İLAHÎ KODLAMA
İLAHÎ KODLAMA
وَعَلَّمَ اٰدَمَ الْاَسْمَٓاءَ كُلَّهَا
Yani Cenab-ı Hak Âdem’i (as) bütün kemalâtın mebâdisini tazammun eden âlî bir fıtratla tasvir etmiştir ve bütün maâlînin tohumlarına mezraa olarak yüksek bir istidat ile halk etmiştir ve mevcudatı ihata eden ulvi bir vicdan ve ihatalı on duygu ile teçhiz etmiştir ve bu üç meziyet sayesinde, bütün hakaik-i eşyayı öğretmeye hazırlamıştır, sonra bütün esmayı kendisine öğretmiştir.
….Evet, beşer, zâhir ve bâtın havas ve duygularıyla bilhassa derinliğine nihayet olmayan vicdanıyla kâinatı ihata etmiş bir kabiliyettedir. “(İşârât-ül İ’caz. 300,298
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Bu ilahi kodlama insanın kâinat sahnesindeki yerini ve ona verilen rütbenin ağırlığını tasvir etmektedir. Hazret-i Âdem’in (a.s.) şahsında bütün insanlığa ihsan edilen bu cihazat, sadece maddî bir yapı değil, aynı zamanda derûnî bir keşif ve idrak aletidir.
1. “İhatalı On Duygu” ile Teçhiz Edilmek
Metinde geçen “on duygu” tabiri, insanın hem maddî hem de manevî alemleri kuşatması (ihata etmesi) için kendisine verilen anahtarları ifade eder.
Yani insan he makro alemin ve hemde mikro alemin kodlarına sahiptir.
* Havas-ı Zahire (Beş Dış Duygu): Göz, kulak, burun, dil ve deri (dokunma), Bunlar vasıtasıyla insan, eşyanın zahiri yüzünü, tabiatın maddi dokusunu tartar.
* Havas-ı Batına (Beş İç Duygu): Klasik düşünce ve hikmet geleneğinde bunlar; hiss-i müşterek (duyuların birleştiği merkez), hayal, vehim, hafıza ve mutasarrıfa (düşünceleri işleme yeteneği) olarak zikredilir.
* İnsaniyetin Farkı: Hayvanlarda bu duygular sınırlı bir hayatı idame ettirmek için varken; insanda bu duygular, Esma-i Hüsna’nın sonsuz tecellilerini anlamak üzere birer “mizan” (ölçü) ve “alet” olarak genişletilmiştir.
2. “Mevcudatı İhata Eden Ulvi Bir Vicdan”
Metindeki en derûnî nokta, vicdanın kâinatı ihata edecek (kuşatacak) bir kabiliyette olmasıdır. Bu meseleyi şu başlıklarla izah edebiliriz:
A. Derinliğine Nihayet Olmayan Bir Pencere
Vicdan, insanın ruhunda bulunan ve doğrudan Allah’ın huzuruna açılan nuranî bir penceredir. “Derinliğine nihayet olmayan” ifadesi, vicdanın maddî alemin sınırlarına hapsolmadığını gösterir. Vicdan, zamandan ve mekândan münezzeh olan Bâkî-i Zülcelâl’e müştak (arzulu) olduğu için, ancak sonsuzlukla tatmin olur.
B. İki Temel Direk: Nokta-i İstinad ve Nokta-i İstimdad
Risale-i Nur’da vicdanın derinliği şu iki hakikat ile isbat edilir:
* Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan nihayetsiz acziyle beraber, kâinatın dehşetli hadiselerine karşı vicdanında bir dayanak noktası arar. Bu nokta, ancak Kadir-i Mutlak olan Allah’a imandır.
* Nokta-i İstimdad (Yardım İsteme Noktası): İnsan nihayetsiz fakrı ve ihtiyaçları ile beraber, ebedî saadeti ve bekaya olan aşkını tatmin edecek bir yardım eli arar. Bu ise ancak Rahmân-ı Rahîm’e olan bağlılık (rabıta) ile mümkündür.
