Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

Varlığın Gayesi: Fani Zevklerden Marifetullaha Yükseliş

İnsan, fıtratı icabı lezzeti arayan ve elemden kaçan bir varlıktır. Bu arayış, onu çoğu zaman “hevesli akılsız çocuklar gibi, muvakkat ehemmiyetsiz lezzetlerin peşinden” (Tarihçe-i Hayat, 500) koşturur. Dünya hayatının zahirî (dış) parıltısı, geçici zevkler ve fani ziynetler, insanın nazarını (bakışını) perdeler. Lâkin bu koşunun sonu, kaçınılmaz bir hüsrandır. Zira “Fani zevkler, sana manevi elemler, teessüfler bırakıyor.”
Bu, hayatın en temel mantıkî ve ibretli derslerinden biridir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice zenginler, bu muvakkat lezzetleri elde etmek için ömürlerini heba etmiş, ancak sonunda kabre eli boş gitmişlerdir. Geride bıraktıkları “teessüf” (eseflenme, pişmanlık), o fani lezzetlerin bedeli olan ebedî bir hasrettir.

Hakikî Cehennem: Sahibini Bilmemek

Peki, bu lezzetlerin aslı nedir? Neden manevi elemlere sebep olurlar?
Cevap, varlığın sahibini tanımakta yatar. Gönderdiğiniz bir diğer hikmet, bu acı gerçeği şöyle tasvir eder:
> “Dünyanın lezzetleri, zevkleri ve ziynetleri; Hâlık’ımızı, Mâlik’imizi ve Mevlâ’mızı bilmediğimiz takdirde cennet olsa bile cehennemdir.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, son derece düşündürücü bir tenkittir (eleştiridir). Eğer bir nimeti, o nimetin San’atkâr’ından bilmezsek, o nimetin kendisi bir azap kaynağına dönüşür. Zira her fani lezzet, zeval (yok oluş) tokadını yiyecek, her ayrılık bir yara açacaktır. Sahibini bilmediğimiz bir mülkte, her an elimizden alınma korkusuyla yaşarız. Bu korku, o “dünya cennetini” dahi “cehenneme” çevirir. Zenginlik kaybetme korkusuyla, sağlık hastalık endişesiyle, sevgi ayrılık acısıyla zehirlenir. Demek ki lezzetin aslı, lezzeti vereni tanımakla mümkündür.

Marifetin Yolu: Kâinattaki Nizam

O halde Hâlık’ı, Mâlik’i ve Mevlâ’yı bilmenin, yani “Marifetullah”ın yolu nedir? Bu yol, kâinat kitabını okumaktan geçer. Gözümüzü açıp baktığımızda, en küçükten en büyüğe kusursuz bir nizam görürüz:
> “Sinek kanadından tut, tâ semavat kandillerine kadar öyle bir nizam var ki akıl onun karşısında hayretinden ve istihsanından ‘Sübhanallah, mâşâallah, bârekellah’ der, secde eder.” (Sözler)
>
Akıl, bu muazzam san’at karşısında hayrete düşer. Bir sinek kanadındaki mühendislik ile galaksilerin (“semavat kandilleri”) yörüngelerindeki hassas nizam, aynı kudretin ve ilmin imzasını taşır. Bu nazara (bakışa) “istihsan” (güzel bulma, beğenme) eşlik eder. İnsan, bu güzellik ve nizam karşısında, San’atkâr’ı takdis etme (“Sübhanallah”) ve O’nun önünde acziyetini itiraf ederek “secde etme” ihtiyacı hisseder. İşte Marifetullah, bu tefekkür ve hayret secdesiyle başlar.

Gayenin Zirvesi: Marifetin Verdiği Zevk

Kâinattaki bu nizamı okuyarak Hâlık’ını bulan ve O’nu isimleriyle tanımaya başlayan bir kalp için, artık dünyanın fani lezzetlerinin bir kıymeti kalmaz. Marifetullah’tan, yani Allah’ı tanımanın ve bilmenin verdiği derûnî hazdan daha büyük bir lezzet tasavvur edilemez. Bu hakikat, şu sözlerde en edebî ve hikmetli ifadesini bulur:
> “Evet, marifetullah olduktan sonra, dünya lezzetlerine iştiha olmadığı gibi cennete bile iştiyak geri kalır.” (Mesnevî-i Nuriye, 104)
>
Bu, imanın ve kulluğun zirvesidir. Allah’ı tanıyan bir kul, O’nun san’atını temaşa etmenin, O’na muhatap olmanın ve O’nu sevmenin (Muhabbetullah) lezzeti yanında, ne dünyanın geçici zevklerine ne de bir mükâfat olan cennetin nimetlerine iltifat eder. Cenneti istemek haktır; ancak arifler için gaye cennet değil, Cemâlullah’tır (Allah’ın cemâlini görmek). Dünya lezzetleri bu marifetin yanında sönük kalırken, cennet iştiyakı (arzusu) bile ikinci plâna düşer.

İnsanın Küllî Vazifesi: Dua

Peki, bu kadar âciz olan ve bu kadar büyük bir San’atkâr’ın muazzam mülkünde yaşayan insanın temel vazifesi nedir? Kuru bir sinek kanadını dahi yaratamayan, ancak semavat kandillerini tefekkür edebilen insanın faaliyeti ne olmalıdır?
> “Ferşten arşa, ezelden ebede kadar en geniş dairelerde insanın vazifesi, yalnız duadır.” (Mesnevî-i Nuriye, 110)
>
Buradaki “dua”, sadece ihtiyaç anında el açıp istemek değildir. Dua, insanın acziyetini ve fakrını idrak ederek Kudret-i Sonsuz’a iltica etmesidir. “Sübhanallah” demek bir duadır; kâinattaki nizamı görüp hayrete düşmek fiilî bir duadır. Secde etmek, en küllî duadır. Ferşten (yeryüzünden) Arş’a kadar her şey O’nun kudretiyle ayakta durduğuna göre, insanın bu düzendeki tek vazifesi, kendi hiçliğini ve O’nun varlığını “dua” lisanıyla ilân etmektir.

Netice olarak, akılsız bir çocuk gibi fani lezzetlerin peşinde koşmak, Hâlık’ı bilmemekten kaynaklanan bir “manevi cehenneme” sürükler. Kurtuluş ise, kâinattaki nizamı tefekkür ederek “Marifetullah”a ermektir. Bu marifet, öyle bir lezzettir ki cenneti bile geride bırakır. Ve bu marifete eren kulun ezelden ebede en büyük vazifesi, “dua” ile Sahibine yönelmektir.

📖 Makalenin Özeti

Bu makale, insanın hayattaki gayesini, Risale-i Nur’dan alınan hikmetli sözler ekseninde tahlil etmektedir. Makaleye göre, insanların çoğu “akılsız çocuklar gibi” dünyanın geçici (fani) ve ehemmiyetsiz lezzetlerinin peşinden koşar; ancak bu zevkler, insana “manevi elem ve teessüfler” bırakır.
Makalenin temel tezi, bu dünyanın lezzetlerinin, ancak Hâlık’ı (Yaradan’ı) bilmekle (Marifetullah) anlam kazanacağıdır. Eğer Yaradan bilinmezse, dünya “cennet olsa bile cehennemdir”.
Marifetullah’a ulaşmanın yolu, kâinattaki kusursuz nizamı (düzeni) tefekkür etmekten geçer. “Sinek kanadından semavat kandillerine” kadar uzanan bu nizamı gören akıl, hayretle “Sübhanallah” der ve secde eder.
Bu marifete ulaşıldığında, yani Allah’ı tanımanın lezzeti tadıldığında, artık ne dünya lezzetlerine bir arzu (iştiha) kalır ne de “cennete bile iştiyak” (arzu) öncelikli olur. Bu noktada, “ferşten arşa” (yerden göğe) kadar insanın en geniş vazifesinin, kendi aczini ve O’nun kudretini itiraf etmek manasına gelen “dua” olduğu idrak edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar

Mülkün Hakikî Sahibi: Emanet, San’at ve Teslimiyet Üzerine Hikmetli Bir Nazar

İnsanoğlu, bu dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren, derûnî (iç) bir “sahiplenme” hissiyle hareket eder. Bedenini “benim” diye beller, malını mülkünü, hatta vaktini dahi kendi mâlikiyeti altında zanneder. Lâkin, bu sahiplenme hissi, kâinatın azîm nizamı karşısında büyük bir yanılmanın ifadesidir. Hakikat, bize gönderilen mesajlarda, kâinatın lisanında ve vicdanın derinliklerinde bambaşka bir gerçeği fısıldar: Bizler mâlik değil, misafiriz.
Misafirliğin Şuuru: Emanet
“Senin mülkün ve emanetin ve vedian olan şu kulübecikte misafirim, mâlik değilim.” (Mesnevî-i Nuriye, 66).
Bu cümle, insanın dünyadaki yerini ve varoluşunun gayesini tasvir eden en veciz ifadelerden biridir. Bize “verilen” bu beden, bu “kulübecik”, bir mülk değil, bir “emanet”tir. Tarih boyunca nice sultanlar, nice fatihler bu mülk davasına düşmüş, ancak nihayetinde hepsi bu handan göçüp gitmiştir.
Edebî geleneğimizde dünya, bir “han” veya “köprü” olarak tasvir edilir. Akıllı bir misafir, handa kalacağı müddet boyunca hanı sahiplenmeye kalkmaz; bilakis, hancının (Sahib-i Hâkikî’nin) ikramlarına şükran duyar ve emanete hıyanet etmez. İnsanın bu dünyadaki faaliyeti, bir misafir şuuruyla hareket etmektir. Bu “kulübecik” (beden ve hayat), bize muayyen bir vakit için bırakılmış bir “vedia”dır; yani, sahibine iade edilmek üzere bırakılan kıymetli bir emanettir. Bu şuur, enaniyeti (egoyu) kırar ve insanı hakikî kulluğa sevk eder.

Kâinatın Lisanı: Güneş Misali Rahmet ve Mu’cizevî San’at

Peki, misafir olduğumuz bu yerin Sahibi nasıl biridir? O’nu nasıl tanıyabiliriz?
Cevap, “Evet kâinatta hadsiz rahmetin mevcudiyeti ve hakikatı, aynen güneşin ziyası gibi görünür.”
Gözümüzü açıp kâinata bir nazar ettiğimizde, her köşede O’nun rahmetinin parıltılarını görürüz. Güneşin ziyası (ışığı) nasıl ki kendini inkâr ettirmez bir vuzuh (açıklık) ile her şeyi aydınlatır; rahmet dahi, varlığın her zerresinde kendini öylece gösterir. Bir annenin şefkatinden, topraktan fışkıran binbir çeşit rızka kadar her şey, bu “hadsiz rahmetin” bir tecellisidir.
Bu rahmet, aynı zamanda muazzam bir “kudret” ve “san’at” ile birlikte faaliyet gösterir. Bir diğer ifadede belirtildiği gibi, “Bu latîf, nazik masnuatı o kuru ağaçlardan ihraç eden kudrete hiçbir şey ağır gelmez.” (Mesnevî-i Nuriye, 108). Bu, mantıkî bir isbattır. Kuru, odun gibi görünen bir ağaç dalından, nar gibi latîf, nazik, mükemmel tasarımlı bir meyveyi yaratan Kudret için, başka herhangi bir şeyi yaratmak, meselâ ahireti getirmek veya duaya cevap vermek “ağır” gelebilir mi?
İşte “İmanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla” (Şualar, 70) kâinata bakan bir mü’min, bu bağlantıyı kurar. Semâvâtı yıldızlarla, zemini çiçeklerle süsleyen San’atkâr’ın eserine intisap etmenin (bağlanmanın) ne büyük bir “şeref” ve “kıymet” olduğunu hisseder. O vakit, kâinat manasız bir boşluk olmaktan çıkar, Hâlık’ının san’atını sergileyen muhteşem bir mektup, hikmetli bir kitap haline gelir.

