RUH VE BEDEN DENGESİ
Bu, mahlukatın en câmi (kapsamlı) numunesi olan insanın aslı ve fıtratını (yapısını) teşkil eden gayet mühim bir husustur. Ruh ve beden, birbirine hem muhtaç hem de bazen zıt görünen, fakat küllî bir hikmetle bir araya getirilmiş iki ayrı hakikattir.
Bu izahı, sırasına göre ve hikmet zaviyesinden ele alalım:
1. Bedenin Ruha Katkıları
Beden, ruhun bu şehadet âlemindeki (görünen dünyadaki) hanesi, bineği ve aletidir. Ruh, manevî ve “emrî” (emirden gelen, soyut) bir hakikat olduğundan, maddî âlemle doğrudan temas edemez. Bedenin ruha sağladığı en mühim katkı, faaliyet sahası sunmaktır.
* Tecrübe ve İlim Vasıtası: Beden, ruhun “havâss-ı hamse” (beş duyu) dediğimiz pencereleridir. Ruh; göz ile nazar eder (bakar), kulak ile işitir, dil ile tadar. Bu faaliyetler neticesinde maddî âlemden malumat toplar. Bu malumat, ruhun marifet (Allah’ı tanıma) ve tefekkür (düşünce) faaliyetinin hammaddesidir.
* Fiilî İbadet Mahalli: Ruhun derûnî (iç) ibadetleri (tefekkür, muhabbet gibi) olsa da, secde etmek, oruç tutmak gibi fiilî ubudiyet (kulluk) ancak beden ile mümkündür.
Beden, ruhun niyetini fiiliyata döken bir âlettir.
* Esmâ’ya Aynadarlık: Beden, Cenab-ı Hakk’ın Musavvir (Şekil veren), Sâni (Sanatkâr), Rezzak (Rızık veren) ve Şâfî (Şifa veren) gibi isimlerinin tecelligâhıdır. Ruh, bizzat kendi bedeninin harika sanatına, nizamına ve idaresine bakarak Rabbini tanır.
Lehinde (Yararı): Beden, ruhun ebedî hayatını kazanması için lüzumlu olan “kesb” (kazanım) ve faaliyeti icra etme imkânı sunar. Ahiretin tarlasıdır.
Aleyhinde (Zararı): Beden, aynı zamanda kayıtlayıcıdır. Topraktan yaratıldığı için ihtiyaçları (yemek, uyku, şehvet) vardır. Ruh, bedenin bu zahirî (dış) ve nefsanî arzularına tâbi olursa, ulvî (yüce) faaliyetinden düşer. Beden, ruha bir “hicap” (perde) veya “zindan” olabilir.
2. Ruhun Bedene Katkıları
Ruh, Cenab-ı Hakk’ın “emir âleminden” gelen bir “latîfe-i Rabbaniye” (İlahî, latif bir hakikat) olup, bedene hayat veren asıldır.
* Hayat ve Şuur: Beden, ruh olmadan bir et ve kemik yığınından ibarettir, “cemed” (cansız) hükmündedir. Bedene hayatı, şuuru, idraki ve hissetmeyi veren ruhtur. Bedenin bütün azaları, ruhun emriyle faaliyet gösterir.
* Kıymet ve Mana: Bir avuç toprağı “ahsen-i takvim” (en güzel suret) mertebesine çıkaran, ona kıymet ve mana kazandıran, ruhtur. Ruh, bedeni basit bir maddî yapı olmaktan çıkarıp, kâinatın manasını anlayan ve tefsir eden bir muhatap haline getirir.
* İrade ve Hareket: Bedeni sevk ve idare eden “sultan” ruhtur. İrade, karar, düşünce ruha aittir; beden bu kararları icra eden “hizmetkârdır”.
Lehinde (Yararı): Ruh, bedeni “canlı” kılar, onu âlemle alakadar eder ve ona en yüksek payeyi verir.
Aleyhinde (Zararı): Ruhun yüksek hassasiyetleri, bedene de tesir eder. Mesela, derûnî bir korku, kaygı veya hüzün (ruhun halleri), bedenin de rahatsızlanmasına (psikosomatik hastalıklar) sebep olabilir. Hayvanlarda bulunmayan endişe-i istikbal (gelecek kaygısı) gibi derûnî acılar, ruh vasıtasıyla bedene de tesir eder.
3. Terakki, Acı ve Tatlı Mertebeleri
Ruh ve bedenin bu birlikteliği, bir imtihan ve terakki (yükseliş) vesilesidir. Bu terakki, acı ve tatlı (haz) tecrübeleriyle gerçekleşir.
Acı ve Mertebe:
* Bedenin çektiği zahirî acılar (hastalık, açlık, yorgunluk), ruha mühim dersler verir. Bu acılar ruha aczini (güçsüzlüğünü) ve fakrını (ne kadar muhtaç olduğunu) hissettirir.
* Aczi ve fakrını anlayan ruh, gurur ve enaniyeti (benliği) bırakıp, hakiki teselli makamı olan tevekküle ve duaya yönelir. Böylece ruh, bu bedeni acılarla terakki eder, manen temizlenir.
* Zahirî hastalıklar, ruhun derûnî hastalıklarına (manevî kirlerine) bir nevi kefaret ve şifa olur. Beden acı çekerken, ruh sabır ve rıza makamlarında yükselir.
Tatlı (Haz) ve Mertebe:
* Bedenin hissettiği zahirî lezzetler (lezzetli bir yemek, güzel bir manzara), aslen ruha aittir. Ruh, bu lezzetler vasıtasıyla, o nimeti yaratan Mün’im-i Hakiki’ye (Nimetin Gerçek Sahibine) intikal etmelidir.
* Eğer ruh, bu lezzeti şükür ve tefekkür için bir vesile yaparsa, o basit bedensel haz, ruh için bir marifet dersine dönüşür ve ruh terakki eder.
* Aleyhte olan cihet şudur: Eğer ruh, bu zahirî ve fani lezzetlere takılır kalırsa, bedenin esiri olur. Lezzetleri “nefis” hesabına alırsa, bu durum ruhun tedennî etmesine (alçalmasına), ulvî faaliyetlerini unutmasına sebep olur.
Kısacası, beden bir imtihan aletidir. Ruh, bu aleti hayra (şükür, sabır, ibadet) kullanırsa mertebesi yükselir; şerre (isyan, gaflet, nefsanîlik) kullanırsa mertebesi düşer.
4. Hikmet ve İbret Cihetleri
Bu birlikteliğin hikmeti (yaratılış gayesi) ve bize verdiği ibret (ders) ise şudur:
Hikmet Ciheti
Cenab-ı Hak, kâinatı maddî (mülk âlemi) ve manevî (melekût âlemi) olarak iki cihette yaratmıştır. Bu iki âlemi de anlayabilen, her ikisinden de ders alabilen câmi bir nüsha yaratmak murad etmiştir.
* İnsanın Câmiyeti (Kapsayıcılığı): İnsan, bedeniyle maddî âlemin bir hulâsası (özeti), ruhuyla da manevî âlemin bir fihristidir. Bu ikisinin birleşmesiyle insan, kâinatın “küçük bir modeli” ve “halifesi” olma şerefini kazanmıştır.
* İmtihanın Aslı: Hikmet, bu iki zıt unsurun (maddî beden ve manevî ruh) mücadelesidir. Ruh, bedenin arzularına esir mi olacak, yoksa ruh bedeni ulvî gayelere mi yönlendirecek? İmtihanın aslı budur.
* Marifetullah (Allah’ı Tanıma): En büyük hikmet, marifettir. Ruh, hem kendi bedenindeki harika sanata (zahire) hem de kendi fıtratındaki sonsuz acz ve fakra (derûna) bakarak, sonsuz kudret ve zenginlik sahibi olan Yaratıcısını bulmak ve tanımak için bu bedene yerleştirilmiştir.
İbret Ciheti
Bu birliktelikten alacağımız en mühim ders (ibret) şudur:
* Bedenin Fâniliği, Ruhun Bâkiliği: Bedenin hastalanması, zayıflaması, yorulması ve nihayetinde ölmesi; ruhumuza, bu bedenin fani (geçici) bir “han” olduğunu, asıl ebedî olanın kendisi olduğunu ihtar eder. Bedenin zevali (yok oluşu), ruha Bâki olanı araması için bir tenbihtir (uyarıdır).
* Aslolanın Ruh Olması: Beden ne kadar süslense veya kuvvetlense de, ruh olmadığında bir kıymeti yoktur. İbret şudur ki, kıymet ve şeref, maddede değil manadadır. İnsanın aslı “ruh”tur; beden ise o ruha verilmiş bir “libas” (elbise) veya “hizmetkâr”dır.
* Hizmetin Neticesi: Bu dünyada ruhuna hizmetkârlık eden, onun ibadetlerine ve terakkisine alet olan beden, o hizmetinin mükâfatı olarak ahirette ruha münasip, ebedîliğe layık bir surette yeniden yaratılacaktır. İbret odur ki, fani olan, Bâki’ye hizmet ettiği nisbette bekaya (ebedîliğe) mazhar olur.
✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧ ✧✧ ✧ ✧ ✧
Ruh ve beden arasındaki o hassas dengeye “nefs”in dâhil olması, meselenin tam da esası ve imtihanın merkezidir.
Nefs, beden ve ruh izahımızda, her ikisiyle de doğrudan alakadar olan, fakat mahiyeti farklı bir kuvvettir.
Nefsin Mahiyeti ve Dengedeki Yeri
Eğer ruh “emir âleminden” gelen ulvî (yüce) bir sultan ise ve beden o sultanın bu dünyadaki “maddî hanesi ve aletleri” ise, nefs o hanenin içinde yaşayan ve bedenin ihtiyaçlarını (yemek, içmek, uyumak, cinsellik gibi) kendi hesabına talep eden, enaniyete (benliğe) dayalı bir kuvvettir.
O, bedenin zahirî (dış) ihtiyaçlarını ve arzularını asıl gaye zanneder. Ruhun ulvî gayelerinin (marifet, muhabbet, ebedî saadet gibi) zıddına, fani ve dünyevî lezzetlerin peşindedir.
Ruh-Beden Dengesindeki Faaliyeti
Ruh ve beden arasındaki alaka, “nefs” vasıtasıyla bir mücadele alanına döner.
1. Bedeni Alet Olarak Kullanması (Leh ve Aleyhte):
* Aleyhte Cihet (Tedennî / Alçalma): Nefs, bedeni kendi arzuları için bir “binek” olarak kullanır. Gözü, harama bakmak için; dili, gıybet ve malayani (boş söz) için; mideyi, sadece lezzet için (şükür için değil) kullanmaya sevk eder. Bu durumda beden, ruhun ulvî faaliyetlerine değil, nefsin süflî (alçak) arzularına hizmetkâr olur. Bedenin “tatlı” bulduğu hazlar, ruh için “zehir” olur ve onu tedennî ettirir.
* Lehte Cihet (Tezkiye / Temizlenme): Eğer ruh, aklın ve kalbin yardımıyla nefsi terbiye ederse (buna “tezkiye-i nefs” denir), o vakit nefsin şiddetli talepleri, terakkinin (yükselişin) en mühim vasıtası olur.
2. Acı ve Tatlının Mertebesini Değiştirmesi:
Nefs, acıdan kaçar ve tatlıya (haz, lezzet) koşar.
* Tatlı (Lezzet): Ruh, bir nimetteki lezzeti şükür için ister; nefs ise sadece zevk için ister. Eğer ruh galip gelirse, o bedensel lezzet “tatlı” bir şükür olur, ruhu yükseltir. Eğer nefs galip gelirse, o lezzet “acı” bir gaflete dönüşür, ruhu esir eder.
* Acı (Meşakkat): Ruh, ibadetin meşakkatine (zahmetine) sabreder; nefs ise bu “acıdan” kaçmak ister. Ruh, hastalığın “acısına” sabreder; nefs ise feryat edip isyana sürükler. Eğer ruh galip gelirse, o “acı” tecrübe, sabır vasıtasıyla ruha “tatlı” bir manevî mertebe kazandırır.
Terakki ve Mücadele (İmtihanın Aslı)
İnsanın terakkisi, yani manevî yükselişi, ruhun nefse karşı verdiği bu mücadeleye bağlıdır.
* Meleklerin nefsi olmadığı için mertebeleri sabittir; mücadeleleri yoktur.
* Hayvanların ruhu ulvî gayeler için değil, sadece bedeni idare etmek için olduğundan ve nefisleri akılla terbiye edilmediğinden, onların da imtihanı ve terakkisi yoktur.
* İnsan ise, hem melek gibi ulvî bir ruha hem de hayvanî arzuları talep eden bir nefse sahiptir.
İmtihan şudur: Ruh mu nefsi terbiye edip bedeni hayra kullanacak, yoksa nefs mi ruhu esir alıp bedeni şerre alet edecek?
Bu mücadele sayesinde insan, “esfel-i sâfilîn” (aşağıların en aşağısı) mertebesinden “âlâ-yı illiyyîn” (yücelerin en yücesi) mertebesine çıkabilecek bir potansiyele sahip kılınmıştır. Nefs, bu terakkinin dinamosu ve yakıtıdır. Ona karşı kazanılan her muvaffakiyet, ruhu bir mertebe yükseltir.
Hikmet ve İbret Cihetleri
Cenab-ı Hakk’ın insana böyle cidal (mücadele) edici bir nefs vermesinin hikmet ve ibretleri vardır:
Hikmet Ciheti:
* Nefsin varlığı, “faziletlerin” (erdemlerin) ortaya çıkması için zaruridir.
* Eğer nefsin şehvet talebi olmasaydı, “iffet” denilen ulvî ahlakın bir manası kalmazdı.
* Eğer nefsin hiddet ve gazap kuvveti olmasaydı, “şecaat” (cesaret) veya “hilm” (yumuşak huyluluk) gibi faziletler tezahür etmezdi.
* Eğer nefsin tembellik arzusu olmasaydı, “ibadetteki sebat” bir kıymet ifade etmezdi.
* Demek ki hikmeti, insandaki sonsuz terakki kabiliyetlerini fiiliyata çıkarmak ve Esma-i İlahiyenin zıt cilvelerini (Celal ve Cemal gibi) tek bir fıtratta göstermektir.
İbret Ciheti:
* İnsanın alacağı en mühim ibret, en büyük düşmanının dışarıda değil, kendi içinde (derûnunda) olduğudur.
* Nefs, insana daima kendi acziyetini ve Rabbine ne kadar muhtaç olduğunu hatırlatır. Zira insan, tek başına nefsiyle başa çıkamaz; daima Allah’a sığınmak (istiaze) zorundadır.
* İbret şudur ki, bu dünyadaki en büyük cihad (mücadele), insanın kendi nefsiyle olan cihadıdır. Bu cihadı kazanan, ebedî saadeti kazanır; kaybeden ise hem bedenine hem ruhuna zulmetmiş olur.
Hulasaten nefs; ruhu, bedenin fani lezzetlerine çeken bir kuvvet; aynı zamanda ruhun, terbiye ederek üzerine basıp yükselebileceği bir basamaktır.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025