Hizmet Rehberi

Hizmet Rehberi

Bu eser, “Risale-i Nurun Meslek ve Meşrebi” alt başlığıyla, Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur hizmetindeki temel düsturlarını, yol haritasını ve hizmet anlayışının esaslarını beyan eden bir derlemedir. Kitap, yapısal olarak iki ana kısımdan müteşekkildir:
1. Mukaddime (Giriş Bölümü)
Eserin ilk kısmı, “Nur Talebeleri” imzasıyla kaleme alınmış bir mukaddimedir. Bu bölüm nispeten kısa olup (yaklaşık 3 sayfa), eserin telif gayesini ve ehemmiyetini izah eder.
• Gayesi: Bu mukaddimede, Risale-i Nur dairesinin çok genişlediği ve bu hizmete çok farklı mizaç ve düşüncelere (muhtelif efkâr) sahip kişilerin dahil olduğu belirtilir.
• İhtiyaç: Bu genişlemeden dolayı, Hazret-i Üstad Bediüzzaman Said Nursî’nin meslek ve meşrebine dair Kur’an’dan ders aldığı hakikatlerin, hizmette bulunanlar için “daima tazelenen bir ders” ve “değişmez düstur” olarak neşredilmesine ihtiyaç hasıl olduğu ifade edilir.
• Temel Vurgu: Mukaddime, Üstad’ın mesleğinin “Sıddikiyet mesleği” olduğunu ve “azami ihlâs, azami sadakat ve âzami fedakârlık” manasını ihtiva ettiğini vurgular. Rıza-yı İlahi’ye ve muvaffakiyete ancak bu düsturlara uymakla nail olunabileceği belirtilir.
2. Asıl Metin (Derleme Mektup ve İzahlar)
Eserin geri kalan tamamı ve en hacimli bölümü, doğrudan Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur Külliyatı’nın farklı yerlerinden (hususan mektuplardan) alınan ve hizmetin esaslarını vaz’ eden metinlerin bir araya getirilmesinden oluşur.
Bu ana bölüm, kendi içinde fasıllara ayrılmamış olsa da, muhteva olarak şu temel mihverler etrafında toplanmıştır:
🎯 İhlâsın Esasları
Kitabın en temel ve tekrar eden vurgusu ihlâstır.
• Hizmette en mühim esasın , en büyük kuvvetin ve en makbul şefaatçinin ihlâs olduğu belirtilir.
• Cenab-ı Hakk’ın rızasının, takipçilerin çokluğu (kesret-i etba) veya dünyevi muvaffakiyet ile değil, sadece ihlâs ile kazanılabileceği ifade edilir.
• Hizmet edenin vazifesinin sadece tebliğ olduğu , kabul ettirmenin ve halkı toplamanın Cenab-ı Hakk’ın vazifesi olduğu , buna karışmanın ihlâsı kıracağı vurgulanır.
• Bir zerre ihlâslı amelin, hâlis olmayan batmanlarca amele tercih edildiği belirtilir.
🚫 Ene, Enaniyet ve Gururdan Terk
İhlâsı kazanmanın ve muhafaza etmenin yolu olarak ene ve enaniyetin (egoların) terk edilmesi gösterilir.
• Mesleğin temelinde “benlik, enaniyet, şan ve şeref” gibi hallerden “öldürücü zehir gibi” kaçmak olduğu belirtilir.
• “Tevâzu, mahviyet ve terk-i enaniyet” bu zamanda ehl-i hakikate “lâzım ve elzemdir”.
• Ehl-i hakikatin daima “kusurunu görmek ve nefsini itham etmek” gerektiği ifade edilir.
• Hizmetkârlık, makamlara tercih edilir: “Kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.”.
🤝 Uhuvvet (Kardeşlik) ve Tesanüd (Dayanışma)
Mesleğin şahıs merkezli değil, kardeşlik merkezli olduğu vurgulanır.
• Mesleğin “uhuvvet” (kardeşlik) olduğu, kardeşin kardeşe peder veya mürşid vaziyeti takınamayacağı belirtilir.
• Müminler arasındaki ihtilaf ve rekabetin hizmeti nasıl baltaladığı izah edilir ve “sıkı bir tesanüdle el ele, omuz omuza veriniz” emri hatırlatılır.
• Düşmanların hücumu anında dâhilî adavetleri bırakmanın ehemmiyeti ve müminlerin ihtilafından zalimlerin istifade edeceği uyarısı yapılır.
🏛️ Şahs-ı Mânevî Vurgusu
Hizmet Rehberi’nde, başarının ve kuvvetin ferdi şahıslardan değil, cemaatin şahs-ı mânevîsinden kaynaklandığı fikri esastır.
• Bu zamanın “cemaat zamanı” olduğu , ferdî dehanın cemaatin şahs-ı mânevîsi karşısında mağlup düşeceği belirtilir.
• Bâki hakikatlerin “fâni ve âciz ve sukut edebilir şahsiyetlere bina edilmez” olduğu ifade edilir.
• Kişinin kendi “buz parçası” hükmündeki enaniyetini, “büyük bir havuza” (şahs-ı mânevîye) atıp eritmesi gerektiği anlatılır.
⚡️ Siyasetten ve Dünyevi Gayelerden İçtinab (Uzak Durma)
Kitapta en net sınırların çizildiği alanlardan biri de hizmetin dünyevi ve siyasi cereyanlarla olan bağlantısıdır.
• Risale-i Nur’un “şefkat, hakikat, hak” gibi esasları sebebiyle siyasetten menedildiği kesin bir dille ifade edilir.
• Bunun iki temel sebebi izah edilir:
• İhlâsın Bozulması: Siyasi cereyanlara girmek, hakaik-i imaniyeyi dünyaya âlet etmek anlamına gelir ki bu, Rıza-yı İlahi’den başka bir gaye olamayacağı esasına aykırıdır.
• Şefkatin İhlali: Siyasi mücadelelerde, “birisinin hatasiyle, başkası… cezaya müstehak olmaz” olan İlahi düstur çiğnenir. Tarafgirlik hissiyle masumların (ihtiyar, kadın, çocuk) hakkı ve hukuku zayi olur, bu da “eşedd-i zulüm”dür.
• Risale-i Nur’un dünya işlerine “âlet olamaz, siper edilmez” olduğu belirtilir.
Özetle, “Hizmet Rehberi”, Risale-i Nur hizmetinin nasıl bir anlayışla yapılması gerektiğini, tehlikelerin neler olduğunu ve başarının sırrının (Rıza-yı İlahi’nin) hangi esaslara bağlı olduğunu (ihlâs, uhuvvet, enaniyeti terk ve şahs-ı mânevîye dayanmak) izah eden temel bir düstur




Emirdağ Lâhikası I-II

Emirdağ Lâhikası I-II

Bu eser, Risale-i Nur Külliyatı’ndan olup, Müellifi Bediüzzaman Said Nursî’dir. Esas itibariyle “Yirmiyedinci Mektub” olarak adlandırılan bu kitap, Hazret-i Üstad’ın talebeleriyle (Talebeler) ve bazı alâkadar zâtlarla yaptığı muhaberelerin (mektupların) bir araya getirilmesinden müteşekkildir.
Kitabın muhtevası, “Takdim” (Giriş) bölümü ile “Lâhika I” ve “Lâhika II” olmak üzere üç ana başlık altında incelenebilir.
1. Takdim (Giriş) Bölümü
Bu bölüm, eserin “Hizmetkârları” (Tahirî, Zübeyr, Hüsnü Bayram, Mustafa Sungur, Bayram) tarafından kaleme alınmış olup, Lâhika mektublarının nasıl ve neden vücuda geldiğini izah eder.
• Menşei (Kökeni): Risale-i Nur’un ilk te’lifi ile başlayan bu mektublar, Barla’da Risaleleri okuyan ve yazan talebelerin, Hazret-i Üstad’a şükran borcu olarak hissiyatlarını (hissiyatlarını), iştiyaklarını (iştiyak) ve hürmetlerini (ihtiramlarını) takdim etmeleriyle ve bazı müşkilatlarının (zorluklarının) ve suallerinin (sorularının) halledilmesini rica etmeleriyle doğmuştur.
• Tasnifi (Sınıflandırma): Bu muhabereler “Barla”, “Kastamonu” ve “Emirdağ” Lâhikaları olarak üç devrede toplanmıştır.
• Ehemmiyeti (Önemi): Takdim bölümü, bu Lâhikaların sadece tarihî birer hatıra olmadığını, bilâkis Risale-i Nur talebelerinin “Tarz-ı Hizmetleri” (hizmet usûlleri) , mütecaviz dinsizler karşısındaki sebat ve metanetleri 9ve hizmetin devamında karşılaşılacak ahval ve hücumlara karşı onlara yol gösterecek ikazlar (uyarılar), ihtarlar (hatırlatmalar) ve düsturları (prensipleri) ihtiva ettiğini vurgular.
2. Emirdağ Lâhikası I
Bu bölüm, Takdim’de de tasvir edildiği gibi , Hazret-i Üstad’ın Denizli hapsinden beraet ettiği 15 Haziran 1944 tarihinden, üçüncü büyük hapsi olan Afyon hapsine (1947 sonları) kadar Emirdağ’da ikamete memur edildiği devredeki mektublarını ihtiva eder.
Bu bölümün başlıca muhtevası şunlardır:
• Hukukî Müdafaalar ve Beraet Vesaiki: Eserin hemen başında, Risale-i Nur Külliyatı’nın siyasî ve idarî hiçbir mahzuru olmadığına dair Ankara Ehl-i Vukuf (Bilirkişi Heyeti) Raporu ve Denizli Ağır Ceza Mahkemesi’nin ittifakla verdiği beraet kararı gibi resmî vesikalar bulunur.
• Şahsî Hasbihaller ve İkamet Şartları: Üstad’ın Emirdağ’daki hayatının hapisten çok daha sıkıntılı olduğunu , tam bir tecrid (izolasyon) ve tarassud (gözetim) altında bulunduğunu ifade ettiği “Kendi Kendime Bir Hasb-i Haldir” ve “Adliye Vekiliyle… Bir Hasb-i Haldir” gibi bölümleri ihtiva eder. Burada “Ben ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyerek hürriyetine yapılan tazyiki tenkit eder.
• Siyasetten İctinabın (Çekinmenin) Sebepleri:
• Mustafa Kemal’in kendisine teklif ettiği maaş ve “Vaiz-i Umumî” makamını neden reddettiğini izah eder. Cevabı; eğer kabul etseydi, “hiçbir şeye âlet olamayan ve tâbi’ olmayan ve Sırr-ı İhlası taşıyan Risale-i Nur”un meydana gelmeyeceği şeklindedir.
• En ehemmiyetli mektublardan birinde, neden dâhilî ve haricî cereyanlara ve siyasete iştirak etmediğini iki esasla izah eder:
• İhlas: Bu gaflet zamanında, tarafgirlerin her şeyi, hatta “Dinini ve Uhrevî Harekâtını da o dünyevî mesleğe bir nevi âlet hükmüne” getirdiğini, halbuki “Hakaik-i İmaniye ve Hizmet-i Nuriye-i Kudsiye, Kâinatta hiçbir şeye âlet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz.”.
• Şefkat: Siyasetteki tarafgirliğin, وَ لاَ تَزِرُ وَازِرَةٌ وِزْرَ أُخرى (Birisinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz) olan İlahî düstura aykırı olarak, “bir caninin hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder” ve yüzünden masumlara zulmedilir.
• Hizmet Usûlleri ve Talebelere Teselli: Düşmanlar karşısında az, fakir ve zaîf olan talebelere “Kuvve-i Maneviye ve Gaybî İmdad ve Teşci’ ve Sebat ve Metanet vermek için” Risale-i Nur’un makbuliyetine dair İmam-ı Ali (R.A.) gibi zâtların gaybî işaretlerini (İşaret-i Gaybiyeleri) ve kerametlerini izhar etmeye mecbur olduğunu , bunun hodfüruşluk (kendini beğenmişlik) olmadığını izah eder.
• İbadet ve Hayata Dair İzahlar: Yağmur Duasının (Yağmur Namazının) hakikî hikmetinin, yağmursuzluğun o duanın “vaktidir, İlleti ve Hikmeti değil” olduğunu; asıl gayenin rızkı verenin Allah olduğunu idrak etmek olduğunu beyan eder.
• Vasiyetname: Ecelin gizli olması sebebiyle kaleme aldığı vasiyetini ihtiva eder; metrukâtını (geride bıraktığı kitaplarını) Hüsrev ve Tahirî başta olmak üzere on iki talebesine emanet eder.
• Hiss-i Kabl-el Vuku’ (Önsezi): Kendi gençliğinde, köyünde (Nurs) ve nahiyesindeki (Hizan) insanların “fevkalâde gösteriş ve cesarette ileri göstermek” tavırlarının, Risale-i Nur’un geleceğini “şuursuz olarak geleceğini hissedip mesrur olmuşlar” şeklinde bir hiss-i kabl-el vuku’ olduğunu tahlil eder.
3. Emirdağ Lâhikası II
Bu bölüm, 1948-1949 Afyon hapsinden sonra, Üstad’ın tekrar Emirdağ’a ve bilâhare Isparta’ya ikametleri sırasındaki mektublarını ihtiva eder. Bu dönem, Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle değişen siyasî ve içtimaî havayı da yansıtır.
Bu bölümün başlıca muhtevası şunlardır:
• Yeni Siyasî Durum ve Demokratlar: Bu bölümde, Ezan-ı Muhammedî’nin serbestiyeti gibi inkişaflar sebebiyle yeni iktidara (Demokrat Parti) karşı daha müsbet bir lisan vardır.
• Üstad, Reis-i Cumhur Celal Bayar’ı ve Başvekil Adnan Menderes’i tebrik eder.
• Neden Demokrat Parti’yi “Kur’an ve Vatan ve İslâmiyet namına muhafazaya” çalıştığını izah eder: Eğer onlar düşerse, yerlerine ya “komünist kuvveti” altındaki Halk Partisi ya da “ırkçılık ve Türkçülük fikri” esaslı Millet Partisi’nin geleceğini, her ikisinin de vatan için “dehşetli bir tehlike” olduğunu belirtir.
• Demokratların hakikî kuvvetinin “Hakaik-i İslâmiyeyi Nokta-i İstinad yapmak” olduğunu vurgular.
• Ayasofya ve Risale-i Nur’un Serbestiyeti: Dindar Demokratlara, “Ticanî mes’elesini” bahane eden muarızlara karşı iki mühim hamle tavsiye eder: 1) “Ayasofya’yı… Vaziyet-i Kudsiyesine çevirmek” ve 2) “Risale-i Nur’un resmen serbestiyetini… ilân etmelidirler”.
• “Lozan’ın İç Yüzü” Makalesi: Büyük Doğu gazetesinden iktibas edilen ve Lord Gürzon’un, Türkiye’nin “İslâmî alâkasını… çöz[mesi]” karşılığında istiklâlinin tanınacağını söylediğini ve bu “gizli anlaşmanın müessiri” olarak Hahambaşı Hayim Naum’u işaret eden makaleyi mektublara dâhil eder.
• Medreset-üz Zehra (Şark Üniversitesi): Hükûmetin “Doğu Üniversitesi” projesini, kendisinin 55 senedir “Medreset-üz Zehra” namıyla takip ettiği bir gaye-i hayal olarak tebrik eder. Bu müessesenin “Ulûm-u Diniye Esas olmalıdır” diyerek proğramına dair mühim bir ihtar yapar.
• İhvan-ı Müslimîn ile Mukayese: Bağdad’da çıkan “Eddifa” gazetesinin bir makalesini iktibas ederek, Nur Talebeleri ile İhvan-ı Müslimîn arasındaki farkları (bilhassa “siyasetle iştigal etmez” ve “cem’iyet teşkiline… muhtaç” olmamaları noktalarını) belirtir.
• Derin İlmî ve Manevî Tahliller:
• Hüve Nüktesi (Radyo Risalesi): Radyo ve “hava unsuru” üzerinden Vahdaniyetin (Allah’ın birliğinin) bedihî bir ispatını yapar.
• Et-Tahiyyatü Tahlili: Namazdaki “Et-Tahiyyatü”nün dört küllî manasının, kâinatın dört unsuru (toprak, su, hava, nur) tarafından lisan-ı hal ile takdim edilen küllî ibadetlerin bir hülâsası olduğunu ve Mi’rac’da Peygamberimiz (A.S.M.) tarafından arz edildiğini izah eder.
• Genç Kızlara ve Bekârlığa Dair İhtar: Genç kızlara hitaben “Mahremdir” kaydıyla yazılan bir mektubda, bu zamanda İslâmî terbiye zayıfladığından, “Tam muvafık ve dindar ve ahlâklı bir zevc bulmadan kendilerini açık-saçıklıkla satmasınlar” tavsiyesinde bulunur. Eğer böyle biri bulunmazsa, “mücerred kalıp” (bekâr kalıp) Saadet-i Ebediyesini muhafaza etmenin daha hayırlı olacağını belirtir.
• Vasiyetnamenin Zeyli ve En Son Dersi: Kitabın sonlarına doğru Vasiyetnamesini teyid eder; Risale-i Nur’dan elde edilen “sermaye”nin şahsına ait olmadığını, Nur’un malı olduğunu ve kendisini “Hizmete vakfeden” talebelerin tayinatına (nafaka) sarf edilmesini vasiyet eder. “Mutlak Vekil” olarak Tahirî, Sungur, Ceylan, Hüsnü, Bayram gibi isimleri zikreder.
• Eser, Üstad’ın vefatından evvel verdiği “En Son Dersi” ile hitama erer. Bu derste talebelerine daima “müsbet hareket” (pozitif eylem) etmelerini, “menfî hareket” (negatif eylem) etmemelerini ve dâhildeki cihadın “maddî değil.. manevî” olduğunu vasiyet eder.
Bu genel muhteva, eserin bir yandan Risale-i Nur hizmetinin usûl ve esaslarını tesbit ettiğini, bir yandan da Hazret-i Üstad’ın ve talebelerinin maruz kaldıkları tazyikat karşısındaki müdafaalarını, sabırlarını ve İhlas prensibini muhafaza mücadelelerini gösteren tarihî bir vesika hükmünde olduğunu ortaya koymaktadır.

