının oyunlarına açık hale getirmiştir. Ancak bu hastalıklarla mücadele etmek mümkündür. Marifet (bilgi ve ilim), sanat (üretim ve iktisadi gelişim) ve ittifak (birlik ve beraberlik) silahlarıyla bu üç düşmanı mağlup etmek gerekir.

1. CEHALETİN PENÇESİNDEKİ TOPLUMLAR

Cehalet, bir milletin en büyük düşmanıdır. Cehalet, insanı hakikatten uzaklaştırır, yalanlara ve batıl inanışlara sürükler. Bilgisizlik içinde kalan toplumlar, başkalarının yönetimine kolayca girer ve kendi haklarını dahi bilemez hale gelir. İslam, ilmi en büyük değer olarak görmüş ve insanları okumaya teşvik etmiştir:

> “Oku! Yaratan Rabbinin adıyla oku!” (Alak, 1)

Eğer Doğu toplumu cehaletten kurtulmak istiyorsa, ilme, marifete, hikmete sarılmalıdır. Bilgi sahibi olmak, insanı güçlü yapar. Tarihe baktığımızda, İslam’ın altın çağları olan Abbasi ve Endülüs dönemlerinde ilmin en üst seviyeye ulaştığını, bu yüzden İslam dünyasının medeniyetin öncüsü olduğunu görürüz. Ancak cehalet yaygınlaştığında, Müslümanlar parçalanmış, sömürülmüş ve geri kalmıştır.

Çözüm: Marifet ve İlim
Cehaleti yenmenin tek yolu marifet, yani ilim ve hikmettir. Okuyan, düşünen, araştıran bir nesil yetiştirilmedikçe Doğu’nun bu hastalıktan kurtulması mümkün değildir. Eğitime önem verilmezse, yanlış inanışlar, hurafeler toplumları çöküşe sürükler.

2. ZARURET: YOKSULLUĞUN PENÇESİNDE BİR ÜMMET

Doğu’nun ikinci büyük hastalığı zaruret, yani fakirlik ve ekonomik sıkıntılardır. Ekonomik gücü olmayan toplumlar bağımsız hareket edemez, sürekli dışa bağımlı olur. İslam dünyasının büyük bir kısmı, sahip olduğu zengin doğal kaynaklara ve verimli topraklara rağmen, yoksulluk içinde yaşamaktadır. Bunun temel sebebi, üretimden ve sanattan uzak kalmaktır.

> “Çalışana, emeğinin karşılığı vardır.” (Necm, 39)

Kur’an, insanları çalışmaya ve üretmeye teşvik etmiştir. Ancak İslam coğrafyasında sanayi, teknoloji ve üretim konusunda yeterince gelişme sağlanamamıştır. Ekonomik olarak güçlü olmayan bir toplum, bağımsız olamaz ve başka güçlerin himayesine muhtaç hale gelir. Günümüzde İslam dünyasının yaşadığı krizlerin çoğunun arkasında ekonomik zayıflık yatmaktadır.

Çözüm: Sanat ve Üretim
Fakirliği yenmenin yolu, sanat ve üretimdir. Sanayi, ticaret, tarım ve teknoloji alanlarında gelişim sağlanmadıkça, toplumlar dışa bağımlı kalır ve güçlü devletler karşısında zayıf düşer. Müslüman toplumlar, ekonomide güçlü olmak zorundadır.

3. İHTİLAF: BİRLİKTELİĞİN YOK OLMASI

Doğu’nun üçüncü büyük hastalığı, ihtilaf, yani bölünme ve parçalanmadır. Müslüman dünyası, tarih boyunca en büyük kayıplarını kendi içinde bölündüğü zaman yaşamıştır. Hâlbuki İslam, birlik ve beraberliği esas alır:

> “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın; parçalanıp bölünmeyin.” (Âl-i İmrân, 103)

İhtilaf, Müslümanların güçsüzleşmesine ve düşmanlarına fırsat vermesine sebep olur. Bugün İslam dünyasında farklı mezhepler, etnik gruplar ve siyasi görüşler arasındaki ayrılıklar, ümmetin parçalanmasına neden olmaktadır. Dış güçler de bu ayrılıkları körükleyerek Müslümanları birbirine düşürmektedir.

Çözüm: İttifak ve Kardeşlik
Müslümanlar arasındaki ayrılıklar, düşmanlara fırsat verir. Çözüm, ittifak, dayanışma ve kardeşlik ruhunu yeniden canlandırmaktır. Eğer birlik sağlanırsa, Doğu yeniden yükselişe geçebilir.

SONUÇ: KURTULUŞUN ANAHTARI

Doğu’nun üç büyük düşmanı olan cehalet, zaruret ve ihtilaf ile mücadele etmek, ancak marifet, sanat ve ittifak silahlarıyla mümkündür.

1. Cehalet ilim ile yok edilir.

2. Fakirlik sanat, üretim ve ekonomiyle aşılır.

3. İhtilaf birlik ve beraberlik ile ortadan kalkar.

Eğer İslam dünyası bu üç hastalığı aşabilirse, tarihte olduğu gibi yeniden güçlü bir medeniyet inşa edebilir. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi, bu mücadelede en büyük silahlarımız ilim, üretim ve kardeşliktir. Müslümanlar bu üç prensibe sahip çıktıklarında, her türlü fitne ve düşmanlığa karşı güçlü durabilirler.

> “Allah, iyiliği emreden ve kötülüğü yasaklayan bir toplumu helak etmez.” (Hud, 117)

Dua edelim ki, Rabbimiz bizleri cehaletten, fakirlikten ve ayrılıktan korusun ve İslam ümmetine yeniden izzet ve şeref versin. Amin.

Loading

No Responsesمارس 21st, 2025

ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR

ESAS OLAN KADERİN SEVKİDİR[1]


İnsan hayatı, çoğu zaman kendi planlarımızın ve çabalarımızın bir sonucu olarak şekillendiğini düşündüğümüz olaylarla örülüdür. Ancak, kimi zaman ne kadar uğraşırsak uğraşalım, işlerin bizim istediğimiz gibi gitmediğini görürüz. Tam tersine, ummadığımız kapılar açılır, beklenmedik yollar önümüze serilir. İşte bu noktada devreye giren hakikat şudur: Esas olan kaderin sevkidir.

Kaderin Hikmeti: İnsanın Sınırlı Aklı, Allah’ın Sonsuz İlmi

İnsan, sınırlı bilgiye sahip bir varlıktır. Görünüşte bir şeyin iyi veya kötü olduğunu değerlendirirken, sadece anlık bir çerçevede düşünür. Oysa kader, ilahi bir planın tecellisidir ve onun içinde sonsuz hikmetler gizlidir. Kur’an’da şöyle buyrulur:

“Siz bir şeyi sevmezsiniz ama o sizin için hayırlı olabilir. Bir şeyi seversiniz ama o sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (Bakara, 216)

Bu ayet, kaderin sevkinin bizim anlık değerlendirmelerimizin ötesinde bir hikmete bağlı olduğunu gösterir. Bazen büyük kayıplar sandığımız şeyler, bizim için hayırlı kapılar açar. Bazen de büyük nimet gibi gördüğümüz şeyler, sonradan büyük bir felakete dönüşebilir.

Tarihten İbretlik Örnekler: Kaderin Sevki

Tarih boyunca birçok olay, kaderin sevkini açıkça göstermiştir. İşte birkaç ibretlik örnek:

Hz. Yusuf’un (a.s.) Kaderi: Küçük yaşta kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf, görünüşte büyük bir zulme uğramıştır. Ancak kaderin sevkiyle Mısır’a köle olarak satılmış, zamanla firavunun rüyalarını yorumlayarak ülkenin en büyük yöneticilerinden biri olmuştur. Kuyuya atılmak onun için bir felaket gibi görünse de, aslında Rabb’inin onu büyük bir geleceğe hazırlamasının bir vesilesiydi.

İstanbul’un Fethi: Bizans’ın surları yıkılmaz sanılırken, kaderin sevkiyle Fatih Sultan Mehmet, o dönemin en güçlü imparatorluğunu fethederek çağ açıp çağ kapamıştır. Belki birçok insan bu fethe ihtimal vermiyordu, ancak kaderin yazdığı plan başka bir şekilde tecelli etti.

Sultan Abdülhamid’in Tahttan İndirilmesi: Osmanlı’nın en zorlu dönemlerinden birinde tahtan indirilen Sultan II. Abdülhamid, bu olayın büyük bir haksızlık olduğunu düşünebilirdi. Ancak kaderin sevkiyle, onun tahtan indirilmesi Osmanlı’nın nasıl bir badireye sürüklendiğini gözler önüne serdi ve tarih, onun basiretini ve ferasetini haklı çıkardı.

Günlük Hayatta Kaderin Sevki

Her insanın hayatında kaderin sevkiyle gerçekleşen olaylar vardır. Bazen büyük umutlarla bir işe gireriz ama başarısız oluruz. Belki bu başarısızlık bizi daha büyük bir felaketten koruyan ilahi bir müdahaledir. Bazen bir kaza geçiririz ama sonradan anlarız ki, bu olay bizi daha büyük bir kazadan veya hatadan kurtarmıştır.

Bir kapının kapanması, aslında daha büyük bir kapının açılmasına vesile olabilir. Büyük âlimlerden biri olan İmam Gazali, ilim tahsiline başlamadan önce sufi bir hayat sürmek istemişti. Ancak hocasının yönlendirmesiyle ilme yöneldi ve sonunda İslam tarihinin en büyük âlimlerinden biri oldu. Kendi planı farklıydı ama kaderin sevki onu daha büyük bir vazifeye hazırlıyordu.

Kaderi Doğru Anlamak: Sebeplere Sarılmak ve Sonucu Allah’a Bırakmak

Kaderin sevkini kabul etmek, tembellik etmek anlamına gelmez. İslam, insanın elinden geleni yapmasını ve sonra sonucu Allah’a bırakmasını öğütler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir sahabeye şöyle buyurmuştur:

“Deveni bağla, sonra Allah’a tevekkül et.”

Bu, kaderin sevkini anlamada temel bir prensiptir. İnsan çalışacak, çabalayacak, tedbirini alacak ama sonucu Allah’a bırakacaktır. Çünkü en doğrusunu bilen O’dur.

Sonuç: Kaderin Sevkine Güvenmek

Hayatın içindeki olaylar ne kadar karmaşık görünse de, bir düzen içinde işler. Bizim için kötü sandığımız şeyler, aslında bizi daha büyük hayırlara götüren ilahi bir planın parçası olabilir. İnsan bu dünyada yolculuk eden bir yolcu gibidir; haritayı çizen ise Allah’tır. Yolun tamamını göremediğimiz için bazen kaybolduğumuzu sanırız. Oysa kaderin sevki, bizi tam da varmamız gereken yere götürmektedir.

Bu yüzden insan, kaderin sevkine güvenmeli, sebeplere sarılmalı, şükretmeli ve sabretmelidir. Çünkü Allah’ın takdiri, kulun hayrınadır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=2Rb6tcrSr50

Loading

No Responsesمارس 21st, 2025

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK.[1]

HERKES VE HERŞEY BU DÜNYADAN SONRA AİD OLDUĞU YERE GİDECEK. ORADA KENDİSİ OLACAK VE KENDİSİNİ BULACAKTIR.


