Osmanlı şehirlerinde taş duvarlarla ayrılan evlerin ardında, kalpleri birbirine bağlı bir cemiyet yaşardı. Komşu, sadece yan odadaki değil; yangında ilk su getiren, düğünde ilk sevinen, cenazede ilk omuz verendi. Komşuluk, kan bağı kadar sağlam, din bağı kadar azizdi.
Komşuluğun Temeli: Ahlâk ve Şeriat
Osmanlı’da komşuluk üç temel üzerine kurulmuştu:
1. İslâmî sorumluluk: Komşuya yardım etmek dinî görevdi.
2. Mahalle düzeni: Mahalle imamı ve muhtarı komşuluk meselelerinde hakemdi.
3. Kadı denetimi: Komşu hakları ihlal edilirse, kadıya başvurulurdu.
Komşulukta Uygulanan Temel Prensipler
Zarar vermeme hakkı: Komşunun duvarına zarar veremez, dumanla, sesle rahatsız edemezdi.
İzne dayalı tadilat: Yeni pencere, balkon, kuyu gibi işler komşu rızasına bağlıydı.
Satışta “şüf’a hakkı”: Mal satılacaksa, öncelik komşuya verilirdi.
İhtiyaçta destek: Komşunun hastalığı, yoksulluğu, cenazesi asla görmezden gelinmezdi.
Kadı Defterlerinden Örnekler
1. 1610, Üsküdar Kadı Sicili: Bir adam, evinin arka kısmına helâ (tuvalet) yapar. Komşusu, kötü kokudan rahatsız olup kadıya başvurur. Kadı keşif yaptırır ve helânın yönünün komşu evden çevrilmesini emreder.
2. 1697, Konya Defteri: Bir aile gece davul çalarak eğlence yapar. Komşular çocuklarının hastalandığını, yaşlının uyuyamadığını beyan eder. Kadı eğlencenin kamu huzurunu bozduğuna hükmederek yasaklar.
3. 1754, Edirne Sicili: Bir ev sahibi, duvarına komşusunun izni olmadan pencere açar. Komşu kadıya başvurur: “Mahremiyetim zedeleniyor.” Kadı pencerenin kapatılmasını emreder.
4. 1666, İstanbul Kadı Defteri: Bir adam evinin çatısından akan suyun, komşunun duvarını çürüttüğünü kabul eder. Kadı hem zararın ödenmesini, hem de çatı tamirini şart koşar.
Mahallede Ahlâk ve Denetim: Birlikte Yaşamanın Adabı
Osmanlı’da komşuluk sadece “yan yana yaşamak” değildi, bir birlikte yaşama hukuku idi. Mahalle imamları ve ihtiyar heyetleri, sorunları mahkemeye gitmeden çözerdi. Ancak çözüm bulunamazsa kadıya gidilirdi.
Komşuluk meseleleri genellikle:
Gürültü
Koku
Sınır ihlali
Mahremiyetin bozulması
Satış ve alımda hak ihlalleri
üzerinden gündeme gelirdi. Kadı ise daima zararın kaldırılması ilkesine göre karar verirdi.
Hikmetli Bir Olay: Duvarın Öbür Tarafı
Evliya Çelebi bir mahallede yaşanan şu olayı anlatır:
> “Bir genç, komşusunun çocuğuna bağırdığı için kadı huzuruna çıkarıldı. Kadı ona şöyle dedi: ‘Komşunun çocuğuna atılan her kötü söz, evindeki bereketi kaçırır. Zira evin duvarı taş olsa da, kalbin duvarı inceciktir.’”
Bu söz, Osmanlı’da komşuluğun sadece fiziksel değil, manevî bir bağ olduğunu gösterir.
Bugüne İbret: Kapılar Açıkken Kalpler Kapalı
Bugün şehirlerde yüksek duvarlar, kameralar, çelik kapılar var ama ne yazık ki komşuluk ruhu yok.
Asansörde selam vermeyen komşular…
Yangında pencereden bakanlar…
Cenazede bile sessiz kalan apartmanlar…
Osmanlı’da ise komşuluk, mahşerde bile delil olacak kadar önemliydi. Hadislerde komşunun şahitliği, bir insanın imanına referans sayılmıştı.
Son Söz: Komşuluk, Allah’a Yakınlık Vesilesidir
Osmanlı, komşuluğu bir dünya hukuku değil, ahiret yatırımı gibi görürdü. Çünkü komşu, Allah’ın bize “yakın kıldığı” kişidir.
> “Komşuna sahip çık, çünkü bir gün sen de onun duasına muhtaç olabilirsin.”
İki Cihanın Temeli: Osmanlı’da Aile ve Akrabalık Hukuku”
> “Aile, küçük bir cihan; cihan, büyük bir ailedir.” – Osmanlı atasözü
Bir devletin ruhu vardır. Bu ruhun beslendiği en büyük damar ailedir. Osmanlı, aileyi bir cemiyetin çekirdeği, ümmetin temeli, ahlâkın kalbi olarak gördü. Bu yüzden aile ve akrabalık ilişkileri sadece sosyal bir bağ değil; hukuki, ahlaki ve dini bir sorumluluk olarak korunmuştur.
Aile: Şeriatın Himayesinde Bir Sığınak
Osmanlı’da aile yapısı, İslam fıkhı esas alınarak şekillendirilmişti:
Nikâh meşru zeminde yapılır, devletçe kayıt altına alınırdı.
Erkek ve kadın hakları kadı mahkemelerinde titizlikle korunurdu.
Çocukların nafaka, eğitim ve korunması devletin ve mahallenin kontrolündeydi.
Akraba hukuku (sıla-i rahim) dinî bir görev olarak görülürdü.
Ailede Karşılıklı Sorumluluklar
1. Kocanın görevi: Nafaka, korunma, güzel geçim.
2. Kadının görevi: Evin dirliği, eşine saygı.
3. Çocukların hakkı: Sevgi, terbiye, eğitim.
4. Büyüklerin hakkı: Hürmet, hizmet, dua.
5. Akrabalık bağı: Sıla-i rahim koparılırsa, Allah’ın rahmeti de kesilir inancı vardı.
Kadı Defterlerinden Örnek Hükümler
1. 1664, Bursa Kadı Sicili: Bir adam, yaşlı annesini terk eder. Komşuların şikâyetiyle kadı huzuruna çıkar. Kadı, “Anneye bakmak farzdır” diyerek oğluna haftalık nafaka bağlar. Ayrıca onu ahlâk zabitine teslim ederek “toplum içinde ihtar” verir.
2. 1712, Edirne Defteri: Bir kadın, kocasının kendisini sebepsiz yere dövdüğünü beyan eder. Kadı, şahitleri dinler ve erkeğe 20 sopa cezası verir. Ayrıca kadının ailesine dönüşü sağlanır.
3. 1768, Konya Defteri: Kardeşler arasında miras taksiminde bir erkek, kız kardeşlerinin payını vermemektedir. Kadı, “Kur’an’a aykırıdır” diyerek miras taksimini zorla uygulatır.
4. 1693, İstanbul Mahkemesi: Bir gelin, kayınvalidesinin evinde yaşarken sürekli hakarete uğradığını bildirir. Kadı keşif yaptırır, kayınvalidenin kusurlu olduğu tespit edilir ve çiftin ayrı eve taşınmasına karar verilir.
Akrabalık Hakkı: Sıla-i Rahim Kutsiyeti
Osmanlı toplumu, akrabalık bağlarını kesmeyi günah sayar; bir kimse yıllarca uzak da kalsa, ihtiyaçta ilk koşan yine akraba olurdu. Kadı defterlerinde, özellikle ölüm anında akraba mirasçıların tespiti, yetimlere vasi tayini, kimsesiz dul akrabalara yardım gibi çok sayıda hüküm yer alır.
Hikmetli Bir Vaka: Yetimin Ahı
Bir gün bir çocuk, kadı huzurunda amcasını şikâyet eder:
> “Babamdan kalan bostanı sattı, bana vermedi.” Kadı sorar: “Neden verdin?” Amca der: “Çocuk ne bilsin? Ben bilirim.” Kadı der: “Senin bildiğini Allah da bilir, yetimin hakkını gasp edenin malı bereket bulmaz.” Bostan geri alınır, çocuk lehine yazılır.
Bu olay, Osmanlı’da yetim hakkının ne kadar mukaddes görüldüğünün göstergesidir.
Bugün Aile Neden Dağılıyor?
Osmanlı’da aile:
Dine bağlıydı.
Mahalle denetimindeydi.
