Zerre

Zerre

Nasıl ki “Ene”, insanın manevi mahiyetinin anahtarıdır; “Zerre” de kâinatın maddi yapısının ve yaratılışındaki faaliyetin en mühim anahtarıdır. Bediüzzaman Hazretleri, Otuzuncu Söz’ün “İkinci Maksat”ında bu konuyu; maddeci felsefenin “tesadüf” zannettiği hareketliliğin, aslında ilahi bir kalem ve bir dokuma olduğunu isbat eder.

1. Kur’an-ı Kerim’de “Zerre” Hakikati
Cenab-ı Hak, ilminin ve kudretinin her yere nüfuz ettiğini, en küçük yapı taşı olan zerreye dahi hakim olduğunu Kur’an’da şöyle beyan eder.
Sebe Suresi 3. Ayet şöyledir:
> “…Rabbimden göklerde ve yerde zerre ağırlığınca bir şey bile gizli kalmaz. Bundan daha küçüğü ve daha büyüğü yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) bulunmasın.” (Sebe, 34/3)
>
Bu ayet, maddenin en küçük parçasının dahi başıboş olmadığını, “Levh-i Mahfuz” denilen ilahi kader defterinde kayıtlı bir memur olduğunu gösterir.

2. Zerre’nin Hareketi: Tesadüf mü, Tahavvülât mı?

Maddeci düşünce (Hikmet-i Tabiiye), atomların hareketini anlamsız bir kaos veya kör bir tesadüf olarak görür. Risale-i Nur ise bu hareketi “Tahavvülât-ı Zerrat” (Zerrelerin Dönüşümü/Hareketi) olarak tanımlar ve hikmetini şöyle açıklar:
* İlahi Kalem Uçları: Zerreler, Kudret kaleminin uçlarıdır. Kâinat kitabını yazmak için sürekli hareket halindedirler.
* Dokuma Mekikleri: Her bir zerre, sanatlı bir kumaşın dokunmasında işleyen bir mekik gibidir.
* Talim ve Terbiye: Cansız (camid) zerreler, hayat mertebesine çıkmak, nurlanmak ve şereflenmek için bir seyahattedirler. Topraktan bitkiye, bitkiden hayvana, oradan insana geçen bir zerre, adeta rütbe alır.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Zerrelerin Vazifesi

Bediüzzaman Hazretleri, zerrelerin bu baş döndürücü hareketinin hikmetini muazzam bir tasvir ile şöyle anlatır:
> “her bir zerre, eğer memur-u İlahî olmazsa ve onun izni ve tasarrufu ile hareket etmezse ve ilim ve kudretiyle tahavvül etmezse o vakit her bir zerrenin nihayetsiz bir ilmi, hadsiz bir kudreti, her şeyi görür bir gözü, her şeye bakar bir yüzü, her şeye geçer bir sözü bulunmak lâzım gelir. Çünkü anâsırın her bir zerresi, her bir cism-i zîhayatta muntazaman işler veya işleyebilir. Eşyanın intizamatı ve kavanin-i teşekkülatı birbirine muhaliftir. Onların nizamatı bilinmezse işlenilmez, işlenilse de yanlışsız yapılmaz. Halbuki yanlışsız yapılıyor. Öyle ise o hizmet eden zerreler, ya bir ilm-i muhit sahibinin izin ve emriyle ve ilim ve iradesiyle işliyorlar veyahut kendilerinde öyle bir muhit ilim ve kudret bulunmak lâzım geliyor.
…….Nihayetsiz tecelliyat-ı esma-i İlahiyenin nakışlarını göstermekle, o esmanın cilvelerini ifade için mahdud bir zeminde hadsiz nukuş göstermek, küçük bir sahifede nihayetsiz maânîleri ifade edecek olan hadsiz âyâtları yazmak için Nakkaş-ı Ezelî zerratı, kemal-i hikmetle tahrik edip kemal-i intizamla tavzif etmiştir.
……..
Sâni’-i Hakîm, anâsırı tahrik edip tavzif ederek (onlara bir ücret-i kemal hükmünde) madeniyat derecesine çıkarmasıyla ve madeniyata mahsus tesbihatları onlara bildirmesiyle ve madeniyatı tahrik ve tavzif edip nebatat mertebe-i hayatiyesinin makamını vermesiyle ve nebatatı rızık ederek tahrik ve tavzif ile hayvanat mertebe-i letafetini onlara ihsan etmesiyle ve hayvanattaki zerratı tavzif edip rızık yoluyla hayat-ı insaniye derecesine çıkarmasıyla ve insanın vücudundaki zerratı süze süze tasfiye ve taltif ederek tâ dimağın ve kalbin en nazik ve latîf yerinde makam vermesiyle bilinir ki harekât-ı zerrat hikmetsiz değil belki kendine lâyık bir nevi kemalâta koşturuluyor.
……Madem Sâni’-i Hakîm, her şey için o şeye münasip bir nokta-i kemal ve ona lâyık bir mertebe-i feyz-i vücud tayin edip ve o şeye, o nokta-i kemale sa’y edip gitmek için bir istidat vererek ona sevk ediyor. Ve bütün nebatat ve hayvanatta şu kanun-u rububiyet cari olmakla beraber, cemadatta dahi caridir ki âdi toprağa, elmas derecesine ve cevahir-i âliye mertebesine bir terakkiyat veriyor ve şu hakikatte muazzam bir kanun-u rububiyetin ucu görünüyor. “> (Sözler, Otuzuncu Söz, İkinci Maksat.)
>
4. Tefekkürün Özü: İki Anahtarın Birleşimi
Önceki adımda incelediğimiz “Ene” ile şimdi incelediğimiz “Zerre” şöyle birleşir:
* Ene (Benlik): İnsana, “Ben kimim? Sahibim kim?” sorusunu sordurur ve Rabbini tanıtır.
* Zerre (Atom): “Ben başıboş değilim, bir Kadîr-i Mutlak’ın emriyle hareket eden bir memurum” diyerek kâinatın sahibini gösterir.
Ene, ilahi sıfatların anlaşılması için bir mikyas (ölçü), Zerre ise ilahi kudretin faaliyetini gösteren bir aynadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğu – Kâinatı ve İnsanı anlama.

Tefekkür yolculuğu – Kâinatı ve İnsanı anlama.

Bu yeni ufukta, Âfâk (dış âlem) ve Enfüs (iç âlem) dengesi üzerine bina edilen tefekkür ile ilgili Âyet-i Kerime, Kur’an-ı Kerim’in muhtevasındaki hakikatin, hem dış dünyada (kâinat) hem de insanın derûnî dünyasında (vicdan/ene) tasdik edildiğini beyan eder.

1. Âyet-i Kerime’nin Meali
Fussilet Suresi 53. Ayet şöyledir:
> “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) uçsuz bucaksız ufuklarda ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin, her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53)
>
2. Âfâkî Tefekkür: Kâinatın Şehadeti (Dış Dünya)

Âfâk; ufuklar, dış dünya ve bizden hariç olan kâinatın tamamıdır. Bu dairede tefekkür, cihan şümul bir nazarla, kâinat kitabını okumayı gerektirir.
* Külli Nazar: Âfâkî tefekkürde, Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellileri külli (bütüncül) olarak görünür. Bir çiçekte cemal isminin nakşını gören insan, bahar mevsimindeki bütün çiçeklerde o ismin ihtişamlı tecellisini müşahede eder.
* Tabiatın Dili: Tabiat dediğimiz bu muazzam sanat eseri, tesadüf ve karmaşadan uzak, tam bir nizam içindedir. Her bir mevcudat, Hâlık’ının varlığına ve birliğine bir isbat ve burhandır.
* Büyük İnsan (İnsan-ı Ekber): İslâm düşünce geleneğinde kâinat, “Büyük İnsan” olarak tavsif edilir. Zira kâinatta dağınık halde bulunan bütün hakikatler, insanda toplanmıştır.

3. Enfüsî Tefekkür: Nefsin Şehadeti (İç Âlem)

Enfüs; insanın nefsi, derûnî dünyası, mahiyeti ve manevi cephesidir. Bu dairedeki tefekkür, insanın kendi varlığı üzerinden Rabbini tanımasıdır.
* Ene ve Enaniyetin Sırrı: İnsandaki “Ene” (benlik), Cenab-ı Hakk’ın mutlak sıfatlarını anlamak için verilmiş bir vahid-i kıyasîdir (kıyas birimi). İnsan, kendi cüz’i ilmiyle Allah’ın külli ilmini, kendi cüz’i kudretiyle O’nun mutlak kudretini idrak eder.
* Küçük Âlem (Âlem-i Asgar): İnsan, kâinatın bir misal-i musağğarıdır (küçültülmüş örneği). Kâinatta ne varsa, numunesi insanda mevcuttur.
* Vicdanın Sesi: İnsanın derûnî yapısında, yalan söylemeyen bir vicdan vardır. Bu vicdan, daima bir Yaratıcı’ya olan ihtiyacı haykırır ve hakikati arar.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Hakikatin İki Yüzü

Bediüzzaman Hazretleri, bu iki tefekkür metodunun (Enfüs ve Âfâk) birbirini nasıl tamamlaması gerektiğini, insanın mahiyetindeki “Ene”nin (Benlik) anahtar rolü üzerinden şöyle tasvir eder:
> “İ’lem eyyühe’l-aziz! İnsanın bir ferdi, ihata-i fikriyesiyle, aklıyla, kalbinin vüs’atiyle bir nevi külliyet kesbeder. Ve keza insanın bir ferdi, hilafet hususunda âlemin eczasıyla şuurca alâkadar olduğundan nebatî olsun hayvanî olsun pek çok nevilerde tasarruf sahibi bulunduğundan nev’i gibidir. Ve bu itibarla insanın bir ferdi neviler sırasına geçer.”
“Binaenaleyh gerek hayvanatın, gerek semeratın nevilerinde vukua gelen mükerrer kıyametler, hevam ve haşeratta vücuda gelen senevî haşir ve neşirler, insanın da her bir ferdinde caridir.” Mesnevi-i Nuriye.
>
5. Netice ve Tefekkürün Meyvesi