Gerçek Yurt: Herkes Ait Olduğu Yere Dönecek

İnsan, dünya yolculuğunda bir misafir gibidir. Doğar, büyür, öğrenir, sever, ayrılıklar yaşar, kazanır ve kaybeder. Fakat ne kadar uzun yaşarsa yaşasın, bu dünya onun gerçek yurdu değildir. Bir yolcunun hanlarda konaklaması gibi, insan da bu dünya hanında geçici bir süre kalır. Sonra geldiği yere, aid olduğu yurduna geri döner.

Dünyanın Geçici Sahipleri

İnsanoğlu, kendisini bu dünyada kalıcı sanarak mülk edindiği şeylere sıkı sıkıya bağlanır. Oysa bütün mülkün sahibi Allah’tır ve insan sadece bir emanetçidir. Ne saraylar, ne bağlar, ne makamlar, ne de güç kalıcıdır. Zenginler, krallar, âlimler ve cahiller; hepsi bu dünyayı terk etmiş ve gerçek yurtlarına dönmüşlerdir.

Firavun gibi kendini ilah zannedenler de gitmiş, Ebu Bekir (r.a) gibi adaletiyle tanınanlar da… Fakat her biri ait olduğu yere gitmiş, kendi karakterine ve amellerine uygun bir akıbetle karşılaşmıştır.

Kişi Kendi Hakikatini Bulacak

Dünya, insanın gerçek kimliğini gizleyebildiği bir yerdir. İnsan burada bazen taklit eder, bazen olduğundan farklı görünmeye çalışır. Maskeler takılır, sahte dostluklar kurulur, menfaatler uğruna insanlar birbirlerini aldatır. Fakat ahiret, her şeyin gerçek yüzünün ortaya çıkacağı yerdir.

Kur’an’da bildirildiği gibi:

“O gün onlara şöyle denilir: ‘Bugün sizi unuttuğumuz gibi siz de bugünkü buluşmayı unuttunuz. Varacağınız yer ateştir, sizin için hiçbir yardımcı yoktur.’” (Câsiye, 34)

Orada kimse sahte bir yüz takamaz. Herkes, dünyada yaptığı amellerin hakiki karşılığı ile yüzleşir. Takva sahipleri, nurlanmış yüzleriyle cennete giderken, zulmedenler ve inkâr edenler karanlık bir âkıbetle karşılaşır.

Dünya Bir Tohum, Ahiret Bir Hasattır

İnsan, dünyada yaptığı her iyiliği ve kötülüğü, ahirette ekilmiş bir tohumun meyvesi gibi karşısında bulacaktır. Bir kişi dünyada merhametle, adaletle, doğrulukla yaşadıysa, ahirette de huzurlu ve saadet dolu bir yurt bulacaktır. Ama dünyada zulüm, kibir ve kötülükle yaşayanlar, o amellerin ağırlığını taşıyacaktır.

Nitekim Peygamber Efendimiz (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

“Nasıl yaşarsanız, öyle ölürsünüz. Nasıl ölürseniz, öyle diriltilirsiniz.”

Dünya, insanın gerçek kendisini oluşturduğu bir yerdir. Fakat insan, kendisini kandırabilir, bir ömür boyunca yanlış yolda gidebilir. Ahiret, kişinin tüm perdelere rağmen hakiki kimliğiyle karşılaşacağı yerdir.

Öyleyse Ne Yapmalıyız?

Eğer herkes sonunda ait olduğu yere dönecekse, dünyada ne ekersek onu biçeceksek, bugünden doğru seçimler yapmalıyız.

Allah’ın razı olduğu bir kul olmak için gayret etmeliyiz.

İnsanlara adalet ve merhametle muamele etmeliyiz.

Dünyayı ebedi bir yurt gibi değil, bir imtihan sahası olarak görmeliyiz.

Maskelerden, sahtelikten, kibirden ve riyadan uzak durmalıyız.

Çünkü dünya bir gölgedir. Gölge kaybolduğunda, hakikat ortaya çıkar. Ve o gün geldiğinde herkes, kim olduğunu, neyi hak ettiğini ve nereye ait olduğunu apaçık görecektir.

Allah, bizleri nurlar içinde olan cennet yurduna ait olanlardan eylesin. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=6aNluuDKmkQ

Loading

No Responsesمارس 21st, 2025

HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR

HARAM İLE BAŞKALARININ HAKKINA GİRENLERİN DÜNYA GİBİ AHİRETTE DE HESAP VE SORGULARI VAR


İnsan, dünya hayatında yaptığı her şeyden sorumludur. Yaptıklarıyla ya kendine ya da başkalarına zarar verir. Ancak, özellikle kul hakkına giren haksızlıklar ve haram yollarla elde edilen kazançlar, sadece bu dünyada değil, ahirette de büyük bir hesap gerektirir.

Allah (C.C.), Kur’an-ı Kerim’de birçok ayette adaleti, doğruluğu ve hakkaniyeti emretmiştir. Bir kimsenin haram ile başkalarının hakkını gasbetmesi, yalnızca dünyevi bir mesele değil, ahirette de ağır bir hesap gerektiren büyük bir suçtur. Çünkü Allah, kul hakkını affetmez; hak sahibi helal etmedikçe bu günahın bağışlanması mümkün değildir.

HARAM KAZANÇ: DÜNYADA GEÇİCİ, AHİRETTE AĞIR BİR YÜK

Dünya malı insana cazip gelir. Ancak helalinden kazanılmadığında, bu mal insana bereket yerine bela getirir. Haram para, haram kazanç, rüşvet, haksız kazanç, yetim malı yemek ve insanların emeğini sömürmek, bu dünyada huzursuzluk, ahirette ise büyük bir azap sebebidir.

Peygamber Efendimiz (S.A.V.), kul hakkına dair şu uyarıyı yapmıştır:

> “Kimin üzerinde din kardeşinin hakkı varsa, onunla helalleşsin. Zira (ahirette) ne dinar ne de dirhem vardır. Hak sahibi sevaplarınızdan alır, eğer sevabınız yoksa onun günahı size yüklenir.” (Buhârî, Mezâlim, 10)

Bu hadis, kul hakkının ne kadar ciddi bir mesele olduğunu gösteriyor. Dünya mahkemelerinde hile yaparak, güçlü bağlantılarla veya para ile kendini kurtarabilenler, ahiret mahkemesinde hiçbir kaçış yolu bulamayacaktır.

KUL HAKKI YİYENLERİN SONU: İBRETLİ HİKÂYELER

Tarihte haram yiyen ve insanların hakkına giren zalimlerin sonu her zaman hüsran olmuştur. İşte düşündürücü bir kıssa:

Haksız Mal Yiyen Tüccarın Sonu

Bir zamanlar, bir tüccar ticaret yaparken insanları aldatır, terazisini eksik tartar ve yüksek kâr elde etmek için fiyatları haksız yere artırırdı. Kendisini çok akıllı sanıyor, servetini büyütüyor ve kimse ona zarar veremez zannediyordu. Fakat, vefat ettiğinde borçlarını ödemediği, yetimlerin hakkını yediği ortaya çıktı. Ölümünden sonra geride bıraktığı serveti mirasçılar arasında kavga sebebi oldu, ailesi dağıldı, çocukları birbirine düştü. Dünya malı ona mutluluk getirmediği gibi, kabirde de hesap başladı.

İnsanların hakkını yiyerek kazanılan servet, ne huzur ne de bereket getirir. Allah, zalimleri dünyada da cezalandırır, ahirette de adaletini tam olarak yerine getirir.

KUR’AN VE HADİSLERDEN İBRETLİ MESAJLAR

Kur’an-ı Kerim’de Allah (C.C.), haram kazancın ve haksız yere başkasının malına el uzatmanın sonunu şöyle bildiriyor:

> “Yetimlerin mallarını haksız yere yiyenler, karınlarına ancak ateş doldurmuş olurlar. Ve onlar alevli bir ateşe gireceklerdir.” (Nisa Suresi, 10. Ayet)

Ayrıca Peygamber Efendimiz (S.A.V.) şöyle buyuruyor:

> “Müflis kimdir, bilir misiniz?”
Ashab: “Bizim aramızda müflis, parası ve malı olmayan kimsedir” dediler.
Peygamberimiz: “Hayır, benim ümmetimden asıl müflis, kıyamet günü namaz, oruç ve zekât sevabı ile gelen; fakat birine sövmüş, birine iftira etmiş, birinin malını yemiş, birinin kanını dökmüş, birini dövmüş olarak gelen kimsedir. Hak sahiplerine sevapları dağıtılır. Eğer sevapları tükenirse, onların günahları ona yüklenir ve sonra cehenneme atılır.” (Müslim, Birr 59)

Bu hadis, ahiretteki hesabın ne kadar çetin olacağını ve haram kazançların kişiyi nasıl büyük bir felakete sürüklediğini açıkça ortaya koyuyor.

DÜNYADA HARAMLA BESLENENLERİN AHİRETTEKİ SONU

Haram kazanç elde eden ve başkalarının hakkına girenler:

1. Dünyada huzur bulamazlar. İçleri sürekli rahatsızdır, vicdan azabı çekerler veya malları bereketsiz olur.

2. Çocuklarına ve nesillerine haram lokma yedirirler. Haramla beslenen nesillerden hayır gelmez.

3. Ölüm anında büyük bir pişmanlık yaşarlar. Ancak geri dönmek için artık çok geçtir.

4. Ahirette ağır bir hesap verirler. Hak sahipleri hesap günü sevaplarını alır, onların günahları bu kişiye yüklenir.

ÇÖZÜM: HARAMDAN UZAK DURMAK VE HAKLARI TELAFİ ETMEK

Haram yiyen ve başkalarının hakkına giren kimseler, bir an önce tövbe etmeli, haksızlık yaptıkları kişilerin haklarını geri ödemelidir.

1. Helal kazanç peşinde koşmalı. Haram lokma sadece dünyada değil, ahirette de insanın felaketi olur.

2. Haksız kazanç sahipleri hak sahipleriyle helalleşmeli. Kul hakkı, sadece pişman olmakla affolmaz; hak sahibine hakkı teslim edilmelidir.

3. Tövbe edilmeli ve Allah’tan af dilenmeli. Ancak samimi bir pişmanlık ve hak sahipleriyle helalleşme, bu büyük günahın etkilerini kaldırabilir.

SONUÇ: HARAM İLE GELEN AZAP, HELAL İLE GELEN RAHMET

Haram kazanç, dünya hayatında ne kadar büyük olursa olsun, sonu hüsrandır. Hak gasp edenler, mazlumların ahını alanlar, yetim malı yiyenler ve hileyle servet edinenler, dünyada belki bir süre başarılı olabilirler, ancak ahirette Allah’ın adaletinden kaçamazlar.

Bu yüzden her Müslüman, kazancını, lokmasını ve emeğini helal yoldan kazanmalı; kul hakkına girmemeli, haramdan sakınmalıdır. Çünkü dünyada elde edilen her şey geçicidir, ama ahirette verilen hesap sonsuzdur.

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.

KİRLİ ADAMLARIN KİRLİ ORTAKLARI.


