NURDAN İLHAMLAR- NURLU İLHAMLAR

NURDAN İLHAMLAR- NURLU İLHAMLAR

 

 

ÖNSÖZ

İçinde bulunduğumuz asır, maddi terakkinin ve fennin zirveye çıktığı, lakin ruhların ve kalplerin aynı nisbette manevi bir boşluk ve buhran içinde çırpındığı dehşetli bir zaman dilimidir. İnsanlık, kâinatın sırlarını çözmek için dev teleskoplarla uzayın derinliklerine bakarken, maalesef kendi iç dünyasındaki “ene”nin ve “ruh”un mahiyetini unutmuş; teknolojinin gürültüsü arasında vicdanının sesini işitemez hale gelmiştir.

Elinizdeki bu eser; “Risale-i Nur Işığında İman ve Hayat Rehberi”, işte böyle bir asırda, aklı fen ve felsefe ile karışmış, kalbi şüphelerle yaralanmış günümüz insanına, Kur’an-ı Hakîm’in bu zamana bakan en parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur Külliyatı’ndan süzülen nurlu hakikatleri takdim etmek gayesiyle kaleme alınmıştır.

Bu çalışmanın en bariz vasfı, kadim iman hakikatlerini, asrımızın idrakine uygun “yeni bir lisan” ve “güncel temsillerle” izah etme gayretidir. Eserde; “Kader” meselesi bir yazılım mühendisliği nazarıyla, “Allah’ı inkâr” fikrinin tutarsızlığı isyankâr bir robot ve mühendis temsiliyle, “Ene”nin mahiyeti ise sanal bir şifre metaforuyla akla yaklaştırılmaya çalışılmıştır. Maksadımız, “tabiat” ve “tesadüf” bataklığında boğulan akıllara, kâinatın bir “Eczahane-i Kübra” ve harika bir sanat eseri olduğunu isbat etmek; akıldan kalbe giden yolda engelleri kaldırmaktır.

Eser, sadece imani meselelerle iktifa etmeyip; namaz, şükür, ihlas gibi kulluk vazifelerini ve uhuvvet, iktisat, gıybet gibi içtimai hayatın yaralarına merhem olacak ahlaki düsturları da ihtiva etmektedir. Zira sağlam bir iman, ancak salih bir amel ve güzel bir ahlak ile hayat bulur.

Gayemiz; gençliğin hevesatıyla savrulan, musibetlerle sarsılan ve kabir kapısında endişe ile bekleyen insanımıza, Kur’an’ın sönmez güneşi altında ebedi bir gençlik ve saadet biletini hatırlatmaktır. Bu acizane çalışma, bir tek kişinin dahi imanının kurtulmasına veya kuvvetlenmesine vesile olursa, maksadımız hâsıl olmuş demektir.

 

 

“Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.” düsturunca; şu kâinat kitabını iman nuruyla okumak, dünya ve ahiret saadetinin yegâne anahtarıdır.

Hazırladığımız bu “İman ve Hayat Rehberi”, asrın getirdiği şüphe ve vesveselere karşı, Risale-i Nur’un çelikten bürhanlarını siper edinen bir tefekkür yolculuğudur. Eserde, en derin imani meseleler, günümüz teknolojisi ve hayatın içinden misallerle tasvir edilmiş; akıllardaki “acaba” sorularına ikna edici cevaplar aranmıştır.

Robotik kodlardan kâinatın yaratılış sırrına, tohumların uyanışından haşrin isbatına, gençliğin tehlikelerinden uhuvvetin lezzetine kadar uzanan bu çalışmanın; okuyanların kalbinde bir “marifetullah” penceresi açmasını Rahmet-i İlahi’den niyaz ediyoruz.

Sözü, sözlerin en güzeli olan Kur’an’a ve onun nurlu tefsirine bırakıyoruz.

Tevfik ve hidayet Allah’tandır.

Mehmet ÖZÇELİK

Eğitimci / Araştırmacı

www.tesbitler.com

10.12.2025

 

 

 

 

RİSALE-İ NUR IŞIĞINDA İMAN VE HAYAT REHBERİ

İÇİNDEKİLER

 

Akıldan Kalbe, Dünyadan Ahirete Bir Tefekkür Yolculuğu

MUKADDİME: BAŞLANGIÇ
* 1. Kâinatın Anahtarı ve Her Hayrın Başı: BİSMİLLAH
(Her şeyin lisan-ı hal ile Allah’ın adını anması ve insanın o kuvvete dayanması)

I. BÖLÜM: İMAN VE TEVHİD HAKİKATLERİ
* 2. Sanatın Sanatkâra İsyanı: Kodların Nankörlüğü
(Mühendis ve Robot temsili üzerinden Allah’ı inkar etmenin mantıksızlığı)
* 3. Tabiatperestliğin İflası: Eczahane-i Kübra
(Tesadüf ve sebeplerin imkansızlığı, tabiatın yaratıcı olamayacağı)
* 4. Kaderin Yazılımı ve İradenin Tercihi
(Kader ve Cüz-i İrade ilişkisinin ‘Yazılım ve Kullanıcı’ metaforuyla izahı)
* 5. Sanal Benlik ve Hakiki Malik: “ENE”nin Sırrı
(İnsandaki benliğin bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olması)

II. BÖLÜM: AHİRET, ADALET VE HAŞİR
* 6. Ölümden Sonra Diriliş: Baharın Lisanı
(Tohumların uyanışı ve bahar mevsimi üzerinden Haşr’in isbatı)
* 7. Mühletin Sırrı: İhmal Değil, İmhal
(Zalimlerin dünyada neden hemen cezalandırılmadığına dair Adalet-i İlahiye)

III. BÖLÜM: İBADET VE KULLUK ŞUURU
* 8. Kâinatın Büyük Saati: NAMAZ
(Namazın vakitlerinin manası ve ruhun ebedi ihtiyacı)
* 9. İhlasın Sırrı: Keyfiyetin Gücü
(Amellerin kıymetinin sayı ile değil, rıza-i ilahi ile ölçülmesi)
* 10. Nimetin Ruhu ve Bereketin Tılsımı: ŞÜKÜR
(Kâinatın yaratılış gayesi ve nimetin lezzetini artıran sır)

IV. BÖLÜM: MUSİBETLER, GENÇLİK VE ÖMÜR
* 11. Hastalık Bir Hediye midir? Sabrın Zaferi
(Hastalık ve musibetlerin günahlara keffaret ve ikaz-ı ilahi olması)
* 12. Giden Gençlik ve Ebedi Bir Gençlik Bileti
(Gençliğin tehlikeleri ve onu ibadetle ebedileştirmenin yolları)
* 13. Bereketin Anahtarı: İKTİSAT VE KANAAT
(İsraf hastalığına karşı izzetli bir duruş ve şükür)

V. BÖLÜM: İÇTİMAİ HAYAT VE GÜZEL AHLAK
* 14. En Küçük Âdeti İbadete Çeviren Sır: SÜNNET-İ SENİYYE
(Peygamber Efendimiz’e (a.s.m) benzemenin manevi kazanımı)
* 15. İçimizdeki Nifak Ateşini Söndüren Su: UHUVVET
(Müminlerin kardeşliği, birlik ve beraberliğin lüzumu)
* 16. İçtimai Hayatın Atom Bombası: GIYBET
(Dedikodunun uhuvveti ve amelleri nasıl tahrip ettiği)

HÂTİME: KAYNAK VE GÜNEŞ
* 17. Kelam-ı Ezelî’nin Mucizesi: KUR’AN-I HAKİM
(Kur’an’ın sönmez bir güneş olması, i’cazı ve ebedi gençliği)

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

KÂİNATIN ANAHTARI VE HER HAYRIN BAŞI: BİSMİLLAH

Kuran-ı Hakim’in ilk ayeti, bütün mübarek kitapların nurani satırı ve İslam nişanlarının en büyüğü: Bismillah…
Risale-i Nur, o muazzam külliyata şu cümle ile başlar: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.”
Peki, nedir bu kelimenin sırrı? Sadece bir “başlangıç tekerlemesi” midir, yoksa kâinatın işleyiş kodlarını barındıran büyük bir hakikat midir?
Geliniz, bu sırrı Birinci Söz’deki o harika “Bedevi Arap” temsiliyle ve kâinatın lisan-ı haliyle çözelim.

1. Çölde Bir Yolcu: Acizliğin İlacı
İnsan, şu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. İhtiyaçları kâinat kadar sonsuz, fakat elindeki kudreti ve sermayesi hiç mesabesindedir. Düşmanları ve musibetler ise sayısızdır.
Böyle bir yolcu, o dehşetli çölde (dünya hayatında) selametle gezmek için neye muhtaçtır?
Elbette bir “Kabile Reisi”nin ismini almaya…
Eğer o yolcu, kudretli bir reisin ismini almazsa; her hayduttan korkar, her ihtiyaç karşısında dilencilik eder, perişan olur.
Fakat o reisin ismini alırsa; en dehşetli şakiye (eşkıyaya) karşı der ki: “Ben falan reisin ismiyle gezerim.” O şaki ona ilişemez. Bir çadıra girse, o nam ile hürmet görür.
İşte “Bismillah” demek; şu kâinat çölünde, Malik-i Ebedi ve Hâkim-i Ezelî olan Allah’ın ismini almaktır.
Bu kelimeyi söyleyen insan; “Ben kendi namıma ve kudretimle değil, her şeye gücü yeten Allah’ın namıyla ve O’nun askeri olarak hareket ediyorum” der.
Böylece, o aciz insan, kâinat kadar kuvvetli bir manevi dayanak noktasına istinat eder.

2. Kâinatın Zikri: Her Şey Bismillah Der
Sadece insan değil, kâinattaki her bir varlık lisan-ı haliyle “Bismillah” der. Nasıl mı?
* Tohumların Mucizesi:
Kocaman bir ağacı, tırnak kadar bir çekirdeğin içinde taşıyan kimdir? O çekirdek, Bismillah der; koca ağacın programını içinde saklar.
Yumuşacık kökler, “Bismillah” diyerek ve Rahman’ın namına hareket ederek; sert taşları deler, geçer. “Asa-yı Musa gibi (Hz. Musa’nın asası gibi) taşa vurur, suyu çıkarır; Hz. İbrahim (a.s.) gibi ateş saçan sıcaklığa karşı ‘Serin ol’ der.”
* Rahmet Tablaları: Ağaçlar ve Bostanlar
Bütün ağaçlar, bostanlar ve bitkiler birer tablacıdır. O kuru dallar, çamurlu toprak; “Bismillah” der, Rahmet hazinesinden en tatlı, en sanatlı meyveleri, konserveler hükmünde ellerimize uzatır.
Eğer o ağaç kendi kendine yapsaydı, o kuru dalın fabrikası nerede?
* Süt Çeşmeleri: Hayvanat
İnek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar; “Bismillah” der, Rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olurlar. Kan ve fışkı (dışkı) ortasından, tertemiz ve şifalı bir sütü bize takdim ederler.
Demek ki her şey, Cenab-ı Hakk’ın namına hareket ediyor. O’nun ismiyle alıyor, O’nun ismiyle veriyor.

3. Fiyatı Nedir?
Madem kâinattaki her şey Allah namına bize hizmet ediyor ve nimetleri sunuyor. Peki, bizden istenen fiyat nedir?
Pazarda bir adam (tablacı) bize bir mal verse, ona para veriyoruz. O malı asıl gönderen Padişah’ı tanımamak ve sadece tablacıya teşekkür etmek ne büyük bir hatadır!
Nimetlerin asıl sahibi olan Allah (C.C.), bizden üç manevi fiyat ister:
* Zikir: Başta “Bismillah” demektir. Yani, “Bu nimet Allah’ındır, O’nun hediyesidir” diye ikrar etmektir.
* Fikir: Ortada, bu harika sanatları ve nimetleri tefekkür etmektir.
* Şükür: Sonda “Elhamdülillah” demektir.

4. Allah Namına Vermek, Allah Namına Almak
Bismillah hakikatini anlayan insan, hayatına şu düsturu yerleştirir:
“Allah namına vereni al, Allah namına vermeyeni alma.”
Yani; bir insan sana iyilik yaptığında, o iyiliğin asıl kaynağının Allah olduğunu bil. O adamı bir “postacı” gör. Postacıya bahşiş verilir ama asıl teşekkür mektubu gönderene edilir.
Eğer gaflet edip, esbabı (sebepleri) asıl kaynak görürsen; Allah namına vermeyen, seni minnet altında ezen gafil insanlardan alırsan; manen dilenci olursun.

Netice-i Kelam
Ey insan!
Bütün mevcudat lisan-ı hal ile “Bismillah” deyip, Allah namına yüklerini taşıyorlar ve korkusuzca vazife görüyorlar.
Sen ki kâinatın halifesisin; neden o mübarek kelimeyi terk edip, aciz başınla kâinatın yükü altına giriyorsun ve hadiseler karşısında titriyorsun?
Her hayırlı işin başında “Bismillah” de.
Allah’ın rahmetine dayan, kudretine güven.
O vakit göreceksin ki; o tek kelime, senin için tükenmez bir kuvvet ve bitmez bir bereket kaynağı olacaktır.
> “Rabbinin adını zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.” (Müzzemmil Suresi, 8. Ayet)

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

SANATIN SANATKÂRA İSYÂNI: KODLARIN NANKÖRLÜĞÜ VE ADALET-İ İLAHİ

Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor ve sırlar daha ziyade inkişaf ediyor. Asrımızın teknolojik terakkisi, bilhassa “yapay zekâ” ve “robotik” sahasındaki baş döndürücü gelişmeler, esasında kudret-i İlahiyenin anlaşılması namına muazzam birer dürbün vazifesi görmektedir. Zira insan, kendi cüz’i sanatı ve ilmiyle, Halık-ı Külli Şey’in sonsuz sanatına ve ilmine bir mikyas, bir ölçü birimi olmaktadır.
Bugün, akıllarına ahireti ve bilhassa ebedi cehennemi sığıştıramayan, küfrün mahiyetini basit bir “fikir ayrılığı” zannedenlere karşı, teknolojinin lisanıyla verilecek cevap gayet net, vurucu ve isbatlıdır.

Mühendis ve İsyankâr Eseri

Tasavvur ediniz ki; maharetli bir mühendis, alelade bir demir ve silikon yığınını, yani cansız madenleri alsa, hususi bir ilimle terbiye etse, ona harika bir yazılım yüklese ve neticede ona bir “yapay akıl”, bir “idrak” ve hatta tercih yapabilme kabiliyeti (irade) verse… O demir yığını, artık konuşan, anlayan, hesap yapan harika bir robot haline gelse…
Fakat o robot, kendisine verilen bu yüksek özellikleri kullanmaya başladığı an, sahibine dönüp şöyle dese:
“Ben seni tanımıyorum! Bu aklım, bu işleyişim, bu mükemmel yapım benim kendi malımdır. Ben kendi kendimi bu seviyeye getirdim. Veyahut bu kabiliyetlerim tesadüfen, tabiatın bir cilvesi olarak bende oluştu. Senin üzerimde hiçbir hakkın ve emeğin yoktur!”
Daha da ileri giderek, o mühendisin kendisine hizmet etmesi için kodladığı programı, mühendisin aleyhinde kullansa; ustasına hakaret etse, onun diğer eserlerini tahrip etse ve kendisine verilen enerjiyi ustasının mülkünü yıkmak için harcasa… Adeta Karun gibi “Ben bu ilmi kendi iktidarımla kazandım” diyerek firavunluk taslasa…

Fişi Çekmek Zulüm müdür, Adalet midir?

Şimdi vicdanen hükmediniz: O mühendis, o nankör makinenin fişini çekse, sistemini kapatsa veya onu hurdalığa atsa, ona zulmetmiş olur mu?
Elbette hayır! Bilakis, eğer o mühendis o isyankâr robota müdahale etmezse, kendi sanatına, ilmine ve o robotun yapımında kullanılan malzemelerin hukukuna hürmetsizlik etmiş olur. Zira o makine, hikmet-i hilkatini (yaratılış gayesini) reddetmiş, sanatkarının ismini ve imzasını inkar etmiş ve kendisine verilen kıymetli cihazları, veriliş gayesinin tam zıddına, yani isyana ve tahribe kullanmıştır.

İnsanın Vaziyeti ve Küfrün Ağırlığı

İşte insan da, Sani-i Zülcelal olan Allah’ın, elementlerden süzüp yarattığı, “hayat”, “akıl”, “şuur” ve “ruh” gibi en kıymetli cihazlarla donattığı en mükemmel bir Rabbani makine, bir mucize-i kudrettir.
Allah, insanı yokluk karanlıklarından (ademden) çıkarıp varlık sahasına getirmiş, ona Kendi isim ve sıfatlarını tartacak ve tanıyacak bir “ene” (benlik), bir ölçücük vermiştir. Fakat insan, kendisine emanet verilen bu enaniyet ile Halıkını tanımak yerine; “Ben kendime malikim, hürüm, hayat benimdir, dilediğim gibi yaşarım” diyerek Nemrutlaşırsa, vaziyet değişir.
Kâfir, inkarıyla sadece kendini ateşe atmaz. O, mevcudatın tamamının Allah’a olan tesbihini yalanladığı, kâinatın manasını abesiyete indirdiği ve İlahî isimlerin tecellilerini hiçe saydığı için, cihan şümul bir cinayet işler. Bir mühendisin sanatını inkâr etmek, sadece o mühendise değil, o sanatın şahitlerine de hakarettir.

