AHİRETTE KURTARACAK ESERLER: FANİYİ BAKİYE ÇEVİRMEK

AHİRETTE KURTARACAK ESERLER: FANİYİ BAKİYE ÇEVİRMEK

İnsan, dünyada iz bırakmak ister. Bir eser, bir yazı, bir bina, bir servet, bir unvan… Geride kalan şeyler bir bakıma insanın devamı gibi görünür. Fakat asıl mesele şudur:
“Âhirette seni kurtaracak bir eserin olmadığı takdirde, fâni dünyada bıraktığın eserlere de kıymet verme!”

Bu söz, kalplere derin bir ölçü veriyor. Zira dünya eserleri, âhiret sermayesi olmadıkça, insanın yükü olur; kurtuluş vesilesi değil, vebal sebebi olur.

Fani Olanın Arkasından Koşmanın Boşluğu

Dünya, aldatıcı bir pazar yeridir. Burada elde edilen şöhretler, servetler, başarılar; ölümün nefesiyle bir anda yok olur. İnsan, ölüm anında sahip olduğu her şeyden koparılır. Ne bir makam, ne bir servet, ne de şan-şöhret kabir kapısından içeri girer.

Kalır geride süslü mezartaşları, unutulan isimler, bir zaman sonra tozlu sayfalarda silinip giden hatıralar…

Asıl Eser: Kalıcı ve Kurtarıcı Ameller

Gerçek eser, kalpteki iman, dildeki zikir, eldeki hizmettir. Kur’an buyurur:

> “Mal ve çocuklar, dünya hayatının süsüdür. Baki kalan ise salih amellerdir; Rabbinin katında sevapça daha hayırlı, ümit bakımından da daha hayırlıdır.”
(Kehf, 18/46)

İnsanın ahirette işe yarayacak tek eseri, Allah için yaptığı işlerdir. Bir kişinin hidayetine vesile olmak, bir yetimi sevindirmek, bir kalbi Allah’a yaklaştırmak, bir damla ilim, bir zerre takva… İşte bunlar, insanı ölümden sonra bile ayakta tutan eserlerdir.

Dünya Eserleri Nasıl Baki Olur?

Dünya işleri tamamen boş değildir. Eğer bir eser, bir hizmet Allah rızası için yapılmışsa; o fâni iş, birden bâki bir hazineye dönüşür. Bir cami inşa etmek, bir ilim meclisi kurmak, bir insanın duasına sebep olmak… Eğer niyet doğruysa, dünya işi bile âhiret nuru olur.

Bu yüzden niyetler, kalbimizin gizli mimarlarıdır. Bazen bir küçük hareket, sırf Allah için yapılırsa dağlar kadar sevap getirir; bazen büyük görünen işler, riya ve gösterişle heba olur.

İbret: Mezar Taşlarına Yazılan İsimler Değil, Kalplere Kazınan İyilikler Kurtarır

Tarihte nice sultanlar, krallar, zenginler gelmiş, büyük eserler bırakmışlardır. Saraylar, kaleler, kütüphaneler… Bugün onların çoğunun ismini kimse hatırlamıyor. Ama bir yetimin duasını almış bir garibanın ismi, Arş-ı Âlâ’da anılıyor.

Demek ki mesele, insanların gözünde büyük görünmek değil; Allah katında makbul olmaktır.

Sonuç: Bir Davet

Ey gönül!
Kendine şu soruyu sor:
“Bugün yaptığım hangi iş, hangi söz, hangi eser beni kabirde ışıklandıracak?”

Öyleyse dünya eserlerine değil, âhiret azığına çalış.
Öyle bir eser bırak ki, zamanla eskimesin, ölümle sönmesin, ebedi âlemde yüzünü ak etsin.

Unutma:
“Allah için yapılmayan her eser, fanilerle birlikte toprak olur. Allah için yapılan bir damla iyilik ise, ebedi bir yıldız gibi parlar.”

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

BELA VE İMTİHAN: HAK YAZMADIKÇA GELMEZ, KUL AZMADIKÇA YAZILMAZ

BELA VE İMTİHAN: HAK YAZMADIKÇA GELMEZ, KUL AZMADIKÇA YAZILMAZ

İnsanın dünya hayatı, bir imtihan meydanıdır. Bu imtihanda sevinçler kadar kederler de vardır. Bazen başa gelen belalar, musibetler insanı sarsar, düşündürür. İşte tam burada kadim bir hakikat kendini gösterir:
“Kula bela gelmez Hak yazmadıkça, Hak bela yazmaz kul azmadıkça.”

Bu söz, kader ve sorumluluk gerçeğini, hikmet dolu bir terazide dengeler. Ne bela gelişi tesadüftür, ne de insan tamamen masumdur. Her şey, bir hikmetle vuku bulur.

Hak Yazmadıkça Bela Gelmez

İnsanın başına gelen her musibet, ezelden takdir edilmiştir. Allah’ın izni ve ilmi dışında bir yaprak dahi düşmezken, insanın başına gelen bela nasıl olur da başıboş olabilir? Kur’an buyurur:

> “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle kazandığınız şeyler yüzündendir. (Fakat Allah) çoğunu affeder.”
(Şûrâ, 42/30)

Her bela, ya bir günahın kefareti, ya bir makamın terfisi, ya bir gafletin ikazı, ya da bir sabrın meyvesidir. Hak Teâlâ kulunu bazen sevdiği için imtihan eder; belalarla onu arındırır, pişirir, olgunlaştırır.

Kul Azmadıkça Bela Yazılmaz

Öte yandan insanın kendi eliyle çağırdığı belalar da vardır. Nimetin kadrini bilmeyen, azgınlık eden, isyana sapan toplumlar ve bireyler, kendi felaketlerini hazırlamış olurlar. Tıpkı Kur’an’da bildirildiği gibi:

> “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah onların durumunu değiştirmez.”
(Ra’d, 13/11)

Azgınlık, nimetlerin kıymetini bilmemek, şükürsüzlük ve isyan; belaların en büyük davetiyesidir. Kul, kendini bozdukça, düzenini de bozar. Ve sonunda bela, kendi eliyle hazırladığı bir mektup gibi kapısını çalar.

İbret ve Hikmet: Bela Bir Ceza mı, Bir Lütuf mu?

Her bela sadece bir ceza değildir. Bazen bir temizliktir, bazen bir terfi vesilesidir. Hastalık, sabrın meyvesini vermek için gelir. Fakirlik, kanaatin tatlı lezzetini tattırmak için iner. Ayrılık, dünya sevgisinin pasını silmek için musallat olur.

Bela, şikâyet değil, sabır ve teslimiyet ile karşılanmalıdır. Her bela, altında saklı bir rahmet mührü taşır. Yeter ki kul, gözyaşlarıyla değil, basiret gözüyle bakabilsin.

Sonuç: Bir Öğüt

Başımıza gelen her şeyin bir hikmeti var. Tesadüf yok, haksızlık yok.
Allah kullarına zulmetmez. Kul da kendine yazık etmedikçe, Hak’tan bela yazılmaz.

Ey gönül!
Başına gelen her zorluğu bir hesap vesilesi bil.
Kendini sorgula, sabrını kuvvetlendir, şükrünü artır.
Unutma:
Bela, bazen bir affın başlangıcı,
Bazen bir yükselişin eşiğidir.

Ve unutma:
“Bela Hak’tandır; sabır kuldandır. Sonunda ise rahmet ve lütuf ikisinden doğar.”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Fıtratın Sesi: Hakkı Arayan Ruhun Hikayesi

Fıtratın Sesi: Hakkı Arayan Ruhun Hikayesi

Fıtrat fıtri olmayanı reddeder atar.
Fıtrat yalan söylemez.
Esas olan fıtri olandır.

İnsan, yaratılışı gereği hakikate yönelir. Her çocuk, tertemiz bir fıtrat üzere dünyaya gelir; batılı tanımaz, yalanı bilmez, kötülüğü işlemez.
Kur’an-ı Kerim, bu hakikati şöyle dile getirir:

> “Öyle ise hakka yönelmiş olarak yüzünü dosdoğru dine, Allah’ın insanları onun üzerine yarattığı fıtrata doğrult. Allah’ın yaratmasında bir değişiklik yoktur. İşte doğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”
(Rûm Sûresi, 30/30)

Fıtrat, Allah’ın insana yerleştirdiği değişmeyen kodlardır: Adalet sevgisi, merhamet arzusu, doğruya meyil, hakikate iştiyaktır.
Ve bu fıtrat, bâtılı asla içine sindiremez.
Zulüm görünce isyan eder.
Yalan işitince ruhu daralır.
İhaneti gördüğünde kalbi burkulur.

Çünkü fıtrat yalanı tanımaz.
Çünkü esas olan fıtrî olandır.
Ve fıtrat, fıtri olmayanı önce reddeder, sonra atar.

Nitekim başka ayetlerde de fıtratın bu sesi işaret edilmiştir:

> “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne vesveseler verdiğini biliriz. Biz ona şah damarından daha yakınız.”
(Kâf Sûresi, 50/16)

İnsan bazen dünyalık arzuların peşine düştüğünde, bu saf fıtratı perdeler.
Ama derinlerde bir yerde, sesi kısılsa da fıtrat fısıldamaya devam eder:
“Bu yol yanlış!”
“Bu söz yalan!”
“Bu eylem haksızlık!”

İşte o zaman, ya insan tövbe ederek aslına rücu eder ya da bu sesi susturmak için kalbini karartır.

Bu sır, başka bir ayette şöyle bildirilir:

> “Hayır! (Onların söyledikleri doğru değildir.) Bilakis onların kazandıkları günahlar kalplerini karartmıştır.”
(Mutaffifîn Sûresi, 83/14)

Kalp, ya fıtratıyla ahenk içinde parlar, ya da onu bastırdıkça katılaşır, taşlaşır.

Fıtratı örtenler, kendi elleriyle kendilerini hüsrana sürüklerler.
Çünkü fıtrat, güneş gibidir; üstünü ne kadar örtersen ört, bir gün mutlaka ışığını bir yerden sızdırır.

Ve her insan, fıtratın bu iç sesiyle bir gün yüzleşecektir:

> “O gün, biz onların ağızlarını mühürleriz, elleri bize konuşur, ayakları işledikleri şeylere şahitlik eder.”
(Yâsîn Sûresi, 36/65)

Hikmetli bir ders şudur:
İnsan kendi içindeki hakikate ne kadar sadık kalırsa, Rabbiyle o kadar yakınlaşır.
Fıtratına ihanet eden ise, kendi cehennemini kendi elleriyle hazırlar.

Son söz:
Fıtrat, insanın öz yurdudur.
Yoldan çıkanlar için fıtrat, daima susmayan bir çağrıdır:
“Gel! Aslına dön!”

 

 

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

ARŞTAN ARZA İNEN RAHMET VE ARZDAN ARŞA YÜKSELEN NUR

ARŞTAN ARZA İNEN RAHMET VE ARZDAN ARŞA YÜKSELEN NUR

İnsanoğlu, dünya sahnesinde küçücük bir misafir, kısacık bir ömür sahibidir. Fakat bu küçüklüğüne rağmen, Arş-ı Âlâ ile, yani en yüce âlemlerle bağlantısı olan bir varlıktır. Gökyüzünden yeryüzüne inen rahmetler ve yeryüzünden semaya yükselen nurlar, insanın bu iki âlem arasındaki kıymetli köprüsünü temsil eder.