Tarih boyunca kirli oyunların, kirli adamların ve onların kirli ortaklarının hikâyeleri hep aynı kalıpta ilerlemiştir. Bir yanda menfaat, makam ve servet peşinde koşan çıkarcılar; diğer yanda ise onların oyunlarına ortak olan hilekârlar, rüşvetçiler ve zalimler… Sonuç ise hep aynıdır: Toplumların yozlaşması, ahlakın çöküşü ve mazlumların feryadı.

Tarihin Tozlu Sayfalarından

Rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık ve terör, insanlık tarihi kadar eski kötülüklerdir. Roma İmparatorluğu’nun çöküşü, yönetimdeki yozlaşmanın ve rüşvetin bir sonucuydu. Valiler, ordu komutanları ve senatörler, kişisel servetlerini artırmak için devleti içten içe çürüttüler. Yolsuzluğun ve adam kayırmanın zirveye çıktığı bu dönem, sonunda imparatorluğun yıkılmasına yol açtı.

Osmanlı tarihinde de bu tür yozlaşmalar zaman zaman görülmüştür. Özellikle Lale Devri ve sonrasında rüşvetin devlet kurumlarına sızması, Osmanlı’nın gücünü kaybetmesine neden olan önemli etkenlerden biri olmuştur. Ancak, devletin içinde bu kirli ilişkilere karşı duran dirayetli yöneticiler de eksik olmamıştır. Birçok padişah, rüşveti ortadan kaldırmak için sert önlemler almış, yolsuzluğa bulaşan vezirleri ve bürokratları cezalandırmıştır.

Kirli Ortaklıkların Modern Yansımaları

Günümüzde rüşvet ve yolsuzluk sadece devlet yönetiminde değil, uluslararası ilişkilerde, finans dünyasında ve medya sektöründe de yaygın bir hastalık hâline gelmiştir. Mafya düzenleri, kara para aklayan şirketler, sahte ihale oyunları, gizli anlaşmalar… Bunların hepsi “kirli adamlar” ve onların “kirli ortakları” tarafından yürütülmektedir.

Terör örgütlerinin finansman kaynaklarına bakıldığında da benzer bir kirli ittifak görülmektedir. Silah tüccarları, uyuşturucu baronları ve bazı istihbarat örgütleri, kaosu ve savaşı besleyerek kendi menfaatlerini koruma peşindedir. Bu sistem, milyonlarca masum insanın acı çekmesine, savaşların uzamasına ve adaletin yerini zulmün almasına neden olmaktadır.

İbretlik Hikâyeler ve Sonuçlar

Tarih boyunca her kirli düzenin bir sonu olmuştur. Firavun’un zulmü, Musa’nın direnişiyle sona ermiş; Nemrut’un kibri, bir sineğin azameti karşısında yerle bir olmuştur. Nice yolsuzluk düzenleri devrilmiş, nice rüşvetçiler, kendi kurdukları tuzaklara düşmüştür.

Bugün de memleketimizde ve dünyada benzer bir tablo görmek mümkündür. Yolsuzluk ve rüşvetin ayyuka çıktığı, haksız kazançların normalleştiği her toplum, er ya da geç bu kirli düzenin bedelini ödemektedir. Ekonomik krizler, toplumsal huzursuzluklar, ahlaki çöküşler, hep bu kirli ortaklıkların doğal sonucudur.

Çözüm ve Kurtuluş Yolu

İslam’ın temel değerlerinden biri olan “emanet bilinci” bu tür kirli düzenleri engelleyen en önemli ilkedir. Hz. Ömer’in adaleti, Hz. Ebubekir’in dürüstlüğü, Selahaddin Eyyubi’nin fedakârlığı gibi örnekler, devlet ve toplum yönetiminde nasıl bir ahlakî duruş sergilenmesi gerektiğini bizlere öğretmektedir.

Kirli adamlardan ve onların kirli ortaklarından kurtulmanın yolu, ahlaklı nesiller yetiştirmek, adil yönetimleri desteklemek ve bireysel olarak da harama ve haksızlığa karşı durmaktan geçer. Yoksa tarihin tekerrürü kaçınılmaz olur.

Son olarak, unutulmamalıdır ki zulüm ile abad olanın sonu berbat olur. Bugün güçlü gibi görünenler, yarın bir tufanla tarihin karanlığına gömülebilirler. Nitekim gömülmektedir de. Gerçek kazanç ise ne servet, ne makam, ne de şöhrettir; hak üzere yaşayıp, alnı ak bir şekilde ahirete gitmektir.

Zulme ortak olmak da zulümdür!

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI

HEYBEDEKİ TURPUN BÜYÜĞÜ: TERÖR, YOLSUZLUK, HIRSIZLIK, SOYGUN, RÜŞVET VE SUÇ ORTAKLARI


AMBARDAKİ FARELER

Tarih boyunca devletlerin en büyük düşmanı, dışarıdaki saldırılardan çok, içerideki hırsızlar ve hainler olmuştur. Bir milletin düşmanı sadece sınır ötesinde değildir; kimi zaman en büyük ihanet, en yakınında olanlardan gelir. Devletin hazinesini soyanlar, kamu malını yağmalayanlar, adaleti kendi çıkarlarına alet edenler ve milletin emeğini gasp edenler, aslında bir ülkeyi içten içe kemiren “ambardaki fareler” gibidir.

Bugün Türkiye’de yaşanan olaylar, ne tesadüf ne de bir anda ortaya çıkan basit hadiselerden ibarettir. Terör, yolsuzluk, hırsızlık, soygun ve rüşvet, kökleri geçmişe dayanan, sistemli ve organize bir yapının ürünüdür. Bunlar, yıllardır süregelen “kötü ortaklıkların” tezahürüdür.

Darbeler ve Devleti Ele Geçirme Planları

Türkiye’de darbeler, her zaman sadece askerî müdahalelerden ibaret olmamıştır. Ekonomik darbeler, siyasi komplolar, bürokratik ayak oyunları ve medya manipülasyonları da, bir ülkeyi diz çöktürmenin farklı yöntemleri olarak kullanılmıştır.

27 Mayıs 1960 Darbesi, Türkiye’de Millete ve Milli iradeye vurulan ilk büyük darbeydi. Menderes ve arkadaşları, millete kulak verip “milletin adamı” oldukları için idam sehpasına gönderildi. Ancak asıl amaç, milli iradeyi vesayet altına almak ve Türkiye’yi emperyalist güçlerin kontrolüne daha açık hâle getirmekti.

12 Eylül 1980 Darbesi, görünürde anarşi ve kaosu bitirmek için yapılmıştı. Ancak gerçekte, küresel sermaye gruplarının Türkiye üzerindeki hesaplarını kolaylaştıran bir hareketti. Kenan Evren ve ekibi, ekonomiyi uluslararası sermayeye daha bağımlı hâle getirdi.

28 Şubat 1997, postmodern darbe olarak tarihe geçti. Askerî ve bürokratik vesayet, milletin inanç değerlerine saldırarak kendi çıkarlarını korumak istedi. Bankalar boşaltıldı, ihaleler yandaşlara peşkeş çekildi, devlet içindeki çeteler daha da güçlendi.

Ve nihayet 15 Temmuz 2016, doğrudan milletin iradesine yapılan alçakça bir saldırıydı. Ancak bu sefer halk, önceki darbelerde olduğu gibi sessiz kalmadı ve hainlere karşı dimdik durarak iradesini korudu.

Bankaların Boşaltılması ve Ekonomik Yıkım Planları

Türkiye’de bankacılık sistemi, geçmişte birçok defa organize şekilde yağmalandı. 1990’lı yıllarda yaşanan batık krediler, hortumlanan kamu bankaları ve özel sektör aracılığıyla yapılan büyük soygunlar, milletin cebinden çalınan trilyonlarla sonuçlandı.

2001 ekonomik krizinde IMF’ye bağımlı hale getirilen Türkiye, bankaların içinin boşaltılmasıyla büyük bir ekonomik çöküş yaşadı.

1994 yılında Özal sonrası dönemde, yüksek faiz oyunlarıyla hem devlet hem de vatandaş borç batağına sürüklendi.

1990’ların sonlarında, bazı iş adamları devlete ait bankalardan milyarlarca dolarlık krediler alarak yurt dışına kaçırdı ve bu borçların faturası halka ödetildi.

Kısacası, “ambardaki fareler”, halkın alın terini yıllarca kemirdi.

İstanbul Belediyesi ve Belediye Kaynaklarının Yağmalanması

Türkiye’de belediyeler, sadece yerel yönetim hizmetleri sunan kurumlar olmaktan çıkıp, büyük rant kapıları hâline getirildi. Özellikle İstanbul Büyükşehir Belediyesi, geçmişten bugüne birçok kez “yolsuzluk” ve “kaynakların israfı” ile gündeme geldi.

Belediye şirketleri, belirli grupların menfaatleri doğrultusunda kullanıldı. Kamu malı, belirli şahıs ve gruplara aktarıldı.

Ulaşım projeleri, gerçek maliyetinden katbekat fazla gösterilerek halkın cebinden fazladan para çıkmasına sebep oldu.

İmar yolsuzlukları, belirli kişi ve grupların servetlerine servet katmasına neden oldu. İstanbul’un doğasını, siluetini ve yeşil alanlarını yok eden projeler, sadece rant uğruna yapıldı.

Son dönemde, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ndeki bazı yolsuzluk iddiaları tekrar gündeme geldi. Belediye kaynaklarının nereye harcandığı, hangi kuruluşlara aktarıldığı, halkın hizmetine mi yoksa belirli çıkar gruplarına mı kullanıldığı soruları gündeme getirildi.

Ve dehşet bir sonuç ortaya çıktı.
Yolsuzluğun boyutu 700 bin konut yapacak kadar.
Kayıp 560 Milyar,15,5 milyar Amerikan Dolarına denk gelmektedir.
Türkiye bütçesinin 24’te 1’ine denk.

Peki, bu yapılanlar sadece kişisel çıkar için mi? Yoksa bu büyük kaynak transferlerinin arkasında daha büyük bir plan mı var?

Suç Örgütleri ve Devlet İçindeki Kirli Ortaklıklar

Türkiye’de zaman zaman devlet içinde, yasadışı organizasyonlarla iş birliği yapan gruplar ortaya çıktı. Mafya-devlet-siyaset üçgeni, bazen organize suç şebekelerinin devletin içine sızmasına zemin hazırladı.

Uyuşturucu ticareti, bazı karanlık yapıların finans kaynağı oldu.

İhale yolsuzlukları, devletin kaynaklarını belirli çevrelere aktarmak için bir araç olarak kullanıldı.

Medya manipülasyonları, bazı suç örgütlerinin üzerini kapatmak için devreye sokuldu.
Bugün de yapıldığı gibi.

Ancak devlet, zaman zaman bu kirli yapılarla mücadele etti. 2000’li yıllarda birçok suç örgütü çökertildi, FETÖ gibi yapılar temizlenmeye çalışıldı. Ancak tamamen bitmemiş olan bu ağlar, hâlâ Türkiye’nin geleceği üzerinde kara bulut gibi dolaşmaktadır.

Sonuç: Ambardaki Fareleri Temizlemenin Zamanı

Türkiye’nin geleceği, yolsuzluk, hırsızlık, rüşvet ve suç ortaklıklarının tamamen temizlenmesine bağlıdır. Sadece güvenlik güçlerinin değil, milletin de bu konuda duyarlı olması gerekir.