Devlet kontrolündeydi.
Ahlâka saygılıydı.
Bugün aile:
Bireyselleşmenin esiri oldu.
Mahalle kavramı yok.
Evlilik kayıt değil, deney oldu.
Akrabalık menfaat bağına döndü.
Netice: Huzursuzluk, yalnızlık, boşanmalar, yaşlıların terk edilmesi, çocukların sahipsizliği.
Son Söz: Aile Cennetin Önsözüdür Kişinin cennet hayatıdır.
Osmanlı’da aile sadece iki kişinin birleşmesi değil, bir neslin kurulmasıydı. Aile korunmazsa, millet çözülür. Akrabalık gözetilmezse, rahmet kesilir.
> “Aileyi koruyun; çünkü o çökerse devlet de çöker.”
Kalem Tutan Kızlar: Osmanlı’da Kız Çocuklarının Eğitimi”
> “Bir toplumu eğitmek istiyorsan, önce anneleri eğit.” – Osmanlı maarif nazırı
Bir milletin geleceği, o milletin çocuklarına verdiği kıymetle şekillenir. Osmanlı, kız çocuklarını sadece bir ev hanımı değil; bir medeniyetin taşıyıcısı olarak görmüş, bu yüzden onların eğitimine dair özel bir hassasiyet geliştirmiştir.
1. Kız Çocuklarının Eğitimi Neye Göre Şekillenirdi?
Osmanlı’da eğitim üç temel ayağa dayanırdı:
Dinî terbiye
Ahlâkî değerler
Pratik hayat bilgisi
Kızlar da bu sistemin dışında bırakılmazdı. Özellikle şu alanlarda eğitim almaları teşvik edilirdi:
Kur’an ve ilmihal bilgisi
Okuma-yazma
Terzilik, dikiş, ev ekonomisi
Bazı şehirlerde (İstanbul, Bursa, Edirne) Arapça, Farsça, hatta musiki
2. Kızlar için Okul ve Medrese Düzeni
Sıbyan mektepleri: Kızlar 6-10 yaş arasında Kur’an ve temel okuma-yazma öğrenirdi.
Kızlara mahsus mektepler: 18. yy’dan itibaren özellikle şehirlerde açılmaya başlandı.
Aile içi eğitim: Anne ve büyükanneler başroldeydi. Osmanlı’da “okur-yazar valide sultanlar” bir gelenekti.
3. Kadı Defterlerinden Örnek Hükümler
1. 1672, Üsküdar Kadılığı: Fatma Hatun’un babası, kızının Kur’an hocasına haftalık 10 akçe verilmesini vasiyet eder. Kadı bu vasiyeti tescil eder.
> Not: Bu, kız çocuklarının eğitiminin babalarca da ciddiye alındığını gösterir.
2. 1735, Bursa Kadılığı: Zengin bir tüccar, kızına özel bir kadın müderris tayin eder. Kadı, “kızların evde ders alması mahzurlu değildir” diyerek onay verir.
3. 1790, Edirne Sicilleri: Bir kadın, kızını mektebe göndermek istemeyen kocasını şikâyet eder. Kadı, kız çocuğunun “Kur’an öğrenme hakkı”nı vurgular ve kocaya uyarı verir.
4. Unutulmuş Bir Hikmet: Kızını Okutan Peygamber İzindedir
Osmanlı toplumunda kızına okuma-yazma öğreten baba, hem toplumda takdirle karşılanır hem de dini açıdan sevap kazanmış kabul edilirdi. Çünkü:
Osmanlı kadısı bu sözü, eğitim talepleri karşısında hatırlatırdı. Zira ilim, kadın-erkek ayrımı yapmaz; kalbi olan herkese farzdır.
5. Eğitimli Kadınların Toplumsal Rolü
Valideler sarayda ilimle yetişirdi, hatta vakıf kurarlardı.
Dindar kadınlar, camilere mektep bağışlardı.
Kadın müderrisler, kızlara ders verir, hatta icazet (diploma) verirdi.
6. Günümüzle Karşılaştırma: Kızlarımız Kimi Taklit Ediyor?
Osmanlı’da:
Kız çocuğu emanetti.
Eğitimi ibadetti.
Kızına ilim veren, duaya mazhar olurdu.
Bugün:
Kız çocuğu çoğu zaman ya ihmal ya da moda yarışına kurban ediliyor.
Eğitim, sadece kariyer için yapılıyor; ahlâkî boyutu eksik.
Rol model, göğsünü örten anneler değil; ekran yıldızları.
7. Hikmetli Bir Olay: Dilsiz Kızın Kalemle Konuşması
Bir kadı sicilinde anlatılır: Dilsiz bir kız, yazı yoluyla derdini kadıya anlatır. Annesi onun eline kalem vermiştir. Kadı, bu duruma hayran kalır ve der ki:
> “Konuşmayan kız kalemle konuşmuş, anası ona Kur’an’dan bahsetmiş. Annesi cehalete değil, cennete beşik kurmuş.”
Sonuç: Kızını İhmal Eden, Geleceğini Yakar
Eğitim, milletin istikbalidir. Kızını ilimle donatmayan bir toplum, anneliği zayıflatır. Annelik zayıfsa, milletin temeli çatlar. Bugün kadını iffetle değil ekranla, hikmetle değil etiketle şekillendiren bir toplum, geleceğini kaybeder.
> “İlk mektep anne kucağıdır. İlk kalem, annenin dilidir.”
Adaletin Günlüğü: Osmanlı’da Günlük Hayat, Kadı Defterleri ve Hikmetli Uygulamalar
Giriş Tarih sahnesine adaletin temsilcisi olarak çıkmış bir devlet vardı: Osmanlı. Onun en önemli sütunlarından biri, hayatın hemen her alanına dokunan şer‘î adalet idi. Bu adaletin kayıt altına alınmış en nadide izleri ise kadı defterlerinde saklıdır. Bu defterler, sadece davaların değil; bir medeniyetin, bir anlayışın, bir ruhi terbiye sisteminin aynasıdır.
Günlük Hayatın Nabzı: Camiden Pazara, Sokaktan Mahkemeye Osmanlı toplumunda günlük yaşam; sabah ezanıyla uyanan bir mahallede, abdestini tazelemiş esnafın dükkânını “Besmele”yle açmasıyla başlardı. Cami, sadece ibadet değil; aynı zamanda toplumun bilgi, ahlak ve haber merkeziydi. Çarşı-pazar ise sadece alım-satım değil, aynı zamanda ölçü-tartı adaletinin ve helal kazancın temsiliydi.
Mahallede her birey bir diğerinin aynası gibiydi. Komşuluk sadece sosyal değil, ahlaki bir sorumluluktu. İşte bu toplumsal yapı, bir problem yaşandığında kadı huzuruna taşınırdı. Ve orada “hüküm” verilirdi. Kadı, sadece yasa uygulayıcı değil; aynı zamanda ahlaki bir rehberdi.
Kadı Defterlerinden Örnekler: Hayatın İçinden Adalet Manzaraları Kadı sicilleri (şer‘iyye sicilleri) Osmanlı’da mahkeme kayıtlarını ihtiva eden defterlerdir. Bu defterlerde:
Bir terzinin kumaşta eksik tartı yapması üzerine halkın şikâyetiyle kadı huzuruna çıkarılması, kendisine uyarı verilmesi ve tekrarında dükkânının mühürleneceği hükmü…
Bir baba, kızını zorla evlendirmek istemiş; kız, kadı huzurunda “rıza göstermediğini” beyan etmiş ve evlilik iptal edilmiştir.
Sokakta bir köpeğe taş atan bir çocuğun ailesine nasihat verilmiş; hayvanlara eziyetin “kul hakkı” kapsamında değerlendirildiği belirtilmiştir.
Bir dul kadının, komşusunun duvarından akan su nedeniyle mağduriyet yaşadığı kaydedilmiş ve komşuya 15 gün süre verilerek onarım yapılmazsa ceza kesileceği kararlaştırılmıştır.
Bu örnekler, Osmanlı’nın “hukuk”u sadece yasa değil, “hikmet ve hakkaniyet” ekseninde değerlendirdiğini gösterir.
