NEYİ BOZUK? SÜDÜ MÜ, SUYU MU, YOKSA KANI MI?

NEYİ BOZUK? SÜDÜ MÜ, SUYU MU, YOKSA KANI MI?

Verâset ve Sirayet Arasında İnsan Muamması

Beşeriyet tarihi, Habil ile Kabil’den bu yana iki büyük nehrin akışı gibidir. Bir tarafta şefkat, merhamet ve iman nehri; diğer tarafta zulüm, ihanet ve isyan nehri… Günümüzde yüzü kızarmadan zulmeden, kul hakkını midesine indiren ve vicdanı sızlamadan kan döken simaları gördükçe, insanın aklına o dehşetli sualler hücum ediyor: “Acaba bunun neyi bozuk? Sütü mü, suyu mu, yoksa kanı mı?”
Bu suallerin cevabı, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) asırlar evvelinden verdiği, hikmet ve ilim dolu o meşhur derste gizlidir. Hani bir bedevi gelip, esmer ve farklı doğan çocuğu sebebiyle hanımından şüphelenmişti de, Efendimiz (a.s.m.) ona develerinin renklerini sorarak muazzam bir hakikati ders vermişti: “Belki ona bir damar çekmiştir (Verâseten karîa).”
İşte meselenin bam teli burasıdır: “Damar çekmesi…”

Maddi ve Manevi Soya Çekim (Verâset)

Tıbb-ı Nebevi’nin ve modern ilmin tasdik ettiği üzere, maddi verâset haktır. Bir çocuk, dedesinin dedesine benzeyebilir. Nesiller boyu saklanan bir gen, bir “damar”, zamanı gelince uykusundan uyanıp o çocukta tezahür edebilir. Ancak asıl mesele, sadece kaşın gözün benzemesi değil, “ahlakın ve seciyenin” soya çekimidir.
Bugün vatana ihanet edenin kanında, belki de ecdadından birinin işlediği haramın tortusu vardır. Masumları katlederken zevk alan bir zalimin ruhunda, Nemrut’tan veya Firavun’dan intikal eden manevî bir mikrop, silsile yoluyla gelip neşvünema bulmuş olabilir. Nasıl ki maddi hastalıklar genetik yoluyla geçebiliyorsa, manevî hastalıklar, zulüm meyilleri, kibir damarları da “süt ve kan” yoluyla, yahut “haram lokma” ile beslenen bünyelerde hortlayabilir.

Süt ve Mayanın Bozukluğu

Eskiler boşuna “Sütü bozuk” dememişlerdir. Süt, sadece bir gıda değil, bir karakter nakil vasıtasıdır. Haramzade olmak, sadece gayrimeşru bir doğum manasına gelmez; haramla beslenen, haramla büyüyen ve damarlarında haram dolaşan kişinin, istidatlarının (yeteneklerinin) şerre yönelmesi demektir.
Bir insanın içine zulmü sindirmesi, yalanı su gibi içmesi; onun fıtratındaki “insaniyet mayasının” bozulduğuna işarettir. Bu bozulma, bazen Kabil’in hasedinin o kişide yeniden dirilmesidir. Bazen Şeytan’ın kibrinin o şahısta vücut bulmasıdır. Zahirde (görünüşte) insan suretindedirler, lakin manada canavarlaşmışlardır.

Verâseten Karîa: Sıçrayan Damar

Hadis-i Şerif’te geçen “Verâseten karîa” (ırkın/soyun nüksetmesi) ifadesi, sadece biyolojik değil, sosyolojik ve ahlaki bir kanundur. Bir toplumda veya bir fertte, asırlar önceki bir atanın huyu aniden ortaya çıkabilir.
* Kan dökücülükte sınır tanımayanlar, Kabil’in manevî torunlarıdır.
* “Ben sizin Rabbinizim” dercesine kibirlenenler, Firavun’un ruhunu taşıyan varislerdir.
* İnsanları ateşe atarken keyif alanlar, Nemrut’un genetiğini vicdanlarında taşıyanlardır.
Demek ki, bozukluk sadece bugünün meselesi değildir. O kişi, iradesini (cüz-i ihtiyarını) şer yolunda kullanarak, içindeki o kötü “damarı” uyandırmış ve atası olan zalimlere benzemeyi tercih etmiştir. Şeytanla akrabalıkları kan bağıyla değil, **”isyan bağıyla”**dır.

Netice-i Kelam
İnsanın neyi bozuk sorusunun cevabı şudur: Mayası sağlam, fıtratı temiz kalmamıştır. Haram lokma ile kanı kirlenmiş, gaflet ve isyan ile kalbi kararmış, zulüm ile vicdanı tefessüh etmiştir (çürümüştür).
Resûlullah’ın (a.s.m.) “Soyunuzu araştırın” emri, sadece nesep kütüğünü bilmek için değil, hangi damarın tesiri altında olduğumuzu anlamak, nefsimizdeki kötü meyilleri terbiye etmek ve neslimizi temiz süt ve helal lokma ile bu “gizli damarların” şerrinden korumak içindir.
Zira; “Ot kökü üstünde biter.”

MAKALENİN ÖZETİ
Bu makale, insanın işlediği zulüm, ihanet ve ahlaki çöküntülerin aslını, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “nesiller ötesinden gelen benzerlik” (verâseten karîa) hadisi ışığında tahlil etmektedir. İnsandaki bozukluğun sadece anlık bir sapma olmadığı; haram lokma, bozuk süt ve manevî soya çekim ile tarihteki zalimlerin (Kabil, Firavun, Nemrut) kötü sıfatlarının günümüz insanında nüksetmesi (tekrar ortaya çıkması) olduğu vurgulanmıştır. Maddi genetik nasıl nesiller atlayıp ortaya çıkıyorsa, manevî genetiğin de aynı şekilde işlediği; şerli ve bozuk karakterin, iradenin kötüye kullanılmasıyla tekrar canlandığı ifade edilmiştir.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

1. Soya Çekim ve Neslin Önemi Üzerine:
“Hani Rabbin (ezelde) Âdemoğullarının sulplerinden zürriyetlerini almış, onları kendilerine karşı şahit tutarak, “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” demişti. Onlar da, “Evet, şahit olduk (ki Rabbimizsin)” demişlerdi. Böyle yaptık ki kıyamet günü, “Biz bundan habersizdik” demeyesiniz. Yahut, “Bizi ancak daha önce babalarımız Allah’a ortak koşmuştu, biz de onlardan sonra gelen bir nesildik…”
(A’râf Suresi, 172-173. Ayetler)

2. Karakterin ve Fıtratın Yansıması (Şakile):
“De ki: “Herkes kendi yapısına (karakterine/mizacına) uygun işler görür. Rabbiniz, en doğru yolda olanı daha iyi bilir.””
(İsrâ Suresi, 84. Ayet)

3. Haram ve Bozuk Nesil Tehlikesi:
“Nûh, şöyle dedi: “Ey Rabbim! Kâfirlerden hiç kimseyi yeryüzünde bırakma! Çünkü sen onları bırakırsan, kullarını saptırırlar; sadece ahlâksız ve kâfir kimseler yetiştirirler.””
(Nûh Suresi, 26-27. Ayetler)

4. İnsanın Yaratılış Aşamaları ve Özü:
“Andolsun, biz insanı, çamurdan (süzülmüş) bir özden yarattık. Sonra onu az bir su (meni) halinde sağlam bir karargâha (ana rahmine) yerleştirdik. Sonra bu az suyu “alaka” hâline getirdik. Alakayı da “mudga” yaptık. Bu “mudga”yı kemiklere dönüştürdük ve bu kemiklere de et giydirdik. Nihayet onu bambaşka bir yaratık olarak ortaya çıkardık. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!”
(Mü’minûn Suresi,
12-14. Ayetler)

 

 

VERÂSETEN KARÎA

Nesiller Ötesinden Sıçrayan “Gizli Damar” ve İlahi Kanun

“Verâseten Karîa” tabiri, hem Tıbb-ı Nebevi’nin bir mucizesi, hem içtimai hayatın bir emniyet sübabı, hem de biyolojik ilimlerin asırlar sonra keşfedebildiği muazzam bir hakikattir.
Bu kavramı lügat, ıstılah, tefsir ve hikmet pencerelerinden şu şekilde izah ve tahlil edebiliriz:

1. Lügat ve Istılah Manası
* Verâset: Miras, bir şeyin birinden diğerine geçmesi, kalıtım, soya çekim manasındadır. Biyolojik olarak ebeveynin hususiyetlerinin evlada intikalidir.
* Karîa: Kelime kökü (k-r-a) itibarıyla; çarpan, vuran, çalan, kapıyı çalan hadise manasına gelir. “Kâria Suresi”nde geçtiği gibi “başbaşa vuran kıyamet” manası da vardır. Ancak buradaki ıstılah manası; “uzak bir ihtimalin aniden ortaya çıkması, gizli kalmış bir özelliğin nesiller sonra ansızın baş göstermesi” demektir.
Birleştirildiğinde “Verâseten Karîa”; soy ağacında gizlenen, baba veya dedede görünmeyen, lakin çok eski atalarda bulunan bir özelliğin (rengin, huyun veya şeklin), sanki bir “damar” vasıtasıyla atlayarak, nesiller sonraki bir çocukta aniden “nüksetmesi” (ortaya çıkması) demektir.

2. Hadis ve Nübüvvet Penceresinden İzahı
Bu tabir, Resûl-i Ekrem’in (a.s.m.) bedevi bir sahabinin şüphesini izale etmek için kullandığı; “Leallehu nezeahu ırkun” (Belki ona bir damar çekmiştir) hadis-i şerifinin şerhlerinde ve fıkıh alimlerinin izahlarında vücut bulmuştur.
Peygamber Efendimiz (a.s.m.), o bedeviye develerini misal vererek; kızıl develerin içinden bazen boz renkli bir devenin doğabildiğini, bunun sebebinin ise o devenin uzak atalarından birine çekmesi olduğunu beyan buyurmuştur.
Buradaki “ırk” veya “damar” tabiri, bugünkü genetik ilminin “resesif (çekinik) gen” dediği hakikatin ta kendisidir. O özellik babada ve annede zahir değildir (gizlidir), fakat kanlarında mevcuttur. Cenab-ı Hak, o gizli kodu nesiller sonra “Karîa” hükmüyle, yani vurucu bir şekilde aşikâr eder.

