A H İ R E T A H V A L İ – HÜLASASI

A   H   İ   R   E   T     A   H   V   A   L   İ – HÜLASASI –

 

 

Ahiret Ahvali” başlıklı bitirme tezinin önemli noktalarını ihtiva eden bir hülasası aşağıdadır:

Giriş ve Önsöz:

  • Eser, Allah’a hamd ve Resulullah’a (SAV) salat ile başlamaktadır.
  • Kur’an-ı Kerim’in dört temel esasından (Tevhid, Nübüvvet, Ahiret, Muamelat) birinin Ahiret olduğu vurgulanmaktadır1.
  • Ahiret inancının, başta Kur’an ve Sünnet olmak üzere sem’î delillere dayandığı, 124 bin peygamberin ittifakıyla sabit olduğu belirtilmektedir.
  • Ahiret hayatı, dünya hayatından sonra ölümle başlayıp kabir, berzah, haşir, hesap, mizan, sırat gibi merhalelerden geçerek cennet veya cehennemle neticelenen ebedî hayat olarak tarif edilmektedir.
  • Ahiret imanının, mü’minlere saadet ve musibetlere karşı metanet verdiği, inanmayanların ise her an yokluğa gittiklerini düşünerek elem içinde oldukları ifade edilmektedir.
  1. Ahiretin İsbatı:
  • Aklî ve Mantıkî Deliller:
    • İnsanın yaratılışındaki gaye ve kâinattaki nizam, adaletin tecellisi için bir ahiret hayatını zorunlu kılar. Zulmün cezasız, iyiliğin mükâfatsız kalması Allah’ın hikmet ve rahmetine aykırıdır.
    • İlk yaratılışın (Neş’e-i Üla), ikinci yaratılıştan (Neş’e-i Uhra) daha zor olduğu, ilkini yapanın ikinciyi daha kolay yapacağı belirtilir. Dağılmış bir ordunun toplanması misali verilir.
    • İnsanın bedeninin temelini oluşturan “Acb-uz Zeneb” üzerine yeniden inşa edileceği ifade edilir.
    • Kâinattaki her şeyin (çekirdekler, yıldızlar, bahar, uyanış) ölümden sonra dirilişin misalleri ve şahitleri olduğu vurgulanır.
    • İnsanın fıtratındaki ebediyet arzusu, bu dünyanın fâniliğinin bu arzuya cevap verememesi, ahiretin varlığına işaret eder.
  • Naklî Deliller:
    • Peygamberlerin İcmaı: Bütün peygamberler, Allah’ın varlığından sonra en önemli esas olarak ahiretin varlığını ittifakla haber vermişlerdir. Hz. Muhammed’in (SAV) “Asıl hayat ahiret hayatıdır” sözü nakledilir.
    • Kur’an Açısından: Kur’an’ın dörtte birinin ahiret konularına ayrıldığı belirtilir. Ahiretin varlığını, yeniden dirilişi (haşri) kesin olarak bildiren ayetler zikredilir. Müşriklerin itirazları ve onlara verilen cevaplar (çürümüş kemik misali) anlatılır. Ahirete inanmayanların dalalette olduğu ayetle desteklenir.
    • İmanın Rükünleriyle Münasebeti: Ahiret imanı, imanın altı rüknünden biridir ve diğer rükünlerle sıkı bir bağlantısı vardır. Allah’a iman, O’nun adalet, rahmet, hikmet gibi sıfatları ahireti gerektirir. Meleklere iman (onların gayb alemlerine şahitliği) ve Kadere iman (her şeyin kaydedilmesinin bir hesabı gerektirmesi) ahireti isbat eder.
  • Ahiret İmanının Faydaları:
    • Ruhî teselli sağlar, ölüm korkusunu hafifletir, ayrılıkları ebedi visale dönüştürür.
    • Hayata ve ilişkilere anlam katar, ahlakı güzelleştirir (hesap verme şuuruyla).
    • Toplumun farklı kesimleri (çocuklar, yaşlılar, gençler) için teselli, ümit ve ahlaki denge kaynağıdır.
  1. Hayat ve Ölüm:
  • Hayat:
    • Kâinatın en önemli gayesi, neticesi, nuru, mayesi, hülasası, meyvesi olarak tarif edilir. Allah’ın varlığına ve birliğine en parlak delildir. Pek çok Esma-i Hüsna’nın tecelligahıdır. Kâinatı temizleyen, nurlandıran bir makinedir. Doğrudan Allah’ın kudret elinden çıktığı için vasıtasızdır. Amacı ebedi hayata hazırlanmak ve Allah’a şükür, ibadet ve muhabbettir.
    • Hayatın diğer iman esaslarıyla (Allah, Melekler, Kitaplar, Peygamberler, Kader) bağlantısı izah edilir.
    • Hayatın mahluk olduğu Kur’an ayetiyle (Mülk, 2) isbat edilir.
    • Canlıların (arı misali) cansızlardan (dağ misali) üstünlüğü hayat sırrıyla açıklanır.
    • Hayatın beş tabakası (insan, Hızır-İlyas, İdris-İsa, Şehitler, Kabir ehli) anlatılır.
  • Ölüm:
    • Yokluk değil, bir mekân değişikliği, vazifeden terhis, ebedî hayata geçiş, sevgiliye kavuşma olarak tanımlanır.
    • Hem hayat gibi mahluktur hem de intizamlı bir sanat eseridir (çekirdeğin ölümü misali).
    • İçtimaî hayatta en büyük nasihatçi ve düzenleyici roldedir (hesap şuuru verir).
    • Hatırlanması teşvik edilir, ölümü sık anmanın faydaları hadislerle belirtilir. Ölümden gafletin büyük bir musibet olduğu vurgulanır.
  1. Kabir:
  • Ahiret menzillerinin ilki, dünya ile ahiret arasında bir kapıdır.
  • Kabir Suali: Münker ve Nekir meleklerinin Rab, din, peygamber hakkındaki suali haktır. Mü’min cevap verir, kâfir veremez. Keyfiyeti (ruhun cesede iadesi) ve istisnaları (peygamberler, çocuklar, şehitler) açıklanır.
  • Kabir Azabı: Kâfirler ve bazı günahkâr mü’minler için azap, itaatkârlar için nimetlenme haktır. Kabir ya cennet bahçesi ya cehennem çukurudur. Azabın hak olduğuna dair ayetler ve hadisler zikredilir. Devamlı veya geçici olabilir. Salih ameller azabı engelleyebilir. Kabir ehlinin halleri (namaz, ziyaret vs.) anlatılır.
  1. Berzah Alemi:
  • Ölümle kıyamet arasındaki âlemdir. İki şey arasındaki engel manasındadır. Kur’an’daki tatlı ve tuzlu sular arasındaki berzah misali (Furkan 53, Rahman 19-20) açıklanır. Bu misalin coğrafî (Cebelitarık, nehir ağızları), manevî (iman-küfür, havf-reca) ve ilmî (Kaptan Kusto’nun tesbiti) yönleri ele alınır .
  • Berzah, varlıklar ve alemler arasındaki ayrım ve geçişi sağlayan umumi bir kanundur. Alem-i Misal, ruh ile şehadet alemi arasında bir berzahtır.
  1. Kıyamet:
  • Fâni dünyanın bâki bir surete girmek üzere yıkılmasıdır. Aklen, naklen ve ilmen sabittir.
  • Alametleri: Büyük (Duhan, Deccal, Dabbetü’l-arz, Güneşin batıdan doğması, Hz. İsa’nın nüzulü, Ye’cüc-Me’cüc, Üç hasf, Ateşin çıkması) ve küçük (ilmin kalkması, cehaletin artması, zinanın yayılması vs.)  alametler sayılır ve bazıları tefsir edilir (Deccal, Süfyan, Mehdi, Dabbetü’l-arz, Ye’cüc-Me’cüc). “Allah Allah diyen kalmayacak” hadisinin tevili yapılır.
  • Kopması: Kur’an’da dehşeti tasvir edilir (zelzele, dağların yürümesi, denizlerin kaynaması, insanların sarhoş gibi olması). Arz ve semanın tebdili (değiştirilmesi) anlatılır.
  • Sur: İsrafil’in (AS) üfleyeceği borudur. İki veya üç nefhadan bahsedilir (Feza’/Saik- korku/ölüm; Kıyam- diriliş). Keyfiyeti ve dehşeti hadislerle anlatılır.
  1. Haşir:
  • Öldükten sonra hesap için tekrar diriltilip toplanmadır.
  • İsbatı: Aklen ve naklen isbatı tekrar vurgulanır (ilk yaratılış, bahar misali, adalet gereği) .
  • Dünyevi Haşirler: Her baharda yüzbinlerce türün diriltilmesi, gece-gündüz değişimi gibi misallerle haşrin numunelerinin sürekli yaşandığı belirtilir.
  • Keyfiyeti: İnsanların bizzat kendi bedenleriyle (aynen) diriltileceği vurgulanır. Bedenin dağılan parçalarının (Acb-uz Zeneb esas alınarak) toplanıp iade edileceği, başkasını yiyen insanın durumu gibi itirazlara cevap verilir. Haşrin Allah’ın kudretiyle bir anda (“Kün feyekün”) gerçekleşeceği ifade edilir. Cismani haşrin hikmeti (cismin de nimet ve azaba muhatap olması, Esma tecellilerine en geniş ayna olması) açıklanır. İnsanların çıplak, yalınayak, sünnetsiz haşrolacağı, dehşetten kimsenin kimseye bakamayacağı hadislerle belirtilir. Haşir meydanının yeri ve keyfiyeti hakkında izahlar yapılır.
  1. Mizan:
  • Amellerin tartılacağı ilahi adalet terazisidir. Kur’an’da (A’raf 8-9, Enbiya 47) zikredilmiştir.
  • Hikmeti, ilahi adaleti izhar etmek ve kullara amellerinin karşılığını göstermektir.
  • Keyfiyeti tam bilinmemekle birlikte, iki kefeli olduğu, nur ve zulmetten veya amellerin yazıldığı defterlerin tartılacağı rivayet edilir. İhlasla yapılan küçük amellerin (Kelime-i Tevhid misali) ağır basabileceği hadisle anlatılır.
  • Mu’tezile’nin inkârı ve Ehl-i Sünnet’in cevapları zikredilir.
  1. Muaheze (Hesaplaşma):
  • İnsanın ömründen, gençliğinden, malından, ilminden ve bütün azalarının yaptıklarından hesaba çekilmesidir. Azaların şahitlik edeceği ayetle (Yasin 65) belirtilir. Dehşetinden kişinin en yakınlarından kaçacağı (Abese 34-36) ifade edilir.
  1. Şefaat:
  • Allah’ın izniyle, başta Peygamberimiz (SAV) olmak üzere peygamberlerin, âlimlerin, şehitlerin ve salihlerin günahkâr mü’minler için bağışlanma dilemesidir. Rahmetin tecellisidir.
  • Mu’tezile’nin büyük günah işleyenler için şefaati inkârı ve Ehl-i Sünnet’in delillerle isbatı anlatılır.
  • Şefaatin kısımları (mahşerde genel rahatlama, hesapsız cennete girme, cehennemden kurtulma, cehennemden çıkma, cennette derece yükselmesi) belirtilir.
  • Kimlerin şefaat edeceği ve kimlere (şirk koşanlar hariç) edileceği hadislerle açıklanır.
  1. Sırat:
  • Cehennem üzerine kurulmuş, kıldan ince, kılıçtan keskin köprüdür. Dünyadaki istikamet üzere yaşamanın ahiretteki yansımasıdır89. Varlığı Kur’an (Meryem 71-72) ve Sünnetle sabittir.
  • Geçişin amellere göre farklı hızlarda (şimşek, rüzgâr, at koşusu, yaya…) olacağı, üzerinde sorgu durakları (iman, namaz, zekât vs.) bulunduğu rivayet edilir. Dehşetli bir geçiş olduğu vurgulanır.
  1. Cennet:
  • Mükafat ve ebedi saadet yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Tabakaları (Adn, Firdevs, Naim vs.) ve dereceleri vardır.
  • Nimetleri: Akla hayale gelmez, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği güzellikler. Ağaçları, meyveleri, köşkleri, hurileri, hizmetçileri, elbiseleri, yiyecek ve içecekleri (Kevser dahil), kuşları, binekleri vs. hadislerle tasvir edilir. En büyük nimeti Allah’ı görmek (Rü’yetullah) ve O’nun rızasıdır (Rıdvan). Cennet ehlinin vasıfları (yaşları, temizlikleri vs.) anlatılır.
  • Rü’yetullah: Ehl-i Sünnet’e göre cennette mü’minlerin Allah’ı görmesi haktır ve en büyük nimettir. Aklen caiz, naklen sabittir. Keyfiyetsiz, cihetsiz, ihata etmeksizin gerçekleşecektir. Mu’tezile’nin inkârı ve delilleri çürütülür. Dünyada ve rüyada görme konuları da tartışılır.
  1. Cehennem:
  • Azap yurdudur. Yaratılmıştır ve şu an mevcuttur. Yedi tabakası (Cehennem, Leza, Hutame, Sair, Sakar, Cahim, Haviye) vardır.
  • Azabı: Küfür ve günahın derecesine göredir. Şiddeti ve çeşitleri ayet ve hadislerle tasvir edilir. Azap hem ruha hem bedenedir.
  • Yeri: Yerin altında (merkezinde) olduğu rivayet edilir. Bediüzzaman’ın Cehennem-i Suğra (yerin merkezi) ve Cehennem-i Kübra izahı nakledilir.
  • Ehli Küfür ve Âsi Mü’minler: Kâfirler cehennemde ebedi kalacaktır. Ebedi cezanın adalet ve hikmete uygunluğu izah edilir (sonsuz cinayete sonsuz ceza). Âsi mü’minler ise günahları kadar ceza çektikten sonra şefaatle veya Allah’ın rahmetiyle cennete gireceklerdir.
  1. Fetret Ehli:
  • Peygamber gönderilmeyen veya peygamberin davetinin ulaşmadığı dönemde yaşayanlardır. Teklifin ulaşmaması sebebiyle azaptan muaf oldukları (İmam Şafii ve Eş’ari görüşü) veya ahirette imtihan edilecekleri belirtilir. Kâfirlerin çocuklarının durumu ve Peygamberimizin (SAV) ebeveyninin durumu (necat ehli oldukları) da ele alınır. Günümüzdeki fetret benzeri durumlar ve mazlumların durumu hakkında Bediüzzaman’ın görüşleri aktarılır.

Sonuç:

  • Ahiret ahvali, imanın temel direklerinden olup, akıl ve nakille sabit, son derece önemli bir konudur.
  • Dünya hayatı bir gemi yolculuğu gibidir; kaptanı (Allah’ı) ve varış limanını (ahireti) bilmek huzur verirken, inkâr felakete sürükler.
  • Peygamberlerin ve alimlerin ittifakla haber verdiği ahiret gerçeği karşısında ihtiyatlı davranmak aklın gereğidir. Ebedi hayatı riske atmamak için dünyada hazırlık yapmak en akıllıca iştir.

Bu hülasa, tezin ana başlıklarını ve her bölümde sunulan temel argümanları, delilleri ve neticeleri özetlemeyi amaçlamaktadır.

 

NOT:

A   H   İ   R   E   T     A   H   V   A   L   İ

https://tesbitler.com/2015/01/01/a-h-i-r-e-t-a-h-v-a-l-i/

 




ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

ŞUALAR’DAN BÖLÜMLER VE İZAHLARI

 

Berâhin-i Tevhidiyeye dairdir

Dünyaya iman için gönderilen ve bütün kâinatta fikren seyahat eden ve herşeyden Hâlıkını soran ve her yerde Rabbini arayan ve hakkalyakîn derecesinde İlâhını vücub-u vücud noktasında bulan dünya misafiri, kendi aklına dedi ki:
“Gel, Vâcibü’l-Vücud Hâlıkımızın vahdet bürhanlarını temâşâ için yine beraber bir seyahate gideceğiz.”
Beraber gittiler. Birinci menzilde gördüler ki, kâinatı istilâ eden dört hakikat-i kudsiye, vahdeti bedahet derecesnde istilzam edip isterler.

* Birinci Hakikat, ulûhiyet-i mutlakadır.
Evet, nev-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması; ve sâir zîhayatın, belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması; ve kâinatta maddî ve mânevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri, bir mâbudiyet tarafından, hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları; ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhat-ı gaybiye ve tezahürat-ı mâneviyenin birtek İlâhın mâbudiyetini ilân etmeleri, elbette ve bedahetle bir ulûhiyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hükümferma olduğunu ispat ederler.
Madem böyle bir ulûhiyet hakikatı var, elbette iştirakı kabul edemez. Çünkü ulûhiyete, yani mâbudiyete karşı şükür ve ibadetle mukabele edenler, kâinat ağacının en nihayetlerinde bulunan zîşuur meyveleridir. Ve başkaların o zîşuurları memnun ve minnettar edip yüzlerini kendilerine çevirmesi ve görünmediğinden çabuk unutturulabilen hakikî mâbudlarını onlara unutturması, ulûhiyetin mahiyetine ve kudsî maksatlarına öyle bir zıddiyettir ki, hiçbir cihetle müsaade etmez. Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesi, bu cihettendir.

************

Giriş: Ulûhiyet-i Mutlaka Kavramı
İktibas edilen mebhasın merkezinde “Ulûhiyet-i Mutlaka” hakikati yer alır.
• Ulûhiyet: “İlâhlık” demektir. Bir varlığın İlâh olması, onun “Mâbud” (kendisine ibadet edilen) olmasını icab ettirir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, sınırsız ve mutlak demektir.
• Ulûhiyet-i Mutlaka: Hiçbir kayıt ve şarta bağlı olmayan, kâinatın her noktasında hükmü cari olan, kendisinden başka ibadete lâyık hiçbir varlığın bulunmadığı, yegâne ve mutlak Mâbudiyet makamıdır.
Metin, bu mutlak İlâhlığın varlığını dört büyük ve “kudsi” hakikat ile isbat eder. Bu dört hakikat, kâinatı bir ağ gibi kaplamıştır ve hepsi birden, şüpheye yer bırakmayacak bir derecede (bedahetle), bu Ulûhiyetin “Bir” (Vâhid) olmasını ister (istilzam eder).