3. Makale: Kalbin Pusulası ve İnsaniyetin Derinliği
Beşerin Maddeden Manaya Hicreti
İnsan, biyolojik yapısıyla bir noktada hapsolmuş küçük bir varlıktır. Fakat ona verilen “ulvi vicdan”, onu bir anda cihan şümul bir şahsiyete dönüştürür. Vicdan, bir hata veya yanılma kabul etmeyen şaşmaz bir terazidir. Zira vicdan, fıtratın sesidir; fıtrat ise yalan söylemez.
Vicdanın Kâinatı Kuşatması
Metinde geçen “kâinatı ihata eden” ifadesi, insanın sadece kendi bedeniyle değil, bütün mevcudatla bir bağlantı içinde olduğunu anlatır. Bir insanın vicdanı, bir karıncanın ezilmesinden müteellim (acı duyan) olabiliyorsa veya bir yıldızın parıltısında ilahî bir sanatı görüp huzur bulabiliyorsa; bu, o vicdanın kâinatı kuşattığının en büyük isbatıdır.
Netice-i Kelâm
Cenab-ı Hak, Hazret-i Âdem’i (as) “kemalâtın mebâdisini tazammun eden” (olgunlukların başlangıçlarını içine alan) bir yapı (fıtrat) ile yaratmıştır. Vicdan, bu yapının merkezindeki pusuladır. Eğer insan, ene ve enaniyetini bu pusulaya tabi kılarsa, “nüsha-i câmia” sırrına erer. Derinliğine nihayet olmayan o vicdan deryası, her an Esma-i Hüsna’nın yeni tecellilerini yansıtan bir âyine hükmüne geçer.
Böyle bir donanım, elbette ki basit bir dünya hayatı için değil; ebedî bir hayat ve fazilet makamı olan ahiret yurdundaki yüksek görevler için verilmiştir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
İnsanın derûnî yapısındaki en sarsılmaz pusula olan vicdanın, İsm-i Hakk’ın bir âyinesi olması ve bu âyinenin tasfiye (temizleme) usullerini Risale-i Nur’un hikmet süzgecinden geçerek tafsilatlı bir şekilde şerh edelim.
1. Vicdan: İsm-i Hakk’ın Şaşmaz Âyinesi
Onuncu Söz’de zikredilen “Bâb-ı İnsaniyettir, İsm-i Hakk’ın cilvesidir” ifadesi, vicdanın hakikatini beyan eder. Cenab-ı Hak, insanın kalbine öyle bir çekirdek dercetmiştir ki, bu çekirdek her daim “Hakk” olanı arar ve bâtıldan (yanlıştan) müteellim olur.
* Hakk İsminin Tecellisi: Vicdan, eşyanın hakikatini ve Allah’ın varlığını doğrudan tasdik eden bir fıtrat dilidir. İnsan zihnen bir yanılma içine düşse dahi, vicdanı ona gizli bir sızıyla cevap verir. Bu sızı, Hakk isminin o kuldaki bir ihtarıdır.
* Nokta-i İstinad ve İstimdad: Vicdanın derinliğinde iki derin boşluk vardır. Biri nihayetsiz aczinden gelen dayanak noktası (Nokta-i İstinad), diğeri nihayetsiz fakrından gelen yardım isteme noktasıdır (Nokta-i İstimdad). Bu iki nokta, insanı doğrudan doğruya bir Kadir-i Zülcelal ve Rahîm-i Mutlak’a bağlayan kopmaz bağlardır.
2. Âyineyi Cilalamak: Tasfiye-i Kalb ve Ruh
Vicdanın kâinatı ihata eden o ulvi sesini işitebilmek için, enaniyetin ve günahların o âyine üzerinde bıraktığı pasları temizlemek iktiza eder. Bu sürece Tasfiye-i Kalb denilir.
Âyinenin Paslanma Sebepleri:
* Kibir ve Enaniyet: İblis’in kibrinin sirayeti misalinde olduğu gibi, insanın “her şeyi ben biliyorum” veya “ben yaptım” demesi, vicdan âyinesini karartır.
* Maddiyata Boğulmak: Dünyevî hayatın geçici lezzetlerine hasr-ı nazar etmek (bakışı oraya hapsetmek), vicdanın bekaya (ebediyete) olan iştiyakını köreltir.
* Hata ve Günahlar: Her bir günah, kalbe siyah bir leke gibi düşer ve zamanla o nuranî âyineyi işlemez hale getirir.