Arştan Arza İnen Rahmet

Rahmet, Allah’ın kullarına olan sonsuz merhametinin tecellisidir. Göklerden yere inen her yağmur damlası, her güneş ışığı, her sabahın ferahlığı birer rahmettir. Kur’an-ı Kerim’de buyurulur ki:

> “Ve O, kendi rahmetinin önünden rüzgarları müjdeci olarak gönderendir. Nihayet ağır bulutlar yüklendiğinde, biz onu ölü bir beldeye süreriz ve oraya su indiririz. Böylece her türlü meyveyi çıkarırız…”
(A’râf, 7/57)

Arştan arza inen rahmet, sadece fiziki nimetlerle sınırlı değildir. Asıl büyük rahmet, insanın kalbine inen ilhamlar, gönlüne gelen hidayet ışıklarıdır. Peygamberler, ilahi rahmetin en yüksek temsilcileridir. Onlar, karanlıkta yolunu kaybetmiş insanlığa gökten inen birer nur gibi gelmişlerdir.

Arzdan Arşa Yükselen Nur

İnsanın yeryüzündeki varlığı sadece almak üzerine değildir; vermek, sunmak ve yükseltmek de vardır. Kulun ihlâsla yaptığı dua, şükürle sunduğu hamd, sabırla sergilediği teslimiyet, arzdan arşa yükselen nurlar gibidir. Bir hadis-i şerifte Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

> “Kulun duası göğe yükselir, kapı açılıncaya kadar kapıda bekler. Kapı açılırsa dua kabul edilir.”
(Taberânî)

İnsanın salih amelleri, gözyaşları, sabırla çektiği sıkıntılar ve sessizce katlandığı musibetler birer nur gibidir. O nurlar semaya doğru yükselir ve Allah katında mükâfat bulur.

Rahmet ve Nurun Buluşması

Arştan inen rahmet ile arzdan yükselen nur, insanın kader yolculuğunda birbirini tamamlar. Rahmet olmasa insan hayatta kalamaz, nur olmasa yolunu bulamaz. Her nimet bir imtihan, her sabır bir mükafattır. Dünya sahnesinde yaşanan her acı, her sevinç, ya bir rahmetin yankısı ya da bir nurun habercisidir.

İnsanın görevi, gökten inen rahmeti değer bilmek, onu israf ve nankörlükle kirletmemek; yerden arşa yükselen nuru ise karartmadan, ihlas ve samimiyetle çoğaltmaktır.

Sonuç: Bir Davet

Bu hayat, göklerden inen rahmetle dirilmek ve arşlara yükselen bir nur olmaya çalışmak için verilmiştir. Her an, ya bir rahmet ya bir nur fırsatıdır. İnsan, bu dünyada adımlarını rahmetin izinde, gönlünü nurun rehberliğinde atarsa, bir gün asıl vatanına, Rahman’ın arşına, ebedi saadet yurduna kavuşacaktır.

Ey gönül!
Ne kadar aciz, ne kadar fakir olduğunu unutma.
Sana inen rahmetin kıymetini bil,
Ve Rabbine yükselen bir nur olmaya çalış.
Çünkü dünya, rahmetle başlar, nurla tamamlanır.

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Geçmişten Günümüze İznik Konsilinin Önemi ve Günümüze Yansıyan Yönleri

Geçmişten Günümüze İznik Konsilinin Önemi ve Günümüze Yansıyan Yönleri

Giriş

Tarih boyunca bazı toplantılar sadece dönemlerini değil, gelecek yüzyılları da etkileyen kararlar üretmiştir. İznik Konsili de bu anlamda bir dönüm noktasıdır. 325 yılında Roma İmparatoru I. Konstantin’in himayesinde toplanan bu konsil, yalnızca Hristiyanlık tarihini değil, batı medeniyetinin düşünce ve siyasal yapısını da kökten etkilemiştir. Konsilin sonuçları, bugün bile dünya siyasetine, din anlayışına ve toplumsal anlayışlara derinden yansımaktadır.

Bu makalede, İznik Konsili’nin tarihi bağlantısı, alınan kararların mahiyeti, doğurduğu etkiler ve günümüze yansıyan yönleri ele alınacaktır.

1. Tarihî Arka Plan: İznik’e Giden Yol

İznik Konsili’nin toplanmasının başlıca sebebi, Hristiyan dünyasında büyüyen Ariusçuluk (Arianizm) tartışmasıydı. Arius adlı bir din adamı, İsa’nın (a.s) Tanrı olmadığını, Tanrı tarafından yaratıldığını ve dolayısıyla “ezelî” olmadığını savunuyordu. Bu görüş, Kilise’nin büyük kısmı tarafından sapkınlık olarak görülmüş, derin çatışmalar doğurmuştu.

İmparator Konstantin, hem dini birlik sağlamak hem de politik bütünlüğü korumak için 325 yılında Bithynia bölgesindeki İznik’te (günümüzün Bursa ili sınırları) 300’den fazla piskoposun katılımıyla ilk ekümenik konsili topladı. Bu, sadece teolojik bir tartışmayı çözme çabası değil, imparatorluğun bütünlüğünü garanti altına alma girişimiydi.

Belge: İznik Konsili tutanakları, dönemin tarihçileri olan Eusebius ve Athanasius tarafından kaydedilmiştir. Ayrıca, konsil kararları daha sonra “İznik İnancı” (Nicene Creed) olarak derlenmiştir.

2. İznik Konsilinde Alınan Temel Kararlar

Konsilde şu temel kararlar alındı:

İsa Mesih’in Tanrısal Doğası: İsa’nın “Tanrı’dan Tanrı, nurdan nur, gerçek Tanrı’dan gerçek Tanrı” olduğuna karar verildi. Arius’un görüşleri reddedildi.

İznik İnanç Bildirgesi: Bugün hâlâ birçok kilisede okunan “İznik İnancı” hazırlandı.

Paskalya Tarihi: Paskalya’nın kutlanma tarihi sabitlendi.

Bazı Disiplin Kuralları: Din adamlarının yaşam tarzlarına ilişkin düzenlemeler yapıldı.

Bu kararlarla birlikte, dinî doktrin tek bir merkezî anlayışa bağlandı; farklı görüşlere karşı sert bir mücadele başlatıldı.

3. Hikmet ve İbret: Birlik Arayışı mı, Dayatma mı?

İznik Konsili’nin hikmeti, parçalanmakta olan bir inanç yapısının korunmak istenmesinde yatıyordu. Ancak ibret alınacak yönü de şudur: İnanç, baskı ve siyasetin aracı haline geldiğinde özünden uzaklaşabilir. İznik Konsili sonrası, farklı inanç yorumlarına sahip kişiler ağır baskılara maruz kaldı, hatta sürgün ve idamlar yaşandı.

Bugün de görüyoruz ki, fikir ve inanç birliğini sağlamak için zorlama yöntemlere başvurmak, uzun vadede ayrılıkları daha da derinleştirir. İnsan vicdanının özgürlük ihtiyacı bastırıldığında, bu bastırılan enerji bir gün daha güçlü bir şekilde patlak verir.

4. Günümüze Yansıyan Yönler

İznik Konsili’nin kararları, zamanla şu şekilde günümüze yansımıştır:

Teolojik Merkezileşme: Hristiyanlık içinde farklı mezhepler (Katoliklik, Ortodoksluk, Protestanlık) zamanla yine ayrılmış olsa da, merkezi doktrin anlayışı büyük ölçüde konsilin çizdiği hatlar üzerinde ilerlemiştir.

Devlet-Din İlişkisi: İznik Konsili, dini meselelerin devlet müdahalesiyle nasıl şekillendirilebileceğinin en erken örneklerindendir. Bu, bugün de birçok ülkede din ile siyasetin iç içe geçmesine bir model oluşturmuştur.

İnanç ve Güç İlişkisi: İznik sonrası süreçte dinî liderlik, dünyevî güçle kaynaşmıştır. Bugün birçok tartışmada dinî kurumların siyasi etkisi bu tarihsel gelişmelere dayanır.

Farklı Görüşlere Tahammülsüzlük: Günümüzde çeşitli dinî ve ideolojik tartışmalarda farklı görüşlere karşı gösterilen tahammülsüzlük, temelde tarih boyunca yanlış yönetilmiş birlik arayışlarının bir uzantısıdır.

5. Derin Bir Düşünce: “Hakikat, Zorla Eğilip Bükülmez”

İznik Konsili’nin ardından, Hristiyanlık belli bir kalıba sokulmuş, farklılıklar bastırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu, zamanla daha büyük bölünmelere sebep olmuştur (örneğin 1054’teki Katolik-Ortodoks ayrılığı, 16. yüzyıldaki Protestan Reformu).

Bu bize şunu düşündürmelidir:
Hakikat, kalıplara sığmaz; zorlama ile tek tipleştirilemez. Gerçek birlik, gönüllerde doğan imanda ve samimi kabullerde filizlenir.

Sonuç

İznik Konsili, hem dönemi hem de geleceği şekillendiren bir tarihi hadise olarak insanlığa büyük dersler bırakmıştır. Din ve devlet ilişkilerinde, fikir ve inanç hürriyetinde, birlik ve farklılıklar arasında denge kurmada alınacak çok ibretler mevcuttur.

Bugün de birey ve toplum olarak şu soruyu sormalıyız:
Birlik adına ne kadar hakikati feda ediyoruz? Ve hakikat uğruna ne kadar bedel ödemeye razıyız?

Tarih bize gösteriyor ki:
Zorla inşa edilen birlikler yıkılır; ama hakikatin üzerine kurulan kardeşlikler ebedîdir.

@@@@@

İznik Konsili’nden Sonra Ortaya Çıkan Bölünmeler ve Mezhepler

1. Konsil Kararlarına Tepkiler ve İlk Bölünmeler

İznik Konsili’nde Arius’un görüşleri mahkûm edilse de, Ariusçuluk kısa sürede ortadan kalkmadı. Özellikle Doğu Roma’da (Bizans’ta) ve Germen kavimleri arasında Arius’un öğretileri taraftar buldu. Bazı imparatorlar Ariusçuluğu destekledi. Böylece, Hristiyanlık içinde ilk ciddi resmî ayrışmalar başladı.

Özellikle şu iki ana koldan bahsedebiliriz:

Ariusçular (Arianlar): İsa’nın ezelî olmadığına inanan bu grup uzun süre etkili oldu. Bugünkü bazı Hristiyan anlayışlarında (örneğin Unitarianizm gibi) Arius’un etkileri hâlâ hissedilir.

Ortodoks Hristiyanlar: Konsilin çizdiği “İsa hem tam Tanrı hem tam insan” anlayışına sadık kalan grup.

Bu çatışmalar, sadece dini değil, aynı zamanda siyasi mücadelelere de sahne oldu. Dinî görüş ayrılıkları, zamanla kavimlerin kimliklerini belirleyecek kadar derinleşti.

2. 1054 Büyük Ayrılık: Katoliklik ve Ortodoksluk

İznik Konsili ile başlayan merkeziyetçi din anlayışı, Batı ve Doğu arasında gerilimi artırdı. 1054 yılında, Papalık (Roma) ile Konstantinopolis Patriği (İstanbul) karşılıklı olarak birbirlerini aforoz ettiler.
Bu olay tarihe “Büyük Ayrılık” (Schisma) olarak geçti ve Hristiyanlık iki büyük kola ayrıldı:

Katolik Kilisesi (Batı): Papa’yı tartışmasız otorite olarak kabul etti.

Ortodoks Kilisesi (Doğu): Papa’nın üstünlüğünü reddederek her ulusun kendi patrikliği olmasını savundu.