Teslimiyetin Getirdiği Selâmet

Eğer misafir olduğumuz bu mülkün Sahibi, rahmeti güneş gibi aşikâr, kudreti kuru ağaçtan hayatı çıkaran ve san’atı göz kamaştıran bir Zât ise; o halde misafire düşen nedir?
Cevap açıktır: “Kadere teslim ol ki selâmette kalasın.” (Mesnevî-i Nuriye, 112).
Bu, makalenin mantıkî zirvesidir. Kader, o Rahmet, Kudret ve San’at Sahibinin bizim için çizdiği plandır. Modern insanın en büyük ıstırabı, her şeyi kontrol etme arzusundan ve mâlikiyet davasından kaynaklanır. Başına gelen hadiseler karşısında çırpınır, çünkü kendini mülkün sahibi zanneder.
Halbuki teslimiyet, bir acziyet değil, aksine en büyük güçtür. Geminin kaptanının Sâni-i Hakîm olduğunu bilmektir. Kuru ağaca hayatı veren Kudret’in, senin hayatındaki en karmaşık meseleleri de çözebileceğine itimat etmektir. Rahmeti güneşten parlak olanın, senin hakkında merhametsiz bir hüküm vermeyeceğine inanmaktır.
Tarih, bu teslimiyetin ibretli misalleriyle doludur. Hz. İbrahim’in ateşe atılırken gösterdiği teslimiyet, ateşi “selâmet” yurduna çevirmiştir. Tevekkül ve teslimiyet, ruhun en büyük sığınağıdır. Kadere teslim olan, kederden emin olur; çünkü bilir ki her ne oluyorsa, o sonsuz hikmet, rahmet ve kudret sahibinin izni dâhilindedir.

Netice: Misafirlikten Hakikî Şerefe

İnsan, “mâlik” olduğunu zannettiği sürece kaygı, korku ve hüsran içinde çırpınan bir varlıktır. Ancak ne vakit ki bu “kulübecikte” bir “misafir” olduğunu, her şeyin bir “emanet” olduğunu idrak eder; işte o vakit hakikî hürriyete kavuşur.
Bu idrak, onu kâinattaki san’atı görmeye, güneş misali rahmeti hissetmeye ve kuru ağaçtan meyveyi çıkaran kudrete hayran kalmaya sevk eder. Bu hayranlık ve iman rabıtası (bağlantısı), onu en yüksek “şerefe” ulaştırır. Bu şerefin zirvesi ise, Sahib-i Mülk’ün takdir ettiği “kadere” rıza ile “teslim” olmaktır. Zira hakikî “selâmet” ancak bu teslimiyette bulunur.

📖 Makalenin Özeti
Bu makale, insanın kâinattaki yerini Risale-i Nur’dan iktibas edilen hikmetler çerçevesinde tahlil etmektedir. Asıl tezi, insanın bu dünyada bir “mâlik” (sahip) değil, kendisine bedeni ve hayatı “emanet” edilmiş bir “misafir” olduğudur.
Makale, kâinatın, güneşin ışığı kadar âşikâr ve “hadsiz bir rahmet” ile idare edildiğini savunur. Kuru ağaçlardan latîf meyveleri çıkaran “kudret” ve yeryüzünü çiçeklerle süsleyen “san’at”, bu rahmetin ve kudretin isbatıdır.
İmanın şuuruyla bu san’ata ve San’atkâr’a intisap etmek (bağlanmak), insan için en büyük “şeref”tir. Bu şuurun mantıkî bir neticesi olarak, her şeyi bilen ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’ın takdir ettiği “kadere teslim olmak”, ruhun yegâne “selâmet” (kurtuluş ve esenlik) yoludur. Neticede, mâlikiyet davasından vazgeçip misafirliğini idrak eden ve kadere teslim olan insan, hakikî huzura ve şerefe kavuşur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda yükseliş; “Mirac”

Tefekkür yolculuğumuzda yükseliş; “Mirac”

Risale-i Nur’un Otuz Birinci Söz’ü, Mirac’ı sadece bir “gezinti” değil; kâinat ağacının en uzak dallarından, o ağacın çekirdeği ve kökü olan Hakk’ın huzuruna yapılan bir seyahat olarak tasvir eder.
Bediüzzaman Hazretleri, Mirac’ın lüzumunu, hakikatini ve bizlere getirdiği hediyeleri harika bir temsil (benzetme) ile akla yaklaştırır.

1. Mirac Nedir? Velayet ve Risalet Kanatları

Mirac, Efendimiz’in (a.s.m.) manevi yolculuğunun (Velayet) zirvesi ile Peygamberlik vazifesinin (Risalet) başlangıcının birleştiği noktadır.
* Gidiş (Velayet): Kulun, mertebe mertebe yükselerek Rabbine gitmesidir. Efendimiz (a.s.m.), bütün varlıkların tesbihatını, meleklerin ibadetini ve kâinatın sırlarını görerek yukarı çıkmıştır.
* Dönüş (Risalet): Rabbinden aldığı emirleri, hediyeleri ve hakikatleri kullara getirmek için aşağıya inmesidir.
Temsil: Bir padişahın iki türlü konuşması vardır:
* Telefonla (Vahiy): Bir valisiyle uzaktan konuşması. (Diğer peygamberler ve veliler böyledir).
* Huzura Kabul (Mirac): Padişahın, en has yaverini sarayına çağırması, ona mülkünü gezdirmesi, bizzat görüşmesi ve ona nişanlar takıp halkına elçi olarak geri göndermesi. (Mirac budur).

2. Neden Gerekliydi? (Görmek ve İnanmak)

Efendimiz (a.s.m.) Kur’an’ın tebliğcisidir. Anlattığı şeyler; melekler, cennet, cehennem ve Allah’ın cemalidir.
İşte Allah (c.c.), o en büyük elçisini “yalancı çıkmamak” ve “gözüyle görmediği şeyi anlatmamak” durumunda bırakmamak için; O’nu huzuruna aldı. Cenneti gösterdi, “Git, kullarıma müjdele” dedi. Cehennemi gösterdi, “Git, sakındır” dedi. Melekleri gösterdi, “Gördüm, varlar de” dedi.
Yani Mirac, imanın isbatı ve gözle görülmesi hadisesidir.

3. O Kısa Zamanda Nasıl Gitti?

Otuz Birinci Söz, “Bir insan bedeniyle bu kadar kısa sürede milyarlarca yıllık yolu nasıl gider?” sorusuna, kâinattan bilimsel ve mantıki örneklerle cevap verir.
* Ruhun Hızı: İnsan uykuya daldığında, ruhu bir anda geçmişe, geleceğe veya uzak diyarlara gider (rüya yoluyla).
* Gözün Hızı: Gözümüzü açtığımız anda, saniyede 300.000 km hızla giden ışıktan daha hızlı bir nazarla, Neptün gezegenine veya bir yıldıza ulaşırız.
* Hakikat: Eğer Allah (c.c.), kocaman Dünya’yı sapan taşı gibi döndürüp gezdiriyorsa; en sevdiği kulunu, şimşekten daha hızlı bir binek (Burak) ile huzuruna alması O’nun kudretine hiç ağır gelmez.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Mirac’ın Meyveleri

Mirac sadece Efendimiz (a.s.m.) için şahsi bir ikram değil, bizim için de hayati hediyelerle dolu bir seyahattir. Bediüzzaman Hazretleri, bu seyahatin “meyvelerini” şöyle sıralar:
* Gözümüzle Görmüş Gibi: O (a.s.m.) gördü, “Var” dedi. Biz de O’nun sözüne dayanarak, cenneti görmüş gibi inanıyoruz. Ebedi saadetin varlığını bizzat müşahede edip bize müjdeledi.
* Namaz Hediyesi: Namaz, Mirac’tan getirilen en büyük hediyedir. Mü’minin namazı, onun Mirac’ıdır. İnsan namazda “Allahu Ekber” diyerek dünyayı arkasına atar ve ruhuyla Rabbine yükselir.
* Allah’ı Görme (Rü’yetullah): O (a.s.m.), dünyada iken Allah’ı gördü. Bu durum, bizim de ahirette Allah’ı görebileceğimizin en büyük delili oldu. “Sizin gibi bir insan O’nu gördü ise, siz de görebilirsiniz” kapısını açtı.
> Mirac, velayet-i Ahmediyenin (a.s.m.) keramet-i kübrasıdır (en büyük kerametidir). … O Zât (a.s.m.) öyle bir salât (namaz) kılıp öyle bir dua etti ki; o namaz, o dua bütün kâinatı nurlandırdı.
>
5. Yalnızlık (Vahşet) Sırrı

Mirac’ın belki de en latif meyvesi şudur:
İnsan kâinata bakar; yıldızlar, gökler, dağlar sessiz ve korkunç görünür. Kendini yalnız hisseder.
Efendimiz (a.s.m.) Mirac’tan dönünce bize dedi ki: “Korkmayın! O gördüğünüz gökler, yıldızlar boş değil; hepsi Allah’ın memurudur, askeridir. Gökyüzü meleklerle doludur. O dehşetli sandığınız kâinat, aslında şenlikli bir memlekettir.”
Böylece insanın kâinata bakışı değişti, vahşet (yalnızlık korkusu) ünsiyete (dostluğa) döndü.

Netice: Namaz, Küçük Bir Mirac’tır
Mirac bahsinden alacağımız en büyük hisse şudur:
Efendimiz (a.s.m.), “Kab-ı Kavseyn” (imkan ve vücub arası, en yakın makam) denilen zirveye çıktı. Biz o kadar çıkamayız ama namaz seccadesine bastığımızda, niyetimiz ve hayalimizle aynı kapının tokmağını çalıyoruz. Her namaz, Mirac’ın bir gölgesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




Tefekkür yolculuğumuzda; Kâinatın Efendisi

Tefekkür yolculuğumuzda; Kâinatın Efendisi

Kâinatın sebeb-i vücudu ve en büyük muallimi olan Hz. Muhammed (a.s.m.)’ın mucizeleri.

Kader bahsinde kâinatın “matematiksel” düzenini görmüştük. Şimdi ise o düzenin Sahibinin (Allah’ın), en sevdiği kulunun davasını doğrulamak için o kanunları nasıl değiştirdiğini, cansız (câmid) varlıkların Peygamberimizi nasıl tanıyıp itaat ettiğini On Dokuzuncu Mektup ışığında inceleyelim.
Bediüzzaman Hazretleri, taşların ve ağaçların Efendimiz (a.s.m.) ile konuşmasını; “Kâinatın, Efendimiz’i tanıdığının ve O’nun davasını tasdik ettiğinin” en büyük delili olarak isbat eder.

1. Ağlayan Kütük: “Hannane Direği” Mucizesi

Bu hadise, İslam tarihinde “Mütevatir” (yalan üzere birleşmeleri mümkün olmayan büyük bir kalabalık tarafından nakledilen) derecesinde kesin bir olaydır.
* Hadise: Mescid-i Nebevî’nin ilk zamanlarında minber yoktu. Peygamberimiz (a.s.m.) hutbe okurken kurumuş bir hurma kütüğüne (direğine) yaslanırdı. Daha sonra minber yapılınca, Efendimiz o direği bıraktı ve minbere çıktı.
* Feryat: Tam o sırada, cemaatin gözü önünde, o kuru direkten “hamile develerin inlemesi gibi” veya “çocuğun ağlaması gibi” acıklı bir ağlama sesi yükseldi. Bütün sahabe bunu işitti, mescid inledi.
* Teselli: Peygamberimiz (a.s.m.) minberden indi, direğin yanına geldi, elini üzerine koyup onu teselli etti. Direk sustu. Efendimiz buyurdu ki: “Eğer onu teselli etmeseydim, kıyamete kadar ayrılığımdan ağlayacaktı.”
* Risale-i Nur’un Yorumu ve İbret Tablosu:
Bediüzzaman Hazretleri bu hadiseyi anlattıktan sonra, nefislere hitap eden şu sarsıcı tesbiti yapar:
> Ey insan! Madem o kuru direk, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın firakından (ayrılığından) ağladı ve inledi; sen o Hazret’in sünnet-i seniyyesini terketmekle ve adını anmamakla, ne kadar katı ve hissiz bir taş gibi olduğunu ve o kuru direkten ne kadar aşağı düştüğünü anla!
>
2. Yürüyen Ağaçlar: Emre İtaat

Ağaçlar kökleriyle yere çakılıdır, kanun böyledir. Fakat “Kâinatın Efendisi” çağırınca, o kanun “Kudret-i İlahiye” tarafından askıya alınır.
* Hadise: Bir bedevi (köylü) Efendimiz’e gelip, “Senin peygamber olduğuna delil nedir?” diye sorunca; Peygamberimiz (a.s.m.) ufukta görünen bir ağacı çağırdı. Ağaç, sağa sola yalpalayarak köklerini yerinden kopardı, geldi, Efendimiz’in önünde durdu ve “Esselamü aleyke Ya Resulallah” dedi. Sonra emirle yerine döndü.
* Tefekkür: Bu olay gösterir ki; ağaçlar dahi O’nu tanıyor. O (a.s.m.), kâinat sarayının o kadar yetkili bir “Ustabaşı”sıdır ki, sarayın dekorları (ağaçlar) O’nun emriyle yer değiştirir.