 

 




Barla Lâhîkası

Barla Lâhîkası

Bu eser, Risale-i Nur Külliyatı’nın bir parçası olup, “Yirmiyedinci Mektub” olarak adlandırılmaktadır. Kitabın ana muhtevası, müellif Bediüzzaman Said Nursi’nin Barla’da bulunduğu dönemde (ve daha sonra Kastamonu ve Emirdağ dönemlerinde) Risale-i Nur eserlerini (Sözler’i) ilk defa okuyan ve yazarak çoğaltan talebelerinin , bu eserlerden aldıkları feyiz, manevî istifade ve hissiyatlarını Hazret-i Üstad’a mektublarla sunmalarından ve Üstad’ın da onlara cevaben yazdığı mektublardan müteşekkildir.
Kitabın muhtevasını eserin kendi tasnifine göre şu bölümler halinde izah edebiliriz:
1. Takdim (Giriş)
Bu bölüm, Lâhîka mektublarının nasıl vücuda geldiğini izah eder. Risale-i Nur’un Barla’da te’lifi sırasında, talebelerin okudukları risalelerden aldıkları “samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını” ve bazı “müşkilatlarının ve suallerinin halledilmesini” Üstadlarına mektubla göndermeleri neticesinde bu mektubların toplandığını belirtir.
Ayrıca bu kısım, Lâhîka Mektublarının üç ana devresini (Barla, Kastamonu ve Emirdağ) tarif eder. Bu kitabın, Üstad’ın tashihinden geçmiş elyazma nüshalara ve 1956’da teksirle neşredilen bir nüshaya dayandığını ve Hulûsi Bey, Re’fet Bey gibi ilk talebelerin bazı hususî mektublarının da ehemmiyetine binaen eklendiğini açıklar.
2. Yedinci Risale Olan Yedinci Mes’ele (Yedi Sebeb ve Yedi İşaret)
Kitabın bu ilk ana bölümü, müellifin kendi kaleminden çıkmıştır. Müellif, Risale-i Nur hizmetinde mazhar olduğu İnayet-i Rabbâniyyeyi (İlahî yardımı) neden izhar ettiğini “Yedi Sebeb” ile izah eder.
• Yedi Sebeb: Bu kısım, eserdeki kemâlâtın Kur’an’a ait olduğunu , tevazu gösterip nimeti gizlemenin (küfran-ı nimet) yanlış olacağını , bu hizmetle gelecekteki bir “Nur”un zuhuruna zemin ihzar edildiğini ve en mühimi, ehl-i tahkik olmayan insanların hakikatleri kabul etmesi için bu eserlerin İlahî bir inayet altında olduğunun (istihdam edildiğinin) gösterilmesi gerektiğini beyan eder.
• Yedi İşaret: Bu sebeplerin ardından, o İlahî inayetin “Yedi İşaret”i (delili) sayılır. Bunlar arasında en meşhurları:
• Tevafukat: Risalelerin yazımında görülen manidar denk gelmeler.
• Hâdimlerin İhsanı: Hulusi, Sabri, Husrev, Re’fet gibi “kuvvetli, ciddî, samimî, gayyûr, fedakâr” talebelerin bu hizmete muavin olarak ihsan edilmesi.
• Hakikatlerin İsbatı: Haşir , Kader ve kâinatın tılsımı gibi en derin imanî hakikatlerin, en âmi (avam) insanlara dahi kolaylıkla isbat edilmesi.
• Sür’at-i Te’lif: Eserlerin, müellifin sıkıntılı ve hastalıklı zamanlarında, hiçbir kitaba müracaat edilmeden, fevkalâde bir sür’atle yazdırılması.
3. Mahrem Bir Suale Cevab
Bu bölümde, “Neden Sözler’de (Risalelerde) müfessirlerin ve ariflerin sözlerinde nadiren bulunan bir kuvvet ve tesir var?” sualine cevab verilir. Cevabın hülâlası, bu eserlerin “tasavvur değil tasdik”, “taklid değil tahkik”, “dava değil, dava içinde bürhan” olması ve bu tesirin Kur’an’ın “Sırr-ı Temsil”inden (temsil sırrından) kaynaklanmasıdır.
4. Mukaddeme (Hulusi ve Sabri’nin Mektublarına Giriş)
Müellif, talebelerinden Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin mektublarının (fıkralarının) neden esere idhal edildiğini (dahil edildiğini) beş sebeble izah eder.
• Başlıca sebebler; onların samimî iştiyaklarının bu eserlerin yazılmasına vesile olması , mektublarının şöhret için değil (tasannu’suz) hâlisane yazılmış olması ve onların, eseri kendi malları gibi sahiplenmek ve Kur’an’a hizmeti en mühim hayat gayesi bilmek gibi “üç hâssa” (üç özellik) taşımalarıdır.
5. Yirmiyedinci Mektub ve Zeyilleri (Talebelerin Fıkraları)
Kitabın geri kalan büyük bölümü, bu mektublardan oluşur. Bu bölüm, eserin de asıl “Lâhîka” (ek) vasfını taşıyan kısmıdır. Kitap bu kısmı “Yirmiyedinci Mektub” , “Birinci Zeyl” , “İkinci Zeyl” ve “Üçüncü Zeyl” olarak tasnif eder.
• Yirmiyedinci Mektub (Hulusi Bey’in Fıkraları): Risale-i Nur’un “birinci muhatabı” olan Hulusi Bey’in fıkralarıdır. Bu mektublarda Hulusi Bey, okuduğu risalelerden (mesela Mi’rac Risalesi veya Haşir Bahsi ) aldığı feyzi, hissettiği manevî lezzeti ve Risale-i Nur’un “Kitab-ı Mübin’in Nurlu Lemaatı” olduğuna dair kanaatini ifade eder.
• Zeyiller (Sabri, Husrev, Re’fet, Hâfız Ali ve Diğer Talebelerin Fıkraları): Sonraki zeyillerde (eklerde), “Hulusi-i Sânî” (İkinci Hulusi) olarak anılan Sabri Efendi başta olmak üzere, Ahmed Husrev , Re’fet Bey , Hâfız Ali , Âsım Bey , Bekir Ağa , Süleyman Efendi , Zekâi 49, Hâfız Zühdü ve Müzeyyene gibi diğer ilk talebelerin benzer hissiyatlarını, takdirlerini ve Risale-i Nur’un hizmetinde gösterdikleri sadakat ve ihlası dile getiren mektubları yer alır.
• Bu fıkralar, Risale-i Nur’un o ilk ve zorlu devirde nasıl bir şevk ve heyecanla karşılandığını, talebeler üzerinde nasıl derin bir imanî tesir bıraktığını ve onların bu eserleri nasıl “manevî Elmas bir Kılınç” ve “Manevî Atom Bombası” olarak gördüklerini birinci ağızdan gösteren tarihî vesikalardır.
6. Hazret-i Üstad’ın Hususî Mektubları ve Kastamonu/Emirdağ Mektubları
Talebelerin fıkraları arasına, müellifin onlara hitaben yazdığı bazı mektublar da dercedilmiştir. Bu mektublar, talebelerine hizmet düsturlarını (mesela birbirlerini tenkit etmemeleri ), ihlasın ehemmiyetini , hediye kabul etmemekteki (istiğna) sırrı ve milliyetçilik (“Ben Kürdüm” ) gibi konulardaki ithamlara karşı duruşunu izah eder.
Kitabın son kısmında ise, “Kastamonu ve Emirdağı hayatında iken yazılan” ve Risale-i Nur’un sonraki hizmet devrelerine ait bazı mektublar ve Ahmed Nazif Çelebi , Yusuf Toprak , Mehmed Feyzi gibi sonraki talebelerin fıkraları da yer almaktadır.
Bu muhtevasıyla Barla Lâhîkası, Risale-i Nur’un nasıl bir ihlas, şevk ve İlahî inayetle telif edildiğini ve ilk talebeleri tarafından nasıl karşılandığını gösteren bir eser hüviyetindedir.

Risale-i Nur’un “birinci muhatabı” olarak kabul edilen Hulusi Bey’in fıkraları (mektub parçaları).

İşte Hulusi Bey’in mektublarında öne çıkan başlıca noktaların bir tahlili:

📜 Hulusi Bey’in Fıkralarının Tahlili
Hulusi Bey’in mektubları, derin bir teslimiyet, hâlis bir samimiyet ve Risale-i Nur’un mahiyetine dair kuvvetli bir idrak ile doludur.
1. Risale-i Nur’un Mahiyeti ve Ehemmiyeti
Hulusi Bey, “Mübarek Sözler” olarak adlandırdığı bu eserleri, doğrudan doğruya Kur’an’ın bir cilvesi olarak görür.
• Eserleri, “şübhesiz Kitab-ı Mübin’in Nurlu Lemaatıdır” (apaçık olan Kitab’ın, yani Kur’an’ın nurlu parıltıları) olarak tarif eder.
• Bu eserlerin “küll halinde kusursuz ve noksansız” olduğunu , beşerin her tabakasının kendi anlayışı nisbetinde ondan faydalandığını ve en önemlisi, “mülhidlerin dil uzatamayıp ebkem kalmaları” (dinsizlerin dil uzatamayıp suskun kalmaları) sebebiyle hakkaniyetinin isbatlandığını belirtir.
• Üstad’ın bu eserlerle yaptığı hizmeti, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) Kur’an’ı tebliğ etmesine benzetir: Nasıl ki Efendimiz (s.a.v) Kur’an’ın tebliğine vasıta olmuşsa, Üstad’ın da bu asırda “yine o Furkan-ı Azîm’in Nurlarından bugünün karmakarışık sarhoş insanlarına Emr-i Hak’la Hitab” ettiğini ifade eder.
2. Hizmetin Devamlılığı ve Lüzumu (“Vazifeniz Bitmemiştir”)
Mektublarının en meşhur kısımlarından biri, Üstad’ın hizmetinin bitip bitmediğine dair sorduğu suale verdiği altı maddelik delilli cevabıdır.
• Bid’atların Çoğalması: “Bid’atların çoğaldığı bir zamanda Ülemanın sükût etmemeleri lâzım geldiğine dair” Hadîs-i Şerif’i delil gösterir.
• Peygamberlere İttiba: Peygamberlerin, hayatlarının sonuna kadar tebliğ vazifesine devam ettiklerini, Üstad’ın da onlara ittibaen vazifeye devam mecburiyeti olduğunu belirtir.
• İlahî İstihdam: Bu hizmetin Üstad’ın şahsî re’yi (görüşü) ile değil, İlahî bir “istihdam” (görevlendirilme) ile olduğunu söyler. Nasıl ki Peygamber Efendimiz’e (s.a.v) vazifesinin bittiği $الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ$ (Bugün sizin için dininizi kemale erdirdim) ayetiyle bildirilmişse, Üstad’ın da hizmeti kâfi görülürse kendisine bildirileceği kanaatini taşır.
• Gelecek Hücumlara Cevab: Eserlere “bugüne kadar sükût edilmesi” ve tenkit edilmemesinin, gelecekte de edilmeyeceğine delil olamayacağını, Üstad’ın “hâl-i hayatınızda muhtemel hücumlara… cevab vereceksiniz” diyerek vazifesinin devam ettiğini savunur.
• Talebelerin Sualleri: Üstad “dünyayı unutmak istese” bile, bu eserlerle manevî rabıta kuran insanların soracakları izahatların ve suallerin bitmeyeceğini, bunlara cevabsız kalmayacağını belirtir.
• Devam Eden Feyiz: Üstad’ın talebelerine yazdığı ve “Sözler’e bile geçmeyen” yeni mesailin ve takrirlerin, “ihtiyaç da, Hizmet de bitmemiştir” sözünü kat’iyetle gösterdiğini ifade eder.
3. Risale-i Nur Mesleği: “İmanı Kurtarmak Zamanıdır”
Hulusi Bey, Üstad’dan aldığı dersin özünü ve Risale-i Nur mesleğinin temelini net bir şekilde tespit etmiştir. Bu tespit, Külliyat’ın en temel düsturlarından biri olmuştur:
“Üstadım bana ve dinleyen her zevi-l ukûle (akıl sahibine), Tarîkat zamanı değil, İmanı kurtarmak zamanıdır, beş vakit Namazını hakkıyla eda et, Namazın nihayetindeki Tesbihleri yap, İttiba’- Sünnet et, yedi kebairi işleme Dersini vermiştir.”
Bu ifadeyle, hizmetin gayesinin tasavvufî yollarla seyr-ü sülûk ettirmek değil, bu asrın en büyük ihtiyacı olan “tahkikî iman” dersini vererek imanı kurtarmak olduğunu vurgular.
4. Şahsî Hissiyatı ve Aldığı Feyiz
Mektublar, Hulusi Bey’in bu eserlerle nasıl bir manevî inkılab yaşadığını gösteren samimî itiraflarla doludur:
• Manevî Gıda ve Şifa: Risaleleri “Kur’ân’ın Eczahanesi”nden ilaçlar , “Matbaha-i Kur’an”dan (Kur’an mutfağından) gıdalar olarak görür. Onlarla meşgul olmadığı zamanları “keşki enfas-ı ma’dude-i hayattan olmaya idiler” (keşke sayılı hayat nefeslerinden olmasalardı) diyecek kadar zayi’ olmuş sayar.
• Hizmetin Gayesi: Hayatta yaşamasının tek bir gayesi olduğunu söyler: “O da, Üstadım olan Dellâl-ı Kur’ân’ın Vazife-i Memure-i Maneviyesini îfada kendilerine pek cüz’î bir yardım ve Kur’ân hesabına cüz’î bir Hizmetkârlıktan ibarettir.”
• Üstad’ın Vazifesi (Dellâllık): Üstad’ın vazifesini en latif bir teşbihle anlatır. Ona göre Üstad, “acz ve fakr tezkeresiyle” (âcizlik ve fakirlik belgesiyle) “Saray-ı Kur’ân’ın Has Hazinesinden”, “gözler görmemiş, kulaklar işitmemiş cevherleri” çıkaran ve âleme “Dellallığını” yapan bir zâttır.
Hülâsa, Hulusi Bey’in mektubları, sadece bir talebenin Üstadı’na yazdığı takdir yazıları değil, aynı zamanda Risale-i Nur hizmetinin temel düsturlarını (imanı kurtarmak), gayesini (Kur’an’a dellâllık) ve İlahî bir inayet altında olduğunu (tevafukat, hâlis talebeler) ilk tespit ve ilan eden vesikalardır.

Mehmet Bey, elbette. “Hulusi-i Sânî” (İkinci Hulusi) olarak anılan Sabri Efendi’nin fıkraları (mektub parçaları), Hulusi Bey’in hissiyatını tamamlayan ve hizmetin bir başka veçhesini gösteren çok kıymetli ifadelerle doludur.
İşte Sabri Efendi’nin fıkralarının tahlili ve Hulusi Bey ile mukayesesi:
📜 Sabri Efendi’nin Fıkralarının Tahlili
Sabri Efendi’nin mektubları, Risale-i Nur’un manevî lezzetini (zevki) ve kıymetini en parlak ve edebi bir lisanla ifade etmesiyle öne çıkar.
• Risale-i Nur’u Hazine Olarak Görmesi:
Sabri Efendi, bu eserleri “Nur Fabrikası” , “Bahr-i Muhit-i Nur” (Nur Okyanusu) , “Elmas Külliyatı” ve “Mahzen ve Medfen-i Mücevherat” (Mücevherlerin Saklandığı Mahzen) gibi çok parlak teşbihlerle (benzetmelerle) tarif eder. Onun nazarında bu eserler, bu asrın manevî ihtiyaçlarına tam cevab veren İlahî bir hazinedir.
• Şahsî Tecrübe ve Manevî Zevk:
Risalelerle geçirdiği vaktin, önceki bütün hayatından daha kıymetli olduğunu belirtir: “…sâbıkan geçirmiş olduğum umum hayatımın bile mukabil olamayacağı kanaatındayım.” Okurken hissettiği manevî zevki, “derya-yı maneviyatta dalıp yüzerken, o kadar Envâr-ı Hakaik-i Kibriyaya… müstağrak oldum ki, arz ve ifadeden âcizim.” sözleriyle ifade eder.
• Eserlerin Derinliğine Vurgu:
Sadece bir hayranlık değil, aynı zamanda eserlerin ilmî ve imanî derinliğine de kuvvetle vurgu yapar. Mesela Yirminci Mektub için, “umum Nur Risalelerinin, Hülâsat-ül Hülâsa Zübdesi (Özetinin Özeti) ve Menba’-ı Amîkı (Derin Kaynağı)” olduğunu tespit eder.
• Talebeler Cemaatinin de Bir Keramet Olması:
Sabri Efendi’nin en dikkat çekici tespitlerinden biri, sadece eserlerdeki tevafukatın değil, bizzat Risale-i Nur talebelerinin de bir “Tevafukat-ı Gaybiye” (gaybî tevafuk) olduğudur. İstanbul, İzmir, Aydın, Isparta gibi muhtelif beldelerden gelen bu talebelerin “her sınıfta mukayyed bulunan Talebelerin aynı hâssaları haiz olmaları” , yani aynı ahlâk, aynı ihlas, aynı gaye ve birbirlerine karşı “ah-i lieb ve üm’den” (baba-bir ve ana-bir kardeşten) daha kuvvetli bir rabıta taşımalarının da manevî bir keramet olduğunu belirtir.
⚖️ Hulusi Bey ve Sabri Efendi’nin Mukayesesi
Hazret-i Üstad’ın bu iki güzide talebesi, Risale-i Nur hizmetinin temelinde iki mühim ve birbirini tamamlayan rolü üstlenmişlerdir.
Hususiyet
Hulusi Bey (Birinci Muhatab)
Sabri Efendi (Hulusi-i Sânî)
Üslûbu ve Lisanı
Analitik ve Esaslıdır. Üslûbu ciddî, net ve bir asker gibi metindir. Hizmetin temel esaslarını (mesela 6 maddelik cevabı) mantıkî delillerle ortaya koyar .
Edebî ve Zevklidir. Üslûbu son derece parlak, edebi ve teşbihlerle doludur. Eserlerin manevî lezzetini (zevki) ve kıymetini “elmas”, “deniz”, “fabrika” gibi zengin mecazlarla tarif eder.
Hizmetteki Rolü
Sual Soran ve Temel Atan. Ciddî iştiyakı ve sualleriyle birçok eserin (mesela Mektubat’ın çoğunun) yazılmasına “en mühim sebeb” olmuştur. “İmanı kurtarmak zamanıdır” gibi hizmetin temel düsturlarını ilk tespit eden odur.
Takdir Eden ve Neşreden. Samimî iştiyakı Mu’cizat-ı Ahmediye (19. Mektub) gibi mühim bir eserin yazılmasına sebeb olmuştur. Eserlerin kıymetini parlak ifadelerle takdir ederek, başkalarının nazarını celb etmiş ve şevkle neşrine çalışmıştır.
Üstad’ın Nazarı
“Birinci Muhatab”. Üstad, henüz onu görmeden evvel bile, eserlerindeki askerî temsilâtlarda manen onu muhatab aldığını ifade eder.
“Hulusi-i Sânî”. Üstad, onda “bütün gezdiğim yerde kimsede görmedim” dediği “has bir Nişan-ı Fıtrî” (fıtrî bir nişan) olduğunu ve “karabet-i nesliyeden daha ziyade bir karabet” (soy bağlılığından daha ileri bir yakınlık) hissettiğini belirtir.
Hülâsa olarak;
Her ikisi de Hazret-i Üstad’ın “üç hâssa” ile vasıflandırdığı, yani eserleri kendi malı gibi sahiplenen , Kur’an hizmetini hayatının en büyük gayesi bilen ve Üstad’ı ile aynı manevî hissiyatı paylaşan en has talebeleridir.
• Hulusi Bey, ciddî ve analitik sualleriyle Risale-i Nur’un mesleğini ve esaslarını belirleyen “birinci muhatab” olmuştur.
• Sabri Efendi ise, edebi ve zevkli takdirleriyle Risale-i Nur’un kıymetini ve lezzetini ilan eden “ikinci Hulusi” olmuştur.
Biri hizmetin temelini atmış, diğeri bu temelin üzerini mücevherlerle süslemiştir.

Risale-i Nur hizmetinin “Elmas Kalemli” kâtibi olarak bilinen Ahmed Husrev Efendi ile tahlilî ve tefekkürî sualleriyle tanınan Re’fet Bey’in fıkraları.(mektub parçaları.)