Devletin malına sahip çıkmak, milletin hakkını korumak demektir.

Haksız kazanç ve yolsuzluk düzenine karşı durmak, sadece bir siyasi mesele değil, ahlaki bir zorunluluktur.

Terörün finans kaynakları kesilmedikçe, bu ülkede gerçek anlamda huzur sağlanamaz.

Eğer millet olarak bu gerçekleri görmez ve sessiz kalırsak, “ambardaki fareler” ülkeyi içten içe kemirmeye devam edecektir. Ancak dürüst, ahlaklı ve vatanperver bir duruş sergilenirse, Türkiye, kaderini yeniden yazabilir.

Unutmayalım: Bir ülkeyi yıkan dış düşmanlar değil, içindeki hainlerdir. Ve esas mesele, heybedeki en büyük turpun kimde olduğunu fark edebilmektir.

GEÇ Mİ KALINDI?

Asla! Tarih, milletlerin düştüğü hatalardan ders çıkararak yeniden ayağa kalkabildiğini defalarca göstermiştir.
Türkiye içinde her ne kadar bunca yolsuzluğun büyümesi söz konusu iken hemen harekete geçilmemesi ciddi bir hata ise de, yine de geç kalınmış değildir. Ancak uyanmak, görmek ve harekete geçmek gerekir.

Haksız kazanca, yolsuzluğa ve suça ortak olanlara karşı durmak, sadece devletin değil, milletin de sorumluluğudur.

Kirli yapılar, suç şebekeleri ve devlet içindeki menfaat grupları temizlenmeden tam anlamıyla bir kalkınma sağlanamaz.

Hakikatleri konuşmaktan korkmamak, yanlışlara sessiz kalmamak gerekir.

Geç kalınmış değildir ama zaman hızla tükeniyor. Eğer millet, geçmişten ders çıkarmazsa, aynı hatalar tekrar edebilir.
Nitekim tekrar da etti.
Ancak irade, doğruluk ve cesaretle hareket edilirse, her şey değişebilir. Çünkü tarihte hiçbir millet, mücadele etmekten vazgeçtiği için kazanmadı; tam tersine, mücadele ettiği için yeniden doğdu.

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

HARAM YİYEN HARAMZADELER.

HARAM YİYEN HARAMZADELER.


Haram Lokmanın Gölgesi: İbretlik Bir Hikaye
Bir zamanlar, bereketli toprakların ortasında, küçük ama huzurlu bir köy vardı. Bu köyde yaşayanlar, alın teriyle kazanır, helal lokma yer, komşuluk ilişkilerine önem verirlerdi. Ancak zamanla, bu huzurlu köyün üzerine kara bir gölge düşmeye başladı. Şehirde yaşayan ve “akıllı” olarak bilinen bazı kişiler, köye gelerek farklı işler kurmaya başladılar. İlk başta, köylüler bu yeni gelenlere sıcak davrandılar. Ancak kısa süre sonra, bu kişilerin işlerinin pek de dürüstçe olmadığını fark ettiler.
Bu “akıllı” kişiler, köylülerin saf duygularını kullanarak onları kandırıyor, haksız kazanç elde ediyorlardı. Tarlaların sınırlarını değiştiriyor, ortak kullanılan kaynakları kendi çıkarları için kullanıyor, hatta bazı köylüleri borçlandırarak onları köle gibi çalıştırıyorlardı. Köyün yaşlıları, bu durumu endişeyle izliyor, gençlere helal kazancın önemini anlatmaya çalışıyorlardı. Ancak bazı gençler, kısa yoldan zengin olma hayaliyle bu “akıllı” kişilerin peşine takılmışlardı.
Zamanla, köydeki huzur ve bereket yerini huzursuzluğa ve bereketsizliğe bıraktı. Komşular birbirine güvenmez oldu, tarlalardan beklenen ürün alınamaz hale geldi. Köyün gençleri, haram kazancın getirdiği geçici mutluluğun ardından büyük bir boşluğa düştüler. Bazıları hastalandı, bazıları ailelerini kaybetti, bazıları ise vicdan azabıyla yaşar hale geldi.
Bir gün, köyün bilge yaşlısı, köy meydanında toplanan kalabalığa şöyle seslendi: “Ey köy halkı, unuttuğumuz bir şey var. Bizler, helal lokmanın bereketiyle büyüdük. Haram lokma, ne bedene ne de ruha şifa verir. Haram kazanç, geçici bir mutluluk getirse de, sonunda büyük bir yıkıma neden olur. Unutmayın, haram yiyen haramzadeler, kendi kazdıkları kuyuya düşerler.”
Bu sözler, köylülerin üzerinde derin bir etki bıraktı. Gençler, yaptıkları hataların farkına vardılar ve yaşlılardan af dilediler. Köy halkı, birlik olup haram kazancın getirdiği kötülüklerle mücadele etmeye karar verdi. “Akıllı” olarak bilinen kişiler, köyden kovuldu ve köy, yeniden huzur ve berekete kavuştu.
Bu hikaye, bize haram kazancın ne kadar tehlikeli olduğunu gösteriyor. Haram lokma, sadece maddi kayıplara değil, aynı zamanda manevi kayıplara da neden olur. Unutmayalım ki, helal kazanç, hem bu dünyada hem de ahirette huzur ve mutluluk getirir.

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ

PARALEL DEVLETTEN PARALEL BELEDİYELERE: KAYYUM UYGULAMASI VE TÜRKİYE’DE BELEDİYELERİN DÖNÜŞÜMÜ


Türkiye’de kamu yönetimi tarihine bakıldığında, devletin merkezî yapısına karşı yerel yönetimlerin zaman zaman paralel yapılar oluşturduğu görülmektedir. Bu durum özellikle terörle bağlantılı hareketlerde ve belediyeler üzerinden yürütülen yolsuzluk vakalarında kendini göstermektedir. Son yıllarda, bazı belediyelerin terör örgütleriyle ilişkileri, kamu kaynaklarının suistimali ve halkın hizmet almak yerine ideolojik bir yapı içinde istismar edilmesi gibi problemler nedeniyle kayyum uygulaması gündeme gelmiştir.

Belediyeler ve Paralel Yapılar

Türkiye’de yerel yönetimler, Anayasa ve yasalar çerçevesinde halka hizmet götürmekle yükümlüdür. Ancak özellikle Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde bazı belediyeler, devletin sağladığı imkânları halkın refahı için kullanmak yerine, terör örgütlerine lojistik destek sağlamak amacıyla yönlendirmiştir. Hendek-barikat olayları (2015-2016) döneminde belediyelerin iş makinelerinin terör örgütü PKK tarafından kullanıldığı, kamu bütçesinin örgüte aktarıldığı ve belediye binalarının örgüt hücreleri gibi çalıştığı ortaya çıkmıştır.

Bu durum, belediyelerin sadece hizmet üreten yerel birimler olmaktan çıkıp, devlet içinde devlet gibi hareket eden, paralel bir yönetim mekanizması oluşturduğu gerçeğini gözler önüne sermiştir. Bu tür belediyeler sadece güvenlik tehdidi oluşturmakla kalmamış, aynı zamanda halkın vergileriyle oluşturulan bütçeyi terör faaliyetlerine harcayarak büyük bir kamu zararı oluşturmuştur.

Kayyum Atamaları ve Devletin Müdahalesi

Devlet, 2016’dan itibaren belediyelerde terörle bağlantılı yapılanmalara karşı sert bir mücadele başlatmıştır. Özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki bazı belediyelere kayyum atanması, bu mücadelenin en dikkat çekici adımı olmuştur. Kayyum atamalarına gerekçe olarak şu temel sebepler öne sürülmüştür:

1. Belediye bütçesinin PKK’ya aktarılması: Kamu kaynaklarının terör örgütüne finans sağlamak amacıyla yönlendirilmesi.

2. Terör örgütüne belediye imkanlarıyla lojistik destek verilmesi: Belediyeye ait araçların hendek kazma, barikat kurma ve mühimmat taşıma gibi faaliyetlerde kullanılması.

3. Devletin egemenliğine başkaldırı: Belediyelerin, devletin otoritesini tanımayarak, adeta birer özerk yönetim gibi hareket etmesi.

4. Halkın hizmetten mahrum bırakılması: Yol, su, altyapı gibi temel hizmetlerin sağlanmayıp, kaynakların ideolojik faaliyetler için harcanması.

Kayyum atamalarıyla birlikte, birçok belediyede ciddi bir dönüşüm yaşanmış; hizmetlerin halka ulaşması, belediye kaynaklarının etkin kullanılması ve kamu güvenliğinin sağlanması konusunda önemli adımlar atılmıştır. Örneğin, kayyum atanan belediyelerden bazıları, devletin doğrudan desteğiyle altyapı hizmetlerini hızlandırmış ve uzun yıllardır ihmal edilen şehircilik çalışmalarına ağırlık vermiştir.

Yolsuzluk ve Belediye İhaleleri

Paralel belediyeciliğin bir diğer boyutu ise yolsuzluklarla ilgilidir. Türkiye’de yerel yönetimlerin zaman zaman şeffaflıktan uzak bir şekilde yönetildiği ve belediye bütçelerinin bazı grupların menfaatine kullanıldığı sıkça görülmektedir.

Son yıllarda yapılan denetimler, bazı belediyelerde büyük yolsuzluk ağlarının kurulduğunu, belediye bütçelerinin belirli kişi ve şirketler lehine kullanıldığını ortaya koymuştur. İhalelerde usulsüzlükler, belediye şirketleri üzerinden rant elde etme, belediye personel alımlarında liyakat yerine sadakate dayalı sistemler oluşturma gibi birçok skandal basına yansımıştır.

Özellikle HDP’li belediyelerde, halkın vergileriyle oluşturulan bütçelerin hizmete gitmek yerine, ideolojik propagandaya ve terör örgütüne finansman sağlama amacıyla kullanıldığına dair ciddi deliller ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda birçok belediye başkanı görevden alınmış, belediyeler kayyum yönetimine devredilmiştir.

İbretlik Bir Tarih: Geçmişten Günümüze Yerel Yönetimler ve Devlet

Tarihsel açıdan bakıldığında, Osmanlı Devleti’nde de benzer durumlar yaşanmıştır. Osmanlı’nın son dönemlerinde yerel yöneticilerin merkeze karşı bağımsız hareket etme çabaları, merkezi yönetimin otoritesini sarsmış ve devletin kontrolü kaybetmesine neden olmuştur. Bugün yaşananlar da aslında bu tarihin bir tekrarından ibarettir.

Ancak burada kritik bir nokta bulunmaktadır: Merkezi yönetim yerel yönetimlerin özerkliğini tamamen yok etmeden, yasalar çerçevesinde güçlü bir denetim mekanizması oluşturmalıdır. Çünkü kayyum atamaları bir çözüm olmakla birlikte, asıl çözüm yerel yönetimlerin şeffaf, hesap verebilir ve halk odaklı çalışmasını sağlayacak sistemler kurmaktır.

Sonuç: Ne Yapılmalı?

