İNSANLARI ÖZETLEMEK MÜMKÜN OLSA…

İNSANLARI ÖZETLEMEK MÜMKÜN OLSA…

Her biri ayrı bir dünya…
Kimisi bir dağ kadar sabırlı, kimisi bir rüzgâr kadar savrulgan…
Kimisi karanlıkta bir kandil, kimisi aydınlıkta bile yolunu şaşıran…
İnsanlar farklıdır. Hem surette, hem sîrette. Farklı hayatlara, farklı sınavlara, farklı yollara doğarız. Ama sonunda aynı toprağa döneriz.

İnsanları özetlemek mümkün olsa, belki de her biri tek bir cümlede saklı olurdu. Ama o cümle, bazen bir ömürlük olurdu. Çünkü kimse göründüğü kadar değil, yaşadığı kadardır. Ve her insanın ardında bir hikâye vardır: Kimi ağlatır, kimi düşündürür, kimi sadece susar.

1. KİMİ HAKİKATLE YAŞAR, KİMİ HİKÂYEYLE

Bazı insanlar, gerçeği arar; hayatını anlamak için sorular sorar. Onların gözleri hakikati arar, kalpleri Hakk’a yönelir.
Ama kimileri vardır ki, yaşadıkları sadece görüntüdür; bir sahne, bir rol, bir taklit… Onların dünyasında samimiyet değil, sahicilik değil; şekil ve gösteriş vardır.

İşte insanları özetleyen bir fark da budur:
“Kimisi yaşar; kimisi sadece rol yapar.”

2. KİMİ İNŞA EDER, KİMİ İMHÂ

Bazıları girdiği her yere huzur götürür; kırıkları onarır, gönülleri toplar.
Kimi ise girdiği her yerde iz bırakmaz, iz siler.
Bir insan ya bir duadır ya da bir sınavdır. Kimileri vardır, tanıdığına şükredersin; kimileri, tanıdığına tövbe edersin.

“Bazı insanlar gül gibidir; dikenine rağmen güzellik getirir.
Bazıları da diken gibidir; gülü dahi soldurur.”

3. KİMİ HİZMET İÇİN VAR, KİMİ SADECE KENDİNE YAR

Bazı insanlar, yaşamakla yetinmez; yaşatmak ister.
İyilik taşırlar omuzlarında, merhamet taşırlar sözlerinde.
Ama bir de yalnızca kendi menfaatini düşünen, her şeyi kendine mizan kılanlar vardır.

“Bazısı dua olur, bazısı duvara çarpan ses.”
“Bazısı yol olur, bazısı yol keser.”

4. KİMİ KENDİNİ BİLİR, KİMİ HER ŞEYİ

En zoru, insanın kendini bilmesidir.
Kendini bilen haddini bilir. Ama nefsine tapan, her şeyi bilir de kendini bilmez.
Dışını süsleyen çoktur, ama içini temizleyen az.

“Kimi içini ayna gibi parlatır,
Kimi sadece vitrini parlatır.”

SONUÇ: HER İNSAN BİR KİTAPTIR, AMA HER KİTAP OKUNMAZ

İnsanları özetlemek mümkünse, bu onların izinde saklıdır:
Kim neye yönelmişse, onunla var olur.
Kim hakikate tutunmuşsa kalır, kim dünyaya yapışmışsa uçar gider.
Önemli olan; ne kadar yaşadığı değil, nasıl yaşadığıdır.
Gerçek özet; hayattan sonra yapılan yorumdur.
“İyi bir insandı.” diyebildiklerimiz, aslında en uzun kitapları en kısa cümleyle özetlediklerimizdir.

ÖZET:

Bu makale, insanların farklı yaşantılarını şu dört ana başlıkla özetler:

1. Hakikatle yaşayanlar ile görüntüde kalanlar,

2. İnşa edenler ile yıkıcı olanlar,

3. Hizmet edenler ile sadece kendine çalışanlar,

4. Kendini bilenler ile her şeyi bildiğini sananlar.

İnsanları özetlemek mümkündür, ama sadece dış görünüşle değil; niyetleri, izleri ve arkada bıraktıklarıyla.
Kimi bir cümlelik şiir, kimi yüz sayfalık boşluktur.
Ve en değerliler, okununca insanı susturanlardır.

 

 

Loading

No Responsesمايو 9th, 2025

KUR’ÂN-I KERÎM’İ ÖZETLEMEK MÜMKÜN OLSA…

KUR’ÂN-I KERÎM’İ ÖZETLEMEK MÜMKÜN OLSA…

Kur’ân-ı Kerîm, semâvî kitapların en sonuncusu ve en mükemmelidir. O, Allah’ın kullarına hitabıdır; insanın yaratılış gayesini, dünya imtihanını ve ahiret akıbetini bildirir. Onu sadece bir kitap olarak görmek, hakikatine karşı kör olmaktır. Kur’ân, bir harita değil; bizzat hakikatin ta kendisidir. Onu özetlemek, deryayı bir damlada anlatmak gibidir; imkânsız değildir ama eksiksiz de olamaz.

Peki, Kur’ân’ı bir bakışta kavrayabilmek, onun özüne temas etmek mümkün mü? Evet, mümkündür. Lakin bu, lafzî bir özet değil; ruhî ve hikmetli bir idrak ile mümkündür.

1. TEVHİD: Her Şeyin Başladığı Yer

Kur’ân’ın temeli tevhiddir: Allah birdir, ortağı yoktur. Bu hakikat, Kur’ân’daki her hükmün, her kıssanın, her emrin temelinde yatar. Yaratılmış olan her şey, O’nun kudret ve hikmetini ilan eder. Kainatta birliği gören, Kur’ân’da da birliği bulur.

> “De ki: O Allah birdir.”
(İhlâs, 112/1)

İhlâs Suresi, bu derin hakikatin özüdür. Kur’ân, bu cümleyi detaylandırır, tevhidi hayatın merkezine yerleştirir.

2. NÜBÜVVET: Peygamberlerle Gelen Rahmet

Kur’ân, peygamberleri sadece tarihî şahsiyetler olarak değil, yol göstericiler olarak takdim eder. Hz. Âdem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v.) kadar bütün peygamberler, aynı mesajı getirmiştir: “Allah’a kulluk edin, azgınlıktan sakının.”

Peygamberler, Kur’ân’da hem örnek, hem uyarı, hem de ümide vesiledirler. Her kıssa, aslında insanın iç dünyasındaki mücadeleye bir ayna tutar.

3. ÂHİRET: Sonsuz Hayatın Gerçeği

Kur’ân, dünya hayatını geçici, âhireti ise kalıcı olarak anlatır. Hesap günü, mahkeme-i kübrâ, cennet ve cehennem, insanın ebedî istikametini belirleyen kavramlardır. Kur’ân’ın en çok üzerinde durduğu hakikatlerden biridir. Çünkü insanı asıl terbiye eden, ebediyet fikridir.

> “Her nefis ölümü tadacaktır. Sonunda bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebut, 29/57)

Bu ayet, insanı dünya sarhoşluğundan uyandırır.

4. ADALET VE AHLAK: İnsanlık Onurunun Temeli

Kur’ân, insanı sadece imanla değil, güzel ahlakla da yoğurur. Kul hakkı, adalet, merhamet, sabır, tevazu, affedicilik… Kur’ân’ın ahlaki sistemi, bütün beşerî sistemlerden üstündür. Zira Allah’ın koyduğu ölçüdür, değişmez.

> “Şüphesiz Allah adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emreder.”
(Nahl, 16/90)

Bu ayet, İslâm medeniyetinin temel taşıdır. Hukuk, siyaset, ticaret, aile… Hepsi bu üç kelimede özetlenir.

5. İNSAN: Sorumluluk Sahibi Bir Halife

Kur’ân’ın muhatabı insandır. İnsan, yeryüzünde Allah’ın halifesi, imtihanın öznesidir. Kur’ân, onu uyarır, eğitir, terbiye eder. Nefsini tanıması için onu hem teşvik eder hem korkutur. Zira insanın içinde hem Firavun var, hem de Hz. Musa.

Kur’ân, insanın içindeki cevheri ortaya çıkarmak için gönderilmiştir.

SONUÇ: BİR KİTAP DEĞİL, BİR HAYATTIR KUR’ÂN

Kur’ân’ı özetlemek mümkünse, bu özet onun bir kelimede düğümlenmiş halidir: “Hidayet.”
O, karanlıkta kalan kalplere ışık, sapıtanlara rehber, unutanlara hatırlatıcıdır.
Kur’ân, sadece bir metin değil; yaşanacak bir hakikattir. Onu anlayan kurtulur, yüz çeviren kaybeder. Zira Kur’ân, Allah’ın sözüdür ve her harfi sonsuz bir hikmet taşır. Her sayfası, insana “Sen kimsin ve nereye gidiyorsun?” diye sorar.

ÖZET:

Bu makale, Kur’ân-ı Kerîm’in özünde hangi temel mesajları taşıdığını anlatır: Tevhid, Nübüvvet, Âhiret, Adalet ve Ahlak, İnsan ve Sorumluluk. Kur’ân; hidayet rehberi, ahlak öğretmeni, adalet kılavuzu ve ebediyet müjdecisidir. Kur’ân’ı bir kelimeyle özetlemek gerekirse, bu kelime “hidayet”tir. Zira o, hem yol gösterir hem yolun sahibini tanıtır. Kur’ân’ı yaşamak, O’nunla hayatı inşa etmek demektir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 9th, 2025

KUR’ÂN-I KERÎM’DE MİZAN, ÂLEMDE NİZAM VE İKİSİ ARASINDAKİ MUVAZENE

KUR’ÂN-I KERÎM’DE MİZAN, ÂLEMDE NİZAM VE İKİSİ ARASINDAKİ MUVAZENE

İnsanoğlu, varlığını sürdürebilmek için sadece fiziksel gıdaya değil, aynı zamanda hikmete, adalete ve dengeye muhtaçtır. Kur’ân-ı Kerîm, bu ihtiyaçlara cevaben, pek çok kavramı insana sunar. Bunlardan biri de “mizan”dır. Mizan, sadece terazi anlamına gelmez; adaletin, ölçünün ve dengeli oluşun remzidir. Âlemlerin Rabbi, her şeyi bir ölçü ile yaratmıştır. Bu ölçüye sadakat, hem kâinatta düzenin hem de toplumda huzurun teminatıdır.