Bu bölünmenin kökünde dini talimler kadar İznik sonrası oluşan güç dengeleri, kültürel farklılıklar ve siyasi çıkarlar da vardı.

3. 16. Yüzyıl: Protestan Reformu

İznik Konsili’nin oluşturduğu katı doktrinler ve Kilise’nin zamanla yozlaşması, 16. yüzyılda büyük bir kırılmaya sebep oldu: Protestan Reformu.

Martin Luther, 1517’de 95 Tez’ini yayımlayarak Katolik Kilisesi’ni ağır şekilde eleştirdi.

Bu eleştiriler dinî ve siyasi bir devrime dönüştü.

Protestanlık, bireysel vicdanın ve kutsal metinlerin doğrudan okunmasının ön plana çıktığı yeni bir anlayış getirdi.

Böylece Hristiyanlık artık üç ana kola ayrılmış oldu: Katoliklik, Ortodoksluk ve Protestanlık.

4. Günümüze Yansıyan Mezhep Çeşitliliği

Bugün Hristiyan dünyasında, İznik Konsili’nden doğrudan veya dolaylı şekilde şekillenmiş yüzlerce mezhep vardır:

Katolikler (yaklaşık 1.3 milyar kişi)

Ortodokslar (yaklaşık 260 milyon kişi)

Protestanlar (çeşitli mezhepleriyle yaklaşık 900 milyon kişi)

Anglikanlar, Baptistler, Metodistler, Lutheranlar gibi alt gruplar

Monofizitler, Nesturîler gibi İznik sonrası doğan farklı eski gruplar

Ayrıca Jehovah Şahitleri, Mormonlar, Unitarianlar gibi çağdaş akımlar

Hepsi temelde İznik Konsili’nde belirlenen veya tartışılan esaslar etrafında kendi yorumlarını inşa etmişlerdir.

Düşündürücü Sonuçlar

İznik Konsili’nin amacı birliği sağlamakken, süreç daha büyük parçalanmalar doğurmuştur.

Zorla birleştirilen fikirler zamanla doğal ayrışmalar üretmiştir.

Her bir ayrılık, insanlığın hakikati arama çabasının başka bir boyutunu temsil eder.

İbretlik bir ders:
İnançta birlik, zorlama ile değil; hakikate açık kalple ve hikmetle mümkündür.

@@@@@@

İznik Konsili’nin İslami Perspektiften Değerlendirilmesi

1. Kur’an’da Hristiyan İnançlarına Bakış

Kur’an-ı Kerim, Hristiyanların zamanla dinî inançlarında sapmalar yaşadığını açıkça bildirir. İsa (a.s)’ın Allah’ın oğlu olduğu veya ilah olduğu inancı, Kur’an’da şirk (Allah’a ortak koşmak) olarak tanımlanır:

> “Allah üçün üçüncüsüdür.” diyenler kesinlikle inkâr etmiştir.
Oysa tek bir ilâhtan başka ilâh yoktur.
(Maide, 5/73)

Ayrıca İsa’nın doğrudan ilahlaştırılması, Allah tarafından reddedilmiş bir hurafe olarak sunulur:

> “Mesih, Allah’ın oğludur” dediler.
Bu, daha önce inkâr edenlerin sözlerine benzer bir sözdür.
(Tevbe, 9/30)

Bu ayetler, İznik Konsili’nde şekillenen “İsa’nın Tanrı olduğu” doktrininin İslam nazarında tevhid inancına aykırı olduğunu göstermektedir.

2. İslami Kaynaklarda Konsil Eleştirileri

Bazı klasik İslam âlimleri (özellikle tarihçi ve müfessirler), Hristiyanlıktaki bu bozulmanın insan eliyle gerçekleştiğini vurgularlar:

İbn Hazm (994-1064) gibi âlimler, Hristiyan kutsal metinlerinin tahrif edildiğini ve özellikle konsillerde ilahi metinlerin insan görüşleriyle değiştirildiğini detaylı şekilde anlatmıştır.

İmam Rabbani de mektuplarında Hristiyan akidesinin, insanlar tarafından bozulduğunu ve hak dinin özünün kaybolduğunu belirtir.

Özetle:
İslam’a göre İznik Konsili ve benzeri toplantılar, ilahi mesajı korumaktan çok, beşerî ihtirasların ve siyasi hesapların dini şekillendirdiği süreçlerdir.

3. Tevhid ile Teslis Arasındaki Fark

İslam’da iman, tam bir tevhid (Allah’ın birliği) üzerine kuruludur:

Allah birdir, tektir, benzersizdir.

Hiçbir mahluk, ilahlık vasfına sahip olamaz.

Hristiyanlık ise İznik sonrası süreçte teslis (Üçleme: Baba, Oğul ve Kutsal Ruh) inancını esas almıştır. Bu üç unsurun tek bir Tanrı olduğuna inanılır.
İslam bu üçlemeyi açık bir sapkınlık olarak değerlendirir:

> De ki: “O Allah birdir. Allah Samed’dir (hiçbir şeye muhtaç değildir). Doğurmamış ve doğurulmamıştır. O’na denk hiçbir şey yoktur.”
(İhlas, 112/1-4)

Bu ayet, İznik Konsili’nde resmileştirilen İsa’nın ilahi kimliği görüşünü kesin şekilde reddeder.

4. İbretlik Yorum: Dinî Değiştirenler ve İlahi Cezalar

İslam’da önemli bir ilke vardır:
İlahi dinler, insanlar tarafından değiştirildiğinde o dinlerin koruyuculuğu ilahi korumadan çıkar.

Nitekim Kur’an, Hristiyan ve Yahudilerin dini metinleri kendi çıkarlarına göre değiştirdiklerini belirtir:

> “Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazarlar ve sonra ‘Bu Allah katındandır’ derler.”
(Bakara, 2/79)

İznik Konsili ve benzeri olaylar, bu ayetin tarih içindeki pratik yansımalarından biridir. Bu, insanlık için büyük bir ibret vesikasıdır:
Hakikati tahrif eden toplumlar, sonunda hem dünyevi hem uhrevi azapla karşılaşırlar.

Sonuç: Dünden Bugüne Değişmeyen Hakikat

İznik Konsili, insanın kutsalı siyasallaştırmasının ve dini dünyevi çıkarlar uğruna şekillendirmesinin en dramatik örneklerinden biridir.
İslam nazarında gerçek din; tahrif edilmemiş, Allah’ın saf kelamına sadık kalan, tevhide dayalı bir iman sistemidir.

Günümüzde de inançlar ve ideolojiler üzerinde yapılan her türlü siyasi manipülasyon, tarihten ibret almayı bilmeyenlerin yeni İznik Konsilleri gibidir.

Şu cümle ile bitirebiliriz:

“Hakikat; insanlar bir araya gelip değiştirse de değişmez. Yüzler döner, devirler değişir, ancak Allah’ın nuru hep parlamaya devam eder.”

@@@@@@@

Bak.

https://tesbitler.com/2025/04/01/teslis-inancinin-dineaklabilgi-ve-belgeye-aykiri-oldugunun-delil-ve-isbatlari-nelerdir/
https://tesbitler.com/2021/08/13/hristiyanligin-cokusu-kiliseden-olacak/
https://tesbitler.com/2015/01/03/hristiyanligin-dogum-sancilari/
https://tesbitler.com/index.php?s=Hristiyan+

 

 

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

RİSALE-İ NUR: KALPLERE KANAT, FİKİRLERE UFUK, RUHLARA YOL

RİSALE-İ NUR: KALPLERE KANAT, FİKİRLERE UFUK, RUHLARA YOL

Risale-i nurlar kişinin kalben,fikren hatta hayalen tıkanıklığını gideriyor. Ufkunu açıyor. Fikir ve duygularına kanatlar takıp manen havalandırıyor.
Yollar ve kanallar açıyor.
Sürekli akan bir su gibi, bazen bir kelime ve cümleyle önünü açıyor.

İnsanın en büyük sermayesi, kalbi, aklı ve hayalidir. Ancak zaman zaman bu üçü de daralır, bocalar, tıkanır. Kalp sıkılır, fikir dağılır, hayal bulanır. İnsanoğlu böylesi anlarda kendini dipsiz bir kuyuda hisseder; ne ileri adım atabilir ne de geriye dönebilir. İşte böyle anlarda, bir rehbere, bir ışığa, bir nefese ihtiyaç vardır. İşte Risale-i Nur bu noktada devreye girer.

Tıkanan Yolları Açan Bir Kudret Eli

Risale-i Nur, insanın kalbine adeta bir dokunuş yapar. O sıkışmış, daralmış, nefes alamaz hale gelmiş kalp, bir anda ferahlar, genişler. Zira her kelimesi ilahi rahmetin ve hakikatin bir tercümanıdır. Kur’an’ın feyzinden süzülmüş bu eserler, kalbe su serper gibi serinlik verir; donmuş hisleri çözerek yeniden hayat bahşeder.

Tıkanmış bir su yolunun, küçücük bir dokunuşla şırıl şırıl akmaya başlaması gibi, insanın aklı ve kalbi de bazen sadece bir cümleyle açılır. Bir hakikat işareti, bir kelime parıltısı, fikirlerin önündeki setleri yıkar, insanı adeta fikir âleminde bir nehir gibi coşturur.

Fikirlere Ufuk Açan Bir Pencere

Risale-i Nur, sadece kalbi değil, fikri de diriltir. Dar kalıplara sıkışmış, zayıflamış düşünceleri genişletir; “Ben ne için varım? Bu âlem nereye gidiyor? Benim vazifem nedir?” gibi büyük sorulara büyük cevaplar sunar.

Bediüzzaman, insanın fikrine bir ufuk açar ki, insan artık yalnız kendi küçük dünyasına bakmaz; yıldızlara, galaksilere, Arş-ı Âlâ’ya kadar nazarını genişletir. Zihin, sadece dünyayı değil, ahireti de, melekleri de, kaderi de düşünmeye başlar. Her düşünceye kanat takılır; her tefekkürde ruh biraz daha yücelir.

Hayallere Kanat Takan Bir Hakikat

İnsan hayalsiz yaşayamaz. Ancak çoğu zaman hayaller bulanır; boş, beyhude, manasız şekillere dönüşür. Risale-i Nur, hayali de terbiye eder, ona istikamet verir. Hayali, boş heveslerin peşinden sürüklemek yerine, onu en yüce hedeflere yönlendirir: Allah’ın rızasına, cennet nimetlerine, ebedi saadete…

Hayal, artık miskin bir serap değil, gerçek bir menzilin işaretçisi olur. Böylece insan, hayal âleminde de Allah’a doğru uçar; hayalleri bile ibadet olur.

Akan Bir Su Gibi Ruh

Bazen insanın ruhu, susuz kalmış bir vaha gibidir. Kurur, çatlar, hayattan lezzet alamaz hale gelir. Risale-i Nur, bu kurumuş ruhlara âb-ı hayat sunar. Bir cümle, bir bahis, bir temsil; insanın ruhundaki durgunlukları çözer, harekete geçirir. O su gibi akmaya başlayan ruh, hem kendini hem etrafını hayatlandırır.

Sonuç: Bir Davet

Risale-i Nur, Allah’ın kelamından süzülen bir rahmet şebnemidir. Kalbi sıkanlar, aklı daraltanlar, hayali karartanlar için bir kurtuluş kapısıdır. İsteyen herkes, bu kapıyı çalabilir; bu ışığa yüzünü dönebilir.