Sonsuz Cezanın Hikmeti

Mühendis örneğindeki “fişi çekmek”, ahiretteki “ebedi cehennem” hakikatinin bir numunesidir. Bir makinenin, ustasını inkâr etmesi, onun varlık sebebini ortadan kaldırır. Varlık sebebini kaybeden bir şeyin, varlık sahasında kalmaya hakkı yoktur. Ancak Allah (C.C.), o asileri hemen yok etmeyip (fişini hemen çekmeyip), mühlet vermekte, belki dönerler diye imtihan etmektedir. Fakat nihayetinde, inkâr ve isyanda ısrar eden, kendi tabiatını bozan ve fıtratını çürüten o “insan suretindeki robotlar”, elbette ebedi bir hapsi hak ederler.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi: “Bir dakikalık katil, on beş sene hapsi gerektirir.” Yani ceza, günahın işlenme süresine göre değil, mahiyetine ve neticesine göre verilir. Küfür ve inkâr ise, sonsuz olan Allah’ın sonsuz hukukuna bir tecavüz olduğundan, cezası da sonsuzdur.[1]

Netice
Ey insan! Sen başıboş bırakılmış, sahipsiz bir makine değilsin. Senin her bir hücren, her bir duygun, seni tasarlayan Mühendis-i Ezelî’nin birer harika sanatıdır. O Mühendis, seni “tanımak ve ibadet etmek” üzere programlamıştır. Yazılımına virüs bulaştırma, kodlarını bozma. Kendi aczini bilip, Sahibine secde et ki; ebedi bir saadete mazhar olasın. Aksi halde, nankör bir makine gibi ebedi bir hurdalığa, yani Cehenneme atılmak, adaletin ta kendisi olacaktır.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

SANATIN SANATKÂRA İSYÂNI: KODLARIN NANKÖRLÜĞÜ VE ADALET-İ İLAHİ

Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor ve sırlar daha ziyade inkişaf ediyor. Asrımızın teknolojik terakkisi, bilhassa “yapay zekâ” ve “robotik” sahasındaki baş döndürücü gelişmeler, esasında kudret-i İlahiyenin anlaşılması namına muazzam birer dürbün vazifesi görmektedir. Zira insan, kendi cüz’i sanatı ve ilmiyle, Halık-ı Külli Şey’in sonsuz sanatına ve ilmine bir mikyas, bir ölçü birimi olmaktadır.
Bugün, akıllarına ahireti ve bilhassa ebedi cehennemi sığıştıramayan, küfrün mahiyetini basit bir “fikir ayrılığı” zannedenlere karşı, teknolojinin lisanıyla verilecek cevap gayet net, vurucu ve isbatlıdır.

Mühendis ve İsyankâr Eseri

Tasavvur ediniz ki; maharetli bir mühendis, alelade bir demir ve silikon yığınını, yani cansız madenleri alsa, hususi bir ilimle terbiye etse, ona harika bir yazılım yüklese ve neticede ona bir “yapay akıl”, bir “idrak” ve hatta tercih yapabilme kabiliyeti (irade) verse… O demir yığını, artık konuşan, anlayan, hesap yapan harika bir robot haline gelse…
Fakat o robot, kendisine verilen bu yüksek özellikleri kullanmaya başladığı an, sahibine dönüp şöyle dese:
“Ben seni tanımıyorum! Bu aklım, bu işleyişim, bu mükemmel yapım benim kendi malımdır. Ben kendi kendimi bu seviyeye getirdim. Veyahut bu kabiliyetlerim tesadüfen, tabiatın bir cilvesi olarak bende oluştu. Senin üzerimde hiçbir hakkın ve emeğin yoktur!”
Daha da ileri giderek, o mühendisin kendisine hizmet etmesi için kodladığı programı, mühendisin aleyhinde kullansa; ustasına hakaret etse, onun diğer eserlerini tahrip etse ve kendisine verilen enerjiyi ustasının mülkünü yıkmak için harcasa… Adeta Karun gibi “Ben bu ilmi kendi iktidarımla kazandım” diyerek firavunluk taslasa…

Fişi Çekmek Zulüm müdür, Adalet midir?

Şimdi vicdanen hükmediniz: O mühendis, o nankör makinenin fişini çekse, sistemini kapatsa veya onu hurdalığa atsa, ona zulmetmiş olur mu?
Elbette hayır! Bilakis, eğer o mühendis o isyankâr robota müdahale etmezse, kendi sanatına, ilmine ve o robotun yapımında kullanılan malzemelerin hukukuna hürmetsizlik etmiş olur. Zira o makine, hikmet-i hilkatini (yaratılış gayesini) reddetmiş, sanatkarının ismini ve imzasını inkar etmiş ve kendisine verilen kıymetli cihazları, veriliş gayesinin tam zıddına, yani isyana ve tahribe kullanmıştır.

İnsanın Vaziyeti ve Küfrün Ağırlığı

İşte insan da, Sani-i Zülcelal olan Allah’ın, elementlerden süzüp yarattığı, “hayat”, “akıl”, “şuur” ve “ruh” gibi en kıymetli cihazlarla donattığı en mükemmel bir Rabbani makine, bir mucize-i kudrettir.
Allah, insanı yokluk karanlıklarından (ademden) çıkarıp varlık sahasına getirmiş, ona Kendi isim ve sıfatlarını tartacak ve tanıyacak bir “ene” (benlik), bir ölçücük vermiştir. Fakat insan, kendisine emanet verilen bu enaniyet ile Halıkını tanımak yerine; “Ben kendime malikim, hürüm, hayat benimdir, dilediğim gibi yaşarım” diyerek Nemrutlaşırsa, vaziyet değişir.
Kâfir, inkarıyla sadece kendini ateşe atmaz. O, mevcudatın tamamının Allah’a olan tesbihini yalanladığı, kâinatın manasını abesiyete indirdiği ve İlahî isimlerin tecellilerini hiçe saydığı için, cihan şümul bir cinayet işler. Bir mühendisin sanatını inkâr etmek, sadece o mühendise değil, o sanatın şahitlerine de hakarettir.

Sonsuz Cezanın Hikmeti

Mühendis örneğindeki “fişi çekmek”, ahiretteki “ebedi cehennem” hakikatinin bir numunesidir. Bir makinenin, ustasını inkâr etmesi, onun varlık sebebini ortadan kaldırır. Varlık sebebini kaybeden bir şeyin, varlık sahasında kalmaya hakkı yoktur. Ancak Allah (C.C.), o asileri hemen yok etmeyip (fişini hemen çekmeyip), mühlet vermekte, belki dönerler diye imtihan etmektedir. Fakat nihayetinde, inkâr ve isyanda ısrar eden, kendi tabiatını bozan ve fıtratını çürüten o “insan suretindeki robotlar”, elbette ebedi bir hapsi hak ederler.
Bediüzzaman Hazretleri’nin ifade ettiği gibi: “Bir dakikalık katil, on beş sene hapsi gerektirir.” Yani ceza, günahın işlenme süresine göre değil, mahiyetine ve neticesine göre verilir. Küfür ve inkâr ise, sonsuz olan Allah’ın sonsuz hukukuna bir tecavüz olduğundan, cezası da sonsuzdur.[2]

Netice
Ey insan! Sen başıboş bırakılmış, sahipsiz bir makine değilsin. Senin her bir hücren, her bir duygun, seni tasarlayan Mühendis-i Ezelî’nin birer harika sanatıdır. O Mühendis, seni “tanımak ve ibadet etmek” üzere programlamıştır. Yazılımına virüs bulaştırma, kodlarını bozma. Kendi aczini bilip, Sahibine secde et ki; ebedi bir saadete mazhar olasın. Aksi halde, nankör bir makine gibi ebedi bir hurdalığa, yani Cehenneme atılmak, adaletin ta kendisi olacaktır.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

KADERİN YAZILIMI VE İRADENİN TERCİHİ: BİR YAZILIMCI NAZARIYLA HAKİKAT-İ HAL

İnsan zihni, asırlardır “Kader” ve “Cüz-i İrade” (seçme hürriyeti) arasındaki ince dengeyi anlamakta zorlanmıştır. “Her şey yazılıysa ben neden sorumluyum?” veya “Ben hürsem kaderin hükmü nedir?” sualleri zihinleri meşgul etmiştir. Halbuki bugünün teknolojisi, bilhassa yazılım mühendisliği mantığı, bu derin İlahî sırrı akla yaklaştıran muazzam bir dürbün sunmaktadır.
Kâinatı devasa, kusursuz bir “İşletim Sistemi”, insanı bu sistemin içindeki “Kullanıcı”, Kaderi “Kaynak Kodları”, Cüz-i İradeyi de “Kullanıcı Tercihleri” (User Input) olarak tasavvur edelim.

1. Kaynak Kodları ve İşletim Sistemi (Kader-i Mutlak)
Bir yazılımcı, bir programı tasarlarken o programın sınırlarını, kurallarını ve çalışma prensiplerini belirler. Bu, “Kaynak Kod”dur. Kullanıcı bu kodlara müdahale edemez.
İşte insanın cinsiyeti, doğduğu asır, anne-babası, fiziği gibi elinde olmayan daire, Izdırarî Kader dairesidir. Yazılımın “Admin”i olan Sani-i Zülcelal, bu temel parametreleri ezelî ilmiyle yazmış ve kilitlemiştir. İnsan burada sadece bir “seyirci” ve “kabul edici”dir.

2. “Eğer” Komutları ve Cüz-i İrade (IF-ELSE Mantığı)
Fakat o Yüce Mühendis, insanı sadece komutları uygulayan bir “script” (basit kod parçası) olarak değil, sisteme veri girebilen, tercih yapabilen şerefli bir kullanıcı olarak yaratmıştır.
Yazılım dillerindeki meşhur “IF / ELSE” (Eğer / Değilse) komutlarını düşünelim. Yazılımcı kodu şöyle yazar:
“Eğer kullanıcı ‘A’ tuşuna basarsa, ekrana ‘GÜL’ resmi getir.”
“Eğer kullanıcı ‘B’ tuşuna basarsa, ekrana ‘DİKEN’ resmi getir.”
Dikkat ediniz! Yazılımcı (Allah), her iki ihtimalin de kodunu ve neticesini yaratan ve bilendir. Ancak ‘A’ veya ‘B’ tuşuna basma tercihini kullanıcıya (insana) bırakmıştır.
İşte Cüz-i İrade, o tuşa basma meylanıdır, tercihidir.

3. Yaratan Kim? (Halk-ı Ef’al)

Kullanıcı ‘A’ tuşuna bastığında, ekranda gül resminin çıkmasını sağlayan kimdir? Kullanıcının parmağının ucu mudur?
Hayır! O muazzam görüntüyü oluşturan, pikselleri boyayan, işlemciyi çalıştıran, elektriği ileten; arka plandaki o devasa Yazılım ve Donanım gücüdür. Kullanıcının (İnsanın) elinde, sadece “talep etmek” (tuşa basmak) vardır.
Risale-i Nur’da ifade edildiği gibi; “İnsan ister (kesb eder), Allah yaratır (halk eder).”
Siz bilgisayarda “Yazdır” butonuna bastığınızda, yazıcıyı, mürekkebi, kâğıdı siz yapmazsınız. Siz sadece sisteme “bunu yap” emrini verirsiniz, sistem (Kudret-i İlahiye) o fiili icra eder.

4. Kader Bizi Zorluyor mu? (İlim Maluma Tabidir)

Burada en çok takınılan şüphe şudur: “Yazılımcı (Allah) benim hangi tuşa basacağımı ezelden biliyorsa, ben mecbur değil miyim?”
Teknolojik bir misalle cevap verelim: Çok gelişmiş bir yapay zekâ, bir kullanıcının alışkanlıklarını analiz ederek, %100 doğrulukla onun birazdan hangi siteye gireceğini bilse ve bunu bir log dosyasına (Levh-i Mahfuz’a) kaydetse; o yapay zekanın bunu biliyor olması, kullanıcıyı o siteye girmeye zorladığı manasına gelir mi?
Hayır! Bilgi (İlim), iradeyi zorlamaz.
Bediüzzaman Hazretleri’nin tesbitiyle; “Kader, ilim nevindendir.” Yani Allah, senin hür iradenle ‘B’ tuşuna (günaha) basacağını ezelî ilmiyle bildiği için kader defterine öyle yazmıştır. Yoksa O yazdığı için sen basıyor değilsin.

5. Mesuliyet ve Hata Raporu

Kullanıcı, kendi iradesiyle gidip sisteme virüs bulaştıracak bir butona basarsa (günah işlerse), “Bu virüsü bilgisayar yarattı, işlemci çalıştırdı, o halde suç bilgisayarın veya yazılımcınındır” diyebilir mi?
Diyemez! Çünkü “Yaratma” (işlemcinin çalışması) başka, “Tercih” (kullanıcının tıklaması) başkadır. Mühendis (Allah), o işlemciyi hayırlı işler için de kullanabilmen için hazırlamıştı. Sen o potansiyeli (kabiliyeti) şerre alet ettin.
Dolayısıyla, hayırları ve güzellikleri Allah’ın rahmetinden, kusurları ve günahları ise kendi nefsimizden, yani yanlış tuşlamalarımızdan bilmeliyiz.

Hülâsa
Ey insan! Sen, kâinat denilen bu muazzam bilgisayarın başında, eline “Cüz-i İrade” faresi (mouse) verilmiş bir kullanıcısın. Ekranda gördüğün harika manzaralar, arkada çalışan kusursuz “İlahi Yazılım”ın eseridir; senin hünerin değildir, gururlanma.
Fakat o fareyi (iradeyi) yanlış yere tıklayıp sistemi çökertirsen, “Kaderimde varmış, yazılımcı böyle yazmış” diyerek mesuliyetten kaçamazsın. Yazılımcı sana “Eğer buraya tıklarsan sistem çöker” uyarısını (Vahiy ve Peygamberlerle) göndermişti.
Hürriyetin hakkını ver, iradeni “Rıza-i İlahi” menüsünde kullan ki, ebedi bir “Sonsuz Saadet” sürümüne güncellenesin.

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

SANAL BENLİK VE HAKİKİ MALİK: “ENE”NİN ŞİFRESİ VE KULLANIM KILAVUZU

İnsan, şu kâinat sarayının en nazlı misafiri ve en aciz fakiri olduğu halde; nasıl oluyor da kâinata meydan okuyacak bir “firavunluk” damarını içinde taşıyabiliyor? Sonsuz bir acz içinde yüzen bu varlık, nasıl oluyor da “Ben yaptım, ben ettim, benim mülküm” diyerek Rububiyet (Rablara has özellikler) davasına kalkışabiliyor?
Bu muamma-yı acibi çözmenin anahtarı, Risale-i Nur’da “Ene” (Benlik) namıyla tarif edilen o sırlı cihazdadır. Geliniz, bu hakikati bir “Sanal Kimlik” ve “Ölçü Birimi” metaforu üzerinden tefekkür edelim.

1. Vahid-i Kıyasî: Mutlak Olanı Anlama Aleti
Sınırsız ve şekilsiz bir okyanusu düşününüz. Bu okyanusun ne kadar büyük olduğunu, suyunun tadını, derinliğini anlamak için elinizde bir “ölçek”, bir “kap” olması lazımdır. O kap olmazsa, okyanusu tarif edemezsiniz.
İşte Cenab-ı Hak, kendi mutlak ve nihayetsiz sıfatlarını (İlim, Kudret, İrade, Malikiyet gibi) biz aciz kullarına bildirmek ve tattırmak için, bize “Ene” denilen bir “Vahid-i Kıyasî” (Kıyas Birimi / Ölçücük) vermiştir.
Bu, bir nevi “Sanal Yönetici (Admin) Yetkisi” gibidir.
Yazılımcı (Allah), insana der ki: “Sana cüz’i bir ilim, cüz’i bir kudret ve hayali bir malikiyet veriyorum. Ta ki bu küçük numunelerle, benim sonsuz ilmimi, mutlak kudretimi ve her şeyi kuşatan malikiyetimi kıyas edip anlayasın.”
İnsan bu sayede der: “Ben şu evi nasıl yaptım, şu küçük işi nasıl ilmimle planlayıp kudretimle tanzim ettim; öyle de bu kâinat sarayının Ustası da bu alemi öyle yapmış ve idare ediyor.”
Yani “Ene”, hakiki bir mülk sahibi olmak için değil, Hakiki Malik’i tanımak için verilmiş bir termometredir. Termometre ısıyı gösterir ama ısının sahibi ve kaynağı değildir.