3. Tefsir ve Hakikati
Bu kavramın tefsiri, Risale-i Nur’un nazar-ı dekayıkı (ince bakışı) ve İslam alimlerinin beyanlarıyla şöyledir:
* Kanunun Külliliği: Allah (c.c.), kâinata “verâset” (kalıtım) kanununu koymuştur. Ancak bu kanun, kör bir tesadüf değildir. Bir çocuk, anne-babasının fotokopisi olmak zorunda değildir. Hâlık-ı Zülcelal, “Verâseten Karîa” kanunu ile sebepleri yırtar ve Kudretini gösterir. “Ben dilersem, beyazdan siyahı, siyahtan beyazı, iyiden kötüyü, kötüden iyiyi çıkarırım” ferman eder.

* Nutfenin Hafızası: İnsanın yaratıldığı o bir damla su (nutfe), sadece biyolojik bir sıvı değildir. İçinde, Hz. Adem’den o güne kadar gelmiş bütün ecdadın “manevî ve maddi fihristesini” taşır. O fihriste içinde binlerce yıl önceki bir dedenin benleri, göz rengi veya öfkesi “uyur vaziyette” bekler. İşte “Karîa”, o uyuyan genin uyanmasıdır.

4. Hikmetleri Nelerdir?
Cenab-ı Hakk’ın bu kanunu koymasında ve Resûlullah’ın (a.s.m.) bunu ders vermesinde çok derin hikmetler vardır:

A. İffetin Muhafazası ve Su-i Zannın Def’i:
En büyük hikmet, aile kurumunun ve kadının iffetinin korunmasıdır. Eğer bir çocuk, babasına benzemediği için hemen “gayrimeşru” ilan edilseydi, dünyada nice yuvalar yıkılır, nice masum kadınlara iftira atılırdı. “Verâseten Karîa” sırrı, babaya; “Dur! Hemen hüküm verme, bu çocuk senin uzak bir dedene benzemiş olabilir” diyerek şüpheyi ortadan kaldırır.

B. Kibiri Kırmak ve Nesebi Putlaştırmamak:
İnsan bazen asil soyuyla övünür. Fakat “Verâseten Karîa” sırrıyla, asil bir soydan “ahlakı veya sureti bozuk” bir fert çıkabilir (Hz. Nuh’un oğlu gibi). Veyahut bozuk bir soydan, pırlanta gibi bir evlat (İbrahim Aleyhisselam gibi) zuhur edebilir. Bu, insana “Soyuna güvenme, Allah’ın takdirine ve kendi ameline bak” ihtarını yapar.

C. Manevî Soya Çekim İkazı:
Mesele sadece ten rengi veya göz yapısı değildir. Bu kanun ahlak ve karakterde de geçerlidir.
Bir baba, “Benim oğlum neden bu kadar zalim veya neden bu kadar merhametsiz?” diye dövünürken, aslında kendi dedesinin veya büyük dedesinin işlediği bir zulmün, “Verâseten Karîa” yoluyla torununda tezahür ettiğini bilmelidir.
* Bir haram lokmanın tesiri, bazen yedi göbek sonraki torunda “hırsızlık damarı” olarak nüksebilir.
* Bir mazlumun duasını almak, nesiller sonraki torunda “hikmet ve ilim” olarak meyve verebilir.

Elhasıl:
Verâseten Karîa; Allah’ın “El-Musavvir” (Tasvir eden, şekil veren) ve “El-Hâfız” (Muhafaza eden) isimlerinin bir tecellisidir. O, geçmişi bugünde, bugünü de gelecekte saklar ve dilediği vakit o saklı hazineyi veya gizli marazı (hastalığı) ortaya çıkarır. Bize düşen, neslimizi temiz tutmak ve “Ya Rabbi, neslimden gelecekleri de ıslah eyle” diye dua etmektir.

 

 

ATILAN SU

Kur’an-ı Kerim’de insanın “atılan bir sudan” (Tarık Suresi, 6) yaratıldığının ifade edilmesi, hem biyolojik bir tasvir hem de derin felsefi ve manevi hakikatleri ihtiva eden muazzam bir benzetmedir. Bu “atılma” eylemi sadece fiziksel bir hareket değil, Hz. Adem’den (a.s.) kıyamete kadar sürecek bir hafıza naklinin başlangıç fişeğidir.
Konuyu tefekkür sistematiği ve klasik İslami literatürün ışığında; biyolojik, psikolojik ve manevi boyutlarıyla şöyle tahlil edebiliriz:

1. “Atılan Su” (Dâfik) Tabirinin Derûnî Analizi
Kur’an’daki “dâfik” (atılan, fışkıran) kelimesi, suyun sadece akmadığını, bir güç ve tazyik ile hedefe gönderildiğini ifade eder.
* Biyolojik Olarak (Hız ve Seçilim): Tıbben sabittir ki, milyonlarca sperm arasından sadece en güçlü ve en hızlı olanı hedefe ulaşır. “Atılma” fiili, bu yarışın başlangıcındaki hızı ve hedef odaklılığı tasvir eder. Bu su, basit bir sıvı değil, içinde insanın bütün maddi ve manevi planını taşıyan bir “nutf-i emşac”dır (karışık damla).

* Psikolojik Olarak (Acziyet ve İntisap): İnsan en başta hakir, basit ve atılmış bir damla sudur. Bu, insanın enaniyetini kırması için muazzam bir derstir. “Ben kimim?” diyen bir nefse, “Sen başlangıçta atılmış, değersiz görünen bir sudan ibarettin, seni değerli kılan Allah’ın sanatıdır” denilmektedir.

* Sosyolojik Olarak (Hareket ve Yayılma): Atılma eylemi, durağanlığı reddeder. İnsan fıtratı harekete, yayılmaya ve yeryüzünü imar etmeye (halifelik) programlanmıştır. Nasıl ki o su rahimde yerleşip büyüyorsa, insan da yeryüzüne “atılmış” (gönderilmiş) ve orada medeniyetler kurmakla vazifelendirilmiştir.

2. Nutfenin Hafızası: “Kaderi Bir Çip”

“Nutfenin hafızası” tabiri, modern genetik bilimi ile İslami literatürdeki “Levh-i Mahfuz’un küçük bir numunesi” hakikatinin kesiştiği noktadır.
* Genetik ve Manevi Miras: Nutfe, sadece göz rengini veya boy uzunluğunu değil; istidatları, kabiliyetleri ve fıtrî meyilleri de taşır. Bediüzzaman Hazretleri’nin ifadesiyle, o küçücük çekirdekte koca bir ağacın programı dercedilmiştir.
* Hz. Adem’den Gelen Akış: Hz. Adem’e (a.s.) ruh üflendiğinde ve Talim-i Esma (isimlerin öğretilmesi) gerçekleştiğinde, bu bilgi potansiyel olarak onun zürriyetine de kodlanmıştır.
* Talim-i Esma’nın Yansıması: İnsandaki öğrenme merakı, keşfetme arzusu, ilim ve fenne olan kabiliyet, Hz. Adem’e öğretilen o isimlerin nutfe yoluyla bize aktarılan “manevi genleri”dir.
* Secde Meselesi: Meleklerin Hz. Adem’e secdesi, insandaki bu yüksek potansiyel (halifelik) içindir. Şeytanın secdeden kaçınması ise, insanın maddi yapısına (toprak ve su) takılıp, o “atılan suyun” içindeki manevi elması (ruh ve kabiliyeti) görememesindendir. Bizim içimizdeki hayır ve şer mücadelesi, bu ezeli hadisenin her bir bireydeki tekrarıdır.

3. Yasak Meyve ve “Avret Yerlerinin Açılması”nın Nesillere İntikali
Hz. Adem ve Havva validemizin cennetten çıkarılışı ve “ayıp yerlerinin görünmesi” (Araf Suresi, 22), sadece çıplaklık değil, “acziyetin farkına varma” ve “dünyevi imtihanın başlaması”dır.
* Fıtri Haya ve Örtünme Duygusu: Yasak meyvenin yenmesiyle avret yerlerinin açılması, insanoğluna “haya” (utanma) duygusunu miras bırakmıştır. Hayvanlarda örtünme ihtiyacı yoktur, ancak insan fıtraten örtünmeye meyillidir. Bu, o ilk hadisenin genetik ve ruhsal bir mirasıdır. “Tesettür” fıtri bir ihtiyaçtır.
* Olumlu Yansıma (İmtihan ve Tekamül): Cennetten inmek bir düşüş gibi görünse de, aslında bir terakki (yükseliş) başlangıcıdır. Eğer orada kalsalardı, melekler gibi sabit makamlı olurlardı. Yeryüzüne inmekle ve o “beşeri zaafların” açığa çıkmasıyla; sabır, tövbe, mücadele ve ibadet gibi kavramlar manasını bulmuştur. Nutfedeki hafıza bize şunu fısıldar: “Senin aslın Cennet’tir, bu dünya geçicidir, o ata yurduna dönmek için çabala.”
* Olumsuz Yansıma (Nefsani Arzular): Yasak meyveye olan meyil, insandaki sınırları aşma arzusunun, nefsin ve şehvetin bir prototipidir. Nesilden nesile aktarılan bu “nefs-i emmare”, insanı sürekli yasaklara cezbeder. Atılan suyun içindeki bu potansiyel, imtihanın sırrıdır.

Hülasa;
İnsan, “atılmış bir su”dan yaratılarak aczini anlar, “Talim-i Esma” mirasıyla kâinatı okur, “yasak meyve” hadisesinin mirasıyla da nefsiyle mücadele edip Rabbine iltica eder. O damla su, aslında kâinat kitabının özetlenmiş bir fihristidir.