🖊️ Ahmed Husrev Efendi’nin Fıkralarının Tahlili
Husrev Efendi’nin mektubları, her şeyden evvel bir “kâtib”in hissiyatını yansıtır. Onun fıkraları, eserleri sadece okumanın değil, bizzat “yazmanın” verdiği manevî zevk, feyiz ve müşahedeler üzerine bina edilmiştir.
• Hizmet Olarak Kitabet (Yazmak):
Husrev Efendi’nin hissiyatı, Risale-i Nur’u yazma fiiliyle bütünleşmiştir. Eserleri yazarken yaşadığı manevî halleri, “sevincimden Mektubunuzu takbil ediyor; Ruhum sizinle yaşadığı halde… ağlıyordum” ve “Zaman oluyor ki, gözlerimden dökülen yaşları, yazı yazmak veyahut Risaleleri okumakla teskin edebiliyorum” sözleriyle ifade eder. Onun için yazmak, bir istinsah (kopyalama) işi değil, manevî bir İbadet ve Üstad ile bir sohbet halidir.
• Tevafuklu Kur’an’ın Kâtibi:
Husrev Efendi’nin en mümtaz (seçkin) vasfı, Hazret-i Üstad’ın “Lafza-i Celal”, “Lafz-ı Rab” ve diğer kelimelerdeki tevafukatı (manidar denk gelişleri) gösteren mu’ciznüma Kur’an-ı Kerim’i yazan kâtip olmasıdır. Mektubunda, bu Kur’an’ı yazarken yaşadığı hârikulâde teshilâtı (kolaylıkları) ve İlahî inayeti anlatır. Yazı yazarken “ihtiyarımı dinlemeyen” tevafukatın kendiliğinden meydana gelmesini, bu hizmetin İlahî bir keramet olduğunu isbat eden bir delil olarak sunar.
• Risale-i Nur’a Dair İdrakı:
O, Risale-i Nur’u “pek büyük bir sevinçle Kaleme sarıldığı” 66bir “Gül-ü Muhammedî (A.S.M.) fabrikası” , “Nur Deryası” ve “misilsiz bir Eser” olarak görür. Eserlerin “her birisinin Nurları bir; fakat mevzuları ayrı, güzellikleri ayrı, latiflikleri ayrı, zevkleri ayrıdır” diyerek her bir risalenin ayrı bir kıymet taşıdığını belirtir.
• Üstad’ın Nazarı:
Hazret-i Üstad, Husrev’i “Elmas Kalemli” , “Hizmetimizin makbuliyeti ve Rıza-i İlahî dâhilinde olduğu pek açık bir lisanla yazılması” sebebiyle hizmetin manevî direklerinden biri olarak görür. Özellikle tevafuklu Kur’an’ı yazma hususunda onun kalemine güvenir ve “o Risalelerin Hatt-ı Hakikîsini sen buldun veyahut yakınlaştın” diyerek onun bu husustaki kabiliyetini takdir eder.
🧠 Re’fet Bey’in Fıkralarının Tahlili
Re’fet Bey’in fıkraları, diğer talebelerden farklı olarak, Risale-i Nur’un “aklî ve mantıkî” cihetine olan hayranlığını ve eserleri derin bir “tahlil” süzgecinden geçirerek okuma ihtiyacını öne çıkarır.
• Aklî ve Tahlilî Yaklaşım:
Re’fet Bey, eserleri “mürşidane ve çok yüksek olduğundan gayet dikkatli ve tahlil ederek okunmak îcab ediyor” diyerek, bu eserlerin sathî bir okuyuşla anlaşılamayacağını vurgular. Onun yaklaşımı, teslimiyetle beraber tefekkür ve tahlil ağırlıklıdır.
• Bürhanların (Delillerin) Kuvvetine Hayranlık:
Risalelerin sunduğu “delail-i akliye ve mantıkıye” (aklî ve mantıkî deliller) karşısındaki hayranlığını, “o kadar tatlı ve hayretbahştır ki; İnsan okudukça okuyor ve nâmütenahî bir Zevk-i Manevî hissederek hiç elinden bırakmak istemiyor” sözleriyle ifade eder. O, eserlerin hissî ve kalbî cihetinden ziyade, aklı ve mantığı tam tatmin eden bürhanlarına meftundur.
• Eserlerin Emsalsizliği:
Yirmibeşinci Söz (İ’caz-ı Kur’an) hakkında, “İhtiva ettiği hayretbahş Hakaik itibariyle Âsâr-ı Âliyenizin en mühimmidir” der. Kur’an’ı “bir Hazine-i Hakaik” olarak vasıflandırır ve bu eserleri mütalaa eden “gafillerin”, “dalmış oldukları hâb-ı gafletten pek çabuk uyanacaklarını” savunur.
• Üstad’ın Nazarı:
Hazret-i Üstad, Re’fet Bey’in bu müdakkik (dikkatli) ve mütefekkir (tefekkür eden) vasfını en âlî derecede takdir etmiştir. Onu tarif ederken, Hulusi, Sabri ve Husrev’in en seçkin vasıflarını birleştiren şu harika cümleyi kullanır: “Aklen Hulusi, Kalben Sabri, Vicdanen Husrev hükmünde olan Re’fet Bey”. Bu tabir, Re’fet Bey’in hizmetteki yerinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösterir.
⚖️ Husrev ve Re’fet’in Mukayesesi
Bu iki kıymetli talebe, Risale-i Nur’un iki temel kanadını temsil ederler: Kitabet (Yazı) ve Tefekkür (Düşünce).
Hususiyet
Ahmed Husrev Efendi
Re’fet Bey
Hizmetteki Esas Vasfı
Kitabet ve San’at. O, “Elmas Kalemi” ile Risale-i Nur’u ve Mu’ciznüma Kur’an’ı yazan, eserin manevî güzelliğini maddî hatta döken bir sanatkârdır.
Tefekkür ve Tahlil. O, Risale-i Nur’u “dikkatli ve tahlil ederek” okuyan, aklî ve mantıkî delilleri üzerinde derinlemesine düşünen bir mütefekkirdir.
Eserlere Yaklaşımı
Ruhî ve Kalbî. Eserleri yazarken manevî bir istiğrak (derinlere dalma) hali yaşar. Yazı yazmayı, Üstad ile manen görüşmek olarak görür.
Aklî ve Fikrî. Eserleri, aklı tatmin eden bürhanlar ve mantıkî deliller hazinesi olarak görür. Onun hissiyatı, aklın ikna olmasından doğan bir zevktir.
Üstad’ın Nazarı
“Elmas Kalemli” Kâtip. Üstad, onu tevafuklu Kur’an’ın yazılması gibi en hassas ve kerametli bir vazife ile görevlendirmiştir.
“Aklen Hulusi, Kalben Sabri”. Üstad, onun zekâsını, kalbini ve vicdanını diğer has talebelerin en yüksek vasıflarıyla birleştirerek takdir etmiştir.
Hülâsa olarak;
• Husrev Efendi, Risale-i Nur’un kalbini ve ruhunu temsil eder; hizmetin estetik, ruhânî ve kerametli (tevafuklu yazı) cihetinin mazharıdır.
• Re’fet Bey ise, Risale-i Nur’un aklını ve mantığını temsil eder; hizmetin tefekkürî, tahlilî ve bürhanlara dayalı cihetinin muhatabıdır.
Biri eserleri “yazarak” manevî âlemlere açılırken, diğeri “okuyup tahlil ederek” aklî ve imanî zirvelere yükselmiştir. Her ikisi de hizmetin ayrılmaz ve birbirini tamamlayan iki rüknü (temel direği) olmuşlardır.

Husrev ve Re’fet Bey’e ilâveten, Hâfız Ali, Âsım Bey ve Bekir Ağa’nın fıkralarının tahlili şöyledir:
🖊️ Hâfız Ali Efendi’nin (R.H.) Fıkralarının Tahlili
Hazret-i Üstad’ın “İkinci Sabri, İkinci Husrev ve Birinci Ali” gibi müstesna iltifatlarına mazhar olan Hâfız Ali Efendi, eserlerin hem tahlilinde hem de manevî ve kerametli cihetlerinin idrakinde öne çıkar.
• Risale-i Nur’un Tesir ve Mahiyeti: Eserleri, bu asrın manevî hastalıklarına şifa veren “iksir bir ilâç” ve “tiryak” olarak görür. Risaleleri okurken hissettiği manevî tesiri, “vücudumun ağrıdığını ve her zerresinin titrediğini… kurtlar oynamaya başlayınca… en ahmak ve eblehçe hareketlerimi gösterdiler” sözleriyle, İhlas Risalesi’nin kendisindeki riya ve nefsanî hastalıkları nasıl ortaya çıkardığını samimiyetle itiraf ederek anlatır.
• Keramet ve İnayet Boyutu: Hâfız Ali, hizmetteki İlahî inayeti kuvvetle müşahede eder. Kur’an öğrenen çocuklarının, bir-iki senede ancak öğrenilebilecek bir dersi beş ay gibi kısa bir müddette hatmetmelerini, doğrudan “İ’caz-ı Kur’ân’ın” bir kerameti ve Üstad’ın duasının bir neticesi olarak görür.
• Hizmetteki Yeri: Risalelerin yazılmasını ve neşrini “Nur Fabrikası”nın çalışması olarak görür ve bu hizmette kendisini bir asker olarak addeder. Onun hissiyatı, ihlasla yapılan hizmetin hem eserlere (tevafukat gibi) hem de hizmetkârlara (manevî muhafaza gibi) yansıyan kerametlerine odaklanır.
🌟 Binbaşı Âsım Bey’in (R.H.) Fıkralarının Tahlili
Âsım Bey’in fıkraları, yüksek rütbeli bir asker ve tecrübeli bir zatın, Risale-i Nur karşısındaki derin manevî inkılabını (değişimini) ve edebi hayranlığını gösterir.
• Şahsî Dönüşüm ve İtiraf: 34 senelik askerî hayatını “hâb-ı gaflet” (gaflet uykusu) içinde geçirdiğini itiraf eder. Risalelere kavuşmasını, “evvelki güldüklerime şimdi ağlıyorum” diyerek, gafletten uyanışı ve nadim oluşu olarak tarif eder.
• Risale-i Nur’un Edebî ve İlmî Kıymeti: Eserleri, “Kainatın Muamma-yı Tılsımını açan anahtarlar” olarak vasıflandırır. Eserlerin tesirini, “insanı… mest-i lâya’kıl bırakmaz da ne yapar?” ve “nefs-i emmareyi öldürmez de ne yapar?” diyerek, hem aklı hem de kalbi nasıl tatmin ettiğini edebi bir dille ifade eder.
• Derin Merbutiyet ve Fedakârlık: Belki de fıkraların en tesirlisi, Üstad’ına olan derin merbutiyetidir. Üstad’ından evvel vefat edip kabre girmeyi arzu ettiğini, böylece kabirde iken Üstad’ının arkasından göndereceği dualarla manen mesrur olmayı ve Dâr-ı Beka’ya teşrifinde “Ruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek” arzusunu dile getirir. (Eserdeki haşiyede, bu duasının kabul olduğu ve mahkemede vefat ettiği belirtilir ).
🏃 Bekir Ağa’nın (Âdilcevaz’lı) Fıkrasının Tahlili
Hazret-i Üstad’ın “Ümmi fakat Allâmelerin işini gören” diye takdir ettiği Bekir Ağa, ihlasın ve samimî hizmetin bir timsalidir.
• Ami (Halktan) Fakat Samimî İdrak: Kendisinin “cahil” olduğunu tevazu ile belirtir. Buna rağmen eserleri dinlediğinde “Ruh ve Kalbimde bir Feyezan ve coşkunluk var ki, beni bilâihtiyar bir Vazifeye sevk etmek için hemen ‘haydi haydi’ diye tazyikata başladı” diyerek, ilimle değil, ihlas ve samimiyetle Risalelerin kıymetini anladığını gösterir.
• Hizmet Anlayışı (Pratik Neşir): Onun vazifesi tefekkür veya kitabetten ziyade, “amel”dir. Risaleleri “anahtarlar” olarak görmüş , kendi vazifesini de “o Nurlara ehil olan Kardeşlerimi… arayıp bulmak” ve bu manevî hazineleri onlara teslim etmek olarak tarif etmiştir. O, hizmetin “neşir” ve “tebliğ” sahasının ilk ve en faal temsilcisidir.
• Kuvvetli ve Basit Mantık: Eserlerin hakkaniyetine olan inancı o kadar basittir ki, “O Mübarek Eserlerinizi mütalaa eden eşhas, insan iseler… İman eder. İnanmadıkları takdirde ya insaniyetten istifa etmeli veyahut insan değiliz demeli” diyerek, bu hakikatlerden sonra imansızlığın, insanlıkla bağdaşamayacağını kuvvetli bir mantıkla ortaya koyar.
⚖️ Üç Talebenin Hizmetteki Yerlerinin Mukayesesi
Bu üç mübarek zat, Risale-i Nur hizmetinin nasıl farklı kabiliyetlerle, fakat aynı ihlas ile yürütüldüğünün en güzel bir misalidir:
• Hâfız Ali (Kâtip): Hizmetin kitabet (yazı), tedkik (inceleme) ve keramet (manevî inayet) cihetini temsil eder. O, “Nur Fabrikası”nın manevî eserleri en hassas şekilde istinsah eden ve tevafukat gibi sırlarını fark eden “Elmas Kalemli” bir kâtibidir.
• Âsım Bey (Ârif): Hizmetin tahavvül-ü ruhî (ruhî dönüşüm) ve hissî cihetini temsil eder. O, yüksek mevkide bir zat iken Risalelerle gafletten uyanan, kalbi ihya olan ve bu feyzi edebi bir lisanla dışa vuran “ârif” bir talebedir.
• Bekir Ağa (Mübelliğ): Hizmetin amelî (pratik) ve neşir (dağıtım) cihetini temsil eder. O, “ümmi” olmasına rağmen, ihlası ve sadakatiyle eserlerin kıymetini ruhunda hissetmiş ve bu “anahtarları” bizzat insanlara ulaştırmayı kendisine vazife bilmiş bir “aksiyon” (amel) adamıdır.
Hülâsa; Hâfız Ali yazmış, Âsım Bey hissetmiş, Bekir Ağa ise dağıtmıştır. Her biri, Risale-i Nur’un o ilk devirde muhtaç olduğu farklı bir rüknü (direği) omuzlamıştır.

Barla Lâhîkası’nda fıkraları bulunan diğer iki mühim talebenin, Ahmed Nazif Çelebi ve Küçük Husrev (Mehmed Feyzi) Efendi’nin hissiyatlarını ve hizmetteki yerlerini şu şekilde tahlil edebiliriz:
1.
📖 Ahmed Nazif Çelebi’nin Fıkralarının Tahlili
Ahmed Nazif Çelebi, Hazret-i Üstad’ın “fa’al bir Şakird” (faal bir talebe) olarak vasıflandırdığı, Kastamonu hizmetinde mühim bir yeri olan, müdakkik (dikkatli inceleyen) ve tahkikî (araştırmacı) bir şahsiyettir.
• İlmî ve Tahkikî Yaklaşım:
Ahmed Nazif Çelebi’nin fıkraları, Risale-i Nur’u derin bir ilmî vukufiyetle tahlil ettiğini gösterir. O, eserleri sadece okuyup feyiz almakla kalmaz, aynı zamanda bu eserlerin Kur’an’daki temellerini ve gaybî işaretlerini araştıran bir “istihrac” (çıkarım) yapar.
• Cifir ve İşaret Tespiti:
Onun en meşhur fıkrası, Ahzab Suresi’ndeki $يُخْرِجُكُمْ مِنَ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ$ (Sizi karanlıklardan Nura çıkaran…) ayetleri üzerine yaptığı cifrî (ebced) tahlilidir. Bu tahlilde:
• Ayetin makamının 947 olduğunu ve bunun “Risalet-ün Nur” isminin makamı (947) ile tam tevafuk ettiğini.
• $وَدَاعِيًا إِلَى اللَّهِ$ (Allah’a davet eden) fıkrasının 191 olan makamının, Üstad’ın ismi olan “Bediüzzaman” (191)makamına tam uyduğunu4.
• $سِرَاجًا مُنِيرًا$ (Nurlar saçan bir kandil) fıkrasının, İmam-ı Ali’nin (r.a) Risale-i Nur’a verdiği “Siracünnur” (Nur’un Kandili) ismine hem lafzen hem manen hem de cifren tam tevafuk ettiğini.
• $فَضْلًا كَبِيرًا$ (büyük bir ihsan) fıkrasının cifrî değerinin (960), “Risalet-ün Nuriye” (962) ismine manidar bir yakınlıkla bakarak, Risale-i Nur’un bu asrın “en büyük İhsan”ı olduğunu gösterdiğini tespit etmiştir.
• Hizmet Anlayışı:
Onun hizmet anlayışı, Üstad’ın “istiğna” (kimseden hediye kabul etmeme) düsturuna son derece hürmetkâr olmakla beraber, hizmetin devamı için “maddî yardım”ın lüzumunu savunan aklî ve kalbî bir muhakemeye dayanır. Üstad’a gönderdiği hediyenin kabul edilmemesi üzerine yazdığı cevabî fıkrada, bu yardımı Üstad’ın şahsına değil, “kıymetli ve garib bir misafirimiz namına” ve “Dellâl-ı Kur’ân” olan zatın hizmetinin (kira, odun, kömür gibi) zarurî ihtiyaçları için yaptıklarını izah eder.
2.
🌟 Küçük Husrev (Mehmed Feyzi) Efendi’nin Fıkralarının Tahlili
Mehmed Feyzi Efendi, Hazret-i Üstad’ın Kastamonu’da “Küçük Husrev” namını verdiği, hissiyatı derin ve şiirle ifade eden âşıkmeşreb bir talebesidir.
• Manzum (Şiirsel) İfade:
Fıkrası, Risale-i Nur’a olan hayranlığını ve sevgisini edebi ve manzum bir dille ifade eder. Bu, onun eserlere yaklaşımının tahlilî olmaktan ziyade, kalbî, ruhî ve “zevki” olduğunu gösterir.
• Risale-i Nur’un Yüceliği:
Eserlerin beşer takatinin fevkinde (üstünde) olduğunu, “Yoktur imkân yaza mislin, efrad-ı beşer” (İnsan fertlerinin onun bir benzerini yazmasına imkân yoktur) mısrasıyla dile getirir.
• Hizmetin Gayesi:
Risale-i Nur’un, “Tılsım-ı Kâinatı” (kâinatın sırrını) halleden ve “Talim-i İman-ı Tahkikî” (tahkikî iman dersi) veren bir nur olduğunu belirtir.
• Üstad’a Bakışı:
Üstad’ına olan derin hürmetini, “Bilirim değilsin Enbiyadan bir Nebi, Lâkin elinde nedir bu Nur-u Mu’teber?” (Bilirim ki peygamberlerden bir peygamber değilsin, fakat elindeki bu muteber Nur nedir?) diyerek, hem Üstad’ın makamını (nebi olmadığını) bilmekle beraber, elindeki eserin (Risale-i Nur’un) kudsiyetini ve ehemmiyetini tebcil ederek (yücelterek) ifade eder.
⚖️ Ahmed Nazif ve Küçük Husrev’in Mukayesesi
Her ikisi de Kastamonu devresinin mühim talebeleri olmakla beraber, hizmetteki meşrebleri ve eserlere yaklaşımları farklılık gösterir:
• Ahmed Nazif Çelebi, Risale-i Nur’un ilmî, tahkikî ve cifrî cihetini temsil eder. O, eserlerin Kur’an’la olan bağını gaybî işaretler ve delillerle araştıran bir “müdakkik”tir (dikkatli araştırmacı).
• Küçük Husrev (Mehmed Feyzi) ise, Risale-i Nur’un hissî, kalbî ve aşkî cihetini temsil eder. O, eserlerin ruhunda uyandırdığı manevî zevki ve hayranlığı edebi bir lisanla ve şiirle ifade eden bir “âşık”tır.
Ahmed Nazif’in fıkraları aklı ve ilmi tatmin ederken, Küçük Husrev’in fıkraları kalbi ve ruhu coşturur. Bu iki farklı meşreb, Risale-i Nur’un hem aklî hem de kalbî cihetlerini nasıl ihata ettiğini gösteren güzel bir misal teşkil eder.

Hazret-i Üstad’ın talebelerine yazdığı bu hususî mektublar, Risale-i Nur hizmetinin temel düsturlarını (prensiplerini) ve mesleğinin esaslarını tesis etmesi bakımından Lâhîka’nın en ehemmiyetli kısımlarındandır.