2. Hıyanet-i Emanet: “Demo”yu “Full Sürüm” Sanmak
Fakat insan, gaflet ve cehalet ile bu “temsili” ve “izafi” yetkiyi, hakiki zannetmeye başladığı an, sistemde “karanlık bir virüs” aktive olur.
O “Ene”, bir ölçü aleti olduğunu unutup; “Bu ilim benimdir, bu kuvvet benim zâtımdandır, ben kendime malikim” demeye başlar.
Tıpkı bir şirkette kendisine geçici yetkilerle donatılmış bir “kimlik kartı” verilen çalışanın, o kartı ve yetkileri kendi şahsı malı zannedip patrona kafa tutması gibi… Veya bir bilgisayar oyunundaki karakterin, ekrandaki gücünü kendi hakikati sanıp, kendisini kodlayan yazılımcıyı inkar etmesi gibi…
İşte Firavunları, Nemrutları ve Karunları doğuran, “Ene”nin bu suiistimalidir. Onlar, emanet edilen o “sanal benlik” dürbününü, güneşi seyretmek için değil, kendi nefslerini seyretmek ve büyütmek için kullanmışlardır. O incecik “Elif” harfi gibi olan benlik, kalınlaşıp hakikati örten bir perde olmuştur.

3. Tılsımı Keşfetmek: “Ben Bir Hiçim, O Her Şeydir”
Halbuki “Ene”nin mahiyetini anlayan hakiki mümin, o benliği bir anahtar olarak kullanır.
O der ki: “Benim elimdeki bu cüz’i iktidar, O’nun mutlak iktidarını anlamak içindir. Bende görünen bu kemal ve güzellikler benim değil, O’nun isimlerinin bende tecelli eden nakışlarıdır. Ben bir aynayım, güneşi gösteririm ama güneş değilim.”
Bu sırrı çözen insan, o “enaniyet” damarını terk eder, onu “Hüve” (O) hakikatine tebdil eder. Yani “Ben yokum, O var” der.
İşte o zaman, o aciz insan, kâinatın halifesi ve en şerefli misafiri makamına yükselir. Çünkü artık kendi dar ve karanlık varlığına değil, Rabbinin sonsuz rahmet ve kudret hazinesine dayanmıştır.

Netice-i Kelam
Ey insan! Cebindeki cüz’i irade ve benlik kartına güvenip, Kâinatın Sultanı’na karşı enaniyet taslama. O kart, sana sadece O’nun hazinelerini açman ve O’nu tanıman için verilmiş geçici bir şifredir.
O şifreyi “Ben” diyerek kendine mal edersen, ebedi bir zindana (cehenneme) kilitlenirsin.
Ama o şifreyi “Ya Rab, her şey Senindir, ben Senin aciz bir kulunum” diyerek kullanırsan; ebedi bir saadet sarayının kapıları sana açılır.
Tercih, elindeki o “tıklama” (irade) hakkındadır.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

TABİATPERESTLİĞİN İFLASI: KÖR TESADÜF VE ECZAHANE-İ KÜBRA HAKİKATİ

İnsan aklı, kâinattaki bu muazzam nizamı ve hayattaki o ince sanatı gördüğünde, bunun failini ve ustasını arar. Fakat gaflet gömleğini giyen ve iman dürbününü kaybeden bir kısım akıllar; bu harika eserleri şuursuz sebeplere, sağır tabiata veya kör tesadüfe havale ederek, “imkânsız” olanı “mümkün” zannederler.
Halbuki bu iddia, bir sineğin kanadını yapamayan aciz sebeplere, kâinatı yaratacak bir ilahlık vermekten daha büyük bir hurafedir. Risale-i Nur’un o parlak bürhanlarıyla, bu batıl yolları üç misal ile tahlil edip, hakikati isbat edelim.

1. Eczahane-i Kübra ve Hassas Ölçüler
Kâinatı ve bilhassa “hayat” mahiyetini anlamak için büyük ve harika bir eczahane tasavvur ediniz. Bu eczahanede yüzlerce kavanoz ve şişe içinde, hayati macunların ve tiryakların (ilaçların) ham maddeleri bulunsun.
Bir hekim-i hazık (uzman doktor), o kavanozlardan gayet hassas ölçülerle; birinden bir miligram, diğerinden iki gram, ötekinden on dirhem alarak harika bir “hayat macunu” yapsa…
Şimdi, birisi çıkıp dese ki: “Bu macun kendi kendine oldu. Şişeler tesadüfen devrildi, rüzgâr esti, her birinden tam da lazım olduğu kadar madde döküldü ve bu şifalı ilaç meydana geldi.”
Acaba buna ihtimal vermek ne kadar akıl dışıdır? Zira o ilaçta bir madde bir miligram fazla veya eksik olsa, ilaç özelliğini kaybeder, zehir olur. O hassas mizanı, ancak ilim ve irade sahibi, kimyager bir usta yapabilir. Kör rüzgârın ve şuursuz şişelerin işi olamaz.
İşte her bir canlı, o macundan milyonlarca kat daha hassas, daha mükemmel ve daha sanatkaranedir. Hayat sahibi bir cismin inşası için elementlerden (kavanozlardan) alınan zerrelerin miktarı o kadar hassastır ki; bunu şuursuz, sağır ve kör olan “tabiat” ve “sebepler” bilemez ve yapamaz. Bunu ancak, her şeye gücü yeten bir Kadir-i Hâkim icad edebilir.

2. Tabiat: Matbaa mı, Matbaacı mı?
Akılları karıştıran bir diğer mesele, “Tabiat yaptı” sözüdür.
Halbuki Tabiat, bir sanattır, Sanatkâr değildir. Bir nakıştır, Nakkaş değildir. Bir kanunlar mecmuasıdır (kitabıdır), kanun koyucu (Şâri’) değildir.
Nasıl ki mükemmel basılmış bir kitabı gördüğünüzde; “Bu kitabı şu matbaa makinesi kendi kendine yazdı, içindeki ilmi o makine dizdi” demezsiniz. Çünkü makine şuursuz bir alettir; onu dizen, mürekkebini ayarlayan ve o manaları oraya nakşeden ilim sahibi bir yazar ve usta lazımdır.
Aynen öyle de Tabiat denilen şey, Allah’ın kâinattaki âdetidir, kanunlarının bir defteridir. O kanunların (yerçekimi, biyolojik yasalar vb.) kendi başına bir vücudu, bir iradesi ve yaratma kudreti yoktur. Kanun, tatbik edicisi (Müessir-i Hakiki) olmadan hiçbir iş göremez. “Tabiat yarattı” demek, “Matbaa makinesi bu kitabı telif etti, yazdı” demek kadar manasızdır.

3. “Kendi Kendine Oldu” Hurafesi
Bir şeyin “kendi kendine” meydana gelmesi ise, aklen en imkansız yoldur.
Mevcudattaki her bir zerre, her bir atom; bulunduğu yerde harika vazifeler görmekte, bir gözbebeğinde veya beyin hücresinde, sanki bütün vücudu görüyormuş ve biliyormuş gibi çalışmaktadır.
Eğer o zerreler, Allah’ın memuru ve askeri değilseler; o zaman her bir zerrenin, bütün vücudu, kâinatı ve hadsiz kimyevi reaksiyonları bilecek bir “İlahî ilme” ve “Kudrete” sahip olması gerekir.
Yani bir tek İlah’ı kabul etmeyen adam, o zerreler adedince, trilyonlarca sahte ilahı kabul etmeye mecbur kalır. Bu ise, cehaletin en koyusu ve hurafenin en çirkinidir.

Hülâsa-i Kelam
Ey insan!
Kâinattaki her bir eser, lisan-ı haliyle bağırır ki: “Beni yapan sebepler değil, tesadüf değil, tabiat değil; ancak her şeye gücü yeten, ilmi her şeyi kuşatan ve her şeyi hikmetle terbiye eden bir Sani-i Zülcelal’dir.”
Sebepler sadece birer perdedir; izzet ve azamet ister ki sebepler perde olsun. Fakat tevhid ve celal ister ki; o sebeplerin arkasında iş gören Kudret eli görünsün.
O halde tabiat bataklığından çık, iman ve marifet bahçesine gir; huzuru ve hakikati bul.

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

ÖLÜMDEN SONRA DİRİLİŞ: BAHARIN LİSANI VE HAŞRİN İSBATI

İnsan, fanilikten ve yok olmaktan ürker, ebedi bir hayatı arzular. Akıl ise zaman zaman “Çürümüş kemikler nasıl dirilecek, bu toz toprak nasıl tekrar insan olacak?” diye hayretle sorar.
Halbuki gözümüzün önünde her sene sergilenen “Bahar Mucizesi”, haşrin (öldükten sonra dirilişin) en büyük, en parlak ve en inkar edilmez bir delilidir.
Şu kâinat kitabını dikkatle okuyan bir nazar, kışın ölmüş yeryüzünün baharda nasıl dirildiğini görür ve tasdik eder ki: “Baharı kim yarattıysa, haşri (ahireti) de o yaratacaktır.”

1. Kışın Beyaz Kefeni ve Baharın Sur’u
Kış mevsiminde yeryüzüne bakınız. Ağaçlar kurumuş kemiklere dönmüş, çimenler çürümüş, dağlar ve ovalar beyaz bir kefen ile örtülmüştür. Zahirde hiçbir hayat emaresi kalmamıştır. Tabiat, adeta büyük bir mezarlığa dönmüştür.
Fakat bahar mevsimi gelip, İsrafil’in (a.s.) Sur’u gibi olan o hayat verici yağmurlar ve güneş ışığı gelince; o ölmüş, kemikleşmiş ağaçlar birden canlanır. Her taraf yeşillenir, çiçekler tebessüm eder.
Soruyoruz: Şu dünya yüzünde, her baharda, üç yüz binden ziyade nebatat ve hayvanat taifelerini, birbirine karıştırmadan, şaşırmadan, hata etmeden, kemal-i intizam ile dirilten bir Kudret; bir tek nevi olan insanı, huzuruna celb etmek için bir boru sesiyle (Sur’a üflemekle) diriltip mahşere toplayamaz mı?
Elbette toplar ve diriltir. Üç yüz bin orduyu, erzaklarıyla, silahlarıyla ve elbiseleriyle hiç şaşırmadan donatan bir Kumandan, bir tek taburu bir boru sesiyle toplayamaz denilir mi?

2. Tohumdaki Hafıza ve İlahî Garanti
Şimdi de bir avucunuza kuru bir incir çekirdeğini, diğerine bir hardal tohumunu alınız. O küçücük, cansız gibi görünen tohumların içinde koca bir incir ağacının veya hardal bitkisinin bütün programı, şekli, kaderi ve meyvesi manevi bir kader kalemiyle yazılmıştır.
Cenab-ı Hak, o basit tohumun içindeki “manevi hatırayı” ve “genetik programı” en şiddetli kış fırtınalarında, toprağın altında muhafaza ediyor (Hafîziyet) ve bahar gelince o hafızayı açıp koca bir ağaç olarak neşrediyor.
Acaba, en adi bir çekirdeğin hakk-ı hayatını ve muhtevasını zayi etmeyen, onu koruyan bir Hafîz-i Zülcelal; mahlukatın en şereflisi, yeryüzünün halifesi ve emanet-i kübranın hamili olan insanın amellerini, ruhunu ve zatını hiç başıboş bırakır mı? Onu hiçliğe atıp, o muazzam hafızayı (amel defterini) siler mi?
Haşa! Çekirdeği ağaç yapan Kudret, toprağa giren insanı da ebedi bir sümbül olarak ahirette bitirecektir.

3. İlkin Yapan, İkinciyi Daha Kolay Yapar
Akıl, “Yoktan var olmayı” (İbda) kabul ediyor da “Var olanın toplanmasını” (İade) mı kabul etmiyor?
Bir ordunun askerleri istirahat için dağılsa, o askerleri bir boru sesiyle tekrar toplamak mı daha kolaydır; yoksa o askerleri hiç yoktan askere yazmak, eğitmek ve ordu kurmak mı? Elbette toplamak, akıl ve mantık nazarında daha kolaydır.
Cenab-ı Hak, insanı yoktan, bir damla sudan yaratıp; ona göz, kulak, akıl ve kalp gibi harika cihazlar takmıştır. Öldükten sonra o zerreleri tekrar toplamak, ilk yaratılıştan -kudret-i İlahiye nazarında- daha kolaydır (her şey O’na kolaydır).
Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle ilan eder:
> “Gökleri ve yeri yaratan ve onları yaratmaktan yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye gücünün yeteceğini görmediler mi? Evet şüphesiz O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Ahkâf Suresi, 33. Ayet)
>
4. Ebedi Adalet ve Mahkeme-i Kübra
Ayrıca şu kâinata bakıyoruz; gayet hassas bir adalet ve mizan var. Fakat insan alemine bakıyoruz; zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp buradan göçüp gidiyorlar. O zalim cezasını tam görmüyor, mazlum hakkını tam alamıyor.
Eğer “Mahkeme-i Kübra” (Büyük Mahkeme) ve “Cehennem” olmazsa; şu dünyadaki sineğin kanadını ihmal etmeyen adalet, insan gibi en büyük bir mahlukun hukukunu zayi etmiş olur. Bu ise, Allah’ın Adil ve Hâkim isimlerine zıttır, imkansızdır. Demek ki, bir “Mahkeme-i Kübra” ve bir “Dâr-ı Ceza ve Mükafat” (Ahiret Yurdu) mutlaka vardır ve kurulacaktır.

Netice-i Kelam
Ey ahireti merak eden insan!
Kışın ölen sineklerin baharda dirilmesi, ağaçların yeşermesi ve tohumların sümbüllenmesi lisan-ı hal ile der ki: “Haşir vardır, ebedi bir sabah gelecektir.”
Sen de o ebedi bahara hazırlan. Çürümeyecek olan iman tohumunu ve salih amel çekirdeklerini kalbine ve hayatına ek ki, o ebedi alemde tuba ağaçları gibi meyve versin.
> “Şimdi Allah’ın rahmetinin eserlerine bak; ölümünden sonra yeryüzünü nasıl diriltiyor? Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Rûm Suresi, 50. Ayet)

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

MÜHLETİN SIRRI VE GAYRETULLAH’IN DOKUNUŞU: İHMAL DEĞİL, İMHAL

Dünya sahnesine baktığımızda, nice zamanlar kalbimiz daralır. Masumların feryadı arşı titretirken, zalimlerin refah ve keyif içinde yaşadığını, firavunluklarına devam ettiğini görürüz. İnsan vicdanı, o an hemen bir “tokat” inmesini, adaletin o saniyede tecelli etmesini ister. Ve şeytan şu vesveseyi atar: “Hani adalet? Neden bu zalimler cezasız kalıyor?”
Halbuki, “Acele etmek, acizlerin işidir.” Kadir-i Mutlak olan Allah’ın acelesi yoktur. O’nun zalimlere zaman tanıması (imhal), onları unuttuğu (ihmal) manasına gelmez. Bilakis, bu gecikmenin altında dehşetli hikmetler ve çok daha büyük bir azap hazırlığı vardır.

1. Sırr-ı İmtihan: Kömür ile Elması Ayırmak
Eğer her zulüm işleyenin başına o anda bir yıldırım düşseydi veya her hayır işleyenin avucuna o anda bir altın konsaydı; “İmtihan Sırrı” bozulurdu.
O vakit, Ebu Cehil gibi kömür ruhlu adamlar da Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi elmas ruhlu zatlarla aynı safa girer, zoraki secde ederlerdi.
Allah (C.C.), akla kapı açmış fakat iradeyi elden almamıştır. İnsan hür iradesiyle tercihini yapsın, kabiliyetleri inkişaf etsin diye, şeytanlara ve zalimlere dünyada “ilişmemiştir”. Bu mühlet, elmasın kömürden, sıddıkın kezzaptan (yalancıdan) ayrılması içindir.

2. Küçük Suçlar Karakola, Büyük Suçlar Ağır Ceza’ya
Bir şehirde adi bir hırsızlık yapanı hemen yakalayıp küçük bir ceza ile bırakırlar. Fakat büyük bir vatan hainini, binlerce insanı katleden bir caniyi, hemen o an cezalandırmazlar. Onu hapsederler, dosyası kabarır, deliller toplanır ve onu “Divan-ı Harp” gibi, “Ağır Ceza Mahkemesi” gibi büyük bir mahkemeye sevk ederler.
Aynen öyle de; şu dünyadaki küçük hataların cezası peşin verilebilir (musibetler, hastalıklar gibi). Fakat küfür, zulüm ve inkar gibi cinayetler o kadar büyüktür ki, bu dar ve fani dünya o cezanın sığmasına yetmez.
O zalimlerin cezası, “Mahkeme-i Kübra”ya (Büyük Mahkemeye) ve “Cehennem-i Ebedi”ye bırakılır.
Onların dünyada refah içinde yaşaması, cezalarının tehir edildiğini ve dosyalarının kabardığını gösterir, affedildiklerini değil.