✧✧

İnsanın mahiyeti, o “atılmış bir damla su”dan başlayıp, “ahsen-i takvim” (en güzel kıvam) sırrına eren ve ebediyete namzet olan muazzam bir yolculuğun hikayesidir. Hakikat dürbünüyle bakıldığında, insanın mahiyeti sadece et ve kemikten ibaret bir cisim değil, kâinat kitabının özetlenmiş bir “fihristesi” ve İlahi isimlerin en parlak bir “aynası”dır.
İbret penceresinden, insan mahiyetinin derûnî ve külli tahlili şöyledir:

1. Kâinatın “Misal-i Musaggar”ı (Küçültülmüş Bir Örneği) Olması
Hazret-i Üstad Bediüzzaman, insanı “Şecere-i hilkatin (yaratılış ağacının) en son ve en cemiyetli meyvesi” olarak tasvir eder. Nasıl ki bir meyve, ağacın bütün hususiyetlerini, programını ve çekirdeğini içinde saklar; insan da kâinat ağacının meyvesi olduğu için, koca âlemin bir numunesini mahiyetinde taşır.
* Zahiri ve Batınî Yapı: İnsanın maddi yapısı (cesedi) şu küçük âlemden (dünyadan) süzülmüştür; ancak manevi yapısı (ruhu, kalbi, aklı) bütün âlemlerden numuneler taşır. Hafızası Levh-i Mahfuz’dan, hayal kuvveti Âlem-i Misal’den birer habercidir.
* Fihriste Sırrı: O “atılan su” dediğimiz nutfe, biyolojik bir kod olduğu gibi, insanın ruhu da manevi bir koddur. Allah, kâinatta tecelli eden bütün isimlerini (Esma-ül Hüsna) insanın mahiyetinde “küçük harflerle” yazmıştır.

2. “Ene” ve “Emanet-i Kübra” Sırrı
İnsan mahiyetinin en girift noktası, Kur’an’da dağların ve göklerin yüklenmekten çekindiği “Emanet” meselesidir. Risale-i Nur’da bu emanetin bir veçhi “Ene” (Benlik/Enaniyet) olarak tefsir edilir.
* Vahid-i Kıyasi (Ölçü Birimi): İnsan, kendisine verilen cüz’i ilim, kudret ve iradecik ile, Allah’ın külli ve nihayetsiz sıfatlarını anlamaya bir ölçücüktür. İnsan der ki: “Ben bu evi yaptım ve idare ediyorum, Allah da şu kâinat sarayını yaptı ve idare ediyor.” Eğer insan mahiyetindeki bu “benliği” kendine mal etmez, onu bir dürbün ve ölçü birimi olarak kullanırsa, mahiyeti meleklerin üzerine çıkar.
* Yanılma Noktası: Şayet insan, o damla sudan geldiğini unutup, firavunane bir gurura kapılırsa; “benim mülküm, benim iktidarım” derse, o zaman mahiyeti “esfel-i safilin”e (aşağıların en aşağısına) düşer. İnsan, bu ince sır bıçağının üzerinde yürüyen bir yolcudur.

3. Nihayetsiz Acz ve Fakr İçinde Bir Kudret
İnsanın mahiyetinde şaşırtıcı bir zıtlık (tezat) vardır. Risale-i Nur, insanı “Nihayetsiz aciz ve fakir, ama nihayetsiz emelleri ve arzuları olan bir varlık” olarak tarif eder.
* Sermayesiz Sultan: İnsanın elinin yetişmediği, gücünün yetmediği düşmanları (mikroptan kuyruklu yıldıza kadar) hadsizdir. İhtiyaçları ise (bir yudum sudan ebedi saadete kadar) sonsuzdur.
* Dua ve Ubudiyet: İşte bu acz ve fakr, insanın en büyük kuvvetidir. Çünkü bu sayede insan, Kâinatın Sultanı’na sığınır, dua eder ve O’na intisap eder. Hayvan kendi gücüyle yaşar, insan ise Rabbinin kudretine dayanarak yaşar. Mahiyetimizdeki bu “acziyet”, bizi Dergâh-ı İlahi’ye bağlayan en sağlam halattır.

4. Ebediyet Aşkı ve Ahsen-i Takvim
O basit sudan yaratılan insanın kalbine, dünya ile doymayan bir “beka” (ebedilik) aşkı yerleştirilmiştir. Bediüzzaman, “İnsanın fıtratı ebede müteveccihtir (yöneliktir), ebedden başka hiçbir şey onu tatmin etmez” der.
* Bu hususiyet, insanın sadece dünya için yaratılmadığının en büyük isbatıdır. Midesi ekmek isterken, kalbi ve ruhu “Ebed! Ebed!” diye feryat eder. Hz. Adem’den gelen o miras, insanı fanilik zindanından ebediyet bostanına çağırır.

Hülasa-i Kelam:
İnsan mahiyeti; maddesi itibariyle “atılmış bir su”, manası itibariyle “kâinatın fihristesi”, vazifesi itibariyle “Allah’ın halifesi” ve neticesi itibariyle “Cennet’in namzedi”dir.
O, Allah’ın antika bir sanatıdır.
Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir hakikat ile meseleyi mühürleyelim:
> “İnsan, şu kâinat ağacının en son ve en cem’iyetli meyvesi.. Ve kâinat Kur’an-ı Kebir’inin âyet-i kübrası.. Ve İsm-i A’zamı taşıyan âyet-ül kürsisi.. Ve şu saray-ı kâinatın en mükerrem misafiri..”
> (Sözler, 23. Söz)
>

✧✧

“atılmış su” (nutfe) biyolojik çekirdek ise, “Ene” de insanın manevi çekirdeğidir. Bu çekirdeğin mahiyetini ve “kendine bakan” ile “Allah’a bakan” yönlerini şu başlıklarla tahlil edebiliriz:

1. Ene Nedir? (Vahid-i Kıyasi Sırrı)
Cenab-ı Hakk’ın sıfatları (İlim, Kudret, İrade vb.) mutlak, sınırsız ve ihata edilmezdir. Sınırlı olan insan aklı, sınırsız olanı kavrayamaz. İşte burada “Ene” devreye girer.
Allah, insana cüz’i bir ilim, cüz’i bir kudret ve cüz’i bir mülk sahiplenme hissi vermiştir. Amaç, insanın kendine sahip çıkması değil, bu cüz’i özellikleri bir “vahid-i kıyasi” (bir ölçü birimi, bir kıyas aleti) olarak kullanmasıdır.
* Mantık şudur: İnsan der ki; “Ben bu evi yaptım ve idare ediyorum, şu kadarını biliyorum. Demek ki bu kâinat sarayının da bir ustası var, O da orayı idare ediyor ve O’nun ilmi her şeyi kuşatmış.”
* Termometre Misali: Nasıl ki termometre harareti ölçmek için bir araçtır, “Ene” de Allah’ın mutlak sıfatlarını ve şuunatını (işlerini) anlamak için insan mahiyetine takılmış manevi bir alettir.

2. Ene’nin İki Yüzü: Nübüvvet ve Felsefe
Üstad Hazretleri, Ene’nin mahiyetini bir “elif” harfine benzetir. Elif’in kendi başına bir hükmü yoktur, başka harfleri göstermek için vardır. Ene’nin de iki veçhi (yüzü) vardır:
A. Nübüvvet (Peygamberlik) Silsilesinin Baktığı Yüz (Müsbet Yüz):
Bu yüzde Ene, kendini bir “kul” ve “ayna” olarak bilir.
* Mana-yı Harfi ile Bakar: Kendine bir harf gibi bakar; yani “Ben kendi başıma bir anlam ifade etmem, beni yazan Kâtib’i gösteririm” der.
* Vazifesi: Kendindeki cüz’i sıfatları, Allah’ın külli sıfatlarını bilmek için bir dürbün yapar. “Bende olan bu güzellik ve kudret benim değil, O’nundur ve emanettir” der.
* Netice: Bu bakış açısında Ene şeffaflaşır, incelir ve varlığını Hakk’ın varlığında eritir. O “atılmış su”dan gelen aciz varlık, kâinatın halifesi makamına yükselir.

B. Felsefe (Dinsiz Düşünce) Silsilesinin Baktığı Yüz (Menfi Yüz):
Bu yüzde Ene, emanet olduğunu unutur, mülkü sahiplenir.
* Mana-yı İsmi ile Bakar: Kendine “isim” gibi bakar; yani “Ben kendim için varım, bu kudret benimdir, ben dilediğimi yaparım” der.
* Vazifesi: Kendini rab (terbiye edici) zanneder. Allah’ın mülkünü kendine mal eder. Hatta kâinata da bu gözle bakar; “Tabiat bunu yarattı, sebepler bunu yaptı” diyerek şirke düşer.
* Netice: Ene kalınlaşır, katılaşır ve hakikatin ışığını geçirmeyen karanlık bir perde olur. O zaman insan, “ahsen-i takvim”den “esfel-i safilin”e düşer. O bir damla su, firavunlaşır.
3. Tahlil ve Hakikat: Hayır ve Şer Kaynağı
Risale-i Nur’da Ene için “Şerrin menbaı (kaynağı), hayrın ise yalnız makesi (yansıtıcısı)” tespiti yapılır.
İnsan mahiyetindeki Ene, hayrı kendi yaratmaz, Allah’tan gelen hayrı kabul eder veya reddeder. Eğer Ene, “Ben yaptım” derse o hayrı bozar, şerre dönüştürür. Ancak “Rabbim ihsan etti” derse, o hayır yerini bulur.
* Örnek: Güneş bir aynaya vurduğunda ayna parlar. Ayna derse ki “Bu ışık benimdir, ben üretiyorum”, bu bir yalandır (şerdir). Ama “Bu ışık Güneş’indir, ben sadece yansıtıyorum” derse, hakikati (hayrı) ifade etmiş olur.