Mebhasın Tahlili: Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Dört Delili
Metin, “Birinci Hakikat” olarak Ulûhiyet-i Mutlaka’nın tahakkukunu (gerçekleşmiş ve sabit olduğunu) isbat için dört cihan şümul (evrensel) delil sunar:
• Nev-i Beşerin Fıtrî İbadeti:
• İzahı: İnsanlık tarihi (beşerin her taifesi) incelendiğinde, dinsiz bir milletin dahi bulunamadığı görülür. İnsan, yapısı (fıtratı) itibarıyla bir “Mâbud” arar. Bu arayış, bazen hakiki Mâbud’u bulmakla (Tevhid), bazen de putlara, tabiat kuvvetlerine veya başka varlıklara tapmakla (Şirk) neticelense de, “ibadet etme ihtiyacı” fıtrîdir, doğuştandır. Bu cihan şümul fıtrî ihtiyaç, bir “Mâbud-u Mutlak”ın varlığına en büyük delildir.
• Müradifi: Fıtrat-ı selîme, vicdanın tasdiki.
• Sâir Zîhayat ve Cemâdâtın Fıtrî Hizmetleri:
• İzahı: Sadece insanlar değil, diğer canlılar (zîhayat) ve cansız varlıklar (cemâdât) dahi fıtrî hizmetleriyle bir nevi ibadet halindedir. Bir arının bal yapması, güneşin ışık vermesi, atomun nizamlı hareketi; bunların hepsi, kendilerine tayin edilen vazifeyi (hizmet-i fıtrîyye) harfiyen yerine getirmektir. Bu vazife şuuru, bir “Âmir”in (emir verenin) emrine itaati gösterir ki, bu da bir ibadet nevidir. Kâinattaki bu topyekûn itaat, o “Âmir-i Mutlak”ın Ulûhiyetini ilân eder.
• Müradifi: Tesbih, zikir, itaat, evâmir-i tekvîniyyeye (yaratılış emirlerine) inkıyâd.
• Maddî ve Mânevî Nimetlerin İbadete Daveti:
• İzahı: Kâinatta gördüğümüz ve görmediğimiz (maddî ve mânevî) bütün nimetler ve ihsanlar, bir “Mun’im”i (nimet vereni) gösterir. Nimet, karşılığında şükür ister. Şükür ise, ibadetin özüdür. Bize ikram edilen bir elma, göz nimeti, akıl ihsanı; her biri, o nimeti verene karşı minnettarlık (şükür) ve O’nu yüceltme (perestiş) hissini tahrik eder. Kâinatı dolduran bu sonsuz nimetler, o nimetleri veren “Mâbud-u Mutlak”a ibadet edilmesi için birer davetiyedir.
• Müradifi: Şükür, hamd, perestiş, minnettarlık, Mun’im-i Hakikî.
• Tereşşuhat-ı Gaybiye’nin (Vahiy ve İlham) Şehadeti:
• İzahı: Gayb âleminden gelen sızıntılar, tezahürler (tereşşuhat-ı gaybiye) olan vahiy (Peygamberlere gelen) ve ilham (Evliyalara ve hatta diğer varlıklara gelen), istisnasız bir şekilde “birtek İlâhın mâbudiyetini” ilân ederler. Bütün peygamberlerin ve mukaddes kitapların ittifakla “Allah Birdir” demesi, bu Ulûhiyet-i Mutlaka’nın Vahdetine (Birliğine) dair en kudsî ve sarsılmaz delildir.
• Müradifi: Vahiy, ilham, rüya-yı sâdıka, icma-ı enbiya (Peygamberlerin görüş birliği).
Ulûhiyetin Mahiyeti ve Şirkin Reddi (Metnin Kilit Noktası)
Metnin ikinci paragrafı, bu dört delille varlığı isbat edilen “Ulûhiyet-i Mutlaka”nın, neden “iştirakı” yani şirki (ortaklığı) asla kabul edemeyeceğini izah eder. Bu, Tevhid akidesinin mantıksal ve zarurî bir neticesidir.
• Zîşuur Meyveler (İnsan): İbadet ve şükürle mükellef olanlar, kâinat ağacının en şuurlu ve en son meyveleri olan insanlardır. Ulûhiyetin (İlâhlığın) gayesi, bu şuurlu meyvelerin “dikkatlerini” ve “ibadetlerini” kendine celb etmektir.
• Şirkin Zıddiyeti: Şirk, yani Allah’tan başka varlıklara (sebeplere, putlara, tabiat kuvvetlerine, şahıslara ve hatta kişinin kendi “ene”sine) bir pay vermek, bu gayeye taban tabana zıttır.
• Dikkatleri Dağıtmak: Metnin ifadesiyle, başka (sahte) mâbudların ortaya çıkması, o şuurlu meyvelerin (insanların) yüzlerini “hakikî mâbudlarından” çevirip kendilerine (o sahte ilâhlara) döndürmesidir.
• Unutturma Tehlikesi: Hakikî Mâbud, perdenin arkasındadır (“görünmediğinden”). Sebepler (mesela rızkı getiren patron, yağmuru yağdıran bulut) ise zahirdedir (görünürdedir). İnsan, zahire aldanarak, görünmeyen asıl Yaratıcı’yı “çabuk unutturulabilen” bir konuma düşürebilir.
• Netice: İşte şirk, Allah’ın kâinattaki en kudsî maksadı olan “tanınmak” ve “ibadet edilmek” arzusuna (iradesine) karşı bir cinayettir. Ulûhiyetin mahiyetine (yapısına) ve kudsî maksatlarına (ibadet, şükür, muhabbet) aykırı (zıt) olan bu duruma, Ulûhiyet-i Mutlaka’nın müsaade etmesi düşünülemez.
• Kur’ân’ın Tehdidi: Metin, Kur’ân-ı Kerîm’in şirki neden bu kadar şiddetle reddettiğini (“Kur’ân’ın çok tekrar ile ve şiddetle şirki red”) ve müşrikleri Cehennemle tehdit etmesini bu hakikate bağlar. Çünkü şirk, kâinatın yaratılış gayesini temelden sarsan bir zulümdür.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali)
İktibas edilen mebhasta zikredilen hakikatler, Kur’ân-ı Kerîm’in temel mesajlarıdır:
• Fıtrat ve Tevhid: (Metindeki “nev-i beşerin fıtrî ibadeti” deliline mukabil)
• $$\{الرُّوم 30:30}$$
$${فَاَقِمْ وَجْهَكَ لِلدّ۪ينِ حَن۪يفاًۜ فِطْرَتَ اللّٰهِ الَّت۪ي فَطَرَ النَّاسَ عَلَيْهَاۜ لَا تَبْد۪يلَ لِخَلْقِ اللّٰهِۜ ذٰلِكَ الدّ۪ينُ الْقَيِّمُۙ وَلٰكِنَّ اَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَۙ}$$
• “Artık sen yüzünü, Allah’ı birleyen (bir hanîf) olarak dine, Allah’ın fıtratına çevir ki, O, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında bir değişme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rûm 30:30)
• Kâinatın Tesbihatı (Fıtrî Hizmet): (Metindeki “zîhayat ve cemâdâtın hizmetleri” deliline mukabil)
• $${الإسراء 17:44}$$
$${تُسَبِّحُ لَهُ السَّمٰوَاتُ السَّبْعُ وَالْاَرْضُ وَمَنْ ف۪يهِنَّۜ وَاِنْ مِنْ شَيْءٍ اِلَّا يُسَبِّحُ بِحَمْدِه۪ وَلٰكِنْ لَا تَفْقَهُونَ تَسْب۪يحَهُمْۜ اِنَّهُ كَانَ حَل۪يماً غَفُوراً}$$
• “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar Allah’ı tespih ederler. 1O’nu övgü ile tespih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tespihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ 17:44)
• Nimet ve Şükür (İbadet): (Metindeki “nimetlerin ibadete vesile olması” deliline mukabil)
• $${النحل 16:114}$$
$${فَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمُ اللّٰهُ حَلَالاً طَيِّباًۖ وَاشْكُرُوا نِعْمَتَ اللّٰهِ اِنْ كُنْتُمْ اِيَّاهُ تَعْبُدُونَ}$$
• “Artık Allah’ın size helâl ve temiz olarak verdiği rızıklardan yiyin. Eğer yalnız O’na ibadet ediyorsanız, Allah’ın nimetine şükredin.” (Nahl 16:114)
• Vahyin Tevhid Üzere İcmaı: (Metindeki “vahiy ve ilhamların ilânı” deliline mukabil)
• $${الأنبياء 21:25}$$
$${وَمَٓا اَرْسَلْنَا مِنْ قَبْلِكَ مِنْ رَسُولٍ اِلَّا نُوح۪ٓي اِلَيْهِ اَنَّهُ لَٓا اِلٰهَ اِلَّٓا اَنَا۬ فَاعْبُدُونِ}$$
• “Senden önce hiçbir resûl göndermedik ki ona, ‘Benden başka hiçbir ilâh yoktur. Öyleyse bana ibadet edin’ diye vahyetmiş olmayalım.” (Enbiyâ 21:25)
• Şirkin Reddi ve Ulûhiyetin Gayesi: (Metindeki “iştirakı kabul etmez” bahsine mukabil)
• $${الزمر 39:3}$$
$${اَلَا لِلّٰهِ الدّ۪ينُ الْخَالِصُۜ وَالَّذ۪ينَ اتَّخَذُوا مِنْ دُونِه۪ٓ اَوْلِيَٓاءَ مَا نَعْبُدُهُمْ اِلَّا لِيُقَرِّبُونَٓا اِلَى اللّٰهِ زُلْفٰىۜ اِنَّ اللّٰهَ يَحْكُمُ بَيْنَهُمْ ف۪ي مَا هُمْ ف۪يه۪ يَخْتَلِفُونَۜ اِنَّ اللّٰهَ لَا يَهْد۪ي مَنْ هُوَ كَاذِبٌ كَفَّارٌ}$$
• “İyi bilin ki, halis din yalnız Allah’ındır. O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece, bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz’ diyorlar. Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Şüphesiz Allah, yalancı ve çok inkârcı kimseyi doğru yola iletmez.” (Zümer 39:3)
• Şirkin Şiddetle Reddi ve Tehdit: (Metnin son cümlesine mukabil)
• $${النساء 4:48}$$
$${اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪ وَيَغْfِرُ مَا دُونَ ذٰلِكَ لِمَنْ يَشَٓاءُۚ وَمَنْ يُشْرِكْ بِاللّٰهِ فَقَدِ افْتَرٰٓى اِثْماً عَظ۪يماً}$$
• “Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, kuşkusuz, büyük bir günah işlemiş olur.” (Nisâ 4:48)
• $${لقمان 31:13}$$
$${وَاِذْ قَالَ لُقْمٰنُ لِابْنِه۪ وَهُوَ يَعِظُهُ يَا بُنَيَّ لَا تُشْرِكْ بِاللّٰهِۘ اِنَّ الشِّرْكَ لَظُلْمٌ عَظ۪يمٌ}$$
• “Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: ‘Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.'” (Lokmân 31:13)

Hülâsa (Netice)
İktibas edilen bu mebhas, kâinattaki her şeyin (fıtratın, hizmetin, nimetin ve vahyin) varlığının, “Mutlak Mâbud” olan Allah’ın varlığını isbat ettiğini; Mâbud olmanın (Ulûhiyet) en temel gayesinin ise “tanınmak” (marifet) ve “ibadet edilmek” (ubudiyet) olduğunu ortaya koyar.
Şirk ise, bu tanınma ve ibadeti, sebepler perdesine veya sahte ilâhlara taksim ederek, Ulûhiyetin en kudsî gayesini akamete uğratma teşebbüsüdür. Mutlak olan bir Ulûhiyet, kendi gayesine zıt olan bu iştirakı asla kabul etmez. Bu sebeple Tevhid, Ulûhiyetin zarurî ve ayrılmaz bir vasfıdır.

 

 

 

İkinci Hakikat , rububiyet-i mutlakadır.
Evet, bütün kâinatta, hususan zîhayatlarda ve bilhassa terbiye ve iaşelerinde, her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette, beraber ve birbiri içinde, hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm, elbette bir rububiyet-i mutlakanın tereşşuhudur ve ziyasıdır. Ve tahakkukuna bir bürhan-ı kat’îdir.
Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez. Çünkü, o rububiyetin, kendi cemâlini izhar ve kemâlâtını ilân ve kıymetli san’atlarını teşhir ve gizli hünerlerini göstermek gibi en mühim maksat ve gayeleri, cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ ettiğinden, en cüz’î birşeye ve en küçük bir zîhayata kendi başıyla müdahale eden bir şirk, o gayeleri bozar ve o maksatları harap eder. Ve zîşuurun yüzlerini o gayelerden ve o gayeleri irade edenden çevirip esbaba saldığından ve bu vaziyet rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet olduğundan, elbette böyle bir rubûbiyet-i mutlaka, hiçbir cihetle şirke müsaade etmez. Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı ve âyâtı ve kelimatı, belki hurufatı ve hey’âtıyla mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.

**********

Giriş: Rububiyet-i Mutlaka Kavramı

İktibas edilen metnin temel taşı “Rububiyet-i Mutlaka” tabiridir.
• Rububiyet: Rabblık, terbiye edicilik, bir şeyi kademe kademe kemâline eriştirme, idare etme, besleyip büyütme ve sahip olma manalarına gelir. Kâinattaki her bir mevcudun, zerrelerden yıldızlara kadar, hususiyetle hayat sahiplerinin (zîhayatların) her türlü ihtiyacının görülmesi ve idaresidir.
• Mutlaka: Kayıtsız, şartsız, hudutsuz, cihan şümul ve her şeyi ihata eden demektir. Hiçbir şeyin ve hiçbir mekânın O’nun idaresinin ve terbiyesinin haricinde kalmamasıdır.
Dolayısıyla Rububiyet-i Mutlaka, bütün kâinatı, en küçük parçacığından en büyük galaksiye kadar, bir saray gibi nizam ve intizam içinde idare eden, her bir mahlûkun her türlü ihtiyacını hikmet ve merhametle karşılayan mutlak ve hudutsuz Rabblıktır.
Müradif ve Alakalı Kavramlar:
• Ulûhiyet: İlahlık. İbadete layık yegâne Zat olma sıfatı. Rububiyet, Ulûhiyet’in fiilî bir tecellisidir; yani, Madem Rab (terbiye edici) O’dur, o halde İlâh (ma’bud) da O olmalıdır.
• Hâkimiyet: Mutlak egemenlik. Kâinatta O’nun emir ve iradesi dışında hiçbir şeyin vuku bulmaması.
• Kayyûmiyet: Bütün mahlûkatın varlığının ve devamının O’nun varlığına bağlı olması. Her şey O’nunla kaimdir.
Birinci Kısım: Rububiyet-i Mutlaka’nın Delilleri ve Tasviri
Metin, bu mutlak idarenin delilini “bütün kâinatta… her tarafta aynı tarzda ve umulmadık bir surette… hakîmâne, rahîmâne, bir dest-i gaybî tarafından olan bir tasarruf-u âmm” olarak tasvir ediyor.
• Tasarruf-u Âmm (Cihan Şümul İdare): Nazarımızı (bakışımızı) nereye çevirirsek çevirelim, bir idare fiilini görürüz. Bir çiçeğin açmasından bir kuzunun iaşesine (beslenmesine), bir hücrenin bölünmesinden gezegenlerin yörüngede dönmesine kadar her hadise, bir plan ve nizam dâhilindedir.
• Hakîmâne (Hikmetli) Tasarruf: Hiçbir fiilde abesiyet, israf veya gayesizlik yoktur. Her şey en sanatlı, en faydalı ve en kısa yoldan en mükemmel surette yapılır.
• Rahîmâne (Merhametli) Tasarruf: Hususiyetle hayat sahiplerine (zîhayatlara) ve onların yavrularına gösterilen şefkat, en muhtaç oldukları anda rızıklarının “umulmadık bir surette” (mesela anne memesinden süt veya ağaçtan meyve gibi) gönderilmesi, bu idarenin sonsuz bir merhametle yapıldığının isbatıdır.
• Dest-i Gaybî (Gizli El): Bu fiillerin faili, maddî sebeplerin (zahiri nedenlerin) arkasında işleyen manevî, gizli ve kudretli bir eldir. Sebepler (mesela bulut) acizdir, şuursuzdur (mesela arı); ancak neticeler (mesela yağmur, bal) son derece hikmetli ve sanatlıdır. Bu durum, failin sebeplerin ötesinde olduğunu gösterir.
Bu tasarruf, o Rububiyet-i Mutlaka’nın bir “tereşşuhu” (sızıntısı, yansıması) ve “ziyasıdır” (ışığıdır). Kâinattaki bu muazzam faaliyet, O’nun varlığını ve Rabblığını güneş gibi gösteren bir bürhan-ı kat’îdir (kesin delildir).

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• İaşe ve Terbiyenin Kapsayıcılığı:
“Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (levh-i mahfûzda) dır.” (Hûd, 11/6)
• Tasarrufun Nizamı ve Hikmeti:
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?” (Mülk, 67/3)
İkinci Kısım: Rububiyet’in Yapısı ve Şirki Reddetmesi
Metnin can damarı burasıdır: “Madem bir rubûbiyet-i mutlaka vardır; elbette şirk ve iştirakı kabul etmez.”
Neden kabul etmez? Çünkü “mutlak” olan, “ortaklı” olamaz. Mutlak hâkimiyet, zıddını ve ortağını reddeder. Eğer bir ülkede iki mutlak padişah iddiası olsa, o ülke fesada gider. Kâinat sarayında da durum böyledir. Bu, mantıkî bir zarurettir.
Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Mümanaat Delili (Şirkin İmkânsızlığı):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ, 21/22)
“Allah, hiçbir çocuk edinmemiştir. O’nunla birlikte başka hiçbir ilâh yoktur. Öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını alır götürür ve mutlaka birbirlerine üstün gelmeye çalışırlardı. 1Allah, onların yakıştırdıkları sıfatlardan uzaktır.” (Mü’minûn, 23/91)
Üçüncü Kısım: Şirkin, Rububiyet’in Gayelerini Bozması
Metin, şirkin reddedilmesinin daha derûnî bir hikmetini açıklıyor. Mesele sadece bir “hâkimiyet” kavgası değil, “sanatın ve gayenin” bozulması meselesidir.
Rububiyetin mühim gayeleri vardır:
• Cemâlini İzhar: Kendi manevî güzelliğini, sanatındaki estetikle göstermek.
• Kemâlâtını İlân: Kendi kusursuz sıfatlarını (sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet) kâinat kitabıyla ilan etmek.
• Kıymetli San’atlarını Teşhir: Her biri birer mucize olan eserlerini (bir kelebek, bir göz, bir yaprak) sergilemek.
• Gizli Hünerlerini Göstermek: Mahlûkatın yapısına (doğasına) yerleştirdiği ince sanatları ve hikmetleri açığa çıkarmak.
Bu yüce gayeler, “cüz’iyatta ve zîhayatta temerküz ve içtimâ” eder. Yani, Allah’ın sanatının ve kemâlinin en parlak aynası, en küçük bir mahlûktur (cüz’î). Bir mikrop veya bir sinek, galaksiler kadar harika bir sanat ve kemâl sergisidir.
Şirk bu gayeyi nasıl bozar?
Eğer “en cüz’î birşeye” (mesela bir hücreye veya bir atoma) “kendi başıyla müdahale eden bir şirk” (yani Allah’tan bağımsız hareket edebilen bir ortak, bir tabiat kanunu, bir sebep) kabul edilirse:
• O sanat eseri kıymetten düşer. Sanat, Sanatkârına (Sâni) nisbet edildiği ölçüde kıymetlidir. Eğer o eser “tesadüfe”, “tabiata” veya “sebeplere” verilirse, o yüksek sanat ve hikmet perdelenir.
• “O gayeler bozulur ve o maksatlar harap olur.” Sergi, gayesinden sapar.
• En mühimi: “Zîşuurun (insanın) yüzlerini o gayelerden… çevirip esbaba saldığından.” İnsan, Allah’ın sanatını ve merhametini görmek yerine, kör sebeplere (esbaba) takılır. Güneşe tapanlar, ineğe tapanlar veya ilacı şifa verici zannedenler bu duruma düşer. Şükrü ve hayreti Allah’a değil, sebeplere yöneltirler.
Bu vaziyet, “rububiyetin mahiyetine bütün bütün muhalif ve adâvet”tir. Bir sanatçı, eserinin başkasına mal edilmesine nasıl rıza göstermezse; Sâni-i Zülcemâl de, Rububiyetinin gayesi olan sanatını, kemâlini ve cemâlini izhar ederken, araya şuursuz sebepleri veya aciz ortakları sokarak bu sergiyi bozmak ve perdelemek isteyen şirke asla müsaade etmez.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Sanatın Güzelliği ve Gayesi:
“O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
• Sebeplere Takılıp Gayeyi Unutmak (Yüz Çevirmek):
“Göklerde ve yerde nice deliller vardır ki, onlar bu delillerden yüzlerini çevirerek geçip giderler.” (Yûsuf, 12/105)
Dördüncü Kısım: Kur’ân’ın Tevhid Vurgusunun Sırrı
Metin, bu izahı Kur’ân-ı Kerîm’e bağlayarak son noktayı koyar:
“Kur’ân’ın kesretli takdisatı ve tesbihatı… mütemâdiyen tevhide irşadatı bu büyük sırdan ileri gelmiştir.”
• Takdis: Allah’ı her türlü noksandan, aczden, şerikten (ortaktan) ve kâinatın işlerine müdahale edememekten tenzih etmek, O’nun pek yüce ve münezzeh olduğunu ilan etmek (Sübhanallah).
• Tesbih: Bütün kâinatın, O’nun emir ve nizamı altında hareket ederek O’nu zikrettiğini, O’nun kusursuzluğunu ilan ettiğini bildirmek.
• Tevhide İrşad: Kur’an’ın her ayetinin, hatta harflerinin ve heyetlerinin (duruşlarının) bile dolaylı veya doğrudan Allah’ın birliğini göstermesi.
Kur’an’ın bu kadar ısrarla “Tevhid” demesi ve “Şirk”i reddetmesinin temel sebebi, şirkin sadece bir inanç hatası değil, aynı zamanda kâinatın varlık gayesini, Rububiyetin maksatlarını ve mahlûkatın sanat kıymetini temelden yıkan, bozan ve harap eden bir “adâvet” (düşmanlık) olmasıdır.

Konuyla İlgili Ayetler ( Meali):
• Kâinatın Tesbihi:
“Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
• Takdis ve Şirkin Reddi:
“De ki: “Eğer dedikleri gibi Allah ile birlikte başka ilâhlar bulunsaydı, o takdirde o ilâhlar Arş’ın sahibine (Allah’a) ulaşmak için bir yol ararlardı.” (İsrâ, 17/42)
“O, onların dediklerinden çok münezzehtir, pek yücedir.” (İsrâ, 17/43)

Hülasa (Netice)
İkinci Hakikat, kâinattaki mükemmel idareye (Rububiyet-i Mutlaka) nazar ederek, bu idarenin temel gayesinin “Sanatın ve Kemâlin İlanı” olduğunu tespit eder. Bu ilan ve sergi, en küçük zerrede ve hayat sahibinde odaklanmıştır. Şirk (ortak koşmak), bu ilanı perdeler, sanatı kıymetsizleştirir ve şuurlu varlıkların yüzünü Sanatkâr’dan alıp sebeplere çevirir. Bu durum, Rububiyetin gayesine taban tabana zıt ve aykırı olduğundan, Rububiyet-i Mutlaka, yapısı gereği şirkin en küçüğüne dahi müsaade etmez. Kur’an’ın ısrarlı Tevhid dersinin sırrı da budur.