Türkiye’de paralel devlet yapılanmalarının önüne geçmek için nasıl ki FETÖ ve benzeri oluşumlarla mücadele edildiyse, yerel yönetimlerde de paralel belediyecilik anlayışına karşı aynı titizlikle hareket edilmelidir. Kayyum uygulaması, acil müdahale gerektiren durumlarda bir tedbir olarak önemli olsa da, uzun vadede belediyelerin halkın gerçek ihtiyaçlarını karşılayan, denetlenebilir ve şeffaf yapılar haline getirilmesi esastır.

Şeffaf ihale süreçleri oluşturulmalı, kamu kaynaklarının belirli zümrelerin değil, halkın hizmetine sunulması sağlanmalıdır.

Bağımsız denetim mekanizmaları güçlendirilerek, belediye harcamalarının düzenli olarak incelenmesi gerekmektedir.

Yerel yönetimlerde liyakat esas alınmalı, ideolojik kadrolaşmaların önüne geçilmelidir.

Terörle bağlantılı kişilerin belediye yönetimlerine gelmesi kesin olarak engellenmeli, halkın iradesinin terör örgütlerinin arka bahçesi haline gelmesine izin verilmemelidir.

Sonuç olarak, yerel yönetimler devlete karşı birer paralel yapı haline getirilirse, bu sadece belediyecilik problemi olmaktan çıkar ve doğrudan devletin bekasını ilgilendiren bir güvenlik meselesine dönüşür. Türkiye, bu tehlikenin farkında olarak kayyum atamalarıyla süreci yönetmiştir. Ancak asıl başarı, güçlü, şeffaf ve milletin hizmetinde çalışan bir yerel yönetim anlayışını kalıcı hale getirmekte yatmaktadır.

“İnsanları ve sistemleri denetimsiz bırakmak, istismarı beraberinde getirir. Adalet, sadece suçun ortaya çıkmasıyla değil, suçun önlenmesiyle de sağlanır.”

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR

SİYASET VE SİYASİ TARAFTARLIKLA KALEM VE KELAMI KİRLENENLER: ZULME ORTAK OLANLAR


Tarih boyunca kalem erbabı ve kelam sahipleri, toplumların vicdanı olmuş, hakikati haykırmış, adaleti savunmuş ve zulme karşı durmuştur. Ancak ne zaman ki bir kalem, hakkı değil güç sahiplerini desteklemeye başlamışsa, ne zaman ki bir kelam, hakikatin değil zulmün savunucusu olmuşsa, işte o zaman ilim ve hikmet kirlenmiş, kalem satılmış, kelam suskun kalmıştır. Bugün de aynı tehlike geçerli olup, siyaset uğruna hakikati çarpıtan, şaibeleri görmezden gelen ve zulmü alkışlayan kalem sahipleri, tarihte nice ibretlik örneklerde olduğu gibi, vebale ortak olmaktadır.

Siyasetin Gölgesinde Eğrilen Kalemler

Siyaset, bir toplumun yönetilmesi için gerekli bir mekanizmadır. Ancak siyasi taraftarlık, hakikatin önüne geçtiğinde kalem de kelam da yozlaşır. Oysa kalem sahipleri ve fikir önderleri, gerçeği savunmak, adaleti ayakta tutmak ve zulmün karşısında durmakla yükümlüdür. Fakat bazıları, güce yakın durmanın cazibesine kapılarak, siyasi çıkarlar uğruna kalemlerini eğip bükmektedir.

Bir zamanlar zalim yöneticileri alkışlayan, onların hatalarını örtbas eden, halkı aldatıcı propagandalarla kandıran kalemler, bugün tarihin çöplüğünde yer almaktadır. Ne yazık ki, günümüzde de bazı sözde aydınlar, gazeteciler, akademisyenler ve kanaat önderleri, zulmü açıkça görmezden gelerek veya ona meşruiyet kazandırarak bu kirli mirası devam ettirmektedir.

Tarihî İbretler: Hakkı Satıp Zulmü Alkışlayanlar

Tarih, hakikati satıp zulmü destekleyenlerin ibretlik akıbetleriyle doludur:

1. Firavun’un Sihirbazları: Musa (as) hakikati getirdiğinde, Firavun’un hizmetinde olan sihirbazlar, onun zulmüne ortak olmuşlardı. Ancak sonunda hakikati görünce pişman oldular ve tövbe ettiler. Bugün de birçok kalem sahibi, belki bir gün yanıldığını fark edecek, ancak hakikate geç uyanmanın bir bedeli olacaktır.

2. Emevi Saray Uleması: Emeviler döneminde bazı âlimler, zalim yöneticileri destekleyerek onların zulmüne fetvalar uydurmuş, halkın gözünü boyamaya çalışmıştır. Ancak tarih, bu ulemayı adalet savunucuları olarak değil, zalimlerin yanında duranlar olarak hatırlamaktadır.

3. Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels: Tarihte zulmü en açık şekilde destekleyenlerden biri de Goebbels’tir. “Bir yalanı yeterince tekrar ederseniz, insanlar ona inanır” diyerek, hakikati çarpıtıp zulmü alkışlayanların simgesi haline gelmiştir. Günümüzde de medya ve bazı kalem erbabı, yanlışları örtbas etmek için bu yöntemi kullanmaktadır.

Zulmü Örtmenin ve Susmanın Ağır Vebali

Haksızlık karşısında susmak, zulme ortak olmaktır. İslamî açıdan da bir yanlışlığı görüp düzeltmeyenler, ona rıza göstermiş sayılır. Nitekim Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur:

> “Zulme sessiz kalan dilsiz şeytandır.”

Yani zulme karşı susan kişi, fiilen zalimin safında yer almış olur. Hele ki kalemi ve kelamı olan bir kişinin sessizliği, sıradan bir insanın suskunluğundan çok daha büyük bir vebal taşır. Çünkü onun sesi, halkı aydınlatabilir, zulmün önüne geçebilir, adaletin tesisine katkı sağlayabilir.

Kalem sahiplerinin bir diğer sorumluluğu da yanlışı örtbas etmemektir. Eğer bir toplumda yanlışlar, haksızlıklar ve şaibeler açıkça ortadaysa ve kalem ehli bunları görmezden gelerek bazı yöneticileri aklamaya ve toplumu tahrike çalışıyorsa, bu sadece dünyada değil, ahirette de ağır bir hesaba sebep olacaktır.

Hikmetli Bir Ders: Hakkı Eğip Bükenler Sonunda Kaybeder

Kalemini ve kelamını zulme alet edenlerin sonu, çoğu zaman hüsran olmuştur. Bugün geçmişe dönüp baktığımızda, zalimleri destekleyenlerin isimleri ya unutulmuş ya da lanetle anılmıştır. Ancak hakkı savunanlar, zulme karşı duranlar, asırlardır örnek gösterilmektedir.

İmam-ı Azam Ebu Hanife, Abbasi halifesinin zorbalığına boyun eğmemiş, bu yüzden zindanda işkence görerek can vermiştir. Ancak onun ismi bugün hâlâ hayırla anılırken, ona zulmedenler unutulmuştur.

Mevlana, Hacı Bektaş-ı Veli, Yunus Emre gibi hakikatin sesi olmuş büyük zatlar, hiçbir zaman güce boyun eğmemiş, her daim adaleti ve hakkı savunmuşlardır. İşte bu yüzden asırlardır insanlar onlardan ilham almakta, onların sözleriyle doğruluk yolunu bulmaktadır.

Sonuç: Kalemini Temiz Tutanlar ve Kirletenler

Bugün de siyaset ve güç uğruna zulmü destekleyen, haksızlıkları meşrulaştıran, şaibeleri görmezden gelen kalem sahipleri, tarihin ibretlik sahnelerinde kendilerine kara bir sayfa açmaktadır. Ancak kalemini hakkın ve adaletin safında tutanlar, zulme karşı duranlar ise ebedî olarak hayırla yâd edilecektir.

Öyleyse, bugün herkes kendisine şu soruyu sormalıdır:

Kalemim hakkı mı yazıyor, yoksa çıkarımı mı savunuyor?

Kelamım adalet için mi konuşuyor, yoksa zulmü alkışlamak için mi?

Tarih beni hangi safta yazacak: Hakkın savunucuları mı, zulmün destekçileri mi?

Unutulmamalıdır ki, hakikat eninde sonunda galip gelir, zulmü destekleyenler ise tarih sahnesinden silinir. Zulmü alkışlayanlar, bir gün alkışladıkları zulmün hedefi olmaktan kaçamazlar.

 

 

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ

MUCİZE-KERAMET-İSTİDRAC FARKI VE HİKMETLERİ[1]

Mucize, Keramet ve İstidrac: Hikmetleri ve İbretleri Üzerine Bir İnceleme

İslam düşüncesinde olağanüstü olaylar, genellikle üç başlık altında ele alınır: mucize, keramet ve istidrac. Bu kavramlar, Allah’ın kudreti ve hikmeti çerçevesinde farklı anlamlar taşır ve insana ibret dolu mesajlar sunar. Bu makalede, bu kavramların mahiyetini, farklarını ve insanlık için taşıdığı derin hikmetleri inceleyeceğiz.

1. Mucize: Peygamberlerin Doğruluğunu Gösteren İlahi Delil

Mucize, peygamberlerin doğruluğunu ispat etmek ve Allah’ın kudretini göstermek için Allah’ın izniyle gerçekleşen olağanüstü olaylardır. Mucize, insanların taklit edemeyeceği bir özellik taşır ve bir meydan okuma niteliğindedir.

Mucizenin Özellikleri:

Peygamberlere mahsustur ve onların hak peygamber olduğunu gösterir.

Allah’ın izniyle gerçekleşir ve insan müdahalesi söz konusu değildir.

Meydan okuyucudur, yani inkârcıları aciz bırakır.

İnsanlara bir mesaj taşır, iman etmeleri için bir delil sunar.

Örnekler:

Hz. Musa’nın asasıyla Kızıldeniz’in yarılması

Hz. İsa’nın Allah’ın izniyle ölüyü diriltmesi

Hz. Muhammed’in (sav) ayı ikiye yarması

Mucizeler, insanlara Allah’ın kudretini hatırlatarak onları tevhide davet eder. Ancak unutulmaması gereken bir nokta şudur: Mucizeler, inananların imanını artırırken, inanmayanlar için bir imtihan vesilesi olur. Nitekim Kur’an’da, mucizelere rağmen inanmayan kavimlerin helak edildiğine dair birçok örnek verilmiştir.

2. Keramet: Salih Kullara Bahşedilen İlahi İkram

Keramet, Allah’ın veli kullarına lütfettiği olağanüstü hallerdir. Bir peygamberin ümmetinden olan ve Allah’a yakınlığıyla bilinen salih kişilerde görülebilir. Ancak keramet, bir iddia veya gösteriş aracı değildir. Veliler, kerameti bir üstünlük sebebi olarak değil, Allah’ın bir ikramı ve imtihanı olarak görürler.

Kerametin Özellikleri:

Peygamber olmayan salih kullara verilir.

Kendi istekleriyle değil, Allah’ın lütfu ile gerçekleşir.

Veliler bunu bir iddia konusu yapmazlar.

Allah’a yakınlığın bir işareti olabilir, ama asıl olan takva ve ihlastır.

Örnekler:

Hz. Meryem’in, kendisine yiyecekler gelmesi (Âl-i İmrân, 3/37).