1. 💰 İstiğna (Hediye Kabul Etmeme) ve İhlası Muhafaza
Hazret-i Üstad’ın mesleğinde “istiğna” yani hediye ve maddî menfaat kabul etmemek esastır. Barla Lâhîkası’ndaki birçok mektub, bu düsturun hikmetini izah eder.
• Temel Prensip: Talebelerinden gelen (Hulusi Bey, Nuh Bey, Rüşdü Efendi gibi) hediyeleri kat’iyetle reddetmesinin sebebi, şahsî bir mesele değil, doğrudan doğruya hizmetin ihlasını ve tesirini muhafaza etmektir.
• “Elmas ve Şişe” Temsili:
Bu düsturun en mühim izahı, Hacı Nuh Bey’e yazılan mektubda yer alır. Üstad, bu mektubunda bir tüccar dostuna verdiği cevabı misal gösterir. Şöyle ki:
• Dünyaya tenezzül etmeyen, tasannua (yapmacıklığa) mecbur olmayan ve Hakikat mukabilinde dünya malını almayan bir Üstad’dan alınan ders, **”Elmas kıymetinde”**dir.
• Fakat sadaka veya hediye almaya mecbur olmuş, ehl-i servete (servet sahiplerine) karşı hoş görünmeye çalışmış ve ihlasını feda etmiş bir Üstad’dan alınan aynı ders, “Elmas derecesinden şişe derecesine iner”.
• Neticesi: Bu mektublar, Risale-i Nur hizmetinin hiçbir dünyevî ve maddî menfaate âlet edilemeyeceğini, aksi takdirde hizmetin “samimiyetini ve ihlası zedeleyeceğini” kat’î bir düstur olarak ortaya koyar.
2.
🤝 Uhuvvet (Kardeşlik) ve Tenkitten Men Etmek
Risale-i Nur hizmeti, şahıs üzerine değil, “şahs-ı manevî” (tüzel kişilik/kolektif bilinç) üzerine bina edilmiştir. Bu şahs-ı manevînin hayatı ise ancak ihlas ve uhuvvetle (kardeşlik) devam edebilir. Üstad, Re’fet Bey’e yazdığı bir mektubda bu düsturu vaz’ eder:
• Temel Prensip: “Hayat, Vahdet ve İttihadın neticesidir. İmtizackârane İttihad gittiği vakit, manevî hayat da gider”. Bu sebeple talebelerine, “Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız” diye şiddetle ihtar eder.
• Makine Çarkları Temsili:
Bu uhuvvetin nasıl olması gerektiğini bir makine misaliyle izah eder. Risale-i Nur talebelerini “bir memleketi tenvir edecek elektriklerin makinistleri” hükmünde görür. “Makinenin çarkları birbirine muavenete mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilakis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar”. Çünkü bir çarkın kuvvetli olması, diğerinin vazifesini hafifletir.
• “Üç Elif” Misali:
Tesanüdün (dayanışmanın) kuvvetini “üç elif” (ا) harfiyle anlatır. Üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti “üç”tür. Fakat tesanüdle bir araya gelse (ااا), “yüzonbir” (111) kıymetini alır. Aynı şekilde, dört adam ayrı ayrı hareket etse kuvvetleri dört adam kadardır; fakat hakikî bir uhuvvet ve tesanüdle hareket etseler, “dörtyüz adam kuvvetinin kıymetindedirler”.
• Neticesi: Bu mektub, hizmetin kuvvetinin şahısların dehasından değil, talebeler arasındaki “hakikî bir Uhuvvetle… bir Tefani Sırrıyla” (fânî olma sırrı) hareket etmekten geldiğini ders verir.
3.
🇹🇷 Milliyetçilik İthamlarına Cevab (“Kürdlük” Bahsi)
Üstad’ın hizmetine zarar vermek isteyen ehl-i dalalet, onun milliyetini (Kürt olmasını) kullanarak fitne çıkarmaya çalışmıştır. Hazret-i Üstad, “Kürd Bekir Bey”e yazdığı bir mektubda bu desiseyi tam bir izzetle reddeder.
• İtham: Münafıkların, “Said Kürddür, bir Kürdün arkasında bu kadar koşmak hamiyet-i milliyeye yakışmaz” diyerek fitne çıkardıklarını belirtir.
• Birinci Cevab (Hizmet):
Üstad, bu ithama karşı “Ben Millet-i İslâmiyenin en mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar Hizmet ettiğimi, binler Türk şahiddirler” diyerek, hizmetin ırka değil, “Millet-i İslâmiye”ye olduğunu vurgular. Kendisine “Kürd” diyen sahtekâr milliyetperverlere meydan okuyarak, “bu millete ne gibi Hizmet ettiklerini göstersinler” der.
• İkinci Cevab (Talebelerin Kıymeti):
Asıl rabıtanın milliyet değil, iman ve hizmet kardeşliği olduğunu en kat’î surette ispat eder: “Ben bin gafil ve âmi Kürdü bir Türk olan Hulusi’ye karşı tutmadığımı… ve bir genç olan Husrev’i bin âmi Kürdle değişmediğimi ehl-i dikkat… tasdik ettikleri halde…” diyerek, onun nazarında kıymetli olanın ırk değil, Kur’an hizmetindeki sadakat olduğunu beyan eder.
Bu mektublar, Hazret-i Üstad’ın hizmetinin temel dinamikleri olan ihlâs, istiğna, uhuvvet ve İslam milliyeti esaslarını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

Lâhîka’daki talebe fıkralarına ilâveten, Hazret-i Üstad’ın bizzat kaleme aldığı bazı hususî mektublar, hizmetin o devresindeki vaziyeti ve mesleğin esaslarını göstermesi bakımından çok ehemmiyetlidir.
Bu mektubların tahlili şu şekildedir:
1.
🕌 Eğirdir Müftüsüne Son İhtar
Bu mektub, Hazret-i Üstad’ın “eski bir dost ve İlim noktasında bir arkadaş” olarak gördüğü Eğirdir Müftüsü’ne yazdığı resmî ve ciddî bir ikaznamedir.
• Temel Mesele: Üstad, müftünün Risale-i Nur hizmetine taraftar olması gerekirken, “soğukça rakibane” bir tavır almasını ve Barla’da kurulan “genç yurdu” gibi bir teşekküle, kendi makam ve nüfuzunu “nokta-i istinad” (dayanak noktası) yapmasını tenkit eder.
• Hizmetin Mahiyeti: Üstad, Barla’nın sekiz senedir “sırf Esasat-ı İmaniye” (iman esasları) ile meşgul olan bir merkez olduğunu belirtir. Böyle bir yerde, bu hizmete karşı “muhalif hareket” etmenin, hangi nam altında olursa olsun, “zendeka hesabına ve İmansızlık namına” geçeceğini ihtar eder.
• Müftünün Mesuliyeti: Bu hareketten doğacak manevî zararlardan ve günahlardan bizzat müftünün “mes’ul” olacağını, zira onun nüfuzunun bu duruma sebep olduğunu söyler.
• Zararın Misalleri: Bu fitnenin verdiği zarara dair iki misal verir:
• Müftüye itimad edip o gruba katılan bir âlimin, Üstad’ın yanındayken “gizli Ezan-ı Muhammedîyi (A.S.M.) işitmekten kulağı müteneffirane, havftan gelen istikrah ile” (tiksintiyle ve korkuyla kaçarak) kaçtığını zikreder.
• Takva sahibi bir dostunun, müftünün telkinatından sonra, mübarek Ramazan ayında Üstad’dan “Hülâgu ve Cengiz vakıalarını okutmak için” istemeye başladığını hayretle belirtir.
• Netice: Üstad, müftüden ya bu vaziyeti “ıslah etmesini” veya oğlunu oradan çekmesini ister ve onu “Kur´ân-ı Hakîm’in darbesinden korkmalı” diyerek şiddetle ikaz eder.
2.
🛡️ Süleyman Efendi’nin Müdafaası
Bu fıkra, Süleyman Efendi hakkında “münafıklık ediyor” ve “lüzumsuz sözleri Hocaya söylüyor” şeklinde çıkan tenkitlere ve şayialara karşı Üstad’ın verdiği cevabtır. Bu mektub, Hazret-i Üstad’ın nazarında “sadakat” ve “ihlas”ın ne kadar ehemmiyetli olduğunu gösteren bir derstir.
• Sadakatin Şehadeti: Üstad, Süleyman Efendi’nin “sekiz sene, benim gibi asabî, hiddetli bir adamı hiçbir vakit gücendirmeden” , hiçbir maddî menfaat beklemeden, “kemal-i sadakatla Lillah için” hizmet ettiğine bizzat şahitlik eder.
• Sadakatin Kerameti: Bu sadakatin sıradan olmadığını, “Sadakatının Kerameti” olduğunu belirtir. Çok defa Üstad’ın “Arzu-yu Kalbimi” (kalbinin arzusunu) işitiyormuş gibi tam ihtiyaç anında, beklenmedik bir tarzda geldiğini, onun “istihdam olunduğunu” (İlahî bir vazifeyle çalıştırıldığını) söyler.
• İhlasın İspatı: Süleyman Efendi’nin (ve Mustafa Çavuş’un) “istiğna” düsturunu tam muhafaza ettiklerini, Üstad’dan aldıkları en küçük bir şeyi dahi (bir parça ekmek, bir bardak çay) “Hizmetimize maddî faide girmeyip, ihlaslı olmak istiyoruz” diyerek kabul etmediklerini veya mukabilini ödediklerini belirtir.
• Tenkitlere Cevab: “Said’in sayesinde yaşıyor” diyenlere karşı, Süleyman Efendi’nin “Evet Üstadımın sayesinde Kanaatı ve İktisadı öğrendim, rahatla yaşıyorum” dediğini nakleder.
• Netice: Üstad, “Bunlara ilişmek, doğrudan doğruya bana ilişmektir” diyerek, bu hâlis hizmetkârlarına tam bir himaye ve takdir gösterir.
3.
🌠 “Yıldız Mektubu” (Hâdise-i Semaviye Üzerine)
Bu mektub, Cemaziye-l Âhir ayında emsali görülmemiş bir tarzda “yıldızların düşmesi” (meteor yağmuru) hâdisesi üzerine talebelerine yazılmıştır. Bu mektub, maddî âlemdeki hâdiselerin manevî âlemdeki hizmetlere nasıl işaret ettiğini gösterir.
• Tarihî Mukayese: Bu hâdiseyi, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın (A.S.M.) zuhuru zamanındaki yıldız düşmesi hâdiselerine benzetir. O vaktin, Vahy’in başlamasıyla kâhinlerin gaybî haberlerine sed çekmek ve semavat ehlinin bu zuhura karşı “bir Şenlik, bir Bayram” yapması manalarını taşıdığını belirtir.
• Güncel İşaret (Fâl-i Hayr): Bu asırda vuku bulan bu hâdiseyi de Risale-i Nur hizmetine bakan “ehemmiyetli bir Hâdise-i Semaviye” ve “kendimizce bir fâl-i hayr” (hayırlı bir işaret) olarak tevil eder.
• Semavî ve Kur’anî Yıldızlar: Kâinat kitabının bir “Sema Suresi” olduğunu, semadaki “kırmızı yıldızları” , Kur’an’ın semasındaki “nuranî yıldızlara” benzetir. Bu Kur’anî yıldızların, Kur’an’da 2806 defa tekrar eden “İsm-i Celal” (Allah lafzı) olduğunu belirtir.
• Netice: Nasıl ki gökyüzündeki yıldızlar İlahî bir nizamı gösteriyorsa, Kur’an’daki Lafza-i Celal’in tevafukatının da (birbirine manidar denk gelişlerinin de) “bir Sırrı ilân ettiğini” ve bu semavî hâdisenin de bu manevî ve Kur’anî hizmetin kabuliyetine bir işaret olduğunu ders verir.
Bu hususî mektublar, Lâhîka’nın sadece hissiyatı değil, aynı zamanda hizmetin temel düsturlarını, karşılaşılan zorlukları ve bu zorluklara karşı İlahî inayetin nasıl tezahür ettiğini gösteren mühim bir bölümünü teşkil eder.

“Barla Lâhîkası” kitabının bütünü hakkındaki genel hâtime (netice) ve değerlendirmeyi şu şekilde hülâsa edebiliriz:
📜 Eserin Bütünü Hakkında Hâtime ve Değerlendirme
“Yirmiyedinci Mektub” adını taşıyan Barla Lâhîkası, Risale-i Nur Külliyatı’nın nasıl ve hangi manevî şartlar altında te’lif edilmeye başlandığını gösteren bir “hizmet tarihi” ve aynı zamanda bu hizmetin temel esaslarını vaz’ eden (koyan) bir “düsturlar mecmuası” hüviyetindedir.
Eserin muhtevası, iki ana eksen etrafında toplanmaktadır:
• Talebelerin Hissiyatı ve Eserlerin Tesiri: Kitabın büyük bir bölümü, Hulusi, Sabri, Husrev, Re’fet, Hâfız Ali, Âsım Bey ve Bekir Ağa gibi “Nur’un ilk müştak Talebelerinin” “Sözler”i ilk defa okuduklarında yaşadıkları manevî inkılabı, “samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını” dile getiren fıkralarından oluşur. Bu mektublar, eserlerin “Kitab-ı Mübin’in Nurlu Lemaatı” olduğuna dair kat’î kanaatlerini ve bu eserlerin en muannid feylesofları dahi ilzam edecek kuvvette olduğunu gösteren birer şehadettir.
• Müellifin Vazifesi ve Hizmetin Esasları: Diğer eksen ise, Hazret-i Üstad’ın bizzat kaleme aldığı “Yedinci Risale” (Yedi İşaret) ve talebelerine yazdığı hususî mektublardır. Bu kısımlar, Risale-i Nur hizmetinin hangi esaslar üzerine bina edildiğini ders verir.
🏛️ Lâhîka’dan Çıkan Temel Hizmet Düsturları
Bu eser, Risale-i Nur hizmetinin şu temel prensiplerini tesis eder:
• 1. İhlâs ve İstiğna (Maddî Menfaatten Kaçınma):
Hazret-i Üstad, talebelerinden gelen hediyeleri dahi kat’iyetle reddetmesinin hikmetini, “elmas” ve “şişe” temsiliyle izah eder. Dünyevî bir menfaat veya hediye kabul etmenin, “Hizmetimizin samimiyetini ve İhlası zedeleyeceğini” ve Kur’an hakikatlerinin kıymetini “Elmas derecesinden şişe derecesine indireceğini” belirterek, “istiğna”yı (muhtaç olmamayı) hizmetin sarsılmaz bir esası olarak vaz’ eder.
• 2. Uhuvvet ve Tesanüd (Kardeşlik ve Dayanışma):
Hizmetin şahıslara değil, “şahs-ı manevî”ye dayandığını vurgular. Re’fet Bey’e yazdığı mektubda, bu şahs-ı manevînin hayatının “Vahdet ve İttihadın neticesi” olduğunu belirtir. Talebelerini “Sakın birbirinize tenkid kapısını açmayınız” diye ikaz eder. “Üç elif”in (ااا) ayrı ayrı “üç” kıymetindeyken, tesanüdle “yüzonbir” (111) kıymetini alması misaliyle , ihlaslı bir uhuvvetin “dörtyüz adam kuvvetinin kıymetinde” olduğunu ders verir.
• 3. İnayet-i İlâhiyye Altında Olmak:
Eserin başından sonuna kadar (gerek Müellif’in Yedi İşaret’i , gerekse talebelerin tevafukat , yağmur hâdisesi ve Keramet-i Gavsiye müşahedeleri), bu hizmetin beşerî bir gayretin neticesi değil, “doğrudan doğruya bir Kerâmet-i Kur’âniyye ve zâhir bir İnâyet-i İlâhiyye” altında devam ettiğini isbat etmeye yöneliktir. Müellif, kendisinin ve talebelerinin bu hizmette “istihdam olunduğu” fikrini esas tutar.
• 4. Temel Gaye: İmanı Kurtarmak:
Lâhîka, hizmetin gayesinin ne olduğunu Hulusi Bey’in tespitiyle netleştirir: Bu zamanda vazife, tasavvufî yollarla seyr-ü sülûk yapmak değil, “İmanı kurtarmak zamanıdır”. Bu sebeple Üstad, kendisini bir “şeyh” olarak değil , Kur’an’ın hakikatlerini ilan eden bir “Dellâl-ı Kur’ân” (Kur’an Dellâlı) olarak görür.
Netice olarak Barla Lâhîkası, bu asrın en dehşetli fikrî dalaletine karşı imanı kurtarma vazifesinin nasıl başladığını, hangi İlahî inayetlerle desteklendiğini ve hangi ihlas, uhuvvet ve istiğna düsturları üzerine bina edildiğini gösteren bir menba ve bir rehber kitaptır.

 

 




Asâ-yı Musa

Asâ-yı Musa


Müellifi Bediüzzaman Said Nursi olan eser, iki ana kısımdan, bir mukaddemattan ve bir takriz (beğeni yazıları) bölümünden oluşur.
İşte kitabın bölümlerine göre genel muhtevasının izahı:

1. Mukaddemat (Giriş Yazıları)
Bu bölüm, eserin yazılış gayesini ve Risale-i Nur’un felsefeye bakış açısını izah eden kısa giriş yazılarından oluşur.
• Asâ-yı Musa’nın Ehemmiyeti: Bu asırda fen ehli ve mektep muallimlerinin “Asâ-yı Musa”ya, hafız ve hocaların ise “Zülfikar”a şiddetle muhtaç oldukları belirtilir.
• Felsefeye Bakış: Risale-i Nur’un hücum ettiği felsefenin mutlak olmadığı, sadece dalalete ve ilhada sevk eden “muzır kısmına” yönelik olduğu izah edilir. İnsanlığa hizmet eden ve Kur’an ile barışık olan felsefeye ise Risale-i Nur’un ilişmediği vurgulanır.
• İsm-i Te’lif (Kitabın Adlandırılması): Eserin “Asâ-yı Musa” (Musa’nın Asâsı) ismini almasının hikmeti, İmam-ı Ali’nin (R.A.) Celcelutiye’de bu esere işaret ettiğine dair bir tespite dayandırılır. Nasıl ki Hz. Musa’nın (A.S.) asâsı ile karanlıklar dağılmışsa, bu eserin de zulmetleri dağıtacağı belirtilir. Ayrıca eserin “Meyve” kısmının 11 mesele ve “Hüccetler” kısmının 11 hüccetten oluşmasının, Hz. Musa’nın (A.S.) 11 mu’cizesine benzediği ifade edilir.
2. Birinci Kısım: Meyve Risalesi
Eserin bu bölümü, “Denizli Hapsinin Bir Meyvesi” olarak adlandırılır ve zendeka (dinsizlik) ve küfr-ü mutlaka karşı bir müdafaaname niteliğindedir. Bu kısım On Bir “Mes’ele” başlığı altında iman hakikatlerini izah eder.
• İlk Beş Mes’ele (Hayatın Gayesi ve İmanın Lüzumu):
• 1. Mes’ele: Hayatı 24 saatlik bir sermayeye benzetir ve bu sermayenin en az bir saatini (beş farz namaza kâfi gelen) ebedî hayat için ayırmanın ne kadar kârlı bir imtihan olduğunu izah eder.
• 2. Mes’ele: Ölüm ve kabir hakikatini ele alır. Ölümün ya ebedî bir i’dam ya da saadet sarayına bir terhis tezkeresi olduğunu; kabrin ise ya dipsiz bir kuyu ya da bir bağistana açılan kapı olduğunu ispat eder.
• 3. Mes’ele: Eskişehir hapsinde şahit olunan bir hadiseden yola çıkarak, sefahet ve dalaletteki geçici lezzetin, geçmişin elemleri ve geleceğin endişeleriyle nasıl zîr ü zeber olduğunu anlatır. Hakikî ve elemsiz lezzetin ancak imanda ve iman ile olabileceğini ispat eder.
• 4. Mes’ele: Cihan harbi gibi dünyevî hadiselerden daha ehemmiyetli davanın, “iman mukabilinde ebedî bir mülkü kazanmak veya kaybetmek davası” olduğunu belirtir.
• 5. Mes’ele: Gençlik nimetinin, iffet ve istikamet dairesinde sarf edilirse ebedî bir gençliği kazandıracağını, sefahete sarf edilirse hastane, meyhane ve mezaristanla neticeleneceğini izah eder.
• Sonraki Altı Mes’ele (İman Esaslarının İspatları):
• 6. Mes’ele: Lise talebelerine verilen bir derstir. Okunan her fennin (tıp , makine , iaşe , askerî , elektrik vb.) kendi lisanıyla Hâlık’ı (Yaratıcı’yı) nasıl tanıttırdığını gösterir.
• 7. Mes’ele: Denizli hapsindeki mahpuslara verilen bir derstir. Ahiret rüknünü Allah’ın “Rab, Rahîm, Hakîm, Adl, Mücîb, Muhyî, Hafîz” gibi isimleriyle , ayrıca Peygamberlerin , Kur’an’ın ve meleklerin şehadetiyle ispat eder.
• 8. Mes’ele: Ahiret imanının hem şahsî hem de içtimaî hayata bakan faidelerini anlatır. Çocuklar , ihtiyarlar , gençler ve hastalar için nasıl bir teselli ve nizam kaynağı olduğunu gösterir. Ayrıca “Haşr-i Cismanî”nin (bedensel dirilişin) zaruretini kuvvetli delillerle ispat eder.
• 9. Mes’ele: İmanın altı rüknünün (esasının) “tefrik kabul etmez” (ayrılmaz) bir vahdanî hakikat olduğunu , birini inkâr edenin küfr-ü mutlaka düşeceğini ve her bir rüknün diğer rükünleri de ispat ettiğini izah eder.
• 10. Mes’ele (“Emirdağı Çiçeği”): Kur’an-ı Kerim’deki tekrarların hikmetini müdafaa eder. Kur’an’ın hem bir zikir, hem dua, hem davet kitabı olduğunu ; bu sebeple tekrarın, belâgat ve i’caz (mu’cizelik) gereği olduğunu delillendirir.
• 11. Mes’ele: İman rükünlerinin cüz’î meyvelerini (semerelerini) beyan eder. Bilhassa Meleklere İman (Azrail , Kiramen Kâtibîn , Münker ve Nekir ) ve Kadere İman rükünlerinin bu dünyada dahi hissedilen manevî lezzetlerini ve tesellilerini anlatır.
3. İkinci Kısım: Hüccetullahi’l-Bâliğa Risalesi
Eserin bu en hacimli kısmı, “On Bir Hüccet-i İmaniye” (İmanın On Bir Delili) başlığını taşır ve küfr-ü mutlakı kıran en kuvvetli delil (Hüccet-i Katıa) olarak takdim edilir. Bu bölümde, imanın esasları farklı ve daha derinlikli delillerle ispat edilir.
• 1. Hüccet (Âyet-ül Kübra): “Kâinattan Hâlıkını soran bir seyyahın müşahedatı” olarak tarif edilir. Bu seyyah, kâinatın her bir mertebesini (Semavat , Cevv-i Sema , Küre-i Arz , denizler/nehirler , dağlar/sahralar , ağaçlar/bitkiler , hayvanlar/kuşlar ) gezerek onlardan Sâni’i (Sanatkârı) sorar. Devamında peygamberler , âlimler (asfiya) , veliler (evliya) , melekler , münevver akıllar , vahiyler , ilhamlar, Hz. Muhammed (A.S.M.) ve Kur’an-ı Kerim gibi kâinatın manevî mertebelerinden de deliller alır.
• 2. Hüccet (32. Söz’ün 1. Mevkıfı): “Lâ şerîke leh” (Onun ortağı yoktur) kelimesini ispat eden bir temsildir. Şirki (ortak koşmayı) savunan farazî bir müddeînin , kâinattan en küçük bir zerreye dahi sahip çıkamayacağını; zira bir zerreye Rab olmanın, bütün kan hücrelerine , bedendeki hücrelere , insana , yeryüzüne , dünyaya , güneşe ve yıldızlara Rab olmayı gerektirdiğini gösteren bir münazara tarzındadır.
• 3. Hüccet (Tabiat Risalesi – 23. Lem’a): Tabiat fikr-i küfrîsini temelden çürüten bir risaledir. Dinsizliğin dayandığı üç temel safsatayı (“Sebepler icad ediyor” , “Kendi kendine oluyor” , “Tabiat yapıyor” ) ele alır ve her birinin “üç zahir muhal” (imkânsızlık) ile bâtıl olduğunu ispat eder.
• 4. Hüccet (İsm-i Adl Nüktesi): İsm-i A’zam’ın nurlarından olan “Adl” isminin bir cilvesidir. Kâinattaki zerrelerden gezegenlere kadar her şeyde hükmeden hassas muvazene (denge) ve adaletin , bir tek Adl ve Kadîr olan Zât’ı ispat ettiğini ve bu dünyevî adaletin, Haşir’deki “Mizan-ı Azam-ı Adaleti” (Büyük Adalet Terazisi’ni) de zorunlu kıldığını gösterir.
• 5. Hüccet (İsm-i Hakem Nüktesi): “Hakem” isminin bir cilvesidir. Kâinatı, her bir harfinde yüzlerce mana olan bir Kitab-ı Kebir (Büyük Kitap) olarak tasvir eder. Tıp, kimya, makine, ziraat, askerlik gibi bütün fenlerin , bu kâinat kitabının hikmetlerini okuyan birer dil olduğunu; bu kadar hikmetli bir kitabın, onu ders verecek bir “Muallim-i Ekber” olan Resul-i Ekrem’i (A.S.M.) zorunlu kıldığını ispat eder.
• 6. Hüccet (10. Söz’ün 9. Hakikatı): “Muhyî” (Hayat Veren) ve “Mümit” (Öldüren) isimlerinin cilvesidir. Her baharda ölmüş yeryüzünü, 300 binden fazla türü dirilterek (Haşr-i Baharî) haşreden bir Kudretin, insanın Haşr-i Cismanî’sini (bedensel dirilişini) yapmaktan âciz olamayacağını ispat eder.
• 7. Hüccet (17. Pencere): Kâinatta zıtların bir arada, en yüksek mertebede bulunmasını (örn: hadsiz cömertlik ile hadsiz intizamın, hadsiz bolluk ile hadsiz sanatın, hadsiz kolaylık ile hadsiz ihtimamın bir arada bulunması ) delil göstererek, bunun ancak bir Kadîr-i Zülcelal’in kudretiyle olabileceğini anlatır.
• 8. Hüccet (Münâcât Risalesi): Tevhidin en geniş delilidir. Bir dua ve yakarış (Münâcât) üslubuyla semavatın , atmosferin , arzın , denizlerin , dağların , bitkilerin , hayvanların ve nihayet peygamberler ile evliyaların lisanıyla Allah’ın birliğini ve varlığını ispat eden bir tefekkürdür.
• 9. Hüccet (9. Şua’ın Mukaddemesi): Sure-i Rum’daki ayetlere dayanarak Haşir akidesini ispat eder. Mukaddimesinde, ahiret inancının içtimaî hayatın (çocuklar, ihtiyarlar, gençler, aile ) temeli olduğunu; ikinci kısmında ise imanın diğer beş rüknünün (Allah’a, Peygamberlere, Kitaplara, Meleklere ve Kadere iman) tamamının zorunlu olarak Haşir rüknünü de istilzam ettiğini (gerektirdiğini) ispat eder.
• 10. Hüccet (20. Mektup): Sabah ve akşam namazlarından sonra okunan meşhur “Lâ ilâhe illallâhu vahdehu lâ şerîke leh…” tevhid cümlesinin on bir kelimesini tek tek şerh eder. Her bir kelimenin (örn: “Lehü’l-mülk”, “Lehü’l-hamd”, “Yuhyî ve Yümît”…) nasıl büyük bir müjde ve imanın ayrı bir mertebesi olduğunu izah eder.
• 11. Hüccet (22. Söz’ün 1. Makamı): Kâinatı muhteşem bir saraya benzeten meşhur “İki Adam” temsilidir. Bu saraya giren iki adamdan biri (mü’mini temsil eder) sarayın sahibini (Sâni’ini) arar; diğeri ise (münkiri temsil eder) her şeyi tesadüfe verir. Akıllı adam, diğerine bu sahibin varlığını “On İki Bürhan” (delil) ile ispat eder. Bu deliller arasında kâinattaki birlik (Vahdet sikkesi) 109, Peygamber Efendimizin (A.S.M.) şahsiyeti ve Kur’an-ı Kerim’in şehadetleri de bulunur.
4. Takrizler (Beğeni ve Takdim Yazıları)
Eserin son bölümü, kitaba ve müellifine yönelik takdim ve takdir yazılarından oluşur. Bu bölümde Risale-i Nur talebelerinin (Ankara Üniversitesi , İstanbul Üniversitesi ) ve Medine-i Münevvere’de bulunan Ali Ulvî Kurucu gibi mühim âlimlerin mektup ve değerlendirmeleri yer alır. Bu yazılarda Risale-i Nur, asrın manevî hastalıklarına bir şifa, dinsizliğe karşı en kuvvetli delil ve Kur’an’ın bir mu’cize-i maneviyesi olarak takdim edilir.