Bu yolculukta “Enfüs” ve “Âfâk” birbirine zıt değil, bilakis birbirini tamamlayan iki tasvir alanıdır. Kur’an-ı Kerim, bu âyetiyle bizleri:
* Dış dünyadaki (Âfâk) ilahi sanatları ibretle temaşa etmeye,
* İç dünyamıza (Enfüs) dönüp, acizliğimizi ve Rabbimize olan ihtiyacımızı idrak etmeye,
* Neticede, her iki dairede de parlayan “Tevhid” nurunu görmeye davet eder.
Dışarıda (Zahirde) gördüğümüz nizam, içeride (Dahilde) hissettiğimiz manayla birleşince iman, “tahkiki” bir mertebeye ulaşır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
16/11/2025




SON DERS VE VASİYET: VEDA DEĞİL, DEVAM EMRİ

SON DERS VE VASİYET: VEDA DEĞİL, DEVAM EMRİ

Bediüzzaman Hazretleri, 1960 yılının Mart ayında, ağır hastalığına rağmen yanındaki talebelerine “Beni Urfa’ya götürün” demiştir. Urfa’ya vardığında, vefatından birkaç gün önce, talebelerine son bir ders vermiş ve bu dersi kaleme aldırmıştır. Bu ders, Risale-i Nur hizmetinin kıyamete kadar sürecek olan “Hareket Metodu”nu belirler.

1. Son Dersin Özü: Müsbet Hareket ve Asayiş

Üstad’ın son nefesinde dahi üzerinde titrediği en büyük mesele **”Müsbet Hareket”**tir. O güne kadar kendisine yapılan onca zulme, işkenceye ve zehirlemeye rağmen; talebelerine intikamı, sokağa dökülmeyi veya devlete isyan etmeyi değil; sabrı, asayişi ve sadece iman hizmetini vasiyet etmiştir.
Son Ders’te geçen şu ifadeler, bu hareketin manifestosudur:
> “Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası-II, RNK Neşriyat).
>
Bediüzzaman, “Dahilde (ülke içinde) kılıç çekilmez” düsturunu yerleştirerek, anarşiye ve teröre set çekmiştir. Cihadın; kılıçla değil, “Sözler”le, yani ilimle ve ikna ile yapılacağını (Manevi Cihad) göstermiştir.

2. Gizli Kabir Vasiyeti: Şahsı Değil, Kitabı Sevmek

Tarihte birçok büyük zatın kabri türbe haline getirilmiş, insanlar zamanla o zatın “fikrinden” ziyade “şahsına” bağlanmış, hatta bazen tevhid inancını zedeleyecek derecede kabirperestlik oluşmuştur.
Bediüzzaman Hazretleri, hayatı boyunca “teveccüh-ü nas”tan (insanların ilgisinden) kaçtığı gibi, vefatından sonra da şahsının putlaştırılmasını engellemek için kabrinin gizli kalmasını vasiyet etmiştir.
Vasiyetinde şöyle der:
> “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevi dua ve ziyaret etsinler. Kabrimin yanına gelmesinler. Fatiha uzaktan da olsa ruha gelir. Risale-i Nur’daki azamî ihlası kırmamak için ve o ihlasın sırrıyla, kabrimi bildirmemeyi vasiyet ediyorum.”
>
Nitekim kader-i İlahi bu vasiyeti infaz etmiş; 1960 ihtilalinden sonra kabri meçhul bir yere nakledilmiştir. Bugün Said Nursi’nin belirli bir mezarı yoktur; fakat Risale-i Nur külliyatı her evde, her kalpte yaşamaktadır. Bu durum, insanların “Fani Said”e değil, “Baki Kur’an Hakikatlerine” bağlanmasını sağlamıştır.

3. Genel Değerlendirme: Çizdiğimiz Harita

Bu tefekkür serisi boyunca, Risale-i Nur Külliyatı üzerinden muazzam bir harita çıkardık. Geriye dönüp baktığımızda şu manzarayı görüyoruz:
* Ontolojik Temel (Varlık): Ene ve Zerre, Tabiat Risalesi, Hüve Nüktesi ile maddenin ve benliğin hakikatini, tesadüfün imkânsızlığını ve Allah’ın varlığını isbat ettik.
* Teolojik Zirve (İman): Haşir, Mirac, Kader, Esma-i Hüsna ile imanın en derin meselelerini akıl ve kalp dengesinde çözdük.
* Sosyolojik Reçete (Toplum): Uhuvvet, Hutbe-i Şamiye, Münazarat ile İslam birliğinin, kardeşliğin ve meşrutiyetin (hürriyetin) formüllerini inceledik.
* Psikolojik Destek (İnsan): Gençlik, İhtiyarlık, Hastalar, Meyve Risalesi ile hayatın her evresine ve her haline özel teselliler bulduk.
* Metodolojik Kılavuz (Yol): Muhakemat, Lahikalar, Sikke-i Tasdik ile Kur’an’ı anlama usulünü ve iman hizmetinin prensiplerini öğrendik.

Netice: Sözler Sizin Malınızdır
Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, eserlerinin son sözünü okuyucusuna bırakır ve onları bu davanın “sahibi” ilan eder.
> “Sözler (Risale-i Nur), şahsi malım değildir. Kur’an’ın malıdır, Kur’an’ın denizinden tevellüd etmiştir… Sizler de bu Nurlara sahip çıkınız.”
>
Bizim bu çalışmamız; bir okyanustan alınan bir bardak su misalindedir. Asıl kaynak, o eserlerin kendisidir ve her okuyuşta yeni manalar açılmaya devam edecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 




RUH VE BEDEN DENGESİ

RUH VE BEDEN DENGESİ

Bu, mahlukatın en câmi (kapsamlı) numunesi olan insanın aslı ve fıtratını (yapısını) teşkil eden gayet mühim bir husustur. Ruh ve beden, birbirine hem muhtaç hem de bazen zıt görünen, fakat küllî bir hikmetle bir araya getirilmiş iki ayrı hakikattir.

Bu izahı, sırasına göre ve hikmet zaviyesinden ele alalım:

1. Bedenin Ruha Katkıları

Beden, ruhun bu şehadet âlemindeki (görünen dünyadaki) hanesi, bineği ve aletidir. Ruh, manevî ve “emrî” (emirden gelen, soyut) bir hakikat olduğundan, maddî âlemle doğrudan temas edemez. Bedenin ruha sağladığı en mühim katkı, faaliyet sahası sunmaktır.
* Tecrübe ve İlim Vasıtası: Beden, ruhun “havâss-ı hamse” (beş duyu) dediğimiz pencereleridir. Ruh; göz ile nazar eder (bakar), kulak ile işitir, dil ile tadar. Bu faaliyetler neticesinde maddî âlemden malumat toplar. Bu malumat, ruhun marifet (Allah’ı tanıma) ve tefekkür (düşünce) faaliyetinin hammaddesidir.
* Fiilî İbadet Mahalli: Ruhun derûnî (iç) ibadetleri (tefekkür, muhabbet gibi) olsa da, secde etmek, oruç tutmak gibi fiilî ubudiyet (kulluk) ancak beden ile mümkündür.
Beden, ruhun niyetini fiiliyata döken bir âlettir.
* Esmâ’ya Aynadarlık: Beden, Cenab-ı Hakk’ın Musavvir (Şekil veren), Sâni (Sanatkâr), Rezzak (Rızık veren) ve Şâfî (Şifa veren) gibi isimlerinin tecelligâhıdır. Ruh, bizzat kendi bedeninin harika sanatına, nizamına ve idaresine bakarak Rabbini tanır.
Lehinde (Yararı): Beden, ruhun ebedî hayatını kazanması için lüzumlu olan “kesb” (kazanım) ve faaliyeti icra etme imkânı sunar. Ahiretin tarlasıdır.
Aleyhinde (Zararı): Beden, aynı zamanda kayıtlayıcıdır. Topraktan yaratıldığı için ihtiyaçları (yemek, uyku, şehvet) vardır. Ruh, bedenin bu zahirî (dış) ve nefsanî arzularına tâbi olursa, ulvî (yüce) faaliyetinden düşer. Beden, ruha bir “hicap” (perde) veya “zindan” olabilir.

2. Ruhun Bedene Katkıları

Ruh, Cenab-ı Hakk’ın “emir âleminden” gelen bir “latîfe-i Rabbaniye” (İlahî, latif bir hakikat) olup, bedene hayat veren asıldır.
* Hayat ve Şuur: Beden, ruh olmadan bir et ve kemik yığınından ibarettir, “cemed” (cansız) hükmündedir. Bedene hayatı, şuuru, idraki ve hissetmeyi veren ruhtur. Bedenin bütün azaları, ruhun emriyle faaliyet gösterir.
* Kıymet ve Mana: Bir avuç toprağı “ahsen-i takvim” (en güzel suret) mertebesine çıkaran, ona kıymet ve mana kazandıran, ruhtur. Ruh, bedeni basit bir maddî yapı olmaktan çıkarıp, kâinatın manasını anlayan ve tefsir eden bir muhatap haline getirir.
* İrade ve Hareket: Bedeni sevk ve idare eden “sultan” ruhtur. İrade, karar, düşünce ruha aittir; beden bu kararları icra eden “hizmetkârdır”.
Lehinde (Yararı): Ruh, bedeni “canlı” kılar, onu âlemle alakadar eder ve ona en yüksek payeyi verir.
Aleyhinde (Zararı): Ruhun yüksek hassasiyetleri, bedene de tesir eder. Mesela, derûnî bir korku, kaygı veya hüzün (ruhun halleri), bedenin de rahatsızlanmasına (psikosomatik hastalıklar) sebep olabilir. Hayvanlarda bulunmayan endişe-i istikbal (gelecek kaygısı) gibi derûnî acılar, ruh vasıtasıyla bedene de tesir eder.