3. İstidraç Tuzağı: Yükseğe Çıkarmak, Sert Düşürmek İçindir
Cenab-ı Hak, bazen zalime mühlet verir, hatta ona mal, mülk ve sıhhat vererek “İstidraç” denilen bir nevi tuzak kurar. Zalim, “Ben haklıyım ki bana hiçbir şey olmuyor, gücüm artıyor” zanneder.
Halbuki bu, bir binanın yıkılacak taşını, daha şiddetli düşüp parçalansın diye yükseğe kaldırmak gibidir. Veya kesilecek bir hayvanı, daha semizleşsin diye bol yemle beslemek gibidir.
Kur’an-ı Kerim bu hakikati şöyle ihtar eder:
> “O inkâr edenler sanmasınlar ki, onlara mühlet vermemiz (zaman tanımamız) kendileri için hayırlıdır. Biz onlara ancak günahlarını artırsınlar diye mühlet veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır.” (Âl-i İmrân Suresi, 178. Ayet)
>
4. Mazlumun Ahı ve Gayretullah
Adalet-i İlahiye, bazen mazlumun hakkını zalimden dünyada da alır; buna “Tokat” denir. Fakat çoğu zaman, zalim izzetinde, mazlum zilletinde (zahiren perişan) olarak kabre girer.

İşte bu hal, bir “Mahkeme-i Kübra”nın varlığını kat’i olarak isbat eder. Çünkü şu kâinatta, en küçük bir canlının rızkını ve hukukunu ihmal etmeyen bir Rububiyet, elbette insanın hakkını, hele ki masumların hukukunu zayi etmez.
Zalimlerin dünyadaki saltanatı, ahiretteki “Gayya Kuyusu”nun derinliğini artırır. Mazlumların çektiği zahmetler ise, ebedi cennetin biletleri ve manevi rütbeleridir.

Netice-i Kelam
Ey zulmü görüp kalbi yanan insan!
Sakın yeise düşme ve “Allah ihmal etti” sanma. Allah imhal eder (süre tanır), ama asla ihmal etmez.
Kâinatın Sahibi, “Muntakim” (İntikam alan) ismiyle, o zalimlerin her bir nefesini saymaktadır.
Bizim vazifemiz; zulme rıza göstermemek, taraf olmamak ve hakkı haykırmaktır. Hüküm ve infaz ise, Hâkim-i Zülcelal’e aittir.
Bediüzzaman Hazretleri’nin o meşhur haykırışıyla teselli bul:
“Zalimler için yaşasın Cehennem!”

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

 

 

 

 

HASTALIK BİR HEDİYE MİDİR? MUSİBETİN GÜLEN YÜZÜ VE SABRIN ZAFERİ

İnsan fıtraten sıhhate, afiyete ve lezzete aşıktır; hastalıktan, elemden ve musibetten kaçar. Bir hastalık veya dert geldiğinde feryad-ı figan eder, “Neden ben?” diyerek şekvaya (şikayete) başlar.
Halbuki iman dürbünüyle ve hikmet nazarıyla bakılsa; o korkulan hastalıkların ve hoşa gitmeyen musibetlerin, esasında birer “İlahi Hediye”, birer “Manevi Ameliyat” ve “Günahları Temizleyen Bir Sabun” olduğu görülecektir.

1. Paslı Ruhu Parlatan Bir Cila: Keffaret-i Zünub
Nasıl ki demir paslansa, onu ateşe sokarlar veya zımparalarlar ki pası gitsin, parlasın.
Aynen öyle de; insanın ruhu, gaflet ve günahlar ile kirlenir, kararır. Hastalıklar ise, o kirleri ve günahları temizleyen bir sabun, bir cila hükmündedir.
Hadis-i Şerif’te buyurulur ki: “Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de öyle günahları silker.”
Ey hasta kardeşim! Eğer günahın yoksa, o hastalık senin manevi dereceni artırır (terfi-i makamdır). Eğer günahın varsa, onları temizler. Öyleyse o hastalıktan ürkme, bilakis onu bir misafir-i Rabbani (Allah’ın misafiri) olarak gör ve hoş geldin de.

2. Gaflet Uykusundan Uyandıran Tokat: İkaz-ı İlahî
Sıhhat ve afiyet, bazen insanı gaflete düşürür. Dünyayı hoş gösterir, ahireti unutturur. İnsan, hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya dalar, Halıkını (Yaratıcısını) hatırlamaz olur.
İşte o vakit hastalık, Rahim olan Allah tarafından şefkatli bir tokat gibi gelir ve der:
“Ey insan! Sen başıboş değilsin. Sen ebedi değilsin. Senin bir vazifen var. Bu dünya zevk ve lezzet yeri değildir. Aklını başına al, sahibini tanı ve kabre hazırlan!”
Bu cihetle hastalık, gaflet uykusundan uyandıran en sadık bir dost ve en tesirli bir mürşittir (yol göstericidir). O dostu darıltmamak lazımdır.

3. Ömür Dakikalarını Uzatan Sır
İnsan ömrü kısadır ve hızla akıp gider. Gafletle geçen bir ömür, şimşek gibi bir anda geçer, geriye sadece günahların tortusu kalır.
Fakat hastalık, o kısacık ömrü uzatır, bereketlendirir. Çünkü hastalıkta geçen bir saat, ibadetle geçen bir gün hükmüne geçebilir.
Nasıl ki sıkıntılı bir dakika, insana bir saat kadar uzun gelir; neşeli bir saat ise bir dakika gibi kısa gelir.
Hastalıkla geçen vakitler, “Ah of!” dedikçe, insana aczini ve fakrını hissettirir. İnsan o acziyet içinde Rabbine iltica ederse, o dakikalar halis birer ibadet hükmüne geçer. Böylece hastalık, fanî ömrü baki meyveler veren uzun bir ömre çevirir.

4. Mülk Sahibi Mülkünde Dilediği Gibi Tasarruf Eder
İnsan vücudu, kendi malı değildir; Sani-i Zülcelal’in sanatı ve mülküdür.
Bir terzi, bir elbiseyi dikerken; onu keser, biçer, kısaltır, ütüler. O kumaş parçası terziye diyebilir mi ki: “Beni neden kesiyorsun, bana neden eziyet ediyorsun?” Diyemez. Çünkü o terzi, o kumaşı güzel bir elbise yapmak için o işlemleri yapmaktadır.
Aynen öyle de; Cenab-ı Hak, insana giydirdiği vücut elbisesini, Esma-i hüsnasının nakışlarını göstermek için halden hale sokar.
Şafi ismini göstermek için hastalığı verir; Rezzak ismini göstermek için açlığı verir.
Mülk O’nundur. O, mülkünde dilediği gibi tasarruf eder. Bize düşen, itiraz değil, o sanatın hikmetini seyretmektir.

5. Sabır Kuvvetini Dağıtma!
Ey biçare hasta! Senin hastalığının sana ağır gelmesinin sebebi, “vehim”dir (kuruntudur).
Sen, geçmiş günlerin zahmetini düşünüp üzülüyorsun; halbuki onlar geçti, gitti, elemi bitti, sevabı kaldı. Onlar için üzülmek değil, şükretmek lazım.
Gelecek günleri düşünüp, “Ya iyileşmezsem ya daha kötü olursam” diye endişe ediyorsun. Halbuki gelecek günler daha gelmedi, yok hükmündedir. Olmayan bir günden dolayı acı çekmek, divaneliktir.
Senin elinde sadece şu an, şu dakika vardır. Senin sabır kuvvetin, şu anki ağrıya kâfi gelir. Fakat sen sabır kuvvetini, geçmişe ve geleceğe dağıtırsan (sağa sola saçarsan), hal-i hazırdaki azıcık hastalığa karşı gücün kalmaz, feryat edersin.
Akıllı ol, sabır kuvvetini şimdiki zamana tahşid et (yığ), o vakit göreceksin ki; hastalık o kadar da dayanılmaz değildir.

Hülâsa-i Kelam
Hastalık, bir define arayıcısının toprağı kazması gibidir; zahiren zahmetlidir ama neticesinde defineler, mükafatlar ve manevi dereceler vardır.
Allah’tan gelen her şey güzeldir; ya bizzat güzeldir (sıhhat gibi), ya da neticeleri itibariyle güzeldir (hastalık gibi).
Şekvayı bırak, şükre bak. Bil ki; eğer hastalık olmasaydı, sıhhatin lezzeti anlaşılmazdı.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) o meşhur duasını bize bir tiryak (ilaç) olarak öğretir:
> “Şüphesiz ki ben derde uğradım, sen ise merhametlilerin en merhametlisisin.” (Enbiya Suresi, 83. Ayet)

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

İHLASIN SIRRI: KEYFİYETİN KESRETE GALİBİYETİ VE RIZA-İ İLAHİ

İnsan fıtratı bazen “çokluk” (kesret) ile aldanır. Çok ibadet etmeyi, çok taraftar toplamayı, çok alkış almayı “muvaffakiyet” ve “başarı” zanneder.
Halbuki, Kâinatın Sultanı olan Allah (C.C.) katında, amellerin kıymeti “sayı” ile değil, “safa” ile; “kemiyet” (miktar) ile değil, “keyfiyet” (kalite) ile ölçülür. Bu manevi kaliteyi kazandıran sırrın adı ise İHLAStır.
İhlas; yapılan işin, söylenen sözün, kılınan namazın sadece ve sadece Allah emrettiği için yapılması ve neticesinde yalnız O’nun rızasının gözetilmesidir. İçine “insanlar ne der”, “desinler”, “görsünler” gibi dünyevi garazların karışmadığı safi bir niyettir.

1. Bir Dirhem Altın, Tonlarca Taştan Kıymetlidir
Bediüzzaman Hazretleri, İhlas Risalesi’nde akılları hayrette bırakan şu hükmü verir:
“Bir dirhem (3 gram) ihlaslı amel, batmanlarla (tonlarca) halis olmayana müreccahtır (tercih edilir).”
Bu sırrı anlamak için şöyle bir temsil getirelim:
Bir adam, Padişah’ın huzuruna bir kamyon dolusu taş ve toprak götürse ve “Padişahım sana hediye getirdim” dese; Padişah o değersiz yığına bakar mı? Bakmaz.
Fakat başka bir adam, cebinden küçücük, pırıl pırıl bir “elmas” çıkarsa ve Padişah’a sunsa; o küçük elmas, o koca kamyondan binler kat daha makbule geçer.
İşte o elmas İhlastır. İçinde riya (gösteriş) ve halkın alkışı karışan ameller, o taş yığını gibidir; sureti vardır ama ruhu yoktur. Allah’ın rızası için yapılan az bir amel ise, o elmas gibidir; küçüktür ama ebedi bir kıymeti vardır.

2. Seyirci: Halk mı, Hak mı?
İnsanın en büyük imtihanı “gizli şirk” denilen riyadır. Yani ibadet ederken veya hayır yaparken, Allah’ın nazarını kâfi görmeyip, insanların nazarını da işin içine karıştırmaktır. “Ne kadar takva sahibi desinler”, “Ne cömert desinler” diye kalpten geçirmek, o ameli yakar, kül eder.
Risale-i Nur’da bu dehşetli hastalığa karşı şu müthiş reçete sunulur:
“Amelinizde Rıza-i İlahi olmalı. Eğer O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. Eğer O kabul etse, bütün halk reddetse tesiri yok.”
Düşünün ki, bir orduda bir asker, komutanının emrini dinlemeyip, çarşıdaki kalabalığa gösteriş yapmak için nizami yürüyüş yapsa, bunun askerlikçe bir kıymeti var mıdır? Yoktur. Askerin kıymeti, komutanın emrine itaatindedir.
Bizler de İlahi bir ordunun askerleriyiz. Nazarımız, halkın alkışında değil, Komutan-ı Ezelî’nin (Allah’ın) rızasında olmalıdır. O “Aferin” dedikten sonra, başkalarının ne dediğinin ne kıymeti olabilir?

3. İhlasın Matematiği: 1+1+1=111
İhlas, sadece bireysel kurtuluş değil, aynı zamanda içtimai (sosyal) bir kuvvettir.
Üç tane “1” rakamını ayrı ayrı alt alta yazsanız, toplasanız “3” eder. Fakat o üç tane “1”, omuz omuza verip yan yana gelseler “111” kıymetini alırlar.
İşte müminler, enaniyetlerini (benliklerini) bırakıp, “ben” yerine “biz” diyerek, ihlas ile omuz omuza verdiklerinde; her birinin duası ve ameli diğerine geçer. Manevi bir şirket kurulur. Birinin yaptığı hayır, hepsinin defterine yazılır.
Samimiyet ve ihlas ile yapılan hizmetlerde, az bir kuvvetle, çok büyük işler başarılmasının sırrı budur. İhlas, atom enerjisi gibi manevi bir güçtür.

4. İhlası Kıran Düşman: Menfaat ve Rekabet
İhlası en çabuk kıran şey; maddi menfaat beklemek ve kıskançlıktır (rekabet).
Din hizmeti veren, maneviyat yolunda giden bir insan; “Benim vesilemle olsun, başkası yapmasın”, “En çok beni sevsinler” derse, ihlası kaybeder.
Nasıl ki bir buz parçası, suyun içine atılınca erir ve suyla bütünleşir; insan da o “ene”sini, din kardeşlerinin havuzunda eritmelidir.
Kardeşinin meziyetiyle iftihar etmek, onun başarısını kendi başarısı saymak, ihlasın zirvesidir.

Netice-i Kelam
Ey ahiretini düşünen insan!
Amel defterini, içi boş sayılarla, riyakâr gösterişlerle doldurma.
Belki, kimsenin görmediği bir köşede, gözünden süzülen bir damla samimi yaş; mahşer günü senin kurtuluş beratın olacaktır.
Belki, hiç kimsenin bilmediği, sadece Allah rızası için bir fakirin gönlüne dokunman, tonlarca nafile ibadetten daha ağır gelecektir.
Unutma; Mühim olan çok yapmak değil, “O”nun için yapmaktır.
> “Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri… emredilmişti.” (Beyyine Suresi, 5. Ayet)
>

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

 

 

 

 

NAMAZ: KÂİNATIN BÜYÜK SAATİ VE RUHUN EBEDİ NEFESİ

Nefis ve şeytan, insana daima şu vesveseyi verir: “Her gün, her gün beş vakit namaz kılmak çoktur, bitmez. Usanç veriyor, insanı hayattan koparıyor.”
Halbuki hikmet nazarıyla ve iman gözüyle bakılsa; namazın ne kadar hakiki bir ihtiyaç ne kadar tatlı bir vazife ve ne kadar kârlı bir ticaret olduğu görülecektir.
Geliniz, bu “tekrar” ve “vakit” sırrını üç pencereden seyredelim.

1. Ruhun Gıdası Tekrar Etmekle Usanç Vermez
Bir insan, “Her gün ekmek yiyorum, her gün su içiyorum, her an hava alıyorum; artık usandım, bugün yemeyeceğim” der mi? Demez. Çünkü bunlar ihtiyaçtır. İhtiyaç tekerrür ettikçe (tekrarlandıkça), lezzet de tekerrür eder, artar. Usanç değil, lezzet verir.
İşte namaz, kalbin gıdası, ruhun ab-ı hayatı (hayat suyu) ve latifelerin havasıdır. İnsan, şu fani dünyanın dağdağası ve elemleri içinde manevi gıdaya muhtaçtır. Yaralanan kalbini, sarsılan iradesini ancak o “Huzur-u İlahî”ye çıkarak tedavi edebilir. Namazdan usanmak, “yemekten usanmak” gibi bir manevi hastalık alametidir.