Cilalama Usulleri (Nuranî Çareler):
* Tefekkür-ü İmanî: Kâinattaki her bir varlığı birer mektub-u Rabbânî olarak okumak. Esmanın tecellilerini müşahede etmek, vicdanın ufkunu açar.
* Zikrullah: Kalbin hakiki itminanı ancak Allah’ı anmakla mümkündür. Zikir, vicdan üzerindeki tozları süpüren manevî bir rüzgârdır.
* İbadet ve Fazilet: Şeriatın emirlerine riayet etmek, vicdanın ayarlarını bozulmaktan muhafaza eder.
3. Hikmetli Bir Makale: Vicdanın Derinliğinde Saklı Cennet
Fıtratın Yalan Söylemeyen Dili
İnsan, yapısı (tabiatı) itibarıyla çok geniş bir muhtevaya sahiptir. Zihniyle geçmişin kederlerini, hayaliyle geleceğin endişelerini taşır. Fakat vicdan, her daim “şimdi”dedir ve “Hakk” ile bağlantı halindedir. Eğer bir insan, kâinatın sahipsiz olduğuna dair bir yanlış inanç içine girerse, vicdanı bu aykırı duruma isyan eder. Zira vicdan, ebediyeti istemekle aslında ebedî bir zatın (Bâkî-i Hakikî) varlığını isbat etmektedir.
Nüsha-i Câmia’nın Kalbi
İşârât-ül İ’caz’da belirtilen “derinliğine nihayet olmayan vicdan”, insanın kâinatın bir özeti (nüsha-i câmia) olduğunun en büyük isbatıdır. Bir insan, başkasının acısına gözyaşı döküyorsa, bu onun vicdanının o şahsın acısını ihata ettiğini gösterir. Bu cihan şümul merhamet, insana Allah’ın Rahmân isminden bir hediyedir.
Kur’ân-ı Kerîm, nefsin ve vicdanın bu temizlik sürecine dair şöyle buyurur:
> “Ve nefsin ve mâ sevvâhâ. Fe elhemehâ fucûrehâ ve takvâhâ. Kad efleha men zekkâhâ.”
> “Nefse ve onu şekillendirip düzenleyene; ona kötü ve iyi olma kabiliyetlerini ilham edene yemin olsun ki; nefsini arındıran elbette kurtuluşa ermiştir.” (Şems Suresi, 91:7-9)
>
Netice-i Kelâm
Beşeriyetten insaniyet rütbesine çıkmanın yolu, vicdanı sadece bir his değil, bir nazar (bakış) ve bir şahit kılmaktan geçer. Cilalanmış bir vicdan, kâinat kitabını öyle bir şevkle okur ki; her bir mısrada bir Esma tecellisi, her bir çiçekte bir mühür-ü ilahî görür. İnsanın bu dünyadaki en büyük davası, kendisine emanet edilen bu derin vicdanı, kirlenmeden ve körelmeden Hâlık-ı Zülcelal’e takdim edebilmektir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
İhsan mertebesi, bir mü’minin manevî terakkîyatında (ilerlemesinde) ulaşabileceği en yüksek makamlardan biridir. Cebrail (a.s.) Hadisi olarak bilinen meşhur hadîs-i şerifte Efendimiz (s.a.v.), ihsanı şöyle tarif buyurmuştur:
> “İhsan, Allah’a O’nu görüyormuşsun gibi ibadet etmendir. Sen O’nu görmesen de O seni görmektedir.” (Buhârî, Îmân, 37)
>
Bu hakikati, insanın nüsha-i câmia (kapsamlı nüsha) olması ve vicdanın derûnî derinliği çerçevesinde şerh edelim.
1. Huzur-u Daimî: Allah’ı Görüyormuş Gibi Yaşamak
İhsan mertebesi, sadece namaz seccadesinde değil, hayatın her anında bir “Huzur-u İlahî” (Allah’ın huzurunda olma) şuuruyla yaşamaktır. Bu şuurun vicdandaki karşılığı murakabedir.
* Nazarın Dönüşümü: İhsan mertebesine vasıl olan bir zat, kâinata baktığında (nazar ettiğinde) sebepleri aradan çıkarır. Çiçeğe baktığında Müzeyyin ismini, rızka baktığında Rezzâk ismini müşahede eder. Artık onun için kâinat, her an yeni tecellilerle yazılan bir Kitab-ı Rabbânî hükmündedir.