3. Terakki, Acı ve Tatlı Mertebeleri

Ruh ve bedenin bu birlikteliği, bir imtihan ve terakki (yükseliş) vesilesidir. Bu terakki, acı ve tatlı (haz) tecrübeleriyle gerçekleşir.
Acı ve Mertebe:
* Bedenin çektiği zahirî acılar (hastalık, açlık, yorgunluk), ruha mühim dersler verir. Bu acılar ruha aczini (güçsüzlüğünü) ve fakrını (ne kadar muhtaç olduğunu) hissettirir.
* Aczi ve fakrını anlayan ruh, gurur ve enaniyeti (benliği) bırakıp, hakiki teselli makamı olan tevekküle ve duaya yönelir. Böylece ruh, bu bedeni acılarla terakki eder, manen temizlenir.
* Zahirî hastalıklar, ruhun derûnî hastalıklarına (manevî kirlerine) bir nevi kefaret ve şifa olur. Beden acı çekerken, ruh sabır ve rıza makamlarında yükselir.

Tatlı (Haz) ve Mertebe:

* Bedenin hissettiği zahirî lezzetler (lezzetli bir yemek, güzel bir manzara), aslen ruha aittir. Ruh, bu lezzetler vasıtasıyla, o nimeti yaratan Mün’im-i Hakiki’ye (Nimetin Gerçek Sahibine) intikal etmelidir.
* Eğer ruh, bu lezzeti şükür ve tefekkür için bir vesile yaparsa, o basit bedensel haz, ruh için bir marifet dersine dönüşür ve ruh terakki eder.
* Aleyhte olan cihet şudur: Eğer ruh, bu zahirî ve fani lezzetlere takılır kalırsa, bedenin esiri olur. Lezzetleri “nefis” hesabına alırsa, bu durum ruhun tedennî etmesine (alçalmasına), ulvî faaliyetlerini unutmasına sebep olur.
Kısacası, beden bir imtihan aletidir. Ruh, bu aleti hayra (şükür, sabır, ibadet) kullanırsa mertebesi yükselir; şerre (isyan, gaflet, nefsanîlik) kullanırsa mertebesi düşer.

4. Hikmet ve İbret Cihetleri

Bu birlikteliğin hikmeti (yaratılış gayesi) ve bize verdiği ibret (ders) ise şudur:
Hikmet Ciheti
Cenab-ı Hak, kâinatı maddî (mülk âlemi) ve manevî (melekût âlemi) olarak iki cihette yaratmıştır. Bu iki âlemi de anlayabilen, her ikisinden de ders alabilen câmi bir nüsha yaratmak murad etmiştir.
* İnsanın Câmiyeti (Kapsayıcılığı): İnsan, bedeniyle maddî âlemin bir hulâsası (özeti), ruhuyla da manevî âlemin bir fihristidir. Bu ikisinin birleşmesiyle insan, kâinatın “küçük bir modeli” ve “halifesi” olma şerefini kazanmıştır.
* İmtihanın Aslı: Hikmet, bu iki zıt unsurun (maddî beden ve manevî ruh) mücadelesidir. Ruh, bedenin arzularına esir mi olacak, yoksa ruh bedeni ulvî gayelere mi yönlendirecek? İmtihanın aslı budur.
* Marifetullah (Allah’ı Tanıma): En büyük hikmet, marifettir. Ruh, hem kendi bedenindeki harika sanata (zahire) hem de kendi fıtratındaki sonsuz acz ve fakra (derûna) bakarak, sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Yaratıcısını bulmak ve tanımak için bu bedene yerleştirilmiştir.
İbret Ciheti
Bu birliktelikten alacağımız en mühim ders (ibret) şudur:
* Bedenin Fâniliği, Ruhun Bâkiliği: Bedenin hastalanması, zayıflaması, yorulması ve nihayetinde ölmesi; ruhumuza, bu bedenin fani (geçici) bir “han” olduğunu, asıl ebedî olanın kendisi olduğunu ihtar eder. Bedenin zevali (yok oluşu), ruha Bâki olanı araması için bir tenbihtir (uyarıdır).
* Aslolanın Ruh Olması: Beden ne kadar süslense veya kuvvetlense de, ruh olmadığında bir kıymeti yoktur. İbret şudur ki, kıymet ve şeref, maddede değil manadadır. İnsanın aslı “ruh”tur; beden ise o ruha verilmiş bir “libas” (elbise) veya “hizmetkâr”dır.
* Hizmetin Neticesi: Bu dünyada ruhuna hizmetkârlık eden, onun ibadetlerine ve terakkisine alet olan beden, o hizmetinin mükâfatı olarak ahirette ruha münasip, ebedîliğe layık bir surette yeniden yaratılacaktır. İbret odur ki, fani olan, Bâki’ye hizmet ettiği nisbette bekaya (ebedîliğe) mazhar olur.

✧✧

Ruh ve beden arasındaki o hassas dengeye “nefs”in dâhil olması, meselenin tam da esası ve imtihanın merkezidir.
Nefs, beden ve ruh izahımızda, her ikisiyle de doğrudan alakadar olan, fakat mahiyeti farklı bir kuvvettir.

Nefsin Mahiyeti ve Dengedeki Yeri

Eğer ruh “emir âleminden” gelen ulvî (yüce) bir sultan ise ve beden o sultanın bu dünyadaki “maddî hanesi ve aletleri” ise, nefs o hanenin içinde yaşayan ve bedenin ihtiyaçlarını (yemek, içmek, uyumak, cinsellik gibi) kendi hesabına talep eden, enaniyete (benliğe) dayalı bir kuvvettir.
O, bedenin zahirî (dış) ihtiyaçlarını ve arzularını asıl gaye zanneder. Ruhun ulvî gayelerinin (marifet, muhabbet, ebedî saadet gibi) zıddına, fani ve dünyevî lezzetlerin peşindedir.

Ruh-Beden Dengesindeki Faaliyeti

Ruh ve beden arasındaki alaka, “nefs” vasıtasıyla bir mücadele alanına döner.

1. Bedeni Alet Olarak Kullanması (Leh ve Aleyhte):
* Aleyhte Cihet (Tedennî / Alçalma): Nefs, bedeni kendi arzuları için bir “binek” olarak kullanır. Gözü, harama bakmak için; dili, gıybet ve malayani (boş söz) için; mideyi, sadece lezzet için (şükür için değil) kullanmaya sevk eder. Bu durumda beden, ruhun ulvî faaliyetlerine değil, nefsin süflî (alçak) arzularına hizmetkâr olur. Bedenin “tatlı” bulduğu hazlar, ruh için “zehir” olur ve onu tedennî ettirir.
* Lehte Cihet (Tezkiye / Temizlenme): Eğer ruh, aklın ve kalbin yardımıyla nefsi terbiye ederse (buna “tezkiye-i nefs” denir), o vakit nefsin şiddetli talepleri, terakkinin (yükselişin) en mühim vasıtası olur.

2. Acı ve Tatlının Mertebesini Değiştirmesi:
Nefs, acıdan kaçar ve tatlıya (haz, lezzet) koşar.
* Tatlı (Lezzet): Ruh, bir nimetteki lezzeti şükür için ister; nefs ise sadece zevk için ister. Eğer ruh galip gelirse, o bedensel lezzet “tatlı” bir şükür olur, ruhu yükseltir. Eğer nefs galip gelirse, o lezzet “acı” bir gaflete dönüşür, ruhu esir eder.
* Acı (Meşakkat): Ruh, ibadetin meşakkatine (zahmetine) sabreder; nefs ise bu “acıdan” kaçmak ister. Ruh, hastalığın “acısına” sabreder; nefs ise feryat edip isyana sürükler. Eğer ruh galip gelirse, o “acı” tecrübe, sabır vasıtasıyla ruha “tatlı” bir manevî mertebe kazandırır.
Terakki ve Mücadele (İmtihanın Aslı)
İnsanın terakkisi, yani manevî yükselişi, ruhun nefse karşı verdiği bu mücadeleye bağlıdır.
* Meleklerin nefsi olmadığı için mertebeleri sabittir; mücadeleleri yoktur.
* Hayvanların ruhu ulvî gayeler için değil, sadece bedeni idare etmek için olduğundan ve nefisleri akılla terbiye edilmediğinden, onların da imtihanı ve terakkisi yoktur.
* İnsan ise, hem melek gibi ulvî bir ruha hem de hayvanî arzuları talep eden bir nefse sahiptir.
İmtihan şudur: Ruh mu nefsi terbiye edip bedeni hayra kullanacak, yoksa nefs mi ruhu esir alıp bedeni şerre alet edecek?
Bu mücadele sayesinde insan, “esfel-i sâfilîn” (aşağıların en aşağısı) mertebesinden “âlâ-yı illiyyîn” (yücelerin en yücesi) mertebesine çıkabilecek bir potansiyele sahip kılınmıştır. Nefs, bu terakkinin dinamosu ve yakıtıdır. Ona karşı kazanılan her muvaffakiyet, ruhu bir mertebe yükseltir.