Ey arayan gönül!
Tıkanmış yolların mı var?
Daralmış bir kalbin, dağılmış bir zihnin mi var?
Gel, Risale-i Nur’un nuruna sarıl.
Kalbine kanat tak, fikirlerine ufuk aç, hayaline istikamet ver.
Ve ruhunu su gibi akıtarak, Rabbine doğru yol al…

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Psikolojik Tedavide Üç Şifa Kapısı: Umre (Hac), Hastalar Risalesi ve Kedi Beslemek

Psikolojik Tedavide Üç Şifa Kapısı: Umre (Hac), Hastalar Risalesi ve Kedi Beslemek

İnsanoğlunun beden sağlığı kadar ruh sağlığı da hayatın devamı için elzemdir. Günümüzde birçok psikolojik rahatsızlığın altında, sadece kimyasal dengesizlikler değil; manevi boşluklar, yalnızlık, amaçsızlık ve anlam kaybı da yatmaktadır. İşte bu noktada, klasik tıbbi yöntemlere destek olacak manevi ve doğal reçeteler gündeme gelmektedir. Bunlardan üçü dikkat çekicidir: Umre ziyareti, Hastalar Risalesi okumak ve kedi beslemek.

Bu üç uygulama, bilimsel verilerle de desteklenen, insan ruhunu derinden tedavi eden şifa yollarıdır.

1. Umre: Ruhun Tazelenmesi ve Anlamın Yeniden Bulunması

Umre, sadece bir ibadet değil, aynı zamanda insan ruhunun derin bir arınma sürecidir. Psikoloji bilimi, anlam odaklı terapilerin (Logoterapi gibi) bireyin psikolojik sağlığını korumada ne kadar etkili olduğunu ortaya koymuştur.
İnsan, hayatının merkezine sevgi ve derin bir anlam yerleştirdiğinde; depresyon, kaygı ve boşluk duygularıyla daha güçlü mücadele edebilir.

Bilimsel Destek: Araştırmalar, manevî ibadetlerin serotonin ve dopamin seviyelerini artırarak mutluluk hissi oluşturduğunu göstermiştir.

Hikmet: Umre, insanı kendisinden, dünyadan ve meşguliyetlerden çıkarıp Allah’a yöneltir. Kâbe’nin huzuru, kalbi “dünya kirlerinden” arındırır.

İbret: Mekke’de saf niyetlerle yapılan bir secde, insanın yıllardır taşıdığı psikolojik yükleri hafifletebilir.

Umre, adeta ruhun resetlenmesidir. Bir ruhsal yenilenmedir.

2. Hastalar Risalesi: Sabır ve Teslimiyetle İyileşme

Bediüzzaman Said Nursî’nin kaleme aldığı Hastalar Risalesi, hastalık karşısında insan ruhunun nasıl bir tavır alması gerektiğini hikmetli bir dille öğretir.
Modern psikolojide bu yaklaşımın karşılığı **kabul ve kararlılık terapisi (ACT)**dir: Acıyı inkâr etmek yerine, onunla anlamlı bir bağ ve bağlantı kurarak yaşamaya devam etmek.

Bilimsel Destek: Kabullenme temelli terapiler, depresyon ve anksiyeteyi azaltmada klasik yöntemlerden daha etkili bulunmuştur.

Hikmet: Hastalıklar, insanı zayıflatarak değil, aslında ruhunu olgunlaştırarak ona gerçek güç kazandırır.

İbret: İnsan bazen sağlığını kaybetmeden ruhunun kıymetini anlayamaz. Hastalık, bir musibet değil; bir uyarıdır, bir ruhsal eğitimdir.

Hastalar Risalesi, psikolojik acıları dindiren bir sabır ve teslimiyet ilacıdır.

3. Kedi Beslemek: Sevginin ve Şefkatin İyileştirici Gücü

Hayvanlarla temas, özellikle kedi gibi sevimli hayvanlarla yakınlık kurmak, modern psikolojide “pet terapi” olarak adlandırılmaktadır.
Özellikle yalnızlık, travma sonrası stres bozukluğu ve depresyon gibi durumlarda hayvan destekli terapiler büyük başarı sağlamaktadır.

Bilimsel Destek: Kedi mırlamasının insan kalp ritmini düzenlediği, stres hormonlarını azalttığı ve oksitosin (bağlılık hormonu) salgılanmasını artırdığı bilimsel olarak ispatlanmıştır.

Hikmet: Kedi gibi saf ve minnet duygusu taşıyan bir varlıkla ilgilenmek, insanın sevgi rezervlerini yeniden doldurur.

İbret: Bir kedinin masum bakışı, en katı kalpleri bile yumuşatabilir. Allah, bazen bir hayvan aracılığıyla insana merhamet öğretir.

Kedi beslemek, hem şefkati diri tutar hem de iç huzurun kapılarını açar.

Sonuç: Manevi Tedavi Bilimle Buluşuyor

İnsan sadece maddeden ibaret değildir; ruhu, duyguları ve kalbiyle bir bütündür. Modern bilim, artık bu gerçeği kabul etmekte ve sadece ilaçlarla değil, anlam, şefkat ve teslimiyet gibi manevi araçlarla da hastalıkların tedavi edilebileceğini göstermektedir.

Umre, insanı Allah’a bağlar.

Hastalar Risalesi, hastalığı bir bela değil, bir terbiye olarak gösterir.

Kedi beslemek, ruhun yumuşamasını sağlar.

Bu üç reçete, adeta ruhun ilaçlarıdır. Uygulayan için, hayatın yükleri hafifler, gönül yaraları sarılır.

Çünkü unutulmamalıdır ki;
Asıl hastalık, bedenin değil; ruhun çöküşüdür. Asıl tedavi de, kalbin şifa bulmasıdır.

Manevi Şifa Duası:

> “Allah’ım! Bedenimize sağlık, ruhumuza huzur, kalbimize sekinet ihsan eyle.
Dertlerimize deva, hüzünlerimize ferahlık, yalnızlıklarımıza dostluk gönder.
Şifa veren Sensin; bize hem maddi hem manevi şifalar ihsan eyle.
Kalbimizi sana karşı muhabbetle, mahlukatına karşı şefkatle doldur.
Bizi nefsimizin ve şeytanın hastalıklarından koru.
Senin rahmet elin üzerimizden hiç eksik olmasın. Âmin.”

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

RAHMETİN NÜZULÜNÜN ŞARTLARI

RAHMETİN NÜZULÜNÜN ŞARTLARI

İlahi Himayenin Çekilişi: Ümmetin İmtihanı ve Zafiyetleri

وَعَنْ مُعَاذٍ مَرْفُوعاً: «لَا تَزَالُ يَدُ اللَّهِ مَبْسُوطَةٌ عَلَى هَذِهِ الْأُمَّةِ مَا لَمْ يَرْفُقْ خِيَارُهُمْ بِشِرَارِهِمْ وَيُعَظِّمُ بِرُّهُمْ فَاجِرَهُمْ وَتُعِينُ قُرَّاؤُهُمْ أُمَرَاءَهُمْ عَلَى مَعْصِيَةِ اللَّهِ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ نَزَعَ اللَّهُ يَدَهُ عَنْهُمْ»

İslam tarihi boyunca, ümmetin varlığı ve izzeti daima Allah’ın (Celle Celâluhu) inayeti ve rahmetiyle korunmuştu. Ancak bu koruyucu el, bir şartla üzerimizde kalacaktı: İyilerin kötülere karşı tavrı, adaletin hakimiyeti ve ilmin doğru yolda kullanılması.

Hz. Muaz’dan (radıyallahu anh) rivayet edilen şu derin mânâlı hadis, ümmetin yükseliş ve çöküş sırlarını açıkça ortaya koymaktadır:

> “Allah’ın eli, bu ümmetin üzerinde hep açık bulunur; ta ki onların iyileri kötüleriyle yumuşak davranıp gevşeklik göstermez, onların iyileri kötülerini aziz tutmaz ve onların âlimleri emirlerine Allah’a isyanda yardımcı olmazlar. Ne zaman ki böyle yaparlarsa, Allah onlardan rahmet elini çeker.”
(İbn Hibban, Sahih, 275)

Bu hadis, ümmetin tarih boyunca karşılaştığı felaketlerin ve zayıflamaların arka planını anlamamız için bize bir anahtar sunar. Şimdi bu anahtarla, ümmetin kaderine dair ibretli bir yolculuk yapalım.

Tarihi Gerçeklik: İyilerin Suskunluğu

İslam’ın ilk asırlarında, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve daha nice sahabi, kötülüğe asla müsamaha göstermezdi. Bir yanlış gördüklerinde müdahale ederlerdi. Çünkü bilirlerdi ki kötülüğü görüp susmak, Allah’ın yardımının çekilmesine sebep olur.

Ne zaman ki ümmetin iyileri, makam ve menfaat uğruna kötülere göz yummaya başladı; zalimlere methiyeler dizildi, fâsıklara itibar verildi, işte o zaman ümmetin üzerine karanlık bulutlar çökmeye başladı. Abbasiler, Emeviler ve sonrasında Osmanlı’nın son dönemlerinde bile bu hakikatin acı yansımalarını görmek mümkündür.

Bir toplumda iyiler, kötülere karşı yumuşarsa; kötülük cesaret bulur, iyilik utanır. İyiler susunca kötüler konuşur. Sonunda toplumun tüm dengesi bozulur ve rahmet eli çekilir.

Hikmet: Kim Ne Yapmalı?

Hadis bize üç temel sorumluluk yüklemektedir:

1. İyiler kötülere yumuşaklık göstermemeli: Merhamet, hakkı ayakta tutarken olmalı; zulme, fısk ve fücura karşı gevşeklik ise ihanet olur.

2. Salihler, fâsıkları aziz kılmamalı: Sırf zengin veya güçlü diye bir günahkâra hürmet edilirse, hak-batıl terazisi altüst olur.

3. Âlimler yöneticilere günahlarda yardımcı olmamalı: İlmin izzeti korunmalı; yöneticilere meşruiyet kazandırmak için dinî hükümler eğilip bükülmemelidir.

Bu sorumluluklar sadece alimlere veya büyük şahsiyetlere değil, her mümine aittir. Zira ümmetin kaderi, her ferdin tavrında gizlidir.

İbret: Rahmetin Çekilmesi Ne Demektir?

Allah’ın “eli”nin çekilmesi, mecazi bir ifadedir. Burada Allah’ın koruyucu rahmetinin, inayetinin toplum üzerinden kaldırılması kastedilir. Bu çekilmenin sonuçları ise tarih boyunca şöyle tecelli etmiştir:

Toplumda güven kaybolur.

Fitne, iç savaş ve bölünme başlar.

Dış düşmanlar kolayca galip gelir.

Adalet yerine zulüm hâkim olur.

İlmin yerine cehalet, hikmetin yerine çıkarcılık geçer.

Bu halleri bugün dünyanın birçok köşesinde İslam coğrafyasında gözlemlemek mümkün değil mi?

Düşündürücü Bir Soru: Bugün Neredeyiz?

Bugün kendi halimize bakalım:

Kötülere karşı tavrımız ne kadar net?

Fâsıklar, toplumda itibar kazanıyor mu?

Âlimler, yöneticilere Allah’a isyanda yardımcı oluyor mu?

Eğer bu sorulara yüzümüzü kızartacak cevaplar veriyorsak, o zaman bu hadisin uyarısını ciddiyetle düşünmeliyiz. Belki de üzerimizden Allah’ın rahmet eli çekilmeye başlamıştır. Ancak hâlâ umut var: Tevbe, ıslah ve hakka sarılma kapısı açıktır.