SÖZLER

Sözler

Bu eser, müellifi Bediüzzaman Said Nursi tarafından, iman hakikatlerini ve Kur’an-ı Hakîm’in sırlarını, muhtelif temsiller (misaller) ve bürhanlar (deliller) kullanarak tefsir etmek gayesiyle kaleme alınmıştır. Kitabın genel muhtevası, her bir “Söz” başlığı altında iman, ubudiyet (kulluk), tevhid (Allah’ın birliği), haşir (yeniden diriliş) ve risalet (peygamberlik) gibi temel esasları akla ve kalbe hitap edecek surette izah etmektir.
Eserin muhtevası fihristine göre şu şekildedir:
Sözlerin Muhtevası
• Birinci Söz (S. 5): “Bismillah” kelimesinin mühim sırlarını ve ne kadar kıymettar bir İslâm nişanı olduğunu bir temsil ile tefsir eder.
• Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı (S. 8): (Makam münasebetiyle buraya alınmıştır) Besmelenin altı mühim sırrını izah eder ve kâinat, arz ve insan simasındaki rububiyet sikkelerine (mühürlerine) nasıl baktığını açıklar.
• İkinci Söz (S. 16): İmanın ne kadar büyük bir saadet ve nimet olduğunu ve imansızlığın (küfrün) manevî bir cehennem tohumu taşıdığını bir temsil ile tefsir eder.
• Üçüncü Söz (S. 18): İbadetin ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahetin ise ne büyük bir hasaret (zarar) ve helâket olduğunu mantıkî bir temsil ile tefsir eder.
• Dördüncü Söz (S. 20): Namazın ne kadar kıymettar ve mühim olduğunu ve az bir masrafla kazanıldığını bir temsil ile izah eder.
• Beşinci Söz (S. 22): Namaz kılmak ve büyük günahları işlememenin (takva) insanın hakikî bir vazifesi olduğunu bir temsil ile tefsir eder.
• Altıncı Söz (S. 25): Nefis ve malını Cenab-ı Hakk’a satmanın kârlı bir ticaret olduğunu , satanların beş derece kâr, satmayanların beş derece hasaret içinde olduğunu ikna edici bir temsil ile tefsir eder.
• Yedinci Söz (S. 30): “İman-ı Billah vel-yevm-il-âhir” (Allah’a ve ahiret gününe iman) hakikatinin ve hayat-ı dünyeviyenin mühim bir sırrını makul bir temsil ile izah eder.
• Sekizinci Söz (S. 34): Dünyanın, insanın ve dindeki hakikatlerin mahiyetini (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan ) parlak bir temsil ile tefsir eder ve dinsiz insanın en bedbaht mahluk olduğunu isbat eder.
• Dokuzuncu Söz (S. 40): Beş vakit namazın tayin edilen o vakitlere tahsisinin hikmetini “Beş Nükte” ile tefsir eder.
• Onuncu Söz (S. 48): Haşir ve Ahiret hakikatini, “Oniki Suret” (temsil) ve “Oniki Hakikat” (bürhan) ile tefsir ve isbat eder.
• Onbirinci Söz (S. 120): Kâinatı muntazam bir saray ve insanı onda ubudiyet (kulluk) vazifeleriyle mükellef gösteren (Sure-i Şems’e işaret eden ) ulvî bir temsil ile tefsir eder.
• Onikinci Söz (S. 130): Hikmet-i Kur’aniye ile hikmet-i felsefenin (düşüncenin) müvazenesini (karşılaştırmasını) parlak bir temsil ile yapar; Kur’an’ın i’cazını (mucizeliğini) ve felsefenin (düşüncenin) aczini isbat eder.
• Onüçüncü Söz (S. 137): “İki Makam”dır. Birinci Makam , yine Kur’an hikmeti ile felsefe (düşünce) hikmetini müvazene eder. İkinci Makam , gençliğin dalalet ve sefahet uçurumundan kurtuluşunu ve imandaki hakikî lezzeti misallerle izah eder. (Bu sözün ayrıca mahpuslara teselli veren haşiyeleri ve Leyle-i Kadir’de ihtar edilen bir zeyli bulunmaktadır).
• Ondördüncü Söz (S. 163): Akla sığışmayan bazı ulvî Kur’an hakikatlerini (mesela 6 günde yaratılış , her şeyin yazılı olması , Arş’ın hameleleri , “Kün” emri ) temsillerle akla yaklaştırır. Bir Hâtimesi ve Zelzele hakkında mühim bir Zeyli vardır.
• Onbeşinci Söz (S. 176): Melaike ve şeytanların mübarezeleri (mücadeleleri) hakkındaki âyetlerin sırrını “Yedi Basamak” ile tefsir eder. Zeyli , Kur’an’ın Kelâmullah olduğunu muknî (ikna edici) delillerle isbat eder.
• Onaltıncı Söz (S. 193): Cenab-ı Hakk’ın “Ehadiyet-i zâtiyesi ile külliyet-i ef’ali” ve “mekândan münezzehiyetiyle her yerde hazır bulunması” gibi yüksek hakikatlerin sırrını “Dört Şua” ile tefsir eder.
• Onyedinci Söz (S. 202): Hayatın lezzeti içindeki mevt (ölüm) elemini ve visal (kavuşma) içindeki zeval (ayrılık) elemini tefsir eder. Dünyanın fâni değil, seyyar bir ticaretgâh ve misafirhane olduğunu gösterir. (Zeylinde münacatlar ve şiire benzer levhalar vardır).
• Onsekizinci Söz (S. 230): “Üç Nokta”dır. Birincisi, fahre meftun nefse te’dib sillesi vurur; ikincisi, çirkin görünen şeylerdeki hakikî güzellik cihetini gösterir; üçüncüsü, Risalet-i Ahmediye’ye (A.S.M.) dair ince bir delili tefsir eder.
• Ondokuzuncu Söz (S. 235): Risalet-i Ahmediye’yi (A.S.M.) “Ondört Reşha” namıyla on dört kat’î ve parlak bürhanla isbat ve tefsir eder.
• Yirminci Söz (S. 245): “İki Makam”dır. Birinci Makam , Sure-i Bakara’daki üç mühim âyete (Âdem’e secde, bakara zebhi, taştan su çıkması) dair şeytanî şüpheleri reddeder. İkinci Makam , Mu’cizat-ı Enbiya (Peygamber mucizeleri) yüzündeki Kur’anî i’cazı ve hikmetleri gösterir.
• Yirmibirinci Söz (S. 269): “İki Makam”dır. Birinci Makam , namazın kıymetini ve faidelerini izah eder. İkinci Makam , şeytanın vesveselerine karşı “Beş Yara”ya beş merhem tarif eder.
• Yirmiikinci Söz (S. 279): Tevhid-i hakikîyi “İki Makam” ile tefsir eder. Birinci Makam , bir temsili hikâye ile “Oniki Bürhan” vasıtasıyla vahdaniyeti (Allah’ın birliğini) isbat eder. İkinci Makam , “Oniki Lem’a” ile vahdaniyeti ve Cenab-ı Hakk’ın evsaf-ı celaliye ve cemaliyesini isbat eder.
• Yirmiüçüncü Söz (S. 311): İmana dair hakikatleri ve insanın terakkiyat ve tedenniyatını (yükselme ve alçalma) “Beş Nokta” ve “Beş Nükte” ile tefsir eder.
• Yirmidördüncü Söz (S. 332): Esma-i Hüsna’nın (Allah’ın güzel isimlerinin) cilvelerini “Beş Dal” ile tefsir eder. Üçüncü Dal hadîslere gelen evhamı “Oniki Asıl” ile reddeder. Dördüncü Dal mahlukatın (melaike, insan, hayvan, nebatat) ubudiyet vazifelerini beyan eder. Beşinci Dal , tevhid ayetinin “Beş Meyvesi”ni gösterir.
• Yirmibeşinci Söz (S. 365): Kur’an’ın mu’cizeliğini (i’caz-ı Kur’aniye) “Üç Şua” içinde “Kırk Vecih” ile tefsir ve isbat eder.
• Yirmialtıncı Söz (S. 463): Kader ve cüz’-i ihtiyarî meselesini “Dört Mebhas” ile tefsir eder. Hâtimesinde , tezkiye-i nefsin esaslarını “Dört Hatve” ile ders verir.
• Yirmiyedinci Söz (S. 480): İçtihad meselesini, bu zamanda neden içtihad yapılamayacağını “Altı Mani” ile izah eder. Zeylinde , Sahabelerin neden en yüksek mertebede olduklarını kat’î isbat eder.
• Yirmisekizinci Söz (S. 497): Cennet ve saadet-i ebediyeye dairdir. Birinci Makam , Cennet’in cismanî lezzetlerine ve hurilere dair suallere cevaptır. İkinci Makam (Arabîdir) haşri kuvvetli isbat eder.
• Yirmidokuzuncu Söz (S. 503): Melaike , beka-i ruh ve haşir hakikatlerini tefsir ve isbat eder.
• Otuzuncu Söz (S. 535): “Ene” (benlik) ve “Zerre”nin mahiyetini, felsefe (düşünce) ve diyanet yolunun farklarını göstererek tefsir eder.
• Otuzbirinci Söz (S. 559): Mi’rac-ı Ahmediye’yi (A.S.M.) ve kemalâtını kat’î delillerle isbat ve tefsir eder.
• Otuzikinci Söz (S. 590): Tevhid hakikatini “Üç Mevkıf” ile isbat eder. Ehl-i dalalet ile ehl-i hidayetin hayat-ı dünyeviye ve muhabbet hakkındaki müvazenelerini gösterir.
• Otuzüçüncü Söz (S. 653): Kâinatın Hâlıkını tanımak için marifet pencereleri olan “Otuzüç Pencere”yi gösterir.
• Lemaat (S. 691): Risale-i Nur şakirdlerine küçük bir mesnevî ve imanî bir divandır.
• Konferans (S. 747): (Risale-i Nur’un mahiyeti hakkında bir gençlik rehberi olarak hazırlanmış bir muhtevadır ).

“Sözler,” Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerinin kaleme aldığı Risale-i Nur Külliyatı’nın ilk ve en mufassal (detaylı) bölümlerinden biridir. Bu eserin temel gayesi, asrın anlayışına uygun bir surette, Kur’an-ı Kerim’in imanî hakikatlerini (inanç esaslarını) aklî ve mantıkî delillerle isbat etmektir. Eser, imanın en temel rükünlerinden başlayarak, insanın kâinat ve kendi hayatı hakkındaki suallerine cevaplar sunar.
“Sözler” Mecmuasının Başlıca Mevzuları:
“Sözler,” Otuz Üç adet “Söz” başlığı altında toplanan müstakil bahislerden (konulardan) oluşur. Her bir “Söz,” imanî bir meselenin veya mühim bir sualin tahkikine (araştırmasına) ve izahına hasredilmiştir.
• İmanın Temel Esasları:
• Allah’ın Varlığı ve Birliği (Tevhid): Kâinattaki nizam ve intizam, her bir varlık üzerindeki ilahî mühürler (sikkeler) nazara verilerek Allah’ın varlığı (Vacibü’l-Vücud) ve birliği (Vahdaniyet) isbat edilir. Özellikle Yirmi İkinci Söz ve Otuz İkinci Söz gibi bölümler bu mevzuyu derinlemesine ele alır.
• Nübüvvet (Peygamberlik): Peygamberlerin, hususan Hz. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın peygamberliğinin hakkaniyeti ve beşeriyet (insanlık) için ne kadar zarurî bir rehber olduğu izah edilir. On Dokuzuncu Söz (Mu’cizat-ı Ahmediye Risalesi) bu mevzuya bir misaldir.
• Haşir (Ahiret İnancı): Dünyevî hayatın gayesi ve insanın ebedî bir hayata olan ihtiyacı, aklî delillerle ortaya konur. Onuncu Söz (Haşir Risalesi), ahiret inancını en zayıf delillerden en kuvvetli delillere doğru bir silsile içinde, fevkalade mukni (ikna edici) bir tarzda isbat etmesiyle meşhurdur.
• Kur’an’ın Hakkaniyeti: Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğunun kırk vecihle (yönle) isbat edildiği Yirmi Beşinci Söz (Mu’cizat-ı Kur’âniye Risalesi), eserin en mühim bahislerindendir.
• İnsanın Vazifesi ve Hayatın Manası:
• Ubudiyet (Kulluk): İnsanın bu dünyaya gönderiliş gayesinin “ibadet” olduğu, ibadetin sadece şeklî merasimlerden ibaret olmayıp, bütün kâinatı bir tefekkür ve zikir kitabı gibi okumak manasına geldiği vurgulanır. Dokuzuncu Söz ve Yirmi Birinci Söz (Namaz hakkında) bu konuya ışık tutar.
• Tefekkür: Eser, baştan sona bir tefekkür rehberidir. İnsanı, kendi nefsinden (enaniyetinden) çıkarak, kâinattaki hadiselere ve varlıklara Allah namına (mana-yı harfî ile) bakmaya davet eder.
• Mühim Suallere Cevaplar:
• Kader ve Cüz’-i İhtiyarî: İnsan iradesinin mahiyeti ve Allah’ın her şeyi kuşatan kaderi arasındaki nazik denge, Yirmi Altıncı Söz (Kader Risalesi)’nde izah edilir.
• Şeytanın Varlığı ve Şerlerin Hikmeti: Neden şeytanın yaratıldığı, kötülüklerin (şerlerin) ve musibetlerin hangi hikmetlere mebnî (dayalı) olarak hayata dahil edildiği gibi çetin suallere cevaplar verilir.
“Sözler” mecmuası, her bir bahsiyle, aklı ve kalbi beraber tatmin etmeyi hedefler. Düşünceyi harekete geçirir ve imanı, “tahkikî” (araştırmaya dayalı) bir seviyeye çıkarmaya yardımcı olur.

Onuncu Söz: Haşir Bahsi (Yeniden Dirilişin İsbatı)

Onuncu Söz, “Sözler” mecmuasının en mühim ve hacimli bahislerinden biridir. Temel gayesi, âhirete imanın bir rüknü olan Haşri (öldükten sonra yeniden dirilmeyi) en kat’î ve aklî delillerle isbat etmektir. Eser, bu mühim hakikati hem avamın (halkın) hem de havassın (âlimlerin) fehmedebileceği bir surette izah eder.