Bahsi geçen hakikati, Risale-i Nur’un kendi lisanıyla, 30. Söz’den şu muazzam cümle ile teyit edelim:
> “Ene, kenz-i mahfî olan Esmâ-i İlâhiyenin anahtarı olduğu gibi, kâinatın tılsım-ı muğlakının dahi anahtarı olarak bir muamma-yı müşkül-küşadır ve bir tılsım-ı hayret-nümadır. O ene, mahiyetinin bilinmesiyle, o garib muamma, o acib tılsım olan ene açılır ve kâinat tılsımını ve âlem-i vücubun künuzunu dahi açar.”
> (Sözler, 30. Söz, Birinci Maksat)
>
Hülasa;
O “atılmış damla su”, eğer Ene’nin Nübüvvet yüzüyle terbiye edilirse, toprağa atılan bir çekirdek gibi çürür (nefsini hiçe sayar) ve sümbül verip Tuba-i Cennet meyvesi verir.
Yok eğer Ene’nin Felsefe (benlik) yüzüyle hareket ederse, o damla su kokuşur veya o çekirdek gibi kurumuş bir odun parçası olarak kalır, Cehennemin Zakkum ağacına inkılab eder.

✧✧

* 30. Söz’ün birinci makamı olan “Ene” bahsi, insanın derûnî (iç) aleminin anahtarıydı. İkinci makam olan “Zerre” (atom) bahsi ise, insanın dış aleminin ve kâinatın yapısının anahtarıdır.
Önceki “atılmış bir su” (nutfe) örneğinden yola çıkarsak; o suyun içindeki her bir zerre, başıboş serseri mayınlar değil, “Kudret Kalemi”nin ucundaki mürekkep damlaları gibidir.

Risale-i Nur’un “Tahavvülât-ı Zerrat” (Zerrelerin Dönüşümü) başlığı altında yaptığı o muazzam tahlili şu esaslar üzerine bina edebiliriz:

1. Titreşim ve Yazılım: Zerrelerin Hareketi Nedir?
Materyalist düşünce (felsefe), atomların hareketini “tesadüf” ve “kaos” olarak yorumlar. Risale-i Nur ise bu hareketi “Kalem-i Kudretin cızırtıları” olarak tasvir eder.
* İstinsah (Kopyalama) Vazifesi: Nasıl ki bir kâtip, bir kitabı yazarken kalemin ucu sürekli hareket eder; kâinattaki zerreler de Allah’ın “İlim” dairesindeki planlarını, “Kudret” dairesinde görünür hale getirmek için hareket ederler.
* İmam-ı Mübin’den Kitab-ı Mübin’e: O bir damla suyun içindeki zerreler, kaderde çizilmiş manevi bir kalıba (plana) dökülürler. Göz olması gereken zerre göze, kemik olması gereken zerre kemiğe gider. Bu, bir inşaat şantiyesindeki tuğlaların kendi kendine uçuşması değil, usta bir mimarın emriyle yerlerine konulmasıdır.

2. Zerrelerin “Talim ve Terbiye” Görmesi
Üstad Bediüzzaman, zerrelerin cansız cisimlerden canlı bedenlere geçişini bir “seyahat ve terbiye” süreci olarak değerlendirir.
* Manevi Bir Sınıf Atlama: Topraktaki bir potasyum veya karbon atomu “câmid”dir (cansızdır). Bitkinin bünyesine girince “nebatî” (bitkisel) hayat mertebesine çıkar. Oradan bir hayvanın veya insanın rızkı olup bedenine girdiğinde “hayvanî” veya “insanî” hayat mertebesine yükselir.
* En Şerefli Makam: Özellikle insanın beynine veya kalbine giden bir zerre, kâinatın en yüksek noktasına çıkmış, adeta rütbe almıştır. O “atılan su”yun (nutfenin) içindeki zerreler, babanın yediği gıdalardan süzülmüş, kâinatın dört bir yanından toplanmış ve “insan olmak” şerefiyle o noktaya gelmiş “seçkin askerler”dir.

3. Esma-i Hüsna’nın Nakışlarını Dokumak
Zerreler neden durmaz ve sürekli değişir? Neden insan bedeni sürekli hücre yeniler?
Cevap: Tecdid-i Esma (İsimlerin Yenilenmesi).
* Sanat Sergisi: Allah’ın “Sani” (Sanatkâr), “Rezzak” (Rızık veren), “Muhyi” (Hayat veren) gibi isimleri sürekli tecelli etmek ister. Eğer zerreler dursa, bu isimlerin tecellisi durur, hayat donar. Kâinat ırmağı aktığı için, üzerindeki yansımalar (İlahi nakışlar) daima taze ve parlak kalır.
* Daimi Faaliyet: “Fail-i Muhtar” olan Allah, faaliyeti sever. Sükûn (durgunluk), yokluğa ve atalete yakındır; hareket ise vücuda (varlığa) ve hayra bakar.

Risale-i Nur’un üslubuyla, zerrelerin bu baş döndürücü hareketinin hikmetini, 30. Söz’den şu cümle ile mühürleyelim:
> “Tahavvülât-ı zerrat; Nakkaş-ı Ezelî’nin kalem-i kudretinin, kitab-ı kâinatta yazdığı âyât-ı tekviniyenin hengâmındaki ihtizazatıdır ve cilve-i Esmâsının değişmesindeki traşatıdır.”
> (Sözler, 30. Söz, İkinci Maksat)
>
(İzahı: Zerrelerin dönüşümleri; Ezelî Nakkaş olan Allah’ın kudret kaleminin, kâinat kitabında yazdığı yaratılış ayetleri sırasındaki titreşimleridir ve İsimlerinin cilvesinin değişmesi sırasındaki yontmalarıdır.)

Hülasa-i Kelam:
İnsan bedenindeki o zerreler ve o “atılan su”, kör tesadüfün rüzgarıyla savrulan tozlar değildir. Onlar, **”Memur-u İlahî”**dirler (Allah’ın memurlarıdır). O su damlası, kâinat fabrikasından süzülmüş en narin, en hassas öz ve hülasadır. Zerre, emre itaat eden bir asker; Ene ise o askerin komutanı mahiyetinde bir emanetçidir.

✧✧

Tabiat kavramını, Risale-i Nur’un “Tabiat Risalesi” (23. Lem’a) perspektifiyle; insanın sadece biyolojik yapısı üzerinden değil, karakter, şahsiyet ve hüviyet (kimlik) cihetiyle tahlil etmek, meselenin en ince ve en can alıcı noktasıdır.

Genellikle “Tabiatım böyle”, “Yaradılışım (doğam) gereği” gibi ifadelerle, insanın karakter ve şahsiyet özellikleri kör ve sağır sebeplere veya genetik bir zorunluluğa havale edilir. Halbuki Risale-i Nur, bu noktada insanın manevi kimliğinin (hüviyetinin), “tabiat” denilen o hayali perdenin arkasındaki “Sâni-i Zülcelal”i nasıl gösterdiğini harika bir surette izah eder.
İşte insan mahiyeti ve şahsiyeti açısından “Tabiat” putunun kırılması:

1. Hüviyet (Kimlik) ve Simâdaki “Sikke-i Ehadiyet”
Her insanın simâsı (yüzü) ve parmak izi, onun maddi hüviyetidir; karakteri ve ruh hali ise manevi hüviyetidir.
Eğer insanı, şuursuz atomların hareketi veya kör tabiat yasaları yapsaydı (haşa), tıpkı bir fabrikadan çıkan tuğlalar gibi bütün insanların karakterlerinin ve yüzlerinin birbirinin aynısı olması gerekirdi. Çünkü tabiat, bir kalıptır (mistar); iradesi yoktur, seçemez, fark koyamaz.
* Teşhis ve Temyiz: Milyarlarca insan içinde sizin simanızı ve karakterinizi diğerlerinden ayıran o ince fark (alamet-i farika), “İrade” sıfatını gösterir. Tabiatta “seçim” yoktur, “tekrar” vardır. Sizi “siz” yapan o özel şahsiyet, iradesiz tabiatın değil, “Murîd” (İrade eden) ismine sahip bir Zat’ın **”tercih”**idir.

* Mühür: Sizin şahsiyetiniz, kâinat mektubunda size özel vurulmuş bir mühürdür. O mühür taklit edilemez. Kör tabiat, böyle hassas, sanatlı ve biricik bir mührü kazanamaz.

2. Karakter ve Şahsiyet: “Mistar” mı, “Masdar” mı?
Risale-i Nur, tabiat için harika bir tanımlama yapar: “Tabiat mistardır (cetvel/kalıp), masdar (kaynak) değildir.”
* Yazı ve Kalem Örneği: Güzel bir hattatın yazdığı yazıyı düşünün. O yazının güzelliği, kullanılan kalemden veya kağıdın yapısından (tabiattan) gelmez; hattatın maharetinden gelir. İnsanın karakterindeki merhamet, şefkat, zekâ, sevgi gibi manevi nakışlar; maddi genlerden veya şuursuz hücrelerden (kalemden) kaynaklanamaz.
* Vermek İçin Sahip Olmak Gerekir: Felsefenin iddia ettiği “tabiat”, kördür, sağırdır, merhametsizdir. Kendisinde görme, işitme, şefkat ve ilim olmayan bir “tabiat”, insandaki bu muazzam şahsiyet özelliklerini nasıl verebilir? Bir şeyde bulunmayan özellik, başkasına geçemez. Demek ki insanın şahsiyeti, tabiatın eseri değil, o özellikleri sonsuz derecede taşıyan bir Zât’ın hediyesidir.