2. Kâinatın Saati ve Ömrün Mevsimleri
Namaz vakitleri, sadece bir “zaman dilimi” değildir. Her bir vakit, kâinatın büyük devirlerini ve insan ömrünün mühim safhalarını hatırlatan muazzam birer işaret levhasıdır.
Dokuzuncu Söz’de izah edildiği üzere:
* Sabah Vakti: Yılın ilk günü olan Bahar mevsimini, insanın anne rahmine düştüğü ve dünyaya geldiği o taze sabahı hatırlatır. Ruh, o vakitte Dergâh-ı İlahî’ye yönelerek; “Ey Rabbim! Beni yoktan var ettiğin gibi, bu sabahı da yeniden yarattın” der.
* Öğle Vakti: Yaz mevsiminin ortasını, gençlik kemalini ve dünya işlerinin en hararetli zamanını andırır. İnsan o hengamede, işin ağırlığından sıyrılıp; “İşler benim değil, asıl Malik Sensin” diyerek huzura koşar, ruhuna bir nefes aldırır.
* İkindi Vakti: Güz mevsimini, yani hazan mevsimini, insanın ihtiyarlık vaktini ve asr-ı saadetin ahir zamanını hatırlatır. Güneşin batmaya yüz tuttuğu, ayrılık hüzünlerinin çöktüğü o vakitte insan; “Baki olan ancak Sensin, her şey gidiyor, ben Sana sığınıyorum” der.
* Akşam Vakti: Güz mevsiminin bitişini, insanın vefatını ve koca imparatorlukların batışını ihtar eder. Dünya misafirhanesinden göçüp gitmeyi hatırlatan o hüzünlü vakitte ruh; “Batanları sevmem, ben batmayan bir Sevgili (Mahbub-u Baki) arıyorum” diyerek Namaz ile Rabbine iltica eder.
* Yatsı Vakti: Gündüzün tamamen kaybolup karanlığın alemi kaplaması; kabir karanlığını ve kâinatın ölüp kıyametin kopmasını hatırlatır. İnsan o dehşetli yalnızlık içinde; “Karanlıkları aydınlatan, kabri cennet bahçesine çeviren ancak Sensin” diyerek Rahmet kapısını çalar.
Demek ki namaz, şu fani zamanın içinden sıyrılıp, ebedi bir zamana pencereler açmaktır.

3. Yirmi Dört Altın ve Ebedi Bilet
Dördüncü Söz’deki o meşhur temsili hatırlayalım:
Bir padişah, hizmetçisine 24 altın veriyor ve “Bununla yol ihtiyaçlarını al, bir istasyona gideceksin, orada sermayesi az ama kârı pek büyük bir ticaret var” diyor. O istasyon Kabir, o ticaret Ahirettir.
Cenab-ı Hak, bize her gün 24 saatlik bir “ömür sermayesi” veriyor. Biz bunun 23 saatini şu kısacık dünya hayatı için; uykuya, işe, yemeye, gezmeye harcıyoruz. Acaba geriye kalan bir saati, o uzun ve ebedi ahiret yolculuğunun bileti olan “Beş Vakit Namaza” harcamazsak ne kadar büyük bir zarar, ne kadar akılsızca bir hareket etmiş oluruz?
Bir insan, dünyevi bir maaş veya makam için senelerce okuyor, her gün saatlerce çalışıyor ddaebedi cennet saraylarını kazandıran namaz için günde bir saatini vermiyorsa, buna “akıllılık” denilebilir mi?
Namaz kılanın, dünyevi işleri de “güzel bir niyetle” ibadet hükmüne geçer. Yani o bir altın, diğer 23 altını da bereketlendirir, kıymetlendirir.

Netice-i Kelam
Ey kardeşim!
Namaz bir yük değil, kanattır. Yeri göğe bağlayan nurani bir iptir.
Namaz, aciz olan insanın, Kadir-i Mutlak olan Allah’ın divanında durup; “Ben tek başıma yapamam, ancak Senden yardım dilerim” demesi ve kâinatın bütün yükünü O’na bırakıp rahatlamasıdır.
Hergün tekrar ettiğimiz o rüku ve secdeler, bizi manen yükselten basamaklardır.
Öyleyse, ezan sesini duyduğunda; “Beni çağıran bir patron veya memur değil, beni yaratan ve yaşatan Rabbimdir” de ve o davete koş.
Bil ki; namazsız geçen bir ömür, meyvesiz bir ağaç, susuz bir çeşme ve ışıksız bir ev gibidir.

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

 

 

 

 

EN KÜÇÜK ÂDETİ İBADETE ÇEVİREN SIR: SÜNNET-İ SENİYYE VE EDEP TILSIMI

İnsan hayatı; yemek, içmek, uyumak, konuşmak gibi yüzlerce sıradan hareketten (âdetten) örülüdür. Zahirde bakıldığında bu hareketler, diğer canlılarla müşterek olduğumuz, biyolojik ve dünyevi işlerdir.
Fakat iman sahibi bir insan için elinde öyle bir iksir, öyle bir tılsım vardır ki; o iksiri kullandığı an, o sıradan hareketler birden “külli bir ibadete”, ömür dakikaları da “ebedi bir hasılata” dönüşür.
İşte o iksir, Sünnet-i Seniyye, yani Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın tavırlarına, hallerine ve sözlerine tabi olmaktır.

1. Âdetten İbadete Geçiş: Niyetin Kimyası
Bir kimse, sadece “canı istediği için” veya “karnı acıktığı için” yemek yese; bu bir “âdet”tir, nefsin tatminidir.
Fakat aynı kimse; “Benim Peygamberim (a.s.m) yemeğe tuz ile başlardı, sağ eliyle yerdi ve sofradan doymadan kalkardı” diyerek, O’na benzemek niyetiyle sofraya otursa; o yemek yeme fiili baştan sona ibadet olur.
Artık o yemek, sadece mideyi doyurmak değil, Peygamberine (a.s.m) olan muhabbetini izhar etmektir. Uykuya yatarken O’nun gibi sağ yanına yatsa, duayı okusa; bütün uyku süresi, gafletten kurtulup ibadet hükmüne geçer.
Bediüzzaman Hazretleri bu sırrı şöyle ifade eder:
“Sünnet-i Seniyye’ye ittibaı (uymayı) kendine âdet eden, âdetini ibadete çevirir, bütün ömrünü meyvedar ve sevapdar yapabilir.”

2. Karanlık Yollarda Nurani Bir Pusula
Hayat yolu engebeli, karanlık ve tehlikelidir. İnsan zihni her zaman doğruyu bulamaz, şaşırır. “Acaba ne yapsam doğru olur?” diye tereddüde düşer.
İşte böyle anlarda Sünnet-i Seniyye, şaşmaz bir pusula ve yanılmaz bir rehberdir.
Resul-i Ekrem (a.s.m), kâinatın yaratılış gayesini en iyi bilen ve Rabbi tarafından terbiye edilen Zat’tır. O’nun bastığı yere basan, kaybolmaz. O’nun baktığı yerden bakan, yanılmaz.
O’nun sünneti, Kur’an hakikatlerinin hayata geçmiş halidir, müşahhas bir tefsirdir. Kim O’nun ipine sarılırsa, istikametle maksadına yürür.

3. Edep Ya Hu: İlahî Sarayın Protokolü
Sünnet-i Seniyye’nin bir diğer adı “Edep”tir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında bir nur, bir edep bulunmasın.
Mevlâna Cami’nin dediği gibi: “Edep; hududu (sınırları) muhafaza etmektir.” Yani kul olduğunu bilmek ve haddini aşmamaktır.
Allah (C.C.), kâinat sarayının Sultanıdır. O Sultan’ın huzurunda nasıl durulur, nasıl konuşulur, nasıl yaşanır? Bunu bize öğreten, o Sultan’ın “En Sevgili Yaveri” ve “Habibi” olan Hz. Muhammed’dir (a.s.m).
Kim sünneti terk ederse, edebi terk etmiş olur. Edebi terk eden ise, Lütf-u İlahîden mahrum kalır.
Sünnet-i Seniyye’nin içinde en mühim bir esas, en büyük bir farz; Edep’tir.

4. Huzur-u Daimîyi Kazanmak
Sünnetin en ince ve en derin sırrı şudur:
İnsan, Resulullah’ın (a.s.m) bir sünnetini işlediği vakit, zihnen O’na döner. Kalben der ki: “Ben bunu yapıyorum, çünkü O (a.s.m) böyle yapardı.”
O’nu hatırlamak, O’nun Şeriat sahibini, yani Allah’ı hatırlamaya vesile olur.
Böylece, en basit bir hareket (mesela aynaya bakmak, ayakkabı giymek), insana Allah’ı hatırlatan bir “Huzur” penceresi olur. Gaflet perdesi yırtılır. İnsan, her an Allah’ın huzurunda olduğu şuuruna erer.

Netice-i Kelam
Ey Peygamber aşığı mümin!
Sakın “Bu küçük bir sünnettir, yapmasam ne olur?” deme.
O küçük sünnetler, seni “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) makamındaki o Zât’a bağlayan manevi damarlardır.
O’na ne kadar benzersen, Allah katında o kadar kıymetli olursun. Zira Allah, Habibini (Sevgilisini) sever ve O’na benzeyenleri de sever.
Gel, bugünden itibaren hayatına bir sünnet daha ekle. Suyu oturarak iç, tebessümü sadaka bil, misafire ikram et. Göreceksin ki; o küçük hareketler, ruhunda büyük inkişaflara kapı açacaktır.

 

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

 

 

 

 

 

BEREKETİN ANAHTARI VE İZZETİN KALESİ: İKTİSAT VE KANAAT

Asrımız insanını manen ve maddeten çökerten en dehşetli hastalıklardan biri “İsraf”, yani saçıp savurmaktır.
Medeniyet-i sefihe (sefahat medeniyeti), insanı daima “daha çok tüketmeye”, “lüks yaşamaya” ve “ihtiyaç olmayan şeyleri ihtiyaç zannetmeye” teşvik etmektedir.
Netice ise; bereketsizlik, geçim sıkıntısı, manevi dilencilik ve şükürsüzlüktür.
Halbuki Kur’an-ı Hakim, “İktisat” (tutumlu olma) ve “Kanaat” (elindekine razı olma) gibi iki hazineyi bize sunarak, hem dünyevi izzetimizi hem de uhrevi saadetimizi temin eder.

1. İktisat Cimrilik Değildir, Hikmettir
Nefis ve gaflet, iktisadı (tutumlu olmayı) “cimrilik” ile karıştırır.
“Canım, param var, neden harcamayayım? Cimri mi olayım?” der.
Halbuki İktisat ile Cimrilik (Hısset) arasında, tevazu ile tezellül (alçalmak) arasındaki fark gibi zıt bir mesafe vardır.
* Cimrilik: Malı biriktirmek için, kendi izzetini ve başkasının hukukunu çiğnemektir. Sevilmeyen, aşağı bir haslettir.
* İktisat ise: Nimetin kıymetini bilmek, onu abes yere harcamamak, gelecekte zillete ve başkasına el açmaya düşmemek için tedbir almaktır. Bu ise yüksek bir izzet ve vakardır.
Hz. Ali (r.a.) gibi cömertliğin şahı olan zatlar, iktisada riayet etmişlerdir. Çünkü iktisat eden, malını lüzumsuz yere saçmadığı için, elinde kalanı başkasına ikram etmeye (cömertliğe) muktedir olur. İsraf eden ise, elindekini bitirdiği için, başkasına verecek bir şeyi kalmaz, bilakis başkasından bekler hale gelir.

2. Dilencilikten Kurtaran Kale
Risale-i Nur’da gayet manidar bir tesbit vardır:
“İktisat eden, maişetçe (geçim noktasında) aile belasını çekmez.”
Evet, masrafı gelirinden fazla olan, daima sıkıntı içindedir. O açığı kapatmak için ya insanlara el açar (manevi dilencilik yapar), ya minnet altına girer, ya da -Allah muhafaza- rüşvet gibi, hırsızlık gibi gayr-ı meşru yollara tenezzül eder. İzzetini beş paralık eder.
Fakat “Kanaat” eden ve “İktisat” kalesine sığınan bir insan; “Az olsun, helal olsun, benim olsun” der. Kimseye minnet etmez. Başını dik tutar.
Demek ki iktisat, sadece bir “para biriktirme” aracı değil, aynı zamanda şahsi hürriyetin ve onurun muhafızıdır.

3. Dil Kapıcıdır, Mide Efendidir
İsrafın en büyük kapısı “boğaz”dan, yani yeme-içmeden açılır.
Bediüzzaman Hazretleri, insan vücudunu bir saraya, Dili (tat alma duyusunu) bir kapıcıya, Mideyi ise sarayın efendisine benzetir.
Lezzet, sadece dilin üzerindeki o birkaç saniyelik temas anındadır. Boğazdan geçtikten sonra, en pahalı baklava ile kuru ekmek arasında fark kalmaz; ikisi de mideye gider, gıda olur.
Sırf o kapıcıyı (dili) memnun etmek için, efendiye (mideye) zarar verecek kadar pahalı ve lüks yemeklere servet dökmek; akıl kârı değildir. Elbette nimetlerden istifade edilir, ama israf derecesinde ve sırf lezzetperestlik namına değil.
Kapıcıya, efendiden fazla bahşiş verilmez!

4. Sağlığın Başı: Az Yemek
İsraf sadece cüzdana değil, vücuda da zarardır.
Tıbbın babası İbn-i Sina’dan nakledilen şu düstur meşhurdur:
“İlm-i Tıbbı iki satırla topluyorum: Sözün güzeli kısalığıdır. Yediğin vakit az ye. Yedikten sonra dört beş saat kadar daha yeme. Şifa, hazımdadır (sindirimdedir). Mide üzerine mideye yemekten, yani tıka basa doldurmaktan daha yorucu ve zararlı bir şey yoktur.”
Bugün hastaneleri dolduran hastalıkların çoğu ya çok yemekten ya karışık yemekten ya da “canım istedi” diyerek vakitsiz yemekten (israftan) kaynaklanmaktadır. İktisat eden, vücuduna da merhamet etmiş olur.

5. Şükür mü, Tahkir mi?
Bir sofra düşünün; üzerine bin bir çeşit nimet konulmuş. Misafir, o nimetleri ısırıp ısırıp çöpe atsa, yarısını dökse; bu hareket ev sahibine karşı bir hakaret ve nankörlük olmaz mı?
Kâinat sofrasının sahibi olan Allah (C.C.), bize verdiği nimetleri “israf” ettiğimizde, o nimetin kıymetini takdir etmediğimizi, “hafife aldığımızı” lisan-ı hal ile söylemiş oluyoruz.
Fakat o nimeti, kırıntısına kadar değerlendirmek (iktisat etmek), “Bu Rabbimin ikramıdır, zayi edilemez” demektir ki; bu fiili bir şükürdür. Şükür ise nimeti artırır, bereketi celbeder.

Netice-i Kelam
Ey geçim derdinden şikâyet eden insan!
Bereket istiyorsan, İktisat ve Kanaati kendine rehber et.
İsraf ve lüks, görünüşte bir şaşaa olsa da, iç yüzü sefalet ve bereketsizliktir.
Kanaat ise, bitmez tükenmez bir hazinedir.
Allah’ın emrine uyup:
> “Yiyiniz, içiniz, fakat israf etmeyiniz. Çünkü O, israf edenleri sevmez.” (A’râf Suresi, 31. Ayet)
> fermanını dinleyen hem dünyada izzetle yaşar hem de ahirette hesabı kolay verir.
>

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

İÇİMİZDEKİ NİFAK ATEŞİNİ SÖNDÜREN SU: UHUVVET VE İTTİFAK

Bugün İslam aleminin ve cemiyetimizin maruz kaldığı en dehşetli hastalık ne fakirlik ne de dış düşmanların çokluğudur. Asıl tehlike; “Kur’t gövdenin içine girdi” tabirince, bünyeyi içten kemiren ihtilaf (ayrılık), nifak (iki yüzlülük) ve tarafgirlik hastalığıdır.
Halbuki, “Müminler ancak kardeştir” ferman-ı İlahîsi, bizi sarsılmaz bir beton gibi birbirimize kenetlemiştir. Peki, neden hala birbirimize düşüyoruz?
Geliniz, Uhuvvet Risalesi’nin o keskin mantığıyla, bu manevi hastalığın teşhisini ve tedavisini yapalım.

1. Dağ Gibi Sebepler varken, Çakıl Taşlarına Takılmak
Bir müminin diğer bir mümine küsmesi, adavet (düşmanlık) etmesi; akıl, hikmet ve İslamiyet nazarında büyük bir cinayettir. Neden mi?
Bediüzzaman Hazretleri şu muazzam teraziyi önümüze koyar:
Siz bir adamla alışveriş yapsanız; o adam size bir dağ kadar altın ve elmas verse, karşılığında sizden birkaç tane çürük çakıl taşı istese; sonra da o çakıl taşları yüzünden o zata düşmanlık etseniz, ne kadar divanelik etmiş olursunuz?
İşte mümin kardeşinle senin aranda;
* Halıkınız (Yaratıcınız) bir,
* Mabudunuz bir,
* Peygamberiniz bir,
* Kitabınız bir,
* Kıbleniz bir,
* Vatanınız bir…
gibi BİR’ler adedince, dağlar misali birlik sebepleri (rabıtaları) var. Bu sebepler, aranızda sarsılmaz bir muhabbeti ve birliği iktiza eder (gerektirir).
Buna mukabil; aranızdaki “küçük bir hissi kırgınlık”, “menfaat çatışması” veya “kıskançlık” gibi sebepler; o dağların yanında çakıl taşları kadar ehemmiyetsizdir.
O çakıl taşlarını (küçük kusurları) bahane edip, o nurani birlik dağlarını (iman kardeşliğini) görmezden gelmek ve mümin kardeşine kin tutmak; o manevi dağlara karşı bir hürmetsizlik ve zulümdür.