Mizan: İlâhî Ölçü ve Adalet

Kur’ân’da mizan, hem maddî hem de manevî sahada İlâhî bir ölçü olarak anlatılır:

> “Gökleri Allah, mizan ile yükseltti. Sakın dengeyi bozmayın.”
(Rahman, 55/7-8)

Bu ayet, bize iki şeyi bildirir: Birincisi, kâinatın harikulade düzeni ilâhî bir ölçüye dayanır. İkincisi, insan bu dengeye müdahale ettiğinde zulüm baş gösterir. Mizan; terazidir, ama aynı zamanda kainat kitabında her varlığın yerli yerinde ve hikmetle bulunmasının ismidir.

Nizam: Âlemin Sükûneti

Nizam, bir şeyin kendi yerinde ve düzeninde olmasıdır. Güneşin doğması, mevsimlerin değişmesi, elektronların yörüngede dönmesi hep bu nizamın bir neticesidir. Bu düzen, tesadüfün değil, ilim, irade ve hikmet sahibi bir Zât’ın eseridir.

> “O, her şeyi bir ölçüye göre yaratmıştır.”
(Kamer, 54/49)

İnsan, bu nizamdan ibret almalı, kendi hayatında da bir düzen kurmalıdır. Aksi hâlde kaos kaçınılmaz olur. Zira iç dünyasında nizamı kuramayan bir insan, dış dünyaya da karmaşa taşır.

Muvazene: Aradaki İnce Ayar

Mizan ve nizam kavramları, birbirinden ayrı değil, birbirini tamamlayan iki hakikattir. Muvazene ise bu ikisi arasında kurulan köprüdür. Muvazene, dengeye sadakat demektir. Ne eksik, ne fazla… Aşırılıklardan uzak, mutedil bir yol…

Kur’ân’ın ifadesiyle:

> “Ağırlığı tastamam yapın, teraziyi eksik tutmayın.”
(Rahman, 55/9)

Bu emir, sadece alışverişte değil, ibadette, muamelede, sevgide ve hatta öfkede dahi ölçülü olmamız gerektiğini gösterir. Muvazene, hayatın her alanına sirayet etmelidir. Sevgi nefretle, umut korkuyla, çalışma dinlenmeyle, kalp akılla dengelenmelidir.

Bozulan Denge ve Neticeleri

İnsan, mizanı bozduğunda sadece kendi hayatında değil, tabiatta da fesada sebep olur. Ekolojik felaketler, sosyal kargaşalar, ekonomik krizler hep bozulan mizanın birer tezahürüdür. Yeryüzünde adaletin eksikliği, kalplerde merhametin azalmasıyla birleşince insanlık, kendi eliyle kendi düzenini yıkmaktadır.

> “İnsanların elleriyle kazandıkları yüzünden karada ve denizde fesat ortaya çıktı.”
(Rum, 30/41)

Sonuç Yerine: Mizanlı Bir Hayatın İnşası

Kur’ân, sadece okunmak için değil, yaşanmak için inmiştir. Mizan kavramı, bize sadece adaletli olmayı değil, hikmetli yaşamayı da öğretir. Kâinattaki nizamdan ibret alıp kendi iç dünyamızda muvazene kurarsak hem ferdi hem içtimai saadet mümkündür.

İnsan, kendi kalbinde mizanı kurarsa, hayatında da nizamı bulur. Muvazene, sadece terazide değil, dilde, kalpte, niyette ve davranışta da olmalıdır. Zira denge, İlâhî bir emirdir; ona tabi olan kurtulur, onu bozan helake sürüklenir.

ÖZET:

Bu makalede Kur’ân-ı Kerîm’de geçen mizan kavramı ile âlemdeki nizamın İlâhî bir ölçüye dayandığı anlatılmaktadır. Mizan, adalet ve ölçüyü; nizam, varlıklar arası düzeni; muvazene ise bu iki unsur arasındaki dengeyi ifade eder. Kur’ân, insana hem iç dünyasında hem de sosyal hayatında bu dengeyi korumasını emreder. Mizanı bozan insan, hem kendi iç huzurunu hem de dünyanın düzenini sarsar. Denge üzerine kurulu bir hayat ise hem ferdî saadet hem de toplumsal huzurun anahtarıdır.

 

Loading

No Responsesمايو 9th, 2025

Kur’ân-ı Kerîm’de Hitabın Hikmeti: Lafızdan Manaya İlâhî Üslûp

Kur’ân-ı Kerîm’de Hitabın Hikmeti: Lafızdan Manaya İlâhî Üslûp

Kur’ân-ı Kerîm, yalnızca bir kutsal kitap değil, aynı zamanda beşerî kelamın erişemeyeceği yücelikte eşsiz bir hitaptır. Allah Teâlâ’nın ezelî kelâmı olan bu kitap, lafızda mucize, manada derinlik, hitapta ise en yüksek edep ve tesire sahip bir rehberdir. Kur’ân’ın hitap tarzları, hem gramer bakımından incelendiğinde hem de manevî yönüyle ele alındığında, her çağda insan ruhuna tesir eden bir sanat ve hikmet diliyle örülmüştür.

1. Lafız ve Ses Unsurlarıyla Hitap

Kur’ân, kelimeleri seçerken sadece anlam değil, ses estetiği (seci’, kafiye ve ahenk) bakımından da kulaklara hitap eder. Örneğin:

> “Yâ eyyuhellezîne âmenû!” (Ey iman edenler!)
Bu hitap şekli, sadece anlam olarak değil, ahenkli ses yapısıyla da dikkat çeker. Bu üslûp, muhatabı sarsar, uyarır ve dikkate davet eder. Aynı zamanda topluluğa hitap etmesiyle sorumluluk bilincini artırır.

2. Gramer ve Cümle Yapısıyla Hitap

Kur’ân’da hitap bazen ikinci şahsa, bazen üçüncü şahsa, bazen de doğrudan Allah Teâlâ’ya yöneltilir. Bu geçişler, dilin canlılığına delildir. Misal:

> “İyyâke na’budu ve iyyâke neste’în” (Yalnız Sana ibadet ederiz ve yalnız Senden yardım dileriz) [Fâtiha, 5]

Burada fiillerin çoğul kipte kullanılması, ümmet şuurunu yansıtır. Aynı zamanda zamirlerin vurgulanışı, hitabın öznesiyle olan bağı güçlendirir. Kur’ân, bazen emredici, bazen öğüt verici, bazen de sevgiyle yaklaşıcı bir tonla konuşur.

3. Mana Yönüyle Hitap: Kalplere İnşa Edilen Köprü

Kur’ân’ın hitap tarzları sadece lafız ve gramerle sınırlı değildir; asıl tesirini mana üzerinden kurar. Aynı âyet, bir zalime tokat, bir mazluma merhem olur. Zira Kur’ân, niyete göre konuşur, kalbe göre açılır. Bir âyetle Allah korkusu salan, başka bir âyetle merhamet ve ümidi besleyen bu kelam, Rab ile kul arasında hikmetli bir hitap köprüsüdür.

> “Kul yâ ibâdîyellezîne esrefû alâ enfusihim lâ taknetû min rahmetillâh…”
(De ki: Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin.) [Zümer, 53]

Bu âyet, sadece günahkâr bir kula değil, ümidi tükenmiş bir yüreğe de seslenir. Seslenirken ne azarlayıcı ne de ilgisizdir; tam aksine, mahcup ruhu kaldıran bir şefkatle dokunur.

4. Temsilî Anlatım ve Soru-Cevap Biçimiyle Hitap

Kur’ân’ın pek çok âyetinde, karşılıklı konuşma havası hâkimdir. “De ki…” (قُلْ) ile başlayan âyetler, hitabın muhatabını bir nevi diyalog ortamına çeker. Ayrıca Kur’ân, temsilî kıssalarla anlatımı güçlendirir.

Hz. Musa ile Firavun, Hz. İbrahim ile Nemrut, Hz. Yusuf’un kuyu ve zindan hikâyesi… Bunlar sadece tarihî olaylar değil, her insana ait deruni imtihanların sembolleridir. Kur’ân bu kıssalar aracılığıyla muhatabını bizzat olayların içine dâhil eder.

5. Hitabın Ahlâkî ve Eğitici Boyutu

Kur’ân’daki hitap tarzı, muhatabı aşağılamaz, küçük düşürmez; aksine onu terbiye eder, yüceltir. Peygamberlere hitapta bile ince bir edep vardır:

> “Vasbir li-hükmi rabbike fe inneke bi-a’yuninâ.”
(Rasûlüm! Rabbinin hükmü yerine gelene kadar sabret. Çünkü sen bizim himâyemizde, gözetimimiz altındasın.) [Tûr, 48]

Bu hitap, bir teselli, bir ödül ve aynı zamanda ilâhî gözetim altında olduğunu hatırlatır. Böylece Kur’ân, sadece öğretici değil, aynı zamanda terbiye edici bir kelamdır.

Sonuç ve Hikmet

Kur’ân-ı Kerîm’deki hitaplar; lafızda estetik, gramerde sistem, manada derinlik ve hikmet barındırır. Her kelimesi hesaplı, her cümlesi hikmetli ve her hitabı ruhları kuşatan bir çağrıdır. İnsan, bu kelamı okudukça hem Allah ile konuşur, hem kendi iç dünyasını keşfeder. Kur’ân, insana sadece emir vermez; ona değer verir, onu inşa eder ve onunla konuşur. Bu yönüyle Kur’ân, yalnız okunacak değil, duyulacak bir kelamdır.