3. İnsaniyet Mahiyeti: Matbaa ve Kitap
Üstad Bediüzzaman, tabiatı bir **”matbaa”**ya, insanı ise o matbaada basılan **”kitap”**a benzetir.
* Dizgici Kim?: Matbaa makinesi (tabiat kanunları), harfleri bir araya getirip basabilir ama o kitabın manasını, edebi derinliğini, şahsiyetini oluşturamaz. İnsanın mahiyetindeki o derin duygular, ebediyet arzusu ve tefekkür kabiliyeti; şuursuz atomların ve tabiat kanunlarının bir araya gelmesiyle oluşamaz.
* Program ve Programcı: İnsanın fıtratı (yaratılış özellikleri) bir “program” hükmündedir. Tabiatçılar, bu mükemmel programa bakıp, programın kendisini “yaratıcı” sanmaktadırlar. Halbuki program (fıtrat), yazılımı yapan mühendisi (Fâtır-ı Hakîm’i) gösterir.

4. Şahsiyetin Terbiyesi ve Fıtrî Şeriat
İnsanın karakteri, “Şeriat-ı Fıtriye” denilen, Allah’ın kâinata koyduğu kanunlara (tabiata) uyumlu yaratılmıştır.
İnsan “tabiatım böyle” diyerek şer ve kötülük işleyemez. Çünkü Allah insan mahiyetine hayrı, güzelliği ve kemâlatı esas olarak koymuş (fıtrat-ı asliye), şerri ve çirkinliği ise o fıtrata zıt olarak tanımlamıştır.
* Vicdanın İtirazı: İnsan tabiatperest olup “her şeyi maddeden ibaret” saydığında, kendi vicdanı buna itiraz eder. Çünkü vicdan, ebediyet ister, adalet ister. Şuursuz tabiat ise ölüm ve yokluk verir. İnsanın şahsiyeti ile tabiatın yapısı arasındaki bu zıtlık, insanın tabiatın değil, başka bir Âlemin (Ahiretin) ve başka bir Yaratıcının eseri olduğunu isbat eder.

Bu hakikati, Risale-i Nur’un 23. Lem’a’sından (Tabiat Risalesi) şu veciz ve sarsıcı ifadeyle mühürleyelim:
> “Tabiat, bir san’attır, sâni’ olamaz. Bir nakıştır, nakkaş olamaz. Bir kitaptır, kâtib olamaz… Bir kanundur, kudret değildir; kàdir olamaz. Bir mistardır, masdar olamaz.”
> (Lem’alar, 23. Lem’a, Hatime)
>
(İzahı: Tabiat bir sanattır, sanatkar olamaz. Bir nakıştır, nakşı işleyen usta olamaz… Bir kanundur, güç sahibi değildir; yaratıcı olamaz. Bir cetveldir/kalıptır, o şeyin kaynağı olamaz.)

Hülasa;
İnsanın hüviyeti (kimliği) ve şahsiyeti; tabiatın tesadüfi oyuncağı değil, Sâni-i Hakîm’in kalem-i kudretiyle yazılmış, her biri biricik ve antika birer “Mektub-u Rabbani”dir. Tabiat sadece o mektubun yazıldığı kağıt veya mürekkep hükmündedir.
Madem insan böyle antika bir sanat eseridir ve Sâni-i Zülcelal onu bu kadar ihtimamla, şahsiyet sahibi olarak yaratmıştır; o halde bu insanı başıboş bırakır mı?

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

**BOZUKLUK NEREDE?

Sütünde mi, suyunda mı, kanında mı? Yoksa insana musallat olmuş derûnî bir karanlığın izinde mi?
(Hikmetli – tarihî – edebî bir makale)**

İnsanoğlu, yaratılışı itibarıyla hem melekî letaiflere hem de şeytanî temayüllere açık bir varlıktır. Aynı bedende hem rahmetin sükûnu hem de zulmün karanlığı bulunabilir. Nitekim bir insan çıkar:
Haksız yere cana kıyar, mazlumun hakkını yer, gözünü kırpmadan zulmeder; ne vicdanı titrer ne kalbi ürperir. Böyle birini gören herkes aynı suali sorar:
“Bu adamın neyi bozuk?”
Sütü mü?
Suyu mu?
Kanı mı?
Yoksa soyunun bir yerinde kayıp bir halka, karanlık bir kırılma mı var?

Sütü mü bozuk?
Süt, insan tabiatının en saf, en berrak gıdasıdır. Anne sütünün helâl-haram noktasındaki hükmü dahi nesep ile irtibatlıdır. Haramın karıştığı, hileli kazançla beslenen bedenlerde ene şişer, enaniyet kabarır.
Lakin süt bozulur da insan böyle bir hâle gelir mi?
Evet, süt insan tabiatını şekillendirir; fakat tek başına zulmün kaynağı değildir.

Suyu mu bozuk?
Bir kimsenin suyunun bozuk olduğundan bahsedilir; yani tabiatı bulanıktır, mizacı çamurludur.
Lakin suyun bozukluğu, insanın iradesiz bir mahlûk olduğu manasına gelmez.
Bulanan suyu berraklaştırmak mümkün olduğu gibi, bulanık tabiatı da tövbe, ilim ve hidayetle saflaştırmak mümkündür.

Kanı mı bozuk?
Bazıları, “Vatanına ihanet edenin kanı bozuktur” der.
Kan; asıl, nesep, mensubiyet demektir. Elbette soyda bazı mizaçlar nesiller boyu akabilir. Fakat bir kimsenin yaptığı zulmü yalnızca kana bağlamak; hem insanın imtihan sırrını hem de iradesini yok saymaktır.
Zira Kâbil de Âdem’in oğluydu; fakat kardeşini öldürmeyi seçti.
Asıl mesele, tercih ve iradedir.

Soyunda bir kırılma mı var?
Elbette karakter bazen birkaç nesil atlayarak tezahür eder. Peygamberimizin devrinde yaşanan meşhur kıssa buna misaldir:
Bir adam, çocuğunun kendisine benzememesinden şüphelenmiş; Efendimiz (s.a.v.) ona soyunu araştırmasını söylemişti. Araştırınca çocuğun, birkaç nesil önceki bir ceddine benzediği anlaşılmış, adamın şüphesi ortadan kalkmıştı.
Demek ki soy, zaman zaman geriye dönüp iz gösterir. Fakat zulmün kaynağı sırf soya indirilmez.

Firavunun kibri, Nemrudun azgınlığı, şeytanın kibri…
Bir zalimin gururu Firavuna, hiddeti Nemruda, hilesi İblise benzer.
Bu benzerlik, soy bağıyla değil; ahlâkî yakınlıkla ortaya çıkar.
Yalanı kolay söylemesi, kalbinin kasavetindendir.
Mazluma acımaması, vicdanının kararmasındandır.
Hakkı çiğnerken yüzünün kızarmaması, enaniyetin kabındaki zehrin yüzüne vurmasıdır.

Esas bozukluk nerede?
Bozukluk; sütte, suda, kanda, soydan çekmede değil…
Kalptedir.
Kur’ân’ın nazarında asıl bozan;
• kalbi karartan günah,
• aklı perdeleyen kibir,
• vicdanı susturan hırs,
• insafı öldüren enaniyettir.
Bir insanın kalbi karardı mı;
Firavun gibi ululanır,
Kâbil gibi kıskanır,
Nemrud gibi azgınlaşır,
İblis gibi hile üretir.
Asıl yıkım; içerideki karanlığın dışa taşmasıdır.

Tarihî ve ibretli bir tasvir
Nice kavimler vardır; ırkı temizdi ama kalbi kirliydi, helâk oldu.
Nice insanlar vardır; soyu nurlu idi ama nefsi karanlıkla doldu, fesada battı.
Nice toplumlar vardır; dışı sağlamdı ama içi çürümüştü, çöktü.
Bir çınarı kökünden söken şey;
ırkı, nesebi, sütü değil…
içine giren kurttur.
İnsan da böyledir:
Kurt içine girince çürür.

Netice
Zalim bir insanın bozukluğu;
ne sütündedir,
ne suyundadır,
ne kanındadır.
Bozukluk kalpteki çarpıklıkta,
derûnî meyilde,
irtihal etmiş vicdanda,
taşlaşmış nefiste,
hakkı görmeyen, hakkı tanımayan enaniyettedir.
Asıl tedavi de oradadır.
İnsan kendi kalbini ıslah etmedikçe;
soyunun, nesebinin, kökünün temizi ona fayda vermez.

ÖZET
Bir insanın zulme meyletmesi; süt, su, kan veya nesep bozukluğundan ziyade kalbin bozulması, vicdanın sönmesi ve nefsin azgınlaşmasıdır. Tarihî kıssalardan, özellikle Peygamberimizin soya çekimle ilgili hadisinden öğrenilir ki fizikî benzerlikler nesiller atlayarak gelebilir; fakat ahlâkî kötülükler soyla kaim değildir. Asıl bozukluk; kibir, hırs, enaniyet, merhametsizlik ve günahın kararttığı iç dünyadadır. İnsan içini ıslah ettiğinde dışı da düzelir; fakat iç çürümüşse dış temiz görünse de fayda vermez.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

1. “Kalplerin mühürlenmesi”
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”
(Bakara 7)
2. “Kalplerin hastalığı”
“Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, Allah onların hastalığını artırmıştır. Yalanlamalarına karşılık onlar için elem dolu bir azap vardır.”
(Bakara 10)
3. “Zulmedenlerin akıbeti”
“(Hesapları görülüp) iş bitirilince, şeytan diyecek ki: «Şüphesiz Allah size gerçek olanı vâdetti, ben de size vâdettim ama, size yalancı çıktım. Zaten benim size karşı bir gücüm yoktu. Ben, sadece sizi (inkâra) çağırdım, siz de benim davetime hemen koştunuz. O halde beni yermeyin, kendinizi yerin. Ne ben sizi kurtarabilirim, ne de siz beni kurtarabilirsiniz! Kuşkusuz daha önce ben, beni (Allah’a) ortak koşmanızı reddettim.» Şüphesiz zalimler için elem verici bir azap vardır.” (İbrahim 22)
4. “Kalbin katılaşması”
“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır.”
(Bakara 74)
5. “Nefsini arındıran kurtulur”
“Nefsini arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen ise hüsrana uğramıştır.”
(Şems 9–10)

✧✧

**TEFSİRÎ İNCELEME: İnsan Bozukluğu Nerede Başlar?
Kalbin kararması, nefsin çürümesi ve zulmün kaynağı üzerine Kur’ânî bir tahlil**

1. Kalbin mühürlenmesi – Zulmün başlangıç noktası
Ayet : Bakara 7
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”
Tefsirî İnceleme
Bu ayet, insanın bozulmasının tabiat, soy, kan veya süt üzerinden değil, kalbin iç âleminde başladığını bildirir.
“Mühürleme” mecazîdir; yani kendi küfrü, kibri, enaniyeti, ısrarla sürdürdüğü günahları sebebiyle kalp artık hakikati anlayacak duyarlılığını kaybeder.
• Kalp mühürlenince, kulak hikmete kapanır.
• Göz hakikati görmez.
• Vicdan felç olur.
İşte zalim dediğimiz insanın asıl bozukluğu buradan doğar:
Kalp mühürlenince, merhamet silinir; insaf kaybolur; zulüm tabiat hâline gelir.