Hz. Ömer’in, minberden komutanı Sâriye’ye seslenip uyarıda bulunması.

İmam Şâfiî gibi âlimlerin ilham yoluyla ilim sahibi olmaları.

Keramet, Allah’ın veli kullarına ikramıdır; ancak müminler, kerameti amaç hâline getirmemelidir. Asıl hedef, Allah’a kullukta derinleşmek ve takva sahibi olmaktır.

3. İstidrac: Sapkınlara Verilen Geçici İmkan

İstidrac, Allah’ın inkârcılara veya fasık kişilere, onların sapkınlıklarını artırmak için verdiği olağanüstü nimet ve yeteneklerdir. Bir kişi, harikulade işler yapabiliyor diye onun Allah katında makbul olduğunu zannetmek büyük bir hatadır. İstidrac, kişinin gafletini artırarak onu azaba sürükleyen bir tuzaktır.

İstidracın Özellikleri:

Günahkâr veya inkârcılara verilir.

Kendi elleriyle elde ettikleri bir yetenek gibi görünür.

Şaşırtıcı ve insanları etkileyici olabilir, ancak hakikatte bir sapkınlık sebebidir.

Allah, onları bir süre nimet içinde bırakır, sonra ansızın yakalar.

Kur’an’da İstidrac:

Allah, Kur’an’da şöyle buyurur:

> “Onlar, kendilerine verilen nimetler sebebiyle şımarıp azgınlık ettiklerinde, biz de onları farkında olmadan ansızın yakaladık.” (En’âm, 6/44)

Örnekler:

Firavun’un, mucizeleri gördüğü hâlde büyücülükle uğraşması.

Nemrut’un, gücünü ilahlık iddiasına dönüştürmesi.

İstidrac, Allah’ın bir imtihanıdır. Bir kişi, büyük başarılara ulaşsa da eğer o nimetler onu Allah’tan uzaklaştırıyorsa, bu bir ikram değil, bir tuzaktır.

İbret ve Hikmetler

1. Gerçek üstünlük Allah’a yakınlıktadır: Mucize, keramet ve istidrac arasındaki en temel fark, bunların Allah’a yakınlık veya uzaklık noktasında nasıl bir rol oynadığıdır. Mucize ve keramet Allah’ın ikramıdır, istidrac ise bir tuzaktır.

2. Dış görünüşe aldanmamak gerekir: Olağanüstü olaylar her zaman Allah’ın rızasını göstermez. Takva ve ihlas sahibi olunması önemlidir.

3. Allah, her şeyi hikmetle yapar: Kimi zaman nimetlerle, kimi zaman belalarla imtihan eder. İnsan, kendisine verilen her şeyin bir imtihan olduğunun farkında olmalıdır.

4. İstidrac bir gaflet tuzağıdır: Kişi, yaptığı harikulade işlerle böbürleniyorsa, bu onun için büyük bir tehlikedir.

Sonuç: Hangi Tarafın Yolcusuyuz?

Mucize, Allah’ın peygamberlerine verdiği en büyük delildir. Keramet, Allah dostlarına verilen ikramdır. İstidrac ise gaflet içinde olanların aldanışıdır. Mümin, mucizeleri tasdik eden, kerameti istikamette bulan ve istidraçtan sakınan bir basiret içinde olmalıdır.

Allah bizleri mucizelerle imanımızı artıranlardan, kerameti bir iman kuvveti olarak görenlerden ve istidraç tuzağından sakınanlardan eylesin. Amin.

[1] https://www.youtube.com/watch?v=AYLJiuiOKzM

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?

DİNİ SEVDİRMEK Mİ YOKSA NEFRET ETTİRMEMEK Mİ?[1]


Veya sevdirirken nefret ettirmemek.

İslam, insanların hem dünya hem de ahiret saadetini temin eden bir dindir. Ancak bu saadetin kapısını açacak olan unsur, dinin nasıl anlatıldığı ve nasıl yaşandığıdır. Din, sadece bir inanç sistemi değil, aynı zamanda bir ahlak, bir yaşam biçimi ve bir huzur kaynağıdır. Dolayısıyla insanlara dini sevdirmek, onların kalplerine bu huzuru ve güzelliği nakşetmek büyük bir hizmettir. Peki, önemli olan dini sevdirmek midir, yoksa insanlara nefreti önlemek mi?

DİNİ SEVDİRMENİN GÜZELLİĞİ

Cenab-ı Hak, İslam’ı insanlara bir rahmet olarak göndermiştir:
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107)

Peygamber Efendimiz (s.a.v.), dini tebliğ ederken insanların kalplerini fetheden bir üslup kullanmıştır. O, kimseyi zorlamamış, İslam’ı güzellikleriyle anlatmış, insanların önce kalplerine hitap etmiştir. İnsanları dinden soğutan veya onlara nefret ettiren hiçbir tavır sergilememiştir.

Bir gün, Mescid-i Nebevi’ye bir bedevi gelip mescidin bir köşesine küçük abdestini bozmuştu. Sahabeler hemen öfkeyle onu azarlamak istediler. Ancak Peygamberimiz (s.a.v.), onların müdahale etmesine engel oldu ve sakince şöyle buyurdu:
“Bırakın, işini bitirsin. Sonra üzerine bir kova su dökün, mesele hallolur.”

Bu tavır, dinin sertlikle değil, şefkat ve anlayışla anlatılması gerektiğinin en güzel örneklerinden biridir. Eğer Efendimiz (s.a.v.), bedeviyi azarlayıp dışlamış olsaydı, belki de o kişi İslam’dan tamamen soğuyacaktı. Ama O, sabır ve merhametle yaklaşarak hem kalbini kazandı hem de İslam’ın hoşgörüsünü gösterdi.

İNSANLARI DİNDEN NEFRET ETTİRMEMEK

Dini anlatırken en büyük tehlikelerden biri, insanları nefret ettirecek bir üslup kullanmaktır. Çünkü yanlış üslup, doğru bir mesajı bile etkisiz hale getirebilir. Bu konuda Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Kolaylaştırın, zorlaştırmayın; müjdeleyin, nefret ettirmeyin.” (Buhari, İlim, 11)

Günümüzde bazı kimseler dini anlatırken sert, katı ve ürkütücü bir dil kullanabiliyor. Sürekli cehennemden, azaptan, yasaklardan bahsederek insanları korkutuyorlar. Oysa bir çiçeği büyütmek için onu sürekli sulamak, güneş almasını sağlamak gerekir. Eğer çiçeğin toprağını kurutur, ona zarar verecek şekilde davranırsak, solmasına sebep oluruz. Aynı şekilde insanlara dini anlatırken de onların kalplerini beslemeli, onlara ümit aşılamalıyız.

Özellikle çocuklara ve gençlere dini sevdirmek çok önemlidir. Eğer din, sadece bir yasaklar bütünü gibi sunulursa, gençler bundan uzaklaşabilir. Oysa din, bir aşk ve muhabbet meselesidir. Kalplere sevgiyle girer, zorlamayla değil.

ÖLÇÜ: ORTA YOL

Dini anlatmada iki aşırılıktan kaçınmak gerekir:

1. Aşırı katı ve korkutucu olmak: Sürekli yasaklar, günahlar ve azaplarla insanları baskı altına almak, dinin aslında bir rahmet dini olduğu gerçeğini gölgeleyebilir.

2. Aşırı gevşek olmak: Dinin emir ve yasaklarını tamamen yok sayarak sadece “her şey serbest” gibi göstermek de tehlikelidir. Çünkü İslam, belirli kuralları olan bir nizam dinidir.

Bu noktada en güzel yol, Peygamberimizin (s.a.v.) sünnetidir. O, insanlara ne zorlaştırarak ne de gevşek davranarak yaklaşmıştır. Onların seviyelerine inerek, anlayışla ve şefkatle dini anlatmıştır.

SONUÇ

Dini sevdirmek ve insanları ondan nefret ettirmemek, birbirinin ayrılmaz parçalarıdır. Sevdirerek anlatmak, nefret ettirmenin önüne geçer. Dini güzel yaşamak ve güzel anlatmak, en etkili tebliğ metodudur. Çünkü insanlar dinin emirlerinden çok, o dini yaşayan insanların hal ve hareketlerinden etkilenirler.

Unutmayalım ki, İslam bir kolaylık ve rahmet dinidir. Bizler de bu rahmeti başkalarına sunarken, Efendimizin (s.a.v.) yolunu takip etmeli, sevdirerek anlatmalı ve asla nefret ettirmemeliyiz.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=_FhmV8Rwvf4

Loading

No Responsesمارس 20th, 2025

TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ . HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR.

TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ . HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR.


TÜRKİYE’DE MASONLARIN GİZLİ İŞLERİ, HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAR: TARİHİ VE GÜNÜMÜZE UZANAN BİR TEHLİKE

Tarih boyunca gizli örgütler, çeşitli ülkelerde önemli mevkilere sızarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirme yapmışlardır. Masonluk da bu yapılanmalar arasında en çok tartışılanlardan biri olmuştur. Osmanlı’dan günümüze, Türkiye’de de masonik faaliyetlerin devlet yönetimi, eğitim ve bürokrasi üzerinde etkili olduğu iddia edilmektedir. Bu makalede, masonların geçmişte ve günümüzde nasıl gizli işler çevirdiği, hileli sınavlarla nasıl kadrolaştıkları ve bunun toplum üzerindeki etkilerini ele alacağız.

OSMANLI’DAN CUMHURİYET’E MASONİK TESİR

Osmanlı Devleti’nde masonluk, özellikle Tanzimat dönemi ile birlikte Batılılaşma hareketleriyle yaygınlaşmaya başladı. Bazı yüksek rütbeli devlet adamlarının mason locasına üye olmasıyla birlikte, dış destekli politikalar devlet yönetiminde etkili olmaya başladı. Sultan II. Abdülhamid, masonların devlete sızmasını bir tehdit olarak gördü ve bu nedenle mason localarını kapatma yoluna gitti. Ancak, İttihat ve Terakki Cemiyeti içindeki bazı masonların etkin olması, Osmanlı’nın son döneminde önemli kararların perde arkasında alındığını gösteriyordu.

Cumhuriyet’in ilanından sonra, mason locaları tekrar güç kazanmaya başladı. Özellikle 1948’de masonluk üzerindeki yasakların kaldırılması, örgütün devlet içindeki etkisini artırdı. Ekonomi, bürokrasi ve akademi dünyasında birçok önemli ismin mason locasına üye olduğu bilinmektedir.

HİLELİ SINAVLAR VE KADROLAŞMA

Masonların en büyük faaliyetlerinden biri de kritik mevkileri kendi üyeleriyle doldurmaktır. Bunun en bariz yollarından biri hileli sınavlar ve liyakat sisteminin dışına çıkan atamalardır.

Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, Türkiye’de kamu kurumlarına girişte çeşitli sınavlar uygulanmaya başlandı. Ancak, zaman zaman bu sınavların önceden belirli grupların eline geçtiği, masonların ve onlarla bağlantılı yapıların kendi adamlarını devlet içine yerleştirdiği iddiaları gündeme gelmiştir.