Hikmet ve İbret: Adaletin Taşla Ölçüldüğü Bir Medeniyet Osmanlı adaleti, kuru kuralların değil, yaşanmış hayatların içinden çıkan hikmetin bir yansımasıdır. Bir vakıa aktarılır:
> “Bir adam kadıya gelerek, ‘Komşumun incir ağacı dalları bahçeme taşmış, izinsiz incir düşüyor’ der. Kadı, diğer tarafı dinler ve hükmünü şöyle verir: ‘Ağaç Allah’ın nimeti, dal rüzgârın iradesiyle gelmiş, incir ise rızkındır. Ama rahatsız olduysan, komşun dalı kesmekle mükellef değil; sana izinsiz giren incirleri geri vermekle yükümlüdür!’ Adam gülerek çıkar: ‘Zaten inciri yiyordum, bir de sevap mı alacaktım?’ der.”
Bu tür hükümler, adaletin mizahi değil, merhametli yüzünü gösterir. Zira Osmanlı’da adalet, cezalandırmadan çok “ıslah” ve “insanlık” ekseninde yürürdü.
Sonuç: Günümüze Bırakılan Miras Kadı defterleri bugün sadece tarihçilerin değil, ahlakçılar ve hukukçuların da başvuru kaynağı olmalı. Çünkü burada sadece olaylar değil; “nasıl yaşanmalı?”, “nasıl davranmalı?” ve “bir toplum nasıl dirlik içinde olur?” sorularının cevabı vardır. Adaletin taşla, teraziyle, dua ile ve bazen bir tebessümle sağlandığı bu medeniyet, bize şunu öğretiyor:
Adalet sadece mahkeme duvarlarında değil, insanın kalbinde başlar.
Temizlikte Hikmet: Osmanlı’da Hamam Kültürü ve Adaletin Buharlı Yüzü
Giriş Osmanlı’da bir medeniyet hamamlarla yıkanırdı. Bu sadece bedenin değil, zihnin, kalbin ve toplumun temizliğiydi. Hamam, sıradan bir yıkanma yeri değil; sağlık, temizlik, mahremiyet, görgü, ahlak ve hatta hukukla örülmüş kamusal bir kurumdu. İşte bu yönüyle Osmanlı hamamları, sadece sabun ve su değil; adaletin, nezaketin ve medeniyetin kokusunu taşırdı.
Hamam: Su ile Gelen Temizlik, Terbiye ve Sosyal Hayat Hamamlar Osmanlı şehirlerinin vazgeçilmez unsurlarındandı. Büyük şehirlerde her mahallede mutlaka bir hamam bulunur; kadın ve erkekler için ayrı günler veya saatler belirlenirdi. Hamama gitmek, sadece temizlik için değil; doğum öncesi/sonrası, evlilik hazırlığı, bayram temizliği ve manevi arınma için de yapılırdı.
Hamamlar vakıf eserleriydi. Yani genellikle bir cami, medrese veya imaret gibi hayır kurumlarına gelir sağlaması için kurulurdu. Bu yönüyle hamamlar sadece beden temizliği değil, sadaka-i cariye hükmünde “amel temizliği” idi.
Kadı Defterlerinden Hamamla İlgili Hükümler Osmanlı’da hamamlar, düzenli denetlenen kurumlardı. Kadı sicillerinde bu denetimlerin ve şikâyetlerin izlerini görmek mümkündür. İşte bazı dikkat çekici örnek hükümler:
“Hamamcıların suyu fazla ısıtarak müşterilere zarar verdikleri” gerekçesiyle bir mahkeme kurulmuş, suyun sıcaklığı ve ücret dengesi üzerine hüküm verilmiştir.
Bir hamamın kadınlar gününde “perde çekilmeden” çalıştırıldığı tespit edilmiş, mahremiyete riayetsizlik nedeniyle hamamcıya ceza kesilmiştir.
Hamamda müşterilerin eşyalarının kaybolması üzerine hamamcının “emin” sıfatıyla mesul tutulduğu, maddi tazminle sorumluluğun kendisine yüklendiği belirtilmiştir.
Bir kadının hamamda başka bir kadına hakaret ettiği ve iftira ettiği iddiasıyla kadı huzuruna çıkması, şahitler dinlenerek kadına tazir cezası verilmesi…
Hamamın temizlik kurallarına uymaması, suların kirli olması sebebiyle halktan gelen şikâyetle mühürlenmesi ve yeniden düzenlenmeden açılmaması kararı.
Bu hükümler, Osmanlı’da kişisel temizlik kadar kamusal ahlakın ve düzenin de önemsendiğini ve kadıların bu hususta aktif rol üstlendiğini göstermektedir.
Hikmet ve İbret: Temizlik İmandandır, Ama Nerede ve Nasıl? Hamam kültürü, “temizlik imandandır” hadisinin hayat bulmuş bir yansımasıydı. Ancak bu temizlik sadece sabunla değil, kalple de yapılmalıydı. Kadı defterlerinde geçen ibretlik bir kayıt şöyledir:
> “Bir adam hamama girer, fazla kalır. İçeridekiler rahatsız olur. Tartışma çıkar. Kadı huzurunda adam şöyle savunur: ‘Ben nefsiyle kirlenmiş biriyim; biraz daha fazla temizlenmem gerekir.’ Kadı güler ve şöyle der: ‘Nefsin kiri suyla çıkmaz. Hamamdan sonra mescide uğra da, orda da kalbini yıka. Sana yıkanma da vacip, tevbe de vacip!’”
Bu hüküm, hem mizahi hem de derin bir hikmeti taşır: Asıl temizlik içimizde başlar.
Kadınlar Hamamı: Sosyal Dayanışma ve Mahremiyetin Merkezi Kadınlar için hamam, hem temizlik hem de sosyalleşme alanıydı. Gelin hamamları, doğum sonrası ziyafetleri, hasta hamamları gibi özel günler burada kutlanırdı. Ama bu alanlarda da mahremiyete sıkı kurallar getirilmişti. Kadı defterlerinde, hamamda uygunsuz davranan kadınların ya uyarıldığı ya da tazir cezası verildiği hükümlere rastlanır.
Sonuç: Bugün Buhar Yoksa, Hüküm Ne Olur? Günümüzde “hamam” kelimesi nostaljik bir kültür olarak hatırlansa da, Osmanlı için bu bir medeniyet unsuru, bir terbiyenin parçasıydı. Kadı defterleri gösteriyor ki; sadece kirli su değil, kirli söz ve davranış da mahkemeye konu olabiliyordu. Bugün belki o hamamların yerinde AVM’ler var, ama o hikmetli bakışa her zamankinden daha çok ihtiyaç var:
“Su gibi aziz ol” diyen ecdat, aslında suyun temizlediği kadar, niyetin de temizlemesi gerektiğini öğütlüyordu.
“Rasûlüm! Sakın, Allah’ı zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah onları cezalandırmayı, dehşetten gözlerin dışarı fırlayacağı bir güne ertelemektedir.” — İbrahim Suresi, 42. Ayet
Zulmün hüküm sürdüğü, hakkın ve adaletin ayaklar altına alındığı zamanlarda, birçok insan “Neden susuyor gökler?”, “Niçin müdahale etmiyor Kudret Sahibi?” diye sorar. Oysa Kur’an bize bildirir ki; Allah, hiçbir şeyden gafil değildir. O, adaleti erteleyebilir; ama asla ihmal etmez. Çünkü Allah’ın adaleti, beşer aklının kavrayamayacağı kadar derin, kuşatıcı ve hikmetlidir.
Geciken Adalet, İmtihanın Ta Kendisidir
Zalim, zulmüyle övünürken Allah’ın onu hemen cezalandırmamasını bir üstünlük sanır. Oysa bu gecikme, bir mühlet, bir tuzaktır. Tıpkı örümceğin avını sabırla beklemesi gibi, ilahi adalet de sabırla zamanı gelince tecelli eder. Zalim bu sürede azgınlıkta ileri gittikçe, kendi helâkine tuğlalar dizer.
Gözlerin Fırlayacağı Gün Nedir?
Ayette geçen “gözlerin dışarı fırlayacağı gün” ifadesi, sıradan bir korkuyu değil; dehşetin zirvesini anlatır. Bu, mahşer günüdür. Bütün hesapların görüleceği, hiçbir mazlumun hakkının zayi olmayacağı gündür. O gün, Firavunlar, Nemrutlar, Karunlar ve çağdaş türevleriyle birlikte tüm zalimler bir araya toplanacak. Hesap gününün şiddetiyle dilleri tutulacak, nefesleri kesilecek, gözleri yerinden fırlayacak.
Zulümle Abad Olanın Sonu: Helâk
Kur’an, bize her dönemin zaliminden örnek verir: Karun servetiyle, Firavun otoritesiyle, Nemrut ilahlık iddiasıyla zulmetti. Fakat her biri, “gözlerin fırlayacağı” o an gelmeden dünyada da rezil edildi. İlahi adaletin ilk perdesi dünyada açıldı, ama nihai hesap ahirette görülecek.