Makale Özeti

Bu makale, Kur’ân-ı Kerîm’in hitap tarzlarını lafız, gramer ve mana yönüyle incelemektedir. Kur’ân’ın kelimeleri hem ses hem anlam açısından muhatabını etkileyici şekilde seçilir. Gramer yapısıyla farklı şahıs kipleri ve zamirler üzerinden dikkat çeker. Mana bakımından ise kalplere tesir eden derin mesajlar taşır. Temsilî anlatım, kıssalar ve soru-cevap yöntemleriyle insanı hem düşündürür hem terbiye eder. Kur’ân’daki hitap tarzı, yalnızca bir iletişim değil, aynı zamanda bir ahlâk, edep ve ruh terbiyesidir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Başlangıç ve Bitişin Sahibi: “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır”

Başlangıç ve Bitişin Sahibi: “O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır”

“هُوَ الْاَوَّلُ وَالْاٰخِرُ وَالظَّاهِرُ وَالْبَاطِنُۚ وَهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ”
“O Evvel’dir, Âhir’dir, Zâhir’dir, Bâtın’dır. O, her şeyi hakkıyla bilendir.” (Hadîd, 3)

İnsan, doğduğu andan itibaren evvelini, sonunu, dışını ve içini anlamaya çalışan bir yolcudur. Bu yolculuk, en nihayetinde kendi varlığını, hayatın manasını ve âlemin sahibini arayışa dönüşür. İşte Kur’an, bu arayışta insanın elinden tutar ve onu hakikate ulaştırır. Hadîd Sûresi’nin bu kudsî âyeti, insanın idrakini aşan bir hakikati öz ve derinlikli bir dille ifade eder: Allah her şeyin başıdır, sonudur; dışta tecelli edendir, içte gizli olandır.

Evvel: Başlangıcın da Ötesi

“Evvel” olan Allah, varlık âleminden önce vardır. Ne madde vardı, ne zaman; ama Allah vardı. O, her şeyin başlangıç noktasını belirleyen, yaratmayı murad ettiğinde “Ol” diyerek her şeyi yoktan var eden Zât’tır. İnsan geçmişini bilmek ister, soyunu, tarihini araştırır. Fakat her geçmiş, O’nun ilminde bir ân gibidir. Evvel olan Allah’a iman, insanı kendisinin bir tesadüf değil, bir kasıt ve kudret ürünü olduğunu anlamaya götürür.

Âhir: Sonsuzluğun Sahibi

“Âhir” olan Allah, her şey sona erse de bâkî kalacak olandır. İnsan, ölüm karşısında acizdir. Hayat, bir gün son bulacak; beden dağılacak, zaman silinecek. Ama Allah, her şeyin sonunda yine orada olacak. Bu şuur, mü’mini dünyada geçici olanın peşinde değil, bâkî olanın izinde yaşamaya sevk eder.

Zâhir: Aşikâr Olan

“Zâhir” olan Allah, yarattıklarıyla kendisini gösterendir. Güneşin ışığında, bir çiçeğin nakşında, kalbin atışında, rızkın gelişinde… Her yerde O’nun izleri, her şeyde O’nun sanatı vardır. Allah, yarattığı kâinat kitabıyla kendini tanıtır. Gören göz, işiten kulak, hisseden kalp için bu âlem, adeta “Ben Rabbim” diyen bir delildir.

Bâtın: Gizli Olan

“Bâtın” olan Allah, aklın erişemediği, gözün göremediği, sırrın sırrıdır. O, her şeyin iç yüzünü bilir. Kalpten geçen niyetleri, içimizdeki endişeleri, kimseye söyleyemediğimiz duaları işitir. Kimi zaman bir musibet, dıştan şer gibi görünse de, içte rahmete dönüşür. Bâtın olan Allah’a güven, her halde tevekkül ve teslimiyeti öğretir.

Ve O, Her Şeyi Bilendir

Bu dört sıfatı birleştiren son cümle, hepsine bir mühür vurur: “O, her şeyi hakkıyla bilendir.” O halde, bizim anlayamadığımız zamanlarda da bir bilen, bir gören, bir murad eden vardır. İnsan, sınırlı bilgisiyle hüküm vermeden önce, sonsuz ilmin sahibine tevekkül etmeli; her halin arkasında O’nun hikmetini aramalıdır.

Özet:

Hadîd Sûresi 3. âyeti, Allah’ın zaman ve mekândan münezzeh olduğunu; her şeyin başında, sonunda, dışta ve içte O’nun hâkimiyetinin bulunduğunu bildirir. “Evvel” sıfatı yaratılıştan önceki varlığına, “Âhir” sonsuzluğuna, “Zâhir” kâinattaki tecellîlerine, “Bâtın” ise görünmeyen derinliğine işaret eder. Bu sıfatlar, kulda iman, teslimiyet, tefekkür ve tevekkül duygularını inşa eder. Her hâlükârda, her şeyin en doğrusunu bilen Allah’tır.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Kalbin Uyanışı: Ubudiyetle Hayat Bulan Cevher

Kalbin Uyanışı: Ubudiyetle Hayat Bulan Cevher

“İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlâs altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nurânî, misâlî âlem-i emirden gelen emirle öyle bir şecere-i nurânî olarak yeşillenir ki, onun cismânî âlemine ruh olur.”

İnsanoğlu, cismaniyet perdesiyle sarılmış, dünya imtihanına gönderilmiş bir ruh sahibidir. Maddî gözle bakıldığında et ve kemikten ibaret zannedilen bu varlık, hakikatte sonsuzlukla irtibatlı bir kalbin taşıyıcısıdır. O kalp, insanın çekirdeğidir. Ve her çekirdek gibi ya toprağın altında çürür gider yahut rahmetle ıslatıldığında bir ağaca inkılâp eder.

Kalbin toprağı, ubudiyetle yumuşar. İhlâs ile saflaşır. İslâmiyet ile iska edilirse –yani o çekirdeğe Kur’ân’ın ve sünnetin rahmet yağmurları düşerse– içindeki cevher uyanır. Bu uyanış, sıradan bir fark ediş değil, hakikatin bizzat kendisine yöneliştir. O kalp, imanla intibaha gelir; dünyanın gafletiyle uyuşmuşken, Rabbinin nuruyla silkinir.

İşte o anda insan, misâl âleminden gelen bir emirle sarsılır. Bu, âlem-i emrin yani kudsî emirlerin menbaı olan yüksek bir âlemin dokunuşudur. Kalbin derinliklerine işleyen bu emir, içte öyle bir filizlenme başlatır ki, o filiz zamanla şecere-i nurânîye –yani nurlu, manevi bir ağaca– dönüşür. Ve insanın manevî dünyasında bir bahar başlar.

Bu nurânî ağaç, öyle bereketlidir ki, meyveleri sadece bireysel huzur değil; başkasına da feyiz veren bir manevi atmosfer oluşturur. Kökleri ihlâsta, gövdesi ubudiyette, dalları sabırda ve meyveleri rızada olan bu ağaç; insanın zahirî cismanî yönüne de ruh olur. Artık beden sadece bir kabuk değil, o ruhaniyetin tecelligâhıdır. Ameller sıradan değil, ihlâsla yoğrulmuş ibadetlere dönüşür. Niyetler dünya menfaatlerinden sıyrılır, ahiret ufkuna yönelir.

Ne var ki, bu büyük inkılâp; kolay bir süreçle gelmez. Kalbin uyanışı, gafletin, heva ve hevesin, nefsin ve dünyanın perdelerinden sıyrılmakla mümkündür. Ubudiyet, bu perdeleri yırtan yegâne ışıktır. İhlâs ise o ışığın berrak ve saf kalmasını sağlayan sırdır. Eğer kalp bu iki hakikatle birleşirse, hem dünyada hakiki huzur hem de ahirette ebedî saadetin anahtarı olur.

Sonuç olarak, kalp; sıradan bir et parçası değil, insanın sonsuzlukla olan bağının merkezidir. Onun hakiki hayatı, ubudiyetle başlar, ihlâs ile kemale erer ve İslâmiyet’in nuru ile ışıldar. Bu nurla kalp, sadece kendi varlığını değil, bedenin de ruhunu teşkil eder. Zira hakiki hayat, imanla başlar; marifetle gelişir ve ubudiyetle meyvesini verir.

Özet:

Bu makalede, insanın kalbinin, ubudiyet (kulluk) ve ihlâs (samimiyet) ile İslâmiyet’in rahmeti altında yeşererek nasıl nurlu bir ağaca dönüştüğü anlatılmıştır. Kalp, imanla uyandığında, yüksek bir âlemden gelen emirle dirilir ve sadece iç âleme değil, bedenin zahirî yönüne de hayat verir. Bu süreç, nefsin perdelerinden sıyrılmakla ve sürekli bir manevi çabayla gerçekleşir. Kalbin gerçek uyanışı, insanın hem bu dünyada hem de ahirette hakiki saadete ulaşmasının yoludur.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Makale: Sözün Büyüsü – Beyanın Sihirle Buluştuğu Yer

Makale: Sözün Büyüsü – Beyanın Sihirle Buluştuğu Yer

1. Söz Büyü Olur mu?

Abdullah b. Ömer’den rivayet edilen bu hadis-i şerifte, Efendimiz (sav) şöyle buyurur:

> “Doğu tarafından iki adam gelip hutbe verdiler. İnsanlar onların beyanlarına hayret ettiler. Bunun üzerine Resûlullah (sav) şöyle buyurdu:
‘Şüphesiz beyanın bir kısmı sihirdir.’”
(Buhârî, Edeb 95; Müslim, Zühd 62)

Bu söz, ilk bakışta mecazi gibi görünse de, kelamın tesiriyle insanların akıl, kalp ve iradelerinin yönlendirilmesine dikkat çeker. Zira söz, sihirli bir değnek gibi doğru ellerde şifa; yanlış ellerde yıkım olur.

2. Söz: Hakikatin Aynası mı, Aldatmanın Maskesi mi?

Söz, hakikati ortaya koymak için yaratılmıştır. Ancak tıpkı ateşin hem ısıtma hem de yakma özelliği olduğu gibi, kelam da doğru kullanıldığında aydınlatır, yanlış kullanıldığında saptırır.