1. Mukaddeme: Temsilî Hikâye
Bahis, bir “temsilî hikâyecik” ile başlar. Bu hikâyede, bir padişahın muhteşem bir memleketine giden iki kardeş anlatılır :
• Bahtiyar Kardeş (Mü’mini temsil eder): Bu memleketin (kâinatın) bir sahibi ve padişahı (Sâni’-i Zülcelâl) olduğunu anlar. Buradaki her şeyin O’nun nizamı ile hareket ettiğini , bu dünyanın geçici bir misafirhane ve imtihan meydanı olduğunu ve bu hizmetlerine mukabil padişahın kendilerini ebedî bir saadet sarayına (Cennet’e) davet edeceğini anlar. Ona göre hareket eder.
• Sersem Kardeş (Kâfiri temsil eder): Padişahı tanımaz, memleketi “sahibsiz” zanneder. Nizamı inkâr eder, her türlü zulmü ve sefaheti irtikâb eder. “Bu memleket harab edilip başka yere göç edileceğine inanmam” der.
Bu temsil, imanın ve küfrün dünyaya bakış farkını ve âhiretin zaruretini gösterdikten sonra, bahtiyar kardeşin sersem kardeşine âhiretin varlığını isbat ettiği “Oniki Suret” başlar. Bu “Oniki Suret”, “Oniki Hakikat”e işaret eder.
2. Oniki Hakikat (Haşrin Aklî Delilleri)
Onuncu Söz, haşri aklî olarak isbat etmek için Oniki “Hakikat” sunar. Bu hakikatlerin özeti şudur:
• Rububiyet ve Saltanat Hakikati: Kâinatta görünen bu muhteşem saltanat ve rububiyet (idare ve terbiye), kendisine itaat edenlere mükâfat ve isyan edenlere mücazat (ceza) vermeyi iktiza eder. Bu dünyada bu adalet tam tecelli etmediğinden, bir Mahkeme-i Kübra’ya (büyük mahkemeye) bırakılmıştır.
• Kerem ve Rahmet Hakikati: Kâinatın sahibinin görünen sonsuz keremi (cömertliği) ve rahmeti, ihsan ve ikram etmek ister. Aynı zamanda izzet ve haysiyeti de edepsizlerin te’dibini (cezalandırılmasını) ister. Bu fâni dünyada bu tecelliler tam yerleşmediğinden , ebedî bir mükâfat ve mücazat yurdunu zarurî kılar.
• Hikmet ve Adalet Hakikati: Kâinattaki her iş, sonsuz bir hikmet ve adalet ile dönmektedir. Hikmet ve adalet ise, hizmet edenlere taltif (iltifat), raiyetin hukukunu muhafaza ister. Bu dünyada zalim izzetinde, mazlum zilletinde göçüp gittiğinden , bu adalet ve hikmet tehir edilmiş, bir Mahkeme-i Kübra’ya bırakılmıştır.
• Sehavet ve Cemal Hakikati: Bu dünyadaki geçici sergilerde gösterilen emsalsiz nimetler (mat’umat) ve mücevherler, sonsuz bir sehavet (cömertlik) ve tükenmez hazineler sahibini gösterir. Böyle bir sehavet, “daimî bir dâr-ı ziyafet” ister. Aynı şekilde, bu fâni âyinelerde gösterilen gizli ve nazirsiz cemal (güzellik), “daimî görünmek ve görmek” ister. Bu da ebedî bir yurdu (Cennet’i) ve orada ebedî kalacak seyircileri (insanları) iktiza eder.
• Şefkat ve İcabet Hakikati: En edna bir mahlukun en edna bir hacetini görüp yerine getiren bir şefkat sahibi, elbette mahlukatın en efdalinin (Hz. Muhammed A.S.M.) , bütün mahlukatın da iştirak ettiği “ebedî saadet” gibi en büyük hacetini ve en büyük duasını kabul edecektir. Bu duanın kabulü, Cennet’in icadına sebebiyet vermiştir.
• Haşmet ve Sermediyet Hakikati: Bu geçici misafirhane ve imtihan meydanındaki haşmetli icraat (mesela bahar ordusunun teçhizatı ) gösterir ki, bu saltanat geçici fâniler üstünde durmaz. Elbette “daimî saraylar, müstemir meskenler” olan bir âhiret yurdu vardır.
• Hıfz ve Hafîziyet Hakikati: Kâinattaki her şeyin, en ehemmiyetsiz hadiselerin bile suretlerinin ve neticelerinin kaydedilmesi (fotoğraflar, kâtipler temsili) ve her şeyin (mesela bitkilerin) tarihçe-i hayatının tohumunda saklanması, “hafîziyet” (koruma) ismini gösterir. Bu kadar dikkatli bir muhafaza, elbette bir “muhasebe” içindir. İnsanın amelleri de kaydedilir ve bir Mahkeme-i Kübra’da muhasebesi görülecektir.
• Va’d ve Vaîd Hakikati: O Zât (Allah), fermanlarında (Kur’an’da) “mükerrer va’dediyor ve şiddetli tehdid ediyor ki: ‘Sizleri makarr-ı saltanatıma getireceğim, mutileri mes’ud, âsileri mahbus edeceğim.'”. Kudretine gayet kolay olan ve izzetine zıd olan “hulf-ül va’d” (va’dinden dönmek) O’nun şânından olmadığından, va’dettiği âhireti elbette getirecektir.
• Enbiya ve Evliyanın Şehadeti: Başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) olmak üzere bütün enbiya (peygamberler) ve evliya (veliler), mu’cizelerine ve kerametlerine istinaden, müttefikan (ittifakla) o Zât’ın âhireti hazırladığını haber vermektedirler. Onların tevatür ve icma’ kuvvetindeki şehadetleri, haşrin vukuuna kat’î bir delildir.
• Bahar Haşri (Nümuneler): En mühim hakikat budur. Gözümüzün önünde her baharda, ölmüş yeryüzü “haşr-i baharî” ile yeniden diriltilmekte; üçyüz binden ziyade nebatat ve hayvanat enva’ı karıştırılmadan, hatasız, noksansız birkaç gün zarfında yeniden yaratılmaktadır. Bu hadsiz kudret mu’cizelerini (haşir nümunelerini) her sene yapan bir Kudret-i Ezeliye’ye , insanın bir sayha (ses) ile haşredilmesi nasıl ağır gelebilir? (Bu hakikat, âyetle de teyid edilir ).
• İnsanın Câmiiyeti: (Bu hakikat Onuncu Söz’de “Onbirinci Suret” olarak temsil içinde , Yirmidokuzuncu Söz’ün İkinci Esas’ının Beşinci Medar’ında “Beşinci Medar” olarak ve Yirmiüçüncü Söz’ün Birinci Mebhas’ının Birinci Noktası’nda detaylandırılmıştır.) İnsan, “ahsen-i takvim”de yaratılmış, kâinatın en câmi’ meyvesi olmuş, “emanet-i kübra”yı yüklenmiş ve “ebede uzanmış emelleri” olan bir mahluktur. Böyle bir mahlukun, ebedî saadet için yaratıldığı halde, fena-yı mutlaka (sonsuz yokluğa) atılması, hikmete ve adalete zıddır .
• Risalet ve Kur’an’ın Şehadeti: (Bu hakikat Onuncu Söz’de “Onikinci Suret” , Yirmidokuzuncu Söz’de “Dokuzuncu ve Onuncu Medar” ve Onuncu Söz’ün “Hâtime”sinde zikredilmiştir.) Başta Resul-i Ekrem (A.S.M.) bin mu’cizesiyle ve elindeki ferman olan Kur’an-ı Hakîm kırk vecihle mu’cize olmasıyla, bütün kuvvetleriyle haşri iddia ve isbat etmektedirler. Bu iki “bürhan-ı nâtık”ı inkâr etmek, bütün kâinatı inkâr etmek gibi muhaldir.

Hâtime (Sonuç)
Eser, haşrin akıldan uzak olmadığını, bilakis İbn-i Sina gibi dâhîlerin “Haşir aklî değil, naklîdir (imanla bilinir)” demelerine mukabil, Kur’an feyziyle haşrin “İsm-i A’zam’ın tecellisiyle” bahar gibi kolay ve kat’î olduğunu isbat ettiğini belirterek son bulur.

✧✧

Yirmibeşinci Söz: Mu’cizat-ı Kur’aniye (Kur’an’ın Mucizeliği)
Bu Söz, Kur’an-ı Hakîm’in Allah kelamı (Kelâmullah) ve kırk yönden (kırk vecihle) mu’cize olduğunu isbat etmeye hasredilmiştir. Eser, bir “Mukaddeme” ve “Üç Şua” (Işık) üzerine tesis edilmiştir.
1. Mukaddeme (Kur’an’ın Tarifi)
Mukaddeme, Kur’an’ın ne olduğunu tarif eder. Bu tarifte Kur’an;
• Kâinat kitabının ezelî bir tercümesi,
• Âlem-i gayb ve şehadetin müfessiri (tefsir edicisi),
• Gizli İlahî isimlerin hazinelerinin keşfedicisi (keşşafı),
• Hadisat satırlarının altındaki hakikatlerin anahtarı (miftahı),
• Âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı,
• İslâm âleminin güneşi, temeli, hendesesi,
• Âhiret âlemlerinin haritası,
• Allah’ın zât, sıfat ve şuunatının (işlerinin) en açık tefsiri ve bürhanı,
• İnsaniyetin mürebbisi (terbiyecisi) ve hakikî hikmeti,
• İnsanın bütün manevî ihtiyaçlarına merci olacak câmi’ bir kütübhane-i mukaddesedir.
Bu tariften sonra, Kur’anın “İsm-i A’zam”dan ve “her ismin mertebe-i a’zamından” gelmesi cihetiyle “Kelâmullah” ünvanına tam lâyık olduğu belirtilir.

2. Birinci Şua (Kur’an’ın Belâgatı)
Bu şua, Kur’anın belâgatındaki (edebî ve manevî üstünlüğündeki) mu’cizeliği iki surette inceler:
• Birinci Suret (Tarihî İcaz): Kur’an, belâgatın zirvede olduğu bir zamanda , Kâbe duvarına altunla yazılan “Muallakat-ı Seb’a” gibi eserlerle iftihar eden Arap ediblerine meydan okumuştur (tahaddi). Onlara “Bir suresinin mislini getirin, yoksa dünyada ve âhirette helâk olursunuz” demiştir. O zeki ve siyasî kavim, can ve mallarını tehlikeye atan “muharebe” yolunu seçmiş, en kolay yol olan “muaraza” (bir benzerini getirme) yoluna girmemiştir. Bu durum, muarazanın “mümkün olmadığını, muhal olduğunu” kat’î surette isbat eder.
• İkinci Suret (Dâhilî İcaz – Beş Nokta): Kur’anın belâgatı şu beş temelden gelir:
• Nazmın Cezaleti: Cümle ve kelimelerindeki hârika nizam, metanet ve karşılıklı intizam. (Misal olarak « وَلَئِنْ مَسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِنْ عَذَابِ رَبِّكَ¦ âyetindeki her kelimenin azlığı ifade etmesi veya « وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَ âyetinin sadakanın beş şartını birden ihtiva etmesi gösterilir.)
• Mananın Belâgatı: Manasının yüksekliği ve hakkaniyeti.
• Üslûbun Bedaati: Emsalsiz, garib ve taze üslûbu. (Sure başlarındaki Mukattaat harfleri (الٓمٓ ۝ الٓرٰ ۝ طٰهٰ ۝ يٰسٓ ۝ حٰمٓ ۝ عٓسٓقٓ .)
• Lafzın Fesahati: Lafzının akıcı, selis olması. Binlerce kez tekrar edilmesine rağmen usanç vermemesi , bilakis lezzet vermesi, her dem taze kalması.
• Beyanın Beraati: İfadesindeki fevkalâde üstünlük. Tergib (teşvik) , terhib (korkutma) , medih zem (kınama) , isbat ve irşad gibi bütün kelâm tabakalarında en yüksek mertebede olması.
3. İkinci Şua (Kur’an’ın Câmiiyeti)
Bu şua, Kur’anın hârikulâde câmiiyetini (kapsayıcılığını) “Beş Lem’a” (Parıltı) ile izah eder:
• Lafzındaki Câmiiyet: Bir kelâm, kelime, harf veya sükûtun çok vücuh (yön) ve manalar ihtiva etmesi. Her tabakadan muhataba ayrı bir kapıdan hisse vermesi. (Misal olarak وَ الْجِبَالَ اَوْتَادًا¦ âyetinin bir âmîye, bir şâire, bir coğrafyacıya ve bir feylesofa ayrı ayrı manalar ifade etmesi.)
• Manasındaki Câmiiyet: Bütün müçtehidlerin, âriflerin, kâmillerin ve muhakkiklerin meşreb ve mesleklerine (yollarına) kaynaklık etmesi ve onlara rehber olması.
• İlmindeki Câmiiyet: Şeriat, hakikat ve tarîkat ilimlerini; kâinatın hikmetini, İlâhî ilimleri ve âhiret maarifini (bilgilerini) kendi ilminden akıtması. (Delil olarak Risale-i Nur’un tamamı gösterilir.)
• Mebahisindeki Câmiiyet: Kâinat, Hâlık, insan, vazifesi, dünya, âhiret, mazi, müstakbel, ezel ve ebed gibi en küllî bahislerden ; insanın yaratılışı, yeme-içme âdâbı gibi en cüz’î bahislere kadar her şeyi câmi’ olması.
• Üslûb ve Îcazındaki Câmiiyet: Bir surede bütün Kur’an’ın, bir âyette bütün surenin hülâsasının dercedilmesi. İnsanın bütün manevî ihtiyaçlarına cevap vermesi. Çok uzun hakikat silsilelerinin başını ve sonunu zikrederek (îcaz) bütün silsileyi göstermesi. (Misal olarak Kıssa-i Yusuf’taki veya haşri isbat eden âyetlerdeki îcaz gösterilir.)
4. Üçüncü Şua (Gaybî İhbarlar, Şebabet ve Tevafuk)
Bu şua, Kur’anın üç hârika vech-i i’cazını (mu’cizelik yönünü) “Üç Cilve” (Tecelli) ile beyan eder:
• Birinci Cilve (İhbarat-ı Gaybiye): Gaybdan verdiği haberlerdir.
• Geçmişe (Maziye) Dair İhbarı: Okuma yazma bilmeyen (ümmi) bir Zâtın (A.S.M.) lisanıyla, Hz. Âdem’den Asr-ı Saadete kadar peygamberlerin hayatlarını, Tevrat ve İncil’in tahrifattan sonra bile kalan kısımlarıyla mutabık , ihtilaflı kısımlarını ise düzelterek (musahhihane) haber vermesi.
• Geleceğe (İstikbale) Dair İhbarı: Rumların (Bizans) Farslara (Sasaniler) galebe edeceğini (Sure-i Rum), Mekke’nin fethedileceğini (Sure-i Feth) ve daha birçok hadiseyi olmadan evvel haber vermesi ve haber verdiği gibi çıkması.
• İlâhî ve Kevnî Hakikatlere Dair İhbarı: Kâinatın tılsımını, hilkatin muammasını açan , aklın tek başına yetişemeyeceği tevhid ve âhiret hakikatlerini ders vermesi.
• İkinci Cilve (Şebabeti / Gençliği): Kur’an, her asırda taze nâzil oluyor gibi gençliğini ve tazeliğini muhafaza eder. Beşerî kanunlar ve eserler ihtiyarlanıp değiştiği halde , Kur’an’ın hükümleri asırlar geçtikçe daha da kuvvetlenir. Bu asrın sefahet ve dalalete düşmüş medeniyetine karşı, Kur’an’ın getirdiği hak (adalet, fazilet, teavün) esasları, medeniyetin bâtıl (kuvvet, menfaat, cidal) esaslarına tam bir galebesini gösterir. (Zekat ve ribanın yasaklanması, tesettür ve miras hükümleri gibi.)
• Üçüncü Cilve (Tevafuku / Uygunluğu): Her asırdaki ve her tabakadaki insanların fehim (anlayış) seviyelerine uygun hitab etmesi. Aynı ders ve âyette, en basit avamdan en yüksek havassa kadar herkesin hissesini alması. (Misal olarak Sure-i İhlas’ın veya âyetinin farklı tabakalara farklı manalar ifade etmesi gösterilir.)
Eserin Hâtimesi (Sonu), Kur’an’ın bu vecihlerle mu’cize olduğunu, onun mu’cizelerinin de Risalet-i Ahmediye’nin (A.S.M.) bir mu’cizesi olduğunu ve Risalet-i Ahmediye’nin de Kur’an’ın Kelâmullah olduğuna bir mu’cizesi olduğunu belirterek, Kur’an’ın Arş-ı A’zam’dan gelen sarsılmaz bir hakikat olduğunu teyid eder.

 

✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧

 

 




Güç Sahipliğinin İmtihanı: “Nimet” Olarak Şehir ve İlahi Adalet

Güç Sahipliğinin İmtihanı: “Nimet” Olarak Şehir ve İlahi Adalet

Tarih, kudreti eline geçirenlerin bu kudretle nasıl imtihan olduklarının sayısız misaliyle doludur. Siyaset düşüncesinin en kadim meselesi, gücün tabiatı gereği yol açtığı “zehirlenme” ve bu zehirlenmenin zahirî yansımalarıdır. İnsanlık tarihi, asıllarını unutan, enaniyet çukuruna düşen ve elindeki “nimetleri” şahsi birer basamak telakki edenlerin hüsranına şahittir.
Bu ezelî hayat mücadelesinin modern bir yansımasını gözler önüne sermektedir.

“Büyük Oyun” ve İktidarın Gölgesi

Büyük şehirler, bilhassa İstanbul gibi cihanşümul bir asıldan gelen kadim merkezler, her devirde sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda bir iktidar sembolü, bir “atlama taşı” olmuşlardır. “Büyük Oyun” ve “derin akıl” mefhumları, siyasi hayatın sadece zahirî (görünen) bir cepheden ibaret olmadığını, dahilî ve girift bağlantıların olduğunu iddia eder.
Bu nazarla bakıldığında, ahtapotun kolları misali yayılan ve “gizli şer odakları” olarak tasvir edilen yapılar, meşru zeminleri kullanarak küllî bir hâkimiyet tesis etme gayesi güdebilirler. Bu noktada en tehlikeli yanılma, “hedefe giden yolda her şey meşrudur” pervasızlığıdır. Fazilet sahibi bir idare, gayesinin meşruiyeti kadar, o gayeye ulaşmak için kullandığı vasıtaların meşruiyetiyle de mükelleftir.
Mühim nokta budur: Meşru bir hedefe (eğer hedef meşru ise) gayri meşru yollarla, yolsuzlukla veya emanete hıyanetle varılamaz. Varıldığı zannedilen yer, olsa olsa bir “güç zehirlenmesi” halüsinasyonudur.

Sorumluluk, Vurdumduymazlık ve Kör Muhalefet

“İstanbul nimet nimet!” ifadesi, bu şehrin sunduğu imkanların muazzamlığını gösterir. Ancak bu “nimet,” idareci omuzlarına ağır bir mesuliyet yükler. Halkın darda, karda kalması, sel veya deprem gibi felaketlerle boğuşması anlarında, idareciden beklenen faaliyet, ciddiyet ve samimiyettir.
Bir yandan “balıkçıda yemek” veya “tatil yapmak” gibi misaller, bu mesuliyet duygusundan kopuşun, enaniyetin ve halkın derdiyle dertlenmemenin sembolleri haline gelir.
Bu vurdumduymazlığı daha da tehlikeli kılan, senaryodaki tesbitle, “Erdoğan düşmanlığı” gibi zıt kutuplar üzerine kurulu siyasi atmosferdir. Siyasi taassup, gözleri kör eder; nazar ve bakış kabiliyetini alır. Taraftarlar, yapılanları görmedikleri gibi, yapılmayanları da “vardır bir hikmeti” diyerek örterler. Yapıcı tenkit mekanizması işlemez, zira her tenkit “düşman” safına yazılmakla eşdeğer tutulur. Bu körlük, tasvir edilen “şer odaklarının” ve yolsuzluk düzeninin en kuvvetli gıdasıdır.