Hikmet ve İbret Cihetleri

Cenab-ı Hakk’ın insana böyle cidal (mücadele) edici bir nefs vermesinin hikmet ve ibretleri vardır:
Hikmet Ciheti:
* Nefsin varlığı, “faziletlerin” (erdemlerin) ortaya çıkması için zaruridir.
* Eğer nefsin şehvet talebi olmasaydı, “iffet” denilen ulvî ahlakın bir manası kalmazdı.
* Eğer nefsin hiddet ve gazap kuvveti olmasaydı, “şecaat” (cesaret) veya “hilm” (yumuşak huyluluk) gibi faziletler tezahür etmezdi.
* Eğer nefsin tembellik arzusu olmasaydı, “ibadetteki sebat” bir kıymet ifade etmezdi.
* Demek ki hikmeti, insandaki sonsuz terakki kabiliyetlerini fiiliyata çıkarmak ve Esma-i İlahiyenin zıt cilvelerini (Celal ve Cemal gibi) tek bir fıtratta göstermektir.
İbret Ciheti:
* İnsanın alacağı en mühim ibret, en büyük düşmanının dışarıda değil, kendi içinde (derûnunda) olduğudur.
* Nefs, insana daima kendi acziyetini ve Rabbine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Zira insan, tek başına nefsiyle başa çıkamaz; daima Allah’a sığınmak (istiaze) zorundadır.
* İbret şudur ki, bu dünyadaki en büyük cihad (mücadele), insanın kendi nefsiyle olan cihadıdır. Bu cihadı kazanan, ebedî saadeti kazanır; kaybeden ise hem bedenine hem ruhuna zulmetmiş olur.
Hulasaten nefs; ruhu, bedenin fani lezzetlerine çeken bir kuvvet; aynı zamanda ruhun, terbiye ederek üzerine basıp yükselebileceği bir basamaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




ESMA’NIN FARKLI YANSIMALARI

ESMA’NIN FARKLI YANSIMALARI

“ÜÇÜNCÜ NÜKTE

Cenab-ı Hakk’ın esmasına karşı olan muhabbetin tabakatı var: Sâbıkan beyan ettiğimiz gibi; bazen âsâra muhabbet suretiyle esmayı sever. Bazen esmayı, kemalât-ı İlahiyenin unvanları olduğu cihetle sever. Bazen insan, câmiiyet-i mahiyet cihetiyle hadsiz ihtiyacat noktasında esmaya muhtaç ve müştak olur ve o ihtiyaçla sever.

Mesela, sen bütün şefkat ettiğin akraba ve fukara ve zayıf ve muhtaç mahlukata karşı, âcizane istimdad ihtiyacını hissettiğin halde; biri çıksa, istediğin gibi onlara iyilik etse o zatın in’am edici unvanı ve kerîm ismi ne kadar senin hoşuna gider, ne kadar o zatı, o unvan ile seversin. Öyle de yalnız Cenab-ı Hakk’ın Rahman ve Rahîm isimlerini düşün ki sen sevdiğin ve şefkat ettiğin bütün mü’min âbâ ve ecdadını ve akraba ve ahbabını dünyada nimetlerin envaıyla ve cennette enva-ı lezaiz ile ve saadet-i ebediyede onları sana gösterip ve kendini onlara göstermesiyle mesud ettiği cihette o Rahman ismi ve Rahîm unvanı, ne kadar sevilmeye lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin. Ve ne derece

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى رَحْمَانِيَّتِهٖ وَ عَلٰى رَحٖيمِيَّتِهٖ

yerindedir anlarsın.

Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zatın Hakîm ismine ve Mürebbi unvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın.

Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zatın Vâris, Bâis isimlerine, Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin unvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın.

İşte insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan binler enva-ı hâcat ile bin bir esma-i İlahiyeye, her bir ismin çok mertebelerine fıtraten muhtaçtır. Muzaaf ihtiyaç, iştiyaktır. Muzaaf iştiyak, muhabbettir. Muzaaf muhabbet dahi aşktır. Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. Bütün esmaya muhabbet dahi –çünkü o esma Zat-ı Zülcelal’in unvanları ve cilveleri olduğundan– muhabbet-i zatiyeye döner.

Şimdi yalnız numune olarak bin bir esmadan yalnız Adl ve Hakem ve Hak ve Rahîm isimlerinin bin bir mertebelerinden bir mertebeyi beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Hikmet ve adl içindeki Rahmanu’r-Rahîm ve Hak ismini a’zamî bir dairede görmek istersen şu temsile bak: Nasıl ki bir orduda dört yüz muhtelif taifeler bulunduğunu farz ediyoruz ki her bir taife beğendiği elbiseleri ayrı, hoşuna gittiği erzakı ayrı, rahatla istimal edeceği silahları ayrı ve mizacına deva olacak ilaçları ayrı oldukları halde; bütün o dört yüz taife, ayrı ayrı takım, bölük tefrik edilmeyerek belki birbirine karışık olduğu halde onları kemal-i şefkat ve merhametinden ve hârikulâde iktidarından ve mu’cizane ilim ve ihatasından ve fevkalâde adalet ve hikmetinden, misilsiz bir tek padişah onların hiçbirini şaşırmayarak, hiçbirini unutmayarak bütün ayrı ayrı onlara lâyık elbise, erzak, ilaç ve silahlarını muînsiz olarak bizzat kendisi verse o zat acaba ne kadar muktedir, müşfik, âdil, kerîm bir padişah olduğunu anlarsın. Çünkü bir taburda on milletten efrad bulunsa onları ayrı ayrı giydirmek ve teçhiz etmek çok müşkül olduğundan bilmecburiye, ne cinsten olursa olsun, bir tarzda teçhiz edilir.

İşte öyle de Cenab-ı Hakk’ın adl ve hikmet içindeki ism-i Hak ve Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesini görmek istersen bahar mevsiminde zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordusuna bak ki bütün o milletler, o taifeler, birbiri içinde oldukları halde, her birinin libası ayrı, erzakı ayrı, silahı ayrı, tarz-ı hayatı ayrı, talimatı ayrı, terhisatı ayrı oldukları halde ve o hâcatlarını tedarik edecek iktidarları ve o metalibi isteyecek dilleri olmadığı halde, daire-i hikmet ve adl içinde, mizan ve intizam ile Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanlarını seyret, gör. Nasıl hiçbirini şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek terbiye ve tedbir ve idare eder.

İşte, böyle hayret verici muhit bir intizam ve mizan ile yapılan bir işe, başkalarının parmakları karışabilir mi? Vâhid-i Ehad, Hakîm-i Mutlak, Kādir-i külli şey’den başka, bu sanata, bu tedbire, bu rububiyete, bu tedvire hangi şey elini uzatabilir? Hangi sebep müdahale edebilir? “(Sözler.32. Söz.)

✧✧

Varlık ile Yaratıcı arasındaki en mühim rabıtanın, yani muhabbetin, nasıl Esma-i İlahiye (Allah’ın İsimleri) üzerinden tezahür ettiğini ve insanın bu tecelliler karşısındaki hususi vaziyetini tasvir etmektedir.

1. Allah’ın Esması (İlahi İsimler)

Esma-i İlahiye, Cenab-ı Hakk’ın Kemalât-ı İlahiyesinin (İlahi mükemmelliklerinin) unvanlarıdır. Onlar, Zat-ı Zülcelal’in (Yüce Zat’ın) sonsuz sıfatlarını ve faaliyetlerini bize tanıtan başlıklar hükmündedir.
İnsan, metinde “câmiiyet-i mahiyet” (mahiyetinin/yapısının toplayıcılığı, kapsamlılığı) olarak ifade edilen bir fıtrata sahiptir. Bu kapsamlı yapı, “hadsiz ihtiyacat” (sınırsız ihtiyaçlar) doğurur. İnsan, fıtraten (doğuştan) bu “binler enva-ı hâcat” (binlerce çeşit ihtiyaç) ile “bin bir esma-i İlahiyeye” muhtaçtır.
Metnin vurguladığı nokta şudur: Bizim Esma’ya olan muhabbetimizin aslı, onlara olan fıtrî ihtiyacımızdır. Bu ihtiyaç “muzaaf” (katlanmış) oldukça “iştiyak” (şiddetli arzu), iştiyak katlandıkça “muhabbet” (sevgi) ve muhabbet katlandıkça “aşk” haline gelir.

2. Esmanın Farklı Tecellisi (İsimlerin Farklı Görünümleri)

Tecelli, bir ismin kâinatta görünür hale gelmesi, faaliyete geçmesidir. Metin, bu tecellilerin tek bir tarzda olmadığını, farklı “mertebeleri” ve “tabakatı” (katmanları) olduğunu belirtir.
En mühim nokta, Esma’nın genellikle birlikte ve birbiri içinde tecelli etmesidir. Metnin sonundaki temsilde (orduda ve bahar mevsiminde) bu durum çok net izah edilir:
* Tecelli, “adl ve hikmet içinde” gerçekleşir.
* “İsm-i Hak ve Rahmanu’r-Rahîm’in cilvesi” birlikte görünür.
* “Hak ve Rahman, Rezzak ve Rahîm, Kerîm unvanları” hep beraber seyredilir.
Bu, şu demektir: Kâinattaki bir fiilde sadece Adl (Adalet) ismi değil, o adaletin içinde Hakîm (Hikmetle yapan), Rahman (Merhamet eden) ve Rezzak (Rızık veren) isimleri de iç içe tecelli eder. Bir çiçeğin yaratılışında hem Musavvir (Şekil veren) hem Müzeyyin (Süsleyen) hem Latîf (Güzel yapan) isimleri birlikte faaliyet gösterir.

3. Tecellinin Eşyada Makes Bulması (Görünümün Varlıklarda Yansıması)

Eşya (varlıklar, yaratılmış her şey), Esma’nın tecellileri için bir “makes” yani yansıma mahallidir. Metin, buna “âsâr” (eserler) der. Muhabbetin ilk tabakası, “âsâra muhabbet suretiyle esmayı sevmektir.”
Metindeki bahar mevsimi temsili, eşyanın bu yansımayı nasıl gösterdiğini harika bir şekilde tasvir eder:
* Eşya: “Zeminin yüzünde çadırları kurulmuş, muhteşem dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat (bitkiler) ve hayvanat ordusu.”
* Makes (Yansıma): Bu eşyanın (tüm canlı türlerinin) “birbiri içinde oldukları halde” her birinin;
* Libası (elbisesi/görünüşü) ayrı,
* Erzakı (rızkı) ayrı,
* Silahı (savunma mekanizması) ayrı,
* Tarz-ı hayatı (hayat tarzı) ayrı,
* Talimatı (görev programı) ayrı,
* Terhisatı (görevinin bitişi) ayrıdır.
* Yansıyan Esma: Bu muazzam ve “hayret verici muhit bir intizam ve mizan” (kuşatıcı düzen ve ölçü) ile yapılan idare; Hak, Rahman, Rezzak, Rahîm, Kerîm, Adl, Hakîm isimlerinin “şaşırmayarak, unutmayarak, iltibas etmeyerek” (karıştırmayarak) tecelli ettiğini gösterir.
Kısacası, her bir varlık (eşya), bu isimlerin bir veya birkaçını parlak bir surette yansıtan bir ayna hükmündedir.