Hz. Peygamber’in “beyan sihirdir” ifadesi, şu iki yönlü tehlikeye işaret eder:

Hakikati yaldızlı sözlerle gizlemek (demagoji)

Batılı hak gibi sunmak (propaganda, manipülasyon)

Bugün özellikle medya, reklamcılık, siyaset ve sosyal medya gibi alanlarda bu “beyanın sihri” çok açık şekilde kullanılmakta, hakikat bulanıklaştırılmaktadır.

3. Etkileyici Söz: Bir Silah Gibi

Söz, sahibinin kalbinden çıkar ama dinleyenin kalbine yönelir. Bu yöneliş bazen hidayete, bazen ise saptırmaya sebep olur.

Firavun’un sihirbazları, söz ve gösteriyle halkı büyülemişti.

Nemrut, kelamla halkı inandırmıştı ki kendisi tanrıdır.

Ebu Cehil, Mekke halkını sihirle korkutmuş, Hz. Peygamber’i sözle itibarsızlaştırmak istemişti.

Ama aynı şekilde:

Hz. Musa, Allah’ın kelâmıyla Firavun’a meydan okudu.

Hz. Muhammed (sav), Kur’an’la insanları karanlıktan nura çıkardı.

Ashab, hikmetli sözlerle gönülleri fethetti.

Demek ki söz, içinde taşıdığı niyete göre büyü olur ya da nûr.

4. Bugünün Sihirbazları: Ekranlar ve Algılar

Modern zamanın sihri, artık kelimelerle yapılmaktadır. Bir kelime, bir başlık, bir video cümlesiyle:

İnsanlar birbirine düşman edilebiliyor,

Ahlâklar değiştirilebiliyor,

Milletler yönlendirilebiliyor.

Kelimeler silaha dönüştürülüyor.
O halde, söz sahipleri kadar söz dinleyenlerin de akıl, izan ve dikkatle süzgeç kullanması gerekir. Zira bazen bir slogan, bir milleti uyandırır; bazen bir yalan, bir nesli felakete sürükler.

5. Sözün Sahibi Kadar Sorumluluğu da Büyük

Efendimiz (sav) buyurur:

> “Kişi, Allah’ın rızasını kazanacak bir söz söyler, onunla ne kadar yükseldiğini düşünmez. Yine kişi Allah’ın gazabını çekecek bir söz söyler, onunla ne kadar alçaldığını fark etmez.” (Buhârî, Rikak 23)

Bugün de yazan, konuşan, paylaşan herkes, sözün hem maddî hem manevî tesirini düşünmeli. Çünkü:

Bir söz, bir gönlü onarır.

Bir söz, bir kalbi yıkar.

Bir söz, bir toplumu ihya eder.

Bir söz, bir nesli ifsat eder.

6. Sonuç: Sihirli Sözler mi, Hakikatli Beyanlar mı?

Peygamber Efendimiz’in uyarısı, kelamın ne kadar güçlü bir etkiye sahip olduğunu hatırlatır. Bugün toplumların da, bireylerin de, bir şeyin hak mı bâtıl mı olduğunu ayırt etmek için beyanların büyüsüne değil, hakikatin izine bakması gerekir.

Unutulmamalıdır ki, söz sihirdir ama en büyük sihir, Allah’ın kelamıdır. O yüzden her söz, Kur’an’a arz edilmeli; her beyan, hakikatle tartılmalıdır.

Makale Özeti:

Efendimiz’in “Beyan sihirdir” hadisi, sözün insanlar üzerindeki etkisinin büyüklüğüne dikkat çeker. Söz, ya insanı hakikate taşır ya da saptırır. Bu nedenle söz sahibi kadar dinleyici de dikkatli olmalıdır. Günümüzde sözle yapılan algı yönetimi, manipülasyon ve demagoji, bu hadisle daha da anlam kazanır. Söz bir nimettir, ama aynı zamanda bir imtihandır. En doğru söz, Allah’ın kelamıdır; her beyan ona göre ölçülmelidir.

@@@@@@

https://www.islamiokul.com/kitap/files/buh/had/151/1938.htm#:~:text=%5B%2D5767%2D%5D%20Abdullah%20b,%2D%20bir%20sihirdir%2C%20buyurdu.%22

https://tesbitler.com/index.php?s=Sihir

https://youtube.com/shorts/ne7rJ0imU_0?feature=share

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Bir Asa, Bin Hikmet – Hz. Musa’nın Asâsı ve İlahi Kudretin Simgesi

Bir Asa, Bin Hikmet – Hz. Musa’nın Asâsı ve İlahi Kudretin Simgesi

1. Asâ Değil, Kudretin Dili

Asâ kelimesi zahirde sıradan bir değnek anlamına gelir. Fakat Hz. Musa’nın elindeki asâ, sıradan bir değnek değil, ilahî kudretin sembolü haline gelmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de asânın geçtiği sahneler, yalnızca bir mucize gösterisi değil, aynı zamanda insanın acziyetini ve Allah’ın mutlak kudretini ilan eden mesajlarla doludur.

> “(Allah) dedi: ‘Ey Mûsâ! Sağ elindeki nedir?’
Mûsâ dedi: ‘O benim asâmdır. Ona dayanırım, onunla davarlarıma yaprak silkelerim. Daha başka işlerim de vardır onunla.’”
(Tâhâ, 17-18)

Bu diyalog bize gösteriyor ki, Hz. Musa’nın gözünde bu asâ sadece bir ihtiyaç aracıdır. Fakat Allah’ın kudretiyle o sıradan değnek, büyük bir tecelli sahnesine dönüşür.

2. Kur’ân’da Hz. Musa’nın Asâsıyla Gerçekleşen Mucizeler

a. Yılan Olması (Tâhâ, 20; Neml, 10):

> “Asâsını attı, bir de ne görsün; o, sanki koşan bir yılan olmuş.”

Asânın yılana dönüşmesi, Firavun’un sihirbazlarına karşı yapılan mucizevî meydan okumada kullanılmıştır. Bu olay, hak ile bâtılın çatışmasında, Allah’ın mucizesinin sihri yuttuğu bir anı temsil eder.

b. Denizin Yarılması (Şuarâ, 63):

> “Biz Mûsâ’ya: ‘Asânla denize vur!’ diye vahyettik. Derhal deniz yarıldı, her parça büyük bir dağ gibi oldu.”

Burada asâ, kurtuluşun anahtarı haline gelir. Musa’ya ve İsrailoğulları’na yol açar, Firavun ve ordusuna mezar olur. Bu mucize, ilahî yardımın zamanla sınırlı olmadığını, asânın da sadece fiziksel değil, tevhidin sembolü olduğunu gösterir.

c. Taştan Su Çıkması (Bakara, 60):

> “Mûsâ kavmi için su istemişti; biz de ona: ‘Asânla taşa vur!’ demiştik. Taştan on iki pınar fışkırdı…”

Asâ, bir kez daha kıtlıkla sınanan bir topluma hayat verici bir vasıta olur. Allah’ın emriyle cansız bir taş, rahmet pınarına dönüşür.

3. Asâya Dair Rivayetler: Sonra Ne Oldu?

Kur’ân’da asânın akıbetiyle ilgili doğrudan bilgi bulunmaz. Fakat bazı rivayetlere göre:

Asâ, Hz. Musa’nın vefatından sonra İsrailoğulları arasında emanet olarak saklanmış, hatta Tabut-u Sekîne (Ahit Sandığı) içerisinde yer aldığı ifade edilmiştir.

Bazı tefsirlere göre asâ, Hz. Adem’den Hz. Musa’ya kadar gelen bir peygamberlik nişanesi idi.

Bazı yorumlara göre ise asâ maddî değil, manevî bir misal, Allah’ın kudretine işaret eden bir semboldür.

Bu rivayetlerin ortak noktası, asânın yalnızca bir değnek değil, vahiy ve kudretin taşıyıcısı olduğudur.

4. Asâ’nın Hikmeti: Araç Değil Amaç Olmayan Kudret Vesilesi

Hz. Musa’nın asâsı, bize şunu öğretir:
Allah isterse kuru bir değnek, bir orduya galip gelir.
İnsan ise kendi zayıflığını ve acizliğini unutmamalı; asıl güç ve tesirin, sebep ve vasıtalarda değil, Allah’ın kudretinde olduğunu bilmelidir.

Bugün de insanlar maddî imkânlara “asâ” muamelesi yapıyor. Bilimi, teknolojiyi, politikayı kutsallaştırıyor. Oysa Musa’nın asâsı, bize vasıtaların değil, onları yönlendiren elin önemli olduğunu gösteriyor.
Asâ Allah’ın kudret elindeyse mucize olur, insanın elindeyse sadece bir odun.

5. Günümüz İçin Bir Ders: Asân Nerede?

Bugün bizler, Firavunların zulmü karşısında Musa’nın asâsını arıyoruz. Ama belki de Allah diyor ki:
“Sen asâ ol, ben kudretimi gösteririm.”

Musa’nın asâsı maddî olarak kaybolmuş olabilir. Ama onun temsil ettiği inanç, tevekkül ve tevhid asla kaybolmaz. Her çağda Musa’nın yürüdüğü bir yol ve Firavun’a karşı kaldırılan bir asâ vardır.

Makale Özeti:

Hz. Musa’nın asâsı, Kur’ân’da sıradan bir değneğin ilahî kudretle nasıl mucizelere vesile olduğunu gösteren önemli bir semboldür. Yılan olması, denizi yarması ve taştan pınar fışkırtması gibi mucizeler, asânın değil, Allah’ın kudretinin birer tezahürüdür. Asânın sonradan ne olduğuna dair kesin bilgi yoktur; ancak manevî anlamı, günümüze kadar taşınmıştır. Asâ, sadece bir nesne değil, Allah’a olan güvenin ve hakikate teslimiyetin bir sembolüdür. Bugün bize düşen, asâdan bir mucize beklemek değil, imanla yola çıkıp o mucizeye vesile olmaktır.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Hakikat ile Aldanış Arasında – Kur’ân’da Sihir, Sihirbazlık ve Vahyin Nuruna Gösterilen Direnç

Hakikat ile Aldanış Arasında – Kur’ân’da Sihir, Sihirbazlık ve Vahyin Nuruna Gösterilen Direnç

1. Giriş: Sihir Nedir, Ne Değildir?

Kur’ân-ı Kerîm, sihri insanlık tarihinin karanlık bir mirası olarak tanıtır. İnsan aklını ve kalbini perdeleyen, hak ile bâtılı birbirine karıştıran bir aldatma sanatı olarak sunar. Bu yönüyle sihir, sadece bazı gözbağcı hareketlerden ibaret değil, hakikatin üzerini örten bir perdedir. Kur’ân’da sihir, insanları aldatmak, yönlendirmek ve zihinleri karıştırmak için kullanılan bâtıl yolların bir sembolüdür.