 

 

 

 

Üçüncü Hakikat, kemâlâttır.
Evet, bu kâinatın bütün ulvî hikmetleri harika güzellikleri, âdilâne kanunları, hakîmâne gayeleri, hakikat-ı kemâlâtın vücuduna bedahetle delâlet ve bilhassa bu kâinatı hiçten icad edip her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden Hâlıkın kemâlâtına ve o Hâlıkın âyine-i zîşuuru olan insanın kemâlâtına şehadeti pek zâhirdir.
Madem kemâlât hakikati vardır. Ve madem kâinatı kemâlât içinde icad eden Hâlıkın kemâlâtı muhakkaktır. Ve madem kâinatın en mühim meyvesi ve arzın halifesi ve Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu ve sevgilisi olan insanın kemâlâtı haktır ve hakikatlidir. Elbette bu gözümüzle gördüğümüz kemalli ve hikmetli kâinatı, fena ve zevalde yuvarlanan ve neticesiz olarak, tesadüfün oyuncağı, tabiatın mel’abegâhı, zîhayatın zâlimâne mezbahası, zîşuurun dehşetli hüzüngâhı suretine çeviren; ve âsârı ile kemâlâtı görünen insanı, en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine indiren; ve Hâlıkın âyine-i kemâlâtı olan bütün mevcudâtın şehadetiyle nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi bulunan o Hâlıkın kemâlâtını setredip perde çekerek netice-i faaliyetini ve hallâkıyetini iptal eden şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
Şirkin bu kemâlât-ı İlâhiyeye ve insaniye ve kevniyeye karşı zıddiyeti ve o kemâlâtları bozduğu, İkinci Şuâ risalesinin üç meyve-i tevhide dair Birinci Makamında kuvvetli ve kat’î delillerle ispat ve izah edildiğinden, ona havale edip burada kısa kesiyoruz.

*********

Konunun Tafsilatlı İzahı: Hakikat, Kemâlâttır
Bu “Üçüncü Hakikat,” kâinat, insan ve Hâlık (Yaratıcı) arasındaki derûnî ve zarurî bir bağlantıyı “Kemâl” kavramı üzerinden kurar. Varlığın hakikati kemâldir; noksanlık ve abesiyet (anlamsızlık) ise hakikatin zıddıdır. Şirk, bu temel kemâlâtı inkâr ettiği için hakikatsizdir.
Bu metni dört ana başlık altında tahlil edebiliriz:
1. Kâinatın Şehadeti: Varlığın Gayesi Kemâldir
• Temel Istılah/Deyim: Hakikat-ı Kemâlâtın Vücudu (Kemâlât Hakikatinin Varlığı)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tekâmül, nizam, intizam, mizan (ölçü), hikmet, gaye, hüsn (güzellik), cemâl, sanat-ı İlâhiyye.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, hakikatin kemâl olduğunu beyan ettikten sonra, bu davanın isbatı için nazarlarımızı (bakışlarımızı) kâinata çevirir. Kâinata baktığımızda tesadüfî, anlamsız veya çirkin bir yapı görmeyiz. Bilakis:
• Ulvî Hikmetler: Her varlığın bir gayesi, bir vazifesi vardır. Hiçbir şey abes (boşuna) yaratılmamıştır.
• Harika Güzellikler (Cemâl): Bir çiçeğin simetrisinden galaksilerin ihtişamına kadar her şeyde gözü okşayan bir sanat ve güzellik vardır.
• Âdilâne Kanunlar: Fizik, kimya, biyoloji kanunları gibi cihan şümul yasalar, kâinatın adaletle ve şaşmaz bir ölçüyle idare edildiğini gösterir.
• Hakîmâne Gayeler: Her varlık, kendinden daha büyük bir gayeye hizmet eder.
Bu dört unsur (hikmet, güzellik, adalet, gaye), kâinatın temelinde “noksanlık” veya “abesiyet” değil, “kemâl” olduğunu bedahetle (apaçık) gösterir. Varlık (vücud) kemâldir; yokluk (adem) ise noksanlıktır.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Yaratılıştaki Kemâl ve Nizam:
$$”O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü, tekrar tekrar çevir de bir bak; göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”$$
(Mülk 67/3-4)
• Her Şeyin Güzel Yaratılması:
$$”O ki, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya çamurdan başladı.”$$
(Secde 32/7)
• Varlığın Abes Olmayışı:
$$”Biz göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları boş yere yaratmadık. Bu, inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline!”$$
(Sâd 38/27)

2. Hâlıkın Kemâlâtı: Sanat, Sanatkârın Kemâline Delildir
• Temel Istılah/Deyim: Hâlıkın Kemâlâtı (Yaratıcının Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Esmâ-i Hüsnâ (En Güzel İsimler), Sıfât-ı Kudsiyye (Kutsal Sıfatlar), Zât-ı Akdes, Kudret-i Ezeliye, İlm-i Muhît (kuşatıcı ilim).
• İzahı (Açıklaması):
Madem kâinat (eser/sanat) bu derece kemâldedir; elbette o eseri hiçten icad eden Sâni’in (Sanatkârın) kemâlâtı zarurîdir. Metin, Hâlıkı “her cihetle mu’cizâtlı ve cemalli bir surette idare eden” olarak tasvir eder. Eserdeki kemâl, sanatkârdaki kemâlden süzülüp gelir.
Kâinattaki sonsuz ilim, irade, kudret, hikmet ve cemâl tecellileri, bu sıfatların menbaı (kaynağı) olan Zât’ın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi” bulunduğunu isbat eder. Bütün mevcudât, O’nun bu kemâlâtına birer şahittir.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• En Yüce Sıfatlar (Kemâlât):
$$”O, göklerde ve yerde tektir. Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir. (Hayır ve şerden) ne kazanacağınızı da bilir.”$$
(En’âm 6/3)
$$”…Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Rum 30/27)
• Esmâ-i Hüsna:
$$”O, Allah’tır, yaratandır, yoktan var edendir, şekil verendir. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”$$
(Haşr 59/24)

3. İnsanın Kemâlâtı: Âyine-i Zîşuurun Hakikati
• Temel Istılah/Deyim: İnsanın Kemâlâtı (İnsanın Mükemmelliği)
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Ahsen-i takvîm (en güzel biçim), Halife-i arz (yeryüzünün halifesi), Ene (Benlik), Marifetullah (Allah’ı tanıma), Ubûdiyet (Kulluk), Fazilet.
• İzahı (Açıklaması):
Metin, Hâlıkın kemâlinden sonra insanın kemâline geçer. Çünkü insan sıradan bir varlık değildir. O:
• Kâinatın en mühim meyvesidir: Bütün kâinat ağacının neticesi, şuurlu bir meyve olan insandır.
• Arzın halifesidir: Yeryüzünde tasarruf etme, idare etme ve Allah’ın isimlerini gösterme vazifesi verilmiştir.
• Hâlıkın en ehemmiyetli masnuu (sanat eseri) ve sevgilisidir: Ona “ahsen-i takvîm” sıfatı verilmiş, hitabına muhatap kılınmıştır.
• Hâlıkın âyine-i zîşuurudur (şuurlu aynasıdır): İnsana verilen “ene” (benlik), Hâlıkın sonsuz sıfatlarını (kendi cüz’î ilmiyle O’nun küllî ilmini, kendi cüz’î iradesiyle O’nun küllî iradesini) anlamak için bir ölçü birimidir.
İşte bu vasıflara sahip insanın da bir “kemâlât hakikati” vardır. Bu kemâl, Hâlıkını tanıması (marifet) ve O’na kulluk etmesidir (ubûdiyet). İnsanın hakikati budur.
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Ahsen-i Takvîm:
$$”Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.”$$
(Tîn 95/4)
• Halifelik:
$$”Hani Rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti…”$$
(Bakara 2/30)
• İnsanın Gayesi (Kemâli):
$$”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.”$$
(Zâriyât 51/56)

4. Şirkin Reddi: Kemâlâtın Zıddı Olarak Hakikatsizlik
• Temel Istılah/Deyim: Şirk, elbette olamaz ve hakikatsizdir.
• Müradifleri ve İlgili Kavramlar: Tesadüf, tabiat (fâil olarak), abesiyet (anlamsızlık), fena (yok oluş), zeval (kayboluş), noksaniyet (eksiklik), zulm (haksızlık), butlan (bâtıllık).
• İzahı (Açıklaması):
Metin, ilk üç adımda Hâlık’ın, kâinatın ve insanın “kemâlât hakikati”ni isbat ettikten sonra, mantıkî bir neticeye varır: Bu üç kemâli birden inkâr eden veya bozan “şirk” (Allah’a ortak koşmak, sebepleri veya tabiatı yaratıcı kabul etmek) hakikat olamaz.
Metne göre şirk, bu kemâlâtı nasıl bozar?
• Kâinatın Kemâlini Bozar: Şirk nazarıyla bakıldığında, hikmetli ve sanatlı kâinat; “fena ve zevalde yuvarlanan” (sürekli yok olan), “neticesiz”, “tesadüfün oyuncağı”, “tabiatın mel’abegâhı (oyun alanı)” ve en acısı “zîhayatın (canlıların) zâlimâne mezbahası” suretine çevrilir. Kemâl, anlamsız bir kaosa (abesiyete) dönüşür.
• İnsanın Kemâlini Bozar: Şirk, “ahsen-i takvîm”deki, “halife-i arz” olan şuurlu insanı; gayesiz, sahipsiz, “en bîçare ve en perişan ve en aşağı bir hayvan derekesine” indirir. Çünkü ebedî bir kemâle değil, fâni bir yok oluşa gittiğini vehmeder.
• Hâlıkın Kemâlini Bozar (Setreder): Bütün mevcudâtın şehadetiyle sabit olan Hâlıkın “nihayetsiz kemâlât-ı kudsiyesi”ni perdeler. O’nun yaratıcılığının (hallâkıyetinin) neticesini (yani hikmetli eserlerini) iptal eder, tesadüfe ve tabiata havale eder.
• Netice: Şirk; Hâlık’ın, kâinatın ve insanın kemâlâtına taban tabana zıt olduğu için, varlığın temel hakikati olan “kemâl” ile çeliştiği için, “elbette olamaz ve hakikatsizdir.”
• Ayet-i Kerimeler ( Meali):
• Şirkin Büyük Zulüm Olması (Kemâle Zıddiyeti):
$$”Hani Lokmân, oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak (şirk), elbette büyük bir zulümdür.””$$
(Lokmân 31/13)
• Şirkin Amelleri İptal Etmesi (Kemâli Bozması):
$$”…Eğer O’na ortak koşsalardı, yapmış oldukları amelleri elbette boşa giderdi.”$$
(En’âm 6/88)
• Sebeplerin Yaratıcı Olamaması (Kemâlsizliği):
$$”Allah’ı bırakıp da taptıkları şeyler hiçbir şey yaratamazlar. Zaten kendileri yaratılmışlardır. Onlar diriler değil, ölülerdir. Ne zaman diriltileceklerini de bilmezler.”$$
(Nahl 16/20-21)

Hülasa (Özet):
“Üçüncü Hakikat,” varoluşun bir “kemâl” süreci olduğunu, bu kemâlin kâinatta sanat olarak, Hâlıkta mutlak sıfatlar olarak ve insanda marifet ve ubûdiyet olarak tezahür ettiğini ortaya koyar. Tevhid, bu üçlü kemâli tasdik etmektir. Şirk ise, bu üç kemâli de aynı anda inkâr eden, kâinatı abesiyete, insanı esfel-i sâfilîne (aşağıların aşağısına) ve Hâlıkın sanatını tesadüfe havale eden en büyük bir “hakikatsizlik”tir.

 

 

 

Dördüncü Hakikat , hâkimiyettir.
Evet, bu kâinata geniş bir dikkatle bakan, kâinatı gayet haşmetli ve gayet faaliyetli bir memleket, belki idaresi gayet hikmetli ve hâkimiyeti gayet kuvvetli bir şehir hükmünde görür, herşeyi ve her nev’i birer vazife ile musahharâne meşgul bulur.  âyetinin askerlik mânâsını ihsas eden temsiline göre, zerrât ordusunda ve nebatat fırkalarından ve hayvanat taburlarından, tâ yıldızlar ordusuna kadar olan cünûd-u Rabbâniyeden, o küçücük memurlarda ve bu pek büyük askerlerde, hâkimâne tekvinî emirlerin, âmirâne hükümlerin, şâhâne kanunların cereyanları, bedahetle bir hâkimiyet-i mutlakanın ve bir âmiriyet-i külliyenin vücûduna delâlet ederler.
Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz. Çünkü -1- âyetinin hakikat-i kàtıasıyla; müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar. Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur. Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar ve hüceyrat-ı bedeniyeden tâ seyyaratın burçlarına kadar öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.
Hem hâkimiyet bir makam-ı izzettir; rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar. Evet, aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez. Böyle bir âciz, böyle cüz’î bir hâkimiyet için böyle yaparsa elbette, bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın, hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine başkasını teşrik etmesi ve şerike müsaade etmesi hiçbir cihetle mümkün olamaz.
Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un birçok yerlerinde kuvvetli delillerle ispat edildiğinden, onlara havale ediyoruz.
İşte, yolcumuz bu dört hakikati müşahede etmekle, vahdâniyet-i İlâhiyeyi şuhud derecesinde bildi. İmanı parladı. Bütün kuvvetiyle  — dedi.

*************

1. Kelime ve Kavram Tahlili: Hâkimiyet ve Müradifleri

Metnin temelini teşkil eden “Hâkimiyet” kelimesi, bu bahsin anahtarıdır.
• Hâkimiyet (الْحَاكِمِيَّةُ): Hükmetme, emretme, idare etme ve mutlak otorite sahibi olma. Bu, sadece bir “idare” değil, aynı zamanda “hüküm koyma” (yasama), “icra etme” (yürütme) ve “muhakeme etme” (yargılama) kudretlerinin tamamını ihtiva eden kâmil bir tasarruftur.
• Mülk (الْمُلْكُ): Hâkimiyetin en yakın müradifidir. “Mülk” ve “Hâkimiyet” birbirinden ayrılmaz. Mülk, sahip olmaktır; hâkimiyet ise o mülk üzerinde dilediği gibi tasarruf etmektir. Allah Teâlâ “Mâlikü’l-Mülk”tür (Mülkün Sahibi).
• Emir (الْأَمْرُ): Komuta, buyruk. Metinde geçen “tekvinî emirler” ve “âmirâne hükümler”, Hâkim’in iradesinin kâinatta nasıl cereyan ettiğini gösterir. Kâinattaki her hadise, bu Emr’in bir neticesidir.
• Musahhar (مُسَخَّر): Boyun eğdirilmiş, bir vazife ile görevlendirilmiş. Metin, zerrâttan yıldızlara kadar her şeyin “musahharâne meşgul” olduğunu söyler. Bu, hiçbir şeyin başıboş olmadığını, Hâkim’in emri altında hizmet ettiğini gösterir.

2. Metnin Tahlili ve İzahı: Kâinatın Şehadeti

Metin, Hâkimiyet hakikatini isbat etmek için kâinatı bir “delil” olarak sunar ve mantıkî bir silsile takip eder:
a) Kâinat: Haşmetli Bir Memleket Tasviri
Metin, kâinata “geniş bir dikkatle” bakmayı teklif eder. Bu nazar (bakış), kâinatı şu şekilde gösterir:
• Haşmetli ve Faaliyetli Bir Memleket: Kâinat, başıboş bir atom yığını değil, muazzam bir faaliyete sahip, idaresi gayet hikmetli bir “memleket” veya “şehir” gibidir.
• Vazife ve Musahhariyet: Bu memleketin (kâinatın) her bir ferdi (zerrâttan nebâtâta, hayvânâttan yıldızlara kadar) başıboş değildir. Her biri, “birer vazife ile musahharâne meşgul”dür. Güneşin ışık vermesi, ağacın meyve vermesi, bulutun yağmur getirmesi birer “vazife”dir.
• Cünûd-u Rabbâniye (Rabbin Orduları): Metin, bu vazifeli varlıkları “askerlik mânâsı” ile “cünûd-u Rabbâniye” (Rabbin orduları) olarak tasvir eder. Zerreler bir ordu, bitkiler bir fırka, hayvanlar bir tabur, yıldızlar bir ordu gibidir.
Bu tasvir, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin bir “âmir” tarafından idare edildiğini gösterir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm, bu “asker” (cünûd) tabirini kullanarak Allah’ın hâkimiyetini tasdik eder.
(Fetih, 48:4) “O, inananların imanlarını kat kat artırmaları için kalplerine huzur ve güven indirendir. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Fetih, 48:7) “Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
Bu ayetler, kâinattaki bütün kuvvetlerin ve varlıkların, o Hâkim’in emrinde birer asker olduğunu açıkça beyan eder.

b) Hâkimiyet-i Mutlaka ve Şirkin İmkansızlığı (Burhân-ı Temânu)

Metnin ikinci kısmı, bu mutlak hâkimiyetin “şirk”i (ortaklığı) nasıl temelden reddettiğini izah eder. Bu, Kelâm ilminde “Burhân-ı Temânu” (Tevhidin, birden fazla ilahın birbirine mani olacağı delili) olarak bilinen delilin bir tasviridir.
• Mantıkî Esas: Metin der ki: “Madem bir hâkimiyet-i mutlaka hakikati vardır; elbette şirkin hakikatı olamaz.”
• Delil: “müteaddit eller müstebidâne bir işe karışsalar, karıştırırlar.”
• Misal: “Bir memlekette iki padişah, hattâ bir nahiyede iki müdür bulunsa, intizam bozulur ve idare hercümerc olur.”
Hâkimiyet, yapısı (doğası) gereği “tek”liği gerektirir. İki ayrı irade, aynı anda aynı şey üzerinde farklı hükümler verirse, “fesat” (bozulma) kaçınılmaz olur.
Metin, bu mantıkî delili, Kur’ân-ı Kerîm’in şu ayetine dayandırır (metinde işaret edilen ayet):
(Enbiyâ, 21:22) “Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”
Metin, bu ayetin hakikatini kâinattaki intizam ile isbat eder: “Halbuki, sinek kanadından tâ semâvât kandillerine kadar… öyle bir intizam var ki, zerre kadar şirkin müdahalesi olamaz.”
Kâinatta gözlenen bu kusursuz nizam, emrin tek bir merkezden geldiğinin, Hâkim’in “Bir” olduğunun en büyük delilidir.

c) İzzet ve Hâkimiyet: Rakip Kabul Etmemek

Metin, şirkin imkansızlığına dair ikinci bir delil sunar: Hâkimiyetin izzeti.
• Hâkimiyet, Makam-ı İzzettir: Hâkimiyet, bir “izzet” (şeref, onur, yücelik) makamıdır. Rakip kabul etmek, o hâkimiyetin izzetini kırar.
• Beşerî Misal (Aciz İnsan): Metin, bu hakikati beşerî hayattan bir misalle somutlaştırır: “aczi için çok yardımcılara muhtaç olan insanın, cüz’î ve zâhirî ve muvakkat bir hakimiyeti için kardeşini ve evlâdını zâlimâne öldürmesi gösteriyor ki, hâkimiyet rakip kabul etmez.” Tarihteki taht kavgaları bu hakikatin acı bir isbatıdır.
• Kıyas (Kadîr-i Mutlak): Mantıkî kıyas şudur: Eğer aciz, cüz’î ve muvakkat (geçici) bir hâkimiyet için insan böyle bir rekabeti kaldıramazsa; elbette, “bütün kâinatın mâliki olan bir Kadîr-i Mutlakın”, “hakikî ve küllî rububiyetine ve ulûhiyetine medar olan kendi hâkimiyet-i kudsiyesine” başkasını ortak (şerik) etmesi ve buna müsaade etmesi “hiçbir cihetle mümkün olamaz.”
Allah’ın hâkimiyeti, O’nun Rubûbiyet (terbiye edicilik) ve Ulûhiyetinin (ilahlığının) temelidir. Bu temele ortak kabul etmek, O’nun Kudsî (mukaddes) Zât’ının izzetine zıttır.