4. İnsanın Zatındaki Farklı ve Farklılık Oluşturan Tecelli

İşte bu nokta, metnin kilit noktasıdır ve meselenin de aslıdır. Eşya (diğer varlıklar) Esma’ya “makes” olur, ancak insanın “zatı” (özü, mahiyeti) farklı bir makes bulur. Bu farklılığı oluşturan iki temel unsur vardır: Câmiiyet (Kapsayıcılık) ve İhtiyaç (Bilinçli Muhtaçlık).

1. Câmiiyet (Kapsayıcılık) Cihetiyle Farklılık:

Metin, “insanın mahiyeti ulviye, fıtratı câmia olduğundan” der. Diğer varlıklar (eşya) Esma’nın bir kısmını yansıtır. Mesela bir elma ağacı Rezzak ismini gösterir, bir dağ Azamet ve Celal ismini gösterir.
Ancak insan, “câmiiyet-i mahiyet” (kapsamlı yapı) cihetiyle, adeta bütün Esma’ya ayna olabilecek bir kabiliyettedir. Sadece bu da değil, bütün Esma’ya muhtaçtır.

2. İhtiyaç ve Şuur Cihetiyle Farklılık:
Diğer eşya, isimleri şuursuzca yansıtır (icraatın makesidir). İnsan ise bu isimleri şuurlu olarak idrak eder ve onlara olan ihtiyacını hisseder.
Metin bu farklılığı şöyle izah eder:
* Sen, şefkat ettiğin “akraba ve fukara” için Rahman ve Kerîm isimlerinin tecellisine muhtaçsın ve bunu seversin.
* Dünyanın ve içindeki mahlukatın “kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir” edilmesine bakıp, perişaniyetten kurtulmak için Hakîm ismine ve Mürebbi (Terbiye eden) unvanına muhtaçsın.
* Sevdiğin insanların “mevtleri hengâmında (ölüm anında) adem zulümatından (yokluk karanlığından) kurtulması” için Vâris, Bâis, Bâki, Kerîm, Muhyî ve Muhsin isimlerine ruhun muhtaçtır.
Farklılık oluşturan tecelli şudur: Hayvanat ve nebatat (eşya), Rezzak isminin fiilî tecellisine mazhardır (rızıklanır). İnsan ise, hem fiilî tecelliye mazhardır (rızıklanır) hem de Rahman ve Rahîm isimlerinin muhabbet ve şefkat tecellisine şuurlu bir muhtaçlıkla ayna olur.
İnsan, sadece bir eserin güzelliğini (âsârı) değil, o eserdeki Kemâlât-ı İlahiyeyi (Esma’yı) ve o Esma’nın arkasındaki Zat-ı Zülcelal’i (Allah’ın Zat’ını) sevme kabiliyetine sahip yegâne varlıktır.

Hulasa (Özet)
* Eşya (Varlıklar): Esma’nın fiilî tecellilerinin (icraatının) makesidir (yansımasıdır). Onlar, Esma’yı gösterirler.
* İnsan (Zat): Esma’nın hem fiilî hem de şuurlu tecellilerinin makesidir. İnsan, “câmiiyet-i mahiyeti” sebebiyle bütün Esma’ya muhtaçtır. Bu ihtiyaç, ona sadece Esma’yı değil, Esma’nın sahibi olan Zat-ı Zülcelal’i sevmeyi (Muhabbet-i Zatiyeyi) netice verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

LAHİKALAR: NUR MESLEĞİNİN ANAYASASI VE MÜSBET HAREKET

Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, sürgün edildiği beldelerde (Barla, Kastamonu, Emirdağ) talebeleriyle sürekli mektuplaşmıştır. Bu mektuplar, sadece hal-hatır sormak için değil; hizmetin rotasını çizmek, talebelerin şevkini artırmak, onları siyasetten ve şiddetten uzak tutup “İhlas” ve “Sadakat” çizgisinde birleştirmek için yazılmıştır.

1. Şahs-ı Manevi ve Tesanüd (Dayanışma) Sırrı

Lahikaların en temel vurgusu; ferdiyetçiliğin terkedilip, “Şahs-ı Manevi” (Tüzel Kişilik/Kollektif Ruh) havuzunda erimektir. Bu asırda küfür ve dalalet “şahs-ı manevi” (örgütlü, komite halinde) olarak hücum ettiği için, buna karşı tek başına mukavemet edilemez.
Üstad Hazretleri, Nur talebelerini bir fabrikanın çarklarına benzetir. Çarklar birbirine rekabet etmez, birbirinin önüne geçmeye çalışmaz; bilakis birbirine yardım eder, birbirinin hareketini tamamlar. Buna “Tesanüd” (Dayanışma) denir.
Şualar’da bu ruh şöyle tasvir edilir:
> “Sakın, sakın birbirinizin kusuruna bakmayın. Hiddet yerinde hürmet ediniz, itiraz yerinde yardım ediniz.”
“Aziz kardeşlerim! Evvel âhir tavsiyemiz: Tesanüdünüzü muhafaza; enaniyet, benlik, rekabetten tahaffuz ve itidal-i dem ve ihtiyattır.”,
“Bu zamanda hizmet-i imaniyede hazz-ı nefsini bırakıp ve mahviyet ile tesanüd ve ittihadı muhafaza eden bir hâlis kardeşimiz, bir veliden ziyade mevki alıyor.”,
“Ve asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadakatin şe’nidir.”,
“Sakın sakın münakaşa etmeyiniz, casus kulaklar istifade ederler. Haklı olsa haksız olsa bu halimizde münakaşa eden haksızdır. Bir dirhem hakkı varsa münakaşa ile bin dirhem bizlere zararı dokunabilir. ”
>
2. İştirak-i A’mal-i Uhreviye (Ahiret Amellerinde Ortaklık)

Lahikaların getirdiği en büyük müjdelerden biri “Amellerde Ortaklık” düsturudur. Şirketteki ortaklar nasıl kârı paylaşırsa, ihlasla hizmet eden Nur talebeleri de birbirlerinin sevabına ortaktır.
Bir talebe Kur’an okuduğunda veya bir risale yazdığında, o sevap bölünmeden, “Hisseli Tapu” gibi bütün hakiki kardeşlerin amel defterine geçer. Bu sır sayesinde, bir Nur talebesi günde binlerce hatim okumuş, binlerce kişiye iman dersi vermiş gibi bir manevi kazanç elde edebilir. Tek şart; “İhlas” ve “Sadakat” dairesinde kalmaktır.

3. Müsbet Hareket: Asayişin Manevi Bekçileri

Bediüzzaman Hazretleri’nin, bilhassa Emirdağ Lahikasında ve vefatından önceki son dersinde üzerinde ısrarla durduğu konu **”Müsbet Hareket”**tir.
Bu prensip; ne olursa olsun sokağa dökülmemeyi, fiziksel çatışmaya girmemeyi, devlete ve asayişe zarar vermemeyi, hakkını ararken dahi sadece “yapıcı” ve “tamir edici” olmayı emreder. Çünkü “dahilde” (ülke içinde) kılıç kullanılmaz. Dahildeki mücadele ancak “manevi” ve “ilmi” olur.
Üstad Hazretleri, talebelerine şu kesin talimatı verir:
> “Bizim vazifemiz müsbet harekettir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlahîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlahiyeye karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde, her sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” (Emirdağ Lahikası-II,).
>
Bu düstur sayesindedir ki; milyonlarca talebesi olmasına ve çok ağır zulümler görmesine rağmen, Nur talebeleri hiçbir zaman teröre veya anarşiye bulaşmamış, daima “asayişin manevi bekçisi” olmuşlardır.

4. Siyasetten İstiğna (Uzak Durma)

Lahikaların belirlediği en önemli strateji, iman hizmetinin siyasete alet edilmemesidir. İman o kadar yüksek bir hakikattir ki, hiçbir siyasi görüşün şemsiyesi altına giremez ve inhisarına (tekeline) alınamaz.
Eğer Nur talebeleri bir siyasi tarafa meyletse; o siyasi görüşe muhalif olanlar, “Bunlar siyaset yapıyor” diyerek iman hakikatlerine de küsebilir veya düşman olabilir. Halbuki iman dersine her kesimden insanın (muhalifin de, iktidarın da) ihtiyacı vardır.
Bediüzzaman, “Eûzü billahi mine’ş-şeytani ve’s-siyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) diyerek, hizmetin tarafsızlığını ve saffetini korumuştur.

Netice: Kablo Hattı ve Nur Postacıları

Lahikalar, Nur fabrikasının elektrik kabloları gibidir. Enerjiyi (şevki), talimatları (düsturları) ve haberleri (müjdeleri) taşır. Lahika okumayan bir Nur talebesi, hadiseleri yorumlamakta zorlanır, istikametini kaybedebilir veya şevki kırılabilir.
Hülasa; Lahikalar, bir “mürşid” gibi talebeyi eğitir, onu “Ben” demekten kurtarıp “Biz” demeye alıştırır ve “Sadece Allah rızası için” hizmet eden bir dava adamına dönüştürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025




SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ: HİZMETİN MANEVİ BERATI VE İŞARETLER

SİKKE-İ TASDİK-İ GAYBÎ: HİZMETİN MANEVİ BERATI VE İŞARETLER

Zahirde bakıldığında Risale-i Nur, bir âlimin yazdığı tefsir kitabıdır. Ancak Sikke-i Tasdik-i Gaybî penceresinden bakıldığında; bu eserlerin yüzyıllar öncesinden Hz. Ali (r.a.) ve Abdülkadir Geylani (k.s.) gibi manevi kutuplar tarafından müjdelendiği, Kur’an ayetlerinin “Cifir” ve “Ebced” ilmiyle bu asra ve bu eserlere işaret ettiği görülür. Bu, hizmetin “hak” olduğunun manevi imzasıdır.

