Güç Sahipliğinin İmtihanı: “Nimet” Olarak Şehir ve İlahi Adalet

Güç Sahipliğinin İmtihanı: “Nimet” Olarak Şehir ve İlahi Adalet

Tarih, kudreti eline geçirenlerin bu kudretle nasıl imtihan olduklarının sayısız misaliyle doludur. Siyaset düşüncesinin en kadim meselesi, gücün tabiatı gereği yol açtığı “zehirlenme” ve bu zehirlenmenin zahirî yansımalarıdır. İnsanlık tarihi, asıllarını unutan, enaniyet çukuruna düşen ve elindeki “nimetleri” şahsi birer basamak telakki edenlerin hüsranına şahittir.
Bu ezelî hayat mücadelesinin modern bir yansımasını gözler önüne sermektedir.

“Büyük Oyun” ve İktidarın Gölgesi

Büyük şehirler, bilhassa İstanbul gibi cihanşümul bir asıldan gelen kadim merkezler, her devirde sadece bir yaşam alanı değil, aynı zamanda bir iktidar sembolü, bir “atlama taşı” olmuşlardır. “Büyük Oyun” ve “derin akıl” mefhumları, siyasi hayatın sadece zahirî (görünen) bir cepheden ibaret olmadığını, dahilî ve girift bağlantıların olduğunu iddia eder.
Bu nazarla bakıldığında, ahtapotun kolları misali yayılan ve “gizli şer odakları” olarak tasvir edilen yapılar, meşru zeminleri kullanarak küllî bir hâkimiyet tesis etme gayesi güdebilirler. Bu noktada en tehlikeli yanılma, “hedefe giden yolda her şey meşrudur” pervasızlığıdır. Fazilet sahibi bir idare, gayesinin meşruiyeti kadar, o gayeye ulaşmak için kullandığı vasıtaların meşruiyetiyle de mükelleftir.
Mühim nokta budur: Meşru bir hedefe (eğer hedef meşru ise) gayri meşru yollarla, yolsuzlukla veya emanete hıyanetle varılamaz. Varıldığı zannedilen yer, olsa olsa bir “güç zehirlenmesi” halüsinasyonudur.

Sorumluluk, Vurdumduymazlık ve Kör Muhalefet

“İstanbul nimet nimet!” ifadesi, bu şehrin sunduğu imkanların muazzamlığını gösterir. Ancak bu “nimet,” idareci omuzlarına ağır bir mesuliyet yükler. Halkın darda, karda kalması, sel veya deprem gibi felaketlerle boğuşması anlarında, idareciden beklenen faaliyet, ciddiyet ve samimiyettir.
Bir yandan “balıkçıda yemek” veya “tatil yapmak” gibi misaller, bu mesuliyet duygusundan kopuşun, enaniyetin ve halkın derdiyle dertlenmemenin sembolleri haline gelir.
Bu vurdumduymazlığı daha da tehlikeli kılan, senaryodaki tesbitle, “Erdoğan düşmanlığı” gibi zıt kutuplar üzerine kurulu siyasi atmosferdir. Siyasi taassup, gözleri kör eder; nazar ve bakış kabiliyetini alır. Taraftarlar, yapılanları görmedikleri gibi, yapılmayanları da “vardır bir hikmeti” diyerek örterler. Yapıcı tenkit mekanizması işlemez, zira her tenkit “düşman” safına yazılmakla eşdeğer tutulur. Bu körlük, tasvir edilen “şer odaklarının” ve yolsuzluk düzeninin en kuvvetli gıdasıdır.

Mızrak, Çuval ve İlahi Adalet

Ancak hayatın değişmez bir kaidesi vardır: “Artık mızrak çuvala sığmıyor.”
İnsan eliyle kurulan her hileli düzen, ne kadar “derin akıl” ürünü olursa olsun, kendi zıt delillerini üretir. Kanalizasyon patladığında, koku her yere yayılır ve hiçbir suni gündem bu kokuşmuşluğu perdeleyemez. Verilen vaatlerin unutulması, yapılan yolsuzlukların ifşa olması, kaderin bir tecellisidir.
İşte bu noktada, küllî senaryonun son ve en vurucu kısmına geliyoruz: İlahi Adalet.
Dünya hayatındaki eksik ve gecikmiş adalet, düşünce sahibi insanı Ahiret’e yönlendirir. Zira, “İyi ki ahiret var.” Orada hiçbir şey gizli kalmaz. Organlar konuşur, gizlilikler ifşa olur. Hâkim bizzat Allah’tır; rüşvet, iltimas, siyasi taraftarlık veya “konjonktür” orada sökmez.
Yetimin, fakir fukaranın, garip gurebanın malına el uzatanlar, o gün en çetin hesapla yüzleşirler. İnsanların hileleri, planları, “büyük oyunları” ne olursa olsun, asıl ve küllî plan sahibinin Allah olduğu hakikati değişmez.
Âl-i İmrân Suresi, 54. Ayet):
> “Onlar tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını bozdu. Allah tuzak bozanların en hayırlısıdır.”
>
Netice olarak, tarihi ibret şudur: Hiçbir güç, adaletten üstün değildir. Ve hiçbir hile, İlahi adaletten kaçamaz. Kaderin tokadı geç gelse de, isbatı ve tesiri çetin olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




BÜYÜK OYUNUN PERDE ARKASI: NİMET OLAN ŞEHRİN İMTİHANI

BÜYÜK OYUNUN PERDE ARKASI: NİMET OLAN ŞEHRİN İMTİHANI

Tarih, bir şehrin yalnızca binalar ve sokaklardan ibaret olmadığını, bazen bir ülkenin kalbi, bazen bir milletin hafızası, bazen de küresel hesapların mihveri hâline geldiğini defalarca göstermiştir. İşte İstanbul da böyle bir şehirdir:
Nimet… nimet…
Yalnız maddî değil, içtimaî, siyasî ve iktisadî bakımdan nimet.
Bu nimet, ehlinin elinde bereket olur; ehil olmayanın elinde ise güç zehirlenmesine dönüşür.
Tarihte birçok kez görüldüğü üzere, bir şehri ele geçiren zihniyet, o şehrin imkânlarını kendi maksadına göre biçimlendirmeye başlar. Böylece şehir, bir atlama taşı, büyük bir hedefin ilk büyük basamağı hâline gelir.

ASIRLIK OYUNUN YENİ PERDESİ

Görünürde basit görünen bazı hadiselerin ardında, derûnî bir aklın, zahirî planların ve asırlık komitelerin bulunduğunu tarih defalarca göstermiştir.
Bu derin hesaplar bazen masonik yapılanmalarla, bazen iç ve dış şer komiteleriyle, bazen de ahtapotun kolları gibi her yere sızan iltisaklı unsurlarla kendini gösterir.
Ve bir gün…
Hazır oy potansiyeli olan bir parti satın alınır.
Ardından nimet olan İstanbul’un imkânları, daha büyük bir hedef için “yakıt” hâline getirilir.
O hedef, Türkiye’nin istikametine dümen kırmaktır.
Sahnede görünen aktörler değişir, fakat perde arkasındaki akıl aynı kalır:
“Hedef için her yol meşrudur” anlayışı.
Ancak unutulan, göz ardı edilen, hatta bir nevi çiğnenen hakikat şudur:
Gayr-i meşru bir yol, hiçbir zaman meşru bir hedefe götürmez.
Tarih; bu ilkeyi unutanların helâkini, çöküşünü ve dağılmasını defalarca kaydetmiştir.

VE ŞEHİR İMTİHANA ÇEKİLİR

Bir şehir düşün ki:
Sel bastığında ortada yoklar…
Kardan yollar kilitlendiğinde başka diyarlarda tatildeler…
İstanbul’ın yükü omuzlarında iken, balıkçıda balık yiyen bir rahatlık…
Sanki şehir değil de şahsî bir işletme…
Sanki milletin emaneti değil de şahsî bir imkân…
Vaatler mi?
Zamanla unutulur…
Onlar hatırlatıldığında da “düşmanlık söylemleri” her şeyi örter.
Düşünce ve hikmet geri planda kalır; tarafgirlik gözleri perde gibi sarar.
Yapılan da görünmez, yapılmayan da.

GÜCÜN SARHOŞLUĞU VE KAÇINILMAZ SON

Kader, daima suyun yüzünde yürüyen hakikati muhafaza eder.
Zulüm; ne kadar ustaca gizlenirse gizlensin,
Hile ve oyun ne kadar profesyonelce kurulursa kurulsun,
Yine de bir gün mızrak çuvala sığmaz.
Ve işte bugünler…
Kanalizasyon patladı; koku her yere dağıldı.
Artık saklanacak yer kalmadı.
Gizlenen açığa, gizli tutulan faş olmaya başladı.
Nice planlar kuruldu, nice hesaplar yapıldı, nice tuzaklar örüldü…
Fakat görülmedi ki, insanın bir hesabı varsa Allah’ın da hesabı vardır.

ASIL MAHKEME

Dünya mahkemeleri bazen şaşabilir, bazen yanıltılabilir, bazen güçlülerin baskısıyla şekillenebilir.
Lâkin asıl mahkeme,
ne rüşvetin işlediği,
ne iltimasın geçtiği,
ne torpilin sök­tüğü yerdir.
Orada dil konuşmaz,
organların şehadeti vardır.
Orada dosya gizlenmez,
niyetler apaçık görünür.
Yetimin, fakir ve fukaranın, garip ve gurebanın hakkını yiyene,
Allah yedirmez.
O gün geldiğinde, kimsenin kaçacak yeri kalmaz.

AYET İKTİBASI
Âl-i İmrân Sûresi 54. Ayet:
“Onlar tuzak kurdular; Allah da onların tuzağını boşa çıkardı. Allah tuzakları boşa çıkaranların en hayırlısıdır.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Varlığın İki Yüzü: Eserden Müessir’e Küllî Bir Nazar

Varlığın İki Yüzü: Eserden Müessir’e Küllî Bir Nazar

Kâinatta varlık sahasına çıkan her bir mevcud, ister bir zîhayat (hayat sahibi) olsun, ister bir zerre; iki temel cihete (yöne) sahiptir. Bu cihetlerden biri, onun kendi zâtına, fânî yapısına ve maddî suretine bakan “zahirî” yüzüdür. Diğeri ise, onu var edene, terbiye edene, binbir hikmetle donatana bakan “derûnî” ve sonsuzluklara açılan yüzüdür.
Varlığın kendisine bakan ciheti “bir” ise, yani sınırlı, geçici ve tek bir suretten ibaretse; onu Yaratıcı’sına, Sâni’ine bağlayan cihetler “binler”, hattâ nihayetsizdir.
Bu makale, kâinata ve mevcudata bakıştaki (nazardaki) bu iki farklı ciheti ve “bir”den “binlere” geçişin hikmetini tahlil etme gayretidir.
Bir Cihet: “O” (Mana-yı İsmî / Zahirî Bakış)
Varlığa sadece kendine bakan cihetiyle, yani “mana-yı ismî” ile baktığımızda, gördüğümüz şey fânî bir suretten ibarettir. Bu bakış açısı, bir çiçeğe baktığında sadece onun renklerini, yapraklarını ve fânî güzelliğini görür. Bir insana baktığında onun et ve kemikten müteşekkil maddî yapısını ve bu dünyadaki geçici faaliyetlerini müşahede eder.
Bu nazar, eseri görür ama Müessir’i göremez. Sanatı takdir eder ama Sanatkâr’ı tanıyamaz. Bu, kâinatı mânâsız, tesadüfî ve karanlık bir “tabiat” yığını olarak görmektir. Bu “bir” cihet, varlığın hakikatini tasvir etmekten o kadar uzaktır ki, en güzel sanatı bir “tuval” ve en hikmetli kitabı bir “kâğıt” mertebesine indirir. Bu bakış, varlığın sadece “nefsine” bakan cihetidir ve ekseriya aldatıcıdır.
Binler Cihet: “O’ndan” (Mana-yı Harfi / Derûnî Bakış)
İbret ve hikmet nazarı ise, mevcudatın “kendine bakan” cihetinden sıyrılıp, “Yaratıcı’sına bakan” binler cihetine odaklanır. Bu, “mana-yı harfi” ile bakmaktır; yani varlığa “O’nun eseri”, “O’nun sanatı”, “O’nun mektubu” olarak nazar etmektir.
Bu bakış açısı devreye girdiğinde, o “bir” cihet, “binler” cihetin kapısını açan bir anahtar olur:
* O “bir” çiçek, sadece bir bitki değildir.
* Üzerindeki muntazam nizamıyla Âdil ve Nazîm olan Sâni’i bildirir.
* Göz alıcı renkleri ve estetiğiyle Cemîl ve Musavvir olan Sanatkâr’ı tanıtır.
* Kuru topraktan o lâtif suretin çıkmasıyla Kâdir ve Hakîm olan Yaratıcı’nın kudretini ilan eder.
* Yaydığı güzel koku ve sunduğu şifayla Rahmân ve Rahîm olan Rabb’in lütfunu gösterir.
Görüldüğü gibi, çiçeğin “kendine bakan” fânî sureti “bir” iken; o suretin gösterdiği, işaret ettiği Esmâ-i İlâhiyye (İlahî İsimler) ve sıfatlar ciheti “binler”dir.
Teşbihin Hikmeti: Sanat ve Sanatkâr
“teşbihte hata olmasın” kaydıyla sunulduğu sanat-sanatkâr misali, bu hakikatin anlaşılmasında pek lâtif bir ölçüdür.
Bir ressamın tablosu, evet, bir tuval ve boyadır (kendine bakan ciheti). Lâkin o tablo, ressamın hayal dünyasını, ilmini, hissiyatını, kabiliyetini ve dünyaya bakışını (sanatkâra bakan cihetleri) yansıtır. Sınırlı bir beşerî sanat dahi, sanatkârının pek çok vasfını bize bildirir.
Şimdi bu misali kâinatın bütününe, yani bu küllî sergiye tatbik edelim:
Eğer fânî ve âciz bir insanın eseri, onun bu kadar çok vasfını gösterirse; elbette bu muhteşem kâinat sarayının Sâni-i Zülcelâl’i, bu kâinattaki her bir atomdan her bir galaksiye kadar sergilediği nihayetsiz sanat eserleriyle, kendi sonsuz İlim, Kudret, Hikmet, Rahmet ve Cemâl’ini tanıttırmaktadır.
Beşerî sanatkâr, eseriyle sınırlı özelliklerini gösterir. Kâinatın Sanatkârı ise, her bir eseriyle sonsuz sıfatlarının tecellilerini, binbir isminin pırıltılarını göstermektedir. Bu sebeple O’na bakan cihet “binler” değil, hakikatte “nihayetsiz”dir.