Bu ayet, mazluma umut, zalime korkudur. Çünkü Allah hiçbir şeyi unutmaz. Zulmün unutulmadığı bir ilahi terazide, hak er ya da geç yerini bulur. Mazlumun gözyaşı saklı kalmaz, yetimin ahı boşlukta kaybolmaz. Zalim gücüne, destekçilerine güvense de; “gözlerin dışarı fırlayacağı” o güne kaçışı yoktur.
Son Söz: Her Şey Kayda Alınıyor
Gözlerin dışarı fırladığı o gün, kalpler sökülürcesine çarpacak. Her şey açığa çıkacak. Diller susacak, azalar konuşacak. Kitaplar açılacak, inkârlar boşa çıkacak. Ve Allah’ın adaleti, mutlak surette tecelli edecek.
O halde: Zulmedenler, neye hazırlanmalı? Mazlumlar, neye tutunmalı?
Cevap ayette gizli: “Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma…”
Nur suresi 3. Ayetin tefsir,yorum ve hükmü nedir? Konuyla ilgili diğer ayetlerle bağlantılı olarak izahı…
Nur Suresi 3. Ayet: “Zina eden erkek, ancak zina eden ya da müşrik olan bir kadınla evlenir. Zina eden kadın da ancak zina eden ya da müşrik olan bir erkekle evlenir. Bu, müminlere haram kılınmıştır.” (Nûr, 24/3)
Ayetin Tefsiri ve Yorumu
1. Ayetin Lafzî Yorumu
Bu ayet, özellikle zinanın yaygın olduğu toplumlarda evlilik düzenini korumak ve zinaya karşı caydırıcılık oluşturmak amacıyla inmiştir. Ayet, genel olarak zina eden kişilerin evlenme ehliyetiyle alakalı bir hüküm verir:
Zina eden bir erkek, zina eden veya müşrik (Allah’a ortak koşan) bir kadınla evlenebilir.
Zina eden bir kadın da zina eden veya müşrik bir erkekle evlenebilir.
Ancak bu tür evlilikler, müminlere haram kılınmıştır.
2. Kontekst ve Sebeb-i Nüzul
Bazı tefsirlere göre bu ayet, Medine’de zinayla tanınan bazı kişilerin evlenme istekleri üzerine inmiştir. Örneğin, Maiz el-Eslemi ve Gâmidiyeli kadın gibi zina suçunu itiraf eden sahabilerle alakalı rivayetler bu ayetin tefsirinde yer alır.
3. Tefsirlerde Geçen Başlıca Görüşler
a) Zina eden kişilerin evlenmesi caiz midir?
Hanefi ve bazı Şafii alimlerine göre, zina eden bir kişinin tevbe etmemesi ve zina hali üzere olması durumunda evlenmesi mekruh veya tahrimen mekruh olabilir.
Hanbelî mezhebine göre, zinadan tevbe etmeyen bir kişiyle evlenmek haramdır.
b) Bu ayetteki yasak sürekli midir, geçici midir?
Çoğu tefsir alimi, bu yasağın tevbe etmeyen kişiler için geçerli olduğunu söyler. Zina eden kişi samimi tevbe ederse, artık o kişi mü’min sayılır ve ayetin hükmü dışına çıkar.
Yani, tevbe eden kişiyle evlenmek haram değildir.
c) “Müminlere haram kılınmıştır” kısmı neyi ifade eder?
Bu, müminlerin zinayı normalleştirmemesi, böyle kişileri örnek almaması ve özellikle zinaya devam eden kimselerle evlenerek onu meşrulaştırmaması gerektiğini bildirir.
Diğer Ayetlerle Bağlantısı
1. Nur Suresi 2. Ayet:
> “Zina eden kadın ve zina eden erkekten her birine yüz değnek vurun…”
Bu ayet, zinanın hem erkek hem kadın için eşit şekilde bir suç olduğunu ve kamu düzenini bozan bir eylem olarak cezalandırılması gerektiğini vurgular.
2. Furkan Suresi 68-70:
> “Onlar Allah ile beraber başka bir ilâha tapmazlar, Allah’ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler. Kim bunları yaparsa günahına karşılık ceza görür… Ancak tevbe edip iman eder ve salih amel işlerse, Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir.”
Bu ayet açıkça gösterir ki, zina büyük bir günah olsa da tevbe ile affedilebilir ve zina eden kişi Allah katında temizlenebilir.
3. Maide Suresi 5. Ayet:
> “Bugün size temiz şeyler helal kılındı… iffetli kadınlar da helaldir.”
Bu da gösteriyor ki, iffetli olmak, evlilikte temel ölçüdür. Zinaya devam eden biriyle evlenmek iffetsizliği onaylamak olur.
Fıkhi Hükümler ve Sonuç
1. Zina edenle evlenmek haram mıdır?
Tevbe etmemiş bir zani/zaniye ile evlenmek mekruh veya bazı mezheplerde haramdır.
Tevbe etmişse, evlenmeye engel yoktur.
2. Müşrikle evlenme meselesi
Müslüman erkekler, Ehl-i Kitap (Yahudi ve Hristiyan) kadınlarla evlenebilir; ama müşrik kadınlarla (puta tapanlar) evlenemez.
Müslüman kadınlar ise sadece mümin erkeklerle evlenebilir.
3. Ayetin Hikmeti
Zina edenlerle evlenme yasağı, iffeti ve aile kurumunu korumak, zinanın toplumda yayılmasını engellemek ve müminlerin şahsiyetini yüceltmek içindir.
Evlenilecek kişide iman, iffet ve ahlak temel ölçüdür.
@@@@@@
Sebeb-i Nüzul (Nüzul Sebebi)
Bazı rivayetlere göre:
Abdullah b. Amr veya benzeri bazı sahabiler, Medine’de zina eden kadınlarla evlenmek isteyen erkekler vardı. Bu kadınların güzelliği veya serveti cezbediyordu.
Sahabenin bir kısmı bu konuyu Efendimiz’e sorunca bu ayet indi: “Zina eden kadınla evlenmek müminlere haram kılınmıştır.”
Sonuç ve Hüküm
Sonuç ve Hüküm | Durum | Hüküm | |—|—| | Zina eden ama tevbe etmeyen kişiyle evlilik | Haram veya tah mekruh (çoğunl göre) | | Zina etmiş ama samimi tevbe etmiş kişiyle evlilik | Caizdir | | Ayetin hükmü tamamen neshedilmiş midir? | Hayır, sadece ta edilmiştir, yani hâle getirilmişti | | Hüküm kimler içindir? | Mümin erkek ve kadınlara; iffeti koruyanlara |
@@@@@@@
MÜFESSİRLERİN YORUMLARI:
1. İBN ABBAS (r.a)
İbn Abbas’a nispet edilen bazı rivayetlerde, ayetin lafzî olarak anlaşıldığı ve zina eden kişiyle evlenmenin haram olduğu yönünde görüş beyan edilir. Ancak bu, tevbesiz durumda geçerlidir. İbn Abbas’tan şu da rivayet edilmiştir:
> “Zina eden bir kadınla evlenmekten nehyedildiniz; ta ki tevbe edinceye kadar.”
Yani ona göre ayet, tevbe etmeyenlere yönelik bir yasaktır, tevbe eden bu yasağın kapsamı dışındadır.
2. İBN KESÎR (ö. 774/1373)
Tefsirinde bu ayetin nüzul sebebiyle birlikte şöyle bir açıklama yapar:
> “Bu ayetle, zina eden ve bu fiile devam eden kimselerle evlenmenin haramlığı beyan edilmiştir. Ancak tevbe eden kimseyle evlenmenin bir sakıncası yoktur. Zira Allah, Furkan Suresi 70. ayette bu durumu açıklamıştır.”
Ayrıca İbn Kesir, Maiz el-Eslemi ve Gâmidiyeli Kadın gibi zina edip tevbe eden sahabilerle ilgili örnekleri vererek, Hz. Peygamber’in onların nikâhını kıydığını ve böylece ayet hükmünün tevbe ile kalktığını söyler.
3. İMAM TABERÎ (ö. 310/923)
Taberî, “Camiu’l-Beyân” adlı tefsirinde farklı görüşleri aktarır ve şunu vurgular:
> “Zina eden bir kadınla evlenmenin haram oluşu, ancak zina ettiği hâlde tevbe etmeyen ve zina fiiline devam eden kimseler hakkındadır. Tevbe ederse bu yasak kalkar.”