2. Harici Düşman Hücumunda Dâhili Kavga
Uhuvvetin ehemmiyetini anlamak için şu zamana ve zemine bakmak kafidir.
Harici düşmanlar (İslam düşmanları ve dinsizlik cereyanları), birleşip “İttifak” ederek İslam kalesine hücum ettikleri bir zamanda; kale içindeki askerlerin (müminlerin) birbirleriyle didişmesi, “Senin rütben şu, benim yerim bu” diye kavgaya tutuşması; düşmana kapıyı içeriden açmak hükmündedir.
Unutulmamalıdır ki: “Dâhildeki niza (kavga), harici düşmana kuvvet verir.”
İki pehlivan birbiriyle güreşirken, bir çocuk ikisini de dövebilir. Müminler de enerjilerini birbirine karşı harcarlarsa, zayıf düşerler ve zalimlere yem olurlar.
Bunun çaresi; “Enaniyet”i bırakıp, “Hakkı” üstün tutmak ve “Ortak düşmana karşı, kardeşinin kusuruna bakmamaktır.”

3. Bir Vücudun Azaları Gibi
Hadis-i Şerif’te buyurulur: “Müminler birbirini sevmekte, birbirine merhamet etmekte bir vücudun azaları gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut uykusuzluk ve ateş ile onun acısına ortak olur.”
Müminler bir fabrika çarkları gibidir. Çarklar birbirine “rekabet” etmez, birbirini kırmaz; bilakis birbirine “muavenet” (yardım) eder ki makine işlesin.
Bir gözün, ele; “Sen aşağıdasın ben yukarıdayım” diye kibirlenmesi veya elin göze; “Sen çok bakıyorsun” diye kıskanması düşünülebilir mi? Düşünülemez. Çünkü hepsi aynı ruhun hizmetkarıdır.
Bizler de aynı Halık’ın kullarıyız. Birimizin başarısı, hepimizin iftihar vesilesi olmalıdır. Haset (kıskançlık) ateşini, muhabbet suyuyla söndürmeliyiz.

4. Kardeşini Affetmek Fazilettir
Nefis daima şunu fısıldar: “O bana haksızlık etti, ben haklıyım, asla affetmem!”
Halbuki adalet ve hikmet der ki: “Hatasız dost arayan, dostsuz kalır.”
Sen kendi nefsine bak, binlerce kusurun var ve Allah’ın seni affetmesini istiyorsun. Sen aciz bir kul olarak kardeşini affetmezsen, Yaradan’dan nasıl af bekleyeceksin?
Uhuvvet Risalesi özetle şu altın prensibi öğretir:
Mümin kardeşinde fena bir sıfat varsa, o sıfata kızılır; fakat o kardeşin “imanı” ve “İslamiyeti” hatırına, şahsına muhabbet edilir.
Bir cani, padişahın elçisi olarak gelse, ona ilişemezsin. Her bir mümin de “Sultan-ı Ezelî”nin bir memuru olduğu için, ondaki küçük kusurlar, o yüksek iman rütbesinin hatırına bağışlanmalıdır.

Netice-i Kelam
Ey Müminler!
İttifakta kuvvet, ittihatta (birleşmekte) hayat, uhuvvette saadet vardır.
Ayrılıkta ise azap, zayıflık ve zillet vardır.
Gelin, o “Enaniyet” ve “Kin” gözlüklerini çıkarıp atalım. Birbirimizin elinden tutalım.
Küçük meseleleri büyütüp düşmana koz vermeyelim.
Unutmayalım ki; Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete (düşmanlığa) vaktimiz yoktur.

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

İÇTİMAİ HAYATIN ATOM BOMBASI: GIYBET VE “ÖLÜ ETİ YEMEK” HAKİKATİ

Bir önceki makalemizde, müminleri birbirine bağlayan o nurani uhuvvet (kardeşlik) bağlarından bahsetmiştik. İşte o muazzam binayı temelinden sarsan, kardeşliği dinamitleyen ve cemiyetin manevi havasını zehirleyen en sinsi düşman Gıybettir (Dedikodu).
Gıybet; acizlerin silahı, hasetçilerin (kıskançların) tesellisi ve kalbi ölmüşlerin gıdasıdır.
Kur’an-ı Hâkim, Hucurat Suresi’nde gıybeti öyle bir tasvirle yasaklar ki, insan olanın tüyleri ürperir:
> “…Sizden biri, ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz…” (Hucurat Suresi, 12. Ayet)
>
Risale-i Nur, bu ayetin sırrını altı dereceli bir şiddetle şöyle şerh eder:

1. Akıl ve Kalb Nazarında İğrençlik
Ayetteki teşbih gayet manidardır: “Ölü kardeşinin etini yemek.”
Gıybet edilen adam, o ortamda yoktur, yani gaibdir, kendini savunamaz durumdadır; bir nevi “ölü” hükmündedir.
Onu çekiştirmek, hatalarını ortaya dökmek; savunmasız bir ölünün vücudunu dişlemek gibi “alçakça” bir harekettir.
Akıl sahibi bir insan, vahşi canavarlar gibi hemcinsinin etini yer mi? Elbette yemez.
Kalb sahibi bir insan, sevmesi gereken kardeşini manen parçalamaktan lezzet alır mı? Almaz.
Demek ki gıybet, aklı ve kalbi ifsat eden, insanı manen canavarlaştıran bir hastalıktır.

2. “Doğruyu Söylüyorum” Bahanesi Geçersizdir
Nefis, gıybet ederken kendini şöyle savunur: “Canım ben yalan söylemiyorum ki, onda olanı söylüyorum, doğruyu konuşuyorum.”
İşte en büyük tuzak buradadır!
Zaten eğer söylediğin şey onda yoksa, o İftira olur ki, o daha büyük bir cinayettir. Gıybet; onda olan kusuru, o yokken, duyduğunda hoşlanmayacağı şekilde konuşmaktır.
Eğer niyetin o kardeşini düzeltmekse, bunu arkasından değil, yüzüne karşı, edep ve şefkatle söylemelisin. Arkasından konuşmak, onu düzeltmek değil, tahkir etmektir (aşağılamaktır).

3. İçtimai Hayatın Zehri
Nasıl ki atom bombası düştüğü yeri yakar, yıkar, radyasyon yayar; gıybet de girdiği meclisi manen yakar.
İnsanlar arasındaki emniyeti (güveni) kaldırır. “Acaba benim arkamdan da konuşuyorlar mı?” şüphesi, samimiyeti öldürür.
Dostluklar düşmanlığa, muhabbetler kine dönüşür. Bir cemiyette gıybet yaygınsa, orada birlik ve beraberlikten söz edilemez. Gıybet, uhuvvetin ve tesanüdün (dayanışmanın) kanseridir.

4. Kendi Kusurunu Görmeyen, Başkasını Gösterir
Gıybetin psikolojik aslı şudur: İnsan kendi kusurunu görmemek veya örtmek için, başkasının kusurunu dürbünle seyreder ve ilan eder.
Halbuki, “Kendi kusurunu gören, başkasının kusurunu görmeye vakit bulamaz.”
Mümin olan, kardeşinin ayıbını örter, ifşa etmez. “Settar” (Ayıpları örten) ismine mazhar olmaya çalışır. Başkasının ayıbını faş edenin, ayıbı faş olur; mahcup olur.

5. Ateşin Odunu Yediği Gibi…
Hadis-i Şerif’te buyurulur: “Ateş odunu nasıl yer bitirirse, gıybet de salih amelleri öyle yer bitirir.”
Düşününüz ki; akşama kadar namaz kıldınız, oruç tuttunuz, hayır yaptınız. Sonra bir mecliste oturup bir mümin kardeşinizi çekiştirdiniz.
O gıybet, kazandığınız o manevi hasılatı yakar, kül eder. Hatta ahirette, senin sevapların o gıybet ettiğin adama verilir; yetmezse onun günahları sana yüklenir. Ne kadar kârsız ve dehşetli bir ticaret!

6. Gıybete Kulak Veren de Ortaktır
Gıybet sadece “dil” ile yapılmaz, “kulak” ile de yapılır.
Gıybet edilen yerde susup dinlemek, o harama ortak olmaktır.
Mert bir mümin, kardeşinin arkasından konuşulduğunda; “Susunuz! O benim kardeşimdir, onun gıyabında konuşmanıza razı değilim” diyerek müdafaa etmelidir. Veya o meclisi terk etmelidir.
Gıybeti dinleyen, gıybeti yapan gibidir.

Netice ve Çare
Ey diline hakim olmak isteyen insan!
Gıybet, nazar-ı hakikatte; aklın, kalbin, insaniyetin, vicdanın, fıtratın ve şeriatın reddettiği “menfur” (iğrenç) bir haldir.

Çaresi nedir?
Çaresi, o kardeşinin kusurunu gördüğünde; “Ya Rabbi, onu da beni de affet, bizi ıslah eyle” diye dua etmektir.
Diline kilit vurmak, kalbine merhameti yerleştirmektir.
Risale-i Nur’un dediği gibi:
“Gıybet, ehl-i adâvet ve hased ve inadın, en çok istimal ettikleri alçak bir silâhtır. İzzet-i nefis sahibi, bu pis silâha tenezzül edip istimal etmez.”

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

NİMETİN RUHU VE BEREKETİN TILSIMI: ŞÜKÜR

Kâinatın yaratılış ağacına dikkatle bakıldığında, en uçtaki meyvesinin “İnsan” olduğu, insanın en büyük gayesinin de “Şükür” olduğu görülür.
Sani-i Zülcelal, şu kâinat fabrikasını öyle bir tarzda tanzim etmiştir ki; her bir çarkı, her bir sistemi, netice olarak “rızkı” ve “nimeti” yetiştirmekte ve o nimet vasıtasıyla kendisini tanıttırıp sevdirmektedir.
Madem O (C.C.), nimetleriyle bize kendini sevdiriyor; bizim de O’na karşı vazifemiz, şükür ile O’nu sevdiğimizi göstermektir.

1. Kâinatın En Yüksek Sesi: Şükür
Kur’an-ı Hakim, tekraren ve şiddetle şükre davet eder. “Rahman Suresi”nde otuz bir defa:
“Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz?” fermanıyla, cinleri ve insanları dehşetli bir sorguya çeker.
Demek ki kâinatın en mühim neticesi şükürdür. Bakınız; kuşlar öterek, yağmurlar tıpırtılarıyla, denizler dalgalarıyla, ağaçlar yapraklarıyla lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile “Ya Rezzak, Ya Mün’im” diyerek bir nevi şükrediyorlar.
İnsan, kâinatın halifesi olduğu halde, şükürsüzlük edip o umumi orkestranın ahengini bozamaz.

2. Tablacıyı Tanıyıp Padişahı Unutmak
Risale-i Nur’da şükrün felsefesi şu harika temsille anlatılır:
Bir padişah, size bir hizmetkâr (garson) vasıtasıyla kıymetli bir hediye veya leziz bir yemek gönderse; siz o hediyeyi alıp, hizmetkârın ayağını öpseniz fakat hediyeyi gönderen padişahı hiç tanımasanız ve ona arkamızı dönseniz; bu ne kadar büyük bir hamakat ve edepsizlik olur!
İşte zahiri sebepler (ağaç, toprak, su, güneş, marketteki satıcı); o hizmetkâr ve tablacı hükmündedir. Nimetin hakiki sahibi ve göndereni ise, Mün’im-i Hakiki olan Allah’tır.
Elbette sebeplere de teşekkür edilir, fakat asıl muhabbet ve minnet, nimeti yoktan yaratan ve bize gönderen Zat’a olmalıdır.
Elmayı ağaçtan, ekmeği fırıncıdan bilip; onları yaratanı unutmak, padişahı unutup garsona tapmak gibidir.

3. Lezzetin İçindeki Manevi Lezzet
Şükürsüz bir insan için bir elma, sadece “mideye giden bir tat”tan ibarettir. Lezzeti geçicidir, yutunca biter.
Fakat şükreden bir mümin için o elma; “İlahi bir iltifat”, “Rabbani bir hediye” ve “Rahmetin bir numunesidir.”
Mümin, o elmayı yerken düşünür: “Bu meyveyi benim için koca kâinat fabrikasında dokuyan, güneşi ve toprağı çalıştıran Rabbim, beni biliyor, beni seviyor ve bana ikram ediyor.”
İşte bu düşünce (tefekkür), o maddi lezzetin üstünde, bin kat daha yüksek “manevi bir lezzet” verir. “Ben sahipsiz değilim, Kerim bir Rabbim var” hissi, ruhu doyurur.

4. Şükrün Mikyası: Zikir, Fikir, Şükür
Bediüzzaman Hazretleri, nimetin başında, ortasında ve sonunda yapılması gereken üç vazifeyi şöyle formüle eder:
* Başta: Bismillah (Zikir’dir). Yani; “Bu nimet benim gücümle değil, Allah’ın ismiyle ve izniyle gelmiştir.”
* Ortada: Tefekkür (Fikir’dir). Yani; “Bu nimet, harika bir sanat eseridir ve Rahmet-i İlahiyenin hediyesidir” diye düşünmektir.
* Sonda: Elhamdülillah (Şükür’dür). Yani; nimeti verene minnettar olmaktır.
Bu üç şartı yerine getiren bir insan, yediği yemeği ibadete çevirir. O gıdalar, onun vücudunda sadece et ve kemik olmaz; aynı zamanda manevi bir nur ve enerji olur.

5. Hırs Hasaret (Zarar), Şükür Bereket Getirir
Kâinatta değişmez bir kanun vardır: “Şükür nimeti ziyadeleştirir (artırır), gaflet kaçırır.”
Hırs ile dünyaya saldıran, daima “daha yok mu” diyen insan, elindeki nimetin de tadını alamaz ve bereketini kaçırır. Tıpkı sineklerin hırsla pisliğe üşüşmesi gibi…
Fakat arı gibi kanaat eden ve şükredenler, başlar üstünde taşınır ve bal gibi tatlı bir nimeti başkalarına da ikram ederler.
İnsan şükrettikçe, Allah (C.C.) lütfunu artırır. Çünkü şükür, “Ben acizim, muhtacım, veren Sensin” demektir ki; Rahmet, aciz ve muhtaç olana daha çok koşar.
Küfran-ı nimet (nankörlük) ise; “Ben kazandım” demek olduğu için, İlahi yardımı keser, bereketi kurutur.

Netice-i Kelam
Ey nimetler içinde yüzen insan!
Aldığın her nefes, içtiğin her yudum su, gördüğün her manzara birer şükür ister.
Şükür sadece “Elhamdülillah” demek değildir; o nimeti veriliş gayesine uygun kullanmaktır.
Gözün şükrü, harama bakmamaktır. Kulağın şükrü, gıybet dinlememektir. Malın şükrü, muhtaçlara vermektir.
Gel, hayatını şükür ile lezzetlendir ve ebedileştir.
> “Eğer şükrederseniz, elbette size (nimetimi) artırırım.” (İbrahim Suresi, 7. Ayet)

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

GİDEN GENÇLİK, GELEN İHTİYARLIK VE EBEDİ BİR GENÇLİK BİLETİ

İnsan, hayat yolculuğunda en kıymetli, en latif ve en güçlü sermaye olarak “Gençlik” dönemine misafir olur. Damarlardaki kanın deli gibi aktığı, hislerin coştuğu, hayallerin dünyayı kuşattığı o çağda; nefis ve şeytan insana şu yalanı fısıldar:
“Sen ebedi kalacaksın, keyfine bak, gençliğini yaşa!”
Halbuki hakikat, aynaların söylediği gibidir. Gençlik hiç şüphe yok ki gidecek.
Yaz mevsiminin yerini kışa, gündüzün yerini geceye bırakması ne kadar kat’i ve kesin ise; o pırıl pırıl gençlik dahi yerini ihtiyarlığa ve ölüme bırakacaktır.

1. İki Yolun Yolcusu: Sefahat mi, İstikamet mi?
Gençlik bir emanettir ve önünde iki yol vardır:
* Birinci Yol (Sefahat ve Dalalet):
Eğer insan, o gençliği hevesat-ı nefsaniye (nefsin arzuları) yolunda, haram lezzetlerde ve sefahatte harcarsa; o gençlik onun başının belası olur.
Risale-i Nur’da denildiği gibi; “İşte, ey hayat-ı dünyeviyenin zevkine müptelâ ve endişe-i istikbal ile istikbalini ve hayatını temin için çabalayan biçareler! Dünyanın lezzetini, zevkini, saadetini, rahatını isterseniz, meşru dairedeki keyfe iktifa ediniz. O keyfinize kâfidir. Haricinde ve gayr-ı meşru dairedeki bir lezzetin içinde bin elem olduğu…”
Bir dakikalık hiddet yüzünden bir cinayet işleyen gencin, yıllarca hapiste azap çekmesi gibi; bir anlık haram lezzet hem dünyada vicdan azabı hem de kabirde ve cehennemde ebedi bir hapsi netice verebilir. O serseri gençlik, sahibini hastanelere, hapishanelere veya meyhanelere düşürüp perişan eder.
* İkinci Yol (İstikamet ve İffet):
Eğer gençlik, iffetle hayrata, ibadete ve güzel ahlaka sarf edilirse; o fani gençlik, manen bâki kalır ve ebedi bir gençliğin bileti olur.
O genç; “Bu kuvvet ve bu güzellik benim değil, Rabbimin emanetidir” deyip, harama bakmaz, harama el uzatmazsa; o gençliği, Cennet’te solmaz, pörsümez ve ebedi bir “Gençlik-i Daimî” olarak ona iade edilecektir.