Netice: İbret ve Tefekkür
Hayatın ve varlığın esası, bu “bir” cihetten ibaret olan fânî surete takılıp kalmak değil, o “bir” kapıdan geçerek “binler” cihetin açıldığı marifet (tanıma) meydanına dâhil olmaktır.
İbret şudur: Varlığa “mana-yı ismî” ile, yani “Ne güzel!” diyerek bakmak, o güzelliği varlığın zâtına verip boğmaktır.
Hikmet şudur: Varlığa “mana-yı harfi” ile, yani “Ne güzel yapılmış!” ve “Ne güzel bildiriyor!” nazarıyla bakmak, o güzelliği asıl Sahibi’ne, Sanatkârı’na iade etmektir.
Cenâb-ı Hak, bizlere kâinata “bir” cihetle bakan fânî gözü değil, “binler” cihetle bakan ve her şeyde Sanatkârı’nın izini süren “ibret nazarı” ihsan eylesin. Tâ ki, her bir varlık, gözümüz önünde Sâni’ini tanıtan binlerce lisan ile konuşan bir dellâl (tellal) ve O’ndan haber getiren hikmetli bir mektup olsun.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
17/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

Tefekkür yolculuğumuzda- Kur’an-da Meyveler

İnsan vücudunun o muazzam donanımını (göz, hafıza, kalb) inceledikten sonra; şimdi o vücudun ihtiyacı olan ve Rezzâk-ı Kerim’in “Rahmet Hazinesi”nden gönderdiği meyveleri tefekkür edelim.
Kur’an-ı Kerim; meyveleri sadece birer gıda olarak değil, Cennet nimetlerinin birer numunesi ve kudret-i İlahiyenin birer isbatı olarak nazara verir. Risale-i Nur’da bu meyveler, “Kudretin mucizeleri” ve “Rahmetin hediyeleri” olarak tasvir edilir.

1. Hurma: Mü’minin Temsili ve Şifa Kaynağı
Hurma, Kur’an’da en çok zikredilen meyvelerden biridir. Hem dünya rızkı hem de Cennet nimeti olarak anlatılır.
* Ayet-i Kerime (Hz. Meryem ve Hurma):
Hz. Meryem’in doğum sancısı çektiği esnada Allah ona taze hurma yemesini emreder. Mealinden:
> “Hurma dalını kendine doğru silkele ki, üzerine taze, olgun hurma dökülsün.” (Meryem, 19/25)
>
* Tefekkür ve Hikmet:
Bilimsel olarak hurma, doğum sırasında ihtiyaç duyulan enerjiyi ve rahim kaslarını düzenleyen (oksitosin benzeri) maddeleri ihtiva eder. Kuru bir topraktan, o tatlı ve vitamin deposu meyvenin çıkması, toprağın değil, Rahman’ın işidir.
Hz. Peygamber (s.a.v.), hurma ağacını (Nahle) mü’mine benzetmiştir; kökü sağlam, meyvesi boldur.

2. İncir ve Zeytin: Üzerine Yemin Edilen Mucizeler

Cenab-ı Hak, Tin Suresi’nde bu iki meyve üzerine yemin ederek söze başlar. Bu, onların biyolojik ve manevi kıymetine büyük bir işarettir.
* Ayet-i Kerime:
> “İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emîn beldeye yemin olsun ki…” (Tîn, 95/1-3)
>
* Zeytin (Nur ve Bereket):
Zeytin ağacı Kur’an’da “mübarek” bir ağaç olarak geçer. Yağı, ışık verme özelliğiyle “Nur” suresinde Allah’ın nurunun tasvirinde kullanılır. Hem gıdadır, hem katıktır, hem ışıktır, hem ilaçtır.
* İncir (Biyolojik Hafıza):
Risale-i Nur, inciri “Haşir” ve “Hafıza” bahsinde mühim bir delil olarak kullanır.
Koca incir ağacının bütün planı ve programı, o küçücük çekirdeğinin içine yerleştirilmiştir. Bu durum, Allah’ın “Hafîz” (Koruyan/Kaydeden) isminin bir cilvesidir.
Risale-i Nur’dan İktibas:
> “Evet, şu İmam-ı Mübin, bir nevi ilim ve emr-i İlahînin bir unvanıdır. Yani eşyanın mebâdileri ve kökleri ve asılları, kemal-i intizam ile eşyanın vücudlarını gayet sanatkârane intac etmesi cihetiyle elbette desatir-i ilm-i İlahînin bir defteri ile tanzim edildiğini gösteriyorlar. Ve eşyanın neticeleri, nesilleri, tohumları; ileride gelecek mevcudatın programlarını, fihristelerini tazammun ettiklerinden elbette evamir-i İlahiyenin bir küçük mecmuası olduğunu bildiriyorlar. Mesela bir çekirdek, bütün ağacın teşkilatını tanzim edecek olan programları ve fihristeleri ve o fihriste ve programları tayin eden o evamir-i tekviniyenin küçücük bir mücessemi hükmünde denilebilir.”
> (Mektubat, Onuncu Mektup)
>
3. Üzüm: Kuru Çubuktan Akan Şerbet
Üzüm, Kur’an’da cennet tasvirlerinde sıkça geçer. İnsana verilen rızkın, sebeplerin (ağaç, dal, toprak) eseri olmadığını, doğrudan Kudret’ten geldiğini haykırır.
* Ayet-i Kerime:
> “Sizin için orada hurma ve üzüm bağları inşa ettik. Oralarda sizin için birçok meyveler vardır ve onlardan yersiniz.” (Mü’minûn, 23/19)
>
* Risale-i Nur Nazarı:
Bediüzzaman Hazretleri, üzüm asmasını “kupkuru bir çubuk” olarak tarif eder. O kuru odundan, incecik bir sap ile takılmış, içi şerbet dolu, ambalajı (kabuğu) narin o sulu topların çıkması, kör tesadüfün işi olamaz. O kuru çubuk, bir fabrika değil, sadece bir tabeladır; rızkı gönderen Allah’tır.

4. Nar: Mücevher Sandukçası

Nar, iç dizaynı, tanelerinin yerleşimi ve ambalajlanmasıyla tam bir “İlahi Sanat” harikasıdır.
* Ayet-i Kerime:
Rahman Suresi’nde cennet meyveleri sayılırken özellikle vurgulanır:
> “İkisinde de (her çeşit) meyve, hurma ve nar vardır.” (Rahmân, 55/68)
>
* Tefekkür:
Bir nar tanesini düşünün; incecik bir zarda saklanan tatlı su. Yüzlercesi bir araya geliyor, hiçbiri diğerini ezmiyor, sıkıştırmıyor. Dışına sertçe bir kabuk örülüyor ki bozulmasın.
Risale-i Nur’da meyveler, “Konserve kutuları” ve “Kudretin tatlı hediyeleri” olarak isimlendirilir. Nar, bu hediyelerin en süslü olanlarındandır, adeta bir sandukça-i murassadır (süslü mücevher kutusu).

5. Muz (Talh): Dizilmiş Lezzet
Vakıa Suresi’nde cennet ehlinin nimetleri anlatılırken “Talh” kelimesi geçer. Müfessirlerin çoğu buna “muz” manası vermiştir.
* Ayet-i Kerime:
> “Ve meyveleri salkım salkım dizili muz ağaçları…” (Vâkıa, 56/29)
>
* Hikmet:
Muzun, lifli yapısı, kolay sindirimi ve salkım halindeki o düzenli dizilişi, “nizam” ve “intizam” sahibini gösterir. Ambalajı (kabuğu) en pratik, kendisi en leziz bir rızıktır.

Netice: Sikke-i Tevhid (Birlik Mührü)
Bütün bu meyvelere baktığımızda şunu görüyoruz:
Toprak aynı, su aynı, güneş aynı… Fakat birinden zeytin çıkıyor, diğerinden incir; birinden acı biber, diğerinden tatlı üzüm.
Bu durum isbat eder ki; bu meyveler tabiatın ve şuursuz toprağın işi değil, “İlim, İrade ve Kudret” sahibi bir Zât’ın, yani Allah’ın, kullarına özel olarak hazırladığı ikramlardır. Her meyve, O’nun birliğine (Tevhid) bir mühürdür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Tefekkür yolculuğumuzda; Kalb ve Vicdan

Cismaniyetin pencereleri olan göz ve hafızadan süzülüp, şimdi insanın mahiyetinin en derin, en derûnî merkezine; “Kalb” ve “Vicdan” mekanizmasına iniyoruz.
Risale-i Nur’da ısrarla vurgulandığı üzere; insan sadece et ve kemikten ibaret bir cisim değildir. Onun hayatını idare eden, imanın ve küfrün, sevginin ve nefretin merkezi olan manevi bir kalbi ve yalan söylemeyen bir vicdanı vardır.

1. Kalb: Âyine-i Samed (Samed Olan Allah’ın Aynası)

Manevi literatürümüzde ve Risale-i Nur’da “kalb”, göğüs kafesindeki et parçası değil; “Lâtife-i Rabbaniye” denilen, hislerin ve inancın merkezidir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, kalbin gıdasının ve huzurunun ancak kendi zikriyle mümkün olduğunu şöyle beyan eder :
> “Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
>
* Tefekkürî Nazar:
İnsanın kalbi, kâinata sığmayacak kadar geniş arzulara sahiptir. Ebedi yaşamak ister, sonsuz aşkı arar, her şeye sahip olmak ister. Halbuki dünya fanidir, sınırlıdır.
İşte bu “sınırsız istemek” ve “sınırlı dünyada bulamamak” çelişkisi isbat eder ki; bu kalb, fani dünya için değil, Baki bir Zat için yaratılmıştır. Bediüzzaman Hazretleri bu hakikati, “Kalb, âyine-i Samed’dir” (Hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın aynasıdır) sözüyle özetler.

2. Vicdan: Fıtrat-ı Zîşuur (Şuurlu Yaratılış)

Vicdan, insanın içindeki “manevi yasakçı” ve “doğruyu gösteren pusula”dır. Akıl bazen safsatalarla yanılabilir, nefis yalan söyleyebilir; fakat vicdan, fıtratı gereği yalan söylemez.
* Vicdanın Dört Unsuru: Risale-i Nur, vicdanın dört ana unsurdan oluştuğunu ve bunların dört ayrı gayeye baktığını ifade eder:
* İrade: İbadetullaha bakar.
* Zihin: Marifetullaha (Allah’ı tanımaya) bakar.
* His: Muhabbetullaha (Allah sevgisine) bakar.
* Lâtife-i Rabbaniye: Müşahedetullaha (Allah’ı manen görmeye) bakar.
* Fıtrat Yalan Söylemez: Bir tohumun “Ben sümbül olacağım” demesi yalandan uzak olduğu gibi, vicdanın da bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacı haykırması gerçektir. Bir ateist bile, çok çaresiz kaldığında gayr-i ihtiyari içinden bir “Medet!” hissi duyar. İşte o ses, vicdanın sesidir.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Vicdanın Şehadeti
Bediüzzaman Hazretleri, Mesnevi-i Nuriye adlı eserinde, aklın yolu şaşırsa bile vicdanın Allah’ı unutmayacağını şöyle tasvir eder:
> “Âlem-i gayb ve şehadetin nokta-i iltisakı ve berzahı ve iki alemden birbirine gelen seyyaratın mültekası, vicdan denilen fıtrat-ı zişuurdur. Evet, fıtrat ve vicdan akla bir penceredir; tevhidin şuasını neşrederler.”
> …
> Fıtrat yalan söylemez. Mesela, bir çekirdekteki meyelan-ı nümüv der ki: “Sümbülleneceğim, meyve vereceğim.” Doğru söyler. Mesela, yumurtada bir meyelan-ı hayat var, der: “Piliç olacağım.” Biiznillah olur. Doğru söyler. Mesela, bir avuç su, incimad ile meyelan-ı inbisatı der: “Fazla yer tutacağım.” Metin demir onu yalan çıkaramaz. Sözünün doğruluğu demiri parçalar.