Taberî ayrıca, bu yasağın toplumu koruma amacı taşıdığını, ama Allah’ın tevbe eden kulunu affedeceğini vurgular.
4. FAHREDDİN ER-RÂZÎ (ö. 606/1210)
Râzî, “Mefâtihu’l-Gayb” adlı tefsirinde konuyu derinlemesine işler:
Ayetin haram kıldığı şey, zinaya devam eden, bu işi normalleştirmiş ve bundan vazgeçmemiş kişiyle evlenmektir.
Tevbe eden kişi mü’min hükmüne döner, bu nedenle onunla evlenmek caiz olur.
Ayrıca, ayetin sonunda geçen “bu, müminlere haram kılınmıştır” ifadesinin, iffetli müminlerin zinayı meşrulaştırmaması için konduğunu söyler.
5. ELMALILI HAMDİ YAZIR (ö. 1942)
“Hak Dini Kur’an Dili” tefsirinde bu ayetin lafzî ve hikemî yönlerini açıklar:
> “Bu ayetle, iffetsiz kimselerin evlenerek meşru zemin kazanmasına yol açılmaması amaçlanmıştır. Zira bu, zinanın toplumda meşrulaşmasına neden olur. Ancak tevbe eden kişiyle evlenmek caizdir. Ayet, tevbe edenleri değil, ısrarla zina edenleri hedef alır.”
@@@@@@
ANCAK UNUTULMAMALIDIR Kİ:
Kullanılmış veya 2. El bir şey alacağımız zaman on kere düşünüyoruz. Yarı yarıya bir fiyatı da olsa almaktan çekiniyor,dikkat ve hassasiyet gösteriyoruz. Ve yine gayri Müslim kadınla evlenmek caiz iken, evla olan ve çirkin de olsa tercih edilecek olan Müslüman bir eşin olmasıdır.
*”(İman etmedikçe, müşrik [dinsiz, putperest] kadınlarla evlenmeyin. İmanlı bir cariye, beğendiğiniz, imrendiğiniz müşrik bir kadından elbette daha üstündür. Kadınlarınızı da, iman edinceye kadar müşrik erkeklerle evlendirmeyin! Mümin bir köle, müşrik bir erkekten elbette daha üstündür.) [Bekara 221]
*unutulmamalıdır ki;
“Osmanlı Sultanı Yıldırım Bayezıd babasının Kosova’yı fethinden sonra Hristiyan prenses Olivera’yı nikahlamıştı. Bu kadıncağız görünüşte sultana eş olmuş; ama gönlündeki Hristiyanlık inancını ve ülkesini hiç unutmamıştı. Nitekim deniyor ki, tertemiz sultanı içkiye alıştıran, eğlenceye düşkün hale getiren bu Hristiyan zevce Olivera olmuştur.”
“Bu sultan ki, bütün Haçlıların birleşerek yok etmeye çalıştıkları Osmanlı’yı Niğbolu’da tarihten silmek için toplandıkları sırada, gecenin karanlığında düşman içinden tek başına atını sürüp köye gelir. Karanlıkta:”
– Bre Doğan! diye kale kumandanına bağırarak durumu iyice öğrenir; sonra da geriye döner ve tüm tedbirleri alarak gelip zaferi kazanır.”
*Nitekim Yıldırım, Bursa’da Ulu Camii’yi yaptırıp da büyük alim Emir Buhari Hazretleri’ne:
– Ülkeme kazandırdığım bu ulu mabedin inşaallah bir eksiği yoktur, derken Emir Buhari Hazretleri’nden şu ikazı alır:
– Belî (Evet) sultanım, her tarafı güzel ama bir eksiği hiç gözden kaçmamıştır.
– Nedir eksiği, buyurun da öğrenip düzeltelim, deyince de büyük alimin şu ikaz ve irşadına muhatap olur:
– Caminin köşelerinde birer meyhane olmalıydı. Bu yoktur!
Bu beklenmedik çıkışın nereye varacağını kestiremeyen sultan sorar:
– Hocam, caminin meyhane ile ilgisi ne ola ki?
Cevap:
– Allah’ın binası olan vücudunuzun içki ile ilgisi ne ise, caminin ilgisi de odur. Siz Allah’ın inşa ettiği vücut binasına içkiyi dolduruyorsunuz ve bu oluyor da, kendinizin inşa ettiğiniz ibadet binasının köşelerine mi içki koymaktan çekiniyorsunuz? Bu, ötekinden daha mı günah?..
İKİ KABİR ARASINDA BİR HAYAT: ANNE KARNI VE KABRİSTAN
İnsan… İki karanlık arasında bir misafir. Başlangıcı bir kabirde, sonu yine bir kabirde. İlki annenin rahminde, karanlık, dar, bilinmeyen… Diğeri toprağın koynunda, sessiz, derin ve ebediyete açılan bir başka kapı… İşte bu iki kabir arasında geçen şu ömür, aslında sadece bir imtihan koridorudur.
Anne karnı bizim için ilk hayattı. Orada bir düzen vardı. Gözümüz görmezdi ama ihtiyacımız ulaşırdı. Zamanı geldi, dışarı çıkarıldık. Ağladık. Çünkü alıştığımız yerden koparılmıştık. Ama o ağlayış, yeni bir âlemin başlangıcıydı. Şimdi yaşadığımız bu dünya da tıpkı anne karnı gibi geçici bir mekândır. Ve biz burada da alışırız, bağlanırız, sahipleniriz. Fakat tıpkı anne karnı gibi, buradan da bir gün çıkarılacağız.
Nasıl ki doğum, anne karnı için bir kıyametti; ölüm de dünya için bir kıyamettir. Doğumla annemizin rahminden dünyaya göz açtık; ölümle dünyanın kucağından ahirete göz açacağız. Bu yüzden ölüm bir son değil, bir geçiştir. Kabir ise o geçidin ilk kapısıdır.
Düşün ki, annenin rahmindeki bebek, dışarıdaki hayatı anlayamaz. Ona “dışarıda gökyüzü var, ağaçlar var, yıldızlar var” desen inanamaz. Fakat zaman dolunca, hiç hayal edemeyeceği bir hayata geçer. Biz de şimdi ölüm sonrası hayatı tam anlamasak da, Kur’an ve peygamberlerin beyanıyla biliriz ki, orada sonsuz bir âlem var.
Bu hayat, iki kabir arası bir fırsattır. Anne rahmine biz bir şey katmadık; ama dünyada ne ekersen, kabirde onu biçersin. İnsan burada kendini ya nura taşır, ya zulmete. Kalbini Kur’an’la yoğurur, nefsini arındırırsa, kabir onun için Cennet bahçesi olur. Yoksa azap çukuru…
Zira Efendimiz (s.a.v) buyurur: “Kabir, ya cennet bahçelerinden bir bahçe ya da cehennem çukurlarından bir çukurdur.” (Nesâî, Cenâiz, 117)
Bu dünyada insan kendine sorar: “Neden geldim? Nereye gidiyorum?” Cevap açıktır: Anne karnından kabristana kadar yürüdüğün bu yol, bir hazırlıktır. Gerçek hayat, bu iki karanlığın ötesindedir. Dünya, ne doğmakla kazanılan ne de ölmekle biten bir yerdir. Hakikat, bu iki sınır arasında saklıdır.
Sonuç: Hayat bir misafirliktir. İki kabir arasında soluklanıp, ardından ebedi menzile yürüdüğümüz bir yolculuktur. Bu yüzden her günümüzü ahiret şuuruyla yaşamalıyız. Dünya kalıcı değil, fakat ektiklerimizin hasadı orada kalıcıdır. Anne karnı bize dünyayı tanıttı, dünya da bize ahireti tanıtıyor.
O hâlde, bu iki kabir arasında geçen ömrü, üçüncü bir hayata, ebedi saadete taşıyacak şekilde değerlendirmek akıllı insanın işidir.
Zamanın çarkı döndükçe insanlık yeni eşyalar, yeni keşifler, yeni fikirler edindi. Fakat bununla birlikte dengeyi de kaybetti. Bugün yaşadığımız asır, bir bakıma muvazenenin yitimi çağıdır. Ne istikamet var ne vasat; her şey ya ifratta yanıyor ya da tefritte donuyor. Aşırılıklar ve eksiklikler arasında salınan bir medeniyetin tam ortasındayız.