Sonuç: Hangi Tarafı Seçeceğiz?

Hadis, bize iki yoldan birini seçme çağrısı yapıyor:
Ya hakkı ayakta tutacak ve Allah’ın rahmetinin gölgesinde yaşayacağız…
Ya da kötülüklere göz yumup rahmetin çekilişine şahit olacağız.

Seçim bizim. Çünkü ümmetin kaderi, iyilerin duruşunda gizlidir.

**********

HADİSİN TAHLİLİ

Medarik Tefsiri’nde, Fâtır Suresi’nin 2. ayetinin tefsirinde Muaz (r.a.)’dan rivayet edilen ve Allah’ın kudret elinin (himayesinin/korumasının) bu ümmetin üzerinde olmaya devam edeceğine dair bir rivayet bulunmaktadır. İmam Ebu’l-Berekât Abdullah b. Ahmed b. Mahmûd en-Nesefî’nin (v. 710/1310) kaleme aldığı Medâriku’t-Tenzîl ve Hakâiku’t-Te’vîl adlı tefsirinde ilgili ayetin tefsirinde bu rivayet şu şekilde zikredilmiştir:

Tefsir Metni ve Rivayet:
İmam Nesefî, Fâtır Suresi 2. ayeti olan
“مَا يَفْتَحِ اللَّهُ لِلنَّاسِ مِن رَّحْمَةٍ فَلَا مُمْسِكَ لَهَا ۖ وَمَا يُمْسِكْ فَلَا مُرْسِلَ لَهُ مِن بَعْدِهِ ۚ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ”
(Allah, insanlar için rahmetinden her neyi açarsa, artık onu tutacak (engelleyecek) yoktur. Neyi de tutarsa, ondan sonra onu salacak yoktur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir)” tefsirinde, ayetin genel manası çerçevesinde çeşitli rivayetlere yer vermiştir. Bu rivayetlerden biri Muaz b. Cebel (r.a.)’e mevkuf (sahabe sözü) veya merfu’ (Peygamber sözü) olarak atfedilen şu rivayettir:
وَعَنْ مُعَاذٍ مَرْفُوعاً: «لَا تَزَالُ يَدُ اللَّهِ مَبْسُوطَةٌ عَلَى هَذِهِ الْأُمَّةِ مَا لَمْ يَرْفُقْ خِيَارُهُمْ بِشِرَارِهِمْ وَيُعَظِّمُ بِرُّهُمْ فَاجِرَهُمْ وَتُعِينُ قُرَّاؤُهُمْ أُمَرَاءَهُمْ عَلَى مَعْصِيَةِ اللَّهِ فَإِذَا فَعَلُوا ذَلِكَ نَزَعَ اللَّهُ يَدَهُ عَنْهُمْ»
Rivayetin Kaynağı ve Tam Metni:
Yukarıda verilen Arapça metin, Medarik Tefsiri’nde yer alan şeklidir. Rivayetin kaynağı konusunda farklılıklar bulunmaktadır. Bazı kaynaklarda Muaz b. Cebel’e atfedilirken, bazılarında Hasan al-Basri’den mürsel (sahabeyi atlayan) olarak rivayet edilmiştir. Rivayetin merfu’ olarak (Peygamber Efendimiz’e nisbetle) zikredilmesi, senedinde bir kopukluk veya zayıflık olabileceği ihtimalini akla getirmektedir. Hadis kaynaklarında bu lafızla veya yakın anlamlarla farklı kanallardan rivayetler bulunmakla birlikte, isnadları üzerinde hadis alimleri tarafından değerlendirmeler yapılmıştır. Bazı rivayetler zayıf kabul edilmiştir.
Örneğin, benzer bir rivayet Abdullah bin el-Mübarek’in “Kitab al-Zühd” adlı eserinde Hasan al-Basri’den mürsel olarak geçmektedir. Ayrıca, bu rivayetin Muaz’ın kendi sözü olma ihtimali de zikredilmiştir. Dolayısıyla, Medarik tefsirinde “merfu’an” ifadesiyle geçse de, hadis ilmi açısından sıhhati tartışmalı olabilir.

İzahı:
Bu rivayet, Allah’ın bu ümmete olan lütuf ve himayesinin devamının belirli şartlara bağlı olduğunu ifade etmektedir. Bu şartlar şunlardır:
* حتى يرفق خيارهم بشرارهم (Hayırlıları şerli olanlarına acımadığı müddetçe): İyilik sahibi müminlerin, günah işleyenlere veya kötülük yapanlara karşı merhametli olmaları, onları dışlamak yerine ıslahları için çaba göstermeleri. Bu, tebliğ, nasihat ve dua gibi yollarla olabilir. Toplumdaki iyilerin, kötülerin durumuna kayıtsız kalmaması gerektiği vurgulanır.
* ويعظم برهم فاجرهم (İyileri facir olanlarına tazim etmediği müddetçe): Dindar ve iyi insanların, fâsık ve günahkâr kişilere, fısklarından dolayı saygı göstermemeleri, onları yüceltmemeleri. Bu, günahı ve günahkârı tasvip etmeme anlamına gelir. Ancak bu, kişiyi tamamen terk etmek değil, fıskını onaylamamaktır.
* وتعين قراؤهم أمراءهم على معصية الله (Kitabı okuyanlar devlet adamlarına masiyete karşı yardım etmediği müddetçe): İlim ehlinin (özellikle Kur’an’ı okuyan ve manasını bilenlerin), yöneticilere veya devlet adamlarına Allah’a karşı gelme hususunda yardımcı olmamaları, onlara bu konuda destek vermemeleri. Bu, alimlerin ve bilgili kişilerin sorumluluğuna işaret eder ki, onlar hakkı söylemeli ve idarecilerin hatalarına veya günahlarına ortak olmamalıdırlar.
Rivayetin devamında ise bu şartlar yerine getirilmediğinde sonucun ne olacağı belirtilir:
فإذا فعلوا ذلك نزع الله يده عنهم (Eğer böyle yaparlarsa, Allah elini onlardan çeker): Yani, eğer bu ümmetin fertleri, özellikle de iyileri ve alimleri bu sayılan olumsuz davranışları sergilerlerse, Allah’ın lütfu, rahmeti ve himayesi onlardan çekilebilir. Bu durum, ümmetin zorluklarla karşılaşmasına, düşmanlarının galebe çalmasına veya genel bir sıkıntı ve azaba düçar olmasına yol açabilir.
Bu rivayet, genel olarak ümmetin birlik ve beraberliğinin, iyiliğin yayılmasının ve kötülüğün engellenmesinin önemine işaret eder. Aynı zamanda alimlerin ve iyilik sahiplerinin toplumdaki rolüne ve sorumluluklarına dikkat çeker. Allah’ın yardımının ve korumasının devamı, Müslümanların kendi içlerindeki duruma, birbirlerine karşı tavırlarına ve ilke olarak hak ve adaletten sapmamalarına bağlı kılınmıştır. Rivayetin zayıf olma ihtimali bulunmakla birlikte, ihtiva ettiği mana itibarıyla İslam’ın genel prensipleriyle uyumlu öğütler barındırmaktadır.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

GİDİŞ NEREYE ?

GİDİŞ NEREYE ?

“Fe-eyne teżhebûn(e)”
“Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?” Tekvir. 26.
“Peki ey kâfirler! Kur’an’ı inkâr ettikten sonra nereye gidecek, hangi yolu tutacaksınız?”
Peki Ey gafil insan,
Dalalette olan insan,
Gaflette olan insan,
Dünya perest insan,
Yaşlı, genç, kadın, tüccar, eğitici, din adamı, Vs. GİDİŞ NEREYE, NEREYE gidiyorsunuz? Gittiğiniz yeri biliyor musunuz? Ve hakeza

*********

Gidiş Nereye?

“Fe-eyne tezhabûn?”
“Hal böyle iken nereye gidiyorsunuz?” (Tekvîr, 26)

Ey insan!
Nereye gidiyorsun?
Adım adım, soluk soluk, an be an bir yola revan olmuşsun…
Fakat bu yolun sonu nereye varacak, düşündün mü hiç?

Dünyanın aldatıcı parıltılarına, şöhretin seraplarına, servetin geçici saltanatına mı?
Yoksa hiç bitmeyecekmiş gibi yaşadığın şu hayatın son durağına mı?
Kabir kapısına mı, yoksa hesap meydanına mı?..

Ey gafletle sarhoş olmuş insan!
Sabah akşam çalışıp çabalarken, biriktirirken, tüketirken, eğlenirken, yaşlanırken…
Nereye sürükleniyorsun?

Ey dünya perest,
Topladığın mallarla mezara mı gireceksin?
Bastığın toprak altında mı sergileyeceksin servetini?
Yoksa kefenin cebine mi koyacaksın altınlarını?

Ey gençlik sevdasına kapılan!
Ömrünün baharında güç ve güzelliğinle gururlanırken,
Hiç düşündün mü; vakit hızla akarken bedenin yavaşça çökecek,
Bir gün o bahar mevsimi hazan yapraklarına dönecek…
Sonra? Gidiş nereye?

Ey yaşlılık kervanına katılan!
Bembeyaz saçlarının, titrek ellerinin ve kısalan nefeslerinin sana neyi haber verdiğini anladın mı?
Bir yolcunun varacağı son menzili düşünmez mi hiç?

Ey tüccar!
Kârını zararla mı değiştirdin?
Az bir menfaat uğruna ebedi sermayeni kaybetmek ne hazindir…

Ey eğitici!
Öğrettiklerin seni kurtaracak mı?
Sözlerin ameline şahitlik edecek mi?

Ey din adamı!
Kürsülerde güzel konuşmalar yaparken, gönlünde neyi saklıyorsun?
Sözünle işin bir mi?
Yoksa insanlara ışık olup kendin karanlıkta kalanlardan mısın?

Gidiş nereye?..

İnsan!
Sen bir sefere çıkmış yolcusun.
Bu sefer, ne geri dönüşü olan bir seyahat, ne de ertelenebilir bir yolculuktur.
Her adımın, seni ya bir ebedî saadete, ya da bir sonsuz hüsrana yaklaştırıyor.

Peki, yolda mısın?
Yoksa yolda mı kayboldun?..

Kime yöneliyorsun?
Kimi arkanda bırakıyorsun?
Ne için yaşıyor, ne için ölüme yürüyor, ne için son nefesini vereceksin?

Unutma, ey insan!
Sana verilen her an bir sermaye, her nefes bir emanettir.
Ve bu hayat, bir sabah rüzgârı gibi geçip gidecek.

Öyleyse, bugünden tefekkür et:
Hangi yolda yürüyorsun?
Kimin izindesin?
Hangi sona hazırlanıyorsun?

Gidiş nereye?

Kur’an soruyor.
Vicdan soruyor.
Kalbin soruyor.

Cevabın var mı?..

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Kaldıracak Kimse Yok: Sadece O

Kaldıracak Kimse Yok: Sadece O

“لَيْسَ لَهَا مِنْ دُونِ اللَّهِ كَاشِفَةٌ”
(Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh) — “Onu Allah’tan başka açacak
(giderecek)yoktur.” (Necm, 58:

Ey insan!
Sana bir haber verelim ki, kulakların işitsin, gönlün titresin:

Öyle bir sıkıntı, öyle bir bela, öyle bir felaket vardır ki,
onu kaldıracak tek bir kudret vardır: Allah!
Ne baban, ne malın, ne dostların, ne de iktidar sahipleri…
Hiçbiri, O dilemedikçe, başına geleni def edemez.
Ve O dilemedikçe, sana rahmeti yetiştiremez.