3. Konuşan Taşlar: Avuç İçi Zikri

Cansız, kalpsiz zannettiğimiz taşların, Efendimiz’in (a.s.m.) elinde nasıl dile geldiğini Ebu Zer (r.a.) şöyle anlatır:
* Hadise: “Peygamberimiz (a.s.m.) eline bir avuç çakıl taşı aldı. O taşların, arı vızıltısı gibi ‘Sübhanallah, Sübhanallah’ diyerek Allah’ı zikrettiklerini kulaklarımızla işittik. Sonra taşları yere bıraktı, sustular.”
* Şahet-i Vücuh (Yüzleri Kararsın): Bedir Savaşı’nda Efendimiz’in (a.s.m.) bir avuç kum ve çakıl alıp müşrik ordusuna atarak “Şahetil Vucuh” (Yüzleri kara olsun) demesi ve o bir avuç toprağın Allah’ın izniyle bütün düşman askerlerinin gözüne girmesi de, toprağın O’na itaat ettiğinin delilidir.
* Risale-i Nur Nazarı:
Risale-i Nur, dağların ve taşların Peygamberimize olan bu bağlılığını, onların O’na bir nevi “hemşehri” ve “tanıdık” nazarıyla bakmasına bağlar. Hatta Uhud Dağı için Efendimiz’in “Uhud bizi sever, biz Uhud’u severiz” buyurması, koca dağın bile kütlesinin altında bir “muhabbet” taşıdığını gösterir.

4. Ay’ın İkiye Bölünmesi (Şakk-ı Kamer)

Kâinatın en büyük “lambası” olan Ay dahi, O’nun (a.s.m.) bir parmak işaretiyle ikiye bölünmüştür. Bu, gökyüzünün de O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) olduğunun en büyük, en parlak isbatıdır.
Müşrikler buna “büyü” deseler de, Kur’an “Saat yaklaştı ve Ay yarıldı” (Kamer Suresi, 1) ayetiyle bu mucizeyi ebedileştirmiştir.

Netice: İnsan Taştan Sert Olmamalı

On Dokuzuncu Mektup’taki bu mucizeler zinciri bizi şu tefekkür noktasına getirir:
Bu kâinatta en küçük sinekten en büyük yıldıza, kuru kütükten sert taşa kadar her şey, Hz. Muhammed’i (a.s.m.) tanımış, sevmiş, itaat etmiş ve davasını doğrulamıştır.
Hâl böyleyken; akıl ve şuur sahibi olan insanın O’nu tanımaması, sünnetine uymaması; o ağlayan kütükten daha hissiz, o zikreden taştan daha sert olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda ;”Kader ve Cüz’i İrade”

Tefekkür yolculuğumuzda ;”Kader ve Cüz’i İrade”

Bediüzzaman Hazretleri, Yirmi Altıncı Söz olan Kader Risalesi’nde bu meseleyi hallederken, insanı iki büyük uçurumdan (Cebriye ve Mutezile hatalarından) kurtarıp, “Sırat-ı Müstakim” olan Ehl-i Sünnet inancını harika bir dengeyle tasvir eder.
Özetle Kader; “Allah’ın her şeyi bilmesi (İlim)” ile “İnsanın seçme hürriyeti (İrade)” arasındaki o muazzam dengedir.

1. Kader, İlim Nevindendir (Bilmek Zorlamak Değildir)

Kader konusundaki en büyük yanılgı, Allah’ın takdirinin bizi “zorladığını” zannetmektir. Risale-i Nur bunu şöyle bir isbat ile çürütür: “İlim, maluma tâbidir.”
* Takvim ve Güneş Tutulması: Bir astronom, yaptığı hesaplamalarla “Yarın saat 10:00’da güneş tutulacak” diye takvime yazsa; ertesi gün güneş tutulduğunda, “Astronom yazdığı için güneş tutuldu” denilebilir mi? Hayır. Güneş tutulacağı için astronom onu bilmiş ve yazmıştır. Yazı (ilim), güneşe baskı yapmaz.
* Hakikat: Allah (c.c.), zamandan münezzeh olduğu için; bizim geçmişimizi, geleceğimizi ve yapacağımız tercihleri ezelî ilmiyle görür ve kader defterine yazar. O yazdığı için biz yapmıyoruz; bizim yapacağımızı (kendi irademizle seçeceğimizi) bildiği için O yazıyor. Yani Kader, bir zorlama değil, bir “bilgi” (ilim) projesidir.

2. İrade-i Cüz’iye: Zayıf Ama Etkili Bir Anahtar

Peki, her şeyi Allah yaratıyorsa, insanın rolü nedir?
Risale-i Nur, insanın elindeki cüz’i iradeyi, devasa bir elektriği açıp kapayan küçük bir düğmeye benzetir.
* Talep Eden ve Yaratan: İnsanın elinde “yaratma” gücü yoktur. İnsan sadece “ister” (talep eder/kesb), Allah ise o isteğe göre “yaratır” (halk eder).
* Temsil: Bir çocuk, babasına “Beni şu tehlikeli dağa götür” dese ve babası onu götürse; çocuk orada düşüp ayağını kırsa, “Babam beni götürdü” diyerek suçtan kurtulabilir mi? Hayır. Babasının gücüyle gitmiştir ama talep ve tercih çocuktandır.
* İnsan “içki içmeyi” ister (düğmeye basar).
* Allah, imtihan sırrı gereği o fiili yaratır.
* Suç, isteyenindir (insanındır); yaratanın (Allah’ın) değil.

3. Hayır ve Şer Dengesi: Güzellik Allah’tan, Kusur Bizden

Kader Risalesi’nin kalbi olan şu düstur, insanın ruh sağlığını korur: “Manevi terakki için; hayrı Allah’tan, şerri nefsinden bilmek gerektir.”
* Yıkmak Kolay, Yapmak Zordur: Bir binayı yüz usta yüz günde yapar (Hayır/Yapmak zordur). Ama bir çocuk bir kibritle o binayı bir dakikada yakar (Şer/Yıkmak kolaydır).
* Nefsin Rolü: İnsan, iradesini yanlış kullanarak bir şerri (günahı) istediğinde, nefis o kibriti çakan çocuk gibi olur. Tahribat büyük olur, mesuliyet insana aittir.
* Hakk’ın Rolü: İnsan bir iyilik (hayır) yaptığında ise; ona o gücü veren, zemini hazırlayan, neticeyi yaratan Allah’tır. İnsan sadece o iyiliğe “taraf” olmuştur. Bu yüzden iyilikle gururlanamaz, “Allah’ın lütfudur” der.

4. Temsil: Çocuğu Taşıyan Adam

Bediüzzaman Hazretleri, bu ince sırrı (insanın hem sorumlu olması hem de gururlanmaması gerektiğini) şu temsil ile akla yaklaştırır:
Bir adam, omzunda bir çocuğu taşıyarak tehlikeli bir yere götürür.
* Çocuğun Şımarıklığı: Çocuk derse ki: “Ben kendi gücümle geldim, uçtum, kaçtım.” (Gurur). Adam ona der: “Sus! Seni ben taşıdım, düşecektin.” -> Bu, insanın iyiliklere sahip çıkıp gururlanması hatasıdır (Mutezile).
* Çocuğun Tembelliği: Çocuk bu sefer derse ki: “Madem sen taşıdın, o zaman şu çamurdan kirlenmemin suçu da sendedir, beni düşüren sensin.” (Sorumsuzluk). Adam der: “Hayır! Ben seni güvenle taşıdım, sen kendi yaramazlığınla çamura atladın.” -> Bu da insanın günahı kadere atıp sorumluluktan kaçması hatasıdır (Cebriye).
Doğru Tavır (Ehl-i Sünnet):
İnsan demeli ki: “Rabbim! İyilikler, güzellikler Sen’in merhametindendir (Seni taşıyan O’dur). Kusurlar, günahlar benim nefsimdendir (Yaramazlık yapan sensin).”

5. Kaderin Rahatlığı: Gam ve Kederden Kurtulmak

Risale-i Nur, kadere iman etmenin psikolojik faydasını şöyle özetler: “Kadere iman eden, kederden emin olur.”
* Kader, insanın omuzlarındaki o ağır “gelecek kaygısı” yükünü alır. “Ben elimden geleni yaptım (irade), gerisi Rabbimin takdiridir (kader)” diyen insan, dünyanın en huzurlu insanıdır.
* Başarısız olduğunda ümitsizliğe düşmez, “Kaderde bir hikmet var” der. Başarılı olduğunda şımarmaz, “Rabbimin ikramıdır” der.

Netice: Sınırlarımız

Kader Risalesi bize haddimizi bildirir:
* Maziye (Geçmişe) Kader Nazarıyla Bak: Olan oldu, bunda bir hikmet var de, üzülme.
* Müstakbele (Geleceğe) İrade Nazarıyla Bak: Tembellik etme, çalış, iradeni kullan.
Maalesef insanlar bunu ters yapar; geçmişe “keşke şöyle yapsaydım” diye dövünür (iradeyi geçmişe karıştırır), geleceğe ise “nasılsa kaderimde ne varsa o olur” diye tembellik eder (kaderi geleceğe karıştırır).

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Çalışmaya mecburum, namaza vaktim yok”

Tefekkür yolculuğumuzda “Çalışmaya mecburum, namaza vaktim yok”

Tenbellikten kaynaklanan bu söze tokat gibi inen, ama bir o kadar da şefkatle yol gösteren **”Beşinci Söz”**ü inceleyelim.
Bediüzzaman Hazretleri, bu risalede insanın hayat gayesinin sadece mideyi doyurmak olmadığını, asıl vazifesinin ne olduğunu yine bir askerlik temsiliyle harika bir şekilde tasvir eder.

1. Temsil: Talim mi, Maişet Derdi mi?

Hikâye şöyledir: Bir orduda iki asker vardır.
* Birinci Nefer (İtaatli): Askerlik vazifesini bilir. Talimine (eğitimine) ve cihadına gider. Rızkını ve yemeğini hiç düşünmez. “Benim vazifem talimdir, devletin vazifesi beni beslemektir. Padişah beni aç bırakmaz” der.
* İkinci Nefer (Gafil): Talime gitmez, “Ben çalışmazsam aç kalırım” diyerek çarşıda, pazarda iş kovalar. Arkadaşına da der ki: “Gel, sen de çalış, devletin vereceği ekmek yetmez, aç kalırsın.”
* Cevap: İtaatli asker ona der ki: “Biz buraya ekmek parası kazanmaya değil, askerlik yapmaya geldik. Padişahın taahhüdü (sözü) var, rızkımızı verir. Sen talimi bırakıp çarşıda gezersen ceza görürsün.”

2. Hakikat: İnsan Bir Askerdir

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, dünya hayatındaki “çalışma” ve “ibadet” dengesinin formülü ortaya çıkar:
* Ordu: İnsanlık cemiyetidir.
* O Nefer: İnsandır.
* Talim: Başta namaz olmak üzere ibadetlerdir.
* Rızık: Allah’ın canlılara verdiği hayat gıdasıdır.
İnsan, dünyaya sadece keyif sürmek veya sadece rızık peşinde koşmak için gelmemiştir. Asli vazifesi; Rabbini tanımak, O’na itaat ve ibadet etmektir.