2. Kur’ân-ı Kerîm’de Sihirle İlgili Ayetler ve Tefsirleri

a. Bakara Suresi 102. Ayet: Harut ve Marut Kıssası,özetle;

> “Süleyman (a.s.) küfre düşmedi. Fakat şeytanlar insanlara sihri ve Babil’de Harut ile Marut’a indirilen iki meleğe öğretileni öğretiyorlardı…”

Bu ayette sihrin, insanlar arasında fitneye vesile olan ve şeytanî bir yönelişle yayılan bir unsur olduğu vurgulanır. Harut ve Marut’a öğretilen ilim ise bir imtihandır. Tefsirlerde bu, bilginin kötüye kullanımı konusunda bir uyarıdır. Her ilim hakikat için kullanılmaz; sihir, ilmin bozulmuş şeklidir.

b. A’râf Suresi 116-118: Musa ve Sihirbazların Mücadelesi

> “(Mûsâ) ‘Haydi atın!’ dedi. Onlar (sihirlerini) attılar, insanların gözlerini büyülediler ve onları korkuttular; büyük bir sihir yaptılar.”

Burada sihrin halkı nasıl etkilediği, göz boyadığı ve korkuya sevk ettiği görülür. Ancak hakikat karşısında bâtıl yok olur: Mûsâ’nın asası onların yaptıklarını yutar. Bu, hakikatin sihri boşa çıkarma gücünü simgeler.

c. Tâhâ Suresi 69:

> “…Onların yaptıkları bir sihirbaz hilesidir. Sihirbaz ise nereye varsa iflah olmaz!”

Burada sihrin “hile” olarak nitelenmesi önemlidir. Gerçek tesir değil, aldatma ve aldatılma ilişkisi vardır. Sihirle yürüyen bir yolda asla kalıcı başarı ve saadet yoktur.

3. Neden Peygamberimize “Sihirbaz” Dediler?

Kur’ân’a karşı çıkan müşrikler, onun etkileyici üslubunu, kalplere işleyen hakikatini ve insanların hayatlarını değiştirme gücünü sihir olarak tanımladılar. Çünkü bu vahiy, onların düzenini, çıkarlarını ve batıl inançlarını tehdit ediyordu. Direnemeyecekleri kadar kuvvetli bir tesir vardı ama bu tesiri kabullenmek iman gerektiriyordu. Oysa onlar nefislerini ve çıkarlarını teslim etmek istemediler.

> “Bu Kur’ân apaçık bir sihirden başka bir şey değildir.” (Sâffât, 15)
“Bu adam sizi atalarınızın taptıklarından çevirmek isteyen bir sihirbazdır.” (Sâd, 4)

Burada “sihir” yaftası, hakikati çarpıtmak, halkı manipüle etmek ve vahyi itibarsızlaştırmak için kullanılan bir stratejidir. Zihinleri bulandırmak ve halkı uzak tutmak adına kullanılan bir propagandadır.

4. Hakikatin Büyüsü: Sihir Değil, Kalbe İşleyen Nur

Kur’ân’ın insanlar üzerindeki tesiri, sihrin değil hakikatin tesiridir. Kalbe dokunur, vicdanı sarsar, aklı uyandırır. Bir sihirbaz insanların gözünü boyar; Peygamber ise kalplerdeki pası siler.

Bu yüzden sihirbazlıkla itham edilen bir Peygamberin tek silahı, kelamının hak ve hikmet oluşudur. Eğer bu söz sihirse, kalplerin fethi neden bunca ilim, bunca inkılâp, bunca değişimi getirmiştir?

5. Günümüze Dair Bir İbret: Hâlâ Aynı Perde

Bugün de Kur’ân’ın mesajı etkileyici bulunduğunda, bazı çevreler bu etkiyi küçümsemek veya alaya almak için benzer suçlamalara başvururlar. Kimi zaman “büyüleyici bir hitabet”, kimi zaman “psikolojik etki” diyerek, vahyin nurunu sıradanlaştırmaya çalışırlar.

Oysa hakikat, kalplere tesir eder çünkü fıtratla buluşur. Kur’ân’ın gücü göz boyamakta değil; kalbin gözünü açmaktadır.

Makale Özeti:

Kur’ân-ı Kerîm, sihri bâtıl bir yol, hakikati perdeleyen bir aldatmaca olarak tanımlar. Peygamber Efendimiz’e “sihirbaz” denmesi ise müşriklerin vahyin etkisinden korkmaları ve onun hakikatini gölgelemek istemeleri nedeniyledir. Kur’ân’ın tesiri sihir değil, kalpleri dirilten ilahî bir nurdur. Bugün de benzer şekilde vahyi küçümseme gayretleri, hakikatin önünde sonunda galip geleceği gerçeğini değiştiremez. Çünkü sihir gözleri yanıltır; vahiy ise kalpleri aydınlatır.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

İkramı Görüp İkram Ediciyi Tanımamak: En Büyük Nankörlük

İkramı Görüp İkram Ediciyi Tanımamak: En Büyük Nankörlük

Düşün ki bir insan var. Kendisine her gün türlü nimetler, lezzetler, güzellikler ulaşıyor. Sabah sofraya oturduğunda taze ekmek, mis gibi kokan çay, gözü doyuran meyveler önünde. Hastalanınca iyileşmesi için şifa sebepleri hazırlanmış; doktorlar, ilaçlar, bedenin kendi içindeki tamir mekanizmaları harekete geçiyor. Geceleri yıldızların altında uyuyor, gündüzleri güneşle ısınıyor. Gökyüzünden rahmet yağıyor, toprak binbir türlü meyveyle karşılık veriyor. Hava, su, toprak, ateş hep onun hizmetinde.

Bu insan, sofraya gelen yemeği getiren garsonu görüyor. Tepsiyi taşıyan eli takdir ediyor. Ancak bu nimetleri ikram eden asıl Zât’ı görmüyor, bilmek istemiyor, hatta inkâr ediyor. “Bu nimetler tesadüfen geldi, doğa yaptı, kendi oluştu,” diyor. Hatta daha da ileri giderek, bu sonsuz ikramları sunan Kudret Sahibine nankörlük ediyor, inkâra kalkışıyor.

İşte bu hal, aklı başında hiçbir insanın kabul edemeyeceği büyük bir tersliktir. İnsan, bir mektubu okuduğunda onun bir yazarı olduğunu düşünür. Bir tabloya baktığında ressamını arar. Bir saraya girdiğinde mimarını ve sahibini merak eder. Peki, bu kâinat sarayı ve içindeki mucizevî düzen karşısında nasıl olur da bir yaratıcının varlığı akla getirilmez?

Tanımanın Hikmeti ve İman Etmenin Şerefi

Kâinatta her şey; gökyüzündeki yıldızlardan, toprağın altındaki solucanlara kadar hepsi birer görevli gibidir. İlahi bir emirle işlerini yapar, yerli yerinde vazife görür. Bu kadar düzen, denge ve hikmet, başıboşlukla, tesadüfle açıklanabilir mi?

Gözü olup da güneşi inkâr etmek, aklı olup da kudreti tanımamak, eline gelen hediyelere bakıp da göndereni unutmak… Bu, sadece nankörlük değil; aynı zamanda bir kalp körlüğüdür.

İman etmek, o nimetlerin arkasındaki Rahman’ı tanımaktır. O’nun gönderdiği ikramlara teşekkürle mukabele etmektir. Asıl huzur da budur, gerçek şeref de budur.

Bir Temsille Mesele

Bir gün bir köyde bir gariban yaşarmış. Her sabah kapısının önünde sepet dolusu nimetler bulurmuş: sıcak ekmekler, taze meyveler, içme suyu… Başta şaşırmış ama sonra alışmış. Gün gelmiş, bu nimetleri kendiliğinden oluştu sanmış. Daha da ileri gidip bu nimetleri getiren kişiye kaba davranmaya, hakaret etmeye başlamış.

Meğer bu nimetleri gönderen kişi köyün en cömert ve zengin beyiymiş. Garibanı sevmiş, ona iyilik etmek istemiş. Ancak garibanın nankörlüğünü görünce, nimetler kesilmiş. O zaman açlıkla baş başa kalınca, hakikati anlamış ama iş işten geçmiş…

Sonuç ve Düşündürücü Hakikat

İnsan, nimetleri görüp de Nimet Sahibine yüz çevirirse, hem kendi değerini kaybeder hem de ebedî bir huzuru kaçırır. Bu kâinat bir sofradır; sofra da bir ikramdır. Her ikramın bir ikram edeni vardır. Gözün görmediği, kalbin hissetmediği, aklın düşünmediği zaman; insan hayvandan daha aşağıya düşer. O yüzden önce şükretmek gerekir. Çünkü şükür, nimetleri tanımanın ve nimeti vereni sevmenin ilk adımıdır.
Özet:

Bu makalede, insana ikram edilen nimetleri görüp de o nimetlerin sahibini tanımamanın büyük bir nankörlük ve akılsızlık olduğu vurgulanmıştır. Her nimetin bir vereni olduğu gibi, kâinattaki nimetlerin de Allah tarafından ikram edildiği anlatılmıştır. Bu nimetleri görüp de Allah’ı tanımamak, hem vicdanî hem aklî bir körlüktür. İman, bu nimetleri doğru okumak ve teşekkürle mukabele etmektir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Kırılma Noktasında Ümmet: Din Savaşı mı, Diriliş Çağrısı mı?