“Yaklaşmakta olan (Kıyamet iyice) yaklaştı.” (Necm, 57)

Kıyamet yaklaşmış, hakikat adım adım seni bulmuşken,
ey insan, hâlâ mı sırtını dönersin?
Hâlâ mı gücüne, rütbene, şöhretine, servetine güvenirsin?

Bil ki,
Öyle bir gün gelir ki;
ellerin boş kalır,
diller susar,
gözler donakalır.
O gün, hiçbir dost dostuna yardım edemez.
Hiçbir güç siper olamaz.

“Onların Allah’tan başka kendilerine yardım edecek dostları da yoktur.” (Şûrâ, 46)

Dünya senin olsa,
tek bir sancını dindirmeye yetmez.
Dünya emrine amade olsa,
tek bir kader hükmünü geri çeviremez.

Ey dertli insan,
ey gamlı gönül!
Başını hangi kapıya yaslarsan yasla,
eğer Allah’ın kapısına varmamışsan,
gözyaşların boşadır.

Çünkü:

“Ve İn yemseske’llâhu bi durrin fe lâ kâşife lehu illâ hû.”
“Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, O’ndan başka onu giderecek yoktur.” (En’âm, 17)

Ne doktorlar, ne de servetler,
ne teknolojiler, ne de sözde kahramanlar…
Hiçbiri ilahi bir hükmün önünde bir adım atamaz.

Çünkü:

“Ve in yuridke bi hayrin felâ râdde li fadlih.”
“Eğer sana bir hayır dilerse, O’nun fazlını geri çevirecek de yoktur.” (Yûnus, 107)

Ey kalbi titreyen insan,
gel teslim ol!
Sana hayrı da şerri de tattıran O’dur.
O’ndan başka bir kimsede merhamet yok, kuvvet yok, şifa yok.

Öyleyse niye başkalarından medet umarsın?
Neden insanlara kulluk edercesine boyun eğersin?
Niçin Rabbinin kudretini unutursun?

İşte sana yol:
Secdeye kapan!
Kalbini temizle!
Ve sadece Allah’a yönel!
Zira başka kapı yok, başka kurtuluş yok, başka sığınak yok!

“Leyse lehâ min dûnillâhi kâşifeh.”

Ey yolcu!
Başını kaldır ve düşün:
Felaketten kurtulmanın, sıkıntıyı def etmenin,
ve gerçek huzura ermenin yolu yalnız O’na yönelmektir.

Ve unutma:
Kapılar kapanır.
Dostlar terk eder.
Güçler erir.
Ama O hep çağırır:
“Bana dönün!”

Öyleyse geç olmadan,
bu son çağrıyı duy!

Sana derin bir soru:
Sıkıntın varsa, dermanı kimden bekliyorsun?

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

İDEOLOJİK SAPLANTI VE KÖRLÜK

İDEOLOJİK SAPLANTI VE KÖRLÜK

Kör, Sağır, Dilsiz İdeolojiler Üzerine Bir Tebliğ**

İnsanoğlu, varoluşundan beri bir “bağlanma” arayışı içindedir. Kimi zaman hakikate, kimi zaman heva ve heveslerine… Bu bağlanışlar zamanla şekillenir, toplulukları, nesilleri ve çağları etkiler. Ancak insan, kalbini ve aklını sahih bir rehberle yönlendirmezse; bağlandığı inanç yahut ideoloji zamanla onu kör, sağır ve dilsiz bir hale getirir.

Kur’ân-ı Kerîm, “Onların kalpleri vardır, ama onunla kavrayamazlar; gözleri vardır, ama onunla göremezler; kulakları vardır, ama onunla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da sapkındırlar” (A’râf Sûresi, 179) buyurarak, ideolojik saplantıların insanı nasıl bir körlük ve sağırlaşmaya ittiğini asırlar öncesinden haber vermiştir.

Bugün modern cahiliye çağında da tablo aynıdır.
“Benim partim!”, “Benim ideolojim!”, “Benim liderim!” diyen nice insanlar, kendi atalarından miras kalmış batıl düşünceleri din gibi kutsallaştırmakta ve her türlü hakikati reddetmektedirler. Bu hâl, bir zamanlar Mekke müşriklerinin “Biz atalarımızı böyle bulduk!” diyerek hakkı inkâr etmelerinin bugünkü suretidir.

Cahiliye Döneminden Bugüne: Değişen Sadece İsimler

Cahiliye döneminde insanlar, elleriyle yaptıkları putlara secde ederlerdi. Bugün ise insanlar kendi zihinlerinde inşa ettikleri ideolojilere secde ediyorlar.

O günün putları taş ve taştandı;
bugünün putları nefis ve heva üzerinedir.

Cahiliye Arapları dedelerinin dinine körü körüne bağlıydı;
bugünün insanı ise dedesinden miras kalan bir ideolojiye veya bir parti sloganına körü körüne bağlı.

O zamanın cahilleri “Lat ve Uzza bizim şefaatçilerimizdir” derdi;
bugünün cahilleri “Benim ideolojim insanlığı kurtaracak!” diye haykırıyor.

Şekil değişmiş, öz aynı kalmıştır.

İdeolojik Körlük: Hakkı Reddetmenin Maskesi

İdeoloji, insanı doğruya yönelttiği sürece kıymetlidir. Ancak bir ideoloji kutsallaştırıldığında, hakikatin önüne perde olur.
İnsan kendi fikrini sorgulamayı bırakır, artık sadece taraf olur.
Doğru yanlış ayrımı yapmaz, kendi tarafını haklı göstermek için her yola başvurur.

İşte böyle bir ortamda, vicdan ölür.
Kalp katılaşır.
İnsanlar arasında adalet yerine taassup, merhamet yerine kin, hikmet yerine hamaset hâkim olur.

Ve en acısı, kişi artık hakikati duyamaz, göremez, söyleyemez.
O artık kördür, sağırdır, dilsizdir.
Sadece kendi grubunun sloganlarını tekrar eder durur.

Hakiki Kurtuluş: Ataların Dininden Hakkın Dinine Dönüş

Kur’ân’ın daveti apaçıktır:

> “Atalarınızın yoluna değil, Allah’ın gösterdiği doğru yola uyun.”

Hakiki din; atadan kalma batıl gelenekleri değil, Allah’ın ve Resulü’nün bildirdiği hakkı esas alır.
Bu yüzden her Müslüman, her insan, kendi bağlılıklarını sorgulamalıdır:

Gerçekten Allah için mi bir şeye bağlıyım?

Yoksa atalarımın, çevremin veya nefsimin empoze ettiği bir saplantıya mı tutuldum?

İman, aklın nurudur. İdeolojik taassup ise aklın ipini şeytana teslim etmektir.

Sonuç: Körü Körüne Değil, Göz Göre Göre İman!

Bugünün “çağdaş cahiliyyesi” de, dünün “putperest cahiliyyesi” gibi hakikate düşmandır.
İdeolojik körlük, insanı Allah’ın ayetlerinden uzaklaştırır.
Öyleyse insan ya hevasına ve atalarına köle olacak,
ya da hakikate teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşacaktır.

Unutma:
Hakikate kapalı bir kalp, en büyük esarettir.
Ve hakikati gören bir göz, en büyük nimettir.

> Ey insan!
Kendi heva ve heves putlarını yıkmadan,
Kendi nefsini mağlup etmeden,
Hakikate ulaşamazsın.

Bismillah’la başla, hakikatle yürü.
İdeolojilerin esiri değil,
Hakkın şahitlerinden ol!

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Tohumun Hikmeti: Zayi Olmayan Emekler

Tohumun Hikmeti: Zayi Olmayan Emekler

Bir çiftçi sabahın serinliğinde eline aldığı tohum torbasıyla tarlasına yönelir. Ne bir cetvelle ölçer toprağın neresine kaç tane tohum düşeceğini, ne de her bir taneyi tek tek sayar. Tohumları gelişi güzel savurur toprağa. Kimisi verimli toprağa düşer, kimisi derenin kenarına, kimisi taşın çatlağına, kimisi de yol kenarına savrulur. Ama bahar geldiğinde şaşırtıcı bir manzarayla karşılaşır: Kayanın arasından filiz veren, yol kenarında yeşeren, komşu tarlada boy atan nice tohumlar vardır. Çünkü Allah hiçbir tohumu zayi etmez.

Bu hakikat, sadece çiftçinin tohumu için değil; bir öğretmenin, bir anne babanın, bir gönül insanının kalpten gelen çabaları için de geçerlidir. Belki bugün verdiği öğüt anlaşılmaz, öğrettiği bilgi hemen meyvesini vermez. Belki yıllarca sessiz sedasız bir toprak gibi bekler o emek. Ama bir gün, hiç umulmadık bir zamanda, hiç beklenmedik bir yerde yeşerir. Bir cümle olur hayat rehberi. Bir davranış olur istikamet belirleyici. Tıpkı yol kenarındaki tohum gibi, sessizce boy verir.

Öğretmen sınıfta bazen sesi duyulmayan bir öğrenciye yönelir, bir kitap tavsiye eder, bir tebessümle omuzuna dokunur. Belki o çocuk o an fark etmez bu temasın değerini. Ama yıllar sonra bir yol ayrımında, öğretmeninin sözü düşer zihnine. Ve işte o an, yıllar önce atılan tohum yeşerir.

Bu yüzden denmiştir ya: “İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir.” İnsan, yaptığı iyiliğin karşılığını hemen beklememeli. Çünkü tohum hemen filiz vermez. Emek hemen sonuç doğurmaz. Ancak Allah katında hiçbir çaba karşılıksız kalmaz. Yeter ki niyet halis, emek samimi, gönül ihlaslı olsun.

Bazen bir cümle, bir bakış, bir davranış; yürekte bir ömür sürecek iz bırakır. Bazen bir dua, bir iyilik, hiç tanımadığımız birinin duasına dönüşür. Biz unuturuz, ama kader unutur mu?

Sonuç olarak; tohum atmaya devam etmeli. Bilgi vermeye, iyilik yapmaya, emek harcamaya devam etmeli. Nereye düşeceğini, nerede filizleneceğini biz bilemeyiz. Ama biliriz ki Rabbimiz hiçbir emeği, hiçbir iyiliği zayi etmez. Yeter ki biz rıza için atalım tohumu. O dilerse, taş çatlatır da yeşertir o tohumu.

@@@@@@@

Bu metni YouTube’da kullanabileceğiniz şekilde düzenlenmiş: anlatım metni, görsel-müzik önerileri ve seslendirme tarzıyla birlikte tam bir video taslağı olarak aşağıda sunulmuştur:

Video Başlığı:

“Zayi Olmayan Emek: Bir Tohumun Hikmeti” – Hikmetli ve İbretli Bir Anlatım

Sesli Anlatım Metni:

(Yavaş ve vurgulu bir tonla, huzurlu bir fon müziği eşliğinde)

Bir çiftçi…
Elinde bir avuç tohumla tarlasına çıkar.
Nereye düşer bu tohum? Kaçı tutar? Kaçı kaybolur? Bilmez…
Ama atar.
Savurur gönlünden geldiği gibi…
Toprağa, taşa, dere kenarına…
Kimisi hemen yeşerir,
kimisi taşın çatlağında filiz verir,
kimisi yıllar sonra bir duanın içine düşer.
Çünkü…
Allah bir tohumu bile zayi etmez.