1. Kur’an’ın İşari Manaları ve Ebced Hesabı
Kur’an-ı Kerim’in bir zahiri (açık) manası olduğu gibi, her asra bakan işari (gizli/sembolik) tabakaları da vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, bu eserde, Kur’an’daki bazı ayetlerin (Mesela Nur Ayeti’nin), Ebced ve Cifir ilmi (harflere rakamsal değer vererek tarih düşürme yöntemi) ile tahlil edildiğinde, Risale-i Nur’un telif tarihlerine ve ismine tam tevafuk ettiğini (denk geldiğini) gösterir.
Bu, ayetin tek manası bu demek değildir; ayetin külli manasının bu asırdaki en parlak bir ferdi Risale-i Nur’dur demektir.
Örneğin; Nur Suresi’ndeki “Nur üstüne nur” (Nurun alâ nûr) ibaresi, ebced hesabıyla Risale-i Nur’un en parlak devrine ve ismine işaret eder. Bu durum, talebelere “Yolunuz Kur’an yoludur, korkmayın” mesajını verir.

2. Hz. Ali ve Geylani’nin Müjdeleri (Keramet-i Evliya)

Risale-i Nur’un manevi dayanaklarından en mühimi, Hz. Ali’nin (r.a.) “Celcelutiye” kasidesi ve Gavs-ı Azam Abdülkadir Geylani’nin (k.s.) **”Kaside-i Gaybiye”**sidir.
* Hz. Ali (r.a.): Kasidesinde “Sırr-ı Bedi”den ve ahir zamanda gelecek olan karanlıkları dağıtacak bir nurdan bahseder. Bediüzzaman, bu ibarelerin Risale-i Nur’un temel kavramlarına (İsm-i Hakem ve Adl gibi) ve hizmet metoduna işaret ettiğini izah eder.
* Abdülkadir Geylani (k.s.): Yüzyıllar öncesinden, “Molla Said” isminde bir müridinin geleceğini, ona “Korumam altındasın” diyerek manevi destek vereceğini şiirlerinde belirtir.
Bu işaretler, Nur talebeleri için bir “İnayet Belgesi”dir. Zindanda, idam tehdidi altındaki bir talebe, “Arkamda Hz. Ali var, Gavs-ı Geylani var” diyerek sarsılmaz bir kuvvete kavuşur.

3. Tevafuk Mucizesi: Gözle Görülen İkram

Sikke-i Tasdik-i Gaybî’nin en somut delili **”Tevafuk”**tur. Bediüzzaman Hazretleri, Kur’an-ı Kerim’i ve Risale-i Nur’u yazdırırken, “Allah” lafızlarının (ve bazen Rab, Kur’an, Resul kelimelerinin) sayfa içinde hayret verici bir şekilde alt alta, yüz yüze veya sırt sırta geldiğini fark eder.
Bu düzenleme insan iradesiyle yapılmamıştır. Kâtipler farkında olmadan yazmışlar, fakat neticede muazzam bir görsel simetri ortaya çıkmıştır. Üstad Hazretleri buna “Tevafuklu Kur’an” ve “Tevafuklu Risale” der.
Bu tevafuk, “Tesadüf yok, her şeyde bir kasıt ve irade var” demektir. Mürekkep zerreleri bile bu hizmetin hakkaniyetine imza atmaktadır.

4. Amaç: Keramet Göstermek Değil, İmanı Kuvvetlendirmek

Bediüzzaman Hazretleri, keramet göstermeyi (keramet-furuşluğu) seven birisi değildir. Hatta kerameti “gizlenmesi gereken bir sır” olarak görür. Fakat bu eserleri yazmasındaki gaye şudur:
Zayıf imanlı insanların şüphelerini gidermek ve ağır şartlar altında ezilen talebelerinin “Sadakat” ve **”Metanet”**ini (dayanma gücünü) artırmaktır.
Metinde geçen şu ifade, kitabın yazılış gayesini şöyle özetler:
> Bu risale, Risale-i Nur şakirdlerinin (talebelerinin) imanlarını kuvvetlendirmek ve yeislerini (ümitsizliklerini) izale etmek ve şevklerini artırmak için yazılmıştır. Yoksa biz, kendimize bir makam ve şeref kazandırmak için değil.
>
Netice: Hizmet “Makbul”dür
Sikke-i Tasdik-i Gaybî, şu hakikati haykırır: Bu hizmet, şahsi bir teşebbüs değil, **”İstihdam-ı İlahi”**dir (Allah’ın görevlendirmesidir). Sahibi ve koruyucusu Allah’tır.
Kur’an-ı Kerim’in şu ayeti, bu manevi korumayı remzen ifade eder:
> “Allah, nurunu tamamlayacaktır; kâfirler istemese de…” (Saf Suresi, 61/8).
>
Nur hizmeti, engellemelere rağmen büyüyorsa, arkasındaki bu “Gaybî Tasdik” sayesindedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 




TARİHÇE-İ HAYAT: ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E MANEVİ İNKILAB

TARİHÇE-İ HAYAT: ESKİ SAİD’DEN YENİ SAİD’E MANEVİ İNKILAB

Bediüzzaman Said Nursi’nin (1877-1960) hayatı, asrın en büyük manevi buhranları ve sosyal çalkantıları içinde cereyan etmiştir. Kendisi, hayatını siyasetle iç içe, aksiyon dolu bir “Eski Said” dönemi ve siyasetten tamamen çekilip sadece iman hizmetine adadığı bir “Yeni Said” dönemi olarak ikiye ayırır.

1. Eski Said Dönemi (Doğum – 1. Dünya Savaşı Sonu)
Bu dönem, Said Nursi’nin keskin zekâsını, ilmi derinliğini ve siyasi cesaretini en üst düzeyde kullandığı dönemdir.
* Temel Karakteristiği: Siyasetle yakından alâkadardır; meşrutiyetin ilanını (1908) “Adalet, Şeriat ve Meşveret” ekseninde destekler. Osmanlı’nın parçalanmasını önlemek için çaba sarf eder.
* Faaliyetleri: Doğu’da fen ve din ilimlerinin birleştiği bir üniversite (Medresetü’z-Zehra) kurma idealiyle uğraşır. İstanbul’daki siyasi platformlarda konuşmalar yapar (Münazarat, Hutbe-i Şamiye bu dönemin ürünüdür).
* Amacı: İslam milletlerini “cehalet, zaruret ve ihtilaf” gibi üç büyük düşmandan kurtarmak ve İttihad-ı İslam (İslam Birliği) idealini gerçekleştirmektir.
* İlim Yönü: Mantık, kelam, tefsir, felsefe gibi ilimleri külli bir yaklaşımla ele alır. Eserlerinde daha çok “akla hitap” ön plandadır.

2. Dönüşüm Noktası: Birinci Dünya Savaşı ve İnziva

Eski Said’in bu aksiyon dolu dönemi, Birinci Dünya Savaşı’nın felaketleri, esaret hayatı (Rusya) ve bilhassa İstiklal Harbi sonrası siyasi ve sosyal değişimlerin şiddetiyle sona erer. Bediüzzaman, yaşadığı derin manevi sarsıntı ve tefekkür neticesinde, siyasetin “imanı kurtarma” davası için bir engel olduğunu fark eder.
Bu büyük dönüşüm anı, Tarihçe-i Hayat’ta, Eski Said’in nefsine hitaben yazdığı mektuplarda ve siyaseti terk etme kararında net bir şekilde tasvir edilir. Siyasetteki ihtilaflar, dindarlığın esasını bile zedelemeye başlamıştır.

3. Yeni Said Dönemi (1923 Sonrası – Vefat)
Bu dönem, “Ene ve Zerre” risalesinde işlediği gibi, kendi nefsindeki benliği (enaniyet) terk edip, sadece Allah’ın rızasına odaklandığı, inziva (yalnızlık) ve tefekkür ile geçen dönemdir. Risale-i Nur Külliyatı’nın büyük bir kısmı bu dönemde, zor şartlar altında (sürgünler, hapishaneler) telif edilmiştir.
* Temel Karakteristiği: Siyasetten tamamen yüz çevirmiştir. “Siyaset-i İslamiye” yerine “Hakaik-i İslamiye”yi (İslam’ın hakikatlerini) esas almıştır.
* Maksadı: Bütün çabasını “İman kurtarma” davasına hasretmiştir. “Bizim vazifemiz sadece imandır” der.
* Metodu: Eserleri, “Akıldan kalbe, kalpten ruha” hitap eden, temsillerle (hikayelerle) dolu, hem akli isbatları hem de kalbi huzuru birleştiren bir üslup kullanır.
* İmtihanları: Hayatının son 30-40 yılı, sürekli bir sürgün ve hapishane hayatıdır (Eskişehir, Denizli, Afyon). Tarihçe-i Hayat, bu imtihanların, eserlerin İhlas ve Sabır ile nasıl yazıldığının bir isbatı olduğunu ortaya koyar.
> Eski Said, yeni Said’e inkılab etmiştir. En büyük farkı: Eski Said, siyasi hayat-ı içtimaiyede (toplumsal hayatta) ‘imanı kurtarma’ davasını sürdürmüştü. Yeni Said ise, siyaseti tamamen bırakmış, yalnız kendi nefsinin imanını kurtarmaya çalışırken, Kur’an’ın bir hizmetkârı olarak, külliyatı yazmaya memur olmuştur.
>
4. Tarihçe-i Hayat’ın Muhtevası: Bir Dava Belgesi
Tarihçe-i Hayat adlı eser, sadece biyografik bir eser değil; aynı zamanda Risale-i Nurun mucizevî telif şartlarını, müellifin zorlu hayatını ve o hayatın, eserlerin doğruluğuna nasıl isbat olduğunu gösteren bir “Dava Belgesi”dir. Bu eser; Risale-i Nur’un, herhangi bir dünyevi menfaat veya siyasi hesap için değil, tamamen İlahi bir sevkle ve zorunlulukla yazıldığını tasvir eder.
Netice: İman Kurtarılınca Her Şey Kurtulur
Eski Said, “Dışarıdan içe doğru” düzeltmeye çalıştı. Yeni Said ise, “İçten dışa doğru” bir ıslahatı esas aldı. Çünkü o anladı ki: Kalp sağlam olursa, toplum da düzelir.
Kur’an-ı Kerim, müminlere zorluklara karşı sabrı ve sebatı emreder:
> “Ey iman edenler! Sabredin. (Düşman karşısında) sebat gösterin. (Sınır) nöbeti tutun. Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Âl-i İmrân Suresi, 3/200).
>
Hülasa; Tarihçe-i Hayat, insana davasının değişmezliğini, ancak o davaya ulaşma yolunun değişebileceğini ders verir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025