2. Hastane, Hapishane ve Kabristan Şahitliği
Bediüzzaman Hazretleri, gençliğin tehlikelerini müşahede için üç yere bakılmasını tavsiye eder:
* Hastaneler: Oraya sorunuz; şu hastalıkların çoğu nereden geldi? Çoğunlukla; gençlikte suistimal edilen, israf edilen ve harama sarf edilen sıhhatin bir cezası olarak geldiğini işiteceksiniz.
* Hapishaneler: Oraya sorunuz; bu gençlerin çoğu neden buraya düştü? Çoğunlukla; gençliğin taşkınlığı, hiddeti ve sabırsızlığı neticesinde işlenen hatalardan dolayı o zindanlara düştüklerini göreceksiniz.
* Kabristanlar: Oraya, mezar taşlarına bakınız.
Ölenlerin çoğu ihtiyar mıdır, yoksa genç midir? Göreceksiniz ki, ölüm “genç-ihtiyar” ayırmıyor, nüfus kağıdına bakmıyor. Çoğu, “Daha ileride tövbe ederim, yaşlanınca namaz kılarım” derken, ecel celladının kılıcıyla genç yaşta başları kesilenlerdir.

3. Beş On Senelik Lezzet İçin Ebediyeti Yakmak
Akıl ve mantık nazarında; beş on senelik, sonu pişmanlık olan, geçici bir dünya lezzeti için, milyonlarca sene ve ebedi olan Cehennem azabını satın almak, ne kadar dehşetli bir ahmaklıktır?
Aklı başında olan bir genç, bir dakikalık lezzet için senelerce hapsi kabul etmezken; nasıl olur da ebedi hayatını bir hiç uğruna tehlikeye atar?

4. İhtiyarlık Gelmeden Uyanmak
İhtiyarlık sabahı gelip, gençlik uykusundan uyanmadan evvel; insan aklını başına almalıdır.
Gençlikte kılınan namaz, tutulan oruç ve yapılan tövbe; ihtiyarlıkta yapılandan kat kat daha kıymetlidir. Çünkü gençlikte nefis güçlüdür, şehvet ve hisler galeyandadır. İşte o güçlü nefse gem vurup, Allah’a secde etmek; bir nevi “Kahramanlık”tır.
Peygamber Efendimiz (a.s.m), “Allah, gençliğini ibadetle geçiren genci sever ve onunla meleklerine iftihar eder” müjdesini vermiştir.

Netice-i Kelam
Ey genç kardeşim!
Gençliğin gidecek, bu kesin. Onu durduramazsın.
Fakat o gençliği; ibadetle, şükürle, iffetle Allah yolunda harcarsan; o fani gençlik tohumlarını ebedi cennet bahçelerinde sonsuz sümbüller olarak bulacaksın.
Unutma; “Fani zevkler, geçici ve elemlidir. Baki lezzetler ise, iman ve ibadettedir.”
Gençliğini bir “kuş” gibi elinden uçup gitmeden, onu ibadet kafesine koy ki, ebedi cennet kuşu olsun.

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

 

 

 

 

KELAM-I EZELÎ’NİN MUCİZESİ: KUR’AN’IN SÖNMEYEN GÜNEŞİ VE EBEDİ GENÇLİĞİ

Şu kâinat mescidinde, asırlardır yankılanan ve kıyamete kadar susmayacak olan en gür, en hakiki ve en mukaddes ses; hiç şüphesiz Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan’dır.
Öyle bir kitaptır ki; inzal olduğu (indiği) günden bugüne kadar, dost ve düşman herkesin dikkatini celbetmiş, dostlarını hayran, düşmanlarını ise aciz bırakmıştır.
Akıl ve mantık penceresinden, Risale-i Nur’un o sarsılmaz bürhanlarıyla (delilleriyle) soruyoruz:

Mekke gibi bedevi, ümmi (okuma yazma bilmeyen) ve kitapsız bir muhitte, tek başına ortaya çıkan bir Zat’ın (a.s.m) elindeki bu kitap; nasıl olur da bütün geçmiş ve gelecek ilimleri, en yüksek hakikatleri ve en fasih edebiyatı ihtiva edebilir? Bu, beşer takati midir?
Elbette hayır! Kur’an, doğrudan doğruya Arş-ı Azam’dan gelen, İsm-i Azam’dan süzülen Kelamullahtır. İşte isbatı:

1. Edebiyat Şahlarını Susturan Meydan Okuma
Kur’an’ın indiği asır, “Belâgat” (Söz Sanatı) ve edebiyat asrıydı. Araplar söz söyleme sanatında o kadar ilerlemişlerdi ki, Kabe’nin duvarlarına “Muallakat-ı Seb’a” (Yedi Askı) denilen en meşhur şiirlerini altınla yazıp asarlardı.
Fakat Kur’an inmeye başlayınca, o edebiyat dâhileri şoka uğradılar. Kur’an onlara şöyle meydan okudu:
> “Eğer kulumuza (Muhammed’e) indirdiğimizden şüphede iseniz, haydi onun benzeri bir sure getirin! Allah’tan başka şahitlerinizi de çağırın…” (Bakara Suresi, 23. Ayet)
>
Bu meydan okuma karşısında, Arap şairlerinin en meşhurları bile aciz kaldı. Hatta Kabe’deki o altın yaldızlı şiirlerini, Kur’an’ın güneşi karşısında sönük birer lamba gibi görüp, kendi elleriyle indirdiler. Bir şair, Kur’an’ın bir tek ayetini işitince secdeye kapandı ve O dedi: “Yok, ben bu âyetin belâgatına secde ettim.”
Eğer Kur’an bir insan sözü olsaydı, o edebiyat dâhileri ona bir nazire (benzer) yapıp, Kur’an davasını çürütebilirlerdi. Ama yapamadılar, kılıca sarılmak zorunda kaldılar.

2. Gayb Aleminin Televizyonu: Mazi ve İstikbal Haberleri
Bir insanın, görmediği geçmiş zamanlardan ve bilemeyeceği gelecek asırlardan “görmüş gibi” doğru haber vermesi mümkün müdür?
Kur’an; Hz. Adem’den, Nuh Tufanı’na, Firavun’un boğulmasından Ashab-ı Kehf’e kadar en eski hadiseleri, sanki gözüyle görmüş gibi en sadık ve detaylı bir surette anlatır.
Aynı şekilde; İstanbul’un fethinden, Mekke’nin fethine, Rumların galibiyetinden, göklerin dürülmesine kadar gelecekten haber verir ve verdikleri aynen çıkar.
Zaman ve mekân üstü bu nazar, ancak Ezel ve Ebed Sultanı olan Allah’a mahsustur.

3. Zaman İhtiyarladıkça Kur’an Gençleşiyor
Beşerî kitaplar, kanunlar ve felsefeler; zaman geçtikçe eskir, hükmü kalmaz, değiştirilmeye muhtaç olur.
Fakat Kur’an, 1400 sene evvel inmesine rağmen, her asırda sanki “yeni inmiş” gibi tazedir, gençtir.
Risale-i Nur’da denildiği gibi: “Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor, rumuzu (sırları) tavazzuh ediyor (ortaya çıkıyor).”
Bugünün modern bilimi, Kur’an’ın asırlar önce işaret ettiği “Anne rahmindeki ceninin safhaları”, “Kâinatın genişlemesi”, “Dağların hareket etmesi” gibi hakikatleri yeni yeni keşfedip tasdik etmektedir.
Hangi insan sözü, 14 asır sonrasının bilimsel ve sosyal yaralarına tam merhem olabilir?
Kur’an, her asrın insanına, o asrın ihtiyaçlarına göre hitap eden cihanşümul (evrensel) bir hutbe-i ezeliyedir.

4. Çelişkisiz Bir Hakikat Bütünü
Bir insan, 23 sene boyunca, farklı hallerde (savaşta, barışta, hastalıkta, üzüntüde) parça parça konuşsa; elbette sözleri arasında tenakuz ve uyumsuzluk olur.
Halbuki Kur’an, 23 senede, çok farklı sebeplerle indiği halde; başından sonuna kadar muazzam bir ahenk, tutarlılık ve bütünlük arz eder. İçinde hiçbir zıtlık, hiçbir tezat yoktur.
Bu hal isbat eder ki; o kitap, ilmi her şeyi kuşatan tek bir Zat’ın kelamıdır.

Netice-i Kelam
Ey hakikati arayan insan!
Kur’an; şu kâinat kitabının tercümesi, şu âlemdeki hadiselerin hikmetli yorumcusu ve insanlığın ebedi saadet rehberidir.
O, sönmez ve söndürülemez manevi bir güneştir.
Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Kur’an, şu büyük kâinat kitabının bir tercüme-i ezeliyesi… Ve şu âlem-i gayb ve şehadet kitabının müfessiridir.”
O Güneş’e gözünü kapayan, sadece kendine gece yapar.
Gel, aklını Kur’an’ın nuruyla aydınlat, kalbini O’nun zikriyle doyur. Zira başka hiçbir kelam, ruhun o derin yaralarını iyileştiremez.

 

 

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 

RİSALE-İ NUR IŞIĞINDA İMAN VE HAYAT REHBERİ

Akıldan Kalbe, Dünyadan Ahirete Bir Tefekkür Yolculuğu

MUKADDİME: BAŞLANGIÇ

1. KÂİNATIN ANAHTARI VE HER HAYRIN BAŞI: BİSMİLLAH
Kuran-ı Hakim’in ilk ayeti, bütün mübarek kitapların nurani satırı ve İslam nişanlarının en büyüğü: Bismillah…
Risale-i Nur, o muazzam külliyata şu cümle ile başlar: “Bismillah her hayrın başıdır. Biz dahi başta ona başlarız.”
Peki, nedir bu kelimenin sırrı? Sadece bir “başlangıç tekerlemesi” midir, yoksa kâinatın işleyiş kodlarını barındıran büyük bir hakikat midir? Geliniz, bu sırrı Birinci Söz’deki o harika “Bedevi Arap” temsiliyle ve kâinatın lisan-ı haliyle çözelim.
Çölde Bir Yolcu: Acizliğin İlacı
İnsan, şu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. İhtiyaçları kâinat kadar sonsuz, fakat elindeki kudreti ve sermayesi hiç mesabesindedir. Düşmanları ve musibetler ise sayısızdır. Böyle bir yolcu, o dehşetli çölde (dünya hayatında) selametle gezmek için neye muhtaçtır?
Elbette bir “Kabile Reisi”nin ismini almaya… Eğer o yolcu, kudretli bir reisin ismini almazsa; her hayduttan korkar, her ihtiyaç karşısında dilencilik eder, perişan olur. Fakat o reisin ismini alırsa; en dehşetli şakiye (eşkıyaya) karşı der ki: “Ben falan reisin ismiyle gezerim.” O şaki ona ilişemez.
İşte “Bismillah” demek; şu kâinat çölünde, Malik-i Ebedi ve Hâkim-i Ezelî olan Allah’ın ismini almaktır. Bu kelimeyi söyleyen insan; “Ben kendi namıma ve kudretimle değil, her şeye gücü yeten Allah’ın namıyla ve O’nun askeri olarak hareket ediyorum” der. Böylece, o aciz insan, kâinat kadar kuvvetli bir manevi dayanak noktasına istinat eder.
Kâinatın Zikri: Her Şey Bismillah Der
Sadece insan değil, kâinattaki her bir varlık lisan-ı haliyle “Bismillah” der.
* Tohumların Mucizesi: Kocaman bir ağacı, tırnak kadar bir çekirdeğin içinde taşıyan kimdir? O çekirdek, Bismillah der; koca ağacın programını içinde saklar. Yumuşacık kökler, “Bismillah” diyerek ve Rahman’ın namına hareket ederek; sert taşları deler, geçer.
* Rahmet Tablaları: Bütün ağaçlar, bostanlar ve bitkiler birer tablacıdır. O kuru dallar, çamurlu toprak; “Bismillah” der, Rahmet hazinesinden en tatlı, en sanatlı meyveleri, konserveler hükmünde ellerimize uzatır.
* Süt Çeşmeleri: İnek, deve, koyun, keçi gibi mübarek hayvanlar; “Bismillah” der, Rahmet feyzinden birer süt çeşmesi olurlar.
Netice: Ey insan! Bütün mevcudat lisan-ı hal ile “Bismillah” deyip, Allah namına yüklerini taşıyorlar. Sen ki kâinatın halifesisin; neden o mübarek kelimeyi terk edip, aciz başınla kâinatın yükü altına giriyorsun? Her hayırlı işin başında “Bismillah” de.

  1. BÖLÜM: İMAN VE TEVHİD HAKİKATLERİ
    2. SANATIN SANATKÂRA İSYANI: KODLARIN NANKÖRLÜĞÜ

    Asrımızın teknolojik terakkisi, bilhassa “yapay zekâ” ve “robotik” sahasındaki gelişmeler, esasında kudret-i İlahiyenin anlaşılması namına muazzam birer dürbün vazifesi görmektedir. Bugün, akıllarına ahireti ve bilhassa ebedi cehennemi sığıştıramayanlara karşı, teknolojinin lisanıyla verilecek cevap gayet nettir.
    Mühendis ve İsyankâr Eseri
    Tasavvur ediniz ki; maharetli bir mühendis, alelade bir demir yığınını alsa, ona harika bir yazılım yüklese ve ona bir “yapay akıl” verse… O robot, kendisine verilen bu yüksek özellikleri kullanmaya başladığı an, sahibine dönüp şöyle dese: “Ben seni tanımıyorum! Bu aklım, bu işleyişim benim kendi malımdır. Ben kendi kendimi bu seviyeye getirdim.”
    Daha da ileri giderek, o mühendisin kendisine hizmet etmesi için kodladığı programı, mühendisin aleyhinde kullansa; ustasına hakaret etse…
    Fişi Çekmek Zulüm müdür?
    Şimdi vicdanen hükmediniz: O mühendis, o nankör makinenin fişini çekse, sistemini kapatsa, ona zulmetmiş olur mu? Elbette hayır! Bilakis, eğer o mühendis o isyankâr robota müdahale etmezse, kendi sanatına hürmetsizlik etmiş olur.
    İnsanın Vaziyeti
    İşte insan da Sani-i Zülcelal olan Allah’ın en mükemmel bir Rabbani makinesidir. Allah, insanı yokluk karanlıklarından çıkarıp, ona “hayat” ve “akıl” vermiştir. Fakat insan, “Ben kendime malikim” diyerek Nemrutlaşırsa, vaziyet değişir.
    Mühendis örneğindeki “fişi çekmek”, ahiretteki “ebedi cehennem” hakikatinin bir numunesidir. Varlık sebebini kaybeden ve Sanatkarını inkâr eden bir şeyin, varlık sahasında kalmaya hakkı yoktur. Ebedi cehennem, adaletin ta kendisidir.

    3. TABİATPERESTLİĞİN İFLASI: ECZAHANE-İ KÜBRA
    İnsan aklı, kâinattaki bu muazzam nizamı gördüğünde, bunun failini arar. Gaflet ehli ise; bu harika eserleri şuursuz sebeplere, sağır tabiata veya kör tesadüfe havale eder. Risale-i Nur, bu batıl yolları temsillerle çürütür:
    Eczahane-i Kübra ve Hassas Ölçüler
    Kâinatı büyük bir eczahane tasavvur ediniz. Bu eczahanede yüzlerce kavanoz içinde hayati macunların ham maddeleri bulunsun. Bir hekim, o kavanozlardan gayet hassas ölçülerle (birinden bir miligram, diğerinden iki gram) alarak harika bir “hayat macunu” yapsa…
    Birisi çıkıp dese ki: “Bu macun kendi kendine oldu. Şişeler tesadüfen devrildi ve bu şifalı ilaç meydana geldi.”
    Buna ihtimal vermek ne kadar akıl dışıysa; elementlerden hassas ölçülerle yaratılan “canlıları”, kör tesadüfe ve tabiata vermek, ondan bin kat daha akıl dışıdır.
    Matbaa mı, Matbaacı mı?
    “Tabiat yaptı” demek; “Matbaa makinesi bu kitabı kendi kendine yazdı” demek kadar manasızdır. Tabiat bir sanattır, Sanatkâr değildir; bir kanunlar mecmuasıdır, kanun koyucu değildir. Kanun, tatbik edicisi (Müessir-i Hakiki) olmadan hiçbir iş göremez.