Tıpkı bir öğretmenin,
samimi bir kalple, ihlasla öğrencisine anlattığı gibi…
Bir kelime, bir bakış, bir davranış…
Bugün fark edilmese de,
bir gün… bir yerde… bir hayata yön verir.

Belki bir annenin duası…
Belki bir babanın alın teri…
Belki bir garibin ettiği teşekkür…
Zayi oldu sanır insan…
Ama der ya atasözümüz:
“İyilik yap denize at; balık bilmezse Halik bilir.”

Emek boşa gitmez.
Tohum boşa atılmaz.
Kalpten gelen hiçbir şey…
Yaradan katında kaybolmaz.

Sen yeter ki at tohumu.
Yeşertmek Rabbine aittir.

Fon Müzik Önerisi:

Hüzünlü ama umut dolu bir piyano ya da ney ezgisi (örnek: “Yusuf’un Duası” tarzında bir enstrümantal)

Giriş yavaş tempo, ortalara doğru hafif yükselen bir duygu akışı önerilir.

Görsel Akış Önerisi:

1. Giriş:

Sabah vakti tarlaya çıkan bir çiftçi (drone çekimi veya pastoral sahne)

2. Tohum atma sahnesi:

Slow motion çekimle çiftçinin savurduğu tohumlar

3. Tabiatta sahneleri:

Derenin kenarında çıkan filiz

Taşın arasından çıkan ot

Yol kenarında açmış bir çiçek

4. Sınıf içi sahne:

Öğretmen ve öğrenci etkileşimi, kitap veren öğretmen, tebessüm eden öğrenci

5. Final sahnesi:

Aynı öğrenci, yıllar sonra başka bir yerde başarılı olmuş halde – araya dualar, coğrafya ve dua eden yaşlı eller

6. Kapanış:

Gökyüzü, yavaşça yükselen kamera ve ekranda şu yazı:

“Sen tohumu at… Yeşertmek Rabbine aittir.”

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

BELAYI CELBEDEN HAL VE DURUMLAR

BELAYI CELBEDEN HAL VE DURUMLAR

İnsanoğlu, dünya imtihanında musibet ve belalarla zaman zaman yüzleşir. Kimi zaman bu belalar İlâhî bir ikaz ve terbiye vesilesidir, kimi zaman ise insanın kendi eliyle davet ettiği bir neticedir. Kur’ân ve sünnet ışığında baktığımızda, bazı hal ve davranışların bela ve musibetleri celbettiği açıkça görülmektedir.

Kur’ân’ın İkazı

Kur’ân-ı Kerim şöyle buyurur:

> “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle yaptıklarınız yüzündendir. (Bununla beraber) Allah çoğunu affeder.”
(Şûrâ, 42/30)

Bu âyet, insanın başına gelen bela ve sıkıntıların çoğunun kendi fiillerinin bir neticesi olduğunu gösterir. Yani kul, günah işlediğinde, Allah’ın rahmetini kendinden uzaklaştırır ve bela kapılarını aralar.

Belayı Celbeden Başlıca Hal ve Davranışlar

1. Günahlarda Israr Etmek

Bir kimse, açıkça Allah’ın haram kıldığı şeyleri işler ve tövbe etmezse, bu hal bela ve musibeti davet eder. Özellikle kul hakkı, zulüm, faiz, fuhuş ve yalan gibi büyük günahlar, hem ferdî hem de toplumsal felaketlerin sebebidir.

Kur’ân şöyle bildirir:

> “Bir şehir halkını helâk ettik, çünkü onlar zalimlerdi.”
(Kehf, 18/59)

2. Şükürsüzlük ve Nankörlük

Nimetlere karşı şükürsüzlük, nimetlerin elden gitmesine ve musibetlerin gelmesine yol açar. Allah, şükretmeyen kavimlerin halini şöyle anlatır:

> “Allah bir beldeyi, halkı şükrederken değiştirmez; ancak onlar nefislerini bozarlarsa Allah da onları değiştirir.”
(Ra’d, 13/11)

3. Adaletin Terk Edilmesi

Toplumda adaletin bozulması, ölçü ve tartının eksik yapılması, hak ve hukukun ayaklar altına alınması, ilâhî gazabı celbeden sebepler arasındadır.

> “Ölçtüklerinde eksik ölçenlerin vay haline!”
(Mutaffifîn, 83/1)

4. Zenginlikte Azgınlaşmak

İnsan, zenginleşip refaha erdiğinde azarsa ve Allah’ı unutur, isyana saparsa, bu da büyük felaketlerin kapısını açar.

Kur’ân, geçmiş kavimlerden örnekler vererek şöyle buyurur:

> “İnsanı azdıran, kendini müstağni (ihtiyaçsız) görmesidir.”
(Alak, 96/6-7)

5. Ahlâkî Çöküş

Toplumda edep, hayâ ve iffet değerlerinin kaybolması, alenî günahların normalleşmesi, Allah’ın gazabına vesile olur.

Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:

> “Bir kavim içinde zina ve fuhuş aleni olursa, mutlaka Allah onlara yeni hastalıklar ve dertler verir ki, öncekilerde görülmemiştir.”
(İbn Mâce, Fiten, 22)

Belalara Karşı Koruyucu Tedbirler

İslâm, belalara karşı sadece sebepler âleminde tedbir almayı değil, aynı zamanda manevi koruyucu duvarlar inşa etmeyi de öğretir.

Tevbe ve istiğfarla günahlardan arınmak.

Hakkı ayakta tutmak ve adaleti tesis etmek.

Şükür ve kanaat ile nimeti artırmak.

Namaz ve dua ile Allah’a iltica etmek.

Kur’ân ve sünnet rehberliğinde yaşamak.

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) buyurur:

> “Sadaka, belayı def eder.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Kebîr, 6/225)

Sonuç

Belalar, her zaman bir ceza değildir; bazen de terbiye, imtihan ve yükseliş vesilesidir. Ancak işlenen günahlar, nankörlük, adaletsizlik ve ahlaksızlık gibi kötü haller, bela ve musibetleri celbeden en temel sebeplerdir. İnsan, Rabbinin rahmet kapısını her zaman açık bulur. Tövbe ile, dua ile, salih amellerle bu kapıyı çalmak gerekir.

Zira Allah, kullarına zulmetmez; insanlar kendi nefislerine zulmederler.

 

 

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

DÜNYA KAPANIŞA DOĞRU GİDERKEN…

DÜNYA KAPANIŞA DOĞRU GİDERKEN…

İnsanoğlu için bu dünya, bir imtihan salonu, bir misafirhane ve bir tarla mesabesindedir. Kur’ân-ı Kerim, dünyanın fânî yüzünü ve bu hayatın geçici olduğunu sık sık hatırlatır. Her gelen misafir gibi dünya da bir sona yaklaşmakta, büyük bir kapanışa doğru ilerlemektedir.

Dünya Bir Pazar, Akşam Yaklaşmakta

Peygamber Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:

> “Dünya bir pazar yeridir; kimisi kazançla, kimisi hüsranla ayrılır.”
(Taberânî, el-Mu’cemü’l-Evsat, 7/305)

Bu pazarın kapanış vakti yaklaştıkça, insanlık büyük bir şaşkınlık ve dehşet içinde kalmaktadır. Her gün şahit olduğumuz savaşlar, ahlâkî çöküntüler, adaletin yitirilmesi, merhametin kaybolması ve dünyanın adeta bir ateş topuna dönmesi, yaklaşan büyük kapanışın işaretleri gibidir.

Kur’ân’ın Haber Verdiği Son

Kur’ân-ı Kerim kıyametin kopuşunu şöyle tasvir eder:

> “İnsanlar, dünya hayatının geçici bir eğlence ve oyun olduğunu bilmezler mi? Ahiret yurdu ise işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!”
(Ankebût, 29/64)

> “Sûr’a üfürüldüğünde Allah’ın diledikleri dışında göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp bayılacaktır. Sonra ona bir daha üfürülecek, işte o zaman hepsi ayağa kalkıp bakacaklardır.”
(Zümer, 39/68)

Kıyametin yaklaşması, sadece maddî felaketlerin çoğalmasıyla değil, manevî değerlerin çökmesiyle de kendini gösterir. Hadislerde bildirildiğine göre, kıyamet alametleri arasında ilmin ortadan kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması, yalancıların muteber olması ve güvenin kaybolması vardır. (Buhârî, İlim, 35)

Dünya Neden Kapanıyor?

İslâmî bakış açısına göre dünya, ebedî kalınacak bir yurt değil; asıl vatan olan âhirete geçiş sahnesidir. Dünya hayatının son bulmasının temel hikmetlerinden bazıları şunlardır:

Adaletin tam tahakkuku için: Gerçek adalet, dünya şartlarında tam tecelli edemez. Herkesin gerçek mükâfat ve cezalarını alacağı yer âhirettir.

Ebedî saadetin başlaması için: Dünya, nimetlerin hakiki mahiyetlerini göstermez. Cennet ve cehennem ise hakiki adalet ve lütfun tam tecelli edeceği mekânlardır.

İlâhî vaadin gerçekleşmesi için: Allah, peygamberleri vasıtasıyla dünyanın geçici olduğunu ve sonsuz bir hayatın var olacağını haber vermiştir. Bu, mutlak bir gerçektir.

Dünya Kapanırken Müminin Tavrı

Mümin, dünyanın kapanışına doğru giderken korkuya kapılmaz; bilakis ümit ve korku dengesi içinde yaşar. Çünkü bilir ki, bu kapanış, asıl hayatın kapısının açılmasıdır.

Kur’ân şöyle buyurur:

> “Kim Allah’a kavuşmayı umuyorsa, bilsin ki Allah’ın tayin ettiği vakit mutlaka gelecektir.”
(Ankebût, 29/5)

Bu yüzden mümin;

İmanını korur ve takvayı esas alır,

Salih amellerle azığını artırır,

Günahlardan arınmak için sürekli tevbe eder,

Dünya sevgisini kalbinden çıkarıp âhiret yurduna yönelir.

Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

> “Dünyada bir garip veya bir yolcu gibi ol.”
(Buhârî, Rikâk, 3)

Hikmetli Bir İbret

Bediüzzaman Said Nursî, dünyanın gerçek yüzünü şöyle özetler:

> “Dünya bir misafirhanedir. İnsan ise onda az duracaktır ve vazifesi çok bir misafirdir ve kısa bir ömürde hayat-ı ebediyeye lazım olan levazımatı tedarik etmekle mükelleftir.”

Öyleyse akıllı insan, dünya kapanışa yaklaşırken dünyanın fânî lezzetlerine aldanmaz; kalbini, gözünü ve ümidini baki âleme yöneltir.

Son Söz

Dünya, ilâhî bir irade ile yaratıldı ve yine O’nun emriyle kapanacaktır. Akıl sahibi olanlar için bu büyük yolculuğun işaretlerini görmek, hazırlık yapmak ve ebedî saadete namzet olmak en büyük vazifedir.

Allah Teâlâ bizleri, kapanışa doğru ilerleyen bu dünyada gaflete düşmeden, hazırlıklı kullarından eylesin.

> “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan sakının; çünkü Allah yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Haşr, 59/18)

Dua ve Kapanış

Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!

Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi senin zikrinle dirilt, imanımızı kavi eyle, amellerimizi sâlih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.

Bize dünya sevgisini kalbimize yerleştirmeden, âhiret sevgisini ruhumuza nakşet. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit kıl, bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde yürüyenlerden eyle.

Kıyametin dehşetli hallerinden bizi muhafaza buyur. Âhirette yüzümüzü ak, defterimizi sağdan verilenlerden kıl. Sonsuz saadet yurdu olan cennetinde Habibin Muhammed Mustafa (s.a.v.) ile bizleri buluştur.