3. Rızık Endişesi: Taahhüt Altındadır

Beşinci Söz’ün en can alıcı noktası, rızkın Allah’ın garantisi altında olduğunun isbatıdır.
Cenab-ı Hak, Rezzâk ismiyle rızkı taahhüt etmiştir. Nasıl ki bir hasta, hastalığı için değil, ilacı almak için çabalar; insan da rızkı yaratmak için değil, Allah’ın yarattığı rızkı aramak için çalışır.
* Yanlış Anlaşılmasın: Risale-i Nur “çalışmayın” demez. “Çalışmayı gaye-i hayat (hayatın tek amacı) yapmayın” der. Namazı kıldıktan sonra yapılan çalışma da ibadet hükmüne geçer.
* Asıl Tehlike: İkinci askerin durumu gibi; “Rızık peşindeyim” diyerek namazı (talimi) terk etmek, hem rızkın bereketini kaçırır hem de ahiret cezasını getirir. Çünkü o asker, Padişahın (Allah’ın) sözüne güvenmemiş, kendi cüz’i gücüne güvenmiştir.

4. Risale-i Nur’dan İktibasla: Namaz Berekettir

Bediüzzaman Hazretleri, namaz kılmayanın rızkında bereket olmayacağını ve dünyevi çalışmasının da bir nevi ceza olduğunu özetle şöyle ifade eder:
> Demek namazı kılmayan; hem şahsî rızkının bereketinden mahrum kalır, hem Mâlik-i Kerim’in ‘Namaz kıl’ diye verdiği sözü ve taahhüdü itham eder (suçlar) gibi rızkı için endişe edip, O’nun va’dine itimad etmeyerek (güvenmeyerek), rızık peşinde serseri gibi koşar; hem de vazife-i asliyesini (namazı) terkettiği için, o rızık peşindeki meşakkati, bir nevi ceza olarak çeker.
>
5. Netice: Dünya İşini İbadete Çevirmek

Beşinci Söz’ün sunduğu muazzam formül şudur:
Bir insan namazını kılsa, sonra rızkı için çalışsa; o çalışması da bir nevi ibadet olur. Böylece fani ömrü, baki bir hayatı kazandırır.
* Namaz Kılan Çiftçi: Tarlasını sürerken, “Allah’ın hazinesinden rızık çıkarıyorum” der, her hareketi ibadet olur.
* Namazsız Çiftçi: Sadece maddi menfaat için çalışır, ruhu sıkılır, kazancı da bereketsiz olur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda, kâinat sarayındaki “Nazar”

Tefekkür yolculuğumuzda, kâinat sarayındaki “Nazar”

Bu sarayda yaşamanın bedelini ve en kârlı ticaretini anlatan **”Üçüncü Söz”**deki bakış açısı.
Bediüzzaman Hazretleri, bu risalede “İbadet, ne büyük bir ticaret ve saadet; fısk (günah ve sefahat) ne büyük bir hasaret (zarar) ve helâket olduğunu” yine askerî bir temsil ile isbat eder.

1. Temsil: İki Neferin (Askerin) Yolculuğu

Hikâye şöyledir: İki asker, uzak bir şehre gitmek üzere emir alırlar. Yol uzun ve tehlikelidir.
* Birinci Nefer (Bahtiyar): Padişahın ismini ve emrini kabul eder. Sırtındaki ağır yükü devlete teslim eder, rahatlar. Yolda kime rastlasa, “Ben Padişahın askeriyim” der.
* Yol kesen haydutlar, ona ilişemez; çünkü arkasındaki devlet kuvvetinden korkarlar.
* Erzakı bittiğinde, devletin kilerinden (nimetlerinden) “memuriyet” unvanıyla alır.
* Kendisinden güçlü olanlara karşı izzetlidir (dilencilik etmez), zayıflara karşı şefkatlidir.
* Sırtında yük olmadığı için seyahati lezzet içinde geçer.
* İkinci Nefer (Bedbaht/Mağrur): “Padişahı tanımam, ben kendi başıma giderim” der.
* Sırtında kendi erzakını, silahını taşımak zorunda kalır; beli bükülür.
* Karşısına çıkan en küçük düşmandan korkar, titrer.
* İhtiyaçlarını karşılamak için herkese dilencilik eder, zelil olur.
* Hayatı bir korku ve azap içinde geçer.

2. Hakikat: İbadet Bir Yük Değildir

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, ibadetin (başta namazın) aslında bir “yük” değil, bilakis “yükü bırakmak” olduğunu anlarız.
* Asker: İnsandır.
* O Neferin Teçhizatı: Takva (günahlardan kaçınma) ve amel-i salihtir (ibadet).
* Padişaha İntisap (Bağlanmak): İman etmek ve ibadetle O’na asker olmaktır.
İbadet eden insan (Birinci Nefer), şu fani dünyada, sonsuz ihtiyaçlarının yükünü **”Kudret-i Ezelî”**ye bırakır.
* “Rızkımı O verir” der, maişet derdinin ağırlığı altında ezilmez.
* “Ölüm O’nun emridir” der, ecelden korkmaz.
* Her şeyin dizgini O’nun elinde olduğu için, hiçbir hadiseden (deprem, hastalık, düşman) panik derecesinde korkmaz.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: Saadet ve Hasaret

Bediüzzaman Hazretleri, Üçüncü Söz’ün sonunda bu kıyaslamayı muazzam bir tasvir ile özetler ve ibadetin insan ruhuna verdiği o eşsiz güven duygusunu özetle şöyle anlatır:
> İman hem nurdur, hem kuvvettir. Evet hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisatın tazyikatından (olayların baskısından) kurtulabilir.
> …
> İşte ey nefsim! ‘İbadetim beyhude (boşuna) zahmettir’ deme. Belki o zahmet dediğin ibadet; dünyada bir manevî istirahat ve huzur olduğu gibi, zahiri ve hafif bir hizmettir (askerlik gibi). Ve ahirette öyle bir saadetin biletidir ki; ona malik olan, Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm gibi bir saltanat-ı haşmetliyi, dua ile arzu edebilir.
>
4. Tevekkül Sırrı: Yükü Gemiye Bırakmak
Bu bahiste ince bir nokta daha vardır: Tevekkül.
Fısk ve sefahat yolunu seçen (İkinci Nefer), kendi aklına ve gücüne güvenir. Halbuki insanın gücü, okyanusta yüzen bir adamın gücü gibidir; ne kadar çabalasa da boğulmaya mahkumdur.
İbadet eden ise, okyanusta bir gemiye binmiş gibidir. Yükünü (dertlerini) gemiye (Kaderin hükmüne) bırakır, geminin üzerinde keyifle çayını içer.
* Fâsık (Günahkâr): Hem gemide gider, hem de “Ben taşırım” diye yükünü sırtından indirmez. Hem belini kırar, hem de Kaptan’a (Allah’a) itimatsızlık edip hakaret eder.

Netice: Memuriyet Lezzeti
Sonuç olarak Üçüncü Söz bize şu dersi verir:
Allah’a kul olmak, kula kul olmaktan kurtulmaktır. Namaz kılan, sadece Allah’ın önünde eğilir; böylece kâinattaki diğer hiçbir şeyin önünde eğilmek zorunda kalmaz. Bu, en büyük özgürlük ve izzettir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




KÂİNAT SARAYI

KÂİNAT SARAYI

“İnanan insan ile inanmayan insanın hayattan aldığı lezzet aynı mıdır?”

Bediüzzaman Hazretleri, imanın sadece ahirette değil, bu dünyada da insanı manevi bir cennette yaşattığını harika bir temsil ile isbat eder.

1. Temsil: İki Adam, İki Bakış

Hikâye şöyledir: İki adam, padişahın muhteşem sarayına (dünya bahçesine) girerler. Fakat karakterleri ve gözlükleri (bakış açıları) tamamen zıttır.
* Hodbin (Bencil) Adam: Bedbahttır, serseridir. Her şeye kötü nazarla bakar.
* Saraydaki harika hizmetkârları (varlıkları), kendisine saldıran canavarlar zanneder.
* İnsanların neşeli seslerini, cenaze ağlamaları ve yetim feryatları gibi duyar.
* Yiyecekleri ve içecekleri zehirli sanır.
* Kendi iç dünyasındaki cehennemi, o güzel saraya yansıtır ve zindanda gibi azap çeker.
* Hudabin (Hakkı Gören) Adam: Bahtiyardır, güzel ahlaklıdır.
* Sarayı, bir genel ziyafet ve bir sergi yeri (meşher) olarak görür.
* Hizmetkârları, padişahın memurları bilir; onlarla dost olur.
* Duyduğu sesleri, padişahı öven zikirler ve terhis edilen askerlerin sevinç naraları olarak işitir.
* Kendi içindeki iman nuruyla, sarayı bir cennet bahçesi gibi görür ve lezzet alır.

2. Hakikat: Kâinat Sarayı

Bu temsili hakikate tatbik ettiğimizde, Risale-i Nur bize şu muazzam tabloyu çizer:
* Saray: Bu kâinattır.
* İki Adam: Biri mü’min (inanan), diğeri kâfir (inkâr eden) veya gafildir.
* Görülen Manzaralar:
* Cenaze vs. Terhis: Gafil insan, ölümü bir yok oluş, çürüyüp gitme ve ebedi ayrılık (cenaze) olarak görür. Mü’min ise ölümü; vazifesini tamamlayan askerin “tezkere alması” (terhis) ve dostlarına kavuşması olarak görür.
* Vahşet vs. Ünsiyet: İnkârcı nazarında hayvanlar ve tabiat olayları, insana saldıran düşmanlardır. Mü’min nazarında ise onlar, Rezzâk-ı Kerim’in emrindeki munis (dost) memurlardır.

3. Risale-i Nur’dan İktibas: İman Bir Tûbâ Ağacıdır

Bediüzzaman Hazretleri, İkinci Söz’ün sonunda imanın ve küfrün insanın psikolojisinde yaptığı etkiyi şöyle özetler:
> Demek iman, bir manevî Tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, manevî bir Zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor.
> Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyet’te ve imandadır. Öyle ise biz daima; «Elhamdülillahi alâ dini’l-İslâm ve kemâli’l-iman» demeliyiz.
>
4. Nazarın (Bakışın) Önemi

Buradaki ince sır şudur: Saray aynı saraydır. Olaylar aynı olaylardır. Deprem aynıdır, ölüm aynıdır, hastalık aynıdır. Değişen tek şey **”Nazar”**dır.
* Siyah gözlük takan (iman nurundan yoksun olan), güneşi bile karanlık görür.
* Şeffaf ve nurani gözlük takan (iman eden), karanlıkta bile nuru görür.

5. Netice: Cenneti İçinde Taşımak

Bu tefekkürden anlıyoruz ki; mutluluk dışarıda değil, insanın “kalb” ve “inanç” dünyasındadır.
* Allah’a iman eden kişi, dünyanın bütün yükünü “Kudret-i Ezelî”ye bırakır, “tevekkül” eder ve rahatlar.
* İnanmayan kişi, dünyanın bütün yükünü, korkularını ve ayrılık acılarını o zayıf omuzlarında taşır. Daha cehenneme gitmeden, bu dünyada manevi bir cehennem azabı çeker.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025

 

 




KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

KÂİNATIN AÇAN ANAHTAR

Tefekkür yolculuğumuzun başlangıç noktasına, her kapıyı açan o mübarek anahtara, “Besmele” (Bismillâh) hakikatine geldik.
Risale-i Nur Külliyatı’nın ilk eseri olan “Birinci Söz”, “Bismillâh her hayrın başıdır” cümlesiyle başlar. Bu söz, sadece bir giriş cümlesi değil, kâinatın işleyiş kodudur. Bediüzzaman Hazretleri, Besmele’nin gücünü ve sırrını, harika bir temsil (hikâye) ile aklımıza yaklaştırır.