İşte şu meyelanlar, irade-i İlahiyeden gelen evamir-i tekviniyenin tecellileridir, cilveleridir. “(Mesnevi-i Nuriye, Nokta)
> Aynen öyle de: İnsanın mahiyetindeki o şiddetli hiss-i beka (ebediyet arzusu) ve o şedid muhabbet-i vücud ve o büyük iştiyak-ı hayat ve o hadsiz acz ve o nihayetsiz fakr; fıtraten ve bilbedahe Bâki bir Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un ve bir Vâcibü’l-Vücud’un varlığına ve bekasına delalet eder, bakar.
> Hatta aklın, şuurun, sözünü anlamadığı veya inanmadığı bir zamanda; o vicdan, o fıtrat, onu yalanlar, şehadetini gösterir.
>
4. İki Mühim Nokta: İstinad ve İstimdad

Vicdanın derinliğinde iki mühim “nokta” vardır:
* Nokta-i İstinad (Dayanak Noktası): İnsan sonsuz acizdir, düşmanları ve belaları çoktur. Vicdan, dayanacak bir Kudret-i Mutlaka arar. “Allah” der, O’na dayanır.
* Nokta-i İstimdad (Yardım İsteme Noktası): İnsanın ihtiyaçları sonsuzdur, fakirdir. Vicdan, ihtiyaçlarını verecek bir Rahmet-i Vâsia arar. “Medet” der, O’ndan ister.
Bu iki nokta, vicdanı daima Kâbe-i Hakikat olan Allah’a çevirir. Namazdaki kıyam ve secde de bu iki noktanın bedeni ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Tefekkür yolculuğumuzda; İnsan

Hayvanat âlemindeki o ibretli levhalardan sonra, şimdi kâinatın özü, meyvesi ve en mükemmel sanatı olan İnsana; yani kendi enfüsî dünyamıza dönelim.
Kur’an-ı Kerim’in “Ahsen-i Takvim” (en güzel kıvam ve suret) olarak tavsif ettiği insan vücudu, âdeta küçültülmüş bir kâinattır. Bu muazzam sarayın iki mühim penceresine; “Göz” ve “Hafıza” hakikatine Risale-i Nur’un dürbünüyle bakalım.

1. Göz: Ruhun Penceresi

Biyolojik olarak göz, ışığı algılayan bir organ gibi görünse de, hakikatte o, ruhun bu âlemi seyrettiği bir penceredir.
* Ayet-i Kerime:
Cenab-ı Hak, bu nimetin şükrünü ve mesuliyetini şöyle hatırlatır (Meali):
> “O, sizin için kulakları, gözleri ve gönülleri inşa edendir; ne kadar az şükrediyorsunuz!” (Mü’minûn, 23/78)
>
* Bilimsel ve Tefekkürî Nazar:
En gelişmiş kameralar dahi, insan gözünün “odaklanma hızı”na ve “renk algısı”na ulaşamaz. Göz, saniyeler içinde milyarlarca ışık fotonunu alır, beyne iletir ve ruh orada “görüntü” denilen manayı süzer.
Gözdeki mercek, ışığı kırar ama manayı kırmaz. Sâni-i Hakîm, göze öyle bir yapı vermiştir ki, insan o küçük et parçasıyla koca güneşi, yıldızları ve dağları içine alır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Göz Kime Satılmalı?
Bediüzzaman Hazretleri, Altıncı Söz’de gözün mahiyetini ve nasıl kullanılması gerektiğini şaheser bir tasvir ile anlatır. Eğer göz, nefis hesabına çalışırsa basit bir şehvet aleti olur; Allah hesabına çalışırsa kâinatın rahmet çiçeklerini seyreden bir arı olur.
> “Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder.
> Eğer Cenab-ı Hakk’a satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan; geçici, devamsız bazı güzellikleri, manzaraları seyr ile şehvet ve heves-i nefsaniyeye bir kavvad (vasıta) derekesinde bir hizmetkâr olur.
> Eğer gözü, gözün Sâni-i Basîr’ine satsan ve O’nun namına ve izni dairesinde çalıştırsan; o zaman şu göz, şu kitab-ı kebir-i kâinatın bir mütalâacısı ve şu âlemdeki mu’cizat-ı san’at-ı Rabbaniyenin bir seyircisi ve şu Küre-i Arz bahçesindeki rahmet çiçeklerinin mübarek bir arısı derecesine çıkar.”
> (Sözler, Altıncı Söz, s. 28)
>
2. Hafıza: Hardal Tanesindeki Kütüphane
İnsan vücudunun en hayret verici faaliyetlerinden biri de hafızadır. Mercimek tanesi kadar bir et parçasında (hafıza merkezi), insanın bütün hayat serüveni, öğrendiği diller, yüzler, sesler ve bilgiler saklanır.
* Ayet-i Kerime:
> “…Hiçbir söz söylemez ki, yanında gözetleyen yazmaya hazır bir melek bulunmasın.” (Kâf, 50/18.Meali)
> Hafıza, bu yazılma işleminin insanın kendi vücudundaki maddi delilidir.
>
* Risale-i Nur Nazarı: Ahiretin Tapu Senedi

Risale-i Nur, hafızayı sadece bir “bilgi deposu” olarak görmez; onu Haşir (diriliş) ve Hesap gününün en büyük isbatı sayar.
Nasıl ki bir ağacın bütün programı küçücük çekirdeğinde yazılıdır; insanın bütün amelleri de hafızasında ve “Levh-i Mahfuz”un küçük bir numunesi olan kuvve-i hafızasında kaydedilir. Bu kayıt, “Bir mahkeme var, bu kayıtlar orada gösterilecek” diye haykırır.
* Risale-i Nur’dan İktibas: Hafîz İsminin Tecellisi
Bediüzzaman Hazretleri, Haşir Risalesi’nde hafızanın bu yönünü şöyle isbat eder:
> “Evet, şu hafîziyetin bu surette tecellisinden anlaşılıyor ki şu mevcudatın Mâlik’i, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibatına büyük bir ihtimamı var. Hem hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem rububiyet-i saltanatında gayet ihtimamı gözetir. O derece ki en küçük bir hâdiseyi, en ufak bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin suretini müteaddid şeylerde hıfzeder.

Şu hafîziyet işaret eder ki ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mal defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük en mükerrem en müşerref bir mahluk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri; mühim bir hesap ve mizana girecek, sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba hiç kabil midir ki insan, hilafet ve emanetle mükerrem olsun, rububiyetin külliyat-ı şuununa şahit olarak kesret dairelerinde, vahdaniyet-i İlahiyenin dellâllığını ilan etmekle, ekser mevcudatın tesbihat ve ibadetlerine müdahale edip zabitlik ve müşahitlik derecesine çıksın da sonra kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın? Küçük büyük her amellerinden sual edilmesin? Mahşere gidip mahkeme-i kübrayı görmesin? Hayır ve aslâ! ”
> (Sözler, Onuncu Söz, Yedinci Hakikat)
>
3. Netice: Enfüsî Bir Ders
Göz penceresinden baktık, hafıza kütüphanesini karıştırdık. Gördük ki:
* Göz: Bize, “Bak ve İbret Al, Sâni’ini tanı” diyor.
* Hafıza: Bize, “Unutma, her şeyin kaydediliyor, hesap gününe hazırlan” diyor.
İnsan, bu cihazlarla donatıldığı için diğer canlılardan ayrılır ve “Emanet”i yüklenen bir halife olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Kur’an-da Bahsedilen Hayvanlar.

Tefekkür yolculuğumuzda; Kur’an-da Bahsedilen Hayvanlar.

Kâinatın ve semâvâtın o haşmetli manzaralarından sonra, tekrar yeryüzüne dönelim. Kur’an-ı Kerim, sadece arı ve karıncayı değil; deveden örümceğe, sinekten kargaya kadar pek çok hayvanı bize birer tefekkür levhası olarak sunar.
Cenab-ı Hak, “Hâlık” (Yaratıcı) isminin nakışlarını bazen dev bir cüssede, bazen de gözle görülmeyen bir kanatta gösterir. İşte Kur’an’da zikredilen diğer mühim hayvanlar ve taşıdıkları hikmetler:

1. Çölün Gemisi: Deve (İbret ve Tasarım)

Kur’an-ı Kerim, insanı doğrudan deveyi incelemeye davet eder. Çünkü deve, içinde bulunduğu zorlu şartlara (çöl hayatına) en mükemmel şekilde donatılmıştır.
* Ayet-i Kerime:
> “Onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine, yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?” (Gâşiye, 88/17-20 Meali)
>
* Tefekkür ve Hikmet:

* Su Deposu: Devenin hörgücü bir yağ deposudur; susuz kaldığında bunu suya ve enerjiye çevirir. Ayrıca alyuvarları, suyu tutmak için özel bir yapıdadır.
* Koruyucu Kalkanlar: Kirpikleri, kum fırtınasında gözünü korumak için ağ gibi örülür. Ayak tabanları, kızgın kumlarda batmadan ve yanmadan yürüyebilmesi için geniş ve yastık gibidir.
* Ders: Bu hayvan, “tesadüf” eseri olamaz. Çölü bilen, kumu tanıyan ve sıcağı ölçen bir Sâni-i Hakîm, deveyi o şartlara göre “özel tasarım” olarak yaratmıştır.

2. En Zayıf Ev: Örümcek (Ankebut)

Modern bilim örümcek ağının çelikten daha sağlam olduğunu söylerken, Kur’an neden “evlerin en çürüğü” tabirini kullanır? Burada muazzam bir sosyal ve manevi işaret vardır.
* Ayet-i Kerime:
> “Allah’tan başkalarını dost edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Evlerin en dayanıksızı ise şüphesiz örümcek evidir. Keşke bilselerdi!” (Ankebût, 29/41.Meali)
>
* Tefekkür ve Hikmet:
* Manevi Zayıflık: Örümcek ağı madde olarak sağlam olsa da, “yuva” olarak en güvensiz yerdir. Çünkü dişi örümcek, çoğu zaman çiftleşmeden sonra erkeğini yer. Yavrular da büyüyünce birbirini yiyebilir. Aile bağı, şefkat ve emniyet yoktur.
* Ders: Ayet, Allah’tan gayrısına dayananların sisteminin, tıpkı örümcek evi gibi temelsiz, sevgisiz ve çök meye mahkûm olduğunu tasvir eder.

3. Küçük Bir Savaşçı: Sivrisinek ve Sinek
Nemrut gibi, insanları kendisine taptıran kibirli bir kralı, topal bir sivrisinekle mağlup eden Allah, büyüklüğün cüssede değil, sanatta olduğunu gösterir.
* Ayet-i Kerime:
> “Şüphesiz Allah (hakkı açıklamak için) bir sivrisineği ve ondan da öte bir varlığı misal getirmekten çekinmez…” (Bakara, 2/26 -Meali)
>
* Risale-i Nur Nazarı (Tanzifat Memurları):
Bediüzzaman Hazretleri, sinekleri ve sivrisinekleri “sıhhiye neferleri” ve “temizlik memurları” olarak görür. Onlar, gözle görülmeyen mikropları ve atıkları temizleyerek hastalıkların yayılmasını önleyen bir ekolojik denge unsurudur.
Lem’alar’da şöyle bir isbat yer alır:
> “Hem zeminin yüzünde her sene mevt ve hayatın değişmeleri ve döğüşmeleri yüzünden, yüz binler hayvânat milletlerinin cenazeleri ve iki yüz bin nebâtâtın taifelerinin enkazları, berr ve bahrin yüzlerini fevkalâde öyle kirleteceklerdi ki, zîşuur, o yüzleri değil sevmek, âşık olmak, belki öyle çirkinlikten nefret edip mevte ve ademe kaçacaklardı.
Bir kuş kolayca kanatlarını ve bir kâtip rahatça sayfalarını temizlediği gibi, bu tayyare-i arzın ve bu tuyur-u semâviyenin kanatları ve bu kitab-ı kâinatın sayfaları da öylece temizleniyor, güzelleşiyor ki, âhiretin hadsiz güzelliğini görmeyen ve imanla düşünmeyen insanlar, dünyanın bu temizliğine, bu güzelliğine âşık olurlar, perestiş ederler.
Demek bu saray-ı âlem ve bu fabrika-i kâinat, ism-i Kuddûs’ün bir cilve-i âzamına mazhardır ki, o tanzif-i kudsîden gelen emirleri, değil yalnız denizlerin âkilü’l-lâhm tanzifatçıları ve karaların kartalları, belki kurtlar ve karıncalar gibi, cenazeleri toplayan sıhhiye memurları dahi dinliyorlar.” (Lem’alar. 30.lem’a)
>
Ayrıca, Nemrut’un burnundan giren o küçücük sinek (sivrisinek), onun “Ene”sini (kibrini) yerle bir etmiştir.