KÜÇÜK SÖZLER: HAKİKATİN ALFABESİ VE TEMSİLÎ HİKAYELER

KÜÇÜK SÖZLER: HAKİKATİN ALFABESİ VE TEMSİLÎ HİKAYELER

Risale-i Nur’un eğitim metodu, “akla yaklaştırmak” üzerine kuruludur. Küçük Sözler, soyut olan iman hakikatlerini, somut örneklerle (askerlik, bilet, yolculuk gibi) zihinlere nakşeder. Bu risalelerin özü şudur: İman ve ibadet, insan için bir “yük” değil, bilakis dünyada dahi peşin bir “saadet” ve “emniyet”tir.

1. Birinci Söz: Bismillah’ın Sırrı (Çöl Yolculuğu)

Her hayrın başı olan “Bismillah”ın sırrını anlatan bu risalede, hayat bir çöl yolculuğuna benzetilir.
* Temsil: Bir bedevi, vahşi bir çölde (Sahra-yı Kebir) seyahat edecektir. Çölde haydutlar, canavarlar ve ihtiyaçlar vardır. Eğer bu adam bir kabile reisinin ismini alırsa (himayesine girerse), hiçbir şeyden korkmaz; eşkıyaya o ismi verir, kurtulur. Eğer almazsa, her şeyden titrer ve dilenci gibi olur.
* Hakikat: İnsan da bu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. Düşmanları (hastalık, musibet, ölüm) çok, ihtiyaçları sınırsızdır. “Bismillah” demek; Kâinatın Malik’i olan Allah’ın ismini alıp, O’nun askeri olmaktır.
Bediüzzaman Hazretleri bu sırrı şöyle özetler:
> “İşte, ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir… Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’sinin ismini al. Ta bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hadisatın karşısında titremeden kurtulasın.” (Sözler, Birinci Söz, s. 6).
>
2. Üçüncü Söz: İbadet Büyük Bir Ticarettir (İki Asker)
İbadeti ağır bir yük zanneden nefse karşı, Üçüncü Söz muazzam bir “askerlik” temsili getirir.
* Temsil: İki asker vardır. Biri talimli ve itaatkardır; padişahın verdiği teçhizatı taşır, iaşesi devletten gelir, keyfine bakar. Diğeri itaatsizdir; “Ben kimsenin emrini dinlemem” der, kendi yemeğini ve silahını kendi taşımak zorunda kalır, altında ezilir.
* Hakikat: İbadet eden (namaz kılan) insan, Allah’ın memurudur. Yediği rızık, taşıdığı hayat yükü Allah’a aittir. O sadece “Kulluk” vazifesini yapar, hayatın ağır yükünü Kadir-i Mutlak’a bırakır (Tevekkül). Namazsız adam ise, hayatın bütün yükünü kendi zayıf omuzlarında taşır, manevi bir azap çeker.
> “İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk ve sefahet, ne büyük bir hasaret ve helâket olduğunu anlamak istersen şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:”Sözler.3.söz”
>
3. Dördüncü Söz: Namazın Kıymeti (24 Altın)
“Zamanım yok, işim çok” diyerek namazı terk edenlere verilen en meşhur ve en ikna edici cevap buradadır.
* Temsil: Bir padişah, iki hizmetkarına 24’er altın verir ve der ki: “Önünüzde uzun bir yol var. Bu parayla bilet alın ve ihtiyaçlarınızı görün. Ayrıca bir miktarını da kârlı bir piyangoya yatırın.” Hizmetkarlardan biri, 23 altınını dünya eğlencelerine harcar, kalan 1 altını da o ebedi bilete vermeyip zayi ederse, ne kadar akılsızlık etmiş olur!
* Hakikat: Allah bize günde 24 saat ömür sermayesi vermiştir. Bizden istediği, sadece 1 saati (beş vakit namazın toplamı) ile ahiret biletini almamızdır. 23 saati dünyaya harcayıp, o 1 saati ebedi saadete harcamayan insan, ne kadar zarar ettiğini ahirette anlayacaktır.
> “Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir.” (Sözler, Dördüncü Söz, s. 21).
>
4. Sekizinci Söz: İman ve Küfrün Dünyaya Bakışı (İki Kardeş)
İman sadece ahirette mi işe yarar? Hayır. Risale-i Nur, imanın bu dünyayı da cennete çevirdiğini, küfrün ise bu dünyayı cehenneme çevirdiğini “Kuyu” ve “Bahçe” temsiliyle anlatır.
* Temsil: İki kardeş bir kuyuya düşer. Biri (inançsız olan), duvarda akrepler ve yılanlar görür, yukarıda bir arslan bekler, her şey ona düşmandır. Dehşet içinde kıvranır. Diğeri (mümin olan) ise, o duvardaki nakışların güzel olduğunu, arslanın bir terbiyecisi olduğunu düşünür ve o kuyu ona güzel bir bahçeye açılan bir kapı gibi görünür.
* Hakikat: İmanlı insan; ölümü bir terhis, musibetleri bir imtihan, hayvanları Allah’ın memuru olarak görür ve dünyada dahi huzur bulur. İmansız (veya gafletli) insan ise; ölümü yokluk, musibetleri tesadüf, hayvanları canavar olarak görür ve ruhu dünyada iken cehennem azabı çeker.
> “Demek iman, bir manevi Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise manevi bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.” (Sözler, Sekizinci Söz, s. 34).
>
Netice: İman, Emniyettir
Küçük Sözler’in tamamında verilen ortak ders şudur:
* İman: İntisabtır (Bağlanmaktır). İnsan Allah’a bağlanınca kâinatın sultanının misafiri olur.
* İbadet: O intisabın gereğidir ve emniyettir.
* Sefahat ve Küfür: Sahipsizliktir, yalnızlıktır ve korkudur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 




GENÇLİK REHBERİ: FANİ GENÇLİĞİ EBEDİLEŞTİRME TİCARETİ

GENÇLİK REHBERİ: FANİ GENÇLİĞİ EBEDİLEŞTİRME TİCARETİ

Gençlik, insana verilmiş en kıymetli emanetlerden biridir. Güç, kuvvet, heyecan ve akıl bu dönemde zirvededir. Ancak bu zirve kalıcı değildir. Risale-i Nur, gençlere haykırır: “Gençliğiniz hiç şüphe yok ki gidecek!” Bu gidişi durdurmak mümkün değildir, fakat o gidişin yönünü “yokluk”tan “ebediyete” çevirmek mümkündür.

1. Kesin Olan Gidiş: İffetle mi, Sefahatle mi?
Gençlik Rehberi’nin en temel düsturu, gençliğin geçici olduğu gerçeğidir. Yazdan sonra kışın, gündüzden sonra gecenin gelmesi ne kadar kesinse, gençlikten sonra ihtiyarlığın ve ölümün gelmesi de o kadar kesindir.
Bediüzzaman Hazretleri, gençlere önlerinde iki yol olduğunu gösterir:
* Sefahat (Gayrimeşru) Yolu: Gençliğini hevesatına, haram eğlencelere ve günahlara harcamak.
* İstikamet (Doğru) Yolu: Gençliğini iffetle, hayırla ve ibadetle geçirmek.
Üstad Hazretleri, bu tercihin neticesini şu meşhur paragrafla özetler:
> “Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşruada kalmazsanız, o gençlik zayi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem ahirette kendi lezzetinden çok ziyade belalar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslamiye ile o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak iffet ve namusluluk ve taatte (ibadette) sarf etseniz, o gençlik manen bâkî kalacak ve ebedî bir gençliği kazanmasına sebep olacak.” (Sözler, On Üçüncü Söz, s. 133).
>
2. Zehirli Bal: Haram Lezzetlerin İçindeki Acılar
Gençleri günaha iten en büyük sebep, “peşin lezzet” arzusudur. Şeytan, haramdaki anlık lezzeti gösterir, arkasındaki tokatı saklar. Risale-i Nur ise, haram lezzetlerin ahiretteki cezasından önce, daha dünyada iken “içinde saklı olan acıları” isbat eder.
Mesela, gayrimeşru bir muhabbet (aşk) yaşayan genç; kıskançlık acısı, ayrılık korkusu, karşılık görememe elemi gibi manevi azaplarla, o bir dakikalık lezzetin bedelini dünyada iken “batmanlarla” (ağır yüklerle) öder.
Üstad’ın şu tesbiti sosyolojik bir gerçektir:
> “Haram lezzetin içinde, bir dirhem lezzet varsa, bin dirhem zehirli bal hükmünde elem ve azap var.”
>
Hastaneler, hapishaneler ve kabristanlar; gençliğini suiistimal edenlerin hazin akıbetleriyle doludur.

3. Toplumsal Düzenin Sigortası: Cehennem Korkusu

Gençlik, hissiyatın (duyguların) akla galip geldiği, kanın deli aktığı bir dönemdir. Böyle bir dönemde polisiye tedbirler veya hapis korkusu, genci suçtan alıkoymakta yetersiz kalır. Çünkü genç, “Yakalanmam” der veya “Hapiste yatar çıkarım” der, hislerine mağlup olur.
Bediüzzaman Hazretleri, toplumsal barışın ve gençlerin ıslahının ancak “İman” ile mümkün olduğunu savunur. Her an kendisini gören bir “Murakıb”ın (Gözetleyici’nin) varlığını ve yaptığı zulmün cezasını “Cehennem hapsinde” çekeceğini bilen bir genç, gizli de olsa suç işleyemez.
Risale-i Nur’da bu pedagojik hakikat şöyle ifade edilir:
> “Risale-i Nur’un… ‘Gençlik Rehberi’nin, bu zamanda gençlerin kurtarılmasına ve ıslahlarına ne derece bir vesile olduğu, Eskişehir Hapsi’nde ve Denizli Hapsi’nde… fiilen görülmüş.” (Şualar).
>
Hapishanelerdeki azılı suçlu gençlerin, Risale-i Nur dersleriyle nasıl “tahtakurusu öldüremeyecek kadar” şefkatli ve terbiyeli hale geldikleri, yaşanmış tarihi bir vakıadır.

4. Ebedi Gençliğin Formülü

Gençlik Rehberi’nin nihai müjdesi şudur: Bu dünyada gençliğini Allah yolunda “çürüten” (feda eden), ahirette o gençliği ebedi olarak geri alacaktır.
Dünyadaki birkaç yıllık “yasak zevklerden” fedakârlık etmek, sonsuz cennet gençliğini kazandırır. Bu, akıllı bir tüccarın yapacağı en kârlı ticarettir.
> “Gençlik gidecek. Sefahette gitmiş ise hem dünyada hem âhirette, binler bela ve elemler netice verdiğini ve öyle gençler ekseriyetle sû-i istimal ile israfat ile gelen evhamlı hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere veya sefalethanelere ve manevî elemlerden gelen sıkıntılarla meyhanelere düşeceklerini anlamak isterseniz; hastahanelerden ve hapishanelerden ve kabristanlardan sorunuz. “Sözler. 13. Söz.”
>
Netice: Mağara Ashabı Gibi Olmak
Kur’an-ı Kerim, Kehf Suresi’nde, putperest bir toplum içinde imanlarını korumak için mağaraya sığınan gençleri (Ashab-ı Kehf) överek, kıyamete kadar gelecek bütün gençlere bir model sunar:
> “Biz sana onların haberlerini gerçek olarak anlatıyoruz: Şüphesiz onlar Rablerine inanmış birkaç genç yiğitti. Biz de onların hidayetlerini artırmıştık.” (Kehf Suresi, 18/13).
>
Hülasa; Gençlik Rehberi, gence der ki: “Sen bir hayvan gibi sadece yiyip içmek ve hevesini tatmin etmek için yaratılmadın. Sen, ebedi bir saadetin namzesisin. Gençliğini bir ‘fırsat’ bil ve onu ebedi bir elmasa dönüştür.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025

 

 




HASTALAR RİSALESİ: MUSİBET DEĞİL, HEDİYE-İ RABBANİYE

HASTALAR RİSALESİ: MUSİBET DEĞİL, HEDİYE-İ RABBANİYE

Modern tıp, hastalığı vücudun bir arızası ve yok edilmesi gereken bir düşman olarak görür. Elbette tedavi olmak gerekir; fakat Risale-i Nur, hastalığın “manevi boyutunu” ve “hikmetini” nazara verir. Eğer hastalık olmasaydı, insan sıhhatin verdiği gafletle Allah’ı unutacak, dünyayı ebedi zannedecek ve kalbini taştan daha katı bir hale getirecekti. Hastalık, bu gaflet perdesini yırtan en etkili uyarıcıdır.

1. İki Çeşit İbadet: Müsbet ve Menfi

Risale-i Nur’da yapılan en orijinal tespitlerden biri, ibadetin tanımıyla ilgilidir. Üstad Hazretleri ibadeti ikiye ayırır:
* Müsbet (Olumlu/Aktif) İbadet: Namaz kılmak, oruç tutmak gibi, insanın iradesiyle yaptığı fiili ibadetlerdir.
* Menfi (Olumsuz/Pasif) İbadet: Hastalıklar ve musibetler vasıtasıyla yapılan ibadettir. Burada insan “aczini” ve “zaafını” hisseder. Kendi gücüne değil, Rabbinin kudretine sığınır.
Bu ikinci kısım çok kıymetlidir; çünkü riya (gösteriş) girmesi mümkün değildir. Halistir.
Metinde geçen şu ifade, hastanın yatağını bir ibadethaneye çevirir:
> “sendeki hastalık, kıymettar hayatı sâfileştirmek, kuvvetleştirmek, terakki ettirmek ve vücudundaki sair cihazat-ı insaniyeyi o hastalıklı uzvun etrafına muavenettarane müteveccih etmek ve Sâni-i Hakîmin ayrı ayrı isimlerinin nakışlarını göstermek gibi çok vazifeler için, o hastalık senin vücuduna misafir olarak gönderilmiştir. İnşaallah çabuk vazifesini bitirir, gider. Ve âfiyete der ki: “Sen gel, benim yerimde daimî kal, vazifeni gör. Bu hane senindir, âfiyetle kal.”.” (Lem’alar, Yirmi Beşinci Lem’a).
>
2. Ömür Sermayesini Bereketlendirmek

İnsan, “Zaman çok çabuk geçiyor” diye şikayet eder. Mutlu ve sağlıklı günler, şimşek gibi gelip geçer ve arkada bir hasret bırakır. Fakat hastalıkla geçen zaman, insana çok uzun gelir. Gaflet ehli için bu bir sıkıntıdır; fakat ahiret ticaretini düşünen mümin için bu bir kârdır.
Çünkü ömür sermayesi azdır, yapılması gereken işler çoktur. Hastalık, o kısa ömrü bereketlendirir, uzatır ve meyvedar bir ağaç haline getirir. Bir dakikalık hastalık acısı, bin dakikalık gaflet lezzetinden daha hayırlı neticeler verir.

3. Günahları Temizleyen “Sabun”

Üstad Bediüzzaman, hastalığı bir “Sabun”a benzetir. Nasıl ki sabun kiri temizler, hastalık da günah kirlerini yıkar ve temizler.
Hadis-i şerifte beyan edildiği üzere; “Mümin bir kulun ayağına batan dikenden, başına gelen her türlü sıkıntıya kadar her şey, günahlarına kefarettir.” Risale-i Nur, bu hadisi şöyle şerh eder:
> “Hastalık, sabun gibi günahların kirlerini yıkar, temizler. Hastalıklar, keffaretü’z-zünubdur (günahlara kefarettir). Hadis-i sahih ile sabittir ki; ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer, sıtmanın titremesinden günahlar öyle dökülür.'” (Lem’alar).
>
Bu hakikati bilen bir hasta, çektiği ağrıya değil, dökülen günahlarına bakar ve “Elhamdülillah” der.

4. Şefkat ve Hürmet Kaynağı

Hastalık, insan ilişkilerini de tamir eder. Sağlıklı ve güçlü bir insan, bazen çevresindekilere karşı kırıcı veya müstağni (ihtiyaçsız) davranabilir. Fakat hasta olduğunda, fıtratındaki acziyet ortaya çıkar. Bu durum, hem hastanın kalbini yumuşatır hem de çevresindekilerin (akraba ve dostların) şefkat damarlarını tahrik eder.
Hasta, bir evin en nazlı misafiri olur. Ona edilen hizmet, verilen bir bardak su bile sadaka hükmüne geçer. Bilhassa çocuklar veya ihtiyarlar hasta olduğunda, o haneye melekler gibi rahmet yağar.

5. Asıl Hastalık Nedir?

Risale-i Nur’un bu bahiste vurduğu en can alıcı nokta şudur: Maddi hastalık, ebedi hayatı tehdit etmez, bilakis kazandırır. Fakat asıl korkulması gereken hastalık, kalbi ve ruhu öldüren “İmansızlık” ve “Sefahat” (Günah) hastalığıdır.
Üstad Hazretleri, hastalara şöyle seslenir:
> “Dikkat et, sana oh elhamdülillah şükür dediren, senin başından geçmiş elemler, musibetlerin düşünmesi, bir manevî lezzeti deşiyor ki senin kalbin şükreder. Çünkü elemin zevali, lezzettir. O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki düşünmekle deşilse ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor.”
>
Netice: Hastalık Bir Misafirdir
Bediüzzaman, hastalara “Senin başındaki şimdilik bu muvakkat hastalığın neticesi ve içyüzündeki sevabı düşün “Bu da geçer yahu!” de, şekva yerinde şükret.”,
“Ey lüzumsuz merak eden hasta! Sen, hastalığın ağırlığından merak ediyorsun. O merakın, senin hastalığını ağırlaştırır. Hastalığın hafifleşmesini istersen merak etmemeye çalış. Yani hastalığın faydalarını, sevabını ve çabuk geçeceğini düşün, merakı kaldır, hastalığın kökünü kes.
……Hem merakın kendisi de bir hastalıktır. Onun ilacı, hastalığın hikmetini bilmektir. Madem hikmetini, faydasını bildin; o merhemi meraka sür, kurtul. “Âh!” yerine “Oh!” de “Vâ-esefâ!” yerine ‌اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى كُلِّ حَالٍ söyle.”

Merak etme, sabret. Senin hastalığın sana bir emanettir, bir misafirdir. Vazifesini bitirince gidecektir.
Kur’an-ı Kerim, Hz. Eyyüb’ün (a.s.) kıssasıyla, hastalığın sabırla nasıl büyük bir mükâfata dönüştüğünü Enbiya Suresi’nde gösterir. Mümin için şifa da hoştur, hastalık da hoştur; çünkü ikisi de Rabbinden gelir. Biri “Cemal” (Güzellik), diğeri “Celal” (Azamet) tecellisidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
15/11/2025