Kâinatın Dört Büyük Penceresi: Yokluğun Dehşetinden Varlığın Hikmetine
Kâinatın Dört Büyük Penceresi: Yokluğun Dehşetinden Varlığın Hikmetine
İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesidir. Cenab-ı Hak, insanın mahiyetine öyle cihazlar, öyle duygular derç etmiştir ki;
insan bu duygularla alemin her tabakasını tartar, tanır ve o alemlerdeki Esma-i ilahiyeyi okur. İşte insanı kâinatın merkezine koyan ve onu halife-i zemin yapan sır; Mesmuat, Mubsirat, Mekulat ve Elsine-i Mahlukat denilen dört büyük aleme açılan pencereleridir.
Gelin, bu pencerelerin hakikatine ve “ya olmasalardı?” sorusunun açtığı dehşetli boşluğa, yani mefhum-u muhalifiyle meseleye bir nazar edelim. Zira bir nimetin kıymeti, ancak onun yokluğunun tasavvuru ile tam manasıyla idrak edilir.
1. Mubsirat Alemi: Karanlık Dehlizlerden Sanat-ı İlahiyeye
Göz, kâinat kitabını okuyan bir mütalaa cihazıdır. Mubsirat; yani görülenler alemi, Şems-i Ezelî’nin nurunun tecellisidir. Renkler, şekiller, simalar ve manzaralar, Sani-i Zülcelal’in “Musavvir” ve “Müzeyyin” isimlerinin birer tasviridir.
Mefhum-u Muhalifiyle Bakış:
Bir an için gözün veya ışığın yaratılmadığını, mubsirat aleminin kapalı olduğunu düşünelim. Kâinat, zifiri ve ebedi bir karanlığa gömülürdü. O muazzam çiçeklerin, semadaki yıldızların, insan yüzündeki tebessümün hiçbir manası kalmazdı. Güzellik (hüsn), bakan bir göz olmadığı için yok hükmünde olurdu.
Eğer görme olmasaydı, kâinat muazzam bir heykel atölyesi olduğu halde, kimsenin ziyaret etmediği metruk bir viraneye dönerdi. İnsan, bu karanlık zindanda, kendisine çarpan maddelerden korkan, çevresini idrak edemeyen aciz bir mahluka dönüşürdü. Demek ki göz, sadece yolu görmeye yaramaz; göz, kâinatı bir sanat galerisi hükmüne getirir ve insanı o galerinin seyircisi makamına yükseltir.
2. Mesmuat Alemi: Mutlak Sessizlikten Rabbanî Sadâlara
Kulak, havanın titreşimlerini manaya çeviren harika bir radyodur. Mesmuat; yani işitilenler alemi, kâinatın bitmek bilmeyen zikridir. Rüzgârın uğultusu, gök gürültüsünün heybeti, kuşların cıvıltısı ve insan sesindeki ahenk… Bunların hepsi, kudret kaleminin çıkardığı cızırtılar değil, manidar sadâlardır.
Mefhum-u Muhalifiyle Bakış:
Eğer ses ve kulak olmasaydı, kâinat korkunç ve soğuk bir sessizliğe bürünürdü. En dehşetli patlamaların bile sessizce gerçekleştiği, annenin evladına şefkatle seslenemediği, Kur’an’ın o derûnî tilavetinin işitilemediği bir alem… Böyle bir sükûnet, huzur değil, ancak “vahşet” ve kimsesizlik verirdi.
İnsan, konuşsa bile duyamayacağı için, iletişim dediğimiz o muazzam bağlantı kopar; toplumlar dağılır, medeniyetler kurulamazdı. Demek ki kulak, insanı kâinatın senfonisine davet eden bir bilet, mesmuat ise o senfoninin bizzat kendisidir.
3. Mekulat Alemi: Sadece Doymaktan Lezzet-i Şükre
Dil, sadece bir et parçası değil, Rahman’ın hazinelerindeki erzakı teftiş eden hassas bir müfettiştir. Mekulat; yani yenilenler, rızıklar alemi, Rezzak-ı Kerim’in şefkatini gösterir. Bir elmanın tadında, bir suyun serinliğinde, bir balın lezzetinde gizli olan sadece karbonhidrat veya protein değildir; orada “iltifat-ı şahane” vardır.
Mefhum-u Muhalifiyle Bakış:
Tat alma duygusunun veya tatların olmadığını düşünelim. Yemek yemek, sadece bir arabanın deposuna benzin koymak gibi mekanik ve ruhsuz bir eyleme dönüşürdü. İnsan, ne yediğinden zevk alır ne de ikram sahibini tanırdı.
Müthiş bir sofra serilmiş ama kimse lezzet almıyor… Bu durumda “şükür” kapısı kapanırdı. Zira lezzet, şükrün davetçisidir. Eğer mekulat alemi olmasaydı, insan Rezzak ismini tanıyamaz, sadece hayatta kalmaya çalışan biyolojik bir makine seviyesine düşerdi. Oysa tatlar, bizi mutfaktan alıp, Mün’im-i Hakiki’nin (Gerçek Nimet Veren) dergahına götüren buraklardır.
4. Elsine-i Mahlukat: Anlamsız Uğultudan Fıtrî Zikre
Kâinattaki her varlık, kendine mahsus bir dille konuşur. Elsine-i mahlukat; yani yaratılmışların dilleri, lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile Hak’kı zikretmeleridir. Bir tohumun çatlaması “Ya Fettah” demektir; bir hastanın şifa bulması “Ya Şafi” demektir. Hayvanatın sesleri, nebatatın duruşları, mevcudatın tesbihatıdır.
Mefhum-u Muhalifiyle Bakış:
Eğer mahlukatın bu dilleri anlaşılmasaydı veya manasız olsaydı; dünya, şuursuz, sağır ve dilsiz varlıkların rastgele çarpıştığı bir kaos alanı olurdu. İnsan, etrafındaki hadiseleri yorumlayamaz, tabiatın dilini çözemezdi. Her şey “tesadüf” ve “başıbozukluk” karanlığına düşerdi.
Halbuki hikmet nazarıyla bakıldığında, gök gürültüsü bir tehdit değil, bir tesbihtir. Yağmurun tıpırtısı manasız bir gürültü değil, rahmetin müjdesidir. Bu dilleri okuyamayan için kâinat dilsizdir; okuyan için ise her şey, Halık’ını anlatan birer hatiptir.
Netice: Şükür Anahtarı
Cenab-ı Hak; gözü vererek kâinatın yüzünü, kulağı vererek kâinatın sesini, dili vererek kâinatın tadını, aklı vererek kâinatın manasını insana hediye etmiştir.
Meseleye mefhum-u muhalifiyle, yani “yokluk” penceresinden baktığımızda şu hakikat güneş gibi zahir olur:
Bizdeki bu cihazlar ve dışarıdaki bu alemler, birbirine “tıpatıp” uygun kilit ve anahtar gibidir. Göz güneşe, kulak havaya, dil taama, akıl hikmete aşıktır. Bu uyum, tesadüfün işi olamaz; ancak her şeyi bilen, her şeyi gören ve her şeye gücü yeten bir Zat-ı Zülcelal’in kastı, iradesi ve rahmetiyle mümkündür.
Öyleyse insana düşen; bu pencerelerden bakıp, gaflet perdesini yırtmak ve bütün bu nimetlere karşı cihan şümul bir şükür ile mukabele etmektir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
22/12/2025