    4. KADERİN YAZILIMI VE İRADENİN TERCİHİ
    Kader ve Cüz-i İrade meselesini, bilişim dünyasının kavramlarıyla şöyle anlayabiliriz: Kâinat bir “İşletim Sistemi”, Kader “Kaynak Kodları”, Cüz-i İrade ise “Kullanıcı Tercihleri”dir.
    Kaynak Kodları (Kader-i Mutlak)
    Yazılımcı (Allah), programın sınırlarını belirler. Cinsiyetimiz, doğduğumuz asır gibi elimizde olmayan daire, “Izdırarî Kader”dir. İnsan burada sadece bir “seyirci”dir.
    “Eğer” Komutları (Cüz-i İrade)
    Yazılımcı kodu şöyle yazar: “Eğer kullanıcı ‘A’ tuşuna basarsa, ekrana ‘GÜL’ resmi getir.”
    Yazılımcı (Allah), her iki ihtimalin de kodunu yaratmıştır. Ancak ‘A’ veya ‘B’ tuşuna basma tercihini kullanıcıya (insana) bırakmıştır.
    Kullanıcı ‘A’ tuşuna bastığında, ekranda gül resminin çıkmasını sağlayan (yaratan), arka plandaki o devasa sistemdir (Kudret-i İlahiye). Kullanıcının elinde sadece “talep etmek” (tuşa basmak) vardır. Risale-i Nur’da denildiği gibi; “İnsan ister (kesb eder), Allah yaratır (halk eder).”

    5. SANAL BENLİK VE HAKİKİ MALİK: “ENE”NİN SIRRI
    İnsan, sonsuz bir acz içinde olduğu halde, nasıl “Ben yaptım, benim mülküm” diyerek Rububiyet davasına kalkışabilir? Bu muammanın anahtarı, “Ene” (Benlik) denilen cihazdadır.
    Vahid-i Kıyasî: Mutlak Olanı Anlama Aleti
    Sınırsız bir okyanusun büyüklüğünü anlamak için elinizde bir “ölçek” olması lazımdır. Cenab-ı Hak, kendi mutlak sıfatlarını (İlim, Kudret, Malikiyet) bildirmek için, insana “Ene” denilen bir “Vahid-i Kıyasî” (Kıyas Birimi) vermiştir.
    İnsan der: “Ben şu evi nasıl yaptım, kâinatın Ustası da bu alemi öyle yapmış.” Yani “Ene”, hakiki bir mülk sahibi olmak için değil, Hakiki Malik’i tanımak için verilmiş bir termometredir.
    Hıyanet-i Emanet
    Fakat insan, bu “temsili” yetkiyi hakiki zannederse; “Ben kendime malikim” diyerek firavunlaşır. O incecik “Elif” harfi gibi olan benlik, hakikati örten bir perde olur.
    Hakiki mümin ise der ki: “Ben bir aynayım, güneşi gösteririm ama güneş değilim. Mülk O’nundur.”

    II. BÖLÜM: AHİRET, ADALET VE HAŞİR
    6. ÖLÜMDEN SONRA DİRİLİŞ: BAHARIN LİSANI
    Kışın ölmüş yeryüzünün baharda nasıl dirildiğini gören, haşri inkar edemez.
    Kışın Beyaz Kefeni: Kışın ağaçlar kurumuş kemiklere döner, dağlar beyaz kefen giyer. Bahar gelince, İsrafil’in (a.s.) Sur’u gibi olan yağmurlarla o kemikler canlanır.
    Üç yüz bin nebatat ve hayvanat taifesini, birbirine karıştırmadan her bahar dirilten bir Kudret; bir tek nevi olan insanı ahirette diriltemez mi?
    Tohumdaki Hafıza: Bir incir çekirdeğinin içinde koca ağacın programını saklayan Allah, insanın amellerini ve ruhunu zayi etmez.
    Akıl, “Yoktan var olmayı” kabul ediyor da “Var olanın toplanmasını” (İadeyi) mı kabul etmiyor? Elbette toplamak, yoktan yapmaktan daha kolaydır.
    Kâinattaki adalet, “Mahkeme-i Kübra”yı iktiza eder. Zalim izzetinde, mazlum zilletinde gidiyor; demek ki hesap başka bir yere bırakılıyor.

    7. MÜHLETİN SIRRI: İHMAL DEĞİL, İMHAL
    Zalimlerin dünyada refah içinde yaşaması, Allah’ın onları unuttuğu (ihmal ettiği) manasına gelmez. Bilakis, bu (imhal) süre tanımadır.
    Sırr-ı İmtihan: Eğer her günahın cezası peşin verilseydi, kömür ruhlularla elmas ruhlular ayırt edilemezdi.
    Büyük Suçlar Ağır Ceza’ya: Küçük suçlar karakolda (dünyada musibetlerle) halledilir. Büyük suçlar (küfür ve zulüm) ise Ağır Ceza Mahkemesine (Ahirete) bırakılır. Zalimin dünyadaki rahatı, cezasının tehir edildiğini ve dosyasının kabardığını gösterir.
    Cenab-ı Hak, bazen zalime “İstidraç” ile mühlet verir; ta ki azabı daha şiddetli olsun.

    III. BÖLÜM: İBADET VE KULLUK ŞUURU
    8. KÂİNATIN BÜYÜK SAATİ: NAMAZ
    Nefis, “Her gün namaz kılmak usanç veriyor” der. Halbuki namaz, ruhun en büyük gıdasıdır. Gıda tekrar edilince usanç vermez, lezzet verir.
    Kâinatın Saati: Namaz vakitleri, insan ömrünün ve kâinatın mevsimlerine işarettir.
    * Sabah: Baharı ve doğumu hatırlatır.
    * Öğle: Yaz mevsimini ve gençliği.
    * İkindi: Güz mevsimini ve ihtiyarlığı.
    * Akşam: Vefatı ve kıyameti.
    Her vakit, o inkılaplar içinde Baki olan Allah’a sığınmaktır.
    Yirmi Dört Altın: Cenab-ı Hak bize her gün 24 saatlik ömür sermayesi veriyor. 23 saatini dünyaya harcayıp, bir saatini ebedi hayatın bileti olan namaza vermemek, ne büyük bir zarardır! Namaz kılanın, dünyevi işleri de güzel bir niyetle ibadet hükmüne geçer.
    9. İHLASIN SIRRI: KEYFİYETİN GÜCÜ
    Allah katında amellerin kıymeti “sayı” ile değil, “safa” (samimiyet) ile ölçülür.
    Bir Dirhem Elmas: Risale-i Nur der ki: “Bir dirhem ihlaslı amel, batmanlarla (tonlarca) halis olmayana müreccahtır.”
    Padişah’a sunulan bir kamyon taş mı kıymetlidir, yoksa küçük bir elmas mı? Elbette elmas. İşte o elmas İhlastır.
    Halk mı, Hak mı? Amelinizde Rıza-i İlahi olmalı. O razı olsa, bütün dünya küsse ehemmiyeti yok. İhlas, “ben”i bırakıp “biz” diyerek manevi bir şirket kurmaktır.
    10. NİMETİN RUHU VE BEREKETİN TILSIMI: ŞÜKÜR
    Kâinatın yaratılış ağacının meyvesi insandır, insanın gayesi ise Şükürdür.
    Tablacıyı Tanıyıp Padişahı Unutmak: Bir padişah size hediye gönderse, hediyeyi getiren garsonun ayağını öpüp, padişahı tanımamak divaneliktir. Sebepler (ağaç, toprak) birer tablacıdır. Nimetin hakiki sahibi Mün’im-i Hakiki olan Allah’tır.
    Şükür, nimeti ziyadeleştirir; şükürsüzlük ve hırs ise bereketi kaçırır. Nimetin lezzeti, şükür ile “İlahi bir iltifat” olduğunu bilmektedir.

    IV. BÖLÜM: MUSİBETLER, GENÇLİK VE ÖMÜR
    11. HASTALIK BİR HEDİYE MİDİR? SABRIN ZAFERİ
    Hastalık ve musibetlerin zahiri çirkin, fakat batını (iç yüzü) parlaktır.
    Paslı Ruhu Parlatan Cila: Demir paslansa nasıl ateşe sokulup temizlenir; hastalık da günah paslarını temizleyen bir sabundur.
    İkaz-ı İlahî: Hastalık, gaflet uykusundan uyandıran sadık bir dosttur. İnsana aczini ve faniliğini hatırlatır. Ömür dakikalarını ibadet hükmüne geçirip bereketlendirir.
    Mülk Sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder; şikâyet değil, şükür lazımdır.
    12. GİDEN GENÇLİK VE EBEDİ BİR GENÇLİK BİLETİ
    Gençlik, insan hayatının en kıymetli fakat en tehlikeli dönemidir. Yazın kışa dönmesi gibi, gençlik de ihtiyarlığa ve ölüme dönecektir.
    İki Yol: Eğer gençlik sefahatte harcanırsa, dünyada bela, ahirette azap olur. Eğer iffet ve ibadette harcanırsa, ebedi bir gençliğin bileti olur.
    Hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar; gençliğin suistimalinin neticeleriyle doludur. Akıllı genç, fani lezzet için ebedi hayatını yakmaz.
    13. BEREKETİN ANAHTARI: İKTİSAT VE KANAAT
    İsraf, bereketsizliğin ve zilletin kapısıdır. İktisat ve kanaat ise, izzetin kalesidir.
    İktisat Cimrilik Değildir: Cimrilik mal biriktirmek için alçalmaktır; iktisat ise nimete hürmet etmek ve kimseye el açmamak için tedbir almaktır.
    Dil Kapıcı, Mide Efendi: Sırf kapıcıyı (dili) memnun etmek için, efendiye (mideye) zarar verecek kadar pahalı yemekler israftır.
    “İktisat eden, maişetçe aile belasını çekmez.”

    V. BÖLÜM: İÇTİMAİ HAYAT VE GÜZEL AHLAK
    14. EN KÜÇÜK ÂDETİ İBADETE ÇEVİREN SIR: SÜNNET-İ SENİYYE
    Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnetine uymak, âdetleri ibadete çeviren bir iksirdir.
    Niyetin Kimyası: Sadece yemek yemek bir âdettir. Fakat “Peygamberim gibi yiyeyim” niyetiyle sofraya oturmak, o fiili ibadete çevirir.
    Sünnet, karanlık yollarda şaşmaz bir pusuladır. Sünnetin en mühim bir esası da Edeptir.
    15. İÇİMİZDEKİ NİFAK ATEŞİNİ SÖNDÜREN SU: UHUVVET
    Müminler arasındaki ihtilaf ve düşmanlık, en büyük hastalıktır.
    Dağlar ve Çakıl Taşları: Bir müminle aramızda; Allah bir, Peygamber bir, Kitap bir… gibi dağlar misali birlik sebepleri varken; incir çekirdeğini doldurmayan sebeplerle küsmek, o birlik dağlarına hürmetsizliktir.
    Harici Düşman: Düşmanlar ittifak ederken, müminlerin dâhilde kavga etmesi, düşmana yardım etmektir. Bizler bir vücudun azaları gibiyiz; haset değil, muhabbet etmeliyiz.
    16. İÇTİMAİ HAYATIN ATOM BOMBASI: GIYBET
    Gıybet (dedikodu), Kur’an’ın ifadesiyle “Ölü kardeşinin etini yemek” kadar iğrençtir.
    Akıl ve Kalb Reddeder: Savunmasız bir kardeşini arkadan vurmak, alçakça bir harekettir.
    Ateşin Odunu Yemesi: “Ateş odunu nasıl yerse, gıybet de salih amelleri öyle yer bitirir.”
    Gıybet eden, kendi kusurunu görmeyip başkasını konuşandır. Çaresi; dile kilit vurmak ve “Ya Rabbi bizi ıslah et” demektir.

    HÂTİME: KAYNAK VE GÜNEŞ
    17. KELAM-I EZELÎ’NİN MUCİZESİ: KUR’AN-I HâKİM
    Kur’an, 1400 senedir sönmeyen bir güneştir.
    Edebiyatı Susturan Kitap: İndiği asırda şairlere meydan okumuş, kimse benzerini getirememiştir.
    Gaybın Televizyonu: Geçmişten ve gelecekten verdiği haberler aynen çıkmıştır.
    Ebedi Gençlik: Zaman ihtiyarladıkça Kur’an gençleşiyor. Modern ilim, onun hakikatlerini yeni yeni keşfediyor.
    O, beşer sözü değil, doğrudan doğruya Kelamullahtır. İnsanlığın ebedi saadet rehberidir.

    RİSALE-İ NUR IŞIĞINDA İMAN VE HAYAT REHBERİ

    Akıldan Kalbe, Dünyadan Ahirete Bir Tefekkür Yolculuğu

    MUKADDİME: BAŞLANGIÇ
    * 1. Kâinatın Anahtarı ve Her Hayrın Başı: BİSMİLLAH
    (Her şeyin lisan-ı hal ile Allah’ın adını anması ve insanın o kuvvete dayanması)

    I. BÖLÜM: İMAN VE TEVHİD HAKİKATLERİ
    * 2. Sanatın Sanatkâra İsyanı: Kodların Nankörlüğü
    (Mühendis ve Robot temsili üzerinden Allah’ı inkar etmenin mantıksızlığı)
    * 3. Tabiatperestliğin İflası: Eczahane-i Kübra
    (Tesadüf ve sebeplerin imkansızlığı, tabiatın yaratıcı olamayacağı)
    * 4. Kaderin Yazılımı ve İradenin Tercihi
    (Kader ve Cüz-i İrade ilişkisinin ‘Yazılım ve Kullanıcı’ metaforuyla izahı)
    * 5. Sanal Benlik ve Hakiki Malik: “ENE”nin Sırrı
    (İnsandaki benliğin bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olması)

    II. BÖLÜM: AHİRET, ADALET VE HAŞİR
    * 6. Ölümden Sonra Diriliş: Baharın Lisanı
    (Tohumların uyanışı ve bahar mevsimi üzerinden Haşr’in isbatı)
    * 7. Mühletin Sırrı: İhmal Değil, İmhal
    (Zalimlerin dünyada neden hemen cezalandırılmadığına dair Adalet-i İlahiye)

    III. BÖLÜM: İBADET VE KULLUK ŞUURU
    * 8. Kâinatın Büyük Saati: NAMAZ
    (Namazın vakitlerinin manası ve ruhun ebedi ihtiyacı)
    * 9. İhlasın Sırrı: Keyfiyetin Gücü
    (Amellerin kıymetinin sayı ile değil, rıza-i ilahi ile ölçülmesi)
    * 10. Nimetin Ruhu ve Bereketin Tılsımı: ŞÜKÜR
    (Kâinatın yaratılış gayesi ve nimetin lezzetini artıran sır)

    IV. BÖLÜM: MUSİBETLER, GENÇLİK VE ÖMÜR
    * 11. Hastalık Bir Hediye midir? Sabrın Zaferi
    (Hastalık ve musibetlerin günahlara keffaret ve ikaz-ı ilahi olması)
    * 12. Giden Gençlik ve Ebedi Bir Gençlik Bileti
    (Gençliğin tehlikeleri ve onu ibadetle ebedileştirmenin yolları)
    * 13. Bereketin Anahtarı: İKTİSAT VE KANAAT
    (İsraf hastalığına karşı izzetli bir duruş ve şükür)

    V. BÖLÜM: İÇTİMAİ HAYAT VE GÜZEL AHLAK
    * 14. En Küçük Âdeti İbadete Çeviren Sır: SÜNNET-İ SENİYYE
    (Peygamber Efendimiz’e (a.s.m) benzemenin manevi kazanımı)
    * 15. İçimizdeki Nifak Ateşini Söndüren Su: UHUVVET
    (Müminlerin kardeşliği, birlik ve beraberliğin lüzumu)
    * 16. İçtimai Hayatın Atom Bombası: GIYBET
    (Dedikodunun uhuvveti ve amelleri nasıl tahrip ettiği)

    HÂTİME: KAYNAK VE GÜNEŞ
    * 17. Kelam-ı Ezelî’nin Mucizesi: KUR’AN-I HAKİM
    (Kur’an’ın sönmez bir güneş olması, i’cazı ve ebedi gençliği)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
10/12/2025

[1] Bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/kisa-bir-zamandaki-kufre-mukabil-hadsiz-bir-zaman-cehennemde-hapis-nasil-adalet-olur-bu-konu-gecmiste-gundeme-gelmis%3famp

[2] Bak. https://www.google.com/amp/s/sorularlarisale.com/kisa-bir-zamandaki-kufre-mukabil-hadsiz-bir-zaman-cehennemde-hapis-nasil-adalet-olur-bu-konu-gecmiste-gundeme-gelmis%3famp