Mızrak, Çuval ve İlahi Adalet

Ancak hayatın değişmez bir kaidesi vardır: “Artık mızrak çuvala sığmıyor.”
İnsan eliyle kurulan her hileli düzen, ne kadar “derin akıl” ürünü olursa olsun, kendi zıt delillerini üretir. Kanalizasyon patladığında, koku her yere yayılır ve hiçbir suni gündem bu kokuşmuşluğu perdeleyemez. Verilen vaatlerin unutulması, yapılan yolsuzlukların ifşa olması, kaderin bir tecellisidir.
İşte bu noktada, küllî senaryonun son ve en vurucu kısmına geliyoruz: İlahi Adalet.
Dünya hayatındaki eksik ve gecikmiş adalet, düşünce sahibi insanı Ahiret’e yönlendirir. Zira, “İyi ki ahiret var.” Orada hiçbir şey gizli kalmaz. Organlar konuşur, gizlilikler ifşa olur. Hâkim bizzat Allah’tır; rüşvet, iltimas, siyasi taraftarlık veya “konjonktür” orada sökmez.
Yetimin, fakir fukaranın, garip gurebanın malına el uzatanlar, o gün en çetin hesapla yüzleşirler. İnsanların hileleri, planları, “büyük oyunları” ne olursa olsun, asıl ve küllî plan sahibinin Allah olduğu hakikati değişmez.
Âl-i İmrân Suresi, 54. Ayet):
> “Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak bozanların en hayırlısıdır.”
>
Netice olarak, tarihi ibret şudur: Hiçbir güç, adaletten üstün değildir. Ve hiçbir hile, İlahi adaletten kaçamaz. Kaderin tokadı geç gelse de, isbatı ve tesiri çetin olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




BÜYÜK OYUNUN PERDE ARKASI: NİMET OLAN ŞEHRİN İMTİHANI

BÜYÜK OYUNUN PERDE ARKASI: NİMET OLAN ŞEHRİN İMTİHANI

Tarih, bir şehrin yalnızca binalar ve sokaklardan ibaret olmadığını, bazen bir ülkenin kalbi, bazen bir milletin hafızası, bazen de küresel hesapların mihveri hâline geldiğini defalarca göstermiştir. İşte İstanbul da böyle bir şehirdir:
Nimet… nimet…
Yalnız maddî değil, içtimaî, siyasî ve iktisadî bakımdan nimet.
Bu nimet, ehlinin elinde bereket olur; ehil olmayanın elinde ise güç zehirlenmesine dönüşür.
Tarihte birçok kez görüldüğü üzere, bir şehri ele geçiren zihniyet, o şehrin imkânlarını kendi maksadına göre biçimlendirmeye başlar. Böylece şehir, bir atlama taşı, büyük bir hedefin ilk büyük basamağı hâline gelir.

ASIRLIK OYUNUN YENİ PERDESİ

Görünürde basit görünen bazı hadiselerin ardında, derûnî bir aklın, zahirî planların ve asırlık komitelerin bulunduğunu tarih defalarca göstermiştir.
Bu derin hesaplar bazen masonik yapılanmalarla, bazen iç ve dış şer komiteleriyle, bazen de ahtapotun kolları gibi her yere sızan iltisaklı unsurlarla kendini gösterir.
Ve bir gün…
Hazır oy potansiyeli olan bir parti satın alınır.
Ardından nimet olan İstanbul’un imkânları, daha büyük bir hedef için “yakıt” hâline getirilir.
O hedef, Türkiye’nin istikametine dümen kırmaktır.
Sahnede görünen aktörler değişir, fakat perde arkasındaki akıl aynı kalır:
“Hedef için her yol meşrudur” anlayışı.
Ancak unutulan, göz ardı edilen, hatta bir nevi çiğnenen hakikat şudur:
Gayr-i meşru bir yol, hiçbir zaman meşru bir hedefe götürmez.
Tarih; bu ilkeyi unutanların helâkini, çöküşünü ve dağılmasını defalarca kaydetmiştir.

VE ŞEHİR İMTİHANA ÇEKİLİR

Bir şehir düşün ki:
Sel bastığında ortada yoklar…
Kardan yollar kilitlendiğinde başka diyarlarda tatildeler…
İstanbul’ın yükü omuzlarında iken, balıkçıda balık yiyen bir rahatlık…
Sanki şehir değil de şahsî bir işletme…
Sanki milletin emaneti değil de şahsî bir imkân…
Vaatler mi?
Zamanla unutulur…
Onlar hatırlatıldığında da “düşmanlık söylemleri” her şeyi örter.
Düşünce ve hikmet geri planda kalır; tarafgirlik gözleri perde gibi sarar.
Yapılan da görünmez, yapılmayan da.

GÜCÜN SARHOŞLUĞU VE KAÇINILMAZ SON

Kader, daima suyun yüzünde yürüyen hakikati muhafaza eder.
Zulüm; ne kadar ustaca gizlenirse gizlensin,
Hile ve oyun ne kadar profesyonelce kurulursa kurulsun,
Yine de bir gün mızrak çuvala sığmaz.
Ve işte bugünler…
Kanalizasyon patladı; koku her yere dağıldı.
Artık saklanacak yer kalmadı.
Gizlenen açığa, gizli tutulan faş olmaya başladı.
Nice planlar kuruldu, nice hesaplar yapıldı, nice tuzaklar örüldü…
Fakat görülmedi ki, insanın bir hesabı varsa Allah’ın da hesabı vardır.

ASIL MAHKEME

Dünya mahkemeleri bazen şaşabilir, bazen yanıltılabilir, bazen güçlülerin baskısıyla şekillenebilir.
Lâkin asıl mahkeme,
ne rüşvetin işlediği,
ne iltimasın geçtiği,
ne torpilin sök­tüğü yerdir.
Orada dil konuşmaz,
organların şehadeti vardır.
Orada dosya gizlenmez,
niyetler apaçık görünür.
Yetimin, fakir ve fukaranın, garip ve gurebanın hakkını yiyene,
Allah yedirmez.
O gün geldiğinde, kimsenin kaçacak yeri kalmaz.

AYET İKTİBASI
Âl-i İmrân Sûresi 54. Ayet:
“Onlar tuzak kurdular; Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah tuzakları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Varlığın İki Yüzü: Eserden Müessir’e Küllî Bir Nazar

Varlığın İki Yüzü: Eserden Müessir’e Küllî Bir Nazar

Kâinatta varlık sahasına çıkan her bir mevcud, ister bir zîhayat (hayat sahibi) olsun, ister bir zerre; iki temel cihete (yöne) sahiptir. Bu cihetlerden biri, onun kendi zâtına, fânî yapısına ve maddî suretine bakan “zahirî” yüzüdür. Diğeri ise, onu var edene, terbiye edene, binbir hikmetle donatana bakan “derûnî” ve sonsuzluklara açılan yüzüdür.
Varlığın kendisine bakan ciheti “bir” ise, yani sınırlı, geçici ve tek bir suretten ibaretse; onu Yaratıcı’sına, Sâni’ine bağlayan cihetler “binler”, hattâ nihayetsizdir.
Bu makale, kâinata ve mevcudata bakıştaki (nazardaki) bu iki farklı ciheti ve “bir”den “binlere” geçişin hikmetini tahlil etme gayretidir.
Bir Cihet: “O” (Mana-yı İsmî / Zahirî Bakış)
Varlığa sadece kendine bakan cihetiyle, yani “mana-yı ismî” ile baktığımızda, gördüğümüz şey fânî bir suretten ibarettir. Bu bakış açısı, bir çiçeğe baktığında sadece onun renklerini, yapraklarını ve fânî güzelliğini görür. Bir insana baktığında onun et ve kemikten müteşekkil maddî yapısını ve bu dünyadaki geçici faaliyetlerini müşahede eder.
Bu nazar, eseri görür ama Müessir’i göremez. Sanatı takdir eder ama Sanatkâr’ı tanıyamaz. Bu, kâinatı mânâsız, tesadüfî ve karanlık bir “tabiat” yığını olarak görmektir. Bu “bir” cihet, varlığın hakikatini tasvir etmekten o kadar uzaktır ki, en güzel sanatı bir “tuval” ve en hikmetli kitabı bir “kâğıt” mertebesine indirir. Bu bakış, varlığın sadece “nefsine” bakan cihetidir ve ekseriya aldatıcıdır.
Binler Cihet: “O’ndan” (Mana-yı Harfi / Derûnî Bakış)
İbret ve hikmet nazarı ise, mevcudatın “kendine bakan” cihetinden sıyrılıp, “Yaratıcı’sına bakan” binler cihetine odaklanır. Bu, “mana-yı harfi” ile bakmaktır; yani varlığa “O’nun eseri”, “O’nun sanatı”, “O’nun mektubu” olarak nazar etmektir.
Bu bakış açısı devreye girdiğinde, o “bir” cihet, “binler” cihetin kapısını açan bir anahtar olur:
* O “bir” çiçek, sadece bir bitki değildir.
* Üzerindeki muntazam nizamıyla Âdil ve Nazîm olan Sâni’i bildirir.
* Göz alıcı renkleri ve estetiğiyle Cemîl ve Musavvir olan Sanatkâr’ı tanıtır.
* Kuru topraktan o lâtif suretin çıkmasıyla Kâdir ve Hakîm olan Yaratıcı’nın kudretini ilan eder.
* Yaydığı güzel koku ve sunduğu şifayla Rahmân ve Rahîm olan Rabb’in lütfunu gösterir.
Görüldüğü gibi, çiçeğin “kendine bakan” fânî sureti “bir” iken; o suretin gösterdiği, işaret ettiği Esmâ-i İlâhiyye (İlahî İsimler) ve sıfatlar ciheti “binler”dir.
Teşbihin Hikmeti: Sanat ve Sanatkâr
“teşbihte hata olmasın” kaydıyla sunulduğu sanat-sanatkâr misali, bu hakikatin anlaşılmasında pek lâtif bir ölçüdür.
Bir ressamın tablosu, evet, bir tuval ve boyadır (kendine bakan ciheti). Lâkin o tablo, ressamın hayal dünyasını, ilmini, hissiyatını, kabiliyetini ve dünyaya bakışını (sanatkâra bakan cihetleri) yansıtır. Sınırlı bir beşerî sanat dahi, sanatkârının pek çok vasfını bize bildirir.
Şimdi bu misali kâinatın bütününe, yani bu küllî sergiye tatbik edelim:
Eğer fânî ve âciz bir insanın eseri, onun bu kadar çok vasfını gösterirse; elbette bu muhteşem kâinat sarayının Sâni-i Zülcelâl’i, bu kâinattaki her bir atomdan her bir galaksiye kadar sergilediği nihayetsiz sanat eserleriyle, kendi sonsuz İlim, Kudret, Hikmet, Rahmet ve Cemâl’ini tanıttırmaktadır.
Beşerî sanatkâr, eseriyle sınırlı özelliklerini gösterir. Kâinatın Sanatkârı ise, her bir eseriyle sonsuz sıfatlarının tecellilerini, binbir isminin pırıltılarını göstermektedir. Bu sebeple O’na bakan cihet “binler” değil, hakikatte “nihayetsiz”dir.

Netice: İbret ve Tefekkür
Hayatın ve varlığın esası, bu “bir” cihetten ibaret olan fânî surete takılıp kalmak değil, o “bir” kapıdan geçerek “binler” cihetin açıldığı marifet (tanıma) meydanına dâhil olmaktır.
İbret şudur: Varlığa “mana-yı ismî” ile, yani “Ne güzel!” diyerek bakmak, o güzelliği varlığın zâtına verip boğmaktır.
Hikmet şudur: Varlığa “mana-yı harfi” ile, yani “Ne güzel yapılmış!” ve “Ne güzel bildiriyor!” nazarıyla bakmak, o güzelliği asıl Sahibi’ne, Sanatkârı’na iade etmektir.
Cenâb-ı Hak, bizlere kâinata “bir” cihetle bakan fânî gözü değil, “binler” cihetle bakan ve her şeyde Sanatkârı’nın izini süren “ibret nazarı” ihsan eylesin. Tâ ki, her bir varlık, gözümüz önünde Sâni’ini tanıtan binlerce lisan ile konuşan bir dellâl (tellal) ve O’ndan haber getiren hikmetli bir mektup olsun.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
17/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

İnsan vücudunun o muazzam donanımını (göz, hafıza, kalb) inceledikten sonra; şimdi o vücudun ihtiyacı olan ve Rezzâk-ı Kerim’in “Rahmet Hazinesi”nden gönderdiği meyveleri tefekkür edelim.
Kur’an-ı Kerim; meyveleri sadece birer gıda olarak değil, Cennet nimetlerinin birer numunesi ve kudret-i İlahiyenin birer isbatı olarak nazara verir. Risale-i Nur’da bu meyveler, “Kudretin mucizeleri” ve “Rahmetin hediyeleri” olarak tasvir edilir.

1. Hurma: Mü’minin Temsili ve Şifa Kaynağı
Hurma, Kur’an’da en çok zikredilen meyvelerden biridir. Hem dünya rızkı hem de Cennet nimeti olarak anlatılır.
* Ayet-i Kerime (Hz. Meryem ve Hurma):
Hz. Meryem’in doğum sancısı çektiği esnada Allah ona taze hurma yemesini emreder. Mealinden:
> “Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.” (Meryem, 19/25)
>
* Tefekkür ve Hikmet:
Bilimsel olarak hurma, doğum sırasında ihtiyaç duyulan enerjiyi ve rahim kaslarını düzenleyen (oksitosin benzeri) maddeleri ihtiva eder. Kuru bir topraktan, o tatlı ve vitamin deposu meyvenin çıkması, toprağın değil, Rahman’ın işidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), hurma ağacını (Nahle) mü’mine benzetmiştir; kökü sağlam, meyvesi boldur.

2. İncir ve Zeytin: Üzerine Yemin Edilen Mucizeler

Cenab-ı Hak, Tin Suresi’nde bu iki meyve üzerine yemin ederek söze başlar. Bu, onların biyolojik ve manevi kıymetine büyük bir işarettir.
* Ayet-i Kerime:
> “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin olsun ki…” (Tîn, 95/1-3)
>
* Zeytin (Nur ve Bereket):
Zeytin ağacı Kur’an’da “mübarek” bir ağaç olarak geçer. Yağı, ışık verme özelliğiyle “Nur” suresinde Allah’ın nurunun tasvirinde kullanılır. Hem gıdadır, hem katıktır, hem ışıktır, hem ilaçtır.
* İncir (Biyolojik Hafıza):
Risale-i Nur, inciri “Haşir” ve “Hafıza” bahsinde mühim bir delil olarak kullanır.
Koca incir ağacının bütün planı ve programı, o küçücük çekirdeğinin içine yerleştirilmiştir. Bu durum, Allah’ın “Hafîz” (Koruyan/Kaydeden) isminin bir cilvesidir.
Risale-i Nur’dan İktibas:
> “Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.”
> (Mektubat, Onuncu Mektup)
>
3. Üzüm: Kuru Çubuktan Akan Şerbet
Üzüm, Kur’an’da cennet tasvirlerinde sıkça geçer. İnsana verilen rızkın, sebeplerin (ağaç, dal, toprak) eseri olmadığını, doğrudan Kudret’ten geldiğini haykırır.
* Ayet-i Kerime:
> “Sizin için orada hurma ve üzüm bağları inşa ettik. Oralarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz.” (Mü’minûn, 23/19)
>
* Risale-i Nur Nazarı:
Bediüzzaman Hazretleri, üzüm asmasını “kupkuru bir çubuk” olarak tarif eder. O kuru odundan, incecik bir sap ile takılmış, içi şerbet dolu, ambalajı (kabuğu) narin o sulu topların çıkması, kör tesadüfün işi olamaz. O kuru çubuk, bir fabrika değil, sadece bir tabeladır; rızkı gönderen Allah’tır.

4. Nar: Mücevher Sandukçası

Nar, iç dizaynı, tanelerinin yerleşimi ve ambalajlanmasıyla tam bir “İlahi Sanat” harikasıdır.
* Ayet-i Kerime:
Rahman Suresi’nde cennet meyveleri sayılırken özellikle vurgulanır:
> “İkisinde de (her çeşit) meyve, hurma ve nar vardır.” (Rahmân, 55/68)
>
* Tefekkür:
Bir nar tanesini düşünün; incecik bir zarda saklanan tatlı su. Yüzlercesi bir araya geliyor, hiçbiri diğerini ezmiyor, sıkıştırmıyor. Dışına sertçe bir kabuk örülüyor ki bozulmasın.
Risale-i Nur’da meyveler, “Konserve kutuları” ve “Kudretin tatlı hediyeleri” olarak isimlendirilir. Nar, bu hediyelerin en süslü olanlarındandır, adeta bir sandukça-i murassadır (süslü mücevher kutusu).

5. Muz (Talh): Dizilmiş Lezzet
Vakıa Suresi’nde cennet ehlinin nimetleri anlatılırken “Talh” kelimesi geçer. Müfessirlerin çoğu buna “muz” manası vermiştir.
* Ayet-i Kerime:
> “Ve meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları…” (Vâkıa, 56/29)
>
* Hikmet:
Muzun, lifli yapısı, kolay sindirimi ve salkım halindeki o düzenli dizilişi, “nizam” ve “intizam” sahibini gösterir. Ambalajı (kabuğu) en pratik, kendisi en leziz bir rızıktır.

Netice: Sikke-i Tevhid (Birlik Mührü)
Bütün bu meyvelere baktığımızda şunu görüyoruz:
Toprak aynı, su aynı, güneş aynı… Fakat birinden zeytin çıkıyor, diğerinden incir; birinden acı biber, diğerinden tatlı üzüm.
Bu durum isbat eder ki; bu meyveler tabiatın ve şuursuz toprağın işi değil, “İlim, İrade ve Kudret” sahibi bir Zât’ın, yani Allah’ın, kullarına özel olarak hazırladığı ikramlardır. Her meyve, O’nun birliğine (Tevhid) bir mühürdür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Cismaniyetin pencereleri olan göz ve hafızadan süzülüp, şimdi insanın mahiyetinin en derin, en derûnî merkezine; “Kalb” ve “Vicdan” mekanizmasına iniyoruz.
Risale-i Nur’da ısrarla vurgulandığı üzere; insan sadece et ve kemikten ibaret bir cisim değildir. Onun hayatını idare eden, imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin merkezi olan manevi bir kalbi ve yalan söylemeyen bir vicdanı vardır.

1. Kalb: Âyine-i Samed (Samed Olan Allah’ın Aynası)

Manevi literatürümüzde ve Risale-i Nur’da “kalb”, göğüs kafesindeki et parçası değil; “Lâtife-i Rabbaniye” denilen, hislerin ve inancın merkezidir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, kalbin gıdasının ve huzurunun ancak kendi zikriyle mümkün olduğunu şöyle beyan eder :
> “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
>
* Tefekkürî Nazar:
İnsanın kalbi, kâinata sığmayacak kadar geniş arzulara sahiptir. Ebedi yaşamak ister, sonsuz aşkı arar, her şeye sahip olmak ister. Halbuki dünya fanidir, sınırlıdır.
İşte bu “sınırsız istemek” ve “sınırlı dünyada bulamamak” çelişkisi isbat eder ki; bu kalb, fani dünya için değil, Baki bir Zat için yaratılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati, “Kalb, âyine-i Samed’dir” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın aynasıdır) sözüyle özetler.

2. Vicdan: Fıtrat-ı Zîşuur (Şuurlu Yaratılış)

Vicdan, insanın içindeki “manevi yasakçı” ve “doğruyu gösteren pusula”dır. Akıl bazen safsatalarla yanılabilir, nefis yalan söyleyebilir; fakat vicdan, fıtratı gereği yalan söylemez.
* Vicdanın Dört Unsuru: Risale-i Nur, vicdanın dört ana unsurdan oluştuğunu ve bunların dört ayrı gayeye baktığını ifade eder:
* İrade: İbadetullaha bakar.
* Zihin: Marifetullaha (Allah’ı tanımaya) bakar.
* His: Muhabbetullaha (Allah sevgisine) bakar.
* Lâtife-i Rabbaniye: Müşahedetullaha (Allah’ı manen görmeye) bakar.
* Fıtrat Yalan Söylemez: Bir tohumun “Ben sümbül olacağım” demesi yalandan uzak olduğu gibi, vicdanın da bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacı haykırması gerçektir. Bir ateist bile, çok çaresiz kaldığında gayr-i ihtiyari içinden bir “Medet!” hissi duyar. İşte o ses, vicdanın sesidir.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Vicdanın Şehadeti
Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde, aklın yolu şaşırsa bile vicdanın Allah’ı unutmayacağını şöyle tasvir eder:
> “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”
> …
> Fıtrat yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.

İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. “(Mesnevi-i Nuriye, Nokta)
> Aynen öyle de: İnsanın mahiyetindeki o şiddetli hiss-i beka (ebediyet arzusu) ve o şedid muhabbet-i vücud ve o büyük iştiyak-ı hayat ve o hadsiz acz ve o nihayetsiz fakr; fıtraten ve bilbedahe Bâki bir Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un ve bir Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve bekasına delalet eder, bakar.
> Hatta aklın, şuurun, sözünü anlamadığı veya inanmadığı bir zamanda; o vicdan, o fıtrat, onu yalanlar, şehadetini gösterir.
>
4. İki Mühim Nokta: İstinad ve İstimdad

Vicdanın derinliğinde iki mühim “nokta” vardır:
* Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan sonsuz acizdir, düşmanları ve belaları çoktur. Vicdan, dayanacak bir Kudret-i Mutlaka arar. “Allah” der, O’na dayanır.
* Nokta-i İstimdad (Yardım İsteme Noktası): İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur, fakirdir. Vicdan, ihtiyaçlarını verecek bir Rahmet-i Vâsia arar. “Medet” der, O’ndan ister.
Bu iki nokta, vicdanı daima Kâbe-i Hakikat olan Allah’a çevirir. Namazdaki kıyam ve secde de bu iki noktanın bedeni ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Hayvanat âlemindeki o ibretli levhalardan sonra, şimdi kâinatın özü, meyvesi ve en mükemmel sanatı olan İnsana; yani kendi enfüsî dünyamıza dönelim.
Kur’an-ı Kerim’in “Ahsen-i Takvim” (en güzel kıvam ve suret) olarak tavsif ettiği insan vücudu, âdeta küçültülmüş bir kâinattır. Bu muazzam sarayın iki mühim penceresine; “Göz” ve “Hafıza” hakikatine Risale-i Nur’un dürbünüyle bakalım.