1. Çölde Yolculuk: Bir İsme Dayanmak
Birinci Söz’de insan hayatı, uçsuz bucaksız bir çölde (sahra) yapılan yolculuğa benzetilir.
* Temsil: Bu çölde yol alan birinin, düşmanları çok, ihtiyaçları sınırsızdır. Eğer o yolcu, o bölgelerin hâkimi olan bir kabile reisinin ismini alırsa; hırsızlardan kurtulur, çadırlarda hürmet görür. “Ben filan reisin ismiyle geziyorum” der, selamet bulur.
* Hakikat: İnsan, şu dünya çölünde aciz ve fakir bir yolcudur. Düşmanları (mikroptan depreme kadar) hadsiz, ihtiyaçları (bir yudum sudan ebedi cennete kadar) sonsuzdur.
* Çare: İnsan, “Bismillâh” diyerek Kâinatın Hâkimi’nin ismini aldığında; o sonsuz kudrete dayanır. Artık o aciz insan, arkasında devletin ordusu bulunan bir asker gibi kuvvetli olur.
> Ondandırki:
> İşte ey mağrur nefsim! Sen o seyyahsın. Şu dünya ise, bir çöldür. Aczin ve fakrın hadsizdir. Düşmanın, hacatın nihayetsizdir. Madem öyledir; şu sahranın Mâlik-i Ebedî’sinin ve Hâkim-i Ezelî’sinin ismini al. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisatın karşısında titremekten kurtulasın.
>
2. Kâinatın Lisan-ı Hali: Her Şey “Bismillâh” Der

Birinci Söz’ün en çarpıcı tespiti şudur: Sadece insan değil, kâinattaki bütün mevcudat lisan-ı hal (beden dili) ile “Bismillâh” der ve Allah namına hareket eder.
* Yumuşak Kökler: İpek gibi yumuşak bitki köklerinin, sert taşları ve toprağı delip geçmesi, fizik kanunlarıyla değil, “Bismillâh” kuvvetiyledir. Onlar Allah namına hareket ettikleri için, sert taşlar onlara “Buyurunuz, geçiniz” der.
* Ateş Saçan Dallar: İncecik dalların, cehennemî bir sıcakta kurumayıp yemyeşil kalması ve meyve vermesi; “Bismillâh” tılsımıyladır.
* Tablacı Hayvanlar: İnek, deve, koyun gibi hayvanlar; kendi güçleriyle değil, Allah’ın rahmet feyzinden süzülen o bembeyaz sütü “Bismillâh” diyerek bize sunarlar. Onlar birer tablacıdır (garson).

3. Üç Fiyat: Zikir, Fikir, Şükür
Madem her şey Allah’ın nimetidir ve o “tablacı”lar (ağaç, hayvan, toprak) O’nun namına getiriyorlar. O halde, o nimetlerin asıl sahibi (Mün’im-i Hakiki) bizden ne istiyor?
Birinci Söz, bu sorunun cevabını üç manevi fiyat ile verir:
* Zikir (Başta): “Bismillâh” demek. Nimeti yerken veya bir işe başlarken, “Bu Allah’tandır” diyerek O’nu anmak.
* Fikir (Ortada): Tefekkür etmek. “Bu güzel meyve, o kuru ağacın işi olamaz. Bu, Rahmet-i İlahiyenin bir hediyesidir” diye düşünmek.
* Şükür (Sonda): “Elhamdülillâh” demek. Nimeti verene minnettar olmak.
> Mesela:
> Bir padişahın kıymettar bir hediyesini sana getiren bir miskin adamın ayağını öpüp, hediye sahibini tanımamak ne derece belâhet (ahmaklık) ise; öyle de zahirî esbabı (görünen sebepleri) medh ü muhabbet edip, Mün’im-i Hakikî’yi (Allah’ı) unutmak, ondan bin derece daha belâhettir.

>
4. Pratik Bir Ölçü: Vermek ve Almak
Bediüzzaman Hazretleri, bu bahsi sosyal hayata bakan müthiş bir ahlaki ölçüyle bitirir:
* Allah Namına Vermeyenler: Allah’ı tanımayan, “Bismillâh” demeyen, sebeplere (tabiata, tesadüfe) tapan insanlardan bir şey alırken dikkatli olmalıyız. Veya biz bir şey verirken, “Bismillâh” diyerek vermeliyiz.
* Gasp Etmemek: “Bismillâh” demeden yenen lokma, sahibinin izni olmadan yenen çalıntı mal hükmüne geçebilir (manevi açıdan).

Netice: Acziyetteki Kudret

Bu tefekkür durağında anlıyoruz ki; “Bismillâh” sadece bir söz değil, insanın acziyetini kabul edip sonsuz bir Kudrete bağlanmasıdır.
Nasıl ki bir asker, padişahın ismini alarak tek başına bir şehri esir alabilir; insan da “Bismillâh” diyerek kâinata meydan okuyabilecek bir manevi kuvvete erişir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Tefekkür yolculuğumuzda “Namaz”

Dördüncü Söz ve “zamanlamasındaki hikmeti” anlatan Dokuzuncu Söz ekseninde bu kutsi vazifeyi inceleyelim.

1. Dördüncü Söz: 24 Altın ve Ebedi Bilet

Bediüzzaman Hazretleri, Dördüncü Söz’de namazın insan hayatındaki yerini harika bir “temsil” (hikâye) ile anlatır.
* Temsil: Bir padişah, iki hizmetkarına 24’er altın verir ve onları uzak bir çiftliğe gönderir. “Bu parayla yol masrafı yapın ve bilet alın” der. Birinci adam, parayı eğlenceye harcar, istasyona eli boş gider. İkinci adam ise o 24 altının sadece bir tanesini bilete ayırır, kalanıyla dünyevi işlerini görür ve kârlı çıkar.
* Hakikat:
* 24 Altın: Bize her gün verilen 24 saatlik ömür sermayesidir.
* 1 Altın: Beş vakit namaz, abdestle beraber toplamda sadece bir saat tutar.
* Mantık: İnsan, dünyevi hayatı için 23 saatini harcarken, ebedi hayatı (sonsuz cenneti) kazanmak için 1 saatini (namazı) vermezse, ne kadar büyük bir zarar ve akılsızlık etmiş olur!
> Zira:
> Hâlbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. Hem namaz kılanın diğer mubah dünyevî amelleri, güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır. Bu surette bütün sermaye-i ömrünü, âhirete mal edebilir. Fâni ömrünü, bir cihette bakileştirir.

2. Dokuzuncu Söz: Zamanın Çarkları ve İnsan

Namaz vakitleri rastgele seçilmemiştir. Dokuzuncu Söz’de isbat edildiği üzere; her bir vakit, kâinattaki büyük bir devrim anına ve insan ömründeki bir döneme işaret eder. Namaz, bu değişimler karşısında insanın Rabbine sığınmasıdır.

a. Sabah (Fecir) Vakti: Doğuş ve Bahar
* Âfâkî Karşılığı: Bahar mevsiminin başı, dünyanın altı gün yaratılışının ilk günü.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ana rahmine düşüşü ve doğumu.
* Hikmet: Nasıl ki sabahleyin uyanan insan yeni bir güne başlar; doğumla dünyaya gelen insan da aciz ve zayıftır. O an, “Ya Rabbi, bu yeni günde ve hayatta beni yalnız bırakma” diyerek Dergâh-ı İlahiyeye iltica vaktidir.

b. Öğle (Zuhr) Vakti: Gençlik ve Yaz
* Âfâkî Karşılığı: Yaz mevsiminin ortası, gençlik çağı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın en güçlü, en meşgul olduğu, dünya işlerinin en yoğun olduğu an.
* Hikmet: İnsan bu vakitte gaflete düşmeye en yatkındır. Güçlüdür, kendini “müstakni” (ihtiyaçsız) sanabilir. Öğle namazı, “İşleri bıraktım, asıl Rezzâk Sensin, benim gücüm geçicidir” diyerek o gaflet uykusundan silkinme vaktidir.

c. İkindi (Asr) Vakti: İhtiyarlık ve Güz
* Âfâkî Karşılığı: Güz mevsimi (sonbahar), ahir zaman, güneşin batmaya yüz tutması.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın ihtiyarlık dönemi.
* Hikmet: Güneşin rengi solmuş, gün bitmektedir. İnsan anlar ki dünya misafirhanesinden ayrılık yakındır. Her şey ona “Elveda” demektedir. İşte o hüzünlü vakitte insan, Bâki (Ölümsüz) bir sevgili arar ve ikindi namazıyla O’nun kapısını çalar.

d. Akşam (Mağrib) Vakti: Ölüm ve Kış
* Âfâkî Karşılığı: Kış mevsiminin başı, güneşin batışı.
* Enfüsî Karşılığı: İnsanın vefatı.
* Hikmet: Güneş batar, dünya karanlığa gömülür. Dostlar ayrılır. İnsan o acıklı manzarada, “Ben batmayan, sönmeyen bir Mabud istiyorum” (La uhibbu’l-âfilîn) diyerek Akşam namazına durur.

e. Yatsı (İşa) Vakti: Kabir ve Berzah
* Âfâkî Karşılığı: Karanlığın her şeyi örttüğü, hayat izlerinin silindiği an.
* Enfüsî Karşılığı: Kabrin karanlığı ve unutulmuşluk.
* Hikmet: Herkes uykuya (küçük ölüme) dalar. İnsan yapayalnızdır. İşte o mutlak yalnızlıkta, “Karanlıkları aydınlatan, kabirde bana arkadaş olacak olan Sensin” diyerek Yatsı namazı kılınır.

3. Namaz Kılanın Aydınlanan Dünyası
İman ve namaz bir bakış açısıdır.
* Namazsız Gözle: Kâinat karanlık, ölüm bir hiçlik, geçmiş ve gelecek dehşetli birer canavardır. İnsan bu karanlıkta titreyen bir yetimdir.
* Namazlı Gözle: Namaz kılan insan, her “Allahu Ekber” dediğinde dünyayı arkasına atar. Bilir ki; şu dönen dünya, batan güneş ve solan yapraklar sahipsiz değildir. Namazı, onun kabrini aydınlatacak bir kandil, sırat köprüsünde bir bilet olur. Dünyası nurlanır.
> Öyle ki:
> Demek namaz kılanın dünyası, o namazın nuruyla aydınlanır; kâinat, manasız ve abes olmaktan çıkar. O vakit insan anlar ki; bu misafirhanede başıboş değiliz, bir Hakîm-i Zülcelal’in misafirleriyiz.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

Şer gibi görünen olaylardaki İlahi Rahmet.

İnsan aklı ve vicdanı, “Masum bir çocuğun depremde ölmesi” veya “Bir ceylanın aslan tarafından parçalanması” karşısında sarsılabilir. Risale-i Nur, bu dehşetli manzaraları “Kaderin Adaleti” ve “Rahmetin Hikmeti” terazisinde öyle bir tartar ki, o zahiri vahşetin altındaki muazzam merhamet ortaya çıkar.
İşte o hikmet pencereleri:

1. Masumların Musibeti: Zulüm mü, Terfi mi?
Zalimlerin eliyle veya doğal afetlerle masumların başına gelen felaketler, zahiren çok acıklıdır. Fakat hakikat noktasında (Melekût cihetinde) durum başkadır:
* Mülk Sahibi Tasarruf Eder: Risale-i Nur şu kaideyi hatırlatır: “Mülk sahibi mülkünde dilediği gibi tasarruf eder.” İnsan kendi kendinin maliki değildir, Allah’ın sanatıdır. Bir terzi, modeline giydirdiği elbiseyi bazen keser, bazen diker; model “Neden beni kesiyorsun?” diyemez. Güzelleşmek için o makasa razı olur.
* Faniyi Bakiye Çevirmek: Cenab-ı Hak, o masumların elinden fani, geçici ve belki ileride günahlarla kirlenecek bir hayatı alır; karşılığında onlara ebedi, nurlu ve sonsuz bir hayat verir. Bu, zorla yapılan bir alışveriş gibi görünse de, aslında kârlı bir ticarettir.
* Manevi Şehitlik: Musibetlerde vefat eden masumlar, “Manevi Şehit” hükmüne geçerler. Çektikleri geçici acı, ebedi saadetlerinin yanında bir hiç hükmünde kalır.