Kırılma Noktasında Ümmet: Din Savaşı mı, Diriliş Çağrısı mı?

Giriş: Zamanın Ruhu ve Kıyametin İşaretleri

Dünya yeni bir eşiğe geldi. Savaşlar artık sadece toprak ya da kaynak için değil, kimlik, inanç ve aidiyet üzerine kurulu hale geldi. Bu da gösteriyor ki çağın fitnesi, önce kalpleri sonra şehirleri yakıyor. Hindistan’ın Pakistan’daki camilere yönelik saldırıları ve İsrail’in bu saldırılara koşulsuz desteği, olayların sadece bölgesel değil, küresel bir kırılmaya işaret ettiğini açıkça göstermektedir. Bu, klasik bir savaş değil; dinlerin, ideolojilerin ve medeniyetlerin bilek güreşidir. Ve tam bu noktada, “İttihad-ı İslam” artık romantik bir ideal değil, bir varoluş ve zorunluluktur.

1. Tarihî Arka Plan: Böl ve Yut

Hindistan alt kıtası, İslam’ın doğuyla buluştuğu en stratejik coğrafyalardan biridir. 1000 yıldan fazla bir süre Müslüman idarecilerin hâkimiyetinde kalan bu topraklar, İngilizlerin kurguladığı “böl ve yönet” stratejisiyle kanla ayrılmıştır. 1947’deki bölünme sırasında yaşanan vahşet, Hindistan ve Pakistan arasındaki kırılmayı derinleştirmiştir. Keşmir meselesi ise, bu bölünmenin hâlâ kapanmamış kanayan bir yarasıdır.

Bugün yaşananlar, sadece bu tarihi kırılmanın yankısı değildir; aynı zamanda Batı’nın ve İsrail’in, “birlik olmamış” İslam dünyasını kontrol altında tutma stratejisidir. Pakistan gibi nükleer bir İslam ülkesini sindirmek, hem coğrafi hem de itikadî planda bir domino etkisi oluşturacaktır.

2. Hedef Cami: Bir Mabedin Vurulması, Bir Ümmetin Yaralanmasıdır

Camilere yapılan saldırılar, maddi bir hedefin ötesinde, manevî bir mesaja sahiptir. Cami, sadece bir ibadethane değil, bir ümmetin kalbidir. Camiyi vurmak, o milletin manevî damarını kesmektir. Bilal Camii’nin hedef alınması, sadece tuğladan yapılmış bir yapının değil, o ismin hatırlattığı sahabe ruhunun hedef alınmasıdır.

Tarih boyunca din savaşlarının sembolü mabetler olmuştur. Haçlılar Kudüs’e girdiklerinde Mescid-i Aksa’yı kirletti. Endülüs’te camiler kiliseye çevrildi. Şimdi de yeni bir haçlı ruhu, Hindistan üzerinden İslam’a meydan okumaktadır. Lakin bu meydan okuma, ümmeti ya birleştirecek ya da paramparça edecektir.

3. İttihad-ı İslam: Bir Fikirden Fazlası

Bu ümmetin kurtuluşu, ancak ittihad-ı İslam’dadır. Bu, sadece siyasî bir birliktelik değil, inançta, ahlakta, hedefte ve kardeşlikte bir birleşmedir. Bugün Pakistan yanarken, Endonezya susmamalıdır. Gazze bombalanırken, İstanbul yalnız kalmamalıdır. Zira Müslümanlar bir bedenin organları gibidir. Bir yer acıyorsa, diğerinin sükûnu haramdır.

İttihad-ı İslam, “tek bir halife” ya da “tek bir bayrak”tan önce, tek bir vicdanda birleşmeyi gerektirir. Ortak acılar, ortak dualar doğurmalı; bu dualar, ümmetin kalbini uyandırmalıdır.

4. Neden Şimdi? Zamanın İlahi Ayetleri

Kur’an bize haber verir: “Fe kad câe eşrâtuhâ” (Muhammed, 18). Kıyametin işaretleri geldi. Fitne, zamanın ruhunu istila etti. Dün Gazze, bugün Pakistan… Yarın neresi? Din adına yapılan zulümler, artık küresel bir koordinasyon içinde yürütülüyor. Bu sistematik baskıya karşı ümmet, sadece duygularla değil, stratejiyle, birlikle ve ferasetle karşı koyabilir.

İnekleri tanrılaştıranlarla, gökleri ve yerleri yaratan Allah’a kulluk edenler arasındaki savaş, artık ideolojik değil, metafizik bir cepheye taşınmıştır. Bu savaş, ahirete inananlarla dünyayı ilahlaştıranlar arasındadır.

5. Diriliş İçin Reçete: Dava Şuurunu Yeniden Kuşanmak

Bugün yapılması gereken, her ferdin kendini “ümmetin temsilcisi” olarak görmesidir. İslam, sadece camide yaşanmaz; diplomasi, medya, ekonomi, teknoloji her alanda direniş gerektirir. Hindistan’ın attığı bombalar kadar, sessiz kalan Müslüman ülkelerin ilgisizliği de öldürücüdür.

Mücadele bir ümmet şuuruyla verilmeli, tarihî miras yeniden diriltilmeli, mezhep kavgaları değil, tevhit eksenli birlik ön plana çıkmalıdır. İttihad-ı İslam için evvela zihniyet ittihadı, ardından fiilî dayanışma gelir.

Sonuç: Son Kale Ayaktadır Ama Kuşatılmıştır

Bugün İslam dünyası, bir vücudun kalbi hükmünde olan Pakistan üzerinden saldırıya uğramaktadır. Bu saldırılar, sadece bir ülkeye değil, tüm ümmete yönelmiştir. Bu yüzden, her Müslümanın duası, duasıyla birlikte gayreti, gayretiyle birlikte basireti olmalıdır. Unutmayalım, ümmetin dirilişi ya birlikte olacak, ya hiç olmayacak.

Makale Özeti:

Hindistan’ın Pakistan’a yönelik cami saldırıları, sadece bölgesel bir çatışma değil, küresel bir dinî hesaplaşmadır. Bu gelişmeler, İttihad-ı İslam’ın artık kaçınılmaz bir zaruret olduğunu göstermektedir. Tarihî, itikadî ve siyasî yönleriyle bu birlik sağlanmadıkça, ümmet yeni felaketlerden kurtulamayacaktır. Diriliş ise ancak kardeşlik, basiret ve imanla mümkündür.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Şirkin Affı Yoktur: Tevhid Yolunda Bir Hayat İmtihanı

Şirkin Affı Yoktur: Tevhid Yolunda Bir Hayat İmtihanı

Giriş

Kur’an-ı Kerim’in en çarpıcı uyarılarından biri Nisa Suresi’nin 48. ayetinde geçer:
“Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz. Bunun dışında, dilediği kimse için her şeyi bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büyük bir günahla iftira etmiş olur.”
(İnnallahe lâ yağfiru en yuşrake bihî ve yağfiru mâ dûne zâlike limen yeşâu. Ve men yuşrik billâhi fekadifterâ ismen azîmâ.)

Bu ayet, iman-akide temelli İslam düşüncesinin merkezini teşkil eden tevhid inancının ne denli hayati olduğunu gösterir. Aynı zamanda şirk günahının affedilmezliğine dair net bir çizgi çizer. Ehl-i Sünnet kelamında bu ayet, insanın imanını zedeleyen ve ebedî felakete götüren en tehlikeli sapma olarak değerlendirilmiştir.

Tevhid: Varlığın Temel Gerçeği

Ehl-i Sünnet itikadına göre tevhid, Allah’ı zâtında, sıfatlarında ve fiillerinde birlemek; O’na hiçbir şekilde ortak koşmamaktır. Bu anlayışa göre bütün âlem, bir tek Allah’ın kudret ve hikmetiyle var olmuş ve O’na boyun eğmiştir. Dolayısıyla şirk, bu en temel hakikati reddetmek ve Allah’tan başka bir güç vehmetmektir.

Kelam ilminde tevhid, sadece “bir Allah’a inanmak” şeklinde yüzeysel bir kabul değil; aynı zamanda Allah’tan başkasına kudret, yardım, ilim, tasarruf, zarar veya fayda verme gücü atfetmemeyi de kapsar. Kalben, zihnen ve fiilen yalnızca Allah’a yönelmek, tevhidin özüdür.

Şirk: En Büyük Zulüm ve İftira

Kur’an, şirki sadece bir inanç hatası olarak değil, aynı zamanda bir iftira ve büyük bir zulüm olarak tanımlar (Lokman 13). Çünkü şirk, Allah’ın uluhiyetine yapılan en ağır saldırıdır. Yaratılmış bir varlığı Allah’a denk görmek ya da O’na benzetmek, kudreti sınırlı olanı sonsuz olana ortak koşmaktır. Bu, hem aklen hem de ahlaken büyük bir sapmadır.

Ehl-i Sünnet alimleri, özellikle şirkin açık (cehri) ve gizli (hafî) türlerine dikkat çekerler. Açık şirk, müşriklerin putlara tapmaları gibi doğrudan bir ortak koşmadır. Gizli şirk ise riya, gösteriş, nefse veya insanlara aşırı bağlılık gibi kalpteki ortaklıklardır. Bu nedenle Resulullah (sav) şöyle buyurmuştur:
“Sizler için en çok korktuğum şey, gizli şirktir.” (İbn Mâce)

Affın Sınırı ve İlahi Merhamet Dengesi

Bu ayet aynı zamanda ilahi adalet ve merhamet dengesini gösterir:
“Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz.”
Bu ifade, affedilmeyen tek günahın şirk olduğunu belirtirken, onun dışındaki her türlü günahın Allah’ın dilemesiyle affedilebileceğini de ilan eder. Bu, kulun şirk dışında her hatadan dönme ve affa mazhar olma umudunu canlı tutar.

Ancak bu umut, asla sorumsuzluk ve günah işleme cesareti vermemelidir. Çünkü ayetin verdiği mesaj açıktır: Şirk üzere ölen bir kimse, Allah’ın affına mazhar olamaz. Tevbe kapısı ise, can boğaza gelmeden evvel her daim açıktır.