1. Göz: Ruhun Penceresi

Biyolojik olarak göz, ışığı algılayan bir organ gibi görünse de, hakikatte o, ruhun bu âlemi seyrettiği bir penceredir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, bu nimetin şükrünü ve mesuliyetini şöyle hatırlatır (Meali):
> “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minûn, 23/78)
>
* Bilimsel ve Tefekkürî Nazar:
En gelişmiş kameralar dahi, insan gözünün “odaklanma hızı”na ve “renk algısı”na ulaşamaz. Göz, saniyeler içinde milyarlarca ışık fotonunu alır, beyne iletir ve ruh orada “görüntü” denilen manayı süzer.
Gözdeki mercek, ışığı kırar ama manayı kırmaz. Sâni-i Hakîm, göze öyle bir yapı vermiştir ki, insan o küçük et parçasıyla koca güneşi, yıldızları ve dağları içine alır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Göz Kime Satılmalı?
Bediüzzaman Hazretleri, Altıncı Söz’de gözün mahiyetini ve nasıl kullanılması gerektiğini şaheser bir tasvir ile anlatır. Eğer göz, nefis hesabına çalışırsa basit bir şehvet aleti olur; Allah hesabına çalışırsa kâinatın rahmet çiçeklerini seyreden bir arı olur.
> “Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.
> Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad (vasıta) derekesinde bir hizmetkâr olur.
> Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun namına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.”
> (Sözler, Altıncı Söz, s. 28)
>
2. Hafıza: Hardal Tanesindeki Kütüphane
İnsan vücudunun en hayret verici faaliyetlerinden biri de hafızadır. Mercimek tanesi kadar bir et parçasında (hafıza merkezi), insanın bütün hayat serüveni, öğrendiği diller, yüzler, sesler ve bilgiler saklanır.
* Ayet-i Kerime:
> “…Hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 50/18.Meali)
> Hafıza, bu yazılma işleminin insanın kendi vücudundaki maddi delilidir.
>
* Risale-i Nur Nazarı: Ahiretin Tapu Senedi

Risale-i Nur, hafızayı sadece bir “bilgi deposu” olarak görmez; onu Haşir (diriliş) ve Hesap gününün en büyük isbatı sayar.
Nasıl ki bir ağacın bütün programı küçücük çekirdeğinde yazılıdır; insanın bütün amelleri de hafızasında ve “Levh-i Mahfuz”un küçük bir numunesi olan kuvve-i hafızasında kaydedilir. Bu kayıt, “Bir mahkeme var, bu kayıtlar orada gösterilecek” diye haykırır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Hafîz İsminin Tecellisi
Bediüzzaman Hazretleri, Haşir Risalesi’nde hafızanın bu yönünü şöyle isbat eder:
> “Evet, şu hafîziyetin bu surette tecellisinden anlaşılıyor ki şu mevcudatın Mâlik’i, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder.

Şu hafîziyet işaret eder ki ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük en mükerrem en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve aslâ! ”
> (Sözler, Onuncu Söz, Yedinci Hakikat)
>
3. Netice: Enfüsî Bir Ders
Göz penceresinden baktık, hafıza kütüphanesini karıştırdık. Gördük ki:
* Göz: Bize, “Bak ve İbret Al, Sâni’ini tanı” diyor.
* Hafıza: Bize, “Unutma, her şeyin kaydediliyor, hesap gününe hazırlan” diyor.
İnsan, bu cihazlarla donatıldığı için diğer canlılardan ayrılır ve “Emanet”i yüklenen bir halife olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Kur’an-da Bahsedilen Hayvanlar.

Tefekkür yolculuğumuzda; Kur’an-da Bahsedilen Hayvanlar.

Kâinatın ve semâvâtın o haşmetli manzaralarından sonra, tekrar yeryüzüne dönelim. Kur’an-ı Kerim, sadece arı ve karıncayı değil; deveden örümceğe, sinekten kargaya kadar pek çok hayvanı bize birer tefekkür levhası olarak sunar.
Cenab-ı Hak, “Hâlık” (Yaratıcı) isminin nakışlarını bazen dev bir cüssede, bazen de gözle görülmeyen bir kanatta gösterir. İşte Kur’an’da zikredilen diğer mühim hayvanlar ve taşıdıkları hikmetler:

1. Çölün Gemisi: Deve (İbret ve Tasarım)

Kur’an-ı Kerim, insanı doğrudan deveyi incelemeye davet eder. Çünkü deve, içinde bulunduğu zorlu şartlara (çöl hayatına) en mükemmel şekilde donatılmıştır.
* Ayet-i Kerime:
> “Onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Gâşiye, 88/17-20 Meali)
>
* Tefekkür ve Hikmet:

* Su Deposu: Devenin hörgücü bir yağ deposudur; susuz kaldığında bunu suya ve enerjiye çevirir. Ayrıca alyuvarları, suyu tutmak için özel bir yapıdadır.
* Koruyucu Kalkanlar: Kirpikleri, kum fırtınasında gözünü korumak için ağ gibi örülür. Ayak tabanları, kızgın kumlarda batmadan ve yanmadan yürüyebilmesi için geniş ve yastık gibidir.
* Ders: Bu hayvan, “tesadüf” eseri olamaz. Çölü bilen, kumu tanıyan ve sıcağı ölçen bir Sâni-i Hakîm, deveyi o şartlara göre “özel tasarım” olarak yaratmıştır.

2. En Zayıf Ev: Örümcek (Ankebut)

Modern bilim örümcek ağının çelikten daha sağlam olduğunu söylerken, Kur’an neden “evlerin en çürüğü” tabirini kullanır? Burada muazzam bir sosyal ve manevi işaret vardır.
* Ayet-i Kerime:
> “Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/41.Meali)
>
* Tefekkür ve Hikmet:
* Manevi Zayıflık: Örümcek ağı madde olarak sağlam olsa da, “yuva” olarak en güvensiz yerdir. Çünkü dişi örümcek, çoğu zaman çiftleşmeden sonra erkeğini yer. Yavrular da büyüyünce birbirini yiyebilir. Aile bağı, şefkat ve emniyet yoktur.
* Ders: Ayet, Allah’tan gayrısına dayananların sisteminin, tıpkı örümcek evi gibi temelsiz, sevgisiz ve çök meye mahkûm olduğunu tasvir eder.

3. Küçük Bir Savaşçı: Sivrisinek ve Sinek
Nemrut gibi, insanları kendisine taptıran kibirli bir kralı, topal bir sivrisinekle mağlup eden Allah, büyüklüğün cüssede değil, sanatta olduğunu gösterir.
* Ayet-i Kerime:
> “Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) bir sivrisineği ve ondan da öte bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” (Bakara, 2/26 -Meali)
>
* Risale-i Nur Nazarı (Tanzifat Memurları):
Bediüzzaman Hazretleri, sinekleri ve sivrisinekleri “sıhhiye neferleri” ve “temizlik memurları” olarak görür. Onlar, gözle görülmeyen mikropları ve atıkları temizleyerek hastalıkların yayılmasını önleyen bir ekolojik denge unsurudur.
Lem’alar’da şöyle bir isbat yer alır:
> “Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.
Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sayfaları da öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddûs’ün bir cilve-i âzamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü’l-lâhm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.” (Lem’alar. 30.lem’a)
>
Ayrıca, Nemrut’un burnundan giren o küçücük sinek (sivrisinek), onun “Ene”sini (kibrini) yerle bir etmiştir.

4. İlk Muallim: Karga (Gurab)
İnsanlık tarihindeki ilk öğretmenlerden biri bir kargadır. Habil ve Kabil hadisesinde, kardeşini öldüren Kabil, cesedi ne yapacağını bilemezken, Allah ona bir karga gönderir.
* Ayet-i Kerime:
> “Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi…” (Mâide, 5/31.Meali)
>
* Tefekkür: İnsan, “eşref-i mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, bazen bir hayvandan ders alacak kadar aciz kalabilir. Karga, burada “sebeb-i hidayet” (yol gösterici) rolünü üstlenmiş ve insana cenaze adabını öğretmiştir.

5. Hudhud ve Ebabil: Görevli Kuşlar

* Hüdhüd (Çavuşkuşu): Hz. Süleyman’ın (a.s.) ordusunda, su kaynaklarını bulan ve haber taşıyan, sadık ve istihbaratçı bir kuş. (Neml Suresi). Hayvanların da peygamberlere itaat ettiğini ve özel vazifeler alabildiğini gösterir.
* Ebabil: Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin devasa fil ordusunu, gagalarında taşıdıkları pişmiş çamurdan taşlarla (siccil) darmadağın eden kuşlar. (Fil Suresi).
* Ders: Allah dilerse, gökyüzünün en narin kuşlarını, yeryüzünün en güçlü tankları (filleri) hükmündeki ordularına galip getirir. Güç, sayı çokluğunda değil, Allah’ın tarafında olmaktadır.
Netice: Kâinat Bir Sergidir
Bu hayvanların her biri;
* Deve: Sabır ve dayanıklılığı,
* Örümcek: Yalnızlığı ve dayanıksızlığı,
* Sinek: Acziyeti ve temizliği,
* Kuşlar: Tevekkülü (rızkın Allah’tan olduğunu) ve teslimiyeti anlatır.
Hepsi, kendi lisan-ı halleriyle “Sübhanallah” diyerek Yaratıcılarını tesbih ederler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Gözümüzü yukarı kaldırdığımızda gördüğümüz o parıltılı noktalar, aslında her biri dünyamızdan binlerce kat büyük olan ateş toplarıdır. Akıl, o koca kütlelerin boşlukta nasıl durduğunu düşünürken hayretinden donakalır. Risale-i Nur, yıldızları ve galaksileri; bu kâinat sarayının tezyinatı (süsleri), lambaları ve ilahi kudretin haşmetli şahitleri olarak tasvir eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de Semâvât: Direksiz Duran Tavan

Cenab-ı Hak, o muazzam kütlelerin görünür bir direk olmaksızın nasıl durdurulduğunu nazara verir.
Ra’d Suresi 2. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Ra’d, 13/2)
>
2. Bilimsel Nazarla: Cazibe (Kütle Çekim) ve Hız

Modern astronomi ilmi, gök cisimlerinin bu nizamını “Kütle Çekim Kanunu” (Cazibe-i Umumiye) ve “Merkezkaç Kuvveti” ile açıklar.
* Hassas Terazi: Eğer çekim kuvveti (Cazibe) bir parça fazla olsa, yıldızlar birbirine çarpıp kıyameti koparırdı. Eğer merkezkaç kuvveti (dönme hızı) bir parça fazla olsa, hepsi uzaya savrulup dağılırdı.
* Sessiz Sürat: Dünya, saatte yaklaşık 108.000 km hızla dönerken, Güneş sistemi de bütün ailesiyle birlikte galaksi içinde saniyede 220 km hızla yol alır. Bu dehşetli hıza rağmen, ne bir gürültü duyarız ne de sarsıntı hissederiz. Sanki bir beşik gibi sükûnetle gezdiriliyoruz.

3. Risale-i Nur Nazarı: “Kayyum” İsminin Tecellisi

Risale-i Nur, fen bilimlerinin “Çekim Kuvveti” dediği kanunun arkasındaki hakikatin, Cenab-ı Hakk’ın “Kayyum” (Her şeyi varlıkta tutan) isminin bir tecellisi olduğunu isbat eder. “Kanun” dediğimiz şey, tek başına bir güç değildir; Kudretin icraatına verdiği bir isimdir.
Eğer Allah, “Kayyumiyet” tecellisini bir an çekse, o milyarlarca yıldız, tesbih taneleri gibi dağılır ve kâinat yokluğa yuvarlanır.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Yıldızların Konuşması

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Otuz İkinci Söz’de, gökyüzünü bir şehre ve yıldızları da o şehrin elektrik lambalarına benzetir. Sonra o yıldızların lisan-ı haliyle (hal diliyle) insana verdiği dersi şöyle tasvir eder:
> “yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lambaları gibi onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvi, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.
…….”Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.” diye ilan ederler. ”
> (Sözler, Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkif.)
>
5. Tefekkürün Özü: Dehşetten Ünsiyete (Dostluğa)

Normalde insan, bu sonsuz boşluk ve devasa ateş topları karşısında korkmalı ve ürkmelidir. Ancak iman gözlüğüyle bakıldığında; o yıldızlar korkunç birer canavar değil, Rahman olan Rabbimizin sarayını süsleyen munis (dost) birer lamba olur. “Rabbimin mülkü ne kadar geniştir” diyerek insan ferahlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Zira Kur’an-ı Kerim, yeryüzünü bir beşik, dağları birer direk, denizleri ise içinde hazinelerin saklandığı birer depo olarak tasvir eder. Bu ıslak ve derin âlemde, Rezzâk isminin (rızık veren) en parlak tecellilerini ve suyun kaldırma kuvvetinde gizli olan Rahmet hakikatini görelim.

1. Bilimsel Nazarla: Derinlerdeki Hayat ve Işık

Bilimsel araştırmalar, güneş ışığının ulaşamadığı o karanlık dip denizlerde bile hayat olduğunu isbat etmiştir. Normal şartlarda, fotosentez olmadığı için hayatın olmaması gerekirken, orada bambaşka bir nizam işler.
* Karanlıkta Işık: O zifiri karanlıkta yaşayan bazı balıklar, kendi vücutlarında kimyasal reaksiyonla ışık üretirler (Biyolüminesans). Bu, onlara o karanlıkta hem yol gösterir hem de avlarını cezbeder. Tesadüfün, hiç görmediği bir karanlığa göre “fener” icat etmesi mümkün müdür?
* Basınca Meydan Okuma: Okyanus diplerindeki muazzam basınç altında, çelikten denizaltıların bile ezildiği derinliklerde; jel kıvamındaki nazik balıklar, o basınca dayanacak bir yapıda yaratılmıştır.
* Rengarenk Sanat: Güneşin renginin solduğu derinliklerde, mercanların ve balıkların o harika renkleri ve desenleri, “Beni gören bir Nazar var, bu sanat O’nun içindir” diye lisan-ı hal ile haykırır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Deniz: Rızık ve Süs

Cenab-ı Hak, denizi sadece bir su birikintisi olarak değil, insana hizmet eden bir hazine olarak yaratmıştır.
Nahl Suresi 14. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. Bütün bunlar O’nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 16/14)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Acziyet ve Rızık Dengesi

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, rızkın zekâ ve kuvvetle değil, acziyet ve fakr ile geldiğini isbat etmek için balıkları ve tilkileri mukayese eder.
* Kurnaz Tilki: Zekâsına ve gücüne güvenen, rızkının peşinde koşan tilki ve maymun gibi hayvanlar, rızklarını çok zahmetle ve az bulurlar. Sık sık aç kalırlar.
* Aptal Balık: Gücü, kuvveti ve aklı olmayan, yani tam bir acziyet içinde bulunan balıklar ise; rızıkları ayaklarına kadar gelir, zahmetsizce beslenirler. Hatta o kadar bereketlidirler ki, milyonlarca yumurta ile çoğalırlar ve insana da gıda olurlar.
Bu durum gösteriyor ki; rızkı veren Kudret, aciz ve zayıf olanı daha çok himaye etmektedir.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Rızık Kanunu
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar adlı eserinde bu hakikati, “İktisat Risalesi” bağlamında şöyle tasvir eder:

> “Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkâranesi, mükemmel rızıklarına medar olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
…….Hem çok âlimlerin ve ediblerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların fıtrî, kanaatkârane vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakîlleşir.”
> (Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte)
>
5. Hikmet Penceresi: Kaldırma Kuvveti mi, Rahmet Eli mi?

Fen bilimleri buna “Suyun Kaldırma Kuvveti” ve “Arşimet Prensibi” der. Bu bir tesbittir, doğrudur. Ancak tefekkür ehli için o kuvvet; İlahi Rahmetin suyu istihdam etmesidir.
Eğer suyun o özelliği olmasaydı veya suyun yoğunluğu biraz daha az olsaydı; o devasa gemiler, tonlarca yükle birlikte batıp giderdi. Denizler arası ticaret, ulaşım ve Nahl suresinde geçen “suları yara yara gitme” nimeti olmazdı. Demek ki su, kendi başına bizi kaldırmıyor; onu bir beşik gibi musahhar eden (emre amade kılan) Allah’ın rahmetidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Bilimsel araştırmaların hayretle incelediği, Kur’an’ın “vahy-i ilahiye” mazhar olduğunu bildirdiği bu küçük mucize hem mimarisiyle, hem kimyasıyla, hem de sosyal hayatıyla tam bir harikadır.

1. Bilimsel Nazarla: Mühendislik ve Kimya Harikası

Biyoloji ve zooloji ilmi, arının o küçücük dimağında (beyninde) dönen muazzam hesaplamaları keşfettikçe hayran kalmaktadır. Bu faaliyetler, kör bir içgüdüyle değil, ancak ilahi bir sevk ile izah edilebilir:
* Altıgen Mucizesi (Geometri): Arılar, peteklerini neden kare veya daire değil de altıgen yapar? Matematiksel isbatlar gösteriyor ki; en az balmumu (malzeme) harcayarak, en fazla balı (ürünü) depolamak için kâinattaki en mükemmel şekil altıgendir. Binlerce arı, farklı noktalardan petek örmeye başlar ve ortada buluştuklarında milimetrik bir hata, bir ek yeri izi dahi olmaz.
* Dans Dili (İletişim): Bir kâşif arı, zengin bir çiçek tarlası bulduğunda kovana döner ve “sallanma dansı” yapar. Bu dansın açısı güneşe göre yönü, titreme süresi ise mesafeyi tam bir isabetle bildirir.
* Kimya Laboratuvarı: Zehirli çiçeklerden topladığı nektarı, kendi vücudundaki laboratuvarda şifalı bir gıdaya dönüştürür. Bu dönüşüm, modern kimyanın taklit edemediği bir sanattır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Arı: “Vahy-i İlahi”
Cenab-ı Hak, diğer hayvanlara “ilham” ettiğini buyururken, arı için doğrudan “vahyetti” tabirini kullanır. Bu, arının vazifesisinin ne kadar hassas ve rabbani olduğunu gösterir.
Nahl Suresi 68-69. Ayetler şöyledir:
> “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz evler edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!’ Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen bir kavim için bunda büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 16/68-69)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Küçücük Bir Fabrika

Bediüzzaman Hazretleri, arının cüssesinin küçüklüğüne inat, vazifesinin büyüklüğünü ve sanatının mükemmelliğini nazara verir. O, arıyı bir “Rabbani Makine” veya “İlahi bir Fabrika” olarak tasvir eder.
Arı, karınca gibi sadece “ben” demez, “biz” der ve ürettiği balı insanlara ikram eder. Bu hâl, onun “Rahman” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir.
> “Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder. .”
> (Şualar, Yedinci Şua, İkinci Bab, İkinciHakikat)
>
4. Sinek ve Arı Farkı: Müsbet ve Menfi Hareket

Tefekkürümüzde bir incelik daha var: Sinek ve arı farkı.
* Sinek, pisliğe ve yaraya konar; mikrop taşır (menfi hareket).
* Arı ise, daima temiz çiçeklere, güzel kokulara konar; şifa taşır (müsbet hareket).
Bu da insana bir derstir: Güzel gören güzel düşünür. Mü’min, arı gibi olmalı; her şeyin güzel tarafını (çiçeğini) bulmalı ve oradan bal (hakikat) süzmelidir.

5. Netice: Kanaatin Bereketi
Önceki adımda, karıncanın hırs ile ayaklar altında kaldığını görmüştük. Arı ise kanaat ettiği, başkaları için yaşadığı ve vazifesini “Allah namına” yaptığı için başlar üstünde uçar. İnsanlar ona hizmet eder, kovanını korur. İşte sır buradadır: Kim kendisi için yaşarsa küçülür, kim başkaları ve Allah rızası için yaşarsa büyür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025