İfrat: Her Şeyi Tüketen Ateş
İfrat, bir şeyde haddini aşmak, aşırı gitmektir. Sevgi ifrata ulaşırsa ilahlaştırmaya, öfke ifrata ulaşırsa cinayete, özgürlük ifrata ulaşırsa anarşiye dönüşür. Bugün birçok değer, ifrat bataklığında boğuluyor. Teknoloji ilerliyor ama merhamet geriliyor. Bilgi artıyor ama hikmet azalıyor. İnsan, kendini merkeze alıyor, Rabbini unutuyor.
Ailede ifrat: evlat merkezli, otoritesiz bir yapı. Dinde ifrat: merhametsiz bir taassup. Hayatta ifrat: her şeyi hemen isteyen, sabırsız bir zihin. İfrat, parlayan ama söndüren bir yıldırımdır.
Tefrit: Donmuş Bir Hayat
Tefrit ise bir konuda gerekeni yapmamak, eksik bırakmaktır. İman edilmesi gereken yerde şüphe, cesaret gösterilmesi gereken yerde korkaklık, adım atılması gereken yerde durgunluk… İşte bu tefrittir.
Bugün insanlar hakikate karşı ilgisiz, güzelliğe karşı duyarsız, zulme karşı sessiz. Çünkü ruhlar donmuş, kalpler katılaşmış. Ne bir hedefleri var, ne bir istikameti. Sürükleniyorlar; ya zevk girdabında ya gaflet uykusunda.
Denge: Sırat-ı Müstakîm
Oysa Kur’an bize ifratla tefrit arasında, hikmetli bir denge önerir: “Ümmeten vasatan” – orta yol üzere bir ümmet. Vasat, ortalık değil sıradanlık değil; hikmetin altın terazisidir. Ne ruhu öldüren aşırılıklar ne de bedeni çürüten tembellikler… Hakikatin tam ortasında bir denge.
Hazret-i Peygamber, her davranışında bu dengeyi temsil etti. Sevdi ama ölçüsüz olmadı. Kızdı ama zulmetmedi. Affetti ama ilkesizleşmedi. Onun hayatı, çağımızın denge arayışına en büyük cevaptır.
Sonuç: Kurtuluş Dengededir
Dengesiz bir çağda yaşıyoruz. Kimi her şeye inanıyor, kimi hiçbir şeye. Kimi her şeyi istiyor, kimi hiçbir şey yapmıyor. Bu hal, bireyleri yorar, toplumları çürütür. Denge ise huzuru getirir; nefsi dizginler, aklı ışıklandırır, kalbi dinginleştirir.
Bu sebeple bu asırda bize düşen, ne ifrata kapılmak ne tefrite düşmek… Sırat-ı müstakîm üzere, ölçülü ve hikmetli bir hayat yaşamaktır.
Zaman bir aynadır; her devrin insanı, o aynada kendi suretini görür. Bizler öyle bir asırda yaşıyoruz ki, bu asır sadece bedenleri değil, ruhları da hasta etmiş bir çağdır. Tıbbî ilerlemelere rağmen huzur azalmış, teknolojik refaha rağmen kalpler kurumuş, ilim artmış ama hikmet kaybolmuştur. Bu çağ, maddî konfor içinde manevî bir kıtlığın adıdır. Hasta asrın, hastalıklı insanlarıyız.
Modern insan, bedeniyle meşgul olurken ruhunu ihmal etmiş, aklı yüceltirken kalbi unutturmuştur. Geçmişte bir köyde bir alim, bir veli, bir kanaat önderi bulunurdu; şimdi ise şehirler dolusu bilgi var ama hikmet yok. İnsan, içini boşaltmış bir kaptan farksız hale gelmiştir. Şekil var, mana yok. Kalabalık var, dostluk yok. Bilgi var, basiret yok. Ve işte bu yüzden insan, “yaşayan bir ölü” haline gelmiştir.
Bugün insanlar hastadır, ama hastalığın adı kanser ya da grip değil. Bu çağın en büyük hastalıkları anlamsızlık, yalnızlık, değersizlik ve doyumsuzluktur. Ruhlar, manevî açlıktan kıvranırken, insanlar ekranlarda mutluluk arıyor, sosyal medyada “beğeni” peşinde bir avuç anlam toplamaya çalışıyor. Halbuki kaybedilen, kendidir. İnsan, kendiyle bağını koparmıştır.
Hasta asrın hastalıklı insanları, lüks içinde fakir, konfor içinde yorgun, kalabalık içinde yapayalnızdır. Zihinler bilgiyle dolu ama hakikat susuzluğu içindedir. Kalpler sevgi arar ama sevgiyi tanımadan, sevilmeden yaşar. Hakikat ötelenmiş, hak yerine haz öncelenmiş, ibadet yerine tüketim yüceltilmiştir. Reklamlar insanı “daha çok al” diye çağırırken, kalbin derinliklerinden gelen ses “daha çok ol” diye fısıldar. Ama bu fısıltıyı duyan azdır.
Bediüzzaman Said Nursî bu asır için; “Mariz bir asrın, hasta bir unsurun, alil bir uzvun reçetesi, ittibâ-ı Kur’ân’dır.” Bu asırda günahlar süslenmiş, sevaplar çirkin gösterilmiştir. Ahlak bir seçim değil, alay konusu olmuştur. Gençlik, heveslerin zebunu olmuş; yaşlılık ise hikmet değil, yük olarak görülür hale gelmiştir. Bu bir bozulmadır, çürümedir, çözülmedir. Ve her çözülüş bir çöküşün habercisidir.
Fakat ümit bitmemiştir. Her hastalığın bir devası vardır. Bu çağın ilacı, maneviyattır. Hakikate yönelmek, fıtratla barışmak, kalbi yeniden diriltmektir. Allah’a dönmek, Kur’an’a kulak vermek, peygamber ahlakını örnek almak bu asrın tek kurtuluş reçetesidir.
Çünkü bu çağın kurtuluşu, kalpten geçer. Maddi değil, manevî bir devrim gerekir. Bu devrim, bir kalbin Allah’a yönelmesiyle başlar. Bir gönlün yeniden dirilmesiyle bir toplum yeniden ayağa kalkar. Ve bir ümmet, karanlıkta kaybettiği nurunu tekrar bulur.
Zira en büyük değişim, insanın kendini yenilemesidir.
Tarih boyunca zulümle abat olmuş hiçbir millet görülmemiştir. Gücü ve hileyi kendisine dayanak edinen nice topluluklar, adaletin terazisinde er geç tartılmış, hak ettikleri karşılığı bulmuşlardır. Günümüzde ise benzer bir kibir ve zorbalıkla sahnede olanlardan biri de İsrail’dir. Ateşle oynayan bir millet gibi, kin ve nefretin hararetinde büyüyen bir zulüm makinesine dönüşmüş durumda. Ne var ki, unuttukları şey şudur: Ateşle oynayan sonunda o ateşte yanar. Hem dünyada hem de ebedi âlemde.
“O gün Cehenneme, ‘Doldun mu?’ deriz. O da, ‘Daha yok mu?’ der.” (Kaf, 30)
Bu ayet bize cehennemin sadece bir mekân değil, aynı zamanda ilâhî adaletin bir tecellisi olduğunu gösterir. Bugün zalimler, mazlumların ahını duymamakta direnseler de, o ahlar semaya yükselmekte ve karşılıksız kalmamaktadır. Zulümle yükseldiğini sananlar, aslında kendi cehennemlerine tuğla dizmektedir.
Zulümle Kurulan Her Sistem Yıkılmaya Mahkûmdur
İsrail, sivil halkı hedef alarak, çocukları, kadınları katlederek, mukaddes değerlere saldırarak bir gelecek inşa edebileceğini zannediyor. Oysa bu, karanlık bir inkârla, ateşle duvar örmektir. Ve tarih şahittir ki; Nemrut’un ateşi, kendi azabının sebebi olmuştur. Firavun’un sarayı, suda boğuluşunun başlangıcı olmuştur. Karun’un hazineleri, onu yerin dibine çeken ağırlık olmuştur. İsrail’in zulmü de, onun sonunu hazırlayan bir vesika olmaktadır.
“Onlar tuzak kurdular, Allah da tuzak kurdu. Allah, tuzak kuranların en hayırlısıdır.” وَمَكَرُوا وَمَكَرَ اللّٰهُۜ وَاللّٰهُ خَيْرُ الْمَاكِر۪ينَ۟ (Âl-i İmrân, 54)
İsrail ve benzeri zalim yapılar, nice planlarla zulmü sürdürmeye çalışsa da, unuttukları şey; Allah’ın her şeyin üstünde bir plan kurucu olduğudur. Bu plan, adaletin, hikmetin ve sabrın bir eseridir. Zalimler kendilerini güçlü zannettikleri anlarda bile, aslında kader ipinin en zayıf halkasında sallanmakta, ilâhî hesap gününe doğru sürüklenmektedirler.