Modern Şirk Biçimleri: Putlar Değişti, Tehlike Aynı

Bugün insanlar putlara değil belki, narsizme, paraya, güce, statüye, ideolojilere, bilime veya nefislerine tapıyorlar. Modern zamanın şirki, somut putlar yerine soyut tanrılar üretmiştir. Kalpte Allah’ın yerini alan her şey, şirk tehlikesidir. İnsan, kendi aklını, arzusunu veya toplumun değerlerini “ilah”laştırdığında, tevhid çizgisinden sapar.

Bir mü’minin bu ayeti her gün zihninde ve kalbinde canlı tutması gerekir. Çünkü imtihan dünyasında en büyük mücadele, Allah’a ortak koşmadan, sadece O’na kul olarak yaşayıp bu hâli koruyabilmektir.

Sonuç ve Mesaj

Nisa Suresi 48. ayet, hayatın merkezine tevhidi koymamızı ve şirkten her türlü vesileyle uzak durmamızı emreder. Allah, kullarına karşı sonsuz merhamet sahibidir. Ama şirk, bu merhametin sınırıdır. Bu nedenle en büyük çaba, kalbi şirkten temiz tutmak ve sadece Allah’a yönelmektir.

Makale Özeti:

Nisa Suresi 48. ayet, Allah’ın şirk günahını affetmeyeceğini açıkça bildirirken, diğer günahları dilediği kullar için bağışlayabileceğini ifade eder. Ehl-i Sünnet inancına göre tevhid, İslam’ın temelidir; şirk ise bu temeli yıkan en büyük sapmadır. Modern zamanlarda şirk, sadece putlara tapmakla sınırlı olmayıp, kalpte Allah’tan başka şeylere bağlılık duymakla da ortaya çıkabilir. Bu sebeple, Allah’a yalnızca O’na hakkıyla kulluk etmeli, tevhid üzere bir hayat sürmeliyiz.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Şah Damarından Yakın: Kalpteki Sırrı Bilen Rabbimiz

Şah Damarından Yakın: Kalpteki Sırrı Bilen Rabbimiz

Giriş

Kâf Suresi 16. ayet, Kur’ân’ın en sarsıcı ayetlerinden biridir:
“Andolsun, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona fısıldadıklarını da Biz biliriz. Biz, ona şah damarından daha yakınız.”
(وَلَقَدْ خَلَقْنَا ٱلْإِنسَٰنَ وَنَعْلَمُ مَا تُوَسْوِسُ بِهِۦ نَفْسُهُۥ ۖ وَنَحْنُ أَقْرَبُ إِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ ٱلْوَرِيدِ)

Bu ayet, insanla Allah arasındaki ilişkiyi, yalnızca bir Yaratan ve yaratılan bağı olmaktan öteye taşır. Allah, insanın en gizli hâllerini bilen, kalbinin içinden geçen düşünceleri duyan, ona kendi özünden daha yakın bir Rab’dir.

“Yakınlık” Ne Demektir?

Ayetin merkezinde yer alan “şah damarından daha yakın” ifadesi, mecazî değil, derin anlamlar taşıyan bir teşbihtir. Ehl-i Sünnet kelamında bu yakınlık, mekânsal değil, ilim ve kudretle kuşatma anlamındadır. Yani Allah, insanın en gizli yönlerini bilir, kalbinden geçeni işitir ve iradesini dilediği an yönlendirir. Bu da O’nun sonsuz ilmiyle kullarını kuşattığını gösterir.

Kalbin İçinden Geçeni Bilen Bir Rab

İnsan çoğu zaman yalnız hissettiğinde, kimsenin kalbindekini bilmediğini düşündüğünde unutulmaması gereken şey şudur: Allah, kalbimizdeki en ince hissi dahi bilendir. Dışa vurulmamış bir korku, gizli bir umut, bastırılmış bir hüzün… Hepsinden haberdardır.

Bu hakikat, hem bir teselli hem de ikazdır.
Tesellidir; çünkü kimseye anlatamadığın derdini bilen biri vardır.
İkazdır; çünkü kimse duymasa da kötü niyetini, vesveseni ve içte gizlenen fitneyi bilen biri vardır.

Modern Yalnızlık ve İlahi Yakınlık

Zamanın insanı kalabalıklar içinde yalnız, teknoloji içinde kaybolmuş, dikkatini dağıtan binlerce uyaranla çevrilmiş halde yaşıyor. Kalplerde bir boşluk, zihinde bir savrulma… Böyle bir çağda bu ayetin mesajı çok daha derinleşiyor: “Sen sahipsiz değilsin. Allah seni unutmamış. Senin iç dünyanı senden daha iyi bilen bir Rabbin var.”

Yapay zeka, veri toplama, gözetim teknolojileri… İnsanlar her şeyin izlendiğini zannederken, asıl gözetleyenin, şah damarından yakın olan Rab olduğunu unutuyor.

Hayata Yansıyan Bir İman: Her An Rabbinle Olmak

Bu ayetin bir mü’minin hayatına yansıması, ihsan şuurudur. Peygamber Efendimiz (sav) ihsanı şöyle tarif eder:
“Allah’ı görüyormuş gibi ibadet etmen; her ne kadar sen O’nu görmesen de O seni görüyor.”

Bu ayeti hayatına taşıyan biri:

Kimsenin olmadığı yerde de haramdan kaçar,

Kimsenin duymadığı duayı içinden eder,

Kimseye açıklayamadığı acıyı Rabbine döker,

Kalbini O’na açar,
çünkü bilir ki O, şah damarından daha yakındır.

Sorumluluk: Yakınlık Hesap Gününü de Hatırlatır

Bu yakınlık, sadece bir teselli değil, aynı zamanda bir hesap hatırlatmasıdır. Ayetin devamında meleklerin her sözü yazdığı bildirilir. Hiçbir söz ve niyet zayi olmaz. Allah’ın bu mutlak bilgisi ve yakınlığı, kul üzerinde bir mesuliyet duygusu doğurmalıdır. Zira Allah’ın huzuruna gizli bir şey götürmek mümkün değildir.

Sonuç ve Mesaj

Kâf Suresi 16. ayet, Allah ile kul arasındaki ilişkiyi en mahrem ve derin boyutuyla tasvir eder. İnsan, yalnız değildir. Allah, ona kendi varlığından daha yakındır. Bu ayet, bir yandan kalbi teselli ederken, öte yandan kalbi tevbe, ihlas ve samimiyete davet eder. Çünkü gizli-açık her şey Allah’ın ilmindedir.

Makale Özeti:

Kâf Suresi 16. ayette bildirildiği üzere Allah, insana şah damarından daha yakındır. Bu yakınlık mekânsal değil, ilim, kudret ve kuşatıcılık bakımındandır. Bu ayet, hem teselli hem de sorumluluk taşır. Kul yalnız değildir; Allah, onun iç dünyasını en ince ayrıntısına kadar bilir. Bu şuur, ihsan mertebesini kazandırır ve kulluğu derinleştirir. Ayet, modern yalnızlık çağında kulun Rabbiyle bağını hatırlatır ve içten bir hayat yaşamaya davet eder.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

Alâmetler Geldi: Göz Göre Göre Yaklaşan Kıyamet

Alâmetler Geldi: Göz Göre Göre Yaklaşan Kıyamet

Giriş

“Artık onun alâmetleri gelmiştir. Ona geldikten sonra nasıl olur da imanları onlara fayda verebilir?”
(Muhammed, 18)
Bu ayet, insanoğlunun gaflet içinde yaşarken, gözlerinin önünde gerçekleşen büyük uyarıları görmezden gelişine dair keskin bir ikazdır. Kıyamet bir anda değil, alâmetleriyle birlikte gelir. Ve o alâmetler, tıpkı gün doğumundan önce beliren kızıllık gibi ufkumuzu çoktan boyamıştır.

Alâmetlerin Gelmesi Ne Demektir?

Kur’ân-ı Kerim’de ve Hadis-i Şeriflerde kıyametin küçük ve büyük alâmetlerinden bahsedilir. Bu ayet, artık o alâmetlerin görünmeye başladığını ifade eder.
İbn Kesir ve Kurtubî gibi tefsir alimlerine göre burada geçen “eşrât” kelimesi, kıyametin işaretleri, uyarıları, habercileri demektir.

Resûlullah (s.a.v.)’in gönderilmesi, ilk büyük alâmet olarak kabul edilir. Zira O,
“Benimle kıyamet bu iki parmak gibi (yakındır)” (Müslim)
buyurmuştur. Yani kıyamet, ilk alâmetleriyle zaten gelmiş ve başlamıştır.

Görülüp De İbret Alınmayan Alâmetler

Güneşin batıdan doğması, Deccal’in çıkışı, Ye’cûc ve Me’cûc fitnesi, Dabbetü’l-Arz gibi büyük alâmetler tahlil ve tedkik neticesinde görülmekle beraber, küçük alâmetlerin çoğu çoktan tecelli etmiştir:

İlmin kaldırılması,

Zinanın yaygınlaşması,

Adam öldürmenin artması,

Emanetin kaybolması,

Ehliyetin ehliyetsizlere verilmesi,

Yapıların yükselmesi,

Kadınların çoğalıp erkeklerin azalması…

Bu sayılanlar hadislerde yer alan küçük alâmetlerdendir ve çağımızda gözle görülür şekilde yaşanmaktadır. Ancak çoğu insan bu belirtileri sıradanlaştırmış, kıyametin psikolojik eşiğini aşalı çok olmuştur.

Gaflet: En Büyük Alâmet

Ayette kıyamet alâmetlerinin gelişine rağmen insanların hâlâ onu uzak görmeleri dikkat çekicidir. Çünkü esas sorun bilgi eksikliği değil, gafletin kalbi körleştirmesidir. Kıyametin işaretleri ortada olsa da, göz görmezse, kulak duymazsa, kalp hissetmezse, o işaretler anlamını yitirir.