3. Hâkimiyet Hakikatini Pekiştiren Ayet-i Kerimeler

Metnin ruhuna ve muhtevasına uygun olarak, Hâkimiyet-i İlâhiyye’yi ve şirkin imkansızlığını beyan eden bazı ayetler:

a) Hâkimiyet ve Mülkün Tek Sahibi Olması:
(Âl-i İmrân, 3:189) “Göklerin ve yerin mülkü (hâkimiyeti) Allah’ındır. Allah’ın her şeye gücü yeter.”
(Mülk, 67:1) “Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir ve O’nun her şeye gücü yeter.”
(Yâsîn, 36:83) “Her şeyin mülkü (hükümranlığı) elinde olan Allah’ın şanı ne yücedir! Siz yalnız O’na döndürüleceksiniz.”

b) Hükmün Yalnızca Allah’a Ait Olması:
(Yûsuf, 12:40) “Siz Allah’ı bırakıp; sadece sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlere (düzmece ilâhlara) tapıyorsunuz. Allah, onlar hakkında hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’ındır. O, kendisinden başkasına kulluk etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler.”

c) Mülkünde ve Hâkimiyetinde Ortağı (Şerik) Bulunmaması:
(İsrâ, 17:111) “De ki: “Hamd, çocuk edinmemiş olan, mülkünde (hâkimiyetinde) ortağı bulunmayan, âcizlikten dolayı bir yardımcıya da ihtiyacı olmayan Allah’a mahsustur.” Ve O’nu tekbir ile yücelt.”
(Fâtır, 35:13) “O, geceyi gündüze, gündüzü de geceye katıyor. Güneş’i ve Ay’ı da buyruğu altına almıştır. Her biri belirlenmiş bir süreye kadar akıp gitmektedir. İşte (bütün bunları yapan) Rabbiniz Allah’tır. Mülk yalnızca O’nundur. O’nu bırakıp da taptıklarınız ise, bir çekirdek zarına bile hükmedemezler.”
Bu ayetler, metinde “Hâkimiyet-i Mutlaka” olarak ifade edilen hakikatin Kur’ânî temellerini oluşturur.

4. Hâsıl-ı Kelâm (Netice)
İktibas edilen metin, kâinata bakan bir “yolcu”nun (yani hakikati arayan insanın) müşahedesini tasvir eder. Bu yolcu:
• Kâinattaki muazzam faaliyeti ve haşmeti görür.
• Bu faaliyetin başıboş olmadığını, “cünûd-u Rabbâniye” misali “tekvinî emirler” ile idare edildiğini fark eder.
• Bu idarenin, “Hâkimiyet-i Mutlaka”yı isbat ettiğini anlar.
• Bu mutlak hâkimiyetin (gerek “Burhân-ı Temânu” ile gerekse “Hâkimiyetin İzzeti” ile) şirki ve rakibi imkânsız kıldığını idrak eder.
İşte bu dört hakikati (ve metinden önceki diğer üç hakikati) müşahede eden yolcunun imanı, taklitten tahkike, ilimden “şuhud” (görür gibi inanma) derecesine yükselir. Kalbi ve aklı, kâinatın her zerresinden gelen tevhid sedâsını işitir.
Bu şuhudun neticesi olarak, bütün kuvvetiyle metnin sonunda zikredilen kelime-i tevhidi ilan eder:
لاَ اِلٰهَ اِلاَّ هُوَ
(Lâ ilâhe illâ Hû)
(O’ndan başka hiçbir ilah yoktur.)

 

 

 

 

Sonra o sükûnetsiz misafir kendi kalbine dedi:
“Ehl-i imanın, hususan ehl-i tarikatın her vakit tekrarla Lâ ilâhe illâ Hû demeleri, tevhidi yâd ve ilân etmeleri gösterir ki, tevhidin pek çok mertebeleri bulunuyor.
“Hem tevhid, en ehemmiyetli ve en halâvetli ve en yüksek bir vazife-i kudsiye ve bir fariza-i fıtriye ve bir ibadet-i imaniyedir. Öyleyse, gel, bir mertebeyi daha bulmak için, bu ibrethânenin diğer bir menzilinin kapısını daha açmalıyız. Çünkü aradığımız hakiki tevhid, yalnız tasavvurdan ibaret bir marifet değildir. Belki, ilm-i mantıkta tasavvura mukabil ve marifet-i tasavvuriyeden çok kıymettar ve bürhanın neticesi olan ve ilim denilen tasdiktir.
“Ve tevhid-i hakiki öyle bir hüküm ve tasdik ve iz’an ve kabuldür ki, Herbir şeyle Rabbini bulabilir. Ve herşeyde Hâlıkına giden bir yolu görür. Ve hiçbir şey huzuruna mâni olmaz. Yoksa, Rabbini bulmak için her vakit kâinat perdesini yırtmak, açmak lâzım gelir. Öyleyse haydi ileri!” diyerek, kibriya ve azamet kapısını çaldı. Ef’âl ve âsâr menziline ve icad ve ibdâ âlemine girdi. Gördü ki, Kâinatı istilâ etmiş beş hakikat-ı muhita hükmediyorlar, bedahetle tevhidi ispat ederler.

Birincisi:
Kibriya ve azamet hakikatıdır. Bu hakikat, İkinci Şuânın İkinci Makamında ve Risale-i Nur’un müteaddit yerlerinde bürhanlarla izah edildiğinden, burada bu kadar deriz ki:
Binlerle sene birbirlerinden uzak bir mesafede bulunan yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden ve zeminin şark ve garp ve cenup ve şimalinde bulunan aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden, hem  yani gökleri ve zemini altı günde yaratmak gibi geçmiş ve gaybî ve çok acip bir hadiseyi, hazır ve göz önünde bir hadiseyle ispat etmek ve onun gibi acip bir tanzir olarak, zeminin yüzünde, bahar mevsiminde, haşr-i âzamın yüz binden ziyade misallerini gösterir gibi, iki yüz binden ziyade nebatat tâifelerini ve hayvanat kabilelerini beş-altı haftada inşa edip kemal-i intizam ve mizanla iltibassız, noksansız, yanlışsız, beraber, birbiri içinde idare, terbiye, iaşe, temyiz ve tezyin eden, hem  -1- âyetinin sarahatiyle, zemini döndürüp, gece-gündüz sayfalarını yapan ve çeviren ve yevmiye hâdisâtıyla yazan, değiştiren aynı Zât, aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.
Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid ve kadîr olan Fâil-i Zülcelâllerinin, bedahetle öyle bir kibriya ve azameti var ki, hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor.
Madem böyle bir kibriya ve azamet-i kudret var ve madem o kibriya nihayet kemaldedir ve ihata ediyor. Elbette o kudrete acz veya ihtiyaç ve o kibriyaya kusur ve o kemâle noksaniyet ve o ihataya kayıt ve o nihayetsizliğe nihayet veren bir şirke meydan vermesi ve müsaade etmesi, hiçbir vecihle mümkün değildir, fıtratını bozmayan hiçbir akıl kabul etmez.
İşte, şirk kibriyaya dokunması ve celâlin izzetine dokundurması ve azametine ilişmesi cihetiyle öyle bir cinayettir ki, hiç kabil-i af olmadığını, Kur’an-ı Mucizü’l-Beyan azîm tehditle ferman ediyor.

**********

Risale-i Nur Külliyatı’nda (hususan Otuz İkinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfı’nda) yer alan “sükûnetsiz misafir”in, yani hakikat arayışındaki seyyahın, tevhid-i hakikî mertebelerindeki seyr ü sülûkunu tasvir etmektedir. Bu misafir, tevhidi sadece zihnî bir tasavvur (konsept) olarak değil, kâinatın her zerresinde Rabbini bulan, hiçbir şeyin O’nun huzuruna mâni olmadığı bir tasdik, ilim ve iz’an (kesin kanaat) seviyesinde anlamak istemektedir.
Bu maksatla, “kibriya ve azamet kapısını” çalmış, yani Allah-u Zülcelâl’in fiil (ef’âl) ve eserlerinin (âsâr) tecelli ettiği icad ve ibdâ âlemine nazar etmiştir.
Metninize konu olan Birinci Hakikat, kâinatı ihata etmiş olan Kibriya ve Azamet Hakikatinin, tevhidi nasıl bedahetle (apaçık bir surette) isbat ettiğinin izahıdır.

1. Kibriya ve Azamet: Manası ve Müradifleri

Metnin merkezinde yer alan Kibriya ve Azamet kelimeleri, Cenâb-ı Hakk’ın ululuğunu ve büyüklüğünü ifade eder.
• Kibriya (اَلْكِبْرِيَاءُ): Allah’ın (c.c.) Zât’ının her türlü noksanlıktan münezzeh, her türlü kemâl ile muttasıf olmasını ifade eden mutlak büyüklüktür. O’nun büyüklüğü, mahlûkatınki gibi izâfî (göreceli) değil, Zâtî’dir. Hiçbir varlık O’nun Zât’ının hakikatine yanaşamaz. Esma-i Hüsna’dan “el-Kebîr” (en büyük) ve “el-Mütekebbir” (azameti, ululuğu fiilen gösteren) isimleri bu hakikate işaret eder.
• Azamet (اَلْعَظَمَةُ): Kibriya daha çok Zât’ın ululuğuna bakarken, Azamet ekseriyetle Cenâb-ı Hakk’ın kudretinin ve fiillerinin büyüklüğünü, eserlerinin (âsâr) ihtişamını ifade eder. Kâinatın haşmeti, O’nun Azamet’inin bir tecellisidir. Esma-i Hüsna’dan “el-Azîm” (pek azametli) ismi bu sıfata bakar.
Bu iki kelimenin müradifleri veya alâkalı olduğu diğer kavramlar şunlardır:
• Celâl: Haşmet, ululuk. Genellikle kahır ve gazap tecellileriyle birlikte anılsa da, esasen Kibriya ile yakın manadadır.
• İzzet (اَلْعِزَّةُ): Üstünlük, şeref, mağlup edilemez mutlak güç. Metinde “celâlin izzetine dokundurması” ifadesi, şirkin bu mutlak İzzet’e karşı bir tecavüz olduğunu belirtir.
• Kudret (اَلْقُدْرَةُ): Mutlak güç. Azamet ve Kibriya, bu kudretin haşmetli tecellileridir.
• Vâhidiyet (اَلْوَاحِدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin kâinatın bütününde, büyük cirmlerde tecelli etmesi.
• Ehadiyet (اَلْأَحَدِيَّةُ): Allah’ın birliğinin her bir zerrede, her bir cüz’î varlıkta hususî bir mühür (hâtem) olarak tecelli etmesi.

2. Kibriya ve Azamet’in Tevhid-i Hakikîyi İsbatı

Metin, Kibriya ve Azamet’in tevhidi nasıl isbat ettiğini, “birtek fiil” mantığı üzerine kurar. Bu, tevhidin en kuvvetli isbatlarından biridir. İzahı şöyledir:
A. İhata (Kuşatma) ve Birlikte Tasarruf:
Metin, aklın nazarını üç sahaya çevirir:
• Makro Âlem (Âfâk): “Binlerle sene birbirlerinden uzak… yıldızları, aynı anda, aynı tarzda icad edip tasarruf eden…”
• İzahı: Milyarlarca ışık yılı mesafedeki galaksileri, yıldızları aynı anda ve aynı fizik kanunlarıyla (aynı tarzda) idare eden bir kudret, bölünme ve ortaklık kabul etmez. Eğer birden fazla fâil (fail) olsaydı, ya aralarında yetki karmaşası (mümanaat) çıkar ya da kâinat farklı kanunların işlediği bölgelere ayrılırdı. Hâlbuki kâinattaki cihan şümul (evrensel) kanun birliği, Fâil’in Vâhid (Bir) olduğunu gösterir.
• Mikro Âlem (Enfüs): “…aynı çiçeğin hadsiz efradını, bir zamanda ve bir surette halk edip tasvir eden…”
• İzahı: Aynı kudret, o muazzam yıldızları idare ederken, aynı anda yeryüzünün farklı köşelerindeki (şark, garp, cenup, şimal) aynı çiçeğin milyarlarca ferdini, aynı plân (genetik kod), aynı suret ve aynı hikmetlerle (mesela aynı koku, aynı renk pigmenti) yaratır. Bu, Vâhidiyet içinde Ehadiyet mührüdür.
• Derûnî Âlem (Kalb): “…aynı anda, en gizli, en cüz’î olan kalblerin hatıratlarını dahi bilir ve iradesiyle idare eder.”
• İzahı: Fiilin azameti zirveye ulaşır. O Fâil, hem en uzağı (yıldızlar) hem en küçüğü (çiçek) hem de en gizliyi (kalbdeki hatıratı) aynı anda bilir ve idare eder.

B. “Birtek Fiil” Delili:

Metnin kilit cümlesi şudur: “Ve mezkûr fiillerin herbiri birtek fiil olduğundan, zaruri olarak, onların faili dahi birtek vâhid…”
• İzahı: Kâinattaki bütün bu fiiller (yaratma, idare etme, rızık verme, bilme) o kadar birbiri içine girmiştir ki (mütedâhil), onları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kalbin hatıratını bilmek, beynin kimyasını bilmeyi; beynin kimyası, alınan gıdayı; gıda, baharı ve güneşi; güneş ise galaksiyi… velhasıl her şey her şeye bağlıdır. Kâinat, devâsa bir “birtek fiil” hükmündedir. Bu bölünemez, tek fiil, zarurî olarak Fâil’inin de birtek Vâhid olmasını iktiza eder.
İşte bu, Kibriya ve Azamet’in tecellisidir. Öyle bir Kibriya ki, kudreti her şeyi ihata etmiştir; öyle bir Azamet ki, en büyükten en küçüğe kadar her şeye aynı anda hükmeder.

3. Kibriya ve Azamet Karşısında Şirkin İmkânsızlığı

Metin, bu Kibriya ve Azamet’in “hiçbir yerde, hiçbir şeyde, hiçbir cihetle, hiçbir şirkin hiçbir imkânını, hiçbir ihtimalini bırakmıyor, köküyle kesiyor” der.
• İzahı: Şirk, yani ortak koşmak, mantıken iki suretle olabilir:
• Acz (Acizlik): Fâil’in gücü yetmez, yardımcıya (şerik) ihtiyaç duyar.
• Hudut (Sınır): Fâil’in mülkünün bir sınırı vardır, o sınırın ötesine başka bir “ilâh” hükmeder.
Metnin ortaya koyduğu Kibriya ve Azamet delili, bu iki ihtimali de kökünden keser:
• Yıldızlardan kalblerin hatıratına kadar her şeyi aynı anda ve noksansız (kusursuz) idare eden bir kudrette acz tasavvur edilemez.
• En uzaktaki yıldız ile en gizli hatıratı birlikte bilen bir ilimde ve kudrette sınır (hudut) tasavvur edilemez.
Dolayısıyla şirk, bu Kibriya ve Azamet’in “izzetine dokunan”, O’nun mutlak kemâline ve ihatasına noksaniyet isnat eden, O’nun sonsuzluğuna nihayet (son) vermek isteyen bir cinayettir. Bu, sadece bir inanç hatası değil, aklın ve fıtratın kabul edemeyeceği zıt ve aykırı bir durumdur.

4. Kur’ân-ı Kerim Nazarında Kibriya, Tevhid ve Şirk

Metin, bu izahlarını Kur’ân-ı Kerim’in fermanlarıyla da teyit etmektedir.
Metinde işareti bulunan ve konuyu aydınlatan ayetlerin ( Meali) tam metinleri:

A. Kâinatın Yaratılışı ve İdaresindeki Azamet (Metindeki İşaretleri):

Metin, (خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ ف۪ي سِتَّةِ اَيَّامٍ) (Gökleri ve yeri altı günde yarattı) hakikatine ve bahar mevsimindeki haşir misallerine atıf yapar. Bu Azamet-i Fiil, şu ayette beyan edilir:
A’râf Sûresi, 7:54:
“Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde (altı evrede) yaratan, sonra Arş’a istivâ edendir. Geceyi, durmadan kendisini kovalayan gündüze bürüyen, güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş (olarak yaratan) Allah’tır. Biliniz ki, yaratma da emretme de O’na mahsustur. Âlemlerin Rabbi olan Allah ne yücedir!”
Metin, gece ve gündüzün çevrilmesine (يُكَوِّرُ الَّيْلَ عَلَي النَّهَ..) şu ayetle işaret eder:
Zümer Sûresi, 39:5:
“O, gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Geceyi gündüzün üzerine örtüyor, gündüzü de gecenin üzerine örtüyor. Güneşi ve ayı da koyduğu kanunlara boyun eğdirmiştir. Bunların her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İyi bilin ki O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.”

B. Kibriya’nın Yalnızca O’na Mahsus Oluşu:

Kibriya’nın (büyüklüğün) şirki ve ortağı reddettiği, Kur’ân’ın pek çok yerinde vurgulanır:
Haşr Sûresi, 59:23:
“O, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayan Allah’tır. O, mülkün sahibidir, eksiklikten münezzehtir, selâmet verendir, emniyete kavuşturandır, gözetip koruyandır, mutlak güç sahibidir, dilediğini yaptırandır, büyüklükte eşi olmayandır (el-Mütekebbir). Allah, onların ortak koştuklarından uzaktır.”
Câsiye Sûresi, 45:37:
“Göklerde ve yerde büyüklük (kibriyâ) O’na mahsustur. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”

C. Şirkin, Kibriya’ya Karşı Cinayet ve Affedilmezlik Sebebi :
Metin, şirkin Kibriya’ya dokunması cihetiyle kabil-i af olmadığını (اِنَّ اللّٰهَ لَا يَغْفِرُ اَنْ يُشْرَكَ بِه۪) ayetiyle belirtir. Bu ferman, Kur’ân-ı Kerim’de iki defa, net bir şekilde zikredilir:
Nisâ Sûresi, 4:48:
“Şüphesiz Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz. Bunun dışındaki günahları, dilediği kimseler için bağışlar. Allah’a ortak koşan, gerçekten büyük bir günah işlemiştir.”
Nisâ Sûresi, 4:116:
“Allah, kendisine ortak koşulmasını asla bağışlamaz. Bundan başkasını (günahları) dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa, büsbütün sapıtmıştır.”

Netice
İktibas edilen metin, Tevhid-i Hakikî’nin, kâinatın azametli fiillerine ve bu fiillerdeki mutlak Kibriya tecellisine nazar ederek ulaşılabilecek bir tasdik ve iz’an olduğunu isbat etmektedir. Kâinattaki bütün icraatın “birtek fiil” suretinde, noksansız, aczsiz ve ihata ile cereyan etmesi, Fâil’inin birtek Vâhid olduğunu bedahetle gösterir. Bu mutlak Kibriya ve Azamet, şirkin her türlü ihtimalini (imkânını) aklen ve fıtraten reddeder. Bu sebepledir ki şirk, O Mutlak Azamet’in İzzet’ine karşı işlenmiş en büyük cinayet olarak “büyük bir günah” (Nisâ 4:48) ve “derin bir sapıklık” (Nisâ 4:116) olarak ferman edilmiştir.