2. Kalbî hastalığın artması – zulmün derinleşmesi
Ayet : Bakara 10
“Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, Allah onların hastalığını artırmıştır. Yalanlamalarına karşılık onlar için elem dolu bir azap vardır.”
Tefsirî İnceleme
Ayette geçen “hastalık”, müfessirlerin çoğuna göre:
• riya,
• şüphe,
• kibir,
• menfaatperestlik,
• aldatma,
• enaniyet,
gibi derûnî bozukluklardır.
Bu hastalık fizikî bir rahatsızlık değildir; soyla, kanla, sütle gelen bir arıza da değildir.
Bilhassa Nifak bu hastalığın en ileri seviyesidir.
Ayetteki “Allah onların hastalığını artırır” cümlesi şunu ifade eder:
İnsan kendi iradesiyle kötülüğe yönelir; Allah da bu tercihin tabii neticesi olarak kalpteki kasveti artırır.
Bu da insanın her geçen gün daha rahat zulmetmesine, yalan söylemesine, insan hakkı yemesine yol açar.

3. Taşlaşan kalp – zulmün zirvesi
Ayet : Bakara 74
“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır.”
Tefsirî İnceleme
İnsandaki en korkunç bozukluk kalbin taşlaşmasıdır.
Taşlaşan kalp:
• merhameti hissetmez,
• mazluma acımaz,
• vicdan sızlamaz,
• hakkı teslim etmez.
Ayette “taştan daha katı” denmesi müthiş bir tasvirdir:
Zira taş, suyu görünce yarılır; fakat bazı kalpler rahmetin nurlarını görünce bile yumuşamaz.
Firavunluk, Nemrudluk, Kâbillik işte bu noktada başlar.

4. Zalimlerin hüsranı – Zulmün köküne indirilen darbe
Ayet : İbrahim 22

“Şeytan iş bitirilince şöyle diyecek: ‘Allah size gerçek olanı vaad etti, ben de size vaatte bulundum ama sözümden döndüm. Benim sizin üzerinde hiçbir hâkimiyetim yoktu; sadece sizi çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın… Şüphesiz zalimlere elem dolu bir azap vardır.’”

Tefsirî İnceleme
Bu ayet, zulmün kaynağını şeytana bağlamayı reddeder.
Şeytan bile açıkça şöyle der:
“Ben sadece çağırdım; siz tercih ettiniz.”
Demek ki:
Zalim insan, şeytanın askeriyiz diye doğmaz.
Soy bozukluğu yüzünden zalim olmaz.
Kan karışımı yüzünden hıyanet etmez.
Zalimliği bizzat kendi seçer.
Ayetin sonunda “zalimlere elem dolu azap vardır” ifadesi;
soyun, sütün, kanın hiçbir mazeret olarak kabul edilmeyeceğinin ilahî beyannamesidir.

5. Nefsini arındıran kurtulur – Hakikî ıslahın yolu
Ayet : Şems 9–10
“Nefsini arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen ise hüsrana uğramıştır.”

Tefsirî İnceleme
Bu ayet, insanın düzelme veya bozulma merkezinin kesin hükmünü verir:
• Arınan nefis = selamet
• Kötülüğe gömülen nefis = hüsran
Demek ki hakikî bozukluk ne sütte, ne suda, ne kanda, ne soy karışımındadır.
Bozukluk:
Nefsin gömülmesindedir.
Temizlik:
Nefsin terbiye edilmesindedir.
Kur’ân’ın bütün insanlık projesi, nefsin bu arınma yolculuğu üzerinedir.

6. Zulmün kaynağı: derûnî karanlık – soy değil irade
Kur’ân’da:
• Kâbil’in kıskançlığı,
• Firavun’un kibri,
• Nemrud’un azgınlığı,
• Âd kavminin tuğyanı,
• Semûd’un isyanı
hiçbirinde süt bozukluğu, kan karışımı, soy kırılması, suyun bulanıklığı gibi bir sebep zikredilmez.
Hepsinin temelinde şu vardır:
Kalp hastalığı, nefis azgınlığı, enaniyetin büyümesi, hidayete direnme.
Zalimliğin kökü ırkta değil, iradede saklıdır.

7. Peygamberimizin soy–benzerlik hadisi ile bağlantı
Efendimizin (s.a.v.) o adama söylediği şu hikmetli ikaz:
“Soy bazen nesiller atlayarak kendini gösterir.”
Bu beyan, yalnızca fizikî benzerlik içindir;
ahlâkî bozuklukla hiçbir irtibatı yoktur.
Peygamberimiz’in o zata:
“Şüphe etme.”
demesinin hikmeti şudur:
• Fizikî benzerlik meselesi verasetle alakalıdır.
• Ahlâkî kötülükler ise tercih ve irade ürünüdür.
Bu fark bilinmezse insanlar başkasına haksız yere “haramzade”, “kanı bozuk” gibi iftiralar eder; hem kul hakkına girerler hem ilahî adaleti yanlış anlarlar.

TEFSİRÎ SONUÇ
• Zalimlik soyda değil, nefiste başlar.
• Ahlâkî düşüş kanla değil, kalple ilgilidir.
• İnsanın en büyük bozukluğu sütte değil, iç âlemdeki karanlıktadır.
• Firavunlaşmak genetik değil; kibir ve enaniyetin kabarmasıdır.
• Kurtuluş, nefsi arındırmakla mümkündür; soyun temizliği insanı kurtarmaz.

✧✧

**İNSANDA BOZULMANIN KÖK SEBEPLERİ:
Zulmün Derûnî Mahiyeti Üzerine Kur’ânî Bir İnceleme**
Akademik Makale
Özet
Bu makalede insanın zulme yönelişinin kaynağı, Kur’ân-ı Kerîm’in ilgili ayetleri doğrultusunda tefsirî, kavramsal ve ahlâkî açıdan incelenmiştir. Soy, kan, süt, nesep gibi fizikî unsurların ahlâkî yozlaşma ile irtibatlı olup olmadığı sorgulanmış; Kur’ân’ın bu konuda ortaya koyduğu temel ilke ortaya çıkarılmıştır. Bulgular göstermektedir ki, zulmün kökü biyolojik veya soydan gelen bir arıza değil; kalbin mühürlenmesi, nefsin hastalanması, enaniyetin büyümesi, kibrin galebe çalması ve nihayet vicdanın taşlaşmasıdır.
Çalışmada ayrıca Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) soy–benzerlik konusundaki hadis-i şerifinin mahiyeti açıklanarak, fizikî benzerlik ile ahlâkî bozulma arasındaki fark vurgulanmıştır.
Giriş
Toplumlarda karşılaşılan zulüm, haksızlık, merhametsizlik ve vicdan körlüğü gibi şeyler çoğu zaman “kanı bozuk”, “sütü karışık”, “soyu bulanık” gibi yanlış ve ilmî temeli olmayan ifadelerle açıklanmaya çalışılmıştır. Bu yaklaşım sadece sosyolojik bir yanılma değil, aynı zamanda Kur’ân’ın belirlediği temel ahlâkî ve hukukî prensiplerle de çatışır.
Kur’ân’a göre zulüm, insan tabiatının ezelî bir kaderi veya genetik bir mirası olmayıp, kalbî ve derûnî bir sapmanın sonucudur. Dolayısıyla insanın bozulmasını anlamak için mesele fizyolojik boyutta değil, psikolojik, ahlâkî ve manevî boyutta değerlendirilmelidir.
Bu makalenin amacı, zulmün kaynağını Kur’ân perspektifiyle tahlil etmek ve insanın kötülüğe yönelişinin sebeplerini ilmî bir disiplin içerisinde açıklamaktır.

Kur’ân’da Kalbin Mühürlenmesi: Bozulmanın Başlangıcı
1. Ayet: Bakara 7
“Allah, onların kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gözlerinde de bir perde vardır. Onlar için büyük bir azap vardır.”
Tahlil
Bu ayet, insanın bozulma sürecinin temelini açıklar:
Kalbin hakikate kapanması.
• Kalbin mühürlenmesi = derûnî algı kaybı
• Kulakların mühürlenmesi = hikmeti işitememe
• Gözlerde perde = hakikati görememe
Bu tablo fizikî bir bozukluk değil, iradî bir çağrının reddi sonucunda oluşan mânevî çöküştür.
Zalim insanın bozukluğu ne kanda, ne sütte, ne soyda; doğrudan kalbî körleşmededir.

Kalbî Hastalık ve Zulmün Derinleşmesi
2. Ayet: Bakara 10
“Kalplerinde hastalık bulunanlar ise, Allah onların hastalığını artırmıştır. Yalanlamalarına karşılık onlar için elem dolu bir azap vardır.”
Tahlil
Kur’ân’ın “hastalık” diye tanımladığı unsurlar:
• kibir
• enaniyet
• riyakârlık
• hile
• menfaatperestlik
• nifak
Bu hastalıklar soydan geçmez; tamamen ruhun kararmasıyla ilgilidir.
Ayetin “Allah hastalıklarını artırır” buyurması, insanın kötü tercihlerinin sonuçlarına işaret eder:
İrade kötüye yöneldikçe kalp karanlığı artar.

