Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar
Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar
İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, derûnî (iç) bir “sahiplenme” hissiyle hareket eder. Bedenini “benim” diye beller, malını mülkünü, hatta vaktini dahi kendi mâlikiyeti altında zanneder. Lâkin, bu sahiplenme hissi, kâinatın azîm nizamı karşısında büyük bir yanılmanın ifadesidir. Hakikat, bize gönderilen mesajlarda, kâinatın lisanında ve vicdanın derinliklerinde bambaşka bir gerçeği fısıldar: Bizler mâlik değil, misafiriz.
Misafirliğin Şuuru: Emanet
“Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.” (Mesnevî-i Nuriye, 66).
Bu cümle, insanın dünyadaki yerini ve varoluşunun gayesini tasvir eden en veciz ifadelerden biridir. Bize “verilen” bu beden, bu “kulübecik”, bir mülk değil, bir “emanet”tir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice fatihler bu mülk davasına düşmüş, ancak nihayetinde hepsi bu handan göçüp gitmiştir.
Edebî geleneğimizde dünya, bir “han” veya “köprü” olarak tasvir edilir. Akıllı bir misafir, handa kalacağı müddet boyunca hanı sahiplenmeye kalkmaz; bilakis, hancının (Sahib-i Hâkikî’nin) ikramlarına şükran duyar ve emanete hıyanet etmez. İnsanın bu dünyadaki faaliyeti, bir misafir şuuruyla hareket etmektir. Bu “kulübecik” (beden ve hayat), bize muayyen bir vakit için bırakılmış bir “vedia”dır; yani, sahibine iade edilmek üzere bırakılan kıymetli bir emanettir. Bu şuur, enaniyeti (egoyu) kırar ve insanı hakikî kulluğa sevk eder.
Kâinatın Lisanı: Güneş Misali Rahmet ve Mu’cizevî San’at
Peki, misafir olduğumuz bu yerin Sahibi nasıl biridir? O’nu nasıl tanıyabiliriz?
Cevap, “Evet kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür.”
Gözümüzü açıp kâinata bir nazar ettiğimizde, her köşede O’nun rahmetinin parıltılarını görürüz. Güneşin ziyası (ışığı) nasıl ki kendini inkâr ettirmez bir vuzuh (açıklık) ile her şeyi aydınlatır; rahmet dahi, varlığın her zerresinde kendini öylece gösterir. Bir annenin şefkatinden, topraktan fışkıran binbir çeşit rızka kadar her şey, bu “hadsiz rahmetin” bir tecellisidir.
Bu rahmet, aynı zamanda muazzam bir “kudret” ve “san’at” ile birlikte faaliyet gösterir. Bir diğer ifadede belirtildiği gibi, “Bu latîf, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez.” (Mesnevî-i Nuriye, 108). Bu, mantıkî bir isbattır. Kuru, odun gibi görünen bir ağaç dalından, nar gibi latîf, nazik, mükemmel tasarımlı bir meyveyi yaratan Kudret için, başka herhangi bir şeyi yaratmak, meselâ ahireti getirmek veya duaya cevap vermek “ağır” gelebilir mi?
İşte “İmanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla” (Şualar, 70) kâinata bakan bir mü’min, bu bağlantıyı kurar. Semâvâtı yıldızlarla, zemini çiçeklerle süsleyen San’atkâr’ın eserine intisap etmenin (bağlanmanın) ne büyük bir “şeref” ve “kıymet” olduğunu hisseder. O vakit, kâinat manasız bir boşluk olmaktan çıkar, Hâlık’ının san’atını sergileyen muhteşem bir mektup, hikmetli bir kitap haline gelir.
Teslimiyetin Getirdiği Selâmet
Eğer misafir olduğumuz bu mülkün Sahibi, rahmeti güneş gibi aşikâr, kudreti kuru ağaçtan hayatı çıkaran ve san’atı göz kamaştıran bir Zât ise; o halde misafire düşen nedir?
Cevap açıktır: “Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevî-i Nuriye, 112).
Bu, makalenin mantıkî zirvesidir. Kader, o Rahmet, Kudret ve San’at Sahibinin bizim için çizdiği plandır. Modern insanın en büyük ıstırabı, her şeyi kontrol etme arzusundan ve mâlikiyet davasından kaynaklanır. Başına gelen hadiseler karşısında çırpınır, çünkü kendini mülkün sahibi zanneder.
Halbuki teslimiyet, bir acziyet değil, aksine en büyük güçtür. Geminin kaptanının Sâni-i Hakîm olduğunu bilmektir. Kuru ağaca hayatı veren Kudret’in, senin hayatındaki en karmaşık meseleleri de çözebileceğine itimat etmektir. Rahmeti güneşten parlak olanın, senin hakkında merhametsiz bir hüküm vermeyeceğine inanmaktır.
Tarih, bu teslimiyetin ibretli misalleriyle doludur. Hz. İbrahim’in ateşe atılırken gösterdiği teslimiyet, ateşi “selâmet” yurduna çevirmiştir. Tevekkül ve teslimiyet, ruhun en büyük sığınağıdır. Kadere teslim olan, kederden emin olur; çünkü bilir ki her ne oluyorsa, o sonsuz hikmet, rahmet ve kudret sahibinin izni dâhilindedir.
Netice: Misafirlikten Hakikî Şerefe
İnsan, “mâlik” olduğunu zannettiği sürece kaygı, korku ve hüsran içinde çırpınan bir varlıktır. Ancak ne vakit ki bu “kulübecikte” bir “misafir” olduğunu, her şeyin bir “emanet” olduğunu idrak eder; işte o vakit hakikî hürriyete kavuşur.
Bu idrak, onu kâinattaki san’atı görmeye, güneş misali rahmeti hissetmeye ve kuru ağaçtan meyveyi çıkaran kudrete hayran kalmaya sevk eder. Bu hayranlık ve iman rabıtası (bağlantısı), onu en yüksek “şerefe” ulaştırır. Bu şerefin zirvesi ise, Sahib-i Mülk’ün takdir ettiği “kadere” rıza ile “teslim” olmaktır. Zira hakikî “selâmet” ancak bu teslimiyette bulunur.
📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın kâinattaki yerini Risale-i Nur’dan iktibas edilen hikmetler çerçevesinde tahlil etmektedir. Asıl tezi, insanın bu dünyada bir “mâlik” (sahip) değil, kendisine bedeni ve hayatı “emanet” edilmiş bir “misafir” olduğudur.
Makale, kâinatın, güneşin ışığı kadar âşikâr ve “hadsiz bir rahmet” ile idare edildiğini savunur. Kuru ağaçlardan latîf meyveleri çıkaran “kudret” ve yeryüzünü çiçeklerle süsleyen “san’at”, bu rahmetin ve kudretin isbatıdır.
İmanın şuuruyla bu san’ata ve San’atkâr’a intisap etmek (bağlanmak), insan için en büyük “şeref”tir. Bu şuurun mantıkî bir neticesi olarak, her şeyi bilen ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın takdir ettiği “kadere teslim olmak”, ruhun yegâne “selâmet” (kurtuluş ve esenlik) yoludur. Neticede, mâlikiyet davasından vazgeçip misafirliğini idrak eden ve kadere teslim olan insan, hakikî huzura ve şerefe kavuşur.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025
![]()