4. İlk Muallim: Karga (Gurab)
İnsanlık tarihindeki ilk öğretmenlerden biri bir kargadır. Habil ve Kabil hadisesinde, kardeşini öldüren Kabil, cesedi ne yapacağını bilemezken, Allah ona bir karga gönderir.
* Ayet-i Kerime:
> “Derken Allah, ona kardeşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri eşeleyen bir karga gönderdi…” (Mâide, 5/31.Meali)
>
* Tefekkür: İnsan, “eşref-i mahlukat” (yaratılmışların en şereflisi) olmasına rağmen, bazen bir hayvandan ders alacak kadar aciz kalabilir. Karga, burada “sebeb-i hidayet” (yol gösterici) rolünü üstlenmiş ve insana cenaze adabını öğretmiştir.

5. Hudhud ve Ebabil: Görevli Kuşlar

* Hüdhüd (Çavuşkuşu): Hz. Süleyman’ın (a.s.) ordusunda, su kaynaklarını bulan ve haber taşıyan, sadık ve istihbaratçı bir kuş. (Neml Suresi). Hayvanların da peygamberlere itaat ettiğini ve özel vazifeler alabildiğini gösterir.
* Ebabil: Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin devasa fil ordusunu, gagalarında taşıdıkları pişmiş çamurdan taşlarla (siccil) darmadağın eden kuşlar. (Fil Suresi).
* Ders: Allah dilerse, gökyüzünün en narin kuşlarını, yeryüzünün en güçlü tankları (filleri) hükmündeki ordularına galip getirir. Güç, sayı çokluğunda değil, Allah’ın tarafında olmaktadır.
Netice: Kâinat Bir Sergidir
Bu hayvanların her biri;
* Deve: Sabır ve dayanıklılığı,
* Örümcek: Yalnızlığı ve dayanıksızlığı,
* Sinek: Acziyeti ve temizliği,
* Kuşlar: Tevekkülü (rızkın Allah’tan olduğunu) ve teslimiyeti anlatır.
Hepsi, kendi lisan-ı halleriyle “Sübhanallah” diyerek Yaratıcılarını tesbih ederler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Tefekkür yolculuğumuzda; Semâvâtın o ihtişamlı yüksekliği.

Gözümüzü yukarı kaldırdığımızda gördüğümüz o parıltılı noktalar, aslında her biri dünyamızdan binlerce kat büyük olan ateş toplarıdır. Akıl, o koca kütlelerin boşlukta nasıl durduğunu düşünürken hayretinden donakalır. Risale-i Nur, yıldızları ve galaksileri; bu kâinat sarayının tezyinatı (süsleri), lambaları ve ilahi kudretin haşmetli şahitleri olarak tasvir eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de Semâvât: Direksiz Duran Tavan

Cenab-ı Hak, o muazzam kütlelerin görünür bir direk olmaksızın nasıl durdurulduğunu nazara verir.
Ra’d Suresi 2. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “Allah, gökleri gördüğünüz herhangi bir direk olmadan yükselten, sonra Arş’a kurulan, güneşi ve ayı buyruğu altına alandır. Bunların hepsi belli bir zamana kadar akıp gitmektedir. O, her işi (hakkıyla) düzenler, yürütür, âyetleri ayrı ayrı açıklar ki Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.” (Ra’d, 13/2)
>
2. Bilimsel Nazarla: Cazibe (Kütle Çekim) ve Hız

Modern astronomi ilmi, gök cisimlerinin bu nizamını “Kütle Çekim Kanunu” (Cazibe-i Umumiye) ve “Merkezkaç Kuvveti” ile açıklar.
* Hassas Terazi: Eğer çekim kuvveti (Cazibe) bir parça fazla olsa, yıldızlar birbirine çarpıp kıyameti koparırdı. Eğer merkezkaç kuvveti (dönme hızı) bir parça fazla olsa, hepsi uzaya savrulup dağılırdı.
* Sessiz Sürat: Dünya, saatte yaklaşık 108.000 km hızla dönerken, Güneş sistemi de bütün ailesiyle birlikte galaksi içinde saniyede 220 km hızla yol alır. Bu dehşetli hıza rağmen, ne bir gürültü duyarız ne de sarsıntı hissederiz. Sanki bir beşik gibi sükûnetle gezdiriliyoruz.

3. Risale-i Nur Nazarı: “Kayyum” İsminin Tecellisi

Risale-i Nur, fen bilimlerinin “Çekim Kuvveti” dediği kanunun arkasındaki hakikatin, Cenab-ı Hakk’ın “Kayyum” (Her şeyi varlıkta tutan) isminin bir tecellisi olduğunu isbat eder. “Kanun” dediğimiz şey, tek başına bir güç değildir; Kudretin icraatına verdiği bir isimdir.
Eğer Allah, “Kayyumiyet” tecellisini bir an çekse, o milyarlarca yıldız, tesbih taneleri gibi dağılır ve kâinat yokluğa yuvarlanır.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Yıldızların Konuşması

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Otuz İkinci Söz’de, gökyüzünü bir şehre ve yıldızları da o şehrin elektrik lambalarına benzetir. Sonra o yıldızların lisan-ı haliyle (hal diliyle) insana verdiği dersi şöyle tasvir eder:
> “yıldızlar namına bir yıldız der ki: “Ne kadar sersem, akılsız ve ahmak ve gözsüzsün ki bizim yüzümüzdeki sikke-i vahdeti ve turra-i ehadiyeti görmüyorsun, anlamıyorsun. Ve bizim nizamat-ı âliyemizi ve kavanin-i ubudiyetimizi bilmiyorsun. Bizi intizamsız zannediyorsun. Bizler öyle bir zatın sanatıyız ve hizmetkârlarıyız ki bizim denizimiz olan semavatı ve şeceremiz olan kâinatı ve mesiregâhımız olan nihayetsiz feza-yı âlemi kabza-i tasarrufunda tutan bir Vâhid-i Ehad’dir. Bizler donanma elektrik lambaları gibi onun kemal-i rububiyetini gösteren nurani şahitleriz ve saltanat-ı rububiyetini ilan eden ışıklı bürhanlarız. Her bir taifemiz onun daire-i saltanatında ulvi, süflî, dünyevî, berzahî, uhrevî menzillerde haşmet-i saltanatını gösteren ve ziya veren nurani hizmetkârlarız.
…….”Sinek kanadından tut tâ semavat kandillerine kadar, bir sinek kanadı kadar şerike yer yoktur ki parmak karıştırsın.” diye ilan ederler. ”
> (Sözler, Otuz İkinci Söz, Birinci Mevkif.)
>
5. Tefekkürün Özü: Dehşetten Ünsiyete (Dostluğa)

Normalde insan, bu sonsuz boşluk ve devasa ateş topları karşısında korkmalı ve ürkmelidir. Ancak iman gözlüğüyle bakıldığında; o yıldızlar korkunç birer canavar değil, Rahman olan Rabbimizin sarayını süsleyen munis (dost) birer lamba olur. “Rabbimin mülkü ne kadar geniştir” diyerek insan ferahlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Tefekkür yolculuğumuzda; Denizler Âlemi.

Zira Kur’an-ı Kerim, yeryüzünü bir beşik, dağları birer direk, denizleri ise içinde hazinelerin saklandığı birer depo olarak tasvir eder. Bu ıslak ve derin âlemde, Rezzâk isminin (rızık veren) en parlak tecellilerini ve suyun kaldırma kuvvetinde gizli olan Rahmet hakikatini görelim.

1. Bilimsel Nazarla: Derinlerdeki Hayat ve Işık

Bilimsel araştırmalar, güneş ışığının ulaşamadığı o karanlık dip denizlerde bile hayat olduğunu isbat etmiştir. Normal şartlarda, fotosentez olmadığı için hayatın olmaması gerekirken, orada bambaşka bir nizam işler.
* Karanlıkta Işık: O zifiri karanlıkta yaşayan bazı balıklar, kendi vücutlarında kimyasal reaksiyonla ışık üretirler (Biyolüminesans). Bu, onlara o karanlıkta hem yol gösterir hem de avlarını cezbeder. Tesadüfün, hiç görmediği bir karanlığa göre “fener” icat etmesi mümkün müdür?
* Basınca Meydan Okuma: Okyanus diplerindeki muazzam basınç altında, çelikten denizaltıların bile ezildiği derinliklerde; jel kıvamındaki nazik balıklar, o basınca dayanacak bir yapıda yaratılmıştır.
* Rengarenk Sanat: Güneşin renginin solduğu derinliklerde, mercanların ve balıkların o harika renkleri ve desenleri, “Beni gören bir Nazar var, bu sanat O’nun içindir” diye lisan-ı hal ile haykırır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Deniz: Rızık ve Süs

Cenab-ı Hak, denizi sadece bir su birikintisi olarak değil, insana hizmet eden bir hazine olarak yaratmıştır.
Nahl Suresi 14. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “İçinden taze et (balık) yemeniz ve takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur. Gemilerin denizde (suları) yara yara gittiklerini de görüyorsun. Bütün bunlar O’nun lütfunu aramanız ve nimetine şükretmeniz içindir.” (Nahl, 16/14)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Acziyet ve Rızık Dengesi

Risale-i Nur’da Bediüzzaman Hazretleri, rızkın zekâ ve kuvvetle değil, acziyet ve fakr ile geldiğini isbat etmek için balıkları ve tilkileri mukayese eder.
* Kurnaz Tilki: Zekâsına ve gücüne güvenen, rızkının peşinde koşan tilki ve maymun gibi hayvanlar, rızklarını çok zahmetle ve az bulurlar. Sık sık aç kalırlar.
* Aptal Balık: Gücü, kuvveti ve aklı olmayan, yani tam bir acziyet içinde bulunan balıklar ise; rızıkları ayaklarına kadar gelir, zahmetsizce beslenirler. Hatta o kadar bereketlidirler ki, milyonlarca yumurta ile çoğalırlar ve insana da gıda olurlar.
Bu durum gösteriyor ki; rızkı veren Kudret, aciz ve zayıf olanı daha çok himaye etmektedir.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Rızık Kanunu
Bediüzzaman Hazretleri, Lem’alar adlı eserinde bu hakikati, “İktisat Risalesi” bağlamında şöyle tasvir eder:

> “Hem semiz balıkların vaziyet-i kanaatkâranesi, mükemmel rızıklarına medar olması; ve tilki ve maymun gibi zeki hayvanların hırs ile rızıkları peşinde dolaşmakla beraber kâfi derecede bulmamalarından cılız ve zayıf kalmaları, yine hırs ne derece sebeb-i meşakkat ve kanaat ne derece medar-ı rahat olduğunu gösterir.
…….Hem çok âlimlerin ve ediblerin zekâvetlerinin verdiği bir hırs sebebiyle fakr-ı hale düşmeleri ve çok aptal ve iktidarsızların fıtrî, kanaatkârane vaziyetleri ile zenginleşmeleri kat’î bir surette ispat eder ki: Rızk-ı helâl, acz ve iftikara göre gelir; iktidar ve ihtiyar ile değil. Belki o rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile makûsen mütenasiptir. Çünkü çocukların iktidar ve ihtiyarı geldikçe rızkı azalır, uzaklaşır, sakîlleşir.”
> (Lem’alar, On Dokuzuncu Lem’a, Altıncı Nükte)
>
5. Hikmet Penceresi: Kaldırma Kuvveti mi, Rahmet Eli mi?

Fen bilimleri buna “Suyun Kaldırma Kuvveti” ve “Arşimet Prensibi” der. Bu bir tesbittir, doğrudur. Ancak tefekkür ehli için o kuvvet; İlahi Rahmetin suyu istihdam etmesidir.
Eğer suyun o özelliği olmasaydı veya suyun yoğunluğu biraz daha az olsaydı; o devasa gemiler, tonlarca yükle birlikte batıp giderdi. Denizler arası ticaret, ulaşım ve Nahl suresinde geçen “suları yara yara gitme” nimeti olmazdı. Demek ki su, kendi başına bizi kaldırmıyor; onu bir beşik gibi musahhar eden (emre amade kılan) Allah’ın rahmetidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Tefekkür yolculuğumuzda; Arı Cumhuriyeti.