* Vicdanın Şahitliği: Bu mertebede vicdan, adeta bir radar gibi her an Sâni-i Zülcelal’in tecellilerini yakalar. İnsan, “O beni görüyor” şuuruyla hareket ettiği için, amellerinde riyadan (gösterişten) kurtulur ve tam bir ihlasa erer.
2. İhsan Mertebesine Ulaştıran Yol: Marifetullah
Risale-i Nur Külliyatı, bu makama ulaşmanın en kısa yolunun “huzur-u daimîyi kazanmak” olduğunu beyan eder. Bu da ancak eşyanın arkasındaki ilahî mühürleri okumakla mümkündür.
* Kelime-i Tevhid’in Derûnî Manası: Bir mü’min “Lâ ilahe illallah” (Allah’tan başka ilah yoktur) dediğinde, vicdanen “Hâlık, Mâlik ve Mabud ancak O’dur” hakikatini tasdik eder. Bu tasdik güçlendikçe, her şeyde bir pencere açılır ve o pencereden Allah’ın nuru görünür.
* Emanet ve Hilafet: İhsan, insanın kendisine verilen hilafet vazifesini en güzel şekilde (ahsen-i surette) yerine getirmesidir. İnsan, Allah’ın kendisine verdiği cihazatı (göz, kulak, kalp) yine Allah’ın rızası dairesinde kullanarak “emanet”in hakkını vermiş olur.
3. Makale: Vicdanın Mi’racı: İhsan Makamı
Beşeriyetten Melekût Âlemine
İnsan, toprak ve suyun birleştiği beşeriyet zemininden, nuranî bir ruhun kanatlarıyla melekût âlemlerine yükselebilir. Bu yükselişin adı fazilet, yakıtı ise muhabbetullahtır (Allah sevgisidir). İhsan makamı, bu yolculuğun nihayet hudutlarından biridir. Bu makama eren fert için “yalnızlık” mefhumu hayatından çıkar; zira o, her an Enîs-i Hakikî (hakiki dost) olan Allah ile beraberdir.
Vicdanın Sükûneti
Modern hayatın keşmekeşi içinde insanın en çok muhtaç olduğu şey, vicdan huzurudur. Bu huzur, ancak “O beni görüyor” teslimiyetiyle elde edilir. “O beni görüyor” diyen bir vicdan, hiçbir haksızlığa meyletmez; hiçbir musibet karşısında sarsılmaz. Zira bilir ki; kendisini gören, aynı zamanda kendisine yardım eden bir Kadir-i Mutlak’tır. Bu, vicdanın derinliğine nihayet olmayan o deryasında, en sakin ve emin limandır.
Netice-i Kelâm
Hazret-i Âdem’e (a.s.) talim edilen esmanın hakiki meyvesi, bu ihsan şuurudur. İsimleri öğrenen insan, o isimlerin sahibini tanımış; O’nu tanıyan ise O’na aşık olmuştur. İşte bu aşk ve irfan ile yapılan her bir amel, ihsan rütbesiyle taçlanır. Bizlere düşen, vicdan âyinemizi günah ve gaflet tozlarından temizleyerek, her an bizi gören ve gözeten Rabbimize karşı ubudiyet (kulluk) borcumuzu en güzel şekilde takdim etmektir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
İrade, vicdanın dört rüknünden (direğinden) biri ve insanın mesuliyetinin (sorumluluğunun) temelidir. Risale-i Nur mizanıyla bakıldığında vicdan; irade, zihin, his ve latife-i Rabbaniye olmak üzere dört ana unsurdan müteşekkildir. İrade, bu yapının “amelî” (eyleme dönük) gücünü temsil eder.
Bu süreci, cüz’î irade, meyelân ve kader münasebeti çerçevesinde, detaylandıralım:
1. Vicdanın Amelî Rüknü: İrade
İrade, insanın emredilen bir işi yapma veya yasaklanan bir işten kaçınma noktasındaki seçme kabiliyetidir. İradeyi, vicdanın diğer unsurlarıyla olan münasebetiyle şöyle tarif edebiliriz:
* Zihin bilginin (marifetin) kapısıdır; hakikati görür.