 

 

 

 

İkinci Hakikat:
Kâinatta tasarrufları görünen ef’âl-i Rabbâniyenin ıtlak ve ihata ve nihayetsiz bir surette zuhurlarıdır. Ve o fiilleri takyid ve tahdit eden, yalnız hikmet ve iradedir ve mazharların kabiliyetleridir. Ve serseri tesadüf ve şuursuz tabiat ve kör kuvvet ve câmid esbab ve kayıtsız ve her yere dağılan ve karıştıran unsurlar, o gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne ve hayattarâne ve muntazam ve muhkem olan fiillere karışamazlar. Belki, Fâil-i Zülcelâlin emriyle ve iradesiyle ve kuvvetiyle zâhirî bir perde-i kudret olarak istimâl olunuyorlar.
Hadsiz misâllerden üç misâli: Sûre-i Nahl’in bir sayfasında, birbirine muttasıl üç âyetin işaret ettikleri üç fiilin, hadsiz nüktelerinden üç nüktesini beyan ederiz.
Birincisi:  -1- (ilâ âhir-i ayet). Evet, balarısı, fıtratça ve vazifece öyle bir mucize-i kudrettir ki, koca Sûre-i Nahl, onun ismiyle tesmiye edilmiş. Çünkü, o küçücük bal makinesinin zerrecik başında onun ehemmiyetli vazifesinin mükemmel programını yazmak ve küçücük karnında taamların en tatlısını koymak ve pişirmek ve süngücüğünde zîhayat âzâları tahrip etmek ve öldürmek hâsiyetinde bulunan zehiri o uzuvcuğuna ve cismine zarar vermeden yerleştirmek, nihayet dikkat ve ilimle ve gayet hikmet ve irade ile ve tam bir intizam ve muvazene ile olduğundan, şuursuz, intizamsız, mizansız olan tabiat ve tesadüf gibi şeyler elbette müdahale edemezler ve karışamazlar.
İşte, bu üç cihetle mucizeli bu san’at-ı İlâhiyenin ve bu fiil-i Rabbâniyenin bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda, aynı tarzda zuhuru ve ihâtası, bedahetle vahdeti ispat eder.
İkinci âyet
-2- âyeti, ibret-feşan bir fermandır. Evet, başta inek ve deve ve keçi ve koyun olarak, süt fabrikaları olan validelerin memelerinde, kan ve fışkı içinde bulaştı rmadan ve bulandırmadan ve onlara bütün bütün muhalif olarak hâlis, temiz, sâfi, mugaddî, hoş, beyaz bir sütü koymak ve yavrularına karşı o sütten daha ziyade hoş, şirin, tatlı, kıymetli ve fedakârâne bir şefkati kalblerine bırakmak, elbette o derece bir rahmet, bir hikmet, bir ilim, bir kudret ve bir ihtiyar ve dikkat ister ki, fırtınalı tesadüflerin ve karıştırıcı unsurların ve kör kuvvetlerin hiçbir cihetle işleri olamaz.
İşte, böyle gayet mucizeli ve hikmetli bu san’at-ı Rabbâniyenin ve bu fiil-i İlâhînin umum rû-yi zeminde, yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi ve tasarrufu ve yapması ve ihatası, bedahetle vahdeti ispat eder.
Üçüncü âyet

Bu âyet nazar-ı dikkati hurma ve üzüme celbedip der ki: “Aklı bulunanlara, bu iki meyvede tevhid için büyük bir âyet, bir delil ve bir hüccet vardır.”
Evet, bu iki meyve, hem gıda ve kut, hem fâkihe ve yemiş, hem çok lezzetli taamların menşeleri olmakla beraber, susuz bir kumda ve kuru bir toprakta duran bu ağaçlar, o derece bir mucize-i kudret ve bir harika-i hikmettir ve öyle bir helvalı şeker fabrikası ve ballı bir şurup makinesi ve o kadar hassas bir mizan ve mükemmel bir intizam ve hikmetli ve dikkatli bir san’attırlar ki, zerre kadar aklı bulunan bir adam, “Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir” demeye mecburdur.
Çünkü, meselâ bu gözümüz önünde bir parmak kadar asmanın üzüm çubuğunda yirmi salkım var. Ve her salkımda, şekerli şurup tulumbacıklarından yüzer tane var. Ve her tanenin yüzüne incecik ve güzel ve lâtif ve renkli bir mahfazayı giydirmek; ve nazik ve yumuşak kalbinde, kuvve-i hafızası ve programı ve tarihçe-i hayatı hükmünde olan sert kabuklu, ceviz içli çekirdekleri koymak; ve karnında cennet helvası gibi bir tatlıyı ve âb-ı kevser gibi bir balı yapmak; ve bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak, elbette bedahetle gösterir ki, bu işi yapan bütün kâinatın Hâlıkıdır. Ve nihayetsiz bir kudreti ve hadsiz bir hikmeti iktiza eden şu fiil, ancak Onun fiilidir.
Evet, bu çok hassas mizana ve çok maharetli san’ata ve çok hikmetli intizama, kör ve serseri ve intizamsız ve şuursuz ve hedefsiz ve istilâcı ve karıştırıcı olan kuvvetler ve tabiatlar ve sebepler karışamazlar, ellerini uzatamazlar. Yalnız, mef’uliyette ve kabulde ve perdedarlıkta, emr-i Rabbânî ile istihdam olunuyorlar.
İşte, bu üç âyetin işaret ettikleri üç hakikatin tevhide delâlet eden üç nüktesi gibi, hadsiz ef’âl-i Rabbâniyenin hadsiz cilveleri ve tasarrufları, ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.

*******

1. Hakikatin Esası: Ef’âl-i Rabbâniyenin Itlak ve İhatası
Metnin esası, kâinatta görünen fiillerin iki temel vasfına dayanır: $$ (mutlaklık, sınırsızlık) ve ${İhata}$ (kuşatıcılık, her şeyi kaplama).
• Itlak ve İhata: Cenâb-ı Hakk’ın fiilleri (yaratma, rızık verme, hayat verme, suret verme gibi) kâinatın bir köşesinde olup diğer köşesinde olmayan, cüz’î ve sınırlı fiiller değildir. O fiiller, ${mutlak}$tır; yani hiçbir kayıt altına girmez, bir mekâna veya zamana münhasır kalmaz. Ve ${ihata}$lıdır; yani aynı anda bütün kâinatı, bütün mahlûkatı kuşatmıştır. Bir baharı icat etmesiyle bir çiçeği icat etmesi, O’nun kudretine nisbetle birdir.
• Müradifleri: Bu ${ıtlak}$ ve ${ihata}$, O Zât’ın ${Kudret-i Ezeliye}’sinin$ nihayetsizliğini, ${ilm-i Muhît}’inin$ (kuşatıcı ilminin) her şeyi kapsadığını gösterir. Bu, ${Vâcibü’l-Vücud}$ (varlığı zorunlu) olmasının bir neticesidir.
2. Fiilleri Takyid Eden (Sınırlayan) Sebepler: Hikmet ve İrade
Metin, bu mutlak fiillerin tezahürde (görünüşte) sınırlı gibi görünmesinin sebebini açıklar. Bu sınırlama, bir acz veya noksanlıktan değil, tam tersine mükemmel bir plandan kaynaklanır.
• Hikmet ve İrade: Bir fiil, ${mutlak}$ iken, neden ${muayyen}$ (belirli) bir surette zuhur eder? Çünkü ${İlâhî Hikmet}$ (sebepler ve neticelerdeki mükemmel gaye) ve ${İlâhî İrade}$ (dileme, tercih etme) o fiilin tam da o şekilde, o ölçüde olmasına hükmetmiştir. Bir insana iki el verilip on parmak takılması, kudretin noksanlığından değil, hikmetin tam da bunu gerektirmesindendir.
• Mazharların Kabiliyetleri: Fiilin tezahür edeceği yerin (mazharın), yani mahlûkun “kabiliyet-i isti’dâdı” (potansiyel kapasitesi) o fiilin nasıl görüneceğini belirler. Bir çekirdek, bir ağaç olma kabiliyetini taşır; elmas kömürü ise yanma kabiliyetini. Aynı kudret fiili, mazharın kabiliyetine göre farklı bir sanat olarak tecellî eder.

3. Batıl Nazariyelerin Reddi: Tesadüf, Tabiat ve Esbab

Bu hakikat, kâinatı izah etmekte acze düşen felsefî akımları temelden reddeder:
• Serseri Tesadüf ve Şuursuz Tabiat: Metnin vurguladığı gibi, fiiller “gayet mizanlı ve hikmetli ve basîrâne (görerek) ve hayattarâne (hayat vererek)” icra edilmektedir. Tesadüf ise kör, hedefsiz ve mizansızdır. Tabiat, şuursuz bir kanunlar bütünüdür; ilmi, iradesi, görmesi yoktur. Şuurlu, hikmetli ve sanatlı bir fiili, şuursuz tesadüfe ve kör tabiata havale etmek, aklen muhaldir.
• Câmid Esbab (Cansız Sebepler) ve Kör Kuvvet: Sebepler, fiilin ${Fâil}$’i (yapanı) değil, kudretin önündeki ${zâhirî perde}$sidir. Cenâb-ı Hak, ${İzzet}$ ve ${Azamet}$’i gereği, sebepleri bir perde-i kudret (${Perde-i İzzet}$) olarak “istimâl” eder (kullanır). Su hayata sebep olur, ama suyu ve hayatı yaratan O’dur. Sebepler, fiili icat edemez; onlar da yaratılmış ve memurdurlar.

4. Tevhidin İsbâtı: Sûre-i Nahl’den Üç Misal
Metin, bu ${Tevhid-i Ef’âl}$ hakikatini, Sûre-i Nahl’de peş peşe gelen üç ayetin işaret ettiği üç harika fiil ile isbat eder:
Birinci Misal: Bal Arısı (Mucize-i Kudret)
Bu misal, küçücük bir mahlûka yüklenen büyük vazifeyi ve onun ${sevk-i İlâhî}$ (İlâhî sevk, yönlendirme) ile hareket ettiğini gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاَوْحٰى رَبُّكَ اِلَى النَّحْلِ اَنِ اتَّخِذ۪ي مِنَ الْجِبَالِ بُيُوتًا وَمِنَ الشَّجَرِ وَمِمَّا يَعْرِشُونَۙ ﴿٦٨﴾}$$
$$ {ثُمَّ كُل۪ي مِنْ كُلِّ الثَّمَرَاتِ فَاسْلُك۪ي سُبُلَ رَبِّكِ ذُلُلًاۜ يَخْرُجُ مِنْ بُطُونِهَا شَرَابٌ مُخْتَلِفٌ اَلْوَانُهُ ف۪يهِ شِفَٓاءٌ لِلنَّاسِۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَتَفَكَّرُونَ ﴿٦٩﴾}$$
(Nahl, 16/68-69)
“Rabbin bal arısına şöyle vahyetti: ‘Dağlardan, ağaçlardan ve onların yaptıkları bal kovanlarından kendin için evler edin.’ (68) ‘Sonra her türlü besleyici ürünlerden ye; rabbinin koyduğu kanunlara boyun eğerek çizdiği yollardan git!’ Onların karınlarından, farklı renk ve çeşitlerde şerbet (kıvamında bir sıvı) çıkar ki onda insanlara şifa vardır. İşte bunda da düşünen bir topluluk için açık delil bulunmaktadı1r. (69)”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği üç mucizevî cihet:
• Başındaki Program: Arının zerrecik başında, yön bulma (sevk-i Rabbânî), petek inşâ etme (hendese-i İlâhiyye) ve vazifesini şaşırmadan yapma (isyan etmeme) programı yerleştirilmiştir. Bu, ${İlham-ı Rabbânî}$’dir.
• Karnındaki Fabrika: Çiçeklerden topladığı basit usareyi, karnında kimyevî bir muameleden geçirerek şifa deposu olan bala dönüştürmesi, bir ${Kudret-i Mutlaka}$’nın fiilidir.
• Süngücüğündeki Zehir: Aynı bedende hem şifa (bal) hem de helâk edici zehiri (iğne) barındırması ve o zehrin arının kendi cismine zarar vermemesi, ${Muvazene-i Hakîmâne}$’yi (Hikmetli Denge) gösterir.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin “bütün zemin yüzünde, hadsiz arılarda, aynı hikmetle, aynı dikkatle, aynı mizanda, aynı anda” yapılması, ${Fâil}$’in (Sanatkârın) ${Vâhid-i Ehad}$ (Tek ve Bir) olduğunu isbat eder.
İkinci Misal: Süt (Mucize-i Rahmet)
Bu misal, en lâtif bir gıdanın, en kaba ve bulaşık maddeler arasından çıkarılmasını ve buna eşlik eden şefkati gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَاِنَّ لَكُمْ فِي الْاَنْعَامِ لَعِبْرَةًۜ نُسْق۪يكُمْ مِمَّا ف۪ي بُطُونِه۪ مِنْ بَيْنِ فَرْثٍ وَدَمٍ لَبَنًا خَالِصًا سَٓائِغًا لِلشَّارِب۪ينَ ﴿٦٦﴾}$$
(Nahl, 16/66)
“Sizin için sağmal hayvanlarda da kesin olarak ibret vardır. Nitekim size hayvanın karnında, besin artıklarıyla kan arasında (oluşan), içenlere lezzet veren saf süt içiriyoruz.”
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği iki harika cihet:
• Hâlis, Temiz Süt: Hayvanın bedeninde kan ve fışkı (sindirilmiş atıklar) gibi iki bulaşık madde arasında, onlara zerre kadar bulaşmadan, onların rengini, kokusunu, tadını almadan saf, beyaz, temiz ve mugaddî (besleyici) bir sütü ayırıp çıkarmak, ${Kudret-i Kâmile}$’nin ve ${İlm-i Muhît}$’in fiilidir. Bu, ${Rahmâniyet}$ ve ${Rezzâkiyet}$’in (Rızık Vericiliğin) en lâtif bir tecellîsidir.
• Şefkat ve Fedakârlık: Maddî sütten daha lâtif olan, annenin kalbine yerleştirilen ${şefkat}$ fiilidir. O şefkat ki, yavrusu için annenin hayatını fedâ etmesine sebep olur. Bu manevî fiil, kaba tesadüfün ve kör kuvvetin asla işi olamaz.
• Vahdete Delâleti: Bu fiilin, “yüz binlerle nevilerin hadsiz validelerinin kalblerinde ve memelerinde aynı anda, aynı tarzda, aynı hikmet ve aynı dikkatle tecellîsi,” bütün bu validelerin ve kalplerin ${Müdebbir}$’inin (İdare Edeninin) bir olduğunu isbat eder.
Üçüncü Misal: Hurma ve Üzüm (Mucize-i Sanat)
Bu misal, kupkuru ve basit bir topraktan, son derece sanatlı, lezzetli ve çeşitli gıdaların çıkarılmasını gösterir.
• Ayet ( Meali):
$$ {وَمِنْ ثَمَرَاتِ النَّخ۪يلِ وَالْاَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًاۜ اِنَّ ف۪ي ذٰلِكَ لَاٰيَةً لِقَوْمٍ يَعْقِلُونَ ﴿٦٧﴾}$$
(Nahl, 16/67)
“Hurma ağaçlarının ve üzüm asmalarının ürünlerinden hem içki hem de güzel besinler elde edersiniz. Bunda da aklını kullanan bir topluluk için açık delil vardır.” (Ayet, içkinin haram kılınmasından önce, bu maddelerin potansiyeline işaret etmiştir.)
• Detaylı İzah: Metnin belirttiği harika cihetler:
• Basit Menşe, Mükemmel Mahsul: “Susuz bir kum ve kuru bir toprak” gibi basit, câmid (cansız) ve ilimsiz bir maddeden; “helvalı şeker fabrikası” (hurma) ve “ballı şurup makinesi” (üzüm) gibi sanat harikalarını çıkarmak.
• Sanatın İnceliği: Üzüm tanesinin “lâtif mahfazası” (kabuğu), içindeki “cennet helvası” (lezzeti) ve en mühimi, o nazik kalbinde ağacın bütün programını (${kuvve-i hafıza}$) taşıyan “sert kabuklu çekirdekleri” yerleştirmek.
• Hassas Mizan ve İntizam: Bu fiiller, o kadar hassas bir ölçü (${mizan}$) ve intizamla yapılır ki, “zerre kadar aklı bulunan bir adam, ‘Bunları böyle yapan, elbette bu kâinatı yaratan zât olabilir’ demeye mecburdur.”
• Vahdete Delâleti: Bu sanat fiilinin, “bütün zemin yüzünde, hadsiz emsalinde aynı dikkat, aynı hikmet, aynı harika-i san’atı, aynı zamanda, aynı tarzda yaratmak,” bu fiilin ancak ${Hâlık-ı Kâinat}$ (Kâinatın Yaratıcısı) olan ${Nakkaş-ı Ezelî}$’ye ait olabileceğini isbat eder.

Netice
“İkinci Hakikat,” kâinattaki her bir fiilin (araya, süte, meyveye dair) üzerinde ${Vahdet Mührü}$ bulunduğunu gösterir. Fiillerdeki bu ${ıtlak}$ (sınırsızlık), ${ihata}$ (kuşatıcılık), ${hikmet}$ (bilgelik), ${intizam}$ (düzen) ve ${mizan}$ (ölçü); kör tesadüfe, şuursuz tabiata ve câmid sebeplere hiçbir pay bırakmaz.
Hadsiz fiillerin tamamı, “ittifakla, birtek vâhid-i ehad bir Zât-ı Zülcelâlin vahdetine şehadet ederler.”

 

 

 