Son yıllarda bazı sınavlarda soruların çalınması, belirli gruplara önceden verilmesi ve kayırmacılık skandalları, bu durumun somut örnekleri olmuştur. Bu tarz hilelerin temel amacı, kritik noktaları kontrol altında tutarak ülke yönetimini yönlendirmektir.

Bürokratik kadrolar, akademisyenlik, yargı ve emniyet gibi kritik noktalara yerleşen masonik yapılar, zaman içinde kendi çıkarları doğrultusunda kararlar alarak ülkenin gidişatını şekillendirebilir.

GÜNÜMÜZDEKİ YANSIMALAR

Günümüzde, Türkiye’de devletin milli ve manevi kimliğini koruma mücadelesi içinde olduğu açıktır. Ancak küresel sistemle bağlantılı gizli yapılanmalar hâlâ etkilerini sürdürmektedir.

Sınav skandalları hâlâ zaman zaman gündeme gelmektedir.

Devletin önemli kademelerinde liyakatsiz atamalar toplumda güvensizlik oluşturmaktadır.

Masonik ve benzeri yapılanmalar, medya ve akademi üzerinden algı operasyonları yaparak kamuoyunu yönlendirmeye çalışmaktadır.

Bu durum, tarihte olduğu gibi bugün de devletin ve milletin bağımsızlığına karşı bir tehdit oluşturmaktadır.

SONUÇ: ÇÖZÜM NEDİR?

Masonik yapıların ve benzeri organizasyonların etkisini kırmanın yolu, şeffaflık, adalet ve liyakat sistemini güçlendirmektir.

Sınav sistemlerinin daha güvenilir hale getirilmesi

Devlet kadrolarında liyakat ilkesinin esas alınması

Milletin bilinçlenmesi ve bu tür yapılanmalara karşı uyanık olması

Bu gibi adımlarla, Osmanlı’dan beri süregelen bu tehlike bertaraf edilebilir. Tarih, bize göstermiştir ki, milletin iradesi güçlü olduğunda hiçbir gizli örgüt başarılı olamaz.

Bugün de mesele, milletin kendi iradesine sahip çıkması ve hain planlara karşı uyanık olmasıdır.

Loading

No Responsesمارس 19th, 2025

DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

(Menfaat ve makam düşkünü olan kisiye gıyabi hitab; Senin gibi münafık bir dostum olacağına on düşmanım olsun)

DOST GÖRÜNÜMLÜ GÜVENSİZ DÜŞMAN

Hayatta insanı en çok yaralayan şey, düşmanın saldırısı değil, dost bildiğinin ihanetidir. Düşmanın hasmane tutumu bellidir; ona göre tedbir alınır, mesafe korunur. Ancak dost kılığına bürünmüş bir münafık, sinsice yaklaşır, güven duygusunu istismar eder ve en savunmasız anında hançerini saplar. İşte bu yüzden, sadık bir dostun yerine, sahte dostlukların zararlarından korunmak daha büyük bir kazançtır.

GERÇEK DOST VE SAHTE DOST

Dostluk, menfaatin değil, samimiyetin üzerine kurulduğunda kıymetlidir. Menfaatperest insanlar, dost gibi görünerek çıkarları doğrultusunda hareket ederler. Makam, mevki, güç ve para gibi dünyevi nimetler söz konusu olduğunda, maskeleri düşer ve asıl yüzleri ortaya çıkar.

Hz. Ali (r.a.) şöyle buyurmuştur:
“Sana dost görünen herkes gerçek dostun değildir. Nice dost vardır ki, aslında düşmandan daha zararlıdır.”

Bu söz, insanın dost seçiminde ne denli dikkatli olması gerektiğini gösterir. Zira menfaat üzerine kurulu dostluk, bir rüzgârın yön değiştirmesiyle bozulur. Güç kimdeyse, bu kişiler oraya yönelir; dün seni överken, bugün seni yermeye başlarlar.

İHANETİN AĞIRLIĞI

Bir insan düşmanından gelen darbeye hazırlıklıdır. Ancak dost bildiği birinden gelen ihanet, en derin yarayı açar. Kur’an-ı Kerim’de münafıkların fitnelerinden bahsedilir ve onların, kâfirlerden bile daha tehlikeli olduğu vurgulanır:

“Onlar ki, dilleriyle iman ettik derler, fakat kalpleriyle inanmamışlardır. Onlardan sakının!” (Tevbe, 56)

Menfaat için dost görünen, ancak fırsatını bulduğunda ihanet eden kişi, dost kisvesi altında en büyük düşman kesilir. Bugün yanınızda olan ama yarın çıkarı için sizi terk eden bir dost, düşmandan daha tehlikelidir. Çünkü düşmanın planını tahmin edebilirsiniz, ancak dost kılığındaki hainin ne zaman vuracağını bilemezsiniz.

“SENİN GİBİ MÜNAFIK BİR DOSTUM OLACAĞINA ON DÜŞMANIM OLSUN”

Sadakatten yoksun bir dostun varlığı, insanın ruhunu yıpratır. Onun yerine açık düşmanların olması, en azından kiminle mücadele edileceğini bilmek açısından daha iyidir. İslam tarihinde de bu tür sadakatsiz dostlar büyük fitnelere sebep olmuşlardır.

Resulullah (s.a.v.), Uhud Savaşı’nda münafıkların ihanetine uğramıştır. Abdullah bin Übey bin Selûl ve adamları, savaşın en kritik anında Müslümanları yalnız bırakarak geri çekilmişlerdir. Bu hareket, doğrudan düşmanın saldırısından daha büyük bir zarar vermiştir. İşte, münafık dostun en büyük tehlikesi budur: Seni en ihtiyaç duyduğun anda yalnız bırakması.

SONUÇ

Gerçek dost, zor zamanlarda belli olur. Makam, mevki ve menfaat uğruna dost görünüp ihanet eden kişiler, düşmandan daha fazla zarar verirler. Onun için sadakatsiz bir dostun varlığındansa, düşmanların açık düşmanlığı daha iyidir.

Unutmayalım ki, dostluk güven üzerine inşa edilir. Güvenin olmadığı bir dostluk, bir yılanın koynunda beslenmesine benzer. O yılan, en savunmasız anında sokmak için bekler. İşte bu yüzden, ihanet eden bir dosttansa, düşmanın açıkça karşıda olması daha iyidir.

 

 

Loading

No Responsesمارس 19th, 2025

AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?

AZAP MI İNDİR YOKSA RAHMET Mİ?[1]

Evet, Enfâl Suresi 32. ayeti şu şekildedir:

وَإِذْ قَالُوا۟ ٱللَّهُمَّ إِن كَانَ هَٰذَا هُوَ ٱلْحَقَّ مِنْ عِندِكَ فَأَمْطِرْ عَلَيْنَا حِجَارَةًۭ مِّنَ ٱلسَّمَآءِ أَوِ ٱئْتِنَا بِعَذَابٍ أَلِيمٍۢ

Meali:
“Ve bir zaman, ‘Ey Allah’ım! Eğer bu (Kur’an) senin katından gelen hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize elem dolu bir azap ver’ demişlerdi.”

Bu ayette, Mekke müşriklerinin Hz. Muhammed (s.a.v.)’e ve Kur’an’a karşı kibirli ve meydan okuyan tavırları anlatılmaktadır. Onlar, eğer Kur’an gerçekten Allah’tan geliyorsa, bunun yerine doğruyu kabul etmek yerine, kendilerine bir azap gönderilmesini dilemişlerdi. Ancak Allah, bir sonraki ayette (Enfâl 33) onları hemen helak etmediğini, çünkü Hz. Peygamber’in onların içinde bulunduğunu ve müminlerin de Allah’tan bağışlanma dilediklerini belirtmiştir.

@@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Derinlemesine Anlamı.

Bu ayette Mekke müşriklerinin kibirli, inatçı ve alaycı tutumları gözler önüne serilmektedir. Onlar, hakikati arayan samimi bir kalple değil, inat ve meydan okuma duygusuyla şöyle demişlerdi:

“Eğer bu Kur’an gerçekten senin katından gelen bir hakikat ise, üzerimize gökten taş yağdır veya bize çok acı bir azap ver!”

1. Ayetin Psikolojik ve Sosyolojik Boyutu

Bu ifadede içten bir arayış yoktur. Aksine:

Kibir ve inat vardır: Gerçeği kabullenmek yerine, imkânsız bir bedel ödemeyi göze alacak kadar körleşmiş bir akıl durumu söz konusudur.

Hakikate karşı direniş vardır: Kur’an onların menfaatlerine dokunduğu için onu reddetmek adına uç bir tepki göstermektedirler.

Meydan okuma psikolojisi vardır: Gerçekten hakikati arayan biri, “Bize azap indir” demez, aksine “Bizi doğru yola ilet” diye dua eder.

Bu tür bir tepki, tarihte Allah’ın peygamberlerini inkâr eden kavimlerin ortak özelliklerinden biridir. Örneğin, Nuh, Lut, Şuayb ve Salih kavimleri de peygamberlerine meydan okumuş ve “Bize vaat ettiğin azabı getir!” demişlerdi. Ancak sonuç hep helak olmuştur.

2. Ayetin Tevhid ve Kader Açısından Yorumu

Müşrikler, Allah’a inanıyorlardı ama “hakikatin kaynağı olarak O’nu kabul etmiyorlardı.”

Onlar, “Biz Allah’a inanıyoruz ama bu Kur’an O’nun katından olamaz” diyerek çelişkili bir inanç içindeydiler.

Hakikati reddeden bir toplum, azabı kendisi davet eder. Ancak Allah merhameti gereği onlara hemen ceza vermemiştir.

3. Günümüze Mesajı

Bu ayet, günümüz insanına da önemli mesajlar verir:

1. Hakikati aramak yerine ona meydan okumak, insanı felakete sürükler.

2. Kibir ve inat, insanın gözünü köreltir ve en bariz gerçeği bile inkâr etmesine yol açar.

3. Gerçeğe ulaşmak isteyen, onu inkâr etmek için bahane üretmek yerine, samimi bir kalple araştırmalı ve dua etmelidir.

Müşriklerin bu duası, aslında hakikati kabullenmek istemeyen her çağdaki insanın durumuna benzer. Bugün de pek çok insan, iman hakikatlerine karşı delil aramak yerine, onları inkâr etmek için bahaneler üretmektedir.

@@@@@@

Enfâl Suresi 32. Ayetin Benzer Ayetlerle İlgisi

Kur’an’da Mekke müşriklerinin veya geçmiş kavimlerin hakikate karşı takındıkları meydan okuma, inkâr ve azap isteme tavırları birçok ayette ele alınmıştır. Enfâl 32 de bu açıdan değerlendirilmelidir. Şimdi, bu ayeti destekleyen ve açıklayan diğer ayetlere bakalım.

1. Azap İsteyenlerin Ortak Tavrı

Enfâl 32’de olduğu gibi, geçmiş kavimlerden de peygamberlerine meydan okuyarak azap talep edenler olmuştur.