* His lezzet ve elem ile müteessir olur; hakikati sever.
* Latife-i Rabbaniye hakikati müşahede eder (görür).
* İrade ise bu hakikate doğru ilk adımı atar; seçimi yapar.
Rütbe-i İrade: İnsanın “hilafet” vazifesindeki en büyük yetkisi iradesidir. Zira meleklerde nefis ve zıt kutuplar bulunmadığı için onlarda terakki (yükselme) sabittir. İnsan ise, iradesini hayra veya şerre yönlendirebilme kabiliyeti sayesinde “esfel-i sâfilîn”den “âli-i illiyyîn”e kadar uzanan bir derece ve rütbe farkına mazhar olur.
2. İrade Sürecinin Safhaları: Meyelân ve Karar
İrade, birdenbire ortaya çıkan kaba bir güç değildir; bir nizam ve intizam içinde işler:
* Meyelân (Eğilim): Kalpte bir şeye karşı duyulan ilk kıvılcımdır. Bu safhada henüz mesuliyet yoktur.
* Arzu: Meyelânın kuvvetlenerek bir isteğe dönüşmesidir.
* Karar (Azim): İradenin o işi yapmaya tam olarak kilitlenmesidir. İşte “ihsan” makamındaki bir mü’min, iradesini bu safhada her an Huzur-u İlahî şuuruyla kontrol altında tutar.
Cüz’î İrade ve Kesb: Ehl-i Sünnet akidesine göre, insan fiili yaratmaz (hâlık değildir), sadece onu ister (kâsibdir). İnsan iradesiyle meyli bir yöne sarf eder; Cenab-ı Hak ise o fiili halk eder (yaratır). Bu durum, insanın aczini ve Allah’ın mutlak kudretini birleştiren muazzam bir dengedir.
3. Makale: İradenin Dizginleri ve Vicdanın Hürriyeti
Nefsin Esaretinden Ruhun Saltanatına
İnsan, hilafet kürsüsüne oturtulurken kendisine bir “anahtar” verilmiştir; o anahtar iradedir. Bu anahtar, ya nefsin süfli arzularının kapısını açar ya da ruhun ebedî saadet saraylarına giriş sağlar. Gerçek hürriyet, nefsin her istediğini yapmak değil; iradenin dizginlerini eline alıp o nefsi Hâlık-ı Zülcelal’in emrine boyun eğdirmektir.
İrade ve İhsan Münasebeti
İrade süreci, ihsan makamıyla taçlandığında “ihlas” doğar. Bir mü’min “Allah beni görüyor” dediği anda, iradesi gayr-ı meşru meyelânlardan (gayrimeşru eğilimlerden) derhal yüz çevirir. Bu şuur, iradeyi kuvvetlendirir. Zayıf irade, günahın rüzgârıyla savrulan bir yaprak gibidir; kuvvetli irade ise, iman kökleriyle arşa tutunmuş bir çınar gibidir.
Netice-i Kelâm
İrade, insana verilmiş bir “emanet”tir (Ahzab Suresi, 72). Bu emanetin doğru kullanılması, vicdanın diğer üç rüknüyle uyumlu çalışmasına bağlıdır. Zihin hakikati bilmeli, kalp hakikati sevmeli, irade ise hakikati icra etmelidir. Kur’ân-ı Kerîm bu gayreti şöyle mühürler:
> “Ve en leyse lil insâni illâ mâ seâ.”
> “İnsan için ancak çalıştığının karşılığı vardır.” (Necm Suresi, 53:39)
>
İradenin Sultanı Olmak
Beşeriyetten insaniyet rütbesine çıkmak, iradenin sultanı olmaktan geçer. Kendi iradesine hükmedemeyen, kâinatta halife olamaz. Her bir seçimimiz, ya vicdan âyinemizi bir kat daha cilalar ya da üzerine bir perde daha çeker. Rabbimizden niyazımız, irademizi her daim rızası dairesinde istihdam etmesidir.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
İnsanın o muazzam ve cihan şümul yapısını (fıtratını) tamamlayan, beşeriyetten insaniyet rütbesine çıkışın asıl motoru hükmünde olan Letâif (latifeler) bahsine geçelim.