2. Hayvanların “Vahşeti”: Yırtıcılık mı, Vazife mi?

Doğadaki (Tabiattaki) “güçlünün zayıfı yemesi” kanunu, ilk bakışta acımasız görünür. Ancak Risale-i Nur, bu durumun hayatın terakkisi (gelişimi) için zaruri olduğunu isbat eder.
* Atmaca ve Serçe Misali:
Bediüzzaman Hazretleri sorar: Atmaca kuşunun serçeye saldırması rahmete uygun mudur?
Cevap muazzamdır: Eğer atmaca saldırmasaydı, serçe kuşu istidadını (kabiliyetini) inkişaf ettiremezdi, tembel kalırdı. O saldırı, serçenin çevikliğini, uçuşunu ve savunma mekanizmalarını geliştirir. Yani mücadele, hayatın kemâle ermesi için bir kamçıdır.
* Ekolojik Temizlik: Yırtıcı hayvanlar, genellikle sürüdeki hasta, zayıf ve sakat olanları avlarlar. Bu sayede hastalıkların yayılması önlenir ve türün sağlıklı devamı sağlanır. Sırtlanlar ve akbabalar, tabiatın “Sıhhiye Memurları”dır.

3. Hayvanlarda “Zaman” Algısı ve Acı

En çok merak edilen konu: “Parçalanan hayvan acı çekmiyor mu?”
Risale-i Nur, hayvanların zaman algısının insandan farklı olduğunu, bu yüzden acıyı insan gibi çekmediklerini izah eder.
* Geçmiş ve Gelecek Yoktur: İnsanı en çok üzen şey; “geçmişin hüzünleri” ve “geleceğin korkularıdır”. Bıçağı gören insan, kesilmeden önce bin defa korkuyla ölür.
* Anlık Acı: Hayvanlarda akıl (insandaki gibi muhakeme) olmadığı için, geçmişi düşünüp üzülmezler, geleceği düşünüp korkmazlar. Kesilme anında sadece o anlık bir acı hissederler. Hatta Risale-i Nur, o ölüm anında bir nevi “Tecerrüd Lezzeti” (Ruhun bedenden sıyrılma rahatlığı) hissettiklerini ifade eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Şefkat Tokadı Değil, Terbiye Kamçısı

Bediüzzaman Hazretleri, bu “mücadele” kanununu şöyle tasvir eder:
> Nev-i beşerdeki (insanlıktaki) bu kadar harblerin ve tsunamilerin ve zelzelelerin ve felaketlerin bir hikmeti şudur ki: İnsanın istidadlarını (kabiliyetlerini) inkişaf ettirmektir (geliştirmektir).
> …
> Nasılki atmaca kuşu serçeye tasallut eder (saldırır), serçenin istidadının inkişafına sebeb olur. Öyle de: Beşerdeki (insandaki) o musibetler, o harbler dahi; terakkiyat-ı beşeriyeye (insanlığın ilerlemesine) ve istidadlarının açılmasına sebebiyet vermiştir.
>
5. Netice: Zeval-i Elem Lezzettir (Acının Bitmesi Lezzettir)

Risale-i Nur’un hikmetli bir düsturu vardır: “Zeval-i elem lezzettir, zeval-i lezzet elemdir.” (Acının gitmesi lezzet, lezzetin gitmesi acıdır).
Hayvanlar ve masumlar, çektikleri o anlık acıdan kurtulup ruhlarını teslim ettiklerinde, büyük bir ferahlama ve lezzet duyarlar. Cenab-ı Hak, onların çektikleri sıkıntılara mukabil, ahirette cisimlerine uygun bir ücret ve ruhanî bir lezzet ihsan edecektir. O’nun rahmeti, bizim şefkatimizden sonsuz derecede fazladır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




HÜSNÜ BİZZAT

HÜSNÜ BİZZAT

* Hüsn-ü Bizzat: Kendisi bizzat güzel olanlar.
* Hüsn-ü Bilgayr (Hüsn-ü Binnetice): Dış yüzü çirkin veya sert görünen ama neticesi ve iç yüzü güzel olanlar.
Geliniz, “Çirkinlik Yoktur” hakikatini bu iki pencereden ve Mülk – Melekût (Eşyanın dış ve iç yüzü) dengesi üzerinden derinlemesine inceleyelim.

1. Zahir ve Hakikat (Dış Görünüş ve İç Yüz)

Kâinatta “çirkin” dediğimiz şeyler, genellikle bizim yüzeysel ve kısa vadeli bakışımızdan kaynaklanır. Hâlbuki eşyanın Allah’a bakan yüzünde (Melekût) ve verdiği neticelerde kusur yoktur.
* Gök Gürültüsü ve Yağmur Örneği:
* Zahiri Nazar (Yüzeysel Bakış): Yağmurlu, çamurlu, fırtınalı bir havaya bakan adam; “Ne kadar sıkıcı, ortalık kirlendi, ıslandık” der. Zahiren çirkin görür.
* Hakikat Nazarı (Derin Bakış): O çamurun ve fırtınanın arkasında baharın çiçekleri, ekinlerin büyümesi ve hayatın devamı saklıdır. O zahiri kargaşa, muazzam bir rahmet düğünüdür. Neticesi itibariyle o yağmur ve çamur, güneşli bir gün kadar güzeldir.

2. Zıtlıkların Hikmeti: “Her Şey Zıddıyla Bilinir”

Kâinatta mutlak bir güzellik olsaydı ve hiç çirkinlik, hastalık veya karanlık olmasaydı; güzelliğin, sağlığın ve ışığın kıymeti bilinmezdi.
* Tablo Analizi: Büyük bir ressam, tablosunda sadece parlak renkler kullanmaz. Gölgeler, siyahlar ve zıt renkler kullanır ki, asıl güzellik ve ışık ortaya çıksın. O tablodaki siyah leke, tek başına bakıldığında çirkin görünebilir; ama tablonun bütünü (külli nazar) içinde o leke, sanatın kemâlini gösteren bir güzelliktir.
* İlahi İsimlerin Tecellisi: Cenab-ı Hakk’ın Cemal (Güzellik) isimleri olduğu gibi Celal (Haşmet/Sertlik) isimleri de vardır.
* Gülün çiçeği Cemal ismini, dikeni Celal ismini gösterir. İkisi beraber harika bir bütündür.
* Şifa Rahim ismini, hastalık Şâfi ismini tanıttırır.

3. Ameliyat Masasındaki Güzellik (Hüsn-ü Binnetice)

En çarpıcı örneklerden biri tıbbi müdahalelerdir.
* Bir insanın karnının kesilmesi, kan akması zahiren (bizzat) çirkin, vahşice ve nahoş bir manzaradır.
* Fakat o kesik, kangren olmuş bir uzvu kurtarmak veya bir tümörü almak için yapılıyorsa; o kesme işlemi neticesi itibariyle hayattır, şifadır ve “güzel”dir.
Risale-i Nur, kâinattaki deprem, sel, ölüm gibi hadiselerin de kâinatın büyük bir ameliyatı ve tasfiyesi olduğunu; neticeleri itibariyle (manevi kirlerin temizlenmesi, şehitlik mertebesi kazandırması, dünyanın fani yüzünü göstermesi gibi) güzel olduğunu isbat eder.

4. Risale-i Nur’dan İktibas: Mülk ve Melekût

Bediüzzaman Hazretleri, Bu hakikati, eşyanın Allah’a bakan şeffaf yüzü (Melekût) ile insana bakan perdeli yüzü (Mülk) ayrımıyla şöyle anlatır:
> “Kâinatta, küllî nazarıyla (bütüncül bakışla) her şey güzeldir… Ve her şey ya bizzat güzeldir veya neticeleri cihetiyle güzeldir.
> …
> Zahirî çirkinlikler, intizamsızlıklar, musibetler, belalar ise; o koca fabrikanın (kâinatın) işlememesinden, işlemesindeki çok faydalı neticeleri vermemesinden ileri gelen çirkinlikleri gidermek içindir.
> …
> Demek çirkinlik, bir nevi güzelliğin, hakikatın, intizamın yüzündeki perdedir. O perdenin altındaki, hakikî güzellik ve intizamı saklar.
>
5. İnsanın Bencilliği ve Yanılgısı

İnsan genellikle olayları “kendi menfaatine” göre değerlendirir. “Bana faydalıysa güzel, bana zararlıysa çirkin” der. Halbuki kâinat sadece insan için yaratılmamıştır.
* Bir mikrop veya yırtıcı hayvan, kendi sanatı ve yaratılış gayesi açısından mükemmeldir, güzeldir. İnsana zarar vermesi, onun yaratılışındaki sanatın güzelliğini bozmaz.
* Risale-i Nur; Eşya, kendi nefisleri ve Sâni-i Zülcelal (Yaratıcı) için birer gayesi varsa, insana bakan bir tek gayesi vardır, diyerek bu bencilliği kırar.
Netice: “Kahrın da Hoş, Lütfun da Hoş”
Bu tefekkür penceresi, insana İbrahim Hakkı Hazretleri’nin şu teslimiyetini kazandırır:
“Hak şerleri hayr eyler, Zannetme ki gayr eyler, Ârif anı seyr eyler, Mevlâ görelim neyler, Neylerse güzel eyler…”
Kâinatta çirkinlik yoktur; “çirkinlik” bizim tamamlanmamış idrakimizdedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

EŞYAYII DEĞİŞTİREN BAKIŞ AÇISI

Bu pencere, Risale-i Nur’un ruhlara sunduğu iksirin ve kimyanın ta kendisidir. Bu meslek hakikaten bir “simyacı” gibi; kömürü elmasa, zehiri panzehire, korkuyu emniyete çeviren bir nazar (bakış açısı) talim ettiriyor.
Bediüzzaman Hazretleri, “İman, insanı insan eder; belki insanı sultan eder” derken tam da bu bakış açısını kastetmektedir. Eşyanın hakikati değişmez, fakat bakış açısı değişince, eşyanın mahiyeti ve insana verdiği his tamamen değişir.
Bu tesbitleri Risale-i Nur’un hikmet penceresinden maddeler halinde şöyle açabiliriz:

1. Hastalığı Sevdirme Sanatı: “Menfi İbadet”

Normalde insan hastalıktan kaçar. Fakat Risale-i Nur, Hastalar Risalesi ile hastalığa öyle bir mana yükler ki, hasta neredeyse “İyi ki hastalandım” diyecek hale gelir.
* Hikmet: Hastalık, gaflet uykusundan uyandıran bir “ikaz-ı İlahi” ve günahları döken bir “sabun”dur.
* Tesbit: Sağlık, insana “Ben hürüm, benim sahibim yok” dedirtip gaflete düşürebilirken; hastalık, “Sen acizsin, fani bir kulsun, bir Sahibin var” dedirtir ve acz yoluyla Hakk’a yaklaştırır.
* Tıpkı özetle:
> Hastalık senin hakkında bir sıhhattir. (Sağlıktır). Çünki ömür bir sermayedir, gidiyor. Meyvesi bulunmazsa zayi olur. Hem müddeti kısadır. Hastalık, senin o sermayeni büyük kârlarla meyvedar ediyor.
>
2. Musibet ve Belayı Rahmete Çevirmek

İnsan belayı “kahır” zanneder. Risale-i Nur ise musibetin, “Kaderin tenkidi” (kaderi eleştirmek) olmadığını, bilakis insanın manen terakki etmesi için bir kamçı olduğunu isbat eder.
* Diken ve Gül: Gülün hatırı için dikene katlanılmaz; “dikeni de güzeldir” diyebilme seviyesine çıkarır. Çünkü o diken, “Celal” isminin tecellisidir, gül ise “Cemal” isminin. İkisi de aynı elden (Kudret’ten) gelmektedir.
* Sabır Kuvveti: Risale-i Nur, sabrı “geçmiş ve geleceğe dağıtmadan”, o anki sıkıntıya odaklarsan, her musibete yetecek bir sabır kuvvetinin insanda var olduğunu öğretir.