Üçüncü Hakikat:
Mevcudatın ve bilhassa nebatat ve hayvanatın, sür’at-i mutlaka içinde kasret-i mutlaka ve intizam-ı mutlak ile ve sühulet-i mutlaka içinde gayet hüsn-ü san’at ve maharet ve ittikan ve intizam ile ve mebzuliyet-i mutlaka ve ihtilât-ı mutlak içinde gayet kıymettarlık ve tam imtiyaz ile icadlarıdır.
Evet, gayet çokluk ile gayet çabukluk, hem gayet san’atkârâne ve mâhirane ve dikkat ve intizam ile gayet kolay ve rahatça, hem gayet mebzuliyet ve karışıklık içinde gayet kıymetli ve farikalı olarak, bulaşmadan ve bulaştırmadan ve bulandırmadan yapmak, ancak ve ancak birtek vâhid Zâtın öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez. Ve o kudrete nisbeten, yıldızlar zerreler kadar ve en büyük, en küçük kadar ve efradı hadsiz bir nevi, birtek fert kadar ve azametli ve muhit bir küll, has ve az bir cüz kadar ve koca zeminin ihyası ve diriltilmesi, bir ağaç kadar ve dağ gibi bir ağacın inşası, tırnak gibi bir çekirdek kadar kolay ve rahatça ve suhuletli olmak gerektir¦tâ ki, gözümüzün önünde yapılan bu işleri yapabilsin.
İşte, bu mertebe-i tevhidin ve bu üçüncü hakikatın ve kelime-i tevhidin bu ehemmiyetli sırrını, yani en büyük bir küll, en küçük bir cüz’î gibi olması ve en çok ve en az farkı bulunmaması, hem bu hayretli hikmetini ve bu azametli tılsımını ve tavr-ı aklın haricindeki bu muammasını ve İslâmiyetin en mühim esasını ve imanın en derin bir medarını ve tevhidin en büyük bir temelini beyan ve hall ve keşf ve ispat etmekle Kur’ân’ın tılsımı açılır. Ve hilkat-ı kâinatın en gizli ve bilinmez ve felsefeyi idrâkinden âciz bırakan muamması bilinir.
Hâlık-ı Rahîmime yüz bin defa Risaletü’n-Nur’un hurufatı adedince şükür ve hamd olsun ki, Risaletü’n-Nur bu acîp tılsımı ve bu garip muammayı hall ve keşif ve ispat etmiş. Ve bilhassa Yirminci Mektubun âhirlerinde  bahsinde ve haşre dair Yirmi Dokuzuncu Sözün “Fâil muktedirdir” bahsinde, Yirmi Dokuzuncu Lem’a-i Arabiyenin Allahu ekber mertebelerinden kudret-i İlâhiyenin ispatında, kat’î bürhanlarla, iki kere iki dört eder derecesinde ispat edilmiş.
Onun için, izahı onlara havale etmekle beraber, bir fihriste hükmünde bu sırrı açan esasları ve delilleri icmalen beyan ve on üç basamak olarak on üç sırra işaret etmek istedim. Birinci ve ikinci sırları yazdım. Fakat, maatteessüf, hem maddî, hem mânevî iki kuvvetli mâni, beni şimdilik mütebakisinden vazgeçirdiler.
Birinci Sır:
Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz. Çünkü içtimaü’z-zıddeyn olur; o da muhâldir.
İşte bu sırra binaen, madem kudret-i İlâhiye zâtiyedir ve Zât-ı Akdesin lâzım-ı zarurîsidir. Elbette, o kudretin zıddı olan acz, o Zât-ı Kadîre ârız olması mümkün olmaz.
Ve madem bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir. Meselâ ziyanın kavî ve zayıf gibi mertebeleri, zulmetin müdahalesi ile; ve
hararetin ziyade ve aşağı dereceleri, soğuğun karışması ile; ve kuvvetin şiddet ve noksan miktarları, mukavemetin karşılaması ve mümânaatiyledir. Elbette o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz. Bütün eşyayı, birtek şey gibi icad eder.
Ve madem o kudret-i zâtiyede mertebeler bulunmaz ve zaaf ve noksan olamaz. Elbette hiçbir mâni onu karşılayamaz ve hiçbir icad ona ağır gelmez.
Ve madem hiçbir şey ona ağır gelmez, elbette haşr-i âzamı bir bahar kadar kolay ve bir baharı bir ağaç kadar suhuletli ve bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad ettiği gibi, bir çiçeği bir ağaç kadar san’atlı, bir ağacı bir bahar kadar mu’cizâtlı ve bir baharı bir haşir gibi cemiyetli ve harikalı halk eder ve gözümüzün önünde halk ediyor.
Risale-i Nur’da kat’î ve kuvvetli çok bürhanlarla ispat edilmiş ki, eğer vahdet ve tevhid olmazsa, bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı ve bir ağaç bir bahar kadar, belki daha suubetli olmakla beraber, kıymet ve san’atça bütün bütün sukut edeceklerdi. Ve şimdi bir dakikada yapılan bir zîhayat, bir senede ancak yapılacaktı. Belki de hiç yapılmayacaktı. İşte, bu mezkûr sırra binaendir ki, gayet mebzuliyet ve çoklukla beraber gayet kıymettar ve gayet çabuk ve kolaylıkla beraber gayet san’atlı olan bu meyveler, bu çiçekler, bu ağaçlar ve hayvancıklar muntazaman meydana çıkıyorlar ve vazife başına geçiyorlar ve tesbihatlarını yapıp, bitirip, tohumlarını yerlerinde tevkil ederek gidiyorlar.
İkinci Sır:
Nasıl ki nuraniyet ve şeffafiyet ve itaat sırrıyla ve kudret-i zâtiyenin bir cilvesiyle, birtek güneş, birtek aynaya ziyalı akis verdiği gibi, hadsiz aynalara ve parlak şeylere ve katrelere o kayıtsız kudretinin geniş faaliyetinden ziyalı ve hararetli olan ayn-ı aksini emr-i İlâhî ile kolayca verebilir. Az ve çok birdir, farkı yoktur.
Hem birtek kelime söylense, nihayetsiz hallâkıyetin nihayetsiz vüs’atinden, o birtek kelime, birtek adamın kulağına zahmetsiz girdiği gibi, bir milyon kulakların kafalarına da izn-i Rabbânî ile zahmetsiz girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir, fark etmez.
Hem göz gibi birtek nur veya Cebrail gibi nuranî birtek ruhânî, tecellî-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbâniyenin kemâl-i vüs’atinden, birtek yere suhuletle baktığı ve gittiği birtek yerde suhuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudret-i İlâhiye ile suhuletle bulunur, bakar, girer; az, çok farkı yoktur.
Aynen öyle de, Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru olduğundan; ve eşyanın mahiyetleri ve hakikatleri ve melekûtiyet vecihleri şeffaf ayna gibi parlak olduğundan; ve zerrattan ve nebatattan ve zîhayattan tâ yıldızlara ve güneşlere ve aylara kadar herşey, o kudret-i zâtiyenin hükmüne gayet derecede itaatli, inkıyadlı ve o kudret-i ezelînin emirlerine nihayet derece mutî ve musahhar bulunduğundan, elbette hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder ve yanlarında bulunur. Bir iş bir işe mâni olmaz. Büyük ve küçük, çok ve az, cüz’î ve küllî birdir. Hiçbiri ona ağır gelmez.
Hem nasıl ki, Onuncu ve Yirmi Dokuzuncu Sözlerde denildiği gibi, intizam ve muvazene ve hükme itaat ve emirleri imtisal sırlarıyla, yüz hane kadar bir büyük sefineyi bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirdiği gibi döndürür, gezdirir.
Hem bir âmir, bir arş emriyle birtek neferi hücum ettirdiği gibi, muntazam ve mutî bir orduyu dahi, o tek emriyle hücuma sevk eder.
Hem pek büyük bir hassas mizanın iki gözünde, iki dağ muvazene vaziyetinde bulunsalar, iki kefesinde iki yumurta bulunan diğer mizanın, birtek ceviz, bir kefesini yukarıya kaldırması, birini aşağı indirmesi gibi, o tek ceviz, bir kanun-u hikmetle öteki büyük mizanın bir gözünü dağ ile beraber dağın başına ve öbür dağı derelerin dibine indirebilir.
Aynen öyle de, kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî olan kudret-i Rabbâniyede ve beraberinde bütün intizamâtın ve nizamların ve muvazenelerin menşe-i, menbaı, medarı, masdarı olan nihayetsiz bir hikmet ve gayet hassas bir adalet-i İlâhiye bulunduğundan ve cüz’î ve küllî ve büyük ve küçük herşey ve bütün eşya o kudretin hükmüne musahhar ve tasarrufuna münkad olduğundan, elbette zerreleri kolayca tedvir ve tahrik ettiği gibi, yıldızları dahi nizam-ı hikmet sırrıyla kolayca döndürür, çevirir.
Ve baharda, bir emirle suhuletle bir sineği ihya ettiği gibi, bütün sineklerin taifelerini ve bütün nebatatı ve hayvancıkların ordularını kudretindeki hikmet ve mizanın sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla diriltip meydan-ı hayata sevk eder.
Ve bir ağacı baharda çabuk diriltmek ve kemiklerine hayat vermek gibi, o hikmetli, adâletli kudret-i mutlaka ile koca arzı ve zemin cenazesini, baharda o ağaç gibi kolayca ihya edip yüz bin çeşit haşirlerin misallerini icad eder.
Ve bir emr-i tekvînî ile arzı dirilttiği gibi,  -1- fermanıyla, yani, “Bütün ins ve cin, birtek sayha ve emirle yanımızda meydan-ı haşre hazır olurlar.”
Hem  -2- ferman etmesiyle, yani, “Kıyamet ve haşrin işi ve yapılması, gözünü kapayıp hemen açmak kadardır, belki daha yakındır” der.
Hem  -3- âyetiyle, yani, “Ey insanlar! Sizin icad ve ihyanız ve haşir ve neşriniz, birtek nefsin ihyası gibi kolaydır, kudretime ağır gelmez” meâlinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emirle, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanî ve ruhânî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı âzamın önüne getirir. Bir iş bir işe mâni olmaz.

*********

ÜÇÜNCÜ HAKİKAT’İN ANA FİKRİ: KESRET İÇİNDE VAHİYET

Bu hakikat, kâinatta nazarımıza (bakışımıza) çarpan ve aklı hayrette bırakan zâhirî (dışsal) bir zıddiyeti (karşıtlığı) ele alır:
• Sür’at-i Mutlaka İçinde Kasret-i Mutlaka ve İntizam-ı Mutlak:
• İzahı: Mutlak bir hız (sür’at) içinde, mutlak bir çokluğun (kasret) ve aynı zamanda mükemmel bir düzenin (intizam) bir arada bulunması.
• Misal: Bahar mevsiminde, çok kısa bir zamanda (sür’at), hadsiz nebatat ve hayvanat (kasret) türü, hiçbiri diğerine karışmadan, mükemmel bir nizam (intizam) ile icad edilmektedir.
• Sühulet-i Mutlaka İçinde Gayet Hüsn-ü San’at ve İttikan:
• İzahı: Mutlak bir kolaylık (sühulet) içinde, gayet yüksek bir sanat güzelliği (hüsn-ü san’at) ve mükemmelliğin (ittikan) sergilenmesi.
• Misal: Bir sineğin kanadındaki sanat, en mahir sanatkârların yapamayacağı bir inceliktedir (hüsn-ü san’at), ancak bu sanatlı eser, mutlak bir kolaylıkla (sühulet) ve sayısız (mebzul) miktarda yaratılmaktadır.
• Mebzuliyet-i Mutlaka ve İhtilât-ı Mutlak İçinde Gayet Kıymettarlık ve Tam İmtiyaz:
• İzahı: Mutlak bir bolluk (mebzuliyet) ve mutlak bir karışıklık (ihtilât) içinde, her bir ferdin gayet kıymetli olması ve tam bir ayırt ediciliğe (imtiyaz) sahip olması.
• Misal: Toprak unsuru, binlerce nebatat tohumu ile karışıktır (ihtilât) ve bu tohumlar çok boldur (mebzuliyet). Buna rağmen, her bir tohumdan çıkan bitki, kendi hususî yapısını, tadını, kokusunu (imtiyaz) mükemmelen muhafaza eder ve her biri (mesela bir elma) çok kıymetlidir.

Netice: Metnin ifade ettiği gibi, bu zâhiren zıt görünen (çokluk, hız, kolaylık, bolluk ile sanat, intizam, kıymet, seçkinlik) vasıfları bir arada, “bulaşmadan ve bulaştırmadan” yapmak, ancak ve ancak birtek Vâhid Zâtın (Allah’ın) öyle bir kudretiyle olabilir ki, o kudrete hiçbir şey ağır gelmez.
Bu hakikat, Tevhid’in (Allah’ın birliğinin) en derin sırrıdır: Allah’ın kudretine nisbeten, en büyük bir küll (bütün), en küçük bir cüz’î (parça) gibidir. Yıldızları yaratmak ile zerreleri yaratmak; bütün yeryüzünü (koca zemini) diriltmek ile bir ağacı diriltmek; bir ağacı inşa etmek ile bir çekirdeği açmak arasında O’nun kudreti için hiçbir fark yoktur.
Bu muammayı (sırrı) halleden ve isbat eden iki sırra işaret edilmiştir:

BİRİNCİ SIR: KUDRET-İ ZÂTİYEDE MERTEBELERİN BULUNMAMASI

Bu sır, Allah’ın kudretinin neden her şeye eşit nisbette olduğunu aklî bir temel ile izah eder:
• “Bir şey zâtî olsa, onun zıddı o zâta ârız olamaz.”
• İzahı: Zâtî (İng. intrinsic, essential), bir varlığın bizzat kendinden olan, varlığı için başkasına muhtaç olmayan, o şeyin hakikatini teşkil eden demektir. Bir sıfat zâtî ise, onun zıddı olan sıfat o varlıkta bulunamaz. Zira bu, içtimaü’z-zıddeyn (iki zıddın bir arada bulunması) olur ki, bu muhâldir (imkânsızdır).
• Uygulama: Cenâb-ı Hakk’ın Kudreti zâtiyedir; O’nun Zât-ı Akdesinin zarurî bir lazımıdır. Kudretin zıddı ise aczdir (âcizlik, güç yetirememek). Madem kudret zâtîdir, öyleyse zıddı olan acz, O Zât-ı Kadîr’e hiçbir surette ârız olamaz (ilişemez, O’nda bulunamaz).
• “Bir şeyde mertebelerin bulunması, o şeyin içinde zıddının tedahülü iledir.”
• İzahı: Mertebeler (dereceler, seviyeler), bir sıfatın zayıf, kuvvetli, az, çok gibi derecelere ayrılmasıdır. Metne göre bu derecelenme, ancak o sıfatın içine zıddının karışmasıyla (tedahülüyle) mümkündür.
• Misaller:
• Ziya (Işık): Ziyanın “kavî” (güçlü) ve “zayıf” mertebeleri, zulmetin (karanlığın) müdahalesi ile ortaya çıkar.
• Hararet (Sıcaklık): Hararetin “ziyade” (yüksek) ve “aşağı” dereceleri, soğuğun (bürûdetin) karışması ile ölçülür.
• Kuvvet: Kuvvetin “şiddet” ve “noksan” miktarları, mukavemetin (direncin) karşılaması ile belli olur.
• Netice: Kudret-i Zâtiyede Mertebe Yoktur.
• İzahı: Madem Allah’ın kudreti zâtiyedir ve zıddı olan acz O’na ârız olamaz; ve madem mertebeler zıddın müdahalesiyle olur; öyleyse Allah’ın kudret-i zâtiyesinde mertebeler bulunmaz.
• O’nun kudreti bölünmez, derecelenmez, zayıflamaz. Bu sebeple O’nun kudretine nisbetle:
• Hiçbir mâni O’nu karşılayamaz.
• Hiçbir icad O’na ağır gelmez.
• Haşr-i âzamı (büyük dirilişi) bir bahar kadar kolay,
• Bir baharı bir ağaç kadar suhuletli (kolay),
• Bir ağacı bir çiçek kadar zahmetsiz icad eder.
Bu sır, metnin başında zikredilen “sür’at”, “sühulet” ve “mebzuliyet” (hız, kolaylık, bolluk) ile “hüsn-ü san’at” ve “kıymettarlığın” nasıl birleştiğini gösterir. Eğer kudret zâtî olmasaydı ve mertebeleri olsaydı (yani esbaba dağıtılsaydı), “bir çiçek bir ağaç kadar, belki daha müşkülâtlı” olurdu.

İKİNCİ SIR: NURANİYET, ŞEFFAFİYET VE İTAAT SIRRI

Bu sır, kudret-i zâtiyenin mertebesizliğinin kâinatta nasıl fiilen göründüğünü üç temel prensip ve misallerle açıklar:
A. Nuraniyet ve Şeffafiyet Prensibi
• İzahı: Nuraniyet, maddî kesafetten (yoğunluktan) ve kayıtlardan âzâde olmak, latif (ince, şeffaf) olmaktır. Şeffafiyet ise, hakikatleri ve iç yüzü (melekûtiyeti) gösteren aynalardır.
• Misaller:
• Güneş (Nuraniyet): Birtek güneş, nuraniyeti sayesinde, birtek aynaya ışığını (ziyalı akis) verdiği aynı kolaylıkla, hadsiz (sınırsız) aynalara ve su katrelerine de ışığını verir. Birine aksetmesi, milyonlarcasına aksetmesine mâni olmaz. Az ve çok birdir.
• Kelime (Nuraniyet): Birtek kelime, bir adamın kulağına girdiği zahmetsizlikle, bir milyon kulağa da aynı anda girer. Binlerle dinleyen ile birtek dinleyen müsâvidir (eşittir).
• Ruhanî (Nuraniyet): Cebrail (a.s.) gibi nuranî bir ruhanî, birtek yerde suhuletle (kolaylıkla) bulunduğu gibi, kudret-i İlâhiye ile binler yerlerde de bulunabilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Kudret-i Zâtiye-i Ezeliye, “en lâtif, en has bir nur ve bütün nurların nuru”dur.
• Eşyanın melekûtiyet vecihleri (yani kâinatın Allah’a bakan iç yüzü, hakikatleri) “şeffaf ayna” gibi parlaktır.
• Bu sebeple, o Zâtî Nur olan Kudret, bütün eşyanın içinde ve yanında bir anda bulunur; “hadsiz eşyayı birtek şey gibi icad eder.” Bir iş bir işe mâni olmaz.

B. İntizam, Muvazene ve İtaat Prensibi
• İzahı: Kâinattaki her şey, Allah’ın kudretine ve emrine gayet derecede itaatli, inkıyadlı, mutî ve musahhardır (boyun eğmiştir). Bu itaat, intizam (düzen) ve muvazene (denge) kanunlarıyla tezahür eder. Bu intizam ve muvazene, en büyük işleri en küçük bir kuvvetle (zâhirî sebeple) yaptırır.
• Misaller:
• Gemi (İntizam/Muvazene): Yüz hane kadar büyük bir sefine (gemi), intizam ve muvazene sırrıyla (yani dümen mekanizmasıyla), bir çocuğun parmağıyla oyuncağını çevirmesi gibi kolayca döndürülür.
• Ordu (İntizam/İtaat): Muntazam ve mutî bir ordu, bir âmirin birtek “arş” emriyle, birtek nefer gibi hücuma geçer.
• Mizan (Muvazene): Hassas bir terazinin (mizan) kefesinde iki dağ dengede dursa, bir “kanun-u hikmetle” (yani bir tetikleme mekanizmasıyla), bir ceviz tanesi o dengeyi bozup bir dağı yukarı, diğerini aşağı indirebilir.
• Kıyas (Uygulama):
• Allah’ın kudret-i Rabbâniyesi “kayıtsız, nihayetsiz, nuranî, zâtî, sermedî”dir.
• Bu kudretle beraber, bütün intizamât (düzenlemelerin) ve muvazenelerin (dengelerin) menbaı (kaynağı) olan nihayetsiz bir hikmet ve hassas bir adalet-i İlâhiye vardır.
• Bütün eşya (cüz’î ve küllî) O’nun emrine musahhar (boyun eğmiş) ve münkaddır (itaat etmiştir).
• Netice (Haşirle Bağlantı):
• Bu intizam, hikmet ve itaat sırrıyla, Cenâb-ı Hak, zerreleri kolayca hareket ettirdiği (tedvir ve tahrik) gibi, yıldızları da aynı kolaylıkla döndürür.
• Baharda bir sineği ihya ettiği (dirilttiği) aynı emirle, bütün sinek taifelerini ve nebatat ordularını aynı kolaylıkla diriltir.
• Bir ağacı dirilttiği kolaylıkla, koca arzı ve zemin cenazesini (bütün yeryüzünü) baharda ihya eder; yüz bin haşir (diriliş) misalini gösterir.

KONUNUN AYETLERLE İSBATI

Metnin sonunda işaret edilen ve bu hakikati te’yid eden (doğrulayan) ayetler, kudretin bu mertebesizliğini ve haşrin kolaylığını kat’î (kesin) olarak beyan eder:

1. Haşrin (Dirilişin) Tek Bir Emirle Olacağı (İtaat ve Sür’at):

Metin bu ayete atıf yapar (Yâsîn Suresi, 53. ayet):
$${اِنْ كَانَتْ اِلَّا صَيْحَةً وَاحِدَةً فَاِذَا هُمْ جَم۪يعٌ لَدَيْنَا مُحْضَرُونَ}$$
( Meali): “Sadece korkunç bir ses olur, birdenbire hepsi de huzurumuzda divan dururlar.” (Yâsîn 36:53)
Bu ayet, kasret-i mutlakada (bütün insanların çokluğunda) olan haşrin, sür’at-i mutlaka ile (tek bir sayha/ses ile) ve intizam-ı mutlak ile (hepsinin bir anda hazır olmasıyla) gerçekleşeceğini gösterir.

2. Haşrin Sür’ati (Az ve Çoğun Müsâvî Olması):

Metin bu ayetlere atıf yapar:
$${وَمَٓا اَمْرُ السَّاعَةِ اِلَّا كَلَمْحِ الْبَصَرِ اَوْ هُوَ اَقْرَبُۜ اِنَّ اللّٰهَ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ قَد۪يرٌ}$$
( Meali): “…Kıyamet olayının gerçekleşmesi ise, ancak göz açıp kapayıncaya kadar, yahut daha da yakındır. Şüphe yok ki Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Nahl 16:77)
Ve ayrıca:
$${وَمَٓا اَمْرُنَٓا اِلَّا وَاحِدَةٌ كَلَمْحٍ بِالْبَصَرِ}$$
( Meali): “Bizim emrimiz, ancak göz açıp kapayıncaya kadar gibi bir tek emirdir.” (Kamer 54:50)
Bu ayetler, kudret-i zâtiye için en büyük iş olan kıyametin ve haşrin, en sür’atli iş olan “göz açıp kapama” (kelamhi’l-basar) kadar kolay olduğunu, hatta “daha yakın” olduğunu belirterek, kudrette mertebe olmadığını isbat eder.

3. Bütün İnsanların Yaratılışının Tek Bir Nefis Gibi Olması:

Metnin “Üçüncü Hakikat”in esası olarak zikrettiği en mühim ayet budur:
$${مَا خَلْقُكُمْ وَلَا بَعْثُكُمْ اِلَّا كَنَفْسٍ وَاحِدَةٍۜ اِنَّ اللّٰهَ سَم۪يعٌ بَص۪يرٌ}$$
( Meali): “Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokmân 31:28)
Bu ayet, “Üçüncü Hakikat”in tam bir hülâsasıdır (özetidir). Kesret-i mutlaka ile vahdet (tek bir nefis) arasında, Allah’ın halk (yaratma) ve ba’s (diriltme) kudreti açısından hiçbir fark olmadığını ilan eder.

4. Kudrete Hiçbir Şeyin Ağır Gelmemesi (Aczin Ârız Olamaması):

Birinci Sır’da izah edilen “kudretin zâtî” olup “aczin ârız olamaması” hakikati, şu ayetlerde ifadesini bulur:
$${وَمَا كَانَ اللّٰهُ لِيُعْجِزَهُ مِنْ شَيْءٍ فِي السَّمٰوَاتِ وَلَا فِي الْاَرْضِۜ اِنَّهُ كَانَ عَل۪يمًا قَد۪يرًا}$$
( Meali): “…Göklerde ve yerde Allah’ı âciz bırakacak hiçbir şey yoktur. Şüphesiz O, hakkıyla bilendir, hakkıyla kudret sahibidir.” (Fâtır 35:44)
$${اِنَّمَٓا اَمْرُهُٓ اِذَٓا اَرَادَ شَيْـًٔا اَنْ يَقُولَ لَهُ كُنْ فَيَكُونُ}$$
( Meali): “Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri o şeye ancak “Ol!” demektir. O da hemen oluverir.” (Yâsîn 36:82)
“Kün” (Ol) emri, sühulet-i mutlakayı (mutlak kolaylığı) ve kudretin icraatında hiçbir dirence (mukavemete) maruz kalmadığını gösterir.