Bu ayet, aynı zamanda şunu söyler:
“Kıyamet günü geldiğinde değil, gelmeden önce iman etmelisin. Yoksa artık fayda vermez.”
Zira tevbe kapısı, güneş batıdan doğmadan önce açıktır. Sonrasında ise pişmanlık fayda etmez.

Modern Zamanın “Kıyamet Alâmetleri”

Bugünün insanı, ekolojik krizlerle, küresel savaşlarla, ahlâkî çöküşle, sosyal adaletsizlikle, insanlığın kıyametini fiilen yaşıyor. Dünya ısınıyor, kuraklık artıyor, denizler çekiliyor.
Toplumlar manen çökmüş, bireyler yalnızlığa sürüklenmiş.
İşte bunlar da birer alâmettir.
Kıyamet sadece gökten inecek bir azap değildir; içimizde başlar. Vicdan öldüğünde, merhamet tükendiğinde, adalet suskunlaştığında o kıyamet başlamıştır.

İman, Kıyametten Önce Gelmelidir

Bu ayet bize bir hesap gününün kaçınılmazlığını hatırlatır.
O gün geldiğinde artık imanın, tevbenin, pişmanlığın fayda vermeyeceği bildirilmektedir.
Bu yüzden “iman etmek için bir mucize, bir felaket, bir alâmet bekleme” mesajı verilir.
Çünkü alâmetler geldi. Göz göre göre gelmeye devam ediyor.

Sonuç ve Mesaj

Muhammed Suresi 18. ayet, insanlık için güçlü bir uyarıdır:
Kıyamet aniden gelmez, ama alâmetleriyle yavaş yavaş yaklaşır.
Bu ayet, mü’mini uyanmaya, gafletten sıyrılmaya ve hayatını bir “hesap günü bilinciyle” yaşamaya davet eder. Her alâmet, aslında bir rahmettir:
Uyanman için.
Hazırlanman için.
Dönmen için.

Makale Özeti:

Muhammed Suresi 18. ayette, kıyametin alâmetlerinin geldiği ve artık imanın fayda vermeyeceği noktaya yaklaşıldığı bildirilir. Bu, insanlara gözle görülen uyarıların değerini bilmeleri gerektiğini öğütleyen bir ikazdır. Ehl-i Sünnet’e göre, küçük alâmetlerin çoğu çıkmış, kıyametin zemini hazırlanmıştır. Ayet, insanı gafletten uyarır, kıyametin hem kalpte hem kainatta başladığını bildirir. İman ve tevbe, henüz fırsat varken yapılmalıdır; yoksa son pişmanlık faydasızdır.

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025

İşgal Edilmiş Zihniyetin İşgalciliği: Tarih Şuuru ve İ’la-yı Kelimetullah Gerçeği

İşgal Edilmiş Zihniyetin İşgalciliği: Tarih Şuuru ve İ’la-yı Kelimetullah Gerçeği

Tarih sadece olmuşların bir araya gelmiş kronolojisi değildir. Aynı zamanda bir milletin hafızası, ruhu ve istikamet pusulasıdır. Bugün, bazı zihinler işgal altındadır; düşünen değil, düşündürülendir. Mazisine kör, geleceğine şaşı bakan bu zihniyet, kendi ecdadını Batı’nın emperyalist gözlükleriyle yargılamaya kalkışmakta, Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı gibi İslam’ın bayraktarlığını yapan devletleri ganimet ve yayılmacılıkla suçlamaktadır. Oysa bu, hem bir cehalet hem de bir nankörlük ilanıdır.

Abbasi’den Osmanlı’ya kadar yaklaşık 1248 yıl süren bir İslam medeniyet yürüyüşü vardır. Bu yürüyüşün motor gücü, “İ’lâ-yı Kelimetullah” yani Allah’ın adını yüceltme davasıdır. Bu dava; insanı zulümden adalete, cehaletten hikmete, fısk u fücurdan hidayete çıkarma davasıdır. Bu devletlerin yayıldığı topraklar, yağmanın değil, adaletin ve nizamın hüküm sürdüğü coğrafyalara dönüşmüştür.

Emperyalizmle karıştırmak bir sapmadır. Zira emperyalizm, sömürge düzenidir; kaynakları tüketip halkları köleleştirir. Oysa İslam medeniyeti, gittiği yere mektep, medrese, kervansaray, imarethane götürmüştür. Adaleti Arap’a, Acem’e, Türk’e değil; Müslim ve gayrimüslim herkese şamil kılmıştır.

Bugün bu zihniyeti Moğollarla karıştırmak da başka bir gaflettir. Moğollar yıkarak geçti; kitap yaktı, âlim astı. Ecdadımız ise şehir inşa etti, ilim yaydı, diller öğretti, milletleri birleştirdi. Tarih şuurundan yoksun olanlar, bu farkı göremezler.

Bu işgal edilmiş zihinler, Batı’nın dayattığı tarih yazımının yeniden üreticileridir. Onlar için İstanbul’un fethi, bir işgal; Endülüs, bir istila; Kudüs’ün fethi, bir gasp olarak sunulur. Oysa hakikat, bu dar kalıpların çok ötesindedir.

Zira bu medeniyetin mayası tevhid, temel direği adalet, istikameti ise marufun emri, münkerin nehyidir. Gittiği yerde kiliseleri camiye çevirmemiş, kiliseleri koruyarak yanında cami inşa etmiştir. Zorbalık değil, tebliğle fethetmiştir gönülleri.

Bugün İslam coğrafyasının buhranda oluşu, düşmanının güçlü olmasından değil, tarihinden ve köklerinden habersiz kendi evlâtlarının gönüllerinin işgal edilmiş olmasındandır. Kendi medeniyetini, düşmanın nazarıyla izah eden bir neslin nefsine yenik düştüğü açıktır.

Tarihimiz, bir övünç değil; bir mesuliyet vesikasıdır. Ve bu vesika, bizden sadra şifa bir şuur, hakka sadakat ve ecdada vefa ister.

Özet:

Bu makale, İslam medeniyetinin Abbasi, Selçuklu ve Osmanlı örneklerinde görülen yaklaşık 1248 yıllık hakimiyetinin temelinde ganimet ve yayılmacılığın değil, İ’lâ-yı Kelimetullah davasının yattığını vurgulamaktadır. İslam devletlerini Batı emperyalizmiyle eş tutmak, tarih şuursuzluğunun ve işgal edilmiş zihniyetin bir tezahürüdür. Gerçek tarih, adaletin, ilmin ve merhametin egemen olduğu bir medeniyetin izlerini taşır. Bu yazı, bu hakikate yeniden uyanış çağrısıdır.

@@@@@@

Eğer bu üç devlet sömürgeci olmuş olsaydı, önce dillerini, sonra dinlerini ve yer altı zenginliklerini sömürürdü. Tıpkı batının yaptığı gibi.

Kesinlikle doğru bir tesbittir. Eğer Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı gibi İslam devletleri Batı tarzı birer sömürgeci olsaydı, bugün çok farklı bir dünya ile karşı karşıya olurduk. Şimdi bu meseleyi tarihî ve sosyolojik temelleriyle birlikte açalım:

1. Dil Sömürüsü Olmadı:

Batılı sömürgeciler gittikleri her yerde önce kendi dillerini empoze ettiler. Bugün Afrika’nın ortasında Fransızca, İngilizce veya Portekizce konuşulmasının sebebi budur. Çünkü dil, zihnin işgalidir.

Oysa Osmanlı, Arapça’yı İslâm’ın dili olarak muhafaza etti, Kürtçeye karışmadı, Farsçayı yok saymadı. Balkanlarda dahi yerel diller yaşadı. Osmanlı’nın resmî dili Türkçe idi ama bu, diğer dillerin yok edilmesi anlamına gelmedi. Bugün Bosna’da hâlâ Boşnakça, Arnavutça gibi diller yaşıyorsa, bu Osmanlı’nın sömürgeci değil adaletli bir sistem kurmasındandır.

2. Din Sömürüsü Yerine Dini Hürriyet:

Batı sömürgeciliği gittiği her yerde Hristiyanlığı yaymayı birincil hedef haline getirdi. Afrika’da, Güney Amerika’da yerli halklar ya zorla Hristiyanlaştırıldı ya da inançları aşağılandı, yok edildi.

Osmanlı ise gayrimüslimlere millet sistemi ile dinî özerklik tanıdı. Hristiyanlar kendi kiliselerinde, Yahudiler kendi sinagoglarında ibadet etmeye devam etti. Osmanlı topraklarında Yahudiler ve Ermeniler dini liderleriyle birlikte organize olmuş cemaatler olarak varlıklarını sürdürdüler.

3. Yer Altı Zenginliklerine El Konulmadı:

Batı emperyalizmi, özellikle Afrika ve Asya’da yer altı kaynaklarını yağmaladı. Altın, elmas, petrol ve değerli madenler metropollere taşındı. Halklar sefalet içinde bırakıldı.

Osmanlı ise fethettiği yerlerin kaynaklarını merkezileştirmedi, bölgesel kalkınmaya yatırım yaptı. Örneğin Mısır’da sulama kanalları, Balkanlar’da tarım reformları, Hicaz’da su yolları gibi yerel altyapı projelerine kaynak aktardı. Osmanlı hazinesi, Anadolu kadar diğer vilayetlerin de menfaatini gözetti.

Sonuç:

Eğer bu üç devlet (Abbâsî, Selçuklu ve Osmanlı) gerçekten Batı tipi bir sömürge anlayışı taşısaydı:

Araplar bugün Türkçe konuşur,

Kürtler, Farslar kendi kimliğini unutmuş olurdu,

Balkanlar’da bir tek cami kalmazdı,

Ortadoğu’da bir tek gayrimüslim kalmazdı,

Ve en önemlisi, bu topraklarda Osmanlı’ya dair en ufak bir sevgi kalmazdı.

Ama hâlâ Bosna’da bir yaşlı Türk askerini anıyorsa, Kudüs’te Osmanlı izine dua ediliyorsa, Irak’ta Abdülhamid’e rahmet okunuyorsa bu, onların sömürgeci değil emanetçi bir medeniyetin temsilcisi olduğunun delilidir.

 

 

Loading

No Responsesمايو 8th, 2025