Şuara Suresi 187

وَقَالُوا۟ يَٰشُعَيْبُ أَصَلَوٰتُكَ تَأْمُرُكَ أَن نَّتْرُكَ مَا يَعْبُدُ ءَابَآؤُنَآ أَوْ أَن نَّفْعَلَ فِىٓ أَمْوَٰلِنَا مَا نَشَٰٓؤُا۟ إِنَّكَ لَأَنتَ ٱلْحَلِيمُ ٱلرَّشِيدُ ١٨٦ فَأَسْقِطْ عَلَيْنَا كِسَفًۭا مِّنَ ٱلسَّمَآءِ إِن كُنتَ مِنَ ٱلصَّٰدِقِينَ ١٨٧

Meali:
“Ey Şuayb! Atalarımızın taptıklarını bırakmamızı ve mallarımız konusunda istediğimiz gibi davranmamamızı mı emrediyorsun? Eğer doğru söyleyenlerdensen üzerimize gökten bir parça düşür!” (Şuara 186-187)

Bu ayette Şuayb (a.s.)’ın kavmi, onun getirdiği vahyi reddediyor ve kendilerine azap gelmesini istiyor. Aynı kibirli ve inatçı tavır Enfâl 32’de müşriklerde de görülüyor.

2. Önceki Kavimlerin Helak Sebepleri

Müşriklerin azap istemeleri, Allah’ın geçmiş kavimlere verdiği cezaları hatırlatmaktadır.

Hud Suresi 82

فَلَمَّا جَآءَ أَمْرُنَا جَعَلْنَا عَٰلِيَهَا سَافِلَهَا وَأَمْطَرْنَا عَلَيْهَا حِجَارَةًۭ مِّن سِجِّيلٍۢ مَّنضُودٍۢ

Meali:
“Emrimiz gelince oranın altını üstüne getirdik ve üzerlerine istif edilmiş taşlardan yağdırdık.” (Hud 82)

Bu ayet, Lut kavminin helakini anlatır. Lut kavmi de azap istemişti ve gerçekten taş yağmuruna tutulmuşlardı. Enfâl 32’de müşriklerin gökten taş yağmasını istemeleri, aslında Lut kavminin helak edilme şekline bir gönderme gibidir.

Benzer bir şekilde:

Fussilet 13: “Eğer yüz çevirirlerse, de ki: ‘Ben sizi Ad ve Semud’un yıldırımı gibi bir azap ile uyarıyorum.'”

Zariyat 32-33: “Dediler ki: Biz suçlu bir kavme gönderildik, üzerlerine çamurdan taşlar yağdıracağız.”

3. Allah’ın Azabı Geciktirme Hikmeti

Müşriklerin azap istemelerine rağmen, Allah hemen onları helak etmemiştir. Bunun sebebi bir sonraki ayette açıklanır.

Enfâl Suresi 33

وَمَا كَانَ ٱللَّهُ لِيُعَذِّبَهُمْ وَأَنتَ فِيهِمْ وَمَا كَانَ ٱللَّهُ مُعَذِّبَهُمْ وَهُمْ يَسْتَغْفِرُونَ

Meali:
“Sen onların içinde bulunduğun sürece Allah onlara azap edecek değildir. Ve onlar bağışlanma diledikleri sürece de Allah onlara azap edici değildir.”

Burada iki önemli nokta vardır:

1. Peygamber’in varlığı bir rahmettir: Allah, Rasulullah (s.a.v.) Mekke’de olduğu sürece müşrikleri helak etmemiştir.

2. Bağışlanma (istiğfar) azabı geciktirir: Eğer insanlar tövbe edip Allah’tan af dileselerdi, azap üzerlerine gelmeyecekti.

Bu ayet, azap isteyen müşriklerin, aslında farkında olmadan Allah’ın rahmetiyle cezadan korunduklarını gösterir.

SONUÇ: Enfâl 32’nin Diğer Ayetlerle Bağlantısı

1. Geçmiş kavimlerin inkarcıları gibi, Mekke müşrikleri de peygamberlerine meydan okumuş ve azap istemiştir (Şuara 187, Hud 82).

2. Allah, Lut ve diğer kavimleri gerçekten taş yağdırarak helak etmiştir. Müşriklerin talebi de Lut kavminin helakine benzemektedir (Hud 82, Zariyat 32-33).

3. Ancak Allah, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in varlığı ve müminlerin istiğfarı sebebiyle azabı geciktirmiştir (Enfâl 33).

Bu ayetler, kibirli inkârın insanı nasıl felakete sürüklediğini ve Allah’ın azabı geciktirme hikmetini gösterir. Aynı zamanda istiğfarın ve Peygamber’in varlığının, bir toplumu nasıl koruduğunu anlatır.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=ApieQmbPVa4

Loading

No Responsesمارس 19th, 2025

VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ

VEFA: AHDE VEFA VE MİSAK BİLİNCİ[1]


İslam ahlakının temel değerlerinden biri olan vefa, sözünde durma, bağlı kalma, sadakat gösterme ve verilen sözü yerine getirme anlamına gelir. Vefa, sadece bireyler arasındaki ilişkilerde değil, insanın Allah’a, kendine ve topluma karşı taşıdığı sorumlulukları yerine getirmesinde de önemli bir ahlaki prensiptir. Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde vefaya büyük bir vurgu yapılmış, vefasızlık ise hem dünyevi hem de uhrevi sonuçları itibariyle ciddi bir uyarıyla ele alınmıştır.

VEFA VE KUR’AN-I KERİM

Kur’an-ı Kerim’de vefa, birçok ayette övgüyle anılmış ve müminlerin en önemli özelliklerinden biri olarak zikredilmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

“Verdiğiniz sözü yerine getirin. Çünkü verilen söz (ahd) sorumluluk gerektirir.” (İsra, 17/34)

Bu ayet, insanın verdiği her sözün bir sorumluluk doğurduğunu ve Allah katında bunun hesabının sorulacağını açıkça belirtir. Mümin, verdiği sözü unutmaz, yerine getirir ve sadık kalır.

Yine bir başka ayette Yüce Rabbimiz şöyle buyurur:

“O kimseler ki, Allah’a verdikleri sözü yerine getirirler ve ahitlerini bozmazlar.” (Ra’d, 13/20)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, vefa sadece insanlar arasındaki bir sadakat meselesi değil, aynı zamanda Allah’a verilen sözlerin tutulmasını da kapsayan bir ahlaki sorumluluktur.

AHDE VEFA: SÖZÜNDE DURMANIN ÖNEMİ

Ahde vefa, verilen sözlerin, yapılan anlaşmaların ve üstlenilen sorumlulukların yerine getirilmesini ifade eder. Hz. Peygamber (s.a.v.), Müslümanın en belirgin özelliklerinden birinin ahde vefa olduğunu bildirmiş ve şu hadisiyle bunu vurgulamıştır:

“Münafıklık alameti üçtür: Konuştuğunda yalan söyler, söz verdiğinde sözünde durmaz, kendisine güvenildiğinde hıyanet eder.” (Buhari, İman, 24)

Bu hadis, ahde vefasızlığın münafıklık alametlerinden biri olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Mümin, ahlaki ve dini sorumluluklarının bilincinde olan kişidir ve verdiği sözden caymaz.

Hz. Peygamber (s.a.v.), müşriklerle bile yaptığı anlaşmalara uymuş ve en zor şartlar altında dahi ahde vefayı korumuştur. Hudeybiye Antlaşması’nda Müslümanlar aleyhine görünen maddelere bile sadık kalmış, ancak karşı taraf bu sadakati ihlal ettiğinde antlaşmayı feshetmiştir. Bu durum, vefanın İslam’daki yüksek değerini gösteren en önemli örneklerden biridir.

MİSAK: İNSANIN ALLAH’A VERDİĞİ SÖZ

İslam’da vefa kavramının en büyük boyutlarından biri, insanın Allah’a verdiği sözü tutmasıdır. Kur’an-ı Kerim, insanların dünya hayatına gelmeden önce Allah’a bir misak verdiğini bildirmektedir:

“Hani Rabbin, Âdemoğullarının sırtlarından zürriyetlerini almış ve onları kendilerine şahit tutarak: ‘Ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ demişti. Onlar da: ‘Evet, (buna) şahit olduk.’ demişlerdi.” (A’raf, 7/172)

Bu ayet, insanın Allah’a kulluk etmek üzere yaratıldığını ve bu doğrultuda bir söz verdiğini hatırlatmaktadır. Ancak dünya hayatının meşgalesi içinde birçok insan bu misakı unutur ve Rabbine karşı olan vefasını kaybeder. Oysa gerçek vefa, Allah’a verilen sözde durarak, O’nun emir ve yasaklarına riayet etmektir.

Kur’an, insanların ahitlerine sadık kalmasını ve verdikleri sözleri yerine getirmesini bir iman göstergesi olarak sunar:

“Onlar ki, Allah’ın ahdini yerine getirirler ve verdikleri sözü bozmazlar.” (Bakara, 2/177)

Bu ayet, vefanın sadece dünyevi ilişkilerle sınırlı olmadığını, Allah ile kul arasındaki bağda da en önemli unsurlardan biri olduğunu gösterir.

VEFASIZLIĞIN SONUÇLARI

Kur’an-ı Kerim, vefasızlığı büyük bir ahlaki zafiyet olarak değerlendirmiş ve ahdini bozanları kınamıştır:

“Ahidlerini bozanlar, Allah’ın emrini hiçe sayanlar ve yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar… İşte lanet onlara mahsustur ve yurdun en kötüsü onlar içindir.” (Rad, 13/25)

Bu ayetten de anlaşılacağı üzere, ahde vefasızlık, sadece bireysel bir hata değil, aynı zamanda toplumsal huzuru bozan, Allah’ın emirlerine karşı bir başkaldırıdır. Vefasızlık, güvenin kaybolmasına, dostlukların bozulmasına ve toplumun çökmesine neden olur.

VEFA VE SADAKATİN ÖDÜLÜ

Allah’a ve insanlara karşı vefalı olanlar, hem dünyada hem de ahirette mükâfatlandırılacaktır. Kur’an’da şöyle buyrulmaktadır:

“Allah, sözünü yerine getirenleri, sadakatleri sebebiyle mükâfatlandıracaktır.” (Ahzâb, 33/23)

Bu ayet, vefanın sadece bir erdem olmadığını, aynı zamanda Allah katında büyük bir karşılık göreceğini göstermektedir. Sadık olanlar, Allah’ın rahmetine ve cennetine layık görülürken, vefasızlık edenler ise hem dünyada hem de ahirette hüsrana uğrayacaktır.

SONUÇ: VEFA, İNSANIN EN BÜYÜK İMTİHANI

Vefa, müminin en büyük imtihanlarından biridir. İnsan, Rabbi’ne, ailesine, dostlarına, toplumuna ve hatta düşmanına karşı bile ahlaki bir duruş sergilemekle yükümlüdür. Ahde vefa, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

Mümin, her zaman sözünün eri olmalı, Allah’a ve insanlara verdiği sözleri tutmalı ve sadakati hayatının merkezine koymalıdır. Çünkü vefanın olmadığı yerde güven olmaz, güvenin olmadığı yerde ise huzur ve adalet kaybolur.

Allah bizleri, ahdine vefa gösteren, sadakatle yaşayan ve misakına bağlı kalan kullarından eylesin. “Sadıklarla beraber olun” (Tevbe, 9/119) emrine uyanlardan kılsın. Amin.

 

 

[1] https://www.youtube.com/watch?v=d4i-sbL9J7Q

Loading

No Responsesمارس 19th, 2025