Kalbin Taşlaşması: Zulmün Zirvesi
3. Ayet: Bakara 74
“Sonra bunun ardından kalpleriniz katılaştı; artık kalpleriniz taş gibi, hatta daha da katıdır.”
Tahlil
Kalbin taşlaşması, zulmün en üst seviyesidir. Çünkü:
• taş suyu görünce yarılır,
• fakat bazı kalpler rahmeti görünce bile yumuşamaz.
Bu seviyede insan, Firavun’un, Nemrud’un ve diğer zâlimlerin taşıdığı özellikleri taşır. Yani zulüm, soy karakteri değil, ruhun kararmasıdır.

Zulmün Sorumluluğu: Şeytanî Telkin Değil, İnsanî Tercih
4. Ayet: İbrahim 22
“(Kıyamet günü) Şeytan şöyle der: ‘… Benim sizin üzerinde hiçbir hâkimiyetim yoktu; sadece sizi çağırdım, siz de bana uydunuz. Öyleyse beni kınamayın, kendinizi kınayın… Şüphesiz zalimlere elem dolu bir azap vardır.’”
Tahlil
Bu ayet kritik bir hakikati ortaya koyar:
Zalimlik şeytanî bir zorlamanın sonucu değildir.
Şeytan yalnızca davet eder; insan kendi iradesiyle kabul eder.
Dolayısıyla zulüm:
• soyun arızası değil,
• iradenin yanlış tercihidir.

Nefsin Arındırılması ve Ahlâkî Kurtuluş
5. Ayet: Şems 9–10
“Nefsini arındıran gerçekten kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömen ise hüsrana uğramıştır.”
Tahlil
Bu ayet, insanın ıslahının ya da çöküşünün merkezini kesin bir şekilde bildirir:
• Arınmış nefis = selamet
• Kötülüğe gömülmüş nefis = helâk
Bozukluk süt, kan veya soyda değil; nefsin gömülmesindedir.

Soy-Benzerlik Hadisinin Konumuzla İrtibatı
Peygamber Efendimizin (s.a.v.), çocuğunun annesine benzemediğini söyleyerek şüpheye düşen adama söylediği:
“Soy bazen nesiller atlayarak kendini gösterir.”
Bu hadis, yalnızca fizikî benzerlik içindir.
Ahlâk, karakter, vicdan, merhamet veya zulüm bu hadisin kapsamına girmez.
Demek ki:
• Fizikî veraset ayrı,
• Ahlâkî yöneliş ayrı bir meseledir.
Kur’ân’a göre kötü ahlâk seçilmiş bir yol, iyi ahlâk ise terbiye edilmiş bir nefistir.

Sonuç
Bu makale, Kur’ân’ın zulüm ve ahlâkî bozukluk meselesini fizikî unsurlardan arındırarak tamamen kalbî, ruhanî, iradî ve ahlâkî düzlemde ele aldığını göstermektedir.
Ana sonuçlar şöyledir:
• Zalimlik soydan değil, kalbin kararmasından doğar.
• Kibir, enaniyet, nefis taşkınlığı ve hidayete karşı direnç bozulmanın temelidir.
• Kur’ân, zulmü biyolojiye değil, insan iradesine bağlar.
• Fizikî benzerlik ile ahlâkî karakter tamamen farklı alanlardır.
• Kurtuluş, nefsi arındırmakla mümkündür; yoksa soy temizliği insanı kurtarmaz.

Kaynak Ayetler
• Bakara 7
• Bakara 10
• Bakara 74
• İbrahim 22
• Şems 9–10

✧✧

**VERÂSETİN NESİLLER ARASI TEZÂHÜRÜ:
Siyer Kaynaklarındaki “Uzaktaki Cedde Benzeme” Hadisesinin Hikmet, Tarihî Bağlam ve Ahlâkî Mesaj Açısından Tahlili**

ÖZET
Bu makalede, siyer ve hadis kaynaklarında yer alan, bir sahâbînin doğan çocuğunun benzerliği konusunda su-i zanla Resûl-i Ekrem’e (sallallahu aleyhi ve sellem) müracaat etmesi üzerine yaşanan hadise ilmî, ahlâkî ve içtimâî yönleriyle incelenmektedir. Hadisin muhtevasında geçen “verâsetin sıçraması (karîa)”, nesiller atlayarak benzerlik oluşması, eşe su-i zandan kaçınma, aile haysiyetinin muhafazası ve insanın aslına ait derûnî izlerin tabii seyri gibi hususlar sistematik biçimde ele alınmaktadır. Bu çerçevede olay, hem tarihî kaynaklar hem de Risale-i Nur Külliyatı’ndaki ene, enaniyet, tabiat ve insanın esasıyla ilgili bahislerin ışığında tahlil edilmektedir.
GİRİŞ
İslam ilim geleneği, insanın mahiyeti ve soyu üzerine kurulmuş köklü bir nazar taşır. Aile nizamı; neslin korunmasını, tarafların haysiyetini, su-i zandan sakınmayı ve hakikate bağlılığı esas alır. Siyer kaynaklarında bulunan ve çoğunlukla “kalın bacaklı çobana benzeyen çocuk” hadisesi olarak bilinen rivayet, bu çerçevenin en dikkat çekici misallerinden biridir. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) meseleyi çözme tarzı ise hem ilmî hem ahlâkî hem de derûnî hikmetler ihtiva etmektedir.

1. HADİSİN KAYNAKLARI VE TARİHÎ BAĞLAMI
Hadise, başta Buhârî (Nikâh 48) ve Müslim (Radâ’ 27) olmak üzere güvenilir hadis kaynaklarında yer almaktadır. Rivayete göre bir sahâbî, yeni doğan çocuğunun ne kendisine ne de ailesine benzemediğini, bu sebeple eşinden şüphe duyduğunu söyleyerek Resûlullah’a (s.a.v.) başvurmuştur.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) meseleyi hemen hükme bağlamayıp şu yöntemi kullanmıştır:
• Soyun araştırılmasını istemiştir.
• Anne tarafının birkaç nesil öncesine kadar detaylı tasviri sorulmuştur.
• Uzak bir ceddin belirgin fizikî vasıfları ile yeni doğan çocuk arasında benzerlik tespit edilmiştir.
Sonuçta Resûlullah (s.a.v.) şu hükmü beyan etmiştir:
“Verâset bazen sıçrayıverir (karîa). Çocuk bazen daha uzak akrabaya çeker. Eşinden şüphe etme.”
(Buhârî, Nikâh 48)
Bu cevap, hem ailenin inkişafına hem de su-i zanla aile birliğinin bozulmasına engel olan bir beyan olarak tarihe geçmiştir.
2. VERÂSETİN “SIÇRAMASI”: BİYOLOJİK VE MANEVÎ KATMANLAR
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) sözleri, nesiller arası benzerliklerin ve hâssaların tabiat kanunları içinde nesiller atlayarak tezâhür edebileceğine işaret eder. Bu yaklaşım, modern kalıtım ilminin bulgularıyla da açık bir muvafakat içindedir. Rivayet, İslam ilim tarihinde fen–hikmet bütünlüğünün güzel bir misalidir.
2.1. Fizikî Benzerlikte Nesiller Arası Aktarım
– Göz, ten, yüz hatları, proporsiyon gibi özellikler;
– Davranışlı temayüller, mizacî eğilimler;
– Hatta bazı kabiliyetlerin verâseten aktarılması,
hem klasik İslam âlimlerinin hem modern ilim adamlarının kabul ettiği bir hakikattir.
2.2. Manevî İzler ve Ahlâkî Miras
İnsanın yalnız bedeni değil, bazı derûnî eğilimleri de ailesinden ve çevresinden gelen tesirlerle şekillenir. Kur’ân’da “zürriyet”, “silsile”, “nesil” kavramlarının sıkça geçmesi, insanın yalnız kendi bedeniyle değil, kökleriyle de irtibatlı olduğunu hatırlatır.
3. HADİSİN AİLE HUKUKU VE AHLAKİ DERSLERİ
Bu rivayet, İslam aile hukukunda önemli ilkeleri öğretir:
3.1. Su-i Zan Yasağı
Eş hakkında delilsiz iddiada bulunmak, hem kul hakkına girer hem de aile nizamını çökertebilir.
3.2. Araştırma ve Tahkik
Resûlullah (s.a.v.) doğrudan hüküm vermemiş, araştırmayı teşvik etmiştir. Bu tavır, “tahkik ehli olma” prensibini ortaya koyar.
3.3. Nesil ve Aile Haysiyeti
İslam, soyun muhafazasını farz kılmıştır. Bir kadının iffetine su-i zanla dil uzatmak ağır bir cürümdür.
4. NUR PENCERESİNDEN OLAYIN HİKMETİ
– İnsan mahiyetinde hem ışıklı hem karanlık damarlar bulunur.
– Bir insanda görülen bir hâl, bazen uzak bir cedde veya çevreye ait tesirlerin yansımasıdır.
– Ene, esası itibarıyla emânettir; doğru kullanılmazsa insan zıddına meyleden çizgilere kayabilir.
Bu noktada ;Sû’-i mizacın ve enaniyetin menbaı bazen aile ve çevredir; fakat insan iradesiyle bunları tashih edebilir.
5. “NEYİ BOZUK?” SORUSUNUN HİKMET AÇISINDAN TAHLİLİ
Toplumda bazen “suyu bozuk”, “kanı bozuk” gibi kaba ifadeler kullanılmaktadır. Bu tabirler ilmî değildir. Hadisin bize öğrettiği ise şudur:
– İnsan yapısı itibarıyla hem fazilet hem menfî eğilimlere açıktır.
– Kimse doğrudan haramzade, suyu bozuk, kanı bozuk diye yaftalanamaz.
– Bir kişide görülen zulüm, kibir, şiddet, yalancılık gibi menfî hâller soy, tabiat veya verâset üzerinden tek başına açıklanamaz.
Kur’ân’ın perspektifi nettir:
İnsan kendi iradesiyle zulmü seçer veya adaleti tercih eder.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(Zilzâl 7–8)
Dolayısıyla menfî davranışlar karışmış süt, bozuk kan, haramzade aslı gibi kaba iddialarla izah edilemez. Asıl sebep:
– Ene ve enaniyetin yanlış kullanımı,
– Nefsin hevasına uymak,
– Fıtrî istidatların kötüye sevk edilmesi,
– Ahlâkî terbiye noksanlığı ve zulme meyildir.
SONUÇ
Bu makale, sahih hadis kaynaklarındaki “uzak cedde benzeme” hadisesini ilmî, ahlâkî ve tarihî boyutlarıyla incelemiştir. Rivayet, nesiller arası benzerliğin ilahî bir kanun olduğunu; aile içinde su-i zandan sakınmayı; araştırma ve tahkikin ehemmiyetini; insanın hem fizikî hem manevî yapısının geçmişle irtibatlı olduğunu göstermektedir. Ayrıca zulüm, kibir, yalancılık yahut hıyanet gibi menfî hâllerin “bozuk kan”, “suyu karışık” gibi basitleştirici iddialarla değil, insanın iradesi, enaniyeti ve terbiyesiyle ilişkili olduğu ortaya konmuştur.
MAKALE ÖZETİ
– Hadiste bir sahâbî, çocuğun benzeme meselesiyle Resûlullah’a (s.a.v.) gelir.
– Peygamberimiz (s.a.v.) soy araştırması yaptırır; çocuk uzak bir cedde benzemektedir.
– Bu durumun verâset kanunu olduğu beyan edilir.
– Aileyi yıkan su-i zandan sakındırılır.
– Zulüm ve menfî karakter özellikleri, “kan bozukluğu” gibi iddialarla açıklanamaz; insanın iradesi ve manevî terbiyesi belirleyicidir.
– Olay hem ilmî hem ahlâkî hem sosyal bakımdan dikkate şayandır.