Risale-i Nur mizanıyla ve tasavvufî hikmet nazarıyla Letâif-i Aşere (on latife), insanın ruhî teçhizatının en ince ve en derûnî tabakalarıdır. Hazret-i Âdem’e (a.s.) talim edilen esmanın, insanın kalbindeki ve ruhundaki duyguları hükmündedirler.
1. Letâif-i Aşere: Ruhun On Derûnî Duyargası
Klasik düşünce ve hikmet geleneğinde letaif, insan bedeninde yerleri manen tayin edilmiş nuranî merkezlerdir. Bunlar, vicdanın derinliğine nihayet olmayan o ummanındaki temel unsurlardır.
A. Âlem-i Emir’den Gelen Beş Latife:
Bunlar insanın ulvi yönünü temsil eder ve doğrudan Esma-i Hüsna’nın nurlarını almaya ayarlanmıştır:
* Kalb: Et parçası değil, iman ve muhabbetin merkezidir.
* Ruh: Hayatın esası ve ilahî emrin bir numunesidir.
* Sır: Kalpten daha ince, ilahî tecellilerin doğrudan müşahede edildiği makamdır.
* Hafî (Gizli): Sırrın daha derûnî bir tabakasıdır.
* Ahfâ (En Gizli): İnsanın Allah ile olan en mahrem bağlantı noktasıdır.
B. Âlem-i Halk’tan Gelen Beş Latife:
Bunlar insanın bu dünya ile olan bağlantısını sağlar:
* Nefis, Akıl ve Anâsır-ı Erbaa (Toprak, Hava, Su, Ateş – yani bedenin maddî cevheri).
2. Letaif ve Hilafet-i Kübra Münasebeti
İşârât-ül İ’caz’da zikredilen “nüsha-i câmia” sırrı, bu letaiflerin tam olarak inkişaf etmesiyle (açılmasıyla) kemale erer.
* Esma’nın İzdüşümü: İnsandaki her bir latife, bir ism-i ilahîye bakar. Mesela; akıl Hakîm ismine, kalp Vedûd ismine, ruh ise Hayy ismine bir penceredir.
* Câmia Sırrı: Meleklerde bu letaiflerin tamamı bu genişlikte bulunmaz. İnsan ise, hem süfli (nefis ve maddiyat) hem ulvi (ruh ve sır) letaife aynı anda sahip olduğu için, zıtların dengesini kurarak Hilafet-i Kübra’ya ehliyet kazanmıştır.
3. Makale: Gönül Sarayının Kandilleri: Letâif
Maddenin Dar Kalıplarından Mananın Enginliğine
Beşer, sadece beden gözüyle baksa dünyayı bir hapishane gibi görür. Fakat “insaniyet” mertebesindeki bir fert, letaif kandillerini iman nuruyla yaktığında, her bir latife ona ayrı bir âlemin kapısını açar. Akıl ile hikmeti görür, kalp ile muhabbeti tadar, sır ile ilahî sanatın perdeleri arkasındaki inceliklere nazar eder.
Tasfiye ve Terakki
Bu letaiflerin her biri, günahlarla kararabilir veya gafletle uyuyabilir. Risale-i Nur’un tefekkür-ü imanî dersleri, bu uyuyan letaifi uyandırmak ve onları Huzur-u İlahî’ye muhatap etmek içindir. Bir mü’min, “Sübhânallah” dediğinde sadece dili dönmez; eğer letaifi uyanıksa, ruhu hayretle sarsılır, sırrı o tesbihteki nurları müşahede eder.
Netice-i Kelâm
İnsan, kâinatın en nazdar mu’cize-i kudretidir. Bu mu’cizenin içinde saklı olan letaif hazineleri, ancak marifetullah anahtarıyla açılır. Vicdanın derinliğinde saklı olan bu nuranî merkezler, insanın sadece bir “beşer” olmadığını, bilakis bütün kâinatın fihristesi ve esma-i ilahiyenin en parlak âyinesi olduğunu haykırır.
Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayet-i kerimesi, bu iç derinliğe ve farkındalığa işaret eder:
> “Ve fî enfusikum, e fe lâ tubsırûn.”
> “Kendi nefislerinizde de (nice deliller vardır). Hâlâ görmeyecek misiniz?” (Zâriyât Suresi, 51:21)
>
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
19/12/2025