3. Ölümü “Terhis Tezkeresi” Görmek (En Büyük İnkılap)
Dünya ehli için ölüm; bir idam, yok oluş, karanlık bir kuyu ve ayrılıktır. Risale-i Nur gözlüğüyle bakıldığında ise ölümün çehresi tamamen değişir.
* Hikmet: Ölüm, zindandan bostana çıkmaktır. Zahmetli dünya vazifesinden bir paydos ve **”terhis tezkeresi”**dir. Dostlara (visal) kavuşmaktır.
* Yoklukta Varlığı Görmek: Bir tohumun toprak altında çürümesi (yok olması), zahiren ölümdür ama hakikatte sümbül vermenin (yeni bir hayatın) başlangıcıdır. İnsan da kabirde çürür ama ebedi bir saadetin sümbülünü vermek için o kapıdan geçer.
* Ozetle:
> Mevt (ölüm), ehl-i iman için bir terhistir; tebdil-i mekândır (mekân değiştirmektir); saadet-i ebediye tarafına, vatan-ı aslîlerine bir sevkiyattır. Yüzde doksan dokuz ahbabın mecmaı (toplanma yeri) olan âlem-i berzaha bir visal (kavuşma) kapısıdır.
>
4. Açlık ve “Cû” (Açlık) ile Gelen Marifet

“Açlıktan Allah’ın Cû isminin tecellisini yansıtıyor” ifadesi, Barla Lahikası,Ramazan Risalesi ve İktisat Risalesindeki çok ince bir sırra işaret eder.
* Rezzâk’ı Tanımak: Tok olan insan, “Rızık benimdir, ben kazandım” diyebilir. Fakat açlık (Cû), nefsin firavunluğunu kırar. “Ben acizim, bir lokma ekmeğe muhtacım” dedirtir.
* Kuru Ekmeğin Lezzeti: Açlık vasıtasıyla, en kuru bir ekmek parçası, baklava lezzetinde bir nimet olur. İnsan o açlık aynasında, Allah’ın “Rezzâk” ve “Mun’im” (Nimet veren) isimlerini en parlak şekilde okur. Açlık, nimetin kadrini bildiren en büyük muallimdir.

5. İman: Kâinatı Okuyan Gözlük

Risale-i Nur’un mesleği özetle şudur: “Güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen hayatından lezzet alır.”
* Felsefe Gözlüğü: Kâinatı bir tesadüf yumağı, ölümü bir yok oluş, musibeti bir haksızlık, insanı sahipsiz bir yetim olarak gösterir (Bakış açısı bozukluğu).
* İman ve Risale-i Nur Gözlüğü: Kâinatı bir mescit, ölümü bir terhis, musibeti bir imtihan, insanı Allah’ın aziz bir misafiri olarak gösterir.
Zahiren aynı dünyada yaşarlar ama biri cehennem azabı çeker (iç dünyasında), diğeri cennet lezzeti alır. Çünkü “Her şeyin içine melekût (iç yüzü) cihetinde rahmet-i İlahiye girmiştir.” Çirkinlik, sadece bizim yüzeysel nazarımızdadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSLAM VE İNSAN MODELİ- 2 –

Risale-i Nur’un teklif ettiği “İslam ve İnsan Modeli”nin, mezkûr dört esas (Usul, Metod, Model, Tarz) üzerine nasıl bina edildiğini, Kur’an-ı Kerim’in nurları ve kelimelerin müradifleri (eş anlamlıları) ile birlikte geniş ve detaylı bir surette izah etmeye çalışalım:

GİRİZGÂH: ASLA SADAKAT VE TECESSÜD

Dinin yüksek hâdimleri (müceddidler) “mübtedi’ değil, müttebi’dirler.” Yâni, esastan ve ahkâm-ı diniyeden bir şey ihdas etmez, yeni bir hüküm getirmezler. Onların vazifesi, “dinin hakikat ve asliyetini izhar” ve “yeni îzah tarzlarıyle zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle… îfa-yı vazife” etmektir.
Risale-i Nur, tam da bu noktada, Kur’an’ın bu asra bakan bir tefsir-i manevîsi olarak, İslam’ın ezelî ve ebedî “modelini” ortaya koyarken, o modele ulaşmak için bu asrın idrakine hitap eden bir “usul”, bir “metod” ve bir “tarz” takip eder.

1. USUL (Esas, Prensip, Kaide)

İzahı: Usul, bir şeyin temeli, kökü, asla dayanan ana prensibidir. Metod ve tarzın üzerine bina edildiği, değişmez esastır.
Bediüzzaman Hazretleri’nin “kendisine mahsus bir usul-ü tedris icad” etmesi, dinin esasatını (usulünü) değiştirmek değil, o esasatı “asrın fehmine uygun” ispat etmektir. Bu usulün temeli, “Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir” hakikati mucibince, “ulûm-u diniye esas olmalıdır” prensibidir.
Risale-i Nur’un usulü, imanı taklitten tahkike çıkarmaktır. Usuldeki bu sağlamlık, “eski zamanda medrese usulü ile onbeş senede elde edilebilen imanî ve İslâmî netice bu zamanda, Risale-i Nur’la onbeş haftada elde” edilmesine vesile olur.
Müradifleri: Esas, Prensip, Kaide, Asl, Temel, Rükün, Dayanak.
Ayet İktibası (Usul’ün Değişmezliği):
Usul, Allah’ın fıtrata yerleştirdiği ve din ile izhar ettiği değişmez hakikattir. Kur’an-ı Kerim, bu temel usule (asla) sadakati şöyle emreder:
${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$
“Artık sen yüzünü, hakka yönelen bir kimse olarak dine çevir. Allah’ın insanları üzerinde yarattığı fıtrata sımsıkı tutun. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (1Rum 30/30)

2. METOD (Yöntem, İkna ve İsbat Yolu)

İzahı: Metod, usule sadık kalarak hedefe ulaşmak için takip edilen yol, yöntem ve tatbikat sistemidir.
Bu asırda “dinsizliğin hükümferma olduğu” ve “ecnebi parmağıyla idare edilen zındıka komitelerinin” , “sinsî metodlar” takip ettiği bir dönemde, Risale-i Nur bunlara mukabil “müsbet bir metod” takip etmiştir.
Bu metod; “Yirminci Asrın ilim ve fen seviyesine uygun” olarak, aklı ve kalbi birlikte tatmin eden “ikna ve isbat yoluyla” gitmektir. Bu, “teferruata dalmamak” ve “zihni, teferruatla dağıtmamak” suretiyle doğrudan hakaik-i imaniyeye odaklanan bir metoddur. Bu, “müspet bir tarzda mücadele” metodudur.
Müradifleri: Yöntem, Yol, Tarîk, Üslûb-u beyan, İkna usulü, Vasıta.
Ayet İktibası (İlâhî Metod):
Risale-i Nur’un “ikna ve isbat” metodu, Kur’an’ın tebliğde emrettiği İlâhî metoda tam muvafıktır:
${اُدْعُ اِلٰى سَب۪يلِ رَبِّكَ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ وَجَادِلْهُمْ بِالَّت۪ي هِيَ اَحْسَنُۜ اِنَّ رَبَّكَ هُوَ اَعْلَمُ بِمَنْ ضَلَّ عَنْ سَب۪يلِه۪ وَهُوَ اَعْلَمُ بِالْمُهْتَد۪ينَ}$
“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır ve onlarla en güzel bir şekilde mücadele et. Şüphesiz senin Rabbin, kendi yolundan sapanları en iyi bilendir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilendir.” (Nahl 16/125)
Buradaki “hikmet” (isbat) ve “mev’ize-i hasene” (ikna), Risale-i Nur metodunun temelini teşkil eder.

3. MODEL (Nümune, Kalıp, Örnek)

İzahı: Model, hem kâinatın hem de insanın yaratılışındaki İlâhî plan, program ve nümunedir. Kaderin ilmî bir kalıbıdır.
Sâni’-i Hakîm’in “herbir asrı bir model yaparak” taze bir âlemi ona giydirmesi; Kader’in “herşeyin manevî ve mahsus kalıbı hükmünde bir mikdar tayin” etmesi ve o “model hükmüne” geçmesi; ve de “ilminde herşeyin plânı, modeli, fihristesi ve proğramı taayyün” etmesi, modelin yaratılıştaki yerini gösterir.
Bu bahsin zirvesi, “İnsan Modeli”dir:
• İnsan, Esma’ya Modeldir: İnsan, Sâni’-i Zülcelâl’in “esma-i hüsnanın nukuşunu göstermek için” modellik vazifesi gören bir “ayna”dır. Hayatın başına gelen musibet ve elemler, bu modelliğin icabıdır; “vücud gömleğini esma-i hüsnanın nakışlarını göstermek için çok hâlât içinde çevirir, çok vaziyetlerde değiştirir.”
• İnsan, Teceddüd Eden Modeldir: insanın ömrünün saatleri adedince “birer ferd-i âher şeklini giyer” denilerek, insanın sabit değil, “teceddüd” eden (yenilenen) dinamik bir model olduğu ve bu sebeple “her zaman tecdid-i imana muhtaç” olduğu belirtilir.
• İnsanın Modeli (Örneği): Bu insan modelinin zirvesi ve mükemmel numunesi gösterilir: “İşte böyle bir zâtın (Hz. Muhammed A.S.M.) ef’al, ahval, akval ve harekâtının herbirisi, nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyıktır.”
Müradifleri: Nümune, Misal, Kalıp, Örnek, Plan, Program, Mikyas, Suret-i asliye.
Ayet İktibasları (Model Olarak İnsan ve Peygamber):
Kur’an-ı Kerim, hem insanın yaratılış modelinin mükemmelliğine hem de takip edilmesi gereken beşerî modele işaret eder:
• İnsanın Yaratılış Modeli (Ahsen-i Takvim):
${لَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ ف۪ٓي اَحْسَنِ تَقْو۪يمٍۘ}$
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn 95/4)
• Takip Edilecek İnsan Modeli (Üsve-i Hasene):
${لَقَدْ كَانَ لَكُمْ ف۪ي رَسُولِ اللّٰهِ اُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُوا اللّٰهَ وَالْيَوْمَ الْاٰخِرَ وَذَكَرَ اللّٰهَ كَث۪يراًۜ}$
“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb 33/21)

4. TARZ (Üslûp, Edâ, Suret-i İcra)

İzahı: Tarz, bir işin yapılışındaki üslûp, edâ ve biçimdir. Usul ve metoda ruh ve karakter veren, onu diğerlerinden ayıran has bir keyfiyettir.
“tarz” kelimesinin kullanımı, hem Hâlık’ın icraatındaki hem de mahlûkatın ve dinin tatbikatındaki hususiyeti gösterir:
• Yaratılıştaki Tarz: “Cenâb-ı Hakkın yaratış tarzı”; “Hergün ayrı bir tarzda tecdid”; her mahlûka verilen “tesbih ve ibadet tarzı” ve her şeye “münasip bir tarz-ı muntazam” verilmesi, O’nun Sâni’ isminin tecellisidir.
• Dindeki Tarz: “Dinin tarzı ise: Din bir imtihandır… Akla kapı açacak, ihtiyarı elinden almayacak” suretinde tarif edilir. Bu, Risale-i Nur’un da temel hareket tarzıdır.
• İnsandaki Tarz: “Niyet gibi, tarz-ı nazar dahi âdeti ibadete çevirir” denilerek, bakış açısındaki tarzın, mahiyeti değiştirdiği vurgulanır. Allah’ı sevmenin yolu, “Allah’ın sevdiği tarzı yapmak” yani Sünnet-i Seniyye’ye (Peygamberin tarzına) benzemektir.
• Risale-i Nur’un Tarzı: Risale-i Nur’un bu asra has tarzını netleştirir. Bu tarz, “korku ve dehşet vermek tarzını tâkip etmiyor.” Bilakis, “Gayr-i meşru bir lezzetin içinde, yüz elemi gösterip hissi mağlûp ediyor.” Bu, aklı ve ruhu hissiyatın tasallutundan kurtaran aklî ve şefkatli bir tarzdır.
Müradifleri: Üslûp, Edâ, Suret, Biçim, Tavır, Nevi, Keyfiyet-i icra.