Mazlumun Ahı Arşa Çıkar
Zulme uğrayan her mazlumun duası, arşa doğru yükselir. Belki görünürde bir sessizlik vardır; ama bu sessizlik, ilâhî adaletin sabrıdır. Zira Allah, zalimi hemen cezalandırmaz. Ona mühlet verir. Ta ki yaptıkları ortaya çıksın, tövbe kapısı kapanmasın. Ancak bu mühlet, ebedî bir serbestiyet değildir. Zamanı geldiğinde hesabı çok çetin olur.
Hakikatin Sahibi Mazlumdur
Bugün mazlumlar ağlarken, İsrail’in güldüğünü görebiliriz. Ancak bu gülüş, Firavun’un boğulmadan önceki son kahkahası gibidir. Mazlumun arkasında bir dua ordusu vardır. Ve o dua ordusu, görünmeyen bir sabır seliyle zulmün surlarını yıkacaktır.
Son Söz
Ey zulme göz yumanlar! Ey haksızlığı meşrulaştıranlar! Bilin ki ateşin şiddetiyle oynuyorsunuz. O ateş sizi de içine çekmeden önce, hakka dönün. Vicdanlarınızı uyandırın. Zira zulmün cezası, sadece zalime değildir. Sessiz kalanlara da dokunur.
Ve ey mazlumlar! Sabredin. Dua edin. Çünkü Allah’ın vadettiği zafer yakındır. “Allah, sabredenlerle beraberdir.” (Bakara, 153)
O Allah ki; bizi yaratmadan evvel bilendi, yaratırken gören, yaşarken işitendir. O’nun ilmi, görmesi ve işitmesi; mekânla sınırlı, zamanla kayıtlı, zahire mahkûm değildir. O, görünmeyeni görür, söylenmeyeni işitir, saklanılanı bilir. Zira O, her şeyin hem zahirine hem de batınına muttalidir.
İlmi Sonsuz Olanın Huzurunda Yaşamak
İnsan, mahiyet itibarıyla hem zayıf hem de unutkandır. Lakin Rabbi unutmaz. Sessizce dökülen gözyaşını, kimsenin duymadığı iç çekişi, dilde şekillenmeyen kalp niyazını işiten bir Rab vardır. Bu hakikat, insanın kalbine iki türlü tesir eder: Bir yandan büyük bir teselli, diğer yandan derin bir mesuliyet.
Yalnız kaldığını zannettiğinde bile izleniyorsun. Kimsenin seni anlamadığını sandığında bile, seni senden iyi anlayan var. Gecenin bir yarısında dökülen gözyaşlarını gören ve o gözyaşlarına rahmetini indiren bir Kudret vardır. O Allah’tır; Semi’dir, Basîr’dir, Alîm’dir.
Bir Gölge Hikâyesi: Kimse Yok Sanma
Bir zamanlar, dağ başında yalnız yaşayan bir derviş vardı. Her gün ibadet eder, dua eder, kimseyle görüşmezdi. Ona soruldu:
“Ey derviş, burada yalnız yaşamaktan korkmuyor musun? Kimsen yok mu?”
Derviş gülümsedi:
“Ben yalnız değilim. Allah beni görüyor, işitiyor, biliyor. O varsa, başka kime gerek var?”
Sonra şu cümleyi ekledi:
“İnsanlar görmese de olur, Allah görüyorsa yeter. İnsanlar anlamasa da olur, Allah anlıyorsa yeter.”
Hayatın Kamera Kaydı: Amellerin Yazılması
Bir âyet şöyle buyurur:
“Sizinle beraber (her yaptığınızı kaydeden) gözetleyiciler vardır. Şerefli yazıcılar. Ne yaparsanız bilirler.” (İnfitâr, 10–12)
İnsanın her hâli kayıt altındadır. Gözün gördüğü, kulağın işittiği, elin tuttuğu, kalbin geçirdiği… Her şey yazılıyor. Çünkü Allah, sadece zahiri değil, kalbin en gizli meyillerini dahi bilir.
Unutulan Bir Bilinç: Murakabe
İslâm’ın en büyük terbiyelerinden biri “murakabe” yani Allah’ın gözetimi altında olduğunu bilmektir. Peygamber Efendimiz (sav), ihsanı şöyle tarif eder:
“Allah’ı görüyormuşçasına ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”
Bu bilinç, günahlardan uzaklaştırır, ibadeti derinleştirir, hayatı anlamlandırır.
Son Söz: Her Hâlimiz Kaydediliyor
Bir gün gelecek, herkesin içi dışına çıkarılacak. Gizli kalmış her niyet, açığa çıkacak. Kul, Rabbiyle baş başa kaldığında, “Ben bilmiyordum” deme şansı olmayacak. Çünkü Rabbi hep biliyordu.
O halde ne yapmalı?
Riya değil, ihlasla yaşamalı. İnsanlar için değil, Allah için yapmalı. Kalabalıklarda değil, yalnızken de Allah’ı unutmamalı.
Çünkü O, seni her hâlinle duyuyor, görüyor ve biliyor.
AHLAKIN BESLENDİĞİ KAYNAK DİNDİR DİN OLMADAN AHLAK OLMAZ. DİN AHLAK İKEN, DİNİ OLMAYAN AHLAK, AHLAK DA DEĞİLDİR DİN AHLAKIN DA,HAYATINDA HAYATI VE ESASIDIR
Ahlakın Beslendiği Kaynak Dindir
Ahlak… İnsan hayatının özü, toplumların temel direği, medeniyetlerin ruhudur. Fakat bu yüksek yapının dayandığı temel nedir? Hangi kaynak onu besler, büyütür ve yaşatır? İşte bu sualin cevabı nettir: Ahlakın beslendiği kaynak dindir. Zira din olmadan ahlak, yönsüz bir gemi, köksüz bir ağaç gibidir. Görünüşte vardır, fakat içi boştur, geleceği yoktur.
Tarihe bakıldığında görülecektir ki; yüce ahlak örnekleri, peygamberlerin izinde yürüyen, vahyin nuruyla aydınlanan toplumlarda yükselmiştir. Çünkü din, insana sadece “iyi ol” demez; “neden iyi olmalıyım?” sorusuna da cevab verir. Menfaatsiz, karşılık beklemeden yapılan iyiliği ancak Allah’a imanın sıcaklığı yaşatabilir. Oysa din dışı ahlak anlayışlarında, temel çoğu kez çıkar, toplum baskısı ya da geçici faydalardır. Bunlar da kalıcı bir ahlak sistemi inşa etmeye yetmez.
Din, sadece ibadet değildir; ibadetle birlikte ahlaktır. Kur’an’da en çok geçen emirlerden biri “iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak”tır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” buyurarak ahlakın dinin ta kendisi olduğunu ortaya koymuştur.
Dini olmayan ahlak, pusulasız bir seyrüseferdir. Kime göre iyi, neye göre kötü soruları cevapsız kalır. Ahlakı Allah’tan değil de sadece toplumdan alan bir anlayış, zamanla yozlaşır. Çünkü toplum değişir, beğeniler değişir, modalar değişir… Ama Allah’ın koyduğu ölçü değişmez. Hırsızlık her zaman haramdır, yalan her zaman günahtır, adalet her zaman fazilettir. İşte bu sabiteler, ahlakı ayakta tutar.
Eğer din ahlaktan soyutlanırsa şekilciliğe; ahlak da dinden soyutlanırsa riyakârlığa düşer. Biri içsiz, diğeri temelsiz kalır. Halbuki ahlak, dinle kemale erer; din, ahlakla hayata yansır.
Bir çobanın da bir sultanın da aynı ahlaki ilkelere bağlı kaldığı, zenginin fakiri ezmediği, güçlü olanın zayıfa merhamet ettiği, kul hakkının titizlikle gözetildiği bir toplum… Ancak dinin değerleriyle mümkündür. Çünkü dinde ahlak, sadece bu dünyayı değil, ebedi hayatı da ilgilendirir. Kötülüğün karşılığı sadece kanun değil, aynı zamanda ilahi hesaptır. Bu bilinç insanı içten disipline eder.