KONUYLA ALAKALI AYETLER
1. “Zannın çoğundan sakının.”
Hucurât 12 :
“Ey iman edenler! Zannın birçoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın…”
2. Neslin korunması ve aile nizamı
Nisâ 1 :
“…O Allah ki, sizi tek bir nefisten yarattı; ondan da eşini yarattı; ikisinden de pek çok erkek ve kadın meydana getirdi…”
3. Herkes kendi amelinden sorumludur
Zilzâl 7–8 :
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür.
Kim de zerre kadar kötülük işlerse onu görür.”
4. Emanet ve adalet ölçüsü
Ahzâb 72 :
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler… Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zâlim ve çok cahildir.”
5. Aileye karşı adalet ve doğruluk
Nisâ 135 :
“Ey iman edenler! Kendiniz, ana-babanız ve yakınlarınız aleyhine de olsa adaleti titizlikle ayakta tutun…”

✧✧

**6. GÜNÜMÜZLE İRTİBAT:
Suç Oranlarının Artışı, Dijital Hıyanet Türleri ve Akıl–Kalb–Vicdan Dengesi Üzerinden Bir İnceleme**
Siyer kaynaklarında yer alan “uzak cedde benzeme” hadisesi, yalnız biyolojik verâset değil; aynı zamanda ahlâkî verâset, karakter istikameti ve insanın iç dünyasının tabii işleyişi açısından da değerli ipuçları sunmaktadır. Günümüzde memleketimizde ve cihanın pek çok bölgesinde yolsuzlukların çoğalması, haram malın yaygınlaşması, hırsızlık, rüşvet, zulüm, sanal sahtekârlık ve dijital suçların artışı, insanın akıl, kalb ve vicdan merkezli yapısıyla doğrudan bağlantılıdır.
Bu bölümde, modern zamanların suç tipolojileri; akıl, kalb ve vicdanın tahribi; enaniyetin şişmesi ve hakikatin kaybedilişi açısından sistematik biçimde ele alınacaktır.

6.1. Modern Suçların Yapısı: Maddeye Bağımlı Aklın Çöküşü
Dünya, bilgiye erişimin kolaylaşması ve dijital imkânların genişlemesiyle birlikte iyilikte ilerlediği kadar, kötülüğün de mahiyet değiştirdiği yeni bir döneme girmiştir. Artık hırsızlık yalnız kapı kırmakla değil, bir tuşla banka hesaplarını boşaltmakla gerçekleşmektedir. Yolsuzluk yalnız kasalardaki malı aşırmak değil, dijital sistemler üzerinden toplumun hakkını sessizce aktarabilmek demektir.
Bu durumun başlıca sebeplerinden biri, aklın asli fonksiyonunun bozulmasıdır.
Aklın vazifesi:
– hak ile bâtılı ayırmak,
– sonucu görmek,
– nimet ve sorumluluğu tefrik etmektir.
Ancak menfaat hırsı aklı örttüğünde, akıl nur olmaktan çıkıp tarafgir enaniyetin hizmetçisi hâline gelir. Böylece sıradan bir insan, kısa yoldan kazanç hırsıyla:
– dijital dolandırıcılık,
– kredi kartı sahtekârlığı,
– bilişim hıyaneti,
– kimlik kopyalama,
– manipülasyon ve veri sızdırma gibi suçlara yönelebilmektedir.
Yani akıl bozulduğunda fiiller de bozulur.
6.2. Kalbin Kararması: Haramın ve Zulmün Büyümesi
İslam ilim geleneğinde kalb, insanın hem vicdan hem de derûnî yönünün merkezidir. Kalb:
– rahmete açılan kapı,
– merhametin menbaı,
– adalet hissinin yuvasıdır.
Kalbin kararması ise zulmün büyümesine sebep olur. Tarih boyunca zulüm işleyenler, önce kalplerini karartmış; ardından tabiatlarına zulüm sinmiştir. Günümüzde de:
– masum insanların hakkını yiyen,
– kamu malına el uzatan,
– yalanı sistemleştiren,
– insanları kandırmayı kolay gören
kimselerin ortak noktası kalbî hassasiyetin sönmesidir.
Buhârî ve Müslim’de geçen hadiste Resûlullah (s.a.v.), günahların kalb üzerinde siyah bir leke oluşturduğunu; tevbe edilmezse bu lekenin bütün kalbi kapladığını beyan eder.
Modern suçların yaygınlaşması da bu hakikatin çağdaş tezâhürüdür.
6.3. Vicdanın Susturulması: Dijital Dünyada Sınırların Silinmesi
Vicdan insanın iç mahkemesidir. Akıl karar verir, kalb hisseder, vicdan hüküm kurar. Vicdanın üstüne örtü çekildiğinde insan kendi kötülüğünü meşrulaştıran bir varlığa dönüşür. Bu durum:
– hırsızlığa “çeviklik”,
– yolsuzluğa “başarı”,
– haram mala “kazanç”,
– dijital suça “zekâ ürünü”,
– insan kandırmaya “beceri”
adını verecek kadar tehlikeli bir noktaya sürükler.
Günümüz insanı çoğu zaman görülmediğini zannettiği için sanal suçlara yönelmekte, vicdan üzerindeki baskıyı hafifletici mazeretler üretmektedir. Fakat unutulmamalıdır ki gizli–açık her şeyin kaydını tutan bir ilahî adalet düzeni vardır.
6.4. Enaniyetin Şişmesi: Suçun Psikolojik Kökü
Risale-i Nur Külliyatı’nda yer alan ene bahsi, günümüz suçlarının psikolojik köklerini anlamada önemli bir perspektif sunar. Bediüzzaman’a göre:
– ene aslında bir mizandır,
– insanın emanetini taşıması için verilmiştir,
– haddini aşarsa zulme inkılap eder.
Enaniyetin şişmesi, insanı:
– kendinden başkasını görmeyen,
– menfaati uğruna her şeyi mubah sayan,
– hakikate değil çıkarına bakan,
– zıtlıklar içinde savrulan,
– hıyaneti bile maharet sayabilen
bir hâle getirir. Bugün birçok dijital ve ekonomik suçun temelinde şişmiş enaniyet ve merhametsiz menfaat duygusu vardır.
6.5. Memleket ve Cihan Açısından İçtimâî Yapının Çözülmesi
İster bir ülkede ister küresel düzeyde olsun; suç ve yolsuzluk artışının tek sebebi hukukî boşluklar değildir. Asıl mesele, insanın iç âlemindeki düzenin bozulmasıdır. Akıl, kalb ve vicdan üçlüsü bir arada çalışmadığında toplum şu sonuçlarla karşılaşır:
• Adalet duygusu zayıflar.
• Kamu malı emanet olmaktan çıkar.
• Sanal suçlar görünmez olduğu için hızla yayılır.
• Dürüst insanlara baskı artar, kötü niyetliler çoğalır.
• Toplu bir vicdan kararması yaşanır.
Bunların hepsi, ahlâkî verâsetin ve manevî meşruiyetin zedelenmesinin zamanımızdaki yansımalarıdır.
6.6. Sonuç: Bugünün Suçlarının Kökü Dışarıda Değil İçtedir
Günümüzde artan suç oranları, dijital hıyanetler, rüşvet, hırsızlık, hak yeme, yalanı sistemleştirme gibi fiiller; insanların “kanı bozuk”, “suyu karışık” gibi basit iddialarla açıklanamaz. Hazret-i Peygamber’in (s.a.v.) öğrettiği gibi:
Asıl bozulma, akılda, kalbde ve vicdandadır.
– Akıl yönünü kaybettiğinde tuzağa dönüşür.
– Kalb karardığında merhamet söner.
– Vicdan sustuğunda kötülük sıradanlaşır.
– Enaniyet şiştiğinde kul, kendi hevasının putuna dönüşür.
Bu sebeple suçla mücadelenin ilk merhalesi hukuk değil, insanın iç âlemindeki diriliştir.
Asıl ıslah, insanın kendi özüne dönmesiyle mümkündür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
11/12/2025