Bilimsel araştırmaların hayretle incelediği, Kur’an’ın “vahy-i ilahiye” mazhar olduğunu bildirdiği bu küçük mucize hem mimarisiyle, hem kimyasıyla, hem de sosyal hayatıyla tam bir harikadır.

1. Bilimsel Nazarla: Mühendislik ve Kimya Harikası

Biyoloji ve zooloji ilmi, arının o küçücük dimağında (beyninde) dönen muazzam hesaplamaları keşfettikçe hayran kalmaktadır. Bu faaliyetler, kör bir içgüdüyle değil, ancak ilahi bir sevk ile izah edilebilir:
* Altıgen Mucizesi (Geometri): Arılar, peteklerini neden kare veya daire değil de altıgen yapar? Matematiksel isbatlar gösteriyor ki; en az balmumu (malzeme) harcayarak, en fazla balı (ürünü) depolamak için kâinattaki en mükemmel şekil altıgendir. Binlerce arı, farklı noktalardan petek örmeye başlar ve ortada buluştuklarında milimetrik bir hata, bir ek yeri izi dahi olmaz.
* Dans Dili (İletişim): Bir kâşif arı, zengin bir çiçek tarlası bulduğunda kovana döner ve “sallanma dansı” yapar. Bu dansın açısı güneşe göre yönü, titreme süresi ise mesafeyi tam bir isabetle bildirir.
* Kimya Laboratuvarı: Zehirli çiçeklerden topladığı nektarı, kendi vücudundaki laboratuvarda şifalı bir gıdaya dönüştürür. Bu dönüşüm, modern kimyanın taklit edemediği bir sanattır.

2. Kur’an-ı Kerim’de Arı: “Vahy-i İlahi”
Cenab-ı Hak, diğer hayvanlara “ilham” ettiğini buyururken, arı için doğrudan “vahyetti” tabirini kullanır. Bu, arının vazifesisinin ne kadar hassas ve rabbani olduğunu gösterir.
Nahl Suresi 68-69. Ayetler şöyledir:
> “Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve insanların kurdukları çardaklardan kendine göz göz evler edin. Sonra da her türlü meyveden ye de Rabbinin sana yayılman için belirlediği yolları tut!’ Onların karınlarından renkleri çeşit çeşit bir şerbet çıkar ki onda insanlara şifa vardır. Elbette düşünen bir kavim için bunda büyük bir ibret vardır.” (Nahl, 16/68-69)
>
3. Risale-i Nur Nazarı: Küçücük Bir Fabrika

Bediüzzaman Hazretleri, arının cüssesinin küçüklüğüne inat, vazifesinin büyüklüğünü ve sanatının mükemmelliğini nazara verir. O, arıyı bir “Rabbani Makine” veya “İlahi bir Fabrika” olarak tasvir eder.
Arı, karınca gibi sadece “ben” demez, “biz” der ve ürettiği balı insanlara ikram eder. Bu hâl, onun “Rahman” isminin bir tecellisi olduğunu gösterir.
> “Evet, bal arısı fıtratça ve vazifece öyle bir mu’cize-i kudrettir ki koca Sure-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü o küçücük bal makinesinin zerrecik başında, onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat azaları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek; nihayet dikkat ve ilim ile ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.

İşte bu üç cihetle mu’cizeli bu sanat-ı İlahiyenin ve bu fiil-i Rabbanînin, bütün zemin yüzünde hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder. .”
> (Şualar, Yedinci Şua, İkinci Bab, İkinciHakikat)
>
4. Sinek ve Arı Farkı: Müsbet ve Menfi Hareket

Tefekkürümüzde bir incelik daha var: Sinek ve arı farkı.
* Sinek, pisliğe ve yaraya konar; mikrop taşır (menfi hareket).
* Arı ise, daima temiz çiçeklere, güzel kokulara konar; şifa taşır (müsbet hareket).
Bu da insana bir derstir: Güzel gören güzel düşünür. Mü’min, arı gibi olmalı; her şeyin güzel tarafını (çiçeğini) bulmalı ve oradan bal (hakikat) süzmelidir.

5. Netice: Kanaatin Bereketi
Önceki adımda, karıncanın hırs ile ayaklar altında kaldığını görmüştük. Arı ise kanaat ettiği, başkaları için yaşadığı ve vazifesini “Allah namına” yaptığı için başlar üstünde uçar. İnsanlar ona hizmet eder, kovanını korur. İşte sır buradadır: Kim kendisi için yaşarsa küçülür, kim başkaları ve Allah rızası için yaşarsa büyür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Mucizevi topluluklar, Hayvanat Âlemi.

Tefekkür yolculuğumuzda “Mucizevi topluluklar, Hayvanat Âlemi.

Evvela yerin altındaki o muazzam teşkilatçıları, “Karınca Milletini” hem bilimsel bir nazarla (akıl gözüyle) hem de hikmet nazarıyla (kalp gözüyle) inceleyelim.

1. Bilimsel Nazarla: Yeraltındaki Mühendislik ve Nizam

Modern zooloji ilmi, karıncaların hayat tarzını incelediğinde şoke edici bir “sosyal nizam” ile karşılaşır. Bu küçücik canlılar, tesadüfle açıklanamayacak kadar kompleks bir şuur eseri sergilerler.

* Mükemmel İş Bölümü: Bir karınca kolonisinde kraliçe, işçiler, askerler ve dadılar vardır. Hiçbiri “Ben neden kraliçe değilim?” diye isyan etmez. Vazifesine tam bir sadakatle, adeta bir memur disipliniyle bağlıdır.
* Kimyasal İletişim (Feromonlar): Karıncalar konuşmazlar ama “feromon” denilen kimyasallar salgılayarak muazzam bir iletişim ağı kurarlar. Bir tehlike anında saniyeler içinde bütün koloni haberdar olur. Bu, onların Sâni-i Hakîm tarafından donatılmış hassas antenleri sayesinde gerçekleşir.
* Mimari Deha: Yerin altında, ısı ve nem dengesi milimetrik ayarlanmış, atık odaları, erzak depoları ve kraliçe dairesi ayrı ayrı planlanmış devasa şehirler inşa ederler.

2. Kur’an-ı Kerim’de Karınca: “Neml Sûresi”

Cenab-ı Hak, bu küçük mahlukun ehemmiyetine binaen Kur’an-ı Kerim’de müstakil bir sureye “Neml” (Karınca) ismini vermiştir. Ayette, karıncanın bir “şuur” sahibi olduğu ve koloniyi uyardığı şöyle anlatılır ( Meali):
> “Nihayet Karınca vadisine geldikleri vakit bir karınca, ‘Ey karıncalar! Yuvalarınıza girin, Süleyman ve ordusu farkına varmadan sizi ezmesinler’ dedi.” (Neml, 27/18)
>
Bu ayet, onların başıboş böcekler değil, bir topluluk (ümmet) şuuruna sahip olduklarını isbat eder.

3. Risale-i Nur Nazarı: Hırs ve Kanaat Dengesi

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, karıncaları (zerreler bahsinde olduğu gibi) çok mühim bir ahlaki dersin başrolüne koyar. Karıncalar ile arıları (bir sonraki konumuz) kıyaslayarak, insana “Hırs” ve “Kanaat” dersi verir.
Bilimsel olarak karıncaların kış için ihtiyaçlarından katbekat fazlasını biriktirdikleri bilinir. Risale-i Nur, bu durumu “Hırs” olarak niteler ve neticesini şöyle tasvir eder:
“Evet, hırs, şükürsüzlük olduğu gibi, hem sebeb-i mahrumiyettir, hem vasıta-i zillettir. Hattâ, hayat-ı içtimaiyeye sahip olan mübarek karınca dahi, güya hırs vasıtasıyla ayaklar altında kalmış, ezilir. Çünkü, kanaat etmeyip, senede birkaç tane buğday kâfi gelirken, elinden gelse binler taneyi toplar. Güya mübarek arı, kanaatinden dolayı başlar üstünde uçar. Kanaat ettiğinden, balı insanlara emr-i İlâhî ile ihsan eder, yedirir.” (Mektubat.28.mektup.)
*”Evet hırs, zîhayat âleminde en geniş bir daireden tut, tâ en cüz’î bir ferde kadar sû-i tesirini gösterir. Tevekkülvari taleb-i rızık ise bilakis medar-ı rahattır ve her yerde hüsn-ü tesirini gösterir.

İşte bir nevi zîhayat ve rızka muhtaç olan meyvedar ağaçlar ve nebatlar, tevekkülvari, kanaatkârane yerlerinde durup hırs göstermediklerinden rızıkları onlara koşup geliyor. Hayvanlardan pek fazla evlat besliyorlar. Hayvanat ise hırs ile rızıkları peşinde koştukları için pek çok zahmet ve noksaniyet ile rızıklarını elde edebiliyorlar.

Hem hayvanat dairesi içinde zaaf ve acz lisan-ı haliyle tevekkül eden yavruların meşru ve mükemmel ve latîf rızıkları hazine-i rahmetten verilmesi ve hırs ile rızıklarına saldıran canavarların gayr-ı meşru ve pek çok zahmet ile kazandıkları nâhoş rızıkları gösteriyor ki: Hırs, sebeb-i mahrumiyettir; tevekkül ve kanaat ise vesile-i rahmettir.”
> (Mektubat, Yirmi İkinci Mektup, İkinci Mebhas, s. 273)
>
4. “Cumhuriyetçi” Karıncalar
Bediüzzaman Hazretleri ayrıca karıncaların sosyal yapısındaki o eşitlikçi ve yardımlaşma esaslı düzeni latif bir dille anlatır. Kendisine yemeğindeki taneleri toplayan karıncaları öldürmesi söylendiğinde şöyle cevap verir:
“”Bu karınca ve arı milletleri, cumlıuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini karıncalara verirdim.”
(Tarihçe-i Hayat)
>
Buradaki “Cumhuriyetçi” tabiri; karıncaların aralarındaki paylaşımı, vazife bilincini ve bir fert gibi değil, bir şahs-ı manevi (tüzel kişilik/kolektif ruh) ile hareket etmelerini ifade eder.

5. Tefekkürün Özü

Karınca dünyasına baktığımızda şunu görüyoruz:
Allah (c.c.), “Rezzâk” ismiyle onları rızıklandırıyor, “Mülhim” (İlham eden) ismiyle onlara mühendislik öğretiyor. Fakat aynı zamanda insana bir ders veriyor: “Ey insan! Karınca gibi hırslı olup sadece dünya için biriktirme, yoksa manen ezilirsin. Çalışkan ol ama hırs gösterme.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzun en hayret verici ve akılları en çok zorlayan durağı, “Haşir”

Tefekkür yolculuğumuzun en hayret verici ve akılları en çok zorlayan durağı, “Haşir” (öldükten sonra diriliş)

“Zerre” bahsinde gördüğümüz o baş döndürücü hareketliliğin, nihayetinde nasıl bir nizamla tekrar toplanacağını anlamak, imanın en mühim rükünlerinden biridir. İbn-i Sina gibi bir dâhinin “Akıl buna yol bulamaz, bu nakildir (sadece ayetle bilinir), akılla anlaşılmaz” dediği bu meseleyi, Risale-i Nur bir askeri ordu temsiliyle akla yaklaştırır ve “isbat” eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “İade” (Tekrar Yaratılış)

Cenab-ı Hak, insan aklının “Çürümüş kemikler ve dağılmış zerreler nasıl toplanır?” şeklindeki şüphesine karşı, ilk yaratılışı delil gösterir.
Rum Suresi 27. Ayet şöyledir:
> “O, başlangıçta yaratmayı yapan, sonra onu tekrarlayacak olandır. Bu O’na göre (ilk yaratmadan) daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce ve eşsiz sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Rûm, 30/27)
>
2. Risale-i Nur’un Keşfi: “Boru Sesi” ve “Askeri İntizam”

Risale-i Nur, dağılan zerrelerin toplanmasını, bir ordunun toplanmasına benzetir.
Nasıl ki bir ordu, “İstirahat!” emriyle dağılır; askerler çarşıya, pazara gider ve birbirine karışır. Fakat “Başına geç!” borusu çaldığında, her asker derhal kendi bölüğünü, taburunu bulur ve nizamla dizilir. Çünkü hepsi kayıtlıdır, nizamı bilirler.
Aynen öyle de:
* Vücut Zerreleri: İnsan vücudunun zerreleri de ölümle dağılır; toprağa, suya, havaya karışır.
* İsrafil’in Borusu (Sur): Haşir sabahında Sur borusu çaldığında, o zerreler -ki hepsi Kudretin emrine mutî birer askerdir- Sultan-ı Ezelî’nin emriyle, asli yerlerine koşarlar.
* Kalıp ve Kayıt: İnsanın ruhu ve manevi mahiyeti (Ene), o zerrelerin toplanacağı plan ve kalıp gibidir.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Akla Yaklaştıran Temsil

Bediüzzaman Hazretleri, Onuncu Söz’de (Haşir Risalesi) bu hakikati, akılları tatmin edecek bir vuzuhla şöyle tasvir eder:
“Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizamla zerrâtı emr-i -1- ile kaydedip yerleştiren ordular icâd eden Zât-ı Zülcelâl, tabur-misâl cesedin nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?
Hem, bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icâd ve ifnâsında haşre numune ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra zamanın iki cenâhı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar, günler adedince misâl-i haşir ve Kıyâmetin numunelerini göreceksin. Sonra, bu kadar numune ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın.”(Sözler.10.söz)
“bir zat bir günde, yeniden büyük bir orduyu teşkil ettiği halde biri dese: “O zat bir boru sesiyle, efradı istirahat için dağılmış olan taburları toplar. Taburlar, nizamı altına girerler.” Sen desen ki: “İnanmam.” Ne kadar divanece hareket ettiğini anlarsın.
…….Hem hiçten, yeniden bütün zîhayatın ordularını, bütün cesetlerinin taburlarında kemal-i intizamla zerratı “Emr-i kün feyekûn” ile kaydedip yerleştiren, ordular icad eden Zat-ı Zülcelal; tabur-misal cesedin nizamı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrat-ı esasiye ve ecza-yı asliyesini bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi? ”
> (Sözler, Onuncu Söz, Dokuzuncu Hakikat)
>
4. Hikmet Penceresi: İlk Yaratılış mı Zor, İkincisi mi?