HÜLÂSA (ÖZET)

“Üçüncü Hakikat,” kâinattaki mevcudatın yaratılışındaki zâhirî zıtlıkların (çokluk ile sür’at, bolluk ile sanat, karışıklık ile seçkinlik) ancak ve ancak Vahdet (Allah’ın birliği) ile mümkün olduğunu isbat eder.
Bu Vahdet’in temeli, Allah’ın Kudretinin Zâtî olmasıdır. Zâtî olduğu için zıddı olan acz O’na karışamaz. Acz karışamadığı için kudrette mertebeler (dereceler) bulunmaz. Kudrette mertebeler bulunmadığı için, O’na nisbetle az ile çok, büyük ile küçük, zerre ile güneş, bir çiçek ile bütün bir bahar, bir bahar ile bütün bir haşir (diriliş) arasında hiçbir fark yoktur. Hepsi “birtek şey gibi” kolaydır.
Bu mertebesiz kudretin kâinattaki icraatı ise Nuraniyet (Kudretin bir nur gibi her yeri ihata etmesi), Şeffafiyet (Eşyanın melekûtî yüzünün O’na ayna olması) ve İtaat (Bütün mevcudatın O’nun emrine, intizam ve muvazene kanunlarıyla tam boyun eğmesi) sırlarıyla gerçekleşir.
Bu hakikat, Haşr-i A’zamın (Büyük Dirilişin) icadının, gözümüzün önünde her baharda icad edilen bir ağaç veya bir çiçek kadar O’na kolay olduğunu aklî ve Kur’ânî delillerle isbat eder.

 

 

 

Dördüncü Hakikat:
Mevcudatın vücutları ve zuhurları, beraberlik ve birbiri içinde birlik ve birbirine benzemeklik ve biri birinin misâl-i musağğarı ve nümune-i ekberi ve bir kısım küll ve küllî ve diğer kısım onun cüzleri ve fertleri ve birbirine sikke-i fıtratta müşabehet ve nakş-ı san’atta münasebet ve birbirine yardım etmek ve birbirinin vazife-i fıtriyesini tekmil etmek gibi, çok cihetü’l-vahdet noktalarında, bedahet derecesinde tevhidi ilân ve Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek ve kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll ve küllî hükmünde bulunduğunu izhar etmektir.
Evet, meselâ her baharda, nebatattan ve hayvanattan dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını, beraber ve birbiri içinde, bir anda ve bir tarzda, yanlışsız, hatasız kemâl-i hikmet ve hüsn-ü san’atla icad etmek ve idare ve iaşe etmek; hem kuşların misâl-i musağğarları olan sineklerden tâ nümune-i ekberleri olan kartallara kadar hadsiz efradlarını yaratmak ve hava âleminde, seyahat ve yaşamalarına yardım eden cihazatı verip gezdirmek ve havayı şenlendirmekle beraber, yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at ve cisimlerinde müdebbirâne birer hâtem-i hikmet ve mâhiyetlerinde mürebbiyâne birer turra-i ehadiyet koymak; hem zerrât-ı taamiyeyi hüceyrat-ı bedeniyenin imdadına ve nebatatı hayvanatın imdadına ve hayvanatı insanların yardımına ve umum valideleri iktidarsız yavruların muavenetine hakîmâne, rahîmâne koşturmak, göndermek; hem dâire-i kehkeşandan ve manzume-i şemsiyeden ve anâsır-ı arziyeden, tâ göz hadekasının perdelerine ve gül goncasının yapraklarına ve mısır sümbülünün gömleklerine ve kavunun çekirdeklerine kadar mütedâhil dâireler gibi cüz’î ve küllî hükmünde aynı intizam ve hüsn-ü san’at ve aynı fiil ve kemâl-i hikmetle tasarruf etmek, elbette bedahet derecesinde ispat eder ki:
Bu işleri yapan hem vâhiddir, birdir; herşeyde sikkesi var.
Hem de hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.
Hem, güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.
Hem daire-i kehkeşan ve manzume-i şemsiye gibi en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez, tasarrufundan hâriç kalmaz.
Hem herşey, ne kadar büyük ve çok olursa olsun, en küçük, en az birşey gibi ona kolaydır ki, sineği kartal sisteminde ve çekirdeği ağacın mahiyetinde ve bir ağacı bir bahçe suretinde ve bir bahçeyi bir bahar san’atında ve bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder. Ve san’atça çok kıymettar şeyleri bize çok ucuz verir, ihsan eder. İstediği fiyat ise bir Bismillah ve bir Elhamdülillâhtır. Yani, o çok kıymettar nimetlerin makbul fiyatları, başta Bismillâhirrahmanirrahim ve âhirinde Elhamdülillâh demektir.

**********

Dördüncü Hakikat’in Geniş ve Detaylı İzahı

Bu hakikat, kâinatın bir bütün olarak, tecezzî ve inkısam kabul etmez (bölünmez ve parçalanmaz) bir “küll” olduğunu ve bu bütünün her bir cüz’ünün, o küllü yaratan Sâni’in Vâhid (Bir) olduğunu ilân ettiğini isbat eder. Metnin temelini “vahdet” (birlik) delilleri oluşturur.

1. Kâinattaki Vahdet Cihetleri (Birliğin Yönleri)

Metin, Tevhid’i isbat eden çok cihetli bir birlikten (cihetü’l-vahdet) bahseder. Bu birlik noktaları, kâinatta birden fazla müdebbir (idareci) ve sâniin (sanatkâr) bulunmasının imkânsız olduğunu gösterir:
• Beraberlik ve Birbiri İçinde Birlik: Mahlukat, mekân ve zaman itibarıyla beraber ve iç içedir. Atmosfer birdir, güneş birdir, rızık kanunları birdir. Bir çiçeğin yaratılışı, bütün bir baharın ve güneş sisteminin nizamıyla alakadardır. Bu, idarenin tek bir merkezden yapıldığını gösterir.
• Müşabehet ve Münasebet (Benzemeklik ve İlişki): Metinde “sikke-i fıtratta müşabehet” (yaratılış mühründe benzerlik) ve “nakş-ı san’atta münasebet” (sanat işlemeciliğinde ilişki) olarak ifade edilir. Bir sineğin kanadındaki sanat ile bir kartalın kanadındaki sanat, temelde aynı nizamı ve hikmeti gösterir. Bir yaprağın damarlarındaki tevziat (dağıtım) ile insan bedenindeki damar sistemi, aynı Rezzâk’ın (Rızık Veren) ve Hakîm’in (Hikmet Sahibi) eseridir. Bu, mührün tek olduğunu (Hâtem-i Vahdet) isbat eder.
• Misâl-i Musağğar ve Nümune-i Ekber (Küçültülmüş Misal ve Büyütülmüş Numune): Bu, mikro-kozmos (küçük âlem) ve makro-kozmos (büyük âlem) münasebetidir. Bir çekirdek, koca bir ağacın fihristesidir (misâl-i musağğar); bir ağaç ise o çekirdekteki programın açılmış halidir (nümune-i ekber). Aynı şekilde, insan “âlem-i sağîr” (küçük âlem), kâinat ise “insan-ı kebîr” (büyük insan) gibidir. Birini yapan, elbette diğerini de yapandır.
• Küll ve Cüz Münasebeti (Bütün ve Parça İlişkisi): Kâinat, her bir parçası (cüz) bütünün (küll) varlığına ve nizamına hizmet eden devasa bir makine veya tek bir saray hükmündedir. Göz, bedenden; beden, kâinattan ayrı düşünülemez. Bu, kâinatın idaresinin “tecezzî ve inkısam kabul etmez” olduğunu gösterir. Bir cüz’ü yaratan, ancak küllü yaratandır.
• Tesanüd ve Yardımlaşma (Dayanışma ve Birbirinin Vazifesini Tamamlama): Metnin en kuvvetli delillerinden biri, mahlukat arasındaki umumî yardımlaşmadır. Nebatat (bitkiler) hayvanatın, hayvanat insanların imdadına; hava, su, güneş bütün zîhayatların (canlıların) imdadına koşar. Bu şuurlu, hikmetli ve rahmetli yardımlaşma, perdenin arkasında tek bir Müdebbir-i Rahîm’in (Merhametli İdareci) varlığını bedahetle gösterir.

2. Vahdetin Tecellîsine Dair Misaller

Metin, bu nazarî tespiti (vahdet cihetlerini) müşahhas (gözlemlenebilir) misallerle kuvvetlendirir:
• Bahar İcadı: Her baharda “dört yüz bin nev’in hadsiz efradlarını” bir anda, beraber, hatasız ve mükemmel bir sanatla icad etmek, idare ve iaşe etmek, ancak kudreti sonsuz, ilmi her şeyi ihâta eden bir Zât’a (Vâhid-i Ehad) mahsus olabilir. Bu, haşrin (dirilişin) küçük bir misalidir.
• Kuşlar ve Sinekler: “Misâl-i musağğar” olan sineklerden “nümune-i ekber” olan kartallara kadar bütün kuş nevilerine, havada seyahat etmeleri için en münasip cihazatı (kanatlar, akciğerler vb.) vermek ve her birinin yüzüne “sikke-i san’at” (sanat mührü), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i ehadiyet” (birlik nişanı) koymak, Sâni’in birliğini gösterir.
• Umumî İmdad ve İaşe: Zerrât-ı taamiyenin (gıda zerrelerinin) hüceyrat-ı bedene (beden hücrelerine) şuurlu bir asker gibi yardıma gitmesi; annelerin iktidarsız yavrularına karşı şefkatle sevk edilmesi, kâinatta tesadüfe yer olmadığını, her şeyin Rahmân ve Rahîm bir Rabbin idaresinde olduğunu isbat eder.
• Mütedâhil Dâireler (İç İçe Daireler): Kehkeşan (Samanyolu Galaksisi) gibi devasa bir sistemdeki nizam ile bir gül goncasının yapraklarındaki veya bir mısır sümbülünün gömleklerindeki intizam aynı mükemmelliktedir. “Göz hadekasının perdeleri” gibi en hassas bir sanattan, “kavunun çekirdekleri” gibi bir fihristeye kadar her şeyde aynı fiil, aynı sanat ve aynı hikmetin tasarrufu görünür. Bu, fiilin fâilinin (işi yapanın) Vâhid olduğunu gösterir.

3. Metnin Vardığı Bedahet Derecesindeki Neticeler

Bu delillerden yola çıkarak metin, Sâni-i Kâinat hakkında şu neticelere ulaşır:
• O, Vâhiddir (Birdir): Her şeyde O’nun sikkesi (mührü) vardır. Bir eserde iki ayrı mühür olamaz.
• Mekândan Münezzehtir, Ama Her Yerde Hâzırdır: “Hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır.” Zira mekânı da O yaratmıştır. Fakat ilmi, kudreti ve iradesiyle her şeyin yanında, üstünde ve içindedir.
• Akrebiyet ve İhâta (Yakınlık ve Kuşatma): “Güneş gibi, herşey Ondan uzak, O ise herşeye yakındır.” Biz Zâtından (mahiyetinden) uzağız, O ise isim ve sıfatlarının tecellisiyle bize şah damarımızdan daha yakındır.
• Kudretine Nisbetle Az-Çok, Büyük-Küçük Birdir: “Daire-i kehkeşan… Ona ağır gelmediği gibi, kandaki küreyvat, kalbdeki hatırat ondan gizlenmez.” Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak kadar O’na kolaydır. Bu, O’nun kudretinin zâtî (kendinden) olduğunu ve acziyetin O’na ârız olamayacağını gösterir.
• Nimetin Fiyatı: Bismillah ve Elhamdülillâh: Bu kadar kıymettar, sanatlı ve hikmetli nimetleri “çok ucuz verir.” İstediği fiyat, O’nun namına başlamak (Bismillah) ve O’na minnettarlık ve medih ile hamd etmektir (Elhamdülillâh). Bu, nimetin kıymetini bilmek ve vereni tanımaktır.

Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı
Metinde ileri sürülen her bir hakikat, Kur’ân-ı Kerîm’in ayetleriyle tam bir mutabakat içindedir.

1. Vahdet-i Kâinat ve Tevhid-i Sâni (Kâinatın Birliği ve Sanatkâr’ın Birliği)
• Müradifi: Nizam-ı Küllî, Hâtem-i Vahdet, Şirk’in İmkânsızlığı.
• Metindeki “kâinatın rububiyet cihetinde tecezzî ve inkısam kabul etmez bir küll” olması ve “Sânilerinin vâhid olduğunu ispat etmek” ifadeleri şu ayetlere bakar:
• Ayet ( Meali):
“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz, âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Mülk 67/3-4)
• İzah: Metindeki “nakş-ı san’atta münasebet” ve “intizam,” bu ayetteki “uyumsuzluk göremezsin” (tefâvüt) hakikatiyle aynıdır. Kâinattaki bu mükemmel nizam ve zerre miktar bir “bozukluk” (fütûr) olmaması, Sâni’in Vâhid ve Ehad olduğunu bedahetle isbat eder.
• Ayet ( Meali):
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi olan Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.” (Enbiyâ 21/22)
• İzah: Metindeki “beraberlik ve birbiri içinde birlik” ve “birbirine yardım etmek” delilleri, bu ayetin isbatıdır. Eğer birden fazla idareci olsaydı, bu mükemmel yardımlaşma ve nizam olmaz, “düzeni bozulurdu” (fesâd).

2. Sikk-i Fıtrat ve Hâtem-i Hikmet (Yaratılış Mührü ve Hikmet Mührü)
• Müradifi: Fıtratullah, Ehadiyet Turrası, Sanat-ı İlâhiyye.
• Metindeki “sikke-i fıtratta müşabehet” ve “yüzlerinde mucizâne birer sikke-i san’at” ifadeleri, her mahlukun, yaratıcısını gösteren bir mühür taşıdığını belirtir.
• Ayet ( Meali):
“O halde sen, Allah’ı birleyen (hanîf) olarak yüzünü dine, Allah’ın fıtratına çevir ki O, insanları bu fıtrat üzere yaratmıştır. Allah’ın yaratmasında hiçbir değiştirme yoktur. İşte bu, dosdoğru dindir. Fakat insanların çoğu bilmezler.” (Rum 30/30)
• İzah: “Allah’ın fıtratı” (fıtratallah), bütün mahlukat üzerine vurulan o tevhid mührüdür. Metindeki “sikke-i fıtrat” bu ayete işaret eder. Bütün insanların ve mahlukatın aynı temel “yazılım” (fıtrat) ile yaratılması, Yaratıcı’nın bir olduğunu gösterir.

3. Akrebiyet-i İlâhiyye (Allah’ın Yakınlığı) ve İhâta (Kuşatma)
• Müradifi: Her Yerde Hâzır ve Nâzır Olma, Mekândan Münezzehiyet.
• Metindeki “hiçbir mekânda olmadığı gibi her mekânda hazırdır” ve “O ise herşeye yakındır” hakikatleri şu ayetlerle izah edilir:
• Ayet ( Meali):
“Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona verdiği vesveseyi de biz biliriz. Çünkü biz ona şah damarından daha yakınız.” (Kaf 50/16)
• Ayet ( Meali):
“…Nerede olsanız, O sizinle beraberdir. Allah, bütün yaptıklarınızı hakkıyla görendir.” (Hadid 57/4)
• İzah: Metin, Zât-ı Akdes’in mekândan münezzeh olduğunu, ancak ilmiyle, kudretiyle ve görmesiyle her an her yerde hâzır ve nâzır olduğunu belirtir. Bu, Hadid Suresi’ndeki “maiyet” (beraberlik) ve Kaf Suresi’ndeki “akrebiyet” (yakınlık) sırrıdır.

4. Kudret-i Mutlaka (Büyük-Küçük Farkı Olmaması)
• Müradifi: Suhulet-i İcad (Yaratma Kolaylığı), Emr-i “Kün fe Yekûn”.
• Metindeki “en büyük şeyler Ona ağır gelmediği gibi… en küçük… birşey gibi ona kolaydır” ve “sineği kartal sisteminde… suhuletle icad eder” ifadeleri, Allah’ın kudretinin zâtî olduğunu, O’na nisbetle hiçbir şeyin zor olmadığını anlatır.
• Ayet ( Meali):
“Bir şeyi dilediği zaman, O’nun emri yalnızca: ‘Ol!’ demektir; o da hemen oluverir.” (Yâsîn 36/82)
• Ayet ( Meali):
“…(İlk) yaratılışınız ve diriltilişiniz, ancak tek bir kişinin (yaratılışı ve diriltilişi) gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Lokman 31/28)
• İzah: Milyarlarca insanı diriltmek (haşir), tek bir insanı diriltmek gibidir. Bir baharı yaratmak, bir çiçeği yaratmak gibidir. Metindeki “bir baharı bir haşir vaziyetinde suhuletle icad eder” ifadesi, bu ayetlerin bir tefsiridir. Kudret-i Ezeliye için zerre ile güneş, az ile çok arasında fark yoktur.

5. Nimetlere Mukabil Şükür (Bismillah ve Elhamdülillah)
• Müradifi: Hamd, Zikir, Ubudiyetin Esası.
• Metin, bu muazzam sanatlı nimetlerin fiyatının “Bismillah” ve “Elhamdülillah” olduğunu söyler.
• Ayet ( Meali):
“Hani Rabbiniz şöyle duyurmuştu: ‘Andolsun, eğer şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım. Eğer nankörlük ederseniz, hiç şüphesiz azabım çok şiddetlidir.’ ” (İbrahim 14/7)
• İzah: “Bismillah,” nimeti Allah namına almak ve O’ndan bilmektir. “Elhamdülillâh” ise o nimete karşı kalben, lisanen ve fiilen teşekkür etmektir. Bu ikisi, ayette emredilen “şükrün” ta kendisidir ve nimetin devamının (artırılmasının) yegâne vesilesidir.

Netice
“Dördüncü Hakikat,” kâinat kitabını bir tefekkür ve nazar dersi olarak okur. Varlıkların sadece var olmalarını değil, aynı zamanda “nasıl” var olduklarını (beraber, benzer, yardımlaşarak, nizam içinde) tahlil eder. Bu tahlil neticesinde, bütün bu fiillerin tek bir Fâil’e, bütün bu sanatların tek bir Sâni’e, bütün bu rızıkların tek bir Rezzâk’a ait olduğu “bedahet derecesinde” isbat edilir. Bu metin, imanı taklitten (körü körüne inanma) tahkike (araştırarak, delillerle inanma) çıkaran mühim bir tefekkür usûlü sunmaktadır.