Ayet İktibası (Allah’ın İcraat Tarzı – Sünnetullah):

Cenâb-ı Hakk’ın kâinattaki ve hadiselerdeki icraat tarzı (Sünnetullah) şaşmaz bir nizam içindedir. Bu O’nun tarzıdır.
${اِسْتِكْبَاراً فِي الْاَرْضِ وَمَكْرَ السَّيِّئِۜ وَلَا يَح۪يقُ الْمَكْرُ السَّيِّئُ اِلَّا بِاَهْلِه۪ۜ فَهَلْ يَنْظُرُونَ اِلَّا سُنَّتَ الْاَوَّل۪ينَۚ فَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَبْد۪يلاًۙ وَلَنْ تَجِدَ لِسُنَّتِ اللّٰهِ تَحْو۪يلاً}$
“Yeryüzünde büyüklük taslamak ve kötü tuzak kurmak için (böyle davranıyorlardı). Oysa kötü tuzak, ancak sahibine dolanır. Onlar öncekilerin kanunundan (sünnetinden) başkasını mı bekliyorlar? Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir değişme bulamazsın. Allah’ın kanununda (sünnetinde) asla bir sapma da bulamazsın.” (Fâtır 35/43)

NETİCE

Risale-i Nur;
• Usul olarak, Kur’an ve Sünnet’in “asl”ına ve “fıtrat”a (Rum 30/30) sadık kalır.
• Metod olarak, bu asrın aklına ve fennine karşı “hikmet” ve “güzel öğüt” (Nahl 16/125) ile “ikna ve isbatı” esas alır.
• Model olarak, “ahsen-i takvim”de (Tîn 95/4) yaratılan insanın, Esma-i Hüsna’ya ayinedarlık vazifesini ve bu modelin en mükemmeli olan “üsve-i hasene”yi (Ahzâb 33/21) hedefler.
• Tarz olarak, “ihtiyarı elinden almayan”, şefkatli, müspet ve hissiyatı akla mağlup ettiren bir üslûbu benimser.
Böylece Risale-i Nur, İslam’ın ve o dinin tezahürü olan kâmil insanın modelini, bu zamanın ihtiyacına en muvafık usul, metod ve tarz ile takdim ederek iman-ı tahkikî dersini vermektedir.

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-islam-ve-insan-modeli/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025




RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

RİSALE-İ NUR’DA İSBAT VE TESBİT- 2 –

Bediüzzaman Hazretleri’nin mesleği, asrın idrakine uygun olarak “isbatiyecilik” (pozitivizm) üzerine bina edilmiştir. O, menfi (negatif) hareket yerine müsbet (pozitif) hareketi, yani inkâr ve reddiye yerine isbat ve ikna etmeyi esas almıştır. Bu metod, hususan Tevhid akidesinde, iki merhalede kendini göstermektedir: İsbat (Proof) ve Tesbit (Establishment/Fixation).
Konunun Müradifleri (İlgili Istılahlar)
Bu iki temel kavramı daha iyi anlamak için etraflarındaki manaları ihata eden müradiflerine ve alâkalı diğer ıstılahlara nazar etmek faydalı olacaktır:
• İsbat Müradifleri: Bürhan (kesin delil), hüccet (susturucu delil), delil (yol gösteren), tebeyyün (açığa çıkma), izhar (gösterme), ikame (yerleştirme, delil getirme), tahkik (gerçeği ortaya çıkarma).
• Tesbit Müradifleri: Takrir (yerleştirme), te’kid (pekiştirme), teyid (destekleme), temkin (sağlamlaştırma), tarsin (muhkem kılma), ilka (kalbe bırakma), tebyin (açıklayarak sabitleme), resm (iz bırakma, nakşetme).

Birinci Merhale: İSBAT (Delil ve Bürhan ile Hakikati Gösterme)

İsbat, bir hakikatin varlığını, doğruluğunu ve hakkaniyetini şüpheye mahal bırakmayacak surette, aklî ve naklî delillerle ortaya koymaktır. Risale-i Nur bu isbatı iki cihetle yapar:

1. Nefyin ve Küfrün İmkânsızlığını Göstererek İsbat

Bediüzzaman Hazretleri, “İki kere iki dört eder” kat’iyetinde, evvela muhatabı olan ehl-i dalalet ve küfre, tuttukları yolun (küfrün) mahiyetini gösterir. Küfrün, sadece bir kabul etmeme (adem-i kabul) değil, kâinatın bütün mevcudatını tahkir eden, onların kıymetini hiçe indiren ve nihayetsiz bir zulmet (karanlık) olduğunu isbat eder.
İnkâr ve nefyin isbatı gayet müşkildir. Çünkü inkâr eden, bütün kâinatı ve zamanı taramak mecburiyetindedir.
“İsbat eden, yalnız onun yerini veyahut bazı meyvelerini göstermekle kolayca davasını isbat eder. İnkâr eden adam, nefyini isbat etmek için Küre-i Arzı bütün görmek ve göstermekle davasını isbat edebilir.”
Bu nokta, Kur’an-ı Kerim’in ehl-i inkârdan daima “bürhan” (kesin delil) talep etmesiyle tam bir mutabakat içindedir.
“Ve dediler ki: ‘Yahudilerle hıristiyanlardan başkası cennete giremez.’ Bu, onların kuruntularıdır. De ki: ‘Eğer doğru söyleyenler iseniz (bu iddianıza) delilinizi (burhanınızı) getirin.'” (Bakara, 2/111)
Allah’ın varlığının zıddı olan “yokluk” (adem), isbat edilebilir bir hakikat değildir.
“Nefs-ül emirde nefiy isbat edilmez. Çünki ihata lâzımdır.”
“Nefy-i nefy, isbattır. Yani: Yok, yok ise; o vardır. Yok, yok olsa; var olur.”

2. Vücudun ve Vahdetin Lüzumunu Göstererek İsbat

İsbatın ikinci ve en mühim ciheti, eserden müessire (sanattan sanatkâra) gitmektir. Risale-i Nur, en küçük bir zerreden (cüz’î) en büyük sistemlere (küllî) kadar her bir sanat eserinin üzerindeki “mührü” okutturur. Her bir varlığın, bir Yaratıcı’nın varlığına ve birliğine (Vücud ve Vahdet) nasıl delalet ettiğini müdellel (delilli) bir surette isbat eder.
Bu metot pozitivizm asrının aklî bürhan talebine tam cevap verir:
“Cüz’înin isbatıyla küllî de isbat edilmiş olur.”
“Bütün hayatının gayesi, Vâcib-ül Vücud’un vücuduna ve vahdetine ve sıfâtına ve esmasına delalet ve şehadet ve o Vâcib-ül Vücud’u isbat ve ilân ve i’lam etmektir.”
Kur’an-ı Kerim de kâinattaki bu nizamı ve sanatı, aklı kullanarak tefekküre ve isbata davet eder:
“O ki, birbiriyle âhenktâr yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk, 67/3-4)
Yine, Tevhid’in isbatı ve şirkin nefyedilmesi hususunda Kur’an, en kat’î aklî delili (bürhan-ı temanu’) sunar:
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
İşte Risale-i Nur, bu ayetlerin tefsiri olarak, bütün ahkâm-ı imaniyeyi (imanî hükümleri) akla isbat etmiştir.

İkinci Merhale: TESBİT (Takrir ve Temkin ile Hakikati Sabitleme)

İsbat bir hakikati göstermek ise, Tesbit o hakikati akılda, kalpte ve ruhta sabit kılmak, perçinlemek ve hayatın bir gayesi haline getirmektir.
İsbat, küfürden imana getirmek içindir; Tesbit ise imanda sebat ettirmek, mütehayyir (şaşkın) bırakmamak ve hakikata giden yollar içinde “en müstakimi, en hatarsızı ve en kısa yolu” göstermek içindir.
Bu, İmam-ı Gazalî’nin ve İmam-ı Rabbanî’nin aradığı, ancak Bediüzzaman Hazretleri’nin bu asırda “Tesbit, Teşhis, Ta’yin, Takdir, Tahsis, Tavzih ve Tafsil” ederek muvaffak olduğu bir mertebedir. Bu merhalede “iman hakiki iman olarak tesbit edilmiş, imanda marifet, muhabbet ve cennet gösterilmiştir.”
Bu tesbit fiili, Kur’anî bir metottur. Cenab-ı Hak, müminlerin kalplerini sabit kılmak (tesbit etmek) için delillerini ve ayetlerini indirir.
“Allah, iman edenleri hem dünya hayatında hem de âhirette o sâbit sözle (tevhid kelimesi ile) tesbit eder (sabit kılar); zâlimleri ise saptırır. Allah dilediğini yapar.” (İbrâhîm, 14/27)
Peygamberlerin kıssalarının anlatılmasının hikmeti de bu “tesbit”tir:
“(Ey Muhammed!) Peygamberlerin haberlerinden, senin kalbini (onlarla) tesbit edip pekiştireceğimiz her şeyi sana anlatıyoruz. Bunda sana hak, müminlere de bir öğüt ve bir uyarı gelmiştir.” (Hûd, 11/120)
Kur’an-ı Kerim bu tesbiti, cüz’î hadiselerden küllî kaidelere (Esma-i Hüsna’ya) intikal ederek yapar:
“Kur’an-ı Hakîm kâh olur cüz’î bazı maksadları zikreder. Sonra o cüz’iyat vasıtasıyla küllî makamlara zihinleri sevketmek için, o cüz’î maksadı, bir kaide-i külliye hükmünde olan esma-i hüsna ile takrir ederek tesbit eder, tahkik edip isbat eder.”
Tekrar, İbadet ve Tefekkür Yoluyla Tesbit
Hakikatlerin zihinlerde ve kalplerde tesbiti için “tekrar” lüzumludur. Tıpkı bir müessisenin (kurumun) nizamnamelerinin tekrar edilerek yerleştirilmesi gibi.
“Müessise, tesbit etmek için tekrar lâzımdır.”
“Kur’an pek büyük mes’elelerden bahseder… Binaenaleyh o mesailin, o ince hakaikın, kalblerde, efkârda tesbit ve takriri için suver-i muhtelifede türlü türlü üslûblarla tekrara ihtiyaç vardır.”
Kur’an-ı Kerim de bu tekrarın gayesinin “öğüt” (zikra) ve “tesbit” olduğunu beyan eder:
“Sen yine de öğüt ver. Çünkü öğüt müminlere fayda verir.” (Zâriyât, 51/55)
İbadetler ve hassaten namaz, bu tesbitin amelî cihetidir. İman ile isbat edilen hakikatler, ibadet ile ruhta ve hayatta tesbit edilir:
“Namaz, kalblerde azamet-i İlahiyeyi tesbit ve idame… için yegâne İlahî bir vesiledir.”
“Cenab-ı Hakk’ın emirlerine ve nehiylerine itaat ve inkıyadı tesis ve temin etmek için, Sâniin azametini zihinlerde tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Bu tesbit de ancak akaid ile, yani ahkâm-ı imaniyenin tecellisiyle olur. İmanî hükümlerin takviye ve inkişaf ettirilmesi, ancak tekrar ile teceddüd eden ibadetle olur.”

Netice
Hülasa olarak, sizin de tahlil ettiğiniz gibi, Risale-i Nur mesleği iki kanatlıdır:
• İsbat Kanadı: Aklı muhatap alır. Küfrün imkânsızlığını ve Tevhid’in lüzumunu aklî delillerle (kâinattaki mühürleri okutarak) isbat eder. Bu, “pozitivizm” asrının bürhan talebine ve “aklî” hüküm arayışına tam bir cevaptır.
• Tesbit Kanadı: Kalbi ve ruhu muhatap alır. İsbat edilen hakikatleri, tekrar, tefekkür ve ibadet yoluyla ruha nakşeder. İmanı, “hakiki iman” mertebesine çıkarır; marifet ve muhabbetullahı netice verir.
Gelecekte (istikbalde) hükmedecek olan, işte bu metottur:
“Akıl ve ilim ve fen hükmettiği istikbalde, elbette bürhan-ı aklîye istinad eden ve bütün hükümlerini akla tesbit ettiren Kur’an hükmedecek.”

Bakınız:

https://tesbitler.com/2015/01/01/risale-i-nurda-isbat-ve-tesbit/

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
13/11/2025