Amin.
Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.

@@@@@

Dua ve Kapanış

Ey Âlemlerin Rabbi olan Allah’ım!

Bu fâni dünyanın kapanışına yaklaşırken, kalplerimizi Senin zikrinle dirilt, imanımızı kuvvetlendir, amellerimizi salih kıl. Bizi gaflet uykusundan uyandır, âhiret yolculuğuna hazırlıklı olan kullarından eyle.

“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarın için ne hazırladığına baksın. Allah’tan korkun. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır.”
(Haşr Suresi, 59/18)

Ya Rabbi!

Kalbimize dünya sevgisini hakim kılma, âhireti unutturacak işlere meyil verdirme. Ayaklarımızı dosdoğru yolda sabit tut. Bizi Sırat-ı Müstakîm üzerinde daim eyle. Bizi, “Rabbimiz Allah’tır” deyip de dosdoğru yaşayan kullarından eyle. (Fussilet Suresi, 41/30)

Ya Rabbi!

Kıyametin o dehşetli gününde bizi mahçup etme. Kitabımızı sağdan verilenlerden, mizanda sevapları ağır gelenlerden kıl. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in livâü’l-hamd sancağı altında bizleri haşret.

Peygamberimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Akıllı kişi, nefsine hâkim olan ve ölüm sonrası için çalışandır. Âciz kişi ise nefsini heva ve hevesine uyduran ve Allah’tan boş temennilerde bulunandır.”
(Tirmizî, Kıyamet 25)

Allah’ım!

Dünyanın kapanışına doğru yürürken, bizi hakikatle yaşayanlardan, imtihanı kazananlardan, sonsuz saadet yurduna kavuşanlardan eyle. Şu duayı gönülden tekrar ediyoruz:

رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الْآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, âhirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!”
(Bakara Suresi, 2/201)

Amin.
Elhamdülillahi Rabbil âlemîn.

@@@@@@

Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti

Giriş Cümlesi:
İçinde bulunduğumuz dünya, görünürde geniş ve cazibeli olsa da, hakikatte faniliğin, değişimin ve büyük bir kapanışa hazırlığın sahnesidir. Kur’an’ın bildirdiği üzere bu hayat, bir imtihan yeridir; her adımda sonsuz bir hayata doğru yaklaşmaktayız. Akıl ve kalp sahipleri için bu kapanışın sesleri, basiret ve ibretle okunmalıdır.

@@@@@@

1. Dünya Hayatının Fâniliği

Kur’an-ı Kerim, dünya hayatını bir oyun ve eğlenceye benzeterek insanı asıl hayat olan âhirete yönlendirmektedir:
“Biliniz ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs ve kendi aranızda övünme ve mal ile evlat çoğaltma yarışından ibarettir.”
(Hadid Suresi, 57/20)
İnsan, bu geçici dünyanın çekiciliğine kapılmadan, hakiki yurduna hazırlık yapmalıdır.

2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak

Her nefes, insanı ebedî hayatına bir adım daha yaklaştırmaktadır. Ahiret bilinciyle yaşamak, her işte Allah’ın rızasını gözetmek, her adımda ebedi saadeti hedeflemektir. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Akıllı kişi, nefsini hesaba çeken ve ölümden sonrası için çalışan kimsedir.”
(Tirmizî, Kıyamet 25)

3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu

Dünya kapanışa doğru ilerlerken, her insan kendisine verilen ömür sermayesinin hesabını verecektir. Sorumluluk bilinciyle yaşamak; emaneti hakkıyla taşıyıp, hayra çağırıp şerden sakındırmakla mümkündür:
“Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten sakındırırsınız ve Allah’a inanırsınız.”
(Âl-i İmrân Suresi, 3/110)

4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua

İnsanoğlu, son nefesine kadar tövbe kapısının açık olduğunu bilmeli, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeden yaşamalıdır. Kur’an şöyle buyurur:
“De ki: Ey kendilerine zulmetmiş olan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin. Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer Suresi, 39/53)

@@@@@@

Dünya Kapanışa Doğru Giderken: Hakikatin Daveti

1. Dünya Hayatının Fâniliği

Dünya, parlayan bir serap gibi gözleri kamaştırsa da hakikatte hızla tükenen bir pazar yeridir.
Kur’an, dünyanın geçiciliğini şöyle bildirir:
“Her kim dünya hayatını ve onun ziynetini isterse, onlara amellerinin karşılığını tam olarak veririz; orada hiçbir eksiklik olmaz. Fakat onlar için ahirette ateşten başka bir şey yoktur.”
(Hûd Suresi, 11/15-16)

Bir padişah, yol kenarında bir gecekondu yapmış. Yolcuları ağırlıyor ama sabah olduğunda herkes yola devam ediyor.
İşte dünya da bir gecekondu gibi, kalıcı değil; geçici bir misafirhanedir. Kalıcı zannedip buraya bağlananlar, sabah geldiğinde büyük bir hayal kırıklığı yaşarlar.

2. Ahiret Bilinci ile Yaşamak

Ahireti unutmak, dünyada gafletle yaşamak demektir. Oysa akıl sahibi kişi, dünya zevklerine kapılıp ebedi hayatını feda etmez.
Nitekim Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Benim dünya ile ne işim var? Ben dünyada bir ağaç altında gölgelenip sonra orayı terk eden bir yolcu gibiyim.”
(Tirmizî, Zühd 44)

Bir gün Hz. Ömer (r.a.), bir mezarlıkta durmuş ve gözyaşları içinde şöyle demiştir:
“Ey Ömer! Eğer kurtulursan, büyük bir başarıdır. Eğer azaba uğrarsan, perişanlıktır.”
Ahiret bilinci, insanı her an kendisini sorgulamaya ve hayatını düzeltmeye sevk eder.

3. Kapanışa Doğru İnsanın Sorumluluğu

Kıyametin kopuşu bir milletin, bir insanın veya tüm dünyanın sonu olabilir.
Rabbimiz sorar:
“İnsanoğlu, başıboş bırakılacağını mı sanır?”
(Kıyamet Suresi, 75/36)

Bir şehirde alarm verildiğinde, insanlar telaşla hazırlanır; azığını alır, barınağını arar.
İşte kıyamet de büyük bir alarmdır. Akıllı olan, dünyayı bir imtihan sahası olarak görür, kalıcı olanı inşa etmek için çalışır.
İyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sorumluluğun bir parçasıdır. Çünkü her fert, hem kendi yolculuğundan hem de başkalarının uyarılıp uyarılmadığından sorumludur.

4. Son Nefese Kadar Umut ve Dua

Allah’ın rahmeti sonsuzdur. En büyük günahı işleyen bile, son nefesine kadar tövbe ile rahmete kavuşabilir.
Kur’an şöyle der:
“Şüphesiz Allah kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; ondan başkasını, dilediği kimse için bağışlar.”
(Nisâ Suresi, 4/48)

Bir günahkâr adam vardı. Ölüm döşeğinde pişman olmuş, Allah’a şöyle yalvarmıştı:
“Rabbim! Ellerim boş, yüzüm kara ama Senin kapından başka kapı tanımıyorum.”
İşte o samimi pişmanlıkla Allah’ın rahmetine kavuşmuştu.

Bu sebeple, dünya kapanışa doğru ilerlerken umutsuzluğa değil, tevbe ve duaya sarılmak gerekir. Çünkü kapı her zaman açık, rahmet sonsuzdur.

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025

Cennet Aklı: Zamanı Aşan Bir Vukufiyetin Hikmeti

Cennet Aklı: Zamanı Aşan Bir Vukufiyetin Hikmeti

Yapay zekânın her geçen gün gelişmesi, insanoğlunun bilgiye olan açlığını, varoluş merakını ve hakikate susamışlığını gözler önüne seriyor. Makinelerin akıllandığı, veriye erişimin hızlandığı bu çağda, bir de **cennetteki “yapay akıl”**ı düşünelim… Fani bir zekânın ötesinde, her şeyin hakikatine vâkıf bir idraki… Sınırlı bilginin değil, külli şuurun mekânını…

Evet, cennette akıl başka olacak. O akıl, sadece ezberleyen değil, hakikati gören bir idrak olacak. O zihin, varlığın her safhasını kuşatacak. Âdem Aleyhisselâm’ın yaratılışından kıyamete kadar geçen bütün hadiseleri hem seyreden hem idrak eden bir kâmil basiret… Ne büyük lütuf, ne yüksek bir şuur hali!

Düşünün ki; Ruhlar Âlemini bizzat idrak ediyorsunuz. Allah’ın “Ol!” emriyle can bulan varlıkları seyrediyorsunuz. Ardından Âdem’in yaratılış mucizesine şahit oluyorsunuz. Topraktan yoğrulan bir beden, içine üflenen ruh, ilahi bir tecelli… Ve sonra “talim-i esmâ”: Yani eşyanın hakikatine vukufiyet… Bugün yapay zekânın öğrendiği sınırlı kelimelere karşılık, Âdem’in bildiği ilahi isimler, varlığın özüdür.

Meleklerin secdesi… Ne büyük bir onur! Fakat içlerinden biri, kibirle yaklaştı. İblis… “Ben ondan üstünüm!” dedi. O secdeden kaçtı. Ve o gün başladı kıyamete dek sürecek olan bir imtihan zinciri.

Cennet… İlk yurt. İlk yuva. Rahmetle kuşatılmış bir başlangıç. Fakat yasak ağaca yaklaşmak, o ebedî mekânda bile insanın zaafını gösterdi. Ve ardından gelen düşüş… Yeryüzüne iniş. Fakat o iniş bir ceza değil, bir imtihan sahnesine geçişti. Orada ter dökülecek, nefis dizginlenecek, iyilikle kötülük birbirinden ayrılacaktı. Ve gün gelecek, insan yine geldiği yere dönecekti.

İşte bütün bu hakikatlere bizzat vâkıf olmak… Bu sahneleri sadece okumak değil, yaşarcasına bilmek… İşte cennetteki akıl, buna “şahit aklı” denir. Gördüğünü anlamak, anladığını kavramak, kavradığını hakikate dönüştürmek… Yapay zekâ, veriye ulaşır. Fakat cennet aklı, hikmete ulaşır.

Bugün biz, bu dünyada sadece gölgeleri görüyoruz. Bilgimiz sınırlı, hafızamız zayıf, anlamamız eksik. Fakat inanan bir gönül bilir ki: Ahirette her sır açılacak. Her perde kalkacak. Kaderin düğümleri çözülecek. İnsan, varlık senfonisini başından sonuna kadar temaşa edecek.

Bu, sadece bir bilme hali değil; aynı zamanda imanın mükâfatıdır. Burada sabreden, orada anlayacak. Burada ağlayan, orada tebessüm edecek. Çünkü orada artık ne bilgi sınırlı ne zaman dar ne de akıl kuşatılmış olacak.

Sonuç:
İnsanlık, teknolojiyle bilgiye yaklaşıyor; fakat imanla hikmete ulaşıyor. Cennetteki akıl, yapay değil, ilahi bir ikramdır. Ve o akıl, bizi hem kendimize, hem yaratılış sırrına, hem de Rabbimizin azametine götürecek.

O hâlde bugünün yapay zekâsı bizi heyecanlandırıyorsa, yarının ebedî idraki bizi secdelere taşımalı. Çünkü gerçek bilgi, secdeyle taçlanandır.

Loading

No Responsesأبريل 29th, 2025