Bugün dünyada yaşanan ahlak krizlerinin temelinde, ahlakın dinden koparılması yatmaktadır. Modern insan, dine mesafe aldıkça ahlaki değerlerini de yitirmiştir. Boşanmalar artmış, aileler dağılmış, güven sarsılmış, çıkarcılık yüceltilmiş, hakikat değersizleşmiştir. Çünkü dinin olmadığı yerde nefsin heva ve hevesi hüküm sürer. Ve nefsin arzularına dayanan bir ahlak, eninde sonunda yıkılır.
Sonuç olarak: Ahlak, ruhunu dinden alır. Din, ahlakın temeli, hayatın esasıdır. Dinsiz ahlak, sahte bir süstür; dindar ahlak ise ilahi bir cevherdir. Toplumların dirliği, kalplerin birliği, sadece bu ilahi temeller üzerinde inşa edilebilir. O hâlde ne diyelim?
Ahlaklı olmak istiyorsak, evvela imanlı olmalıyız. Çünkü ahlak, dindar bir vicdanın gülüdür.
Dünyanın altındakiler üstündekilerden daha çok. Her gün bir dünya geliyor, bir dünya gidiyor.
İnsanoğlu yeryüzüne her geldiğinde “kalıcı” gibi davranır ama aslında her gelen, gidenler kervanına katılmak için gelir. Doğum, yaşamın kapısıdır; ölüm ise gerçek yurdun eşiği. Ve işte böyle başlar “gelip geçmek” dediğimiz o büyük yolculuk. Sessiz, derin, kaçınılmaz…
Bugün toprağın üstünde yürüyenler, dün toprağın altında olanların çocuklarıdır. Ve yarının üstündekileri de bizden sonrakiler olacak. Dünya bir konaktır, durak değildir; bir yoldur, menzil değil. Ama insanlar bu yolda ebediyet hayaliyle oyalanır, baki sandıkları fani şeylerin peşinden ömür tüketirler.
Oysa her gün bir dünya geliyor; bebek çığlıklarıyla başlıyor hayat. Her gün bir dünya gidiyor; sessiz cenaze alaylarıyla uğurlanıyor. Bu muazzam dönüşüm, her nefeste işleyen bir hakikattir. Ve insan bu hakikatin ortasında, çoğu zaman gafletle yürür.
Dünyanın altındakiler üstündekilerden daha çok. Mezarlar şehirlerden daha kalabalık. Sessizliğin diliyle bağırıyorlar: “Biz de sizin gibiydik, siz de bizim gibi olacaksınız!”
Ancak dünya öyle büyülü ki, bu sesleri bastırıyor. Ekranlar, vitrinler, reklamlar, hırslar… Hepsi birer uğultu makinesi. Kulakları hakikate sağırlaştırıyor. Oysa bir mezarlığın yanından geçmek bile yeterdi aslında, bir anlık uyanış için…
İşte geldik, gidiyoruz… Ne getirebildik, ne götürebileceğiz? Biriktirdiklerimiz değil, verdiklerimiz bizimle gelecek. Sahip olduklarımız değil, şükrettiklerimiz kalacak. Sevdiklerimiz değil, Allah için sevebildiklerimiz bize yoldaş olacak.
Hayat; gelip geçmenin değil, gelişin ve gidişin anlamını bulmanın adıdır. Bu anlamı bulanlar için ölüm bir yok oluş değil, bir kavuşma olur. Öyleyse bu gidişi unutmadan, her günü son gün gibi yaşamak gerekir. Çünkü son günün zamanı gizlidir, ama gelişi kesindir.
Ve bir gün sıra bize de gelecek. Toprak, sessizce yeni bir “dünya” daha alacak altına. Geriye ise sadece şu kalacak: “O, ne için yaşamıştı? Ve neye değer vermişti?”
UĞRUNA HERŞEYİN FEDA EDİLDİĞİ DÜNYA: Başında: Ezan ve Kamet Sonunda: Sela ve Namaz Ya ortada? Ve birde; Ezan,Kamet ve Sela ve Namazsız ise!
DEĞER Mİ? KISA BİR HAYAT İÇİN, EBEDİ BİR HAYATI FEDA ETMEK?
UĞRUNA HER ŞEYİN FEDA EDİLDİĞİ DÜNYA: BAŞI, ORTASI, SONU
“Dünya bir misafirhanedir. Gelen gider, kalan göçer. Akıllı olan, kalıcı olanı geçici olana feda etmez.”
1. Başlangıç: Ezan ve Kamet ile Gelen Bir Hayat
İnsan, dünyaya gözlerini açtığında kulağına ezan ve kamet okunur. Henüz hiçbir sorumluluğu olmayan masum bir bebek, bu iki çağrıyla bir yolculuğun başlangıcına adım atar.
Ezan ve kamet, sadece namazın değil, hayatın da bir özeti gibidir: Allah’a yönelmek, O’na kulluk etmek için çağrıdır.
Kur’an, hayatın bu ilahi çağrıyla başladığını şöyle hatırlatır:
> “Allah, sizi annelerinizin karnından bir şey bilmez halde çıkardı ve size kulaklar, gözler ve gönüller verdi ki şükredesiniz.” (Nahl Suresi, 16:78)
2. Hayatın Ortası: İmtihan ve Tercihler
İşte asıl mesele buradadır: Hayatın ortası.
Burası bir oyun ve eğlence sahası değil, bir imtihan meydanıdır.
Kur’an-ı Kerim buyurur:
> “Sizi sadece boş bir amaç için yarattığımızı ve gerçekten bize döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun Suresi, 23:115)
Hayatın ortasında iki büyük tehlike vardır:
Dünya sevgisine esir olmak.
Ahireti unutmak.
Peygamber Efendimiz (sav) şöyle ikaz eder:
> “Dünya tatlı ve çekicidir. Allah sizi orada imtihan edecektir. Sakının! Dünya fitnesinden sakının!” (Müslim, Zikir, 99)
Hayatın ortası doğru yaşanmazsa, son pişmanlık fayda vermez:
> “Rabbim! Beni geri döndür ki terk ettiğim salih amelleri yapayım!” (Müminun Suresi, 23:99-100)
3. Son: Sela ve Cenaze Namazı
Her hayat bir sona varır. Son durak: Sela ve cenaze namazı.
Selâ, ölümün ilanıdır.
Cenaze namazı, insanın arkasından yapılan son dua ve vedadır.
Kur’an ölüm gerçeğini şöyle bildirir:
> “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.” (Ankebut Suresi, 29:57)
Hayatı nasıl yaşadıysak, ölümümüz de ona göre olacaktır.
Peygamberimiz (sav) şöyle buyurur:
> “Kişi, yaşadığı hal üzere ölür; öldüğü hal üzere diriltilir.” (Müsned, 4/135)
4. Namazsız Bir Hayat: En Büyük Hüsran
Bazı insanlar doğar, yaşar ve ölür; fakat bir kere bile secdeye varmaz. Bu, en büyük aldanıştır.
Allah şöyle buyurur:
> “Namazı terk eden ve hevalarına uyan kimseler, ileride büyük azapla karşılaşacaklardır.” (Meryem Suresi, 19:59)
Namaz, kulun Allah’a sadakatinin göstergesidir. Namazsız bir hayat, Allah ile bağı kopmuş bir hayattır.
Gerçek kurtuluş, namazla, imanla, salih amellerle hayatı donatmakla mümkündür.
5. Son Söz: Değer mi?
Şu kısacık dünya hayatı için, ebedi saadet feda edilir mi? Geçici hevesler için sonsuz mutluluk terk edilir mi?
Kur’an buyuruyor ki:
> “Oysa ahiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.” (A’lâ Suresi, 87:17)
Öyleyse, hayatın ortasını imanla ve güzel amellerle doldurmak, asıl akıllılıktır.
Öğüt:
Ey insan! Başlangıçta masum bir bebek olarak geldin, sonunda bir kefene sarılarak gideceksin. Ortada kalan şu kısa ömrü boşa harcama! Nefsin arzularına aldanma, dünyanın süsüne kapılma. Sana verilen bu ömür sermayesini, ebedi hayatın saadeti için kullan!
Unutma:
> “Bu dünya bir oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurdu ise işte gerçek hayat odur. Keşke bilselerdi!” (Ankebut Suresi, 29:64)
Dua:
“Allah’ım! Bizi dünyaya aldanmaktan koru. Ömrümüzü iman ve salih amellerle süsle. Son nefesimizi imanla verdir. Başımızı ezanla, ortasını namazla, sonumuzu selâ ve rahmetle tamamla. Bizi dünya hırsına köle değil, ahiret saadetine layık kullarından eyle. Âmin.”