 

 

 

Beşinci Hakikat:
Kâinatın mecmuunda ve erkânında ve eczasında ve her mevcudunda bir intizam-ı ekmelin bulunması ve o memleket-i vâsianın tedvir ve idaresine medar olan ve heyet-i umumiyesine taallûk eden maddeler ve vazifedarlar birer vâhid olması ve o haşmetli şehir ve meşherde tasarruf eden isimler ve fiiller, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet ve vâhid ve her yerde aynı isim ve aynı fiil olmakla beraber, herşeyi veya ekser eşyayı ihataları ve şümûlleri, ve o ziynetli sarayın tedbirine ve şenlenmesine ve binasına medar olan unsurlar ve neviler, birbiri içinde ve birer ve bir mahiyet-i vâhide ve her yerde aynı unsur ve aynı nevi bulunmakla beraber, zeminin yüzünü ve ekserisini intişar ile ihâta etmeleri, elbette bedahetle ve zaruretle iktiza eder ve delâlet eder ve şehadet eder ve gösterir ki, bu kâinatın Sânii ve Müdebbiri ve bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi ve bu sarayın Sahibi ve Bânisi birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. Misli ve nazîri olamaz ve veziri ve muîni yoktur. Şeriki ve zıddı olamaz. Aczi ve kusuru yoktur.
Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.
Madem bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına kadar küllî olsun cüz’î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. Elbette, bir Kadîr-i Mutlaktan ve bir Hakîm-i Mutlaktan başka hiçbir şey, kast ve icad suretiyle elini hiçbir şeye uzatamaz ve karışamazlar. Belki yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.
Ve madem tanzim etmek ve bilhassa gayeleri takip etmek ve maslahatları gözeterek bir intizam vermek, yalnız ilim ve hikmetle olur ve irade ve ihtiyar ile yapılır. Elbette ve her halde, bu hikmetperverâne intizam ve bu gözümüz önündeki maslahatkârâne çeşit çeşit hadsiz intizamat-ı mahlûkat, bedahet derecesinde delâlet ve şehadet eder ki, bu mevcudatın Hâlıkı ve Müdebbiri birdir, fâildir, muhtardır. Herşey Onun kudretiyle vücuda gelir, Onun iradesiyle birer vaziyet-i mahsusa alır ve Onun ihtiyarıyla bir suret-i muntazama giyer.
Hem, madem bu misafirhane-i dünyanın sobalı lâmbası birdir ve rûznâmeli kandili birdir ve rahmetli süngeri birdir ve ateşli aşçısı birdir ve hayatlı şurubu birdir ve himâyetli tarlası birdir. Bir, bir, bir¦tâ bin birler kadar… Elbette, bu bir birler bedahetle şehadet eder ki, bu misafirhanenin Sânii ve Sahibi birdir. Hem gayet kerîm ve misafirperverdir ki, bu yüksek ve büyük memurlarını zîhayat yolcularına hizmetkâr edip istirahatlarına çalıştırıyor.
Hem madem dünyanın her tarafında tasarruf eden ve nakışları ve cilveleri görünen Hakîm, Rahîm, Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî gibi isimler ve hikmet ve rahmet ve inayet gibi şe’nler ve tasvir ve tedvir ve terbiye gibi fiiller birdirler. Her yerde aynı isim, aynı fiil birbiri içinde, hem nihayet mertebede, hem ihatalıdırlar. Hem birbirinin nakşını öyle tekmil ederler ki, güya o isimler ve o fiiller ittihad edip, kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor. Meselâ, hayat verici ismin bir şeyde tasarrufu göründüğü anda, yaratıcı ve tasvir edici ve rızık verici gibi çok isimlerin aynı anda, her yerde, aynı sistemde tasarrufatları görünüyor. Elbette ve elbette bedahetle şehadet eder ki, o ihatalı isimlerin müsemmâsı ve her yerde aynı tarzda görünen şümûllü fiillerin fâili birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir. âmennâ ve saddaknâ.
Hem madem masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar zemini ihata ederler. Ve mahlûkattan, vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan nevilerin herbiri bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler. Elbette bedahetle ispat eder ki, o unsurlar müştemilâtıyla ve o neviler efradıyla birtek Zâtın malıdır, mülküdür. Ve öyle bir Vâhid-i Kadîrin masnuları ve hizmetkârlarıdır ki, o koca istilâcı unsurları, gayet itaatli bir hizmetçi ve o zeminin her tarafına dağılan nevileri gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam eder.
Bu hakikat dahi Risaletü’n-Nur’da ispat ve izah edildiğinden, burada bu kısa işaretle iktifa ediyoruz.
Bizim yolcu, bu beş hakikatten aldığı feyz-i imanî ve zevk-i tevhidî neşesiyle müşahedatını hülâsa ve hissiyatını tercüme ederek, kalbine diyor:
Bak kitab-ı kâinatın safha-i rengînine,
Hâme-i zerrin-i kudret, gör ne tasvir eylemiş.
Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına,
Sanki âyâtın Hüdâ, nur ile tahrir eylemiş.
Hem bil ki:
Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud,
Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd.
Yazılmış destgâh-ı levh-i mahfuz-u hakikatte
Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud.
Hem dinle:

Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor ve Yâ Hak, Yâ Hay diye haykırıyorlar.
Neam,  diyerek, kalbiyle beraber nefsi dahi tasdik ederek “Evet, evet” dediler.

***********

BEŞİNCİ HAKİKAT’İN İZAH VE TAHLİLİ

Bu hakikat, Vahdâniyet’in (Allah’ın birliğinin) isbatını dört temel delil üzerine bina eder:
• Kâinattaki Mükemmel Nizam (İntizam-ı Ekmel).
• İdare ve Tedbirdeki Birlik (Misafirhane-i Dünya Temsili).
• İsimlerin (Esmâ) ve Fiillerin (Ef’âl) Birliği ve Birlikteliği.
• Temel Maddelerin (Anâsır) ve Canlı Türlerinin (Neviler) Birliği.
1. Kelime ve Kavram Tahlili (Metindeki Esas Mefhumlar)
• İntizam-ı Ekmel: Kusursuz, noksansız ve mükemmel düzen. Kâinattaki her şeyin, galaksilerden atom altı parçacıklara kadar, bir gaye ve hikmetle, şaşmaz bir mizan (ölçü) ile yerleştirilmesi.
• Tedvir ve İdare: Bir memleketin sultanı gibi, kâinatın sevk ve idaresi, her mevcudun ihtiyacının görülmesi ve işlerinin yürütülmesi.
• Vâhid ve Ehad: Her ikisi de Allah’ın birliğini ifade eder. Vâhid (Bir), Allah’ın sıfatlarında ve fiillerinde şeriki (ortağı) olmadığını, kâinatın idaresinde O’ndan başka Fâil (iş gören) bulunmadığını ifade eder (bütün kâinatın aynı idare altında olması). Ehad (Tek), Allah’ın Zât’ında bir olduğunu, cüzlere (parçalara) ve kısımlara ayrılmaktan münezzeh (uzak) olduğunu ifade eder (her bir mevcudun bizzat O’nun eseri olması).
• Bedahetle ve Zaruretle: Delile ihtiyaç duyulmayacak kadar apaçık ve zihnen kabul edilmesi zorunlu olan.
• Mazhar ve Münfail: Mevcudatın (varlıkların) kendi başlarına “Fâil” (yaratıcı, işi yapan) olmadıklarını; bilakis, Allah’ın isimlerinin tecellisine “mazhar” (görünme yeri) ve O’nun kudretinin tesiriyle “münfail” (etkilenen, o fiili kabul eden) olduklarını ifade eder.

2. Metnin Şerhi ve İzahı
Metin, bir “yolcunun” kâinata nazar ederek (bakarak) elde ettiği müşahedeleri aktarır. Bu yolcunun nazarında kâinat, Sanatkâr’ını gösteren delillerle doludur.
Birinci Esas: İntizam-ı Ekmel ve Vahdet (Mükemmel Düzen ve Birlik)
Metin, kâinatın bütününde (“mecmuunda”), temel unsurlarında (“erkânında”) ve en küçük parçasında (“eczasında”) mükemmel bir nizamın varlığına dikkat çeker.
“Evet, intizam tam bir vahdettir, birtek nazzâmı ister. Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz.”
Bu cümle, delilin temelidir. Düzen, bir düzenleyiciyi (Nazzâm) gerektirir. Eğer birden fazla irade (ilah) işe karışsaydı, bu zıtlık ve kargaşaya (fesada) yol açardı. Arzın dönüşünden (“yevmî ve senevî devranı”), insanın simasındaki ahenkten, kandaki küreyvatın (alyuvar ve akyuvarların) nizamlı hareketine kadar her seviyedeki bu şaşmaz düzen, tek bir Kadîr-i Mutlak (Mutlak Güç Sahibi) ve tek bir Hakîm-i Mutlak (Mutlak Hikmet Sahibi) tarafından yapıldığını “bedahetle” gösterir.
Mahlûkatın (yaratılmışların) bu nizama müdahalesi yoktur; onlar “yalnız kabul ederler, mazhar ve münfail olurlar.” Yani, Güneş yakmayı kendi seçmez, o Muhrik (yakan) ismine mazhardır; toprak yeşertmeyi kendi irade etmez, o Fâtır (yaratan) ismine münfail bir aynadır.
İkinci Esas: İdarede Vahdet (Misafirhane-i Dünya Temsili)
Bu kısım, kâinatın idaresindeki birliğe odaklanır. Dünya, bir “misafirhane” olarak tasvir edilir ve bu misafirhanenin temel ihtiyaçları tek bir merkezden karşılanır:
• “sobalı lâmbası birdir” (Güneş)
• “rûznâmeli kandili birdir” (Ay)
• “rahmetli süngeri birdir” (Bulutlar ve yağmur)
• “ateşli aşçısı birdir” (Güneşin harareti ve yerin altındaki ateş)
• “hayatlı şurubu birdir” (Su)
• “himâyetli tarlası birdir” (Toprak)
Bütün zîhayat (canlı) yolculara hizmet eden bu temel unsurların “bir” olması, yani her yerde aynı Güneş’in ısıtması, aynı suyun hayat vermesi, bu misafirhanenin Sahibinin de “birdir” olduğunu isbat eder. Bu Sahib, “gayet kerîm ve misafirperverdir.”
Üçüncü Esas: Esmâ (İsimler) ve Ef’âlin (Fiiller) Birliği
Bu delil, daha derûnî bir tevhidi gösterir. Kâinatta görünen fiiller (tasvir, tedvir, terbiye) ve bu fiillerin menşei olan isimler (Musavvir, Müdebbir, Muhyî, Mürebbî) her yerde “bir”dir ve “birbiri içinde”dir.
“…güya o isimler ve o fiiller ittihad edip (birleşip), kudret ayn-ı hikmet ve rahmet ve hikmet ayn-ı inayet ve hayat oluyor.”
Misal olarak: Bir çiçeğin yaratılışında (fiil), o anda hem Musavvir (en güzel şekli veren), hem Rezzâk (rızkını hazırlayan), hem Muhyî (hayat veren), hem Hakîm (hikmetle donatan) isimleri aynı anda, aynı sistemle ve tam bir birlik içinde tecelli eder. Bir ismi diğerinden ayırmak mümkün değildir. Bu iç içe geçmişlik ve birlik, bu isimlerin sahibinin (Müsemmâ) ve bu fiillerin failinin (Fâil) “birdir, tektir, vâhiddir, ehaddir” olduğunu zarurî kılar.
Dördüncü Esas: Anâsır (Unsurlar) ve Nevilerin (Türler) Birliği
Son delil, yaratılışın ham maddelerine ve neticelerine bakar:
• Anâsır (Elementler): “masnuatın maddeleri ve mayaları olan unsurlar” (oksijen, hidrojen, karbon vb.) tektir. Sahra’daki oksijen ile okyanustaki oksijen aynıdır. Bu tek tip unsurlar, bütün yeryüzünü (“zemini ihata ederler”) kaplar ve bütün canlıların hizmetinde “gayet itaatli bir hizmetçi” gibi çalışırlar.
• Neviler (Türler): Her bir tür (insan türü, kedi türü, buğday türü), kendine has bir birlik mührü (“vahdeti gösteren çeşit çeşit sikkeleri taşıyan”) taşır. Hepsi “bir iken rû-yi zeminde intişar edip istilâ ederler” (yeryüzüne yayılırlar).
Bu unsurların ve türlerin, tek bir şablon ve mühürle her yerde bulunması, onların “birtek Zâtın malı, mülküdür” olduğunu ve O Vâhid-i Kadîr tarafından “gayet intizamlı bir nefer hükmünde istihdam” edildiklerini gösterir.

3. Konunun Ayetler ve Müradifleriyle İzahı

Metinde ileri sürülen tevhid delilleri, Kur’an-ı Kerim’in kâinata nazar etme (bakma) ve tefekkür etme davetiyle tam bir uyum içindedir.
Müradif Kavramlar (İlgili Mefhumlar):
• Tevhid: Allah’ı birlemek. (Metnin ana gayesi)
• Vahdâniyet: Allah’ın bir ve tek oluşu.
• Nizam ve Mizan: Kâinattaki mükemmel düzen ve ölçü. (Metnin “intizam-ı ekmel” dediği)
• Sünnetullah: Allah’ın kâinata koyduğu, değişmez tabiat kanunları. (Metnin “aynı isim ve aynı fiil” ile işaret ettiği)
• Tasarruf: Allah’ın mülkünde (kâinatta) dilediği gibi idare ve icraatta bulunması.
• Fıtrat: Yaratılış, varlığa kodlanan yapı.
• Tefekkür: Kâinattaki sanat ve nizam üzerinden Sanatkâr’ı (Sâni’) düşünmek. (Metnin “yolcu”sunun yaptığı eylem)

Konu ile İlgili Ayet-i Kerimeler (Meali İktibasları):

1. İntizam ve Nizamdaki Kusursuzluk (İntizam-ı Ekmel):
Metnin “kâinatın mecmuunda… bir intizam-ı ekmelin bulunması” ve “Kalmamış bir nokta muzlim çeşm-i dil erbabına” mısraına en muvafık ayetler:
$${“Gökleri yedi kat yaratan O’dur. Rahmân’ın yaratmasında hiçbir düzensizlik göremezsin. Gözünü çevir de bak! Bir bozukluk görüyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak! Göz (aradığı bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir.”}$$
(Mülk, 67/3-4)
Bu ayetler, kâinatta “intizamsızlık” veya “kusur” (metindeki “muzlim nokta”) olmadığını, nazar edildikçe Sâni’in kemalinin görüleceğini belirtir.

2. Şirkin İmkânsızlığı ve İdarenin Birliği (Tedvirde Vahdet):

Metnin “intizam tam bir vahdettir… Münakaşaya medar olan şirki kaldırmaz” hakikatinin Kur’an’daki en net ifadesi:
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, arşın Rabbi olan Allah, onların niteledikleri şeylerden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, “Beşinci Hakikat”in temel mantığını (birden fazla fail olsa nizam bozulur) Kur’anî bir delil ile teyit eder.

3. Yaratılışın Hikmeti ve Gaye (Hikmetperverâne İntizam):

Metin, bu nizamın “ilim ve hikmetle” ve “maslahatları gözeterek” yapıldığını vurgular. Bu, abesiyetsizliği (boş yere olmama) ifade eder:
$${“Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Biz onları ancak hak ve hikmetle yarattık. Fakat onların çoğu bilmezler.”}$$
(Duhân, 44/38-39)

4. Kâinatın İdaresi ve Rabliğin Vahdeti (Tedvir ve Terbiye):

Metnin “bu memleketin Sultanı ve Mürebbîsi birdir” hükmü ile “misafirhane” temsilindeki idare birliği:
$${“Hamd, Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.”}$$
(Fâtiha, 1/2)
$${“De ki: ‘Size gökten ve yerden kim rızık veriyor? Yahut kulaklara ve gözlere kim hükmediyor? Diriyi ölüden kim çıkarıyor, ölüyü diriden kim çıkarıyor? İşleri kim yürütüyor?’ Onlar: ‘Allah’ diyecekler. De ki: ‘O halde Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’”}$$
(Yûnus, 10/31)
Bu ayet, metindeki “tedvir” (işleri yürütme) fiilinin tek bir Fâil’e (Allah’a) ait olduğunu ikrar ettirir.

4. Hülâsa ve Netice
“Beşinci Hakikat,” kâinatın her bir parçasının ve bütününün, lisan-ı hal (hal dili) ile “Lâilâhe İllallah” zikrini nasıl ilan ettiğini gösteren bir tefekkür dersidir.
Yolcu, bu hakikatten aldığı “feyz-i imanî” ile kâinat kitabına baktığında, kudret kaleminin nur ile yazdığı ayetleri okur. Anlar ki:
• “Kitab-ı âlemin evrakıdır eb’âd-ı nâmahdud”: Bu âlem kitabının sayfaları, sonsuz boyutlardır.
• “Sütûr-u hâdisat-ı dehrdir âsâr-ı nâmadûd”: Zamandaki hadiselerin satırları, sayısız eserlerdir.
• “Mücessem lâfz-ı mânidardır, âlemde her mevcud”: Âlemdeki her bir varlık, hakikat levh-i mahfuzunda yazılmış, manası olan, cisim giymiş bir kelimedir.
Netice olarak, bu nizamlı varlıkların hepsi, metnin sonunda ifade edildiği gibi, “Bir baştan diğer başa herşey, her zaman Lâilâhe İllallah zikrini ilân ediyor” ve “Yâ Hak, Yâ Hay” diye haykırıyor. Bu sesi duyan yolcunun nefsi dahi, kalbiyle beraber “Neam” (Evet) diyerek bu cihan şümul (evrensel) tevhidi tasdik eder.

 

 

 

Birinci Hakikat:
“Fettâhiyet” hakikatıdır.
Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında ayrı ayrı hadsiz mevcudatı, çiçekler misilli, Fettâh ismiyle her birisine münasip bir tarz-ı muntazam ve bir şahsiyet-i mümtâze kudret-i fâtıra açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata dahi, her birisine gayet san’atlı ve hikmetli bir suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır. Bu hikmete binaen, feth-i suver hakikati tekrarla birkaç suretlerde Risaletü’n-Nur’da ve bilhassa bu risalenin İkinci Makamının Birinci Babında, Altıncı ve Yedinci Mertebelerinde ispat ve beyan edilmesinden, onlara havale edip, burada bu kadar deriz ki:
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle ve tetkikat-ı amîkasıyla, bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden ve herşeyde herşeyi görebilecek ve yapabilecek bir Kadîr-i Mutlaktan başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz. Çünkü, bu feth-i suver fiili ise, her yerde ve her anda bulunan, nihayetsiz bir kudretin içinde nihayet derecede bir hikmet, bir dikkat, bir ihata ister. Ve böyle bir kudret ise, ancak bütün kâinatı idare eden birtek Zâtta bulunabilir.
Evet, meselâ mezkûr âyetlerin ferman ettikleri gibi üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini ayrı ayrı, mizanlı, imtiyazlı, ziynetli ve intizamlı olarak, hem şaşırmadan, yanlış etmeden, karıştırmadan, basit bir maddeden açmak ve yaratmak olan fettâhiyet; ve umum rû-yi zeminde aynı kudret, aynı hikmet, aynı san’atla umum insanları ve hayvanları ve nebatları ihata eden bu feth-i suver hakikatı, vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz. Ve Birinci Babda vücub-u vücuda şehadet eden on dokuz hakikat, nasıl ki vücutlarıyla Hâlıkın vücuduna delâlet ederler; öyle de ihatalarıyla da vahdete şehadet ederler.

*****

1. Giriş: Fettâhiyet Hakikatı ve Vahdet Delili
“Fettâhiyet”, lügat manasıyla “açmak, fethetmek, kapalılığı gidermek, hüküm vermek” manalarına gelen “feth” kökünden türemiştir. Allah’ın Esma-i Hüsna’sından olan el-Fettâh (ٱلْفَتَّاحُ) ismi, her türlü kapalılığı açan, müşkilatları halleden, rızık kapılarını açan ve en mühimi, mahlukata varlık sahasında münasip suretler ve şekiller “açan” Zât demektir.
İktibas edilen metin, kâinattaki en hayret verici hadisenin, yani “feth-i suver”in (suretlerin açılmasının) nasıl olup da el-Fettâh isminin Vahdet’ine (birliğine) şaşmaz bir delil olduğunu izah eder.

2. Temel Kavramların Tahlili
Metnin daha iyi anlaşılabilmesi için temel kavramların izahı elzemdir:
• el-Fettâh (Müradifleri: el-Hâlık, el-Bâri’, el-Musavvir):
• el-Fettâh: “Açan.” Bu isim, yokluk karanlığını varlık nuruyla açar; basit, şekilsiz bir maddeyi (bir tohumu, bir nutfeyi) açarak içinden muntazam, sanatlı bir suret çıkarır.
• el-Hâlık: “Takdir eden, yaratan.” Henüz var olmayan bir şeyin nasıl olacağını, hangi ölçülerde var olacağını takdir edendir.
• el-Bâri’: “Yoktan var eden, inşa eden.” Takdir edileni, modele uygun şekilde, kusursuzca ve uyum içinde var edendir.
• el-Musavvir: “Suret ve şekil veren.” Varlığa getirdiğine, onu diğerlerinden ayıran hususi, mizanlı (ölçülü) ve müzeyyen (süslü) bir suret giydirendir.
• Fettâhiyet hakikatı, bu üç ismin (Hâlık, Bâri’, Musavvir) manasını da derûnî bir surette ihtiva eder.
• Feth-i Suver (Suretlerin Açılması):
Metnin merkezi tabiridir. Bu, iki manaya gelir:
• İcmalden Tafsile Geçiş: Bir çekirdek veya yumurta gibi “icmali” (özet, program) bir halde bulunan basit bir maddeden; ağaç, çiçek veya kuş gibi “tafsilatlı” (detaylı) bir suretin açılıp çıkarılmasıdır.
• Basit Maddeden Sanatlı Surete Geçiş: Toprak, su, hava gibi “basit” ve “unsurî” maddelerden; elma, kiraz, insan sureti gibi hadsiz derecede farklı ve sanatlı suretlerin yaratılmasıdır.
• Basit Bir Madde:
Bu tabir, sureti ve şekli olmayan, tek düze görünen hammaddeyi ifade eder. Misal: Bir damla su (nutfe) veya bir avuç toprak. Fettâhiyet tecellîsi, bu “bir” ve “basit” olan maddeden, “binlerce” farklı ve “muntazam” sureti açıp göstermesidir.
• İhata ve Şümul (Kapsamlılık):
Metnin vahdet delili olarak sunduğu kilit kavramdır. “Feth-i suver” fiili, kâinatın her köşesinde (her tarafta), her an (bir anda) ve hadsiz çeşitlilikte (ayrı ayrı, çeşit çeşit) icra edilmektedir. Bir fiilin, kâinatı bütünüyle ihata etmesi (kuşatması), o fiilin failinin de kâinatın tamamına hükmeden, her şeyi bir anda gören, bilen ve idare eden Vâhid-i Ehