Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

Risale-i Nur’da Risale-i Nur- 2 –

1. Risale-i Nur’un Mahiyeti: Kur’ân’ın Manevî Bir Tefsiri ve Bürhanı

Risale-i Nur, kendini her şeyden evvel Kur’ân-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) uygun bir dersi olarak takdim eder. O, müellifinin şahsî bir eseri değil, doğrudan doğruya Kur’ân hakikatlerinin bir “tereşşuh”u (sızıntısı) ve “lem’a”sıdır (parıltısıdır)

a) Kur’ân’ın Malıdır ve Menbaı (Kaynağı) Kur’ân’dır:

Külliyat, müellifinin “bir hiç” olduğunu, eserin kıymetinin Kur’ân’dan gelmesinden ileri geldiğini ve “hiç bir kitabdan alınmadığını”, “Rabbanî ve Kur’anî” olduğunu ısrarla vurgular. Risale-i Nur, Kur’ân’ın “bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi” ve “hakikî bir tefsiri” olarak tasvir edilir. Bu tefsir, klasik tefsirler gibi ahkâm ayetlerinden ziyade, “dinin en has ve en yüksek kısmı olan imanın erkân-ı azîmesinden” bahseder.

b) “Nur” İsminin Tevafuku:

Risale-i Nur’un kendisi bir “Nur”dur. Bu “Nur”, Cenâb-ı Hakk’ın “en-Nûr” ism-i şerifine bakar. Kur’ân-ı Kerîm, hidayeti bir “nur” olarak tavsif eder. Risale-i Nur’un gayesi de, ism-i Hakîm ve Rahîm’in bir mazharı olarak, bu asrın “zulümat”ını (karanlıklarını) dağıtan o Kur’ânî “nur”u neşretmektir.

Cenâb-ı Hak, Kur’ân’ın bu vasfını şöyle beyan eder:
$”…Size Allah’tan bir nûr ve apaçık bir kitap (Kur’an) gelmiştir. Allah, onunla rızası peşinde gidenleri selâmet yollarına iletir ve onları izniyle, karanlıklardan aydınlığa çıkarıp kendilerini dosdoğru bir yola iletir.”$
( Meali, Mâide Sûresi, 5:15-16)

Risale-i Nur, bu ayetin işaret ettiği gibi, “karanlıklardan aydınlığa” çıkarma vazifesini, bilhassa iman hakikatleri sahasında yerine getirdiğini ifade eder.

2. Risale-i Nur’un Gayesi ve Vazifesi

Risale-i Nur’un vazifesinin “imanı kurtarmak” olduğunu teyid etmektedir.

a) İman-ı Tahkikîyi Vermek (Tahkikî İmanı Kazandırmak):

Risale-i Nur’un en temel gayesi, bu “âhirzaman” fitneleri ve “küfr-ü mutlak” cereyanları karşısında, sarsılan “taklidî” (geleneksel) imanı, “tahkikî” (araştırmaya ve isbata dayalı) bir imana çevirmektir. O, “herkesin anlayacağı bir tarzda; hakaik-i Kur’aniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini, gayet kuvvetli bürhanlar ile isbat ederek” bu vazifeyi yapar. Haşir (diriliş) gibi en derin meseleleri, İbn-i Sina gibi dâhîlerin “Akıl buna yol bulamaz!” dediği hakikatleri, “avamlara da, çocuklara da bildirir”.

b) Dalalet ve Zındıka ile Mücadele:

Bu iman kurtarma hizmeti, aynı zamanda bir “mücahede-i maneviye”dir . Risale-i Nur, Kur’ân’ın elinde “bir elmas kılınç hükmünde” olarak, “dalaletin en sert kuvvetli kalesi olan tabiatı, Tabiat Risalesi’yle parça parça etmiş” ve “maddiyyunluk fikrini ibtal eylemiştir”

c) Gençliğin ve Mahpusların Islahı:

Risale-i Nur’un iman dersleri, “cazibedar lehviyat ve hevesatın hücumları karşısında” gençleri “daire-i meşrua”da tutmak için tesirli bir ders ve “hakikî teselli” kaynağıdır. Hapishaneleri “Medrese-i Yusufiye”ye çevirerek, “onbeş sene hapse atmaktan ise, onbeş hafta Risale-i Nur dersini” almanın daha tesirli bir ıslah metodu olduğunu isbat etmiştir.

3. Risale-i Nur’un Mesleği ve Metodu

Risale-i Nur’un gayesine ulaşmak için takip ettiği yol, diğer İslâmî hizmetlerden farklı hususiyetler arz eder.

a) Siyasetten Tam İçtinab (Kesin Olarak Kaçınma):

Risale-i Nur’un mesleği, dünyaya ve siyasete karışmamaktır. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase” (Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım) düsturudur. Vazifesi “hayat-ı ebediyeyi mahvetmek” olan küfr-ü mutlaka karşı imana hizmet etmektir. Siyasete girenlerin “istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemeyeceğini” belirtir.

b) Müsbet Hareket ve Asayişin Muhafazası:

Siyasetle iştigal etmemesi, onun hayat-ı içtimaiyeye (toplumsal hayata) hizmet etmediği manasına gelmez. Bilakis, “iman-ı tahkikî” dersleriyle “vatanı ve milleti anarşilikten ve serserilikten muhafaza eder”. Nur talebeleri, “asayişin manevî muhafızı” ve “manevî bir zabıta” hükmündedir. Çünkü “her adamın kafasında bir yasakçı bırakır”.

c) İhlas, Uhuvvet ve Şefkat Esası:

Risale-i Nur mesleği, “tarîkat” değil, “hakikat” ve “uhuvvet” (kardeşlik) mesleğidir. Tarîkattaki “şeyhlik” ve “makam” rekabeti yerine, “kardeş kardeşe muavin ve zahîr olur” . Bu mesleğin temeli “a’zamî ihlas”, “terk-i enaniyet” (benliği terk) ve “şefkat”tir.

d) Akıl, Bürhan ve Tefekkür Metodu:

Risale-i Nur, “Eski hükema” gibi “Bu nakildir, iman ederiz, akıl buna yetişmez” demez. Bilakis, “Bütün ahkâm-ı şer’iye ve hakaik-i imaniye aklîdir. Aklî olduğunu isbata hazırım” der ve bunu Külliyat’ta isbat eder.Metodu, “müvazeneler” (karşılaştırmalar) yoluyla küfürdeki manevî Cehennemi ve imandaki manevî Cenneti göstererek “hissi mağlub etmektir”. Bu yönüyle “tefekkürî bir ibadet” yoludur.

4. Risale-i Nur Şakirdlerinin (Talebelerinin) Vasfı

Risale-i Nur, tek bir müelliften ziyade, onun şakirdlerinin teşkil ettiği “şahs-ı manevî”yi esas alır.

a) Hademe-i Kur’ân (Kur’ân Hizmetkârları):

Şakirdler, “sahil-i selâmet olan Dâr-üs Selâm’a ümmet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) çıkaran bir sefine-i Rabbaniyede çalışan hademelerdir” . Vazifeleri, aldıkları dersi “neşretmektir” . Tebliğ vazifesinde Peygamber (A.S.M.) Efendimizin şu düsturunu esas alırlar:
$”…Peygambere düşen ancak apaçık bir tebliğdir.”$
( Meali, Nur Sûresi, 24:54)
$”Şüphesiz ki sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir…”$
( Meali, Kasas Sûresi, 28:56)

b) Uhuvvet (Kardeşlik) Ruhu:

Risale-i Nur talebeleri “bir cemaattır” ancak bu siyasî bir “cem’iyet” değil, “sırf hizmet-i imaniyede hâlis bir kardeşlik ve uhrevî bir tesanüddür” . Bu kardeşlik, “hakikî, samimî bir ittifakta herbir ferd, sair kardeşlerin gözüyle de bakabilir” sırrına mazhardır. Aralarındaki bu “rabıta-i diniye”, Kur’ân-ı Kerîm’in şu emrine dayanır:
$”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.”$
( Meali, Hucurât Sûresi, 49:10)

c) Vaad Edilen Netice: Hüsn-ü Hâtime (İmanla Kabre Girmek):

Risale-i Nur şakirdlerine verilen en büyük müjde, “imanlarını kurtarmaları” ve “imanla kabre girmeleridir” . Bu, rüyalarla da teyid edilmiştir: “Risale-i Nur şâkirdleri îmansız ölmezler, kabre imanla girerler”. İlk iktibasta yapılan dua da bu gayeye matuftur: “…bize ve Risale-i Nur talebelerine iman-ı ekmel ve hüsn-ü hâtime ver.”

5. Risale-i Nur’un Hususiyetleri (Ayırt Edici Özellikleri)

a) Kendi Kendine Yetkinlik:

Risale-i Nur’un “hocası, Risale-i Nur’dur” . Başka eserlerden ders almaya ihtiyaç bırakmaz. Şerh ve izahları dahi yine kendi cüzleri içindedir . Müellifi dahi kendini bir talebe olarak görür ve “şimdi yeni görüyorum gibi tekrar okumağa ihtiyaç ve iştiyakım var” der.

b) Usandırmayan Üslûb:

“Yüz def’a okunsa, yüz birincide yine zevk ile okunabilir” . Sebebi, “hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı”nın bulunması ve “daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri” olmasıdır.

c) İlahî Muhafaza ve Kerametler:

Külliyat, te’lifi ve neşri boyunca “inayet-i Rabbaniye” ve “himayet-i Rabbaniye” altında olduğunu sayısız “tevafukat” ve “kerametler” ile isbat etmiştir. Ona ilişenlerin “maskara olmaları” ve “şefkat veya hiddet tokatları” yemeleri bu muhafazanın bir cilvesidir.

Hâtime (Sonuç)

Risale-i Nur’un kendi lisanıyla, “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asırda bir mu’cize-i maneviyesi olan yüksek ve parlak bir tefsiri” olduğunu; gayesinin “imanı kurtarmak” olduğunu; mesleğinin “siyasetten içtinab” , “müsbet hareket” ve “a’zamî ihlas” üzerine kurulduğunu; şakirdlerinin de bu “cihanşümul” hakikatlerin “hademeleri” olduğunu şüpheye yer bırakmayacak bir vuzuhla (açıklıkla) ortaya koymaktadır.
O, bu asrın manevî hastalıklarına Kur’ân eczahanesinden tiryaklar sunan bir “halâskâr-ı İslâm” ve “Sefine-i Nuh gibi Anadolu’yu Cebel-i Cûdi hükmüne getirip, küre-i arzın yangınından ve tûfanından kurtulmasına sebeptir” .
Cenâb-ı Hak, bu hakikatlerden tam manasıyla istifade ve istifaza edebilmeyi nasib eylesin.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-risale-i-nur/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN TAHLİL VE HÜLASALAR- 2 –

1. Tahlil: Şahsiyet-i Bediüzzaman ve Hizmetin Ruhu (İman ve İhlas)

Üstad Hazretleri’nin “çok yönlü külli şahsiyeti” tek bir noktada temerküz etmiştir: İman hizmeti.
Bu, onun hayatının gayesidir. Şahsını nazara vermemesi, dünyayı terk edip (sadece 200-300 liralık bir tereke bırakması) ukbayı hedef alması, onun hizmetindeki ihlâs ve istiğna düsturlarının bir yansımasıdır.
• İhlâs ve İstiğna: Risale-i Nur hizmetinin temel taşı ihlâstır. Üstad’ın hediye, zekât ve sadaka kabul etmemesi, bu ihlâsı korumaya ve hizmet-i Kur’aniyeyi hiçbir şahsi menfaate âlet etmemeye matuftur. Bu tavır, peygamberlerin (Aleyhimüsselâm) tebliğ metodunun bir devamıdır. Onlar da tebliğlerine mukabil bir ücret istememişlerdir.
• Ayet ( Meali): Nitekim Şu’arâ Sûresi’nde birçok peygamberin dilinden şu hakikat beyan edilir:
$ “Buna karşılık sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” (Şu’arâ 26:109)$
• Hizmetin Esası (İman): “Hizmetlerin şahı ve padişahı olan bu imanda terakki ile marifetullahda yükselişi sağlamıştır” tespiti, Risale-i Nur’un neden doğrudan imanın rükünlerine (esaslarına) odaklandığını izah eder. Zira iman, bütün amellerin temeli ve kıymetinin menbaıdır.
• Ayet ( Meali): İmanın, amellerin kabulü için bir şart olduğunu Cenâb-ı Hak şöyle beyan eder:
$ “Erkek veya kadın, kim mü’min olarak salih ameller işlerse, işte onlar cennete girerler ve zerre kadar haksızlığa uğratılmazlar.” (Nisâ 4:124)$

2. Tahlil: Asrın Fehmine Uygun Bir Metodoloji (İkna, İspat ve Tefekkür)

Üstad’ın “asrın fehmine uygun hakikatlar” sunduğunu, “ikna edici, isbat edici, temsillerle en zor meseleleri kolayca akla yaklaştırıcı beyanlarda” bulunduğunu vurguluyorsunuz. Bu, Risale-i Nur’un en mühim metodolojik hususiyetidir.
• Akıl ve Kalb İttifakı: Sizin de belirttiğiniz gibi, “asırlardır birbirleriyle neredeyse kavgalı olan akılla kalbi barıştırmıştır.” Bu, felsefenin ve modern ilimlerin akla verdiği öneme mukabil, imanı aklî delillerle (bürhanlarla) ispat ederek kalbi tatmin etme yoludur. Bu, Kur’an’ın “hikmet” ile davet metodudur.
• Ayet ( Meali): Cenâb-ı Hak, davet usulünü şöyle öğretir:
$ “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et! Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16:125)$
• Manevî Cihad: “Bu zamandaki harici cihad; Kur’anın bürhanlarıyla cihad olarak belirler” tespiti, hizmetin “manevî cihad” (cihad-ı manevî) olduğunu gösterir. Düşman olarak “Cehalet, Zaruret, İhtilaf”ı; silâh olarak da “Sanat, Marifet, İttifak”ı göstermesi, mücadelenin ilim ve tefekkür zemininde olduğunu ispat eder.
• Ayet ( Meali): Kur’an, tefekküre ve ilme büyük ehemmiyet verir:
$ “De ki: ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?’ Şüphesiz, ancak akıl sahipleri düşünüp öğüt alırlar.” (Zümer 39:9)$

3. Tahlil: Hitap Şekli ve Şirket-i Manevî
Tahlili “ÜSTADIN TALEBELERİNE HİTABI” ve “NUR TALEBELERİNİN HİTAB ŞEKLİ” bölümleri, bu hizmetin sadece teorik bir düşünce faaliyeti olmadığını, aynı zamanda derûnî (iç) bir bağ, bir uhuvvet (kardeşlik) ve şirket-i manevî (manevi ortaklık) tesisi olduğunu göstermektedir.
• Hitabın Muhtevası: “Aziz, Sıddık Kardeşlerim” gibi ifadeler, birer iltifat olmanın ötesinde, hizmetin temel direkleri olan sadakat, ihlâs ve uhuvveti pekiştiren manevî birer ahiddir (sözleşmedir). Talebelerin Üstadlarına hitaplarındaki “Aziz Üstadım”, “Müşfik Üstadım” gibi tabirler ise, ilim ve hizmet bağının muhabbet ve şefkat üzerine bina edildiğini gösterir.
• Şirket-i Manevî: Mektupların hizmetin devamı için “elzem” (çok gerekli) olduğu tespitiniz, bu manevî şirketin nasıl işlediğini ortaya koyar. Herkesin kazancı, ortak havuza (şirket-i manevî) dâhil olmaktadır. Bu, Kur’an’ın emrettiği “kardeşlik” ruhunun ameli bir tezahürüdür.
• Ayet ( Meali): Bu derûnî bağın temelini şu ayet teşkil eder:
$ “Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât 49:10)$

4. Tahlil: Kerametler ve Hikmet-i İlahi
Çalışmada “KERAMETLER” başlığı altında toplanılan hadiseler (Mardin’de kayıdların açılması, Van Kalesi’nden düşüş, Rus kumandanı ile muhaveresi, hapishanede dışarıda görülmesi vb.), Risale-i Nur hizmetinin hıfz-ı İlahî (İlahi koruma) altında olduğunun ve o hizmetin hâdiminin (Bediüzzaman) şahsında tezahür eden ikram-ı İlahînin (İlahi ikram) delilleridir.
• Kerametin Gayesi: Tahlilde “yazılmasını istememiş ve bahsetmemiştir” notu çok mühimdir. Bu, kerametlerin gayesinin şöhret kazanmak değil, belki en zor anlarda talebelere bir teselli ve davanın hakkaniyetine (doğruluğuna) dair bir işaret olduğunu gösterir. Keramet, Allah’ın (c.c.) sevdiği kullarına (evliya) bir ikramıdır.
• Ayet ( Meali): Allah’ın dostlarına (evliyasına) olan bu hususi muamelesi ve koruması Kur’an’da şöyle müjdelenir:
$ “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Yûnus 10:62)$

5. Tahlil: Fetvalar ve Asrın Meselelerine Çözümler
“FETVALAR” bölümü, Bediüzzaman Hazretleri’nin sadece bir müfessir (tefsir âlimi) değil, aynı zamanda müceddid (yenileyici) sıfatıyla asrın getirdiği yeni meselelere (umum-ül belvâ) şeriatın mizanlarıyla (ölçüleriyle) nasıl cevap verdiğini ortaya koymaktadır.
• Takva ve Rüçhaniyet (Öncelik): “Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için takva, bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebireleri işlemiyen kurtulur” fetvası, asrın hücumları karşısında müdafaa (savunma) esasını öne çıkarır. Bu, def’-i mefasid (kötülükleri defetme) prensibinin, celb-i menafi (faydaları çekme) prensibine takaddüm etmesi (öncelik kazanması) kaidesine dayanır. Haramın terki vacib olduğu için, bu zamanda takva (sakınma) en büyük salih amel hükmüne geçmektedir.
• Ayet ( Meali): Takvanın ehemmiyeti ve kurtuluşa vesile oluşu şöyle belirtilir:
$ “De ki: ‘Murdar ile temiz bir olmaz, murdarın çokluğu hoşuna gitse de.’ Ey akıl sahipleri, Allah’a karşı gelmekten sakının ki kurtuluşa eresiniz.” (Mâide 5:100)$
• Zaruret ve Ruhsat: “Dişlerin kaplanması” hakkındaki izahı, zaruret ve ihtiyaç hallerinde İslam fıkhının (hukukunun) tanıdığı ruhsat (kolaylık) kapısını göstermektedir. “Mütedeyyin bir hekim-i hâzıkın gösterdiği ihtiyaca binaen” kaydını koyması, bu ruhsatın keyfî değil, zarurete bağlı olduğunu gösterir.
• Ayet ( Meali): Dinin temel prensibi kolaylıktır ve zaruretler haramları mübah kılar:
$ “…Allah, size kolaylık diler, zorluk dilemez…” (Bakara 2:185)$
$ “…Kim de şiddetli bir açlık durumunda zorda kalırsa, günaha eğilim göstermeksizin (bu haram etlerden) yiyebilir. Şüphesiz Allah çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Mâide 5:3)$
• Amel-i Dünyevînin İbadete İnkılabı: Fabrika işçisi, demiryolu çalışanı, tayyareci ve çobanlara “farz namazlarınızı kılsanız, o zaman, fabrikadaki bütün çalışmalarınız ibadet hükmüne geçer” demesi, niyet ile âdetlerin ibadete, dünyevî çalışmaların uhrevî kazanca dönüşmesi kaidesinin bir tatbikidir.

Hülasa (Sonuç)
Bu “Tahlil ve Hülasalar”, Bediüzzaman Said Nursi’nin hayatını ve Risale-i Nur’un muhtevasını beş temel direk üzerinde hülasa etmektedir:
• Gaye: İhlâs ile iman hizmeti.
• Metod: Akıl ve kalbi birleştiren aklî isbat (bürhan) ve tefekkür.
• Cemaat: Sadakat ve muhabbet temelli bir uhuvvet ve şirket-i manevî.
• Hıfz-ı İlahi: Hizmetin hakkaniyetini isbat eden İlahi ikram ve kerametler.
• Tatbikat: Asrın ihtiyaçlarına ve umum-ül belvâya şeriat dairesinde çözümler (fetvalar) sunan bir tecdid (yenileme) hareketi.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurdan-tahlil-ve-hulasalar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

RUHUN EBEDİYET NİDASI: VİCDANIN ŞAHADETİ VE AHİRETİN İSBATI

Kâinatın tılsımını açan en mühim anahtar, insanın kendi mahiyetinde gizlidir. İnsan, zahiri nazarda küçük bir cisim gibi görünse de, esasen bütün kâinatın külli bir fihristesi ve İlahi isimlerin en câmi bir aynasıdır. Bu muazzam varlık, fani dünyanın dar kalıplarına sığmayacak kadar ulvi istidatlarla donatılmıştır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin Risale-i Nur Külliyatı’nda, hususan Sözler mecmuasında yaptığı derinlikli tahliller, insanın bu dünyadaki gurbetini ve asıl vatanı olan ebediyet yurduna olan iştiyakını harikulade bir surette tasvir eder.

1. Ruhun Cevherindeki Gayr-ı Mahdud İstidat ve Hikmet
Cenab-ı Hakk’ın “Hakîm” isminin bir tecellisi olarak, kâinatta abes, faydasız ve israf edilmiş hiçbir şey yoktur. En küçük bir sineğin kanadından, semavattaki yıldızların hareketine kadar her şeyde bir hikmet ve gaye müşahede edilir. Hal böyleyken, mahlukatın en şereflisi olan insanın ruhuna yerleştirilen sınırsız kabiliyetlerin neticesiz kalması düşünülebilir mi?
Bediüzzaman Hazretleri, bu hakikati şu veciz ifadelerle ortaya koyar:
> “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 521).
>
İnsanın ruhunda ekilen bu istidat tohumları, sadece bu kısa dünya hayatı için verilmiş olsaydı, bu durum “hikmet” ve “iktisat” kanunlarına zıt ve aykırı olurdu. Nasıl ki balıklara yüzgeç verilmesi suyun varlığına, kuşlara kanat verilmesi havanın vücuduna delildir; insana da ebedi bir saadeti arzulayan “sınırsız istidatlar” verilmesi, o istidatların inkişaf edeceği bir “Ebediyet Âlemi”nin varlığının en kuvvetli isbatıdır.

2. Vicdanın Yanılmaz Sesi: “Ebed! Ebed!”
İnsanın fıtratında, aklın vesveselerine kapılmayan, doğrudan doğruya hakikati haykıran bir “derûnî” mekanizma vardır ki, buna “vicdan” denir. Vicdan, insanın yaratılışındaki aslı ve esası temsil eder. İnsan, aklıyla inkar etse bile, vicdanıyla ebediyeti arzulamaktan asla vazgeçemez. Bu, bir yanılma veya bir yanlış inanç değil, fıtratın bizzat konuşmasıdır.
Metinde geçen şu ifadeler, bu derûnî hali ne güzel tasvir eder:
> “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 522).
>
İnsanın “ene”si (benliği), sonlu ve fani olanla tatmin olmaz. Ona dünyaları verseniz, “Daha yok mu? Bu da bitecek, bana bitmeyen lazım!” diye feryat eder. Bu hal gösteriyor ki; insan bu fani misafirhane için değil, baki bir saltanat için yaratılmıştır. Vicdanın bu ısrarlı talebi, o talebi karşılayacak olan Zât-ı Zülcelal’in vaadinin bir nevi aksisdasıdır.

3. Dünya Tarlası ve Ahiret Hasadı
Gözlem ve nazarımızla görüyoruz ki, dünya hayatı insanın sahip olduğu bu muazzam potansiyeli tam manasıyla ortaya çıkarması için yeterli değildir. İnsanın arzuları ebede kadar uzanırken, ömrü bir şimşek parıltısı gibi kısa sürmektedir. Bu zıtlık, dünyanın son durak olmadığını, bilakis bir bekleme salonu ve bir imtihan meydanı olduğunu gösterir.
Üstad Bediüzzaman, dünyanın bu “yetersizliğini” şöyle ifade eder:
> “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler, RNK Neşriyat, s. 525).
>
Bir çekirdek, toprağın altında çürüyüp gitmek için değil, sümbüllenenip meyve veren bir ağaç olmak için vardır. İnsanın ruhundaki istidat çekirdekleri de bu dünya toprağında filizlenir, fakat tam manasıyla neşvünema bulup meyve vermesi, ancak “Dâr-ı Bekâ”da, yani ahiret yurdunda mümkün olacaktır. Dünya, bu istidatların sadece numunelerinin görüldüğü, asıllarının ise ahirette inkişaf edeceği bir mezradır.

Netice ve Hikmet
Bütün bu deliller, Kur’an-ı Kerim’in cihan şümul mesajıyla tam bir mutabakat içindedir. Rabbimiz, Mü’minun Suresi’nde mealen şöyle buyurmaktadır:
> “Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve sizin hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun Suresi, 23/115)
>
Netice itibarıyla; insanın cevher-i ruhundaki sınırsız kabiliyetler, vicdanındaki sönmek bilmeyen ebediyet aşkı ve dünyanın bu kabiliyetlere dar gelmesi, ahiretin vücudunu güneş gibi zahir kılar. İnsan, ebed için yaratılmıştır ve ebede gidecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

Ebedî Ticaret Yolculuğu: Sermaye, Rehber ve Tehlikeler

İnsan, kâinatın en mükerrem varlığı olarak bu dünyaya gönderildiğinde, kendisine cevapsız gibi görünen büyük sualler tevdi edilmiştir: Nereden geldim? Nereye gidiyorum? Bu dünyadaki vazifem nedir?
Modern felsefelerin ve “medeniyet” dediğimiz beşerî sistemlerin bu suallere verdiği cevaplar, çoğu zaman insanı fani bir hayatın tesellilerine hapsetmiştir. Ancak hakikat, bize gönderilen ilahî mesajlarda ve fıtratımızın derinliklerinde yankılanır. Bu hakikat şöyle ifade edilir:
> “Demek insan, bu dünyaya yalnız güzel yaşamak için ve rahatla ve safa ile ömür geçirmek için gelmemiştir. Belki azîm bir sermaye elinde bulunan insan, burada ticaret ile, ebedî daîmî bir hayatın saadetine çalışmak için gelmiştir. Onun eline verilen sermaye de ömürdür.” (Lem’alar – 206)
>
Bu, varoluşumuzun en mantıklı ve hikmetli tasviridir. Bizler, bu dünyaya zevk ve safa sürmeye değil, “ebedî bir ticaret” yapmaya gönderildik. Elimizdeki en kıymetli ve geri dönülmez “sermaye” ise “ömür”dür. Tıpkı bir kervanın yola devam etmesi gibi, biz de durdurulamaz bir “sevkıyat” içindeyiz. “Biz gidiyoruz… Aldanmakta faide yok.”
Ebedî Rehber ve Fani Kanunlar
Peki, bu ebedî ticaretin ve tehlikeli yolculuğun rehberi nedir? İnsan, kendi aklıyla ve tecrübesiyle mi yolunu bulacaktır?
Tarih, bu suale ibretli bir cevap verir. İnsan aklından çıkan “medeniyetin kanunları”, zamanın geçmesiyle yıpranır, eskir ve nihayetinde ölüme mahkûm olur. Dün alkışlanan bir ideoloji, bugün tenkit (eleştiri) edilir; dün sarsılmaz sanılan bir nizam, bugün yıkılır. Çünkü beşerî kanunlar, fani olan insanın zaaflarıyla doludur.
Ancak bu ticaret ebedî olduğuna göre, rehberi de ebedî olmalıdır. Bu noktada Kur’an’ın farkı ortaya çıkar:
> “Evet Kur’an’ın düsturları, kanunları, Ezelden geldiğinden ebede gidecektir. Medeniyetin kanunları gibi ihtiyar olup ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir, Kuvvetlidir.”
>
Kur’an’ın hükümleri, zamanın ihtiyarlamasıyla ihtiyarlamaz. O, “daima gençtir”; çünkü fıtratın değişmez esaslarına hitap eder. Ebedî bir saadeti kazanmak isteyen bir tacir, sermayesini fani ve ölüme mahkûm rehberlere değil, Ezel’den gelen ve Ebed’e giden bu ebedî ve “kuvvetli” rehbere teslim etmelidir.

Yolculuğun En Büyük Tehlikesi: Küçük Şeylerde Boğulmak
Bu ticaretin kârı ebedî saadet olduğu gibi, tehlikesi de o nisbette büyüktür. İnsana “dünyayı yutan büyük letâifler” (latif duygular, kabiliyetler) verilmiştir. Kalp, akıl ve ruh gibi her bir aza, ebediyeti kazanacak birer cihazdır. Ancak şeytan ve nefis, bu azîm sermayeyi çok “küçük” ve “ehemmiyetsiz” görünen şeylerle batırmaya çalışır.
> “Madem öyledir, hazer et, dikkatle bas, batmaktan kork. BİR LOKMA, BİR KELİME, BİR DANE, BİR lem’a, BİR İŞARETTE, BİR ÖLMEKTE BATMA. Dünyayı yutan büyük letâiflerini onda batırma. Çünkü çok küçük şeyler var, çok büyükleri bir cihette yutar.” (Lem’alar – 136)
>
Bu, ibretlerin en büyüğüdür. Muazzam bir gemiyi batıran, bazen gözle görülmez bir sızıntıdır. “Bir lokma” haram, kalbi öldürebilir. “Bir kelime” gıybet veya inkâr, imanı sarsabilir. Fani bir güzelliğe “bir işaret” veya “bir lem’a” (parıltı) nazar (bakış), insanın ebedî saadetini tehlikeye atabilir. Bu yüzden ebedî ticaret yolcusuna düşen, “hazer etmek” (sakınmak) ve attığı her adımı “dikkatle basmaktır.”
Kervandaki Diğer Yolcular: Uhuvvet ve Islah
Bu ebedî sevkıyat kervanında yalnız değiliz. Diğer mü’minler, bizim yol arkadaşlarımızdır. Bu arkadaşlığın da bir hukuku vardır. Ebedî sermayesini kurtarmaya çalışan bir mü’min, diğer yolculara karşı nasıl davranmalıdır?
> “Mü’min, kardeşini sever ve sevmeli. Fakat fenalığı için yalnız acır. Tahakküme değil, belki lütufla ıslahına çalışır.”
>
İmanın aslı (esası) sevgidir. Mü’min, kardeşinin zatını ve imanını sever. Ancak o kardeş bir hataya düştüğünde, onun “fenalığı” için nefret etmez, “yalnız acır.” Tıpkı eline batan bir dikenden dolayı eline kızmayıp, dikeni çıkarmaya çalışması gibi. Çözüm “tahakküm” (baskı kurmak, zorbalık) değildir. Zira tahakküm, nefreti doğurur. Çözüm, “lütufla ıslahına çalışmaktır.” Bu, ebedî kervanın nizamıdır.
Küllî Mücadele: İhya ve Tamir Faaliyeti
Bu ticaret, sadece ferdî bir kurtuluş mücadelesi değildir. Tarihî ve küllî bir boyutu da vardır. Bu ebedî rehber olan Kur’an ve Sünnet-i Seniye, tarih boyunca daima “tahribatçı” akımların hedefi olmuştur.
> “Hazret-i Mehdi’nin cem’iyet-i nuraniyesi, Süfyan komitesinin tahribatçı rejim-i bid’akâranesini tamir edecek, Sünnet-i Seniyeyi ihya edecek…” (Mektubat – 29. Mektup)
>
Tarihî süreçte, şeriatı ve imanı “tahribe çalışan” bid’at (dine sonradan sokulan) rejimler ve komiteler (“Süfyan komitesi”) daima var olmuştur. Bunlar, insanların ebedî ticaret sermayesini çalmaya çalışan manevî yol kesicilerdir.
Buna mukabil, bu tahribatı “tamir edecek” ve unutulan Sünnet-i Seniyeyi “ihya edecek” (diriltecek) nuranî bir cemiyet (“Hazret-i Mehdi cem’iyeti”) de bu mücadelenin karşı kutbudur. Bu mücadele, kaba kuvvetle değil, “mu’cizekâr manevî kılınçla”, yani iman hakikatlerinin ve ilmin kuvvetiyle olacaktır.
Her mü’min, hem kendi ebedî ticaretini kurtarmakla hem de gücü nispetinde bu küllî tamir ve ihya faaliyetine katılmakla mükelleftir.

📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın dünyaya geliş gayesinin “ebedî bir ticaret” olduğunu ve bu ticaretin sermayesinin “ömür” olduğunu vurgulayarak başlar. İnsanın güzel vakit geçirmek için değil, ebedî saadeti kazanmak için gönderildiği belirtilir.
Bu ticaret yolculuğunda, beşerî “medeniyet kanunları”nın aksine, “daima genç ve kuvvetli” olan tek rehberin, “Ezelden gelip Ebede giden” Kur’an düsturları olduğu ifade edilir.
Makale, bu ebedî ticaretteki en büyük tehlikenin, “bir lokma” veya “bir kelime” gibi “küçük şeyler” olduğunu; bu küçük hataların, “dünyayı yutan büyük letâifleri” (insanın manevî kabiliyetlerini) batırabileceğini belirterek ibretli bir uyarıda bulunur.
Yolculuktaki sosyal ahlâk ise, mü’minin kardeşini sevmesi, onun hatasına “tahakkümle” (baskıyla) değil, “lütufla ıslah” etmeye çalışması ve günahı için ona “yalnız acıması” olarak tasvir edilir.
Son olarak, bu mücadelenin sadece ferdî değil, aynı zamanda küllî olduğu; tarih boyunca Sünnet-i Seniyeyi “tahrip” etmeye çalışan akımlara karşı, “ihya” ve “tamir” vazifesi gören “manevî” bir mücadelenin (Mehdi ve Süfyan mücadelesi) de devam ettiği belirtilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

Hakikat Yolcusunun Küllî Seyri: Varlık, Vazife, Rahmet ve Kardeşlik Üzerine Bir Tahlil

​İnsanoğlu, kâinat sahnesine adım attığı andan itibaren “Ben neyim?”, “Nereden geliyorum?”, “Bu âlemdeki yerim nedir?” ve “Gayem nedir?” sualleriyle karşı karşıya kalmıştır. Felsefî (düşünce) akımlar ve medeniyetler bu suallere farklı cevaplar aramışsa da, ilahî mesajın nuruyla aydınlanan hikmet yolu, bu cevapları en sarsılmaz mantıkî ve derûnî delillerle sunmuştur.
​İnsanın ontolojik (varlıksal) makamı ve Rahmet , Hâlık’a olan en yakın münasebeti Dua , varoluşunun gayesi Hakikî Terakki, yolculuktaki imtihanı Hastalık ve Arınma ve diğer yolcularla münasebeti Uhuvvet (Kardeşlik) .
​Bu araştırma, bu beş merhaleyi sırasıyla tahlil edecektir.

1. Kâinatın Merkezindeki Muamma: Âciz-i Mutlak ve Hakikat-i Rahmet
​”Kat’iyen anla ki: Senin gibi zayıf-ı mutlak, âciz-i mutlak, fakir-i mutlak, fâni, küçük bir mahluka koca kâinatı musahhar etmek ve onun imdadına göndermek; elbette hikmet ve inayet ve ilim ve kudreti tazammun eden hakikat-i rahmettir.” (Şualar)

​Bu ifade, insanın kâinattaki yerini tanımlayan en sarsıcı ve en mantıklı tasvirdir. İnsan, fıtratı itibarıyla “âciz-i mutlaktır”; bir mikroba dahi mağlup olabilir. “Fakir-i mutlaktır”; nefes almaktan rızka kadar sonsuz ihtiyaçlara muhtaçtır. “Zayıf-i mutlaktır” ve “fânidir”.
​İbret ve hikmet buradadır: Bu kadar âciz bir varlığa, “koca kâinatın musahhar edilmesi” (hizmetine verilmesi) bir tesadüf olabilir mi? Güneşin ona soba, ayın kandil, bulutların sebil, toprağın bir hazine olması; aklın, mantığın ve bilimin kabul edeceği üzere, başıboş bir tabiatın (doğanın) eseri olamaz.
​Bu muazzam zıtlık (çelişki) –yani insanın acziyeti ile kâinatın ona hizmetkârlığı arasındaki nisbetsizlik– tek bir hakikatle izah edilebilir: “Hakikat-i rahmet”. Bu, kör bir rahmet değildir. Ardında sonsuz bir Hikmet (her şeyi yerli yerine koyma), İnayet (hususi koruma), İlim (her şeyi bilme) ve Kudret (her şeye güç yetirme) vardır. Bu vecize, varlığın gayesiz olmadığını, aksine küllî bir Rahmet tarafından idare edildiğini mantıkî bir delil ile isbat eder.

2. En Mantıkî İspat: Sineğin Nidasından Duanın Kabulüne
​”Sineğin kafasındaki o küçük küçük hüceyratın nidalarına ‘Lebbeyk’ söyleyen o Sâni’-i Semi’ ve Basîr’in, Senin dualarını işitmemesi ve o dualara müsbet cevablar vermemesi imkân ve ihtimali var mıdır?” (Mesnevî-i Nuriye)

​Birinci vecizede tesis edilen “Rahmet” hakikatinin, ferdî hayattaki en büyük tecellisi “dua”dır. Bu söz, duanın kabuliyetindeki mantıkî ve inkâr edilemez delili sunar.
​Tarih boyunca bazı düşünce akımları, “Allah bu kadar büyükken, benim küçük meselelerimi neden duysun?” şeklindeki şüpheye düşmüştür. Bu vecize, bu şüpheyi kâinattan getirdiği bir delil ile çürütür. Nazarımızı (bakışımızı) en küçük varlığa, bir sineğin kafasındaki “hüceyratın nidalarına” (hücrelerin ihtiyaç seslerine) çevirir.
​O Sâni’-i Hakîm (Hikmetli San’atkâr), en küçük bir hücrenin rızkını, faaliyetini ve ihtiyacını bilir, görür ve ona “Lebbeyk” (Buyur, cevab veriyorum) der. Kâinatı bu kadar tafsilatlı bir ilim ve işitme (Semi’) ve görme (Basîr) sıfatlarıyla idare eden bir Zât’ın; kâinatın en mükerrem misafiri, en şuurlu mahluku ve âciz-i mutlak olan “insanın” dualarını işitmemesi, ona cevap vermemesi aklen, mantıken ve ilmen imkânsızdır. Sineği gözetene, fili (veya insanı) gözetmek ağır gelmez. Bu, O’nun Semi’ ve Basîr isimlerinin zarurî bir icabıdır.

3. İlerlemenin Aslı: Fani Dünyadan Ebedî Hayata Yöneliş
​”Hakiki terakki ise insana verilen kalp, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek her biri kendine lâyık hususi bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır.” (Sözler)

​İnsan, kâinatın Rahmet tarafından idare edildiğini ve bu Rahmet Sahibi ile “dua” yoluyla irtibat kurabileceğini idrak ettikten sonra, şu sualle karşılaşır: “Peki benim vazifem nedir? Nasıl ‘terakki’ edeceğim (ilerleyeceğim)?”
​Bu vecize, modern asrın en büyük yanılmalarından birine, yani “terakki” (ilerleme) mefhumuna derûnî bir tenkit (eleştiri) getirir. Asrın aldatıcı parlaklığı, terakkiyi sadece maddî ilerleme, teknoloji ve dünyevî refah olarak tasvir eder.
​Oysa bu söz, “hakiki terakkiyi” yeniden tanımlar: İlerleme, zahiri değil, derûnîdir. İnsana verilen her bir cihaz (kalp, sır, ruh, akıl, hayal) fani dünyaya değil, “hayat-ı ebediyeye” (sonsuz hayata) yöneldiğinde terakki başlar.
• ​Aklın vazifesi, fani işlerde boğulmak değil, kâinatı tefekkür ederek Hâlık’ı bulmaktır.
• ​Kalbin vazifesi, geçici sevgililere bağlanmak değil, Ebedî olan’a ayna olmaktır.
• ​Hayal kuvvesinin vazifesi, boş emeller peşinde koşmak değil, cenneti ve ebedî saadeti tasavvur etmektir.
​Hakiki medeniyet ve ilerleme, insanın bütün bu kuvvelerini, yaratılış gayesi olan “ubudiyet” (kulluk) faaliyetiyle meşgul etmesidir.

4. Yolculuğun İbreti: Hastalık Titremesi ve Günahların Dökülmesi
​”Hadîste vardır ki: ‘Ermiş ağacı silkmekle nasıl meyveleri düşer; imanlı bir hastanın titremesi de, öyle günahları silker.'” (Lem’alar)

​Hakiki terakki yolculuğu imtihanlardan hâlî değildir. Bu yolculuktaki en büyük sarsıntılardan biri “hastalık” ve musibetlerdir. İnsan, âciz fıtratıyla bu musibetler karşısında sarsılır.
​Bu vecize, hadîs-i şerifin hikmetine dayanarak, bu sarsıcı hadiseye ibretli ve teselli edici bir mana kazandırır. Hastalık, bir ceza veya manasız bir elem değildir. Tıpkı “ermiş bir ağacı” silkelemenin, onun meyvelerini (veya kuru yapraklarını) dökmesine vesile olması gibi, mü’minin hastalığı ve onun verdiği “titreme” de, o mü’minin manevî kirlerini, yani günahlarını döker.
​Bu, musibeti bir rahmete çeviren bir nazardır (bakıştır). Edebî bir benzetme (teşbih) ile, en acı verici hadiselerden birinin aslında bir “temizlenme” ve “arınma” faaliyeti olduğu ders verilir. Bu, hastanın sabrını şükre, şikâyetini duaya çeviren hikmetli bir formüldür.

5. Mesleğin Esası: İman Kardeşliği ve Müşterek Düşman
​”Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.” (Tarihçe-i Hayat)

​İnsan, bu ebedî hayat yolculuğunda yalnız değildir. Diğer mü’minler onun yol arkadaşlarıdır. Ancak bu sosyal hayatta kaçınılmaz olarak sürtüşmeler, husumetler ve hatta “düşmanlık” dahi vaki olabilir.
​Bu vecize, İslâmî sosyal hayatın ve iman hizmetinin en mühim esasını ortaya koyar: Uhuvvet (Kardeşlik).
• ​Asıl (Esas): Kardeşliğin temeli “imandır”. Bir kişide iman varsa, o “o noktada” kardeşimizdir.
• ​Hüküm: O kardeş bize “düşmanlık da etse”, ona mukabele etmek (karşılık vermek) “mesleğimizce” (hizmet anlayışımızca) caiz değildir.
• ​Sebebi (Hikmeti): Mantıkî ve stratejik bir sebep sunulur: “Çünkü daha şiddetli düşmanlar ve Yılanlar var.”
​Bu, tarihî ve ibretli bir derstir. Mü’minlerin kendi aralarındaki cüz’î (küçük) düşmanlıklarla meşgul olması, asıl “şiddetli düşman” olan küfür, dinsizlik, ahlâksızlık ve cehalet gibi “yılanlara” karşı mücadeleyi zaafa uğratır. Bu, dikkati asıl hedeften saptırmamayı, iç çekişmelerde boğulmamayı ve iman kardeşliğinin her türlü şahsî husumetin üstünde olduğunu ilân eden küllî bir düsturdur.

📖 Konuyla İlgili Kur’an-ı Kerim’den Ayet-i Kerimeler

​Bu beş vecizenin işaret ettiği hakikatlerin aslı (esası) ve kaynağı Kur’an-ı Kerim’dir:
• ​Rahmet, Acziyet ve Kâinatın Hizmetkârlığı Üzerine :
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)
• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)
• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• ​”O, yeryüzünde olanların hepsini sizin için yaratan…” (Bakara, 2/29)

• ​”Allah, göklerde ve yerde ne varsa hepsini, kendi katından (bir lütfu olmak üzere) size boyun eğdirmiştir…” (Câsiye, 45/13)

• ​”…İnsan (ise) çok zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)

• ​Duanın Kabulü, Semi’ ve Basîr Olmak Üzerine (Vecize 2):
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)
• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)
• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)
• ​”Kullarım, sana beni sorduklarında, (söyle ki) ben çok yakınım. Bana dua ettiği vakit, dua edenin duasına cevap veririm…” (Bakara, 2/186)

• ​”Rabbiniz şöyle dedi: ‘Bana dua edin, duanıza cevap vereyim…'” (Mü’min, 40/60)

• ​”…Şüphesiz Rabbim duayı işitendir.” (İbrâhîm, 14/39)

• ​Hakiki Gaye ve Ebedî Hayat Üzerine :
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)
• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)
• ​”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56)

• ​”Ey huzur içinde olan can! Sen O’ndan razı, O da senden razı olarak Rabbine dön. (İyi) kullarımın arasına gir. Cennetime gir.” (Fecr, 89/27-30)

• ​Musibet, Hastalık ve Günahlara Kefaret Olma Üzerine :
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
• ​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksiltmekle deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)

• ​”Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. (Bununla beraber) Allah, çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)

• ​Uhuvvet (Kardeşlik) ve Müşterek Düşman Üzerine :
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)
• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)
• ​”Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin…” (Hucurât, 49/10)

• ​”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3/103)

📜 Makalenin Özeti

​Bu araştırma yazısı, Risale-i Nur Külliyatı’ndan seçilen beş veciz sözü tahlil etmiştir.
• ​İlk olarak, insanın “âciz-i mutlak” olmasına rağmen kâinatın ona hizmetkâr kılınmasının, ancak her şeyi kuşatan ilim, kudret ve hikmet sahibi bir “Rahmet” ile izah edilebileceği mantıkî delillerle ortaya konulmuştur.
• ​İkinci olarak, bu Rahmet Sahibinin, en küçük bir hücrenin ihtiyacını (sineğin nidasını) dahi işitip cevap vermesinin, insanın “duasına” cevap vereceğinin en kuvvetli mantıkî isbatı (kanıtı) olduğu gösterilmiştir.
• ​Üçüncü olarak, “hakiki terakkinin” maddî ilerleme değil, insanın kalp, ruh, akıl gibi bütün manevî cihazlarını “ebedî hayata” yönlendirerek yaratılış gayesi olan kullukla meşgul etmesi olduğu tasvir edilmiştir .
• ​Dördüncü olarak, bu yolculuktaki “hastalık” ve musibetlerin, manasız bir elem olmadığı; aksine, bir hadîs-i şerifin hikmetiyle, mü’minin günahlarını döken bir “arınma” vesilesi olduğu ibretle beyan edilmiştir.
• ​Son olarak, bu manevî yolculukta, mü’minlerin şahsî düşmanlıkları bırakıp “iman kardeşliğini” esas tutmaları gerektiği; zira asıl mücadelenin “daha şiddetli düşmanlara” karşı verilmesi lüzumu vurgulanmıştır .

​Netice olarak, bu beş vecize, insanın varoluş konumunu (Rahmet), Hâlık’ı ile irtibatını (Dua), hayatının gayesini (Terakki), imtihanını (Hastalık) ve sosyal nizamını (Uhuvvet) çizen küllî bir hikmet tablosu sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’dan Esaslar – 2 –

Risale-i Nur’un, menbaını Kur’an’dan alan, istikameti en büyük keramet sayan ve ihlas, sebat, uhuvvet gibi sarsılmaz esaslara dayanan manevî bir cihad ile asrın getirdiği dalalet cereyanlarına karşı galebe etmesi keyfiyeti, ayetler ve o ayetlerin işaret ettiği hakikatler zaviyesinden (açısından) şu şekilde tafsilatlı (detaylı) bir surette izah edilebilir:

1. Asrın Teşhisi ve Vazifenin Tayini: Manevî Cihad

Bediüzzaman Hazretleri’nin “asrın dahisi ve görevlisi” olarak tavsif edilmesi, onun içinde bulunduğu zamanın hastalıklarını (illetlerini) isabetle teşhis etmesinden ileri gelmektedir. Evvelki asırlarda temel mesele cehalet ve tecrübesizlik iken, bu asrın en dehşetli hastalığı, felsefe-i maddiyyeden (materyalist düşünceden) neş’et eden (kaynaklanan) küfr-ü mutlak (tam bir inançsızlık) ve dalalet-i fenniye (bilimden gelen sapkınlık) olmuştur.
Bu sebeple, vazife, basit bir irşad (yol gösterme) veya nasihat vazifesi değil, doğrudan doğruya imanı kurtarmak vazifesidir. Muarızlar, artık basit inkârcılar değil, bilimi ve felsefeyi bir “burhan” gibi kullanan zındıka komiteleridir.
Buna karşı kullanılacak silah, maddî kılıç veya siyasî galebe olamazdı. Zira, Risale-i Nur’un mesleği, “vazifesini yapar, Cenab-ı Hakk’ın vazifesine karışmaz.” Vazife tebliğdir; kabul ettirmek, kalbleri çevirmek Allah’ın vazifesidir. Bu manevî cihadda, yegâne silah, burhan yani isbattır.
Cenab-ı Hak, hakikati tebliğ ederken hikmet ve delil yolunu emreder:
“Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel şekilde mücadele et…” (Nahl, 16/125)
Risale-i Nur, bu ayetin sırrınca, muarızlarını “ikna” ve “ilzam” (susturma) yolunu tercih etmiş; aklı, kalb ile mezcederek (birleştirerek) iman-ı tahkikîyi (araştırmaya dayalı imanı) ders vermiştir.

2. Menba ve Maya: Kur’an-ı Hakîm

Bu hizmetin “menba-ı Kur’an” ve “mayası İslam”dır. Risale-i Nur, müellifinin şahsî bir eseri veya felsefî bir düşüncesi değil, doğrudan doğruya Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın bu asrın fehmine (anlayışına) bir dersi ve manevî bir tefsiridir.
Bediüzzaman, “Üstadım Kur’andır” diyerek, kendisini devreden çıkarmış ve meselenin Kur’an’ın bir mucize-i manevîsi olduğunu isbat etmiştir. Bu, eserin tesirindeki fevkalade gücün sırrıdır. Muhatap, bir şahsı değil, doğrudan Kur’an hakikatlerini bulmaktadır.
Kur’an, kendisinin her şeye kâfi bir hidayet rehberi ve sarsılmaz bir burhan olduğunu beyan eder:
“Şüphesiz bu Kur’an, en doğru yola iletir ve salih ameller işleyen mü’minlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdeler.” (İsrâ, 17/9)
“…Biz o kitabı sana, her şeyin açıklayıcısı, bir doğru yol göstericisi, bir rahmet ve müslümanlar için bir müjde olarak indirdik.” (Nahl, 16/89)
Risale-i Nur, bu ayetlerin bir tecellisi olarak, Kur’an’ın bu asırda sarsılmaz bir “sedd-i Zülkarneyn” vazifesi gördüğünü isbat etmiştir.

3. En Büyük Keramet: İstikamet

Mesleğin “en büyük kerameti istikamet” olması, en mühim esaslarından biridir. Bu asır, harikalar ve şaşırtıcı haller (keramet-i kevniye) asrı değil, hakikat ve burhan asrıdır. İnsanlar, gözle görülen harikalardan ziyade, aklı ve kalbi tatmin eden delillere muhtaçtır.
İstikamet, yani sırat-ı müstakim üzere sebat etmek, dalaletin ve sefahetin her tarafı istila ettiği bir zamanda, en zor ve en kıymetli haldir. Bu, keramet-i ilmiye (ilim kerameti) ve keramet-i istikamet (doğruluk kerameti) olarak tezahür eder.
Peygamber Efendimiz’e (s.a.s) “Beni Hûd Sûresi ihtiyarlattı” dedirten ayet, tam da bu hakikate işaret eder:
“Öyle ise emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Beraberindeki tövbe edenler de dosdoğru olsunlar. Hak ve adalet ölçülerini aşmayın. Şüphesiz O, yaptıklarınızı hakkıyla görür.” (Hûd, 11/112)
İstikametin ehemmiyeti ve neticesi ise bir başka ayette şöyle müjdelenir:
““Rabbimiz Allah’tır” deyip de, sonra dosdoğru olanlara hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Onlar cennet ehlidirler. Yapmakta olduklarına karşılık orada ebedî kalacaklardır.” (Ahkâf, 46/13-14)
Risale-i Nur, harika kerametler peşinde koşmak yerine, en zor şartlarda dahi Kur’an hakikatlerinden taviz vermeyerek bu “istikamet kerametini” bilfiil göstermiştir.

4. Mesleğin Ruhu: İhlas, Uhuvvet ve Tesanüd

“ihlas, sebat, sadakat, uhuvvet, tesanüd” ise, bu manevî cihadın nasıl yürütüleceğinin proğramıdır.

a) İhlas (Samimiyet):
Bu mesleğin ruhu ve hareket ettirici motorudur. Müradifleri; samimiyet, hâlisiyet, sadece Rıza-yı İlâhî’yi gaye edinmektir. İhlas, amele uhrevî bir hayat üfler. O olmadan yapılan hizmet, en büyük dahi olsa, “hebâen mensûrâ” (saçılmış toz zerreleri) olur.
“Halbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak (ihlasla), hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5)
Risale-i Nur mesleğinde, maddî veya manevî hiçbir menfaat, hattâ manevî makamlar dahi gaye yapılamaz. Gaye yapılırsa ihlas kırılır.

b) Uhuvvet ve Tesanüd (Kardeşlik ve Dayanışma):
Bu asrın dehşetli şahs-ı manevî-i dalaleti (dalaletin manevî şahsiyeti) karşısında, ferdî (şahsî) mukavemetin (direncin) mağlup düşeceği bedihîdir (açıktır). Bu cereyana karşı ancak daha kuvvetli bir şahs-ı manevî ile mukabele edilebilir. Bu şahs-ı manevînin çimentosu “uhuvvet” (kardeşlik), kuvveti ise “tesanüd” (dayanışma) ve “iştirak-i a’mâl-i uhrevî”dir (uhrevî amellere ortaklık).
Bu meslekte “ene” (ego, benlik) değil, “nahnü” (biz) esastır. Fena fi’l-ihvan (kardeşler içinde erimek) sırrıyla, şahsî enaniyeti bırakıp, kardeşlerinin şahs-ı manevîsi içinde erimek esastır.
Kur’an-ı Kerim, bu sarsılmaz bağı emreder:
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Hucurât, 49/10)
“Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…” (Âl-i İmrân, 3:103)

c) Sebat ve Sadakat (Kararlılık ve Bağlılık):
İstikametin fiilî tezahürüdür. Sebat, yolda sabit kadem olmaktır. Sadakat ise, davaya, üstadına ve kardeşlerine karşı sarsılmaz bir bağlılık göstermektir. Bu asrın fitneleri, en kuvvetli görünenleri dahi yoldan çıkarırken, bu meslekte sebat ve sadakat, en büyük bir kuvvet vesilesi olmuştur.
“Mü’minler içinde Allah’a verdikleri sözde duran nice erler vardır. İşte onlardan kimi, sözünü yerine getirip o yolda canını vermiştir; kimi de (şehitliği) beklemektedir. Onlar sözlerini zerre kadar değiştirmemişlerdir.” (Ahzâb, 33:23)

Netice: Manevî Galebe
“gayesine doğru yürümüş ve galebe etmiştir” tesbiti, bu cihadın neticesidir. Bu galebe, siyasî veya maddî bir hâkimiyet değildir. Bu, manevî bir galebedir. Bu galebe:
• İmanı Kurtarma Galebesidir: En ümitsiz bir zamanda, milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına vesile olmaktır.
• İlmen Galebedir: Felsefenin ve maddiyyunluğun en Cihan şümul (evrensel) iddialarını, Kur’an’ın burhanlarıyla çürütmek ve susturmaktır.
• Hakkın Galebesidir: Her türlü tazyik, hapis ve zulme rağmen, hakikatin inkişaf ederek (gelişerek) kalbleri ve akılları fethetmesidir.

Cenab-ı Hak, hakkın daima üstün geleceğini vaad etmiştir:
“De ki: “Hak geldi, bâtıl yok oldu. Şüphesiz bâtıl, yok olmaya mahkûmdür.”” (İsrâ, 17:81)
“…Allah ise, nurunu tamamlamaktan başka bir şeye razı olmaz.” (Tevbe, 9:32)

Hülasa olarak;
Risale-i Nur mesleği, bu asrın ihtiyaçlarına tam cevap veren; kaynağını, metodunu ve hedefini Kur’an’dan alan; şahsî deha yerine kolektif bir şahs-ı manevîye dayanan; keramet olarak istikameti ve silah olarak burhanı kullanan; ihlas, uhuvvet ve sebat ile techiz edilmiş bir iman hizmeti ve manevî bir fetih hareketidir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-esaslar/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

RİSALE-İ NUR’DAN KONU VE NOTLAR- 2 –

Risale-i Nur Külliyatı’nın ana sütunlarını teşkil eden erkân-ı imaniyenin (tevhid, nübüvvet, haşir) ve bu imanî esasların ferdî ve içtimaî hayattaki tezahürlerinin (ubudiyet, marifetullah, hizmet, âhirzaman fitneleri) hikmetli bir icmalidir. Bu notlar, birbiriyle merbut birbiriyle alâkadar olup, kâinatı bir kitab-ı marifet olarak okuma usûlünü tasvir etmektedir.
İşte bu zengin muhtevadan süzülen en bâriz hakikatler ve bunların izahı:

1. Hakikatü’l-Hakaik Olarak Tevhid ve Rububiyet

Kâinatın vahdetine ve bir elden çıktığına dair sarsılmaz bir isbat gayreti göze çarpmaktadır. Bu, Risale-i Nur’un en esaslı davasıdır.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Kâinatın varlığı, bir Vâcibü’l-Vücud’a istinad eder: “Adem-i mutlak ise, hiçbir cihetle menşe-i vücud olamaz.” (Şualar.24).
• Bu varlık âlemindeki nizam, şirki reddeder: “Bu kâinat bir elden çıkmış ve birtek zâtın mülküdür…” (Şualar.190).
• Fiilde ve icadda şeriki yoktur: “Cenab-ı Hakk’ın zâtında şeriki olmadığı gibi… fiilinde de şeriki yoktur.” (Mesnevi-i Nuriye.18).
• Kudretine nisbeten hiçbir şey O’na ağır gelmez: “Kudrete Nisbet Her Şey Müsavidir.” (Lemeat.699) ve “Tesir-i hakikî, yalnız ve yalnız Allah’ındır.” (İşarat-ül İ’caz.72).
Bu hakikat, kâinatın zerrelerinden şemslere kadar her şeyin, birbiriyle alâkadar ve birbiri içinde bulunmasıyla isbat edilir. “Kâinatı Elinde Tutamayan, Zerreyi Halkedemez.” (Lemeat.700) düsturu, bu tevhidi mühürler.

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu tevhîd akidesinin Kur’an-ı Kerim’deki en parlak müradifi şudur:
$”De ki: ‘Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka tanrılar olsaydı, yer de gök de (bunların nizamı) kesinlikle bozulup gitmişti. Arşın rabbi olan Allah, onların yakıştırdığı sıfatlardan uzaktır.'”$
(Enbiyâ, 21/22)

2. Kâinatın Sebeb-i Hilkati ve Hayatı: Nübüvvet ve Hakikat-i Muhammediye (A.S.M.)
“Levlâke” hadîs-i kudsîsine dair izah, kâinatın merkezine Risalet-i Muhammediye’yi (A.S.M.) yerleştirmektedir. Notlar, O’nun (A.S.M.) nurunun, kâinatın hem çekirdek-i aslîsi hem de en ekmel meyvesi olduğunu vurgular.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• İlk notda bu hakikati şöyle tesbit ediyoruz: “…küllî hakikat-ı Muhammediye (A.S.M.) hem hayatın hayatı, hem kâinatın hayatı… hem kâinatın çekirdek-i aslîsi ve gaye-i hilkati ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitab doğrudan doğruya ona bakar.” (1/175-176).
• Bu nurun kâinat için ehemmiyeti o derecededir ki: “Demek o nur olmazsa kâinat da, insan da, hattâ herşey dahi hiçe iner.” (Sözler.237).
• Ve bu açıdan, kâinatın varlık sebebi, O’nun (A.S.M.) hayatı ve risaletidir: “Eğer kâinattan risalet-i Muhammediyenin (A.S.M.) nuru çıksa, gitse; kâinat vefat edecek…” (Lem’alar.336).
• O Zât (A.S.M.), bütün mahlukatın dualarının ve ubudiyetlerinin temsilcisi ve imamıdır: “Bilhassa o zât, o cemaat-ı uzmada umum zevilhayata şamil pek şedid bir ihtiyac-ı azîm için dua eder… o zâtın ubudiyetinde yaptığı dua, mükâfat ve mücazat için dâr-ı âhiretin icadına sebeb olur.” (Mesnevi-i Nuriye.29).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu cihan şümul vazife ve O Zât’ın (A.S.M.) kâinatın varlığıyla olan bu derûnî alâkası, Kur’an-ı Kerim’de şöyle tasvir edilir:
$”(Resûlüm!) Biz seni âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik.”$
(Enbiyâ, 21/107)
Bu rahmet, sadece insanlara değil, bütün “âlemlere”dir; yani O’nun (A.S.M.) vazifesi, kâinatın hayatı ve bekasının sebebi olan İlahî rahmetin tecessüm etmiş halidir.

3. İnsanın Vazifesi: Ubudiyet, Marifet ve Teklif Sırrı
Tevhid ve Nübüvvet hakikatlerinden sonra, insanın bu kâinattaki yerine ve vazifesine odaklanmaktadır. İnsanın yaratılış gayesi, en yüksek hedefi, ubudiyettir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Kâinatın yaratılış maksadının insandaki tezahürü budur: “Ey insan! Şu kâinattan maksad-ı a’lâ; tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i insaniyedir ve insanın gaye-i aksası, o ubudiyete ulûm ve kemalât ile yetişmektir.” (Sözler.264).
• Bu ubudiyetin temeli “teklif”tir ve teklif, insanın kemalâtı içindir: “Teklif ise saadet-i beşer içindir. Saadet ise tekemmülden sonradır. … Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı.” (İşarat-ül İ’caz.163-165).
• Bu vazife o kadar ciddidir ki, Hazret-i Âdem’in (A.S.) Cennet’ten ihracının hikmeti de budur: “Hikmeti, tavziftir… bütün istidadat-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları… o vazifenin netaicindendir.” (Mektubat.42).
• İnsanın kıymeti de bu gayeye olan himmetiyle ölçülür: “İnsanın kıymetini tayin eden, mahiyetidir. Mahiyetin değeri ise, himmeti nisbetindedir. Himmeti ise, hedef ittihaz ettiği maksadın derece-i ehemmiyetine bakar.” (İşarat-ül İ’caz.75).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu gaye-i hilkat, Kur’an-ı Kerim’de en sarih şekilde şöyle beyan edilmiştir:
$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$
(Zâriyât, 51/56)
“Acaba sırf dünya için mi yaratılmışsın ki, bütün vaktini ona sarfediyorsun!” (Sözler.271) iktibası, bu ayetin kuvvetli bir tefsiridir.

4. Marifetullah Yolu: Kâinatı Okumak ve İman Hakikatleri

Peki, bu ubudiyet ve marifetullah nasıl kazanılacak? Bu sualin cevabını “kâinatı tefekkür” ve “iman ilmi” olarak vermektedir.
Tesbitlerden İktibaslar:
• Marifetullah’ın en parlak yolu, kâinatı bir zikir halkası olarak görmektir: “Evet ben, Hülâsat-ül Hülâsa’yı okuduğum zaman, koca kâinat, nazarımda bir halka-i zikir oluyor.” (1/146).
• Kâinatın anahtarı insana verilmiştir: “Âlemin miftahı insanın elindedir ve nefsine takılmıştır.” (Sözler.536).
• İnsanın en mühim ilmi, bu anahtarı kullanma ilmi olan iman ilmidir: “İlimlerin esası, ilimlerin şahı ve padişahı; iman ilmidir.” (Sözler.749).
• Bu iman, sadece bir tasdik değil, kâinatı aydınlatan bir nurdur: “Evet delailin zuhuru nisbetinde iman ziyadeleşir, teceddüd eder.” (İşarat-ül İ’caz.41).
• Vicdan ve kalb, bu marifetin derûnî merkezidir: “Kalb imanın mahalli olduğu gibi, en evvel Sâni’i arayan… kalb ile vicdandır.” (İşarat-ül İ’caz.77) ve “Vicdan, Cezbesi İle Allah’ı Tanır.” (Lemeat.700).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Kur’an-ı Kerim, mütemadiyen nazarları kâinat kitabına çevirir ve tefekküre davet eder. Bu, marifetullahın Kur’anî metodudur:
$”Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde aklıselim sahipleri için elbette ibretler vardır. Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar. Göklerin ve yerin yaratılışı üzerinde düşünürler. ‘Rabbimiz! Bunu boş yere yaratmadın, seni eksikliklerden uzak tutarız. Bizi ateş azabından koru’ derler.”$
(Âl-i İ1mrân, 3/190-191)

5. Haşir, Ebediyet ve Vicdanî İştiyak

İman ve ubudiyetin neticesinin ve insanın fıtrî ihtiyacının “ebediyet” olduğunu kuvvetle vurgulamaktadır. İnsandaki hadsiz istidadlar, bu fâni dünyaya sığmamaktadır.
Tesbitlerden İktibaslar:
• İnsanın fıtratı, ebed için yaratılmıştır: “Evet, kim kendi uyanık vicdanını dinlerse ‘Ebed!.. ebed!’ sesini işitecektir. Bütün kâinat o vicdana verilse, ebede karşı olan ihtiyacının yerini dolduramaz.” (Sözler.522).
• İnsandaki bu kabiliyetler israf edilmeyecektir: “Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat… saadet-i ebediyeye elini uzatmış…” (Sözler.521).
• Dünya, bu istidadların tam inkişafı için kâfi değildir: “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir.” (Sözler.525).
• Bu hakikat, aklî olduğu kadar kat’îdir de: “Biz, hak ve hakikat olduğumuz gibi ve hem bize şehadet eden mevcudatın tahakkuku misillü, haşir haktır ve muhakkaktır.” (Şualar.219).
• Mevt (ölüm), bir yokluk değil, bir mekân değişikliğidir: “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir.” (İşarat-ül İ’caz.179) ve “zindan-ı dünyadan bostan-ı cinana çıkmak…” (Sözler.204).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
İnsanın bu dünyaya gelişindeki imtihanı ve neticesindeki haşri, Kur’an-ı Kerim şöyle haber verir:
$”O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”$
(Mülk, 67/2)

6. Zamanın Meseleleri: Siyaset, Fitneler ve Hizmet Usûlü

“Ahirzaman”ın dehşetli fitnelerine ve Risale-i Nur şakirdlerinin bu fitneler karşısındaki tavrına işaret etmektedir.
Tesbitlerinizden İktibaslar:
• Siyasetin fitnesinden şiddetle kaçınmak: “Risale-i Nur şakirdleri dünya siyasetine ve cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmıyorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve tenezzül etmiyorlar…” (Şualar.271-272).
• Siyasetin aldatıcılığına karşı bir düstur: “Siyaset, Efkârın Âleminde Bir Şeytandır; İstiaze Edilmeli!.” (Lemeat.717).
• Âhirzamanın en dehşetli fitneleri: “Ehadîs-i şerifede gelmiş ki: ‘Âhirzamanın Süfyan ve Deccal gibi nifak ve zındıka başına geçecek eşhas-ı müdhişe-i muzırraları…'” (Mektubat.270).
• Derd-i maişetin (geçim derdinin) bir fitne olarak kullanılması: “Bu âhirzaman fitnesinde, açlık ehemmiyetli bir rol oynayacak… ehl-i dalalet, bîçare aç ehl-i imanı derd-i maişet içinde boğdurup, hissiyat-ı diniyeyi ya unutturup… çalışacak…” (Kastamonu Lahikası.140).
• Bu fitnelere karşı mukabele usûlü: “Derd-i maişet zaruretine karşı iktisad ve kanaatla mukabele etmeye zaruret var.” (Kastamonu Lahikası.223).
• Ve içtihad namıyla yapılacak tahrifata karşı sed çekmek: “Şu münkerat zamanında… içtihad namıyla, kasr-ı İslâmiyetten yeni kapılar açıp, duvarlarından muharriblerin girmesine vesile olacak delikler açmak, İslâmiyet’e cinayettir.” (Sözler.480).

Ayet-i Kerime (Müradifi):
Bu fitneler karşısında mü’minin duruşu ve sığınağı, Allah’a ve Resûlü’ne (A.S.M.) itaattir. Siyaset ve fırkacılıkla bölünenlere karşı Kur’an’ın ikazı şöyledir:
$”Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin…”$
(Âl-i İmrân, 3/103)

Risale-i Nur’un siyasetten uzak duruşu, bu “parçalanıp bölünmeyin” emrine ve hizmet-i imaniyeyi safî bir surette devam ettirme hikmetine mebnîdir.

Netice ve Sentez

Kâinat, Sâni-i Zülcelâl’in varlığını, birliğini ve Rububiyetini ilan eden bir zikir meclisidir. Bu meclisin en azîm dellâlı, imamı ve bu kâinatın varlık sebebi, Hakikat-i Muhammediye’dir (A.S.M.). İnsan ise, bu kâinat sarayına, “ubudiyet” ve “marifet” vazifesiyle gönderilmiş ve istidadları bu dünyaya sığmayıp ebede uzanan bir yolcudur. Bu yolculukta onun rehberi Kur’an, üstadı Resul-i Ekrem (A.S.M.) ve iman ilmidir.
İçinde bulunulan âhirzaman fitneleri (siyaset, derd-i maişet, felsefe-i bâtıla) ne kadar dehşetli olursa olsun, mü’minin vazifesi; imanını tahkikîleştirmek, iktisad ve kanaatle hareket etmek ve hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde tutmaktır.
Hazırladığınız bu muhteva, Risale-i Nur Külliyatı’nın bu cihan şümul davasının hikmetli bir fezlekesi mahiyetindedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/03/risale-i-nurdan-konu-ve-notlar/

Hazırlayan: Meh




BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

BAŞA DÖNÜŞ: İLK GÜNAHTAN SON TUZAĞA

İnsanlık, ilk hatasını bir meyveyle değil, bir açılışla yaptı.
Cennette gizlenmesi emredilen bir noktanın açılmasıyla, “örtü” kalktı; sırlar açığa çıktı; edep duvarı yıkıldı.
O gün yasak meyveden önce, “göz” yanıldı.
Ve o yanılgıdan, bugüne dek süren bir imtihan doğdu: Avretin açılması.
Âdem’in cennetten çıkarılışına sebep olan şeytan, dünyada maskesini değiştirdi.
Artık görünmez bir fısıltı değil; medya, moda, şöhret ve ihtirasla süslenmiş bir sistemdir.
Cennette fısıldayan yılan, dünyada insan suretine büründü.
Adı: Siyonizm, Mossad, ve küresel ifsat şebekesi.

Tarih Tekerrür Ediyor

Cennetten çıkışın bahanesi “örtünün açılmasıydı”.
Bugün ise insanlığın dünyadan kovulma vesilesi, yine aynı perdenin yırtılması olacaktır.
Bir milletin yıkımı da, bir medeniyetin çöküşü de çoğu kez iffetin yitimiyle başlar.
Tarih bunun sayısız örneğine şahittir:
Roma, sefahatle çöktü;
Endülüs, ahlâk zaafıyla yıkıldı;
Osmanlı, Tanzimat’la birlikte edep çizgisini kaybetti.
Ve şimdi, Batı uygarlığı kendi eliyle, kendi “ahlâk kanalizasyonunu” patlattı.
Epstein hadisesi bir “şahıs suçu” değil; bir medeniyetin çürümesinin sembolüdür.
Cennet gibi görünen malikânelerde, cehennemî işler döndü.
Servet, şehvetle birleşti; kudret, zulümle.
Ve nihayet, o maskeli dünya kendi pisliğinde boğulmaya başladı.
Kokular artık gizlenemiyor.
Kanalizasyon patladı; sular ısınıyor.

Modern Şeytanın Tuzağı

Epstein’ın kurduğu ağ, bir tek adamın değil, bir zihniyetin eseridir.
Kadını meta hâline getiren, iffeti ayaklar altına alan, bedeni ticaretin nesnesine çeviren bu sistemin adı: Modern Cahiliye.
O dönemde kız çocukları diri diri gömülürdü,
bugün ise onların ruhları ekranlarda, podyumlarda, reklamlarda gömülüyor.
Beden satılmıyor belki, ama “edep” satılıyor.
İşte bu, şeytanın son ve en kurnaz oyunudur.
O yüzden, bir hadis-i şerifte Efendimiz (s.a.v.) şöyle buyurur:
“Zina, bir toplumda yayılırsa, Allah onlara daha önce görülmemiş hastalıklar gönderir.” (İbn Mâce, Fiten, 22)
Bugün bu hüküm, ilahi adaletin bir yankısı gibi karşımızda duruyor.
Şöhret, şehvet, servet üçgeninde dönen bir dünya kendi ilahını kendi eliyle yonttu.
Lakin ilahlar düşüyor, maskeler yırtılıyor, oyunlar bozuluyor.

İlahi Adalet Tecelli Eder

Hiçbir şey gizli kalmaz.
Cennetteki hatayı Allah açığa çıkardı, dünyadaki oyunları da O ortaya döker.
Epstein’ın dosyası kapanmadı; çünkü bu mesele mahkeme salonlarında değil, ilahi mizanlarda hükme bağlanacaktır.
Bugün Trump, yarın başkaları…
Kim olursa olsun, zulmün ve fuhşun üzerine bina edilen her saltanat çökecektir.
İnsanın en büyük düşmanı şeytandır, ama şeytanın en büyük silahı utanmazlıktır.
Bir toplumdan haya giderse, her şey gider.
Zira edep, hem cennetin anahtarı, hem dünyanın direğidir.

KONUYLA ALAKALI AYETLER

1. A‘râf Sûresi, 27. Ayet:
“Ey Âdemoğulları! Şeytan, ana-babanızı avret yerlerini kendilerine göstermek için elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi sakın sizi de aldatmasın…”
2. Nûr Sûresi, 19. Ayet:
“İman edenler arasında hayâsızlığın yayılmasını isteyenler için, dünya ve âhirette can yakıcı bir azap vardır. Allah bilir, siz bilmezsiniz.”
3. İsrâ Sûresi, 32. Ayet:
“Zinaya yaklaşmayın. Çünkü o, son derece çirkin bir iştir ve çok kötü bir yoldur.”
4. Hac Sûresi, 41. Ayet:
“Onlar ki, kendilerini yeryüzünde güçlendirdiğimizde, namazı kılarlar, zekâtı verirler, iyiliği emreder, kötülükten sakındırırlar. İşlerin sonu Allah’a varır.”

ÖZET

Cennetten çıkış, avretin açılmasıyla başlamıştı; insanlığın dünyadaki çöküşü de aynı sebeple sürmektedir.
Şeytanın cennette kurduğu tuzağı, bugün modern düzen sürdürmektedir.
Epstein olayı bu zincirin bir halkasıdır; bir milletin ya da bir şahsın değil, bütün bir sistemin ahlaki çöküşünü göstermektedir.
Lakin ilahi adalet şaşmaz.
Her örtü kalktığında hakikat de açığa çıkar.
Ve sonunda, “örtü”ye sahip çıkanlar kurtulacak; edepsizliğe sapanlar kendi kurdukları çukura düşecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025