Mantıken, bir şeyi hiç yoktan, modelsiz icat etmek (ilk yaratılış), var olan ve dağılmış parçaları tekrar toplamaktan (ikinci yaratılış) daha zordur. Gözümüzün önünde her bahar mevsiminde, milyarlarca bitki ve hayvanın, köklerinden ve tohumlarından diriltildiğini (Haşr-i Baharî) görüyoruz.
* Bahar Haşri: Kışın ölen yeryüzü, baharda “Bâ’sü ba’de’l-mevt” (öldükten sonra diriliş) hakikatini haykırır.
* Hafîziyet (Koruyuculuk): Bir incir çekirdeğinde koca incir ağacının programını saklayan (Hafîz) Allah, insanın amellerini ve zerrelerini de öyle muhafaza eder.

5. Netice
“Zerre”nin başıboş gezmediğini, “Ene”nin de bir anahtar olduğunu anlamıştık. Şimdi anladık ki; o zerreler, “Haşir” meydanında büyük bir mahkemenin kurulması ve insanın hesabını vermesi için tekrar o anahtar (Ene/Ruh) etrafında toplanacaktır. Bu, ilahi adalet ve hikmetin zaruri bir neticesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda ‘Ene’

Tefekkür yolculuğumuzda ‘Ene’

“Âfâk”tan (dış âlemden) nazarlarımızı çevirip, hakikatin en mühim tılsımı olan “Enfüs”e (iç âleme), yani “Ene” (Benlik) hakikatine odaklanalım.

Risale-i Nur Külliyatı’ndan Sözler mecmuasında yer alan “Otuzuncu Söz”, bu konuyu izah eden şaheser bir metindir. Bediüzzaman Hazretleri, “Ene”yi, Cenab-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının gizli hazinelerini açan bir miftah (anahtar) olarak tasvir eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “Emanet” Sırrı

“Ene”nin mahiyetini anlamak için evvela onun Kur’an’daki yerine, “Emanet” kavramına bakmak icap eder.
Ahzab Suresi 72. Ayet-i Kerime şöyledir:
> “Şüphesiz biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar onu yüklenmek istemediler, ondan çekindiler. Onu insan yüklendi. Çünkü o çok zalimdir, çok cahildir.” (Ahzâb, 33/72)
>
Risale-i Nur’un tefsirine göre, göklerin ve dağların yüklenmekten çekindiği o “emanet”in bir veçhi de “Ene”, yani insandaki benlik şuurudur.

2. Ene’nin Mahiyeti: Vahid-i Kiyasî (Ölçü Birimi)

Allah’ın sıfatları (İlim, Kudret, İrade vb.) mutlak, sınırsız ve muhit (kuşatıcı) olduğu için, insan aklı bunları doğrudan idrak edemez. Sınırsız olanın bir ucu yoktur ki kavranabilsin.
İşte bu noktada “Ene” devreye girer. Cenab-ı Hak, insana cüz’i bir ilim, cüz’i bir kudret ve cüz’i bir mülkiyet vererek farazi bir sınır çizmiştir. İnsan, bu sınırlar dahilinde kendi mahiyetine bakar ve şöyle der:
* “Ben bu evi yaptım ve sahibiyim; Allah da şu kâinat sarayını yapmıştır ve sahibidir.”
* “Ben cüz’i ilmimle şu kadarını biliyorum; O ise külli ilmiyle her şeyi bilir.”
Böylece “Ene”, mutlak hakikatleri anlamak için kullanılan bir vahid-i kıyasî (kıyas birimi) ve bir dürbün vazifesi görür. Kendinde var olan numunelerle, İlahi sıfatların aslını tasdik eder.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Tılsımın Anahtarı

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, “Ene”nin bu hassas vazifesini ve mahiyetini Otuzuncu Söz’de şöyle izah eder:
> “BÖYLE bir anahtarın, âlem-i insaniyetin eline verilmesinin sırrı şudur ki:
> “Mutlak ve muhit bir şeyin hududu ve nihayeti olmadığı için ona bir şekil verilmez ve üstüne bir suret ve bir taayyün vermek için hükmedilmez, mahiyeti ne olduğu anlaşılmaz. Mesela, zulmetsiz daimî bir ziya, bilinmez ve hissedilmez. Ne vakit hakiki veya vehmî bir karanlık ile bir had çekilse o vakit bilinir.
İşte Cenab-ı Hakk’ın ilim ve kudret, Hakîm ve Rahîm gibi sıfât ve esması; muhit, hudutsuz, şeriksiz olduğu için onlara hükmedilmez ve ne oldukları bilinmez ve hissolunmaz. Öyle ise hakiki nihayet ve hadleri olmadığından farazî ve vehmî bir haddi çizmek lâzım geliyor. Onu da enaniyet yapar. Kendinde bir rububiyet-i mevhume, bir mâlikiyet, bir kudret, bir ilim tasavvur eder; bir had çizer. Onun ile muhit sıfatlara bir hadd-i mevhum vaz’eder. “Buraya kadar benim, ondan sonra onundur.” diye bir taksimat yapar. Kendindeki ölçücükler ile onların mahiyetini yavaş yavaş anlar. ”
> (Sözler, Otuzuncu Söz, Birinci Maksat.)
>
4. Felsefe ve Nübüvvet Nazarında “Ene”
Bu noktada tefekkürümüz iki yola ayrılır:
* Nübüvvet Yolu (Mana-yı Harfi): Ene, kendisinin bir gölge, bir ayna ve bir ölçü birimi olduğunu bilir. “Benim varlığım kendimden değildir, Malik-i Hakiki O’dur” der. Bu şuurla hareket edince, “Ene” incelir, şeffaflaşır ve içinden Hakk’ın nuru görünür. Bu yol, insanı fazilet ve kemâlâta götürür.
* Hikmet-i Tabiiye / Felsefe Yolu (Mana-yı İsmi): Eğer “Ene”, gafletle kendisine bakıp, varlığını kendinden zannederse; “Ben kendimin malikiyim” derse, o zaman enaniyet (egoizm) kalınlaşır. İlahî hakikatleri yansıtmak yerine, onları örten bir perde olur. Bu hal, insanın derûnî dünyasında firavunlaşmaya giden kapıyı açar.

5. Netice: Ene’den Hüve’ye Geçiş

Tefekkür yolculuğumuzun bu durağında anlıyoruz ki; “Ene”, nihai bir gaye değil, bir vasıtadır. Gaye, “Ben” (Ene) diyerek başlamak, fakat o benliği aradan çıkarıp “O” (Hüve) diyerek hakikati teslim etmektir.
Enfüsî dairedeki bu tefekkür, bizi kâinattaki (Âfâkî) delillerle birleştirdiğinde, imanımız “taklidî” olmaktan çıkıp “tahkikî” bir seviyeye yükselir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




MÜNAZARAT

MÜNAZARAT


Bu eser, Müellif Bediüzzaman Said Nursi’nin “Eski Said” döneminde, 1329 (M. 1911) yılında Şarktaki aşiretlerin suallerine cevap olarak hazırladığı bir risaledir. Eser, “Azametli bahtsız bir kıt’anın, şanlı tali’siz bir devletin, değerli sahipsiz bir kavmin reçetesi” olarak takdim edilmiştir.
Muhtevası, bir münazara (soru-cevap) formatında ilerler ve dönemin en mühim içtimaî, siyasî ve dinî meselelerini ele alır.

1. Hürriyet, Meşrutiyet ve Dinin Muhafazası
Eserin başlangıcı, Meşrutiyet’in ilanı sonrası “Dine zarar gelir mi?” endişesine cevap verir.
• Dinin Mahiyeti: Bediüzzaman, bu endişeye karşı meşhur cevabını verir: “İslâmiyet Güneş gibidir, üflemekle sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine gece yapar.” Dinin himayesinin, bozulmuş reislere veya memurlara değil , “efkâr-ı âmme-i milletin” ve “hissiyat-ı İslâmiyenin” (s. 4-5 ) vicdanına bırakılmasının daha iyi olacağını belirtir.
• Hürriyetin Tarifi: Hürriyetin sefahet ve rezalet olmadığını , “Nâzenin hürriyet, âdâb-ı şerîatla müteeddibe ve mütezeyyine olmak lazımdır.” (s. 14) diyerek şer’î bir daire çizer. Sefahat ve rezaletteki hürriyeti “hayvanlıktır, şeytanın istibdadıdır” (s. 14 ) şeklinde tenkit eder.
• İman ve Hürriyet İlişkisi: Hürriyetin, imanın bir hâssası (özelliği) olduğunu izah eder. “Râbıta-i îman ile Sultân-ı Kâinâta hizmetkâr olan adam, başkasına tezellül ile tenezzül etmeğe… izzet ve şehamet-i îmâniyyesi bırakmadığı gibi; başkasının hürriyet ve hukukuna tecavüz etmeği dahi, o adamın şefkat-i îmâniyesi bırakmaz.” (s. 18 ).
• Büyüklere Karşı Hürriyet: Veli, şeyh veya âlime karşı nasıl hür olunacağı sualine, “Velâyetin, şeyhliğin, büyüklüğün şe’ni tevâzu’ ve mahviyettir. Tekebbür ve tahakküm değildir.” (s. 18 ) cevabını verir; tekebbür edenin “sabiyy-i müteşeyyih” (şeyhlik taslayan çocuk) olduğunu söyler (s. 18 ).

2. Gayr-ı Müslimler, İttihad-ı İslâm ve İçtimaî Meseleler
Eser, Osmanlı içindeki gayr-ı müslimlerin (Rum, Ermeni) hürriyetleri ve Müslümanlarla münasebetleri konusundaki endişelere geniş yer ayırır.
• Gayr-ı Müslimlerin Hürriyeti: Onların hürriyetinin “onlara zulmetmemek ve rahat bırakmaktır. Bu ise, şer’îdir.” (s. 19) der. Bu hürriyetin, ecnebilerin esareti altındaki “üçyüz milyondan ziyâde” (s. 19 ) Müslümanın hürriyetinin “rüşvetidir” (s. 20 ) ve ecnebilerin “müthiş istibdâd-ı mânevînin” (s. 20 ) kaldırılması için bir anahtar olduğunu belirtir.
• Müsâvât (Eşitlik): Gayr-ı müslimlerle eşitliğin, “fazilet ve şerefte değil” , “hukuktadır” (s. 24 ) olduğunu; hukukta ise “şah ve gedâ birdir” (s. 24 ) diyerek İmam-ı Ali (R.A.) ve Salahaddin-i Eyyûbî’nin adaletini misal verir (s. 25 ).
• Dostluk Meselesi: Kur’an’daki (Mâide 51) Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeme nehyinin (s. 26 ), onların “zatı için” değil, “yahudiyet ve nasraniyet olan âyineleri hasebiyledir” (s. 27 ) diye izah eder. Onlarla dostluğun, “medeniyet ve terakkilerini istihsan ile iktibâs etmek” ve “âsâyişi muhafaza” (s. 27 ) için olduğunu ve bunun nehy-i Kur’ânîye dahil olmadığını (s. 27 ) belirtir.
• Gerilemenin Sebepleri: Müslümanların fakir, gayr-ı müslimlerin zengin olmasının (s. 31 ) iki sebebini zikreder:
• Sa’y (çalışma) ve tevekkül mefhumlarını yanlış anlamak (s. 31-32 ).
• Maîşet için “tarîk-ı tabiî” olan san’at, ziraat ve ticareti bırakıp; “gayr-i tabiî” olan “me’muriyet ve her neviyle imarettir” (s. 32-33 ) yoluna girmek.

3. Milliyet Fikri, Ahlâkî Tenkitler ve Çözüm Yolları
Bediüzzaman, kavmî (Kürt, Türk) ve dinî (İslâm) milliyet mefhumlarını mukayese ederek geri kalmışlığın ahlâkî sebeplerini tenkit eder.
• Ermeni Fedâîsi Mukayesesi: “Fikr-i milliyetle uyanmış bir Ermeninin himmeti, mecmu-u millettir.” (s. 52 ) diyerek onun canını milleti için feda ettiğini , hâlbuki (o dönemdeki) bir Müslüman yiğidin “yalnız bir menfaat veya bir garaz… veya bir aşiretin namusunu” (s. 53 ) düşündüğünü, “kısa düşünürdü” (s. 53 ) der.
• İslâmiyet Milliyeti: Çözüm olarak “İslâmiyet milliyeti”ni gösterir. Bu milliyetin “üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini” (s. 53) kazandırdığını, bu şuurla hareket edilse binler ruhun feda edilebileceğini (s. 53 ) belirtir.
• Zekâtın Rolü: Milletin kuvvetini toplamak için “havz-ı mârifet ve muhabbet” (s. 55 ) yapılmasını, bu havuzu dolduracak en mühim çeşmenin ise “Zekât” (s. 55 ) olduğunu söyler. Sadece zenginlerin değil, “ezkiya (zekîler) zekâvetlerinin zekâtını” ve “ağniya, velev zekâtın zekâtını” (s. 57 ) milletin menfaatine sarf etseler, diğer milletlere yetişilebileceğini (s. 57 ) ifade eder.

4. Şeyhlerin ve Âlimlerin Tenkidi
Eserde, bid’alara sapan müteşeyyihler (şeyhlik taslayanlar) ile hakiki mürşidler arasındaki farka dair sert tenkitler bulunur.
• Müteşeyyihin Tarifi: Hakiki şeyhin mesleği “muhabbet”, meşrebi “mahviyet” ve tarikatı “hamiyet-i İslamiye” (s. 71-72 ) iken; sahte şeyhin (müteşeyyih) mesleğini şöyle tarif eder: “tenkis-i gayr ile meziyetini izhar ve husumet-i gayr ile muhabbetini telkin” (s. 72 ) eder.
• İhtilafın Sebebi: Şeyhlerin ve âlimlerin birbirini inkâr etmelerini “Ey dîvâneler!” (s. 69 ) diyerek tenkit eder. “İnnemâ’l-mü’minûne ikhvetun” (s. 69 ) (Mü’minler ancak kardeştirler) nâmus-u İlâhîsinin , küçük inkâr meseleleriyle nasıl kırılabildiğini (s. 69 ) sorar.
• Muhabbet ve Adâvet: “Muhabbeti iktiza eden İslâmiyet ve insaniyet Cebel-i Uhud gibidir. Adâveti intâc eden esbab, bâzı küçük çakıl taşları gibidir.” (s. 71 ).

5. Medresetüzzehra Projesi
Eserin en mühim bölümlerinden biri, Müellif’in “havâss” (elit tabaka) (s. 76 ) olarak gördüğü İttihad ve Terakki’den (s. 76, 83 ) talep ettiği eğitim projesidir.
• Talep: “Câmi-ül-Ezher’in kızkardeşi olan, Medresetüzzehra namıyla dâr-ül-fünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis’te ve iki refikasıyla Bitlis’in iki cenahı olan Van ve Diyarbekir’de tesisini isteriz.” (s. 77 ).
• Usûl: Bu medresenin en mühim şartını, “Fünun-u cedideyi, ulûm-u medaris ile mezc ve derc” (s. 77 ) (modern fenleri, medrese ilimleriyle birleştirmek) olarak açıklar.
• Felsefesi: Bu birleştirmenin hikmetini şöyle izah eder: “Vicdanın ziyası, ulûm-u dîniyedir. Aklın nuru, fünun-u medeniyedir. İkisinin imtizaciyle hakikat tecelli eder. O iki cenah ile talebenin himmeti pervaz eder. İftirak ettikleri vakit; birincisinde taassup, ikincisinde hile, şüphe tevellüd eder.” (s. 78 ).
• Diğer Şartlar: Lisan olarak “lisân-ı Arabî vâcib, Kürdî câiz, Türkî lâzım kılmak.” (s. 77 ) ve “Ekradın istidatları ile istişare etmek” (s. 79 ) gibi 8 şart sıralar.
• Vâridât (Gelirler): Bu devâsa projenin gelir kaynağı olarak “Evkaf” (Vakıflar) , “Zekât” (s. 80 ) ve “İslâmiyetin iânât-ı milliyesi olan nüzur ve sadakat” (s. 80) gösterilir.
6. Geleceğe Hitap ve Atâletin Sebepleri
Eser, çağdaşlarından ümidini kesen (sizinle konuşmayacağım” (s. 41 ) bir bölümle istikbale seslenir:
• İstikbale Sesleniş: “Ey üçyüz seneden sonraki yüksek asrın arkasında gizlenmiş… Saidler, Hamzalar, Ömerler… Sizlere hitap ediyorum.” (s. 41 ). “Ne yapayım, acele ettim, kışta geldim; sizler cennet-âsâ bir baharda geleceksiniz. Şimdi ekilen nur tohumları, zemininizde çiçek açacaktır.” (s. 42-43 ).
• Atâletin Sebepleri (Sekiz Düşman): “Zindan-ı atâlete düştüğümüzün sebebi nedir?” (s. 87 ) sualine cevaben, “Hayat bir faaliyet ve harekettir. Şevk ise matiyyesidir (binek).” (s. 87 ) der. Himmetin (çalışma azmi) önüne çıkan ve kuvve-i mâneviyeyi kıran sekiz düşmanı sıralar:
• Yeis (Ümitsizlik).
• Meylüttesevvuk (Başkalarına üstün görünme meyli).
• Aculiyet (Acelecilik).
• Fikr-i infiradî (Bireyselcilik, bencillik).
• Başkalarının tembelliğinden görenek almak (cesaret almak).
• İşi birbirine bırakmak.
• Allah’ın vazifesine müdahale etmek.
• Meylürrahat (Rahat meyli, tembellik) (s. 87-89 ).
Her bir düşmana karşı $لَا تَقْنَطُوا$, $وَاصْبِرُوا$, $لَيْسَ لِلْإِنْسَانِ إِلَّا مَا سَعَى gibi âyetleri kılıç olarak gösterir (s. 87-89 ).
Zeyl (Ek Bölüm)
Eserin sonunda, asıl metinden ayrı olarak “Hulusi Bey’in Fıkraları” (s. 91-94 ) başlıklı bir bölüm yer alır. Bu bölümde, Risale-i Nur’un ilk talebelerinden Hulusi Bey’in, Üstadı’na yazdığı mektuplardan iktibaslar bulunur. Bu mektuplarda Risale-i Nur’un derslerine olan bağlılık ve Üstad’ın “Tarikat zamanı değil, imanı kurtarmak zamanıdır.” (s. 93 ) dersi teyid edilir.




NUR ALEMİNİN BİR ANAHTARI

NUR ALEMİNİN BİR ANAHTARI

Eser, Bediüzzaman Said Nursi tarafından yazılmış ve farklı zamanlarda talebelerine gönderilmiş mektuplardan/derslerden oluşmaktadır. 1960 yılında İstanbul’da Sinan Matbaası’nda basılmıştır.
Kitabın genel muhtevası, Tevhid (Allah’ın birliği) hakikatini, hususiyetle “hava” unsurunun ve radyo teknolojisinin bir delil olarak kullanıldığı dersler vasıtasıyla isbat etmektir. Eser, Risale-i Nur’un diğer bölümlerinden (Hüve Nüktesi, On Dördüncü Sözün Zeyli, Siracunnur’un başındaki münâcât gibi) iktibaslar ve bunlara dair izahlar ihtiva eder.
İşte eserin muhtevasının bölümlere göre izahı:

1. Bölüm: “Tahiyyat”ın Dört Unsur ile İzahı (s. 3-16)
Bu bölüm, Medresetüzzehra erkânlarının arzusuyla verilen bir dersin hülasasıdır. Namazdaki “Tahiyyat” duasının küllî manasını izah eder.
• Dersin Mevzuu: Peygamber Efendimiz’in (Aleyhissalâtü Vesselâm) Miraç Gecesi’nde , bütün mahlûkat namına selam yerinde “Ettehiyyâtü’l-mübârekâtü’s-salevâtü’t-tayyibâtü lillâh” demesidir.
• Dört Unsur ile İzah: Müellif, teşehhüdde “Ettehiyyâtü” 8derken, kendi hususî dünyasının dört unsuru olan toprak, su, hava ve nur (nar) unsurlarının lisan-ı hal ile bu kelimeleri nasıl söylediklerini hayalen gördüğünü belirtir:
• Toprak Unsuru (Ettehiyyâtü): Toprak unsurunun her bir avucu, bütün zîhayatlara (canlılara) menşe ve saksılık etmesi cihetiyle, bütün zîhayatların hayat hediyelerinin Allah’a mahsus olduğunu lisan-ı hal ile söyler. Bu, ancak bir Kadîr-i Mutlak’ın kudretiyle mümkündür.
• Su Unsuru (El-Mübârekât): Su unsurunun katreleri, nutfelerin, çekirdeklerin ve tohumların intibahında (uyanmasında) gördükleri harika vazifelerle “El-Mübârekât” derler. Bu vaziyetler, su zerrelerinin hadsiz ilim ve hikmet sahibi olmasını gerektirir ki bu muhaldir; öyleyse bu, bir Kadîr-i Zülcelâl’in kudret ve rahmetiyle olur.
• Hava Unsuru (Es-Salevât): Hava unsurunun her bir zerresi, bütün duaları, salavatları ve ibadetleri nakletme vazifesiyle “Es-Salevâtü lillâh” der. Her zerrenin umum dilleri bilmesi, her şeyi işitmesi ve görmesi ancak Sâni-i Hakîm’i göstermesiyle mümkündür.
• Nar ve Nur Unsuru (Et-Tayyibât): Maddi ve manevi nur unsuru (hararetli ve hararetsiz) , bütün güzel manaları, Esmâ-i Hüsnâ’nın cilvelerini, ehl-i imanın hamd, şükür ve tesbihlerini lisan-ı hal ile “Et-Tayyibâtü lillâh” diyerek takdim eder.
• Selam Bahsi: Peygamberimiz’in (A.S.V.) bu dört kelimeyi söylemesinden sonra, Cenab-ı Hakk’ın “Esselâmü aleyke eyyühe’n-nebiyyü” demesi ve Resûl-ü Ekrem’in (A.S.V.) “Esselâmü aleynâ ve alâ ibâdillâhi’s-sâlihîn” diyerek selamı ümmetine ve bütün salih kullara tamim etmesi izah edilir. Ümmetin her namazda bunu tekrar etmesi, o selam-ı İlâhî’ye bir imtisal, biat tazelemesi, tebrik ve teşekkürdür.

2. Bölüm: “Hüve Nüktesi” ve Radyo Delili (s. 17-25)
Bu bölüm, gizli dinsizlerin “Hüve Nüktesi”ni hedef almalarının sebebini ve bu nükteden “Üç Nokta”yı izah eder.
• Birinci Nokta (Havanın Kudsî Vazifesi): Havanın en mühim vazifesi, “İleyhi yes’adu’l-kelimü’t-tayyib” (Güzel sözler O’na yükselir) ayetinin sırrıyla, kelimat-ı tayyibeyi (başta Kur’an) bütün küre-i havada neşretmektir. Radyo , bu büyük nimete karşı şükür olarak, en başta Kur’an, iman ve ahlak dersleri için kullanılmalıdır. Eğer böyle olmazsa, nimet nikmete (azaba) dönüşür.
• İkinci Nokta (Zerre ve Kâinat): “Kâinatı halk edemeyen bir zerreyi halk edemez” hakikatinin bir delili radyodur. Bir avuç havanın , yüzlerce merkezden gelen farklı sesleri, şiveleri ve harfleri karıştırmadan, bozulmadan kulağımıza getirmesi, o havanın her zerresinin hadsiz bir ilim, irade, kudret, göz ve kulak sahibi olmasını gerektirir. Bu ise muhaldir. Demek ki bu, bütün kâinatı ihata eden bir Kadîr-i Mutlak’ın ilim ve iradesiyledir.
• Üçüncü Nokta (Marifetullah ve Huzur-u Daimî): Havadaki her bir zerre, Cenab-ı Hakk’ı sıfatıyla isbat eder. Bir cam zerreciğinin güneşi göstermesi gibi , havadaki her zerre de tevhidin cilvesini gösterir. Risale-i Nur bu hakikati isbat ettiği için, bir Nurcu daimî huzuru kazanmak için “Lâ mevcûde illâ Hû” (O’ndan başka varlık yoktur) veya “Lâ meşhûde illâ Hû” (O’ndan başka görünen yoktur) demeye mecbur olmaz. Belki, “Ve fî külli şey’in lehû âyetün tedüllü alâ ennehû Vâhidün” (Her şeyde O’nun bir olduğuna delâlet eden bir ayet/işaret vardır) hakikatiyle, her şeyde doğrudan doğruya Allah’ı bilen bir tevhid penceresi bulur.

3. Bölüm: Ondördüncü Söz’ün Zeylinden Bir İlâve (s. 25-28)
Bu bölüm, ehl-i dalâletin (inançsızların) temerrüdünü (inatçılığını) ve hamakatını (ahmaklığını) tenkit eder.
• Ehl-i Dalâletin Hamakatı: Kâinat Sultanı’nın, insanları dehşetli isyanlarından vazgeçirmek için su, hava, elektrikten gelen zelzele, fırtına ve harp-i umumî (dünya savaşı) gibi dehşetli afetleri yüzlerine çarptığı halde, insan suretindeki ahmak şeytanların (inançsızların) buna “tabiattır, tesadüfîdir, bir madenin patlamasıdır” demelerini eleştirir.
• Esbab (Sebepler) Perdesi: Sebeplerin yalnız birer bahane ve perde olduğunu ; dağ gibi bir çam ağacını küçücük bir çekirdekten çıkaran Sâni’in (Sanatkâr’ın) fiilini, sebeplere isnat etmenin büyük bir hamakat olduğunu belirtir.
• İsim Takmakla Hakikati Gizlemek: Gayet derin ve hikmetli bir hakikate “elektrik çarpmasıdır” gibi fennî bir isim takarak, güya mahiyeti anlaşılmış gibi âdileştirip hikmetsiz, mânasız tesadüfe ve tabiata havale etmelerinin Ebu Cehil’den daha büyük bir cehalet olduğunu vurgular.

4. Bölüm: Siracunnur Münâcâtı ve Radyo Hakikati (s. 28-33)
Bu bölüm, müellifin bir tesemmüm (zehirlenme) vesilesiyle yakalandığı “nisyan-ı mutlak” (tam unutkanlık) hastalığı sırasında, Siracunnur’un başındaki münâcâtı yeniden okumasıyla ülfet (alışkanlık) perdesi altında gizlenen hakikatleri nasıl gördüğünü anlatır.
• Ülfet Perdesi: Ehl-i gaflet ve ehl-i tabiatın, “âdetullah kanunları” perdesi altında kudret mucizelerini görmeyip, dağ gibi hakikatleri zerre gibi âdi sebeplere isnat ettiklerini belirtir.
• Radyo ve Hakikat: Radyo namı verilen hakikatin, havadaki her bir zerrenin hadsiz ayrı kelimeleri karıştırmadan, bozulmadan alıp vermesiyle, içinde hadsiz ilim ve irade bulunan bir kudret-i ezeliyenin cilvesi olduğunu ispat ettiğini söyler.
• Nimet ve Küfran (Nankörlük): Çam veya incir ağacı gibi binler harika sanatı ihtiva eden bir mucize-i kudreti, nohut gibi iki çekirdeğe isnat etmek ne kadar hamakat ise; küre-i havayı bir dershane hükmüne getiren bu Rahmanî hediyeye “radyo” veya “elektrik temevvücatı” (dalgalanması) namını takıp âdileştirmenin ve nimete karşı küfran (nankörlük) perdesini çekmenin , maddiyyunların hadsiz bir divaneliği olduğunu ifade eder.
• Hücumun Sebebi: Gizli düşmanların, Rehber’deki “Hüve Nüktesi” gibi, Siracunnur’un başındaki bu “Münâcât”ın da intişar etmemesine (yayılmamasına) çalışmalarının sebebinin, bu tevhid hakikatlerini güçlü bir şekilde isbat etmesi olduğunu belirtir.

5. Bölüm: “Hüve Nüktesi” (Tevhidin Kolaylığı, Şirkin İmkansızlığı) (s. 33-41)
Bu bölüm, “Hüve” lafzındaki tevhid nüktesini, yine hava unsurunu kullanarak izah eder. İman yolunun ne kadar kolay, şirk ve dalâlet yolunun ise ne kadar müşkilatlı ve imkansız olduğunu gösterir.
• Toprak ve Hava Misali: Bir avuç toprağın yüzlerce çiçeğe saksılık etmesi , eğer tabiata havale edilse, o topraktaki her bir zerrenin bir ilah gibi hadsiz ilim ve iktidara sahip olmasını gerektireceği gibi; bir “Hû” nefesteki havanın da bütün dünyadaki telefon, telgraf ve radyoların merkezleri gibi iş görmesi, eğer Sâni-i Zülcelâl’e verilmezse, her bir zerrede hadsiz kabiliyetlerin bulunmasını gerektirir. Bu ise, zerreler adedince muhaldir.
• Tevhidin Kolaylığı: Eğer hava, Sâni-i Zülcelâl’e verilse, bütün zerreleriyle O’nun emirber bir neferi olur. Bir tek zerrenin vazifesi kadar kolayca, hadsiz küllî vazifelerini Hâlık’ının izni ve kuvvetiyle yapar. Hava, kalem-i kudretin bir sahifesi , zerreler o kalemin uçları olur.
• Hava Unsurunun Şehadeti: Müellif, hava unsurunda yaptığı fikrî seyahatte, her bir zerreye binler kelime girdiği halde karışmadığını , ağır yükler altında zaaf göstermediğini ve fırtınalar içinde vazifesini şaşırmadığını aynelyakîn müşahede ettiğini söyler. Bu durum, o zerrelerin “Lâ ilâhe illâ Hû” ve “Kul hüvallâhü ehad” dediklerini isbat eder.
• Havanın Diğer Vazifeleri: Havanın sadece sesleri değil; elektrik, câzibe, ziya gibi letaifi nakletmesi , aynı zamanda bitki ve hayvanlara teneffüs (solunum) ve telkih (döllenme) gibi hayatî vazifeleri de intizamla görmesi, onun “emir ve irade-i İlâhiyenin bir arşı” olduğunu kat’î surette isbat eder.

6. Bölüm: Nur Anahtarının Bir Haşiyesi (Radyo ve Melek Tesbihatı) (s. 41-47)
Bu bölüm, bir otomobilde iki üniversiteli Nur talebesiyle radyo dinlerken yapılan bir sohbeti ve izahı ihtiva eder.
• En Cüz’î En Küllî Olur: Tırnak kadar bir havanın , sadece dinlenilen mevlüdü değil, binler istasyondaki milyonlarca kelimeyi aynı anda dinleyip söyleyebilmesi , “en cüz’î en küllî olur” hakikatini gösterir. Bu, eğer Kudret-i Ezeliyeye verilmezse, bir şeyin kendi zıddına (cüz’înin küllîye, âcizin muktedire) inkılabı gibi binler muhal ve hurafe bir durum ortaya çıkar.
• Hadîs-i Şerif ile İzah: Bu hakikati, “Bir melek var, kırk bin başı var. Her başında kırk bin dil var. Her bir dilde kırk bin tesbihat yapıyor” (toplam 64 trilyon tesbihat ) meâlindeki Hadîs-i Şerif ile izah eder. Küre-i hava, bu melek gibidir ; her kelime-i tayyibe hava sahifesinde bu adedce yazılır. Bu iş, ancak her yerde hâzır nâzır bir kudret-i ezeliyenin cilvesidir.
• Hikmet-i Felsefe vs. Hikmet-i Kur’aniye: Felsefenin, hilkat-i insaniye (insanın yaratılışı) gibi umumî kudret mucizelerini “âdiyat” (sıradanlık) perdesi altında gizleyip, kaideden çıkmış iki başlı bir insan gibi cüz’î şeylere hayret etmesini; Hikmet-i Kur’aniye’nin ise o âdiyat perdesini yırtarak umumî harikaları ders verip Allah’ı tanıttırdığını karşılaştırır.
• Beşerin “İcad” Hatası: Beşerin cüz-i ihtiyarîsiyle yaptığı “söylemek” fiilinde dahi icad edemeyip, sadece havayı harflerin mahrecine soktuğunu , Cenab-ı Hakk’ın o kelimeleri halk ettiğini belirtir. Bu kadar âciz olan insanın, radyo gibi bir ilham-ı İlâhî olan keşiflere “icad etti” demesinin büyük bir hata ve küfran-ı nimet (nimete nankörlük) olduğunu vurgular.

7. Bölüm: Müellifin Hayatındaki Harikaların Hikmeti (Beş Nümune) (s. 47-56)
Bu bölüm, Mevlüd-ü Şerif tebriğiyle başlar ve müellifin hayatında dostlarının “velâyet” , muarızlarının “deha” veya “sihir” zannettiği harikaların gerçek hikmetini izah eden “Beş Nümune”yi sunar. Müellif, bu harikaların kendisinden değil, ileride gelecek olan Risale-i Nur hizmetine bir “çekirdek” hükmünde olduğunu belirtir.
• Birinci Nümune (İlim Tahsili): 15 senelik medrese ilmini üç ayda bitirmiş gibi görünmesinin hikmeti; ileride, medreselerin azalacağı bir zamanda , ulûm-u imaniyeyi kısa bir zamanda verebilecek bir tefsir-i Kur’anî (Risale-i Nur) çıkacağına ve kendisinin ona hizmet edeceğine işaret olduğunu söyler.
• İkinci Nümune (Âlimlerle Münazara): Çocukken büyük âlimlerin en müşkil suallerine doğru cevap vermesinin hikmeti; ileride Risale-i Nur’a karşı en çok ulemanın (hocaların) tenkit ve rekabet etmesi beklenirken, o eski hadisenin onların cesaretini kırması ve Nur’a karşı mukabil eser yazmamaları olduğunu belirtir.
• Üçüncü Nümune (Hediye Kabul Etmemek): Çocukluğundan beri fakir olduğu halde sadaka, hediye ve zekâtı kabul etmemesinin hikmeti; âhir ömründe Risale-i Nur gibi kudsî bir hizmeti dünyaya ve şahsî menfaatlere âlet etmemek , hakikî ihlası kırmamak için olduğunu ifade eder.
• Dördüncü Nümune (Zulme Karşı Sabır): 28 sene boyunca eşedd-i zulme ve işkencelere karşı emsalsiz bir sabır ve tahammül göstermesinin hikmeti; ehl-i siyasetin “dini siyasete âlet ediyor” vehmiyle yaptığı zulümlerin, aslında Kader-i İlâhî’nin “Nur hizmetini şahsî kemalâtına ve belalardan kurtulmaya âlet yapma” diyen şefkatli tokatları olduğunu belirtir.
• Beşinci Nümune (Yazısının Kötü Olması): Çok muhtaç olduğu halde yazısının yarım ümmî gibi olmasının hikmeti; ileride dehşetli manevî hücumlara karşı, şahsî ve cüz’î hizmeti yerine, güzel yazı sahiplerini (Nur talebelerini) hizmetine şerik edip, binler kalemi bulmak ve benliğini o mübarek havuz (hizmet) içinde eriterek hakikî ihlası elde etmek olduğunu söyler.

8. Bölüm: Talebe Mektupları (s. 56-65)
Eserin sonunda, Risale-i Nur’un serbestiyetini ve müellifin beraatini tebrik eden iki talebe mektubu yer alır:
• Ali Ulvi’nin Mektubu (Medine-i Münevvere’den): Risale-i Nur’un beraetini; ruhun maddiyata, nurun zulmete, imanın küfre galip gelmesi olarak vasıflandırır. Risale-i Nur’un, diğer irşad hareketlerinin göremeyeceği mühim işi gördüğünü ve bu yolda yürüyeceklerin müellifteki sarsılmaz iman, irfan, ihlâs ve feragate sahip olmaları gerektiğini belirtir.
• İstanbul Nur Talebeleri’nin Mektubu: Risale-i Nur’un serbest intişarını, iman davasının tahakkuku olarak görürler. Risale-i Nur’u, “bu muazzam ve korkunç imansızlık savaşının kurtarıcı atomu” olarak nitelerler. Müellifin çektiği çilelere rağmen, artık bu davayı devam ettirecek “istikbalin genç Saidleri”nin yetiştiğini müjdelerler. Ayrıca, “Tarihçe-i Hayat”ın tab edilmesinden duydukları sevinci ifade ederler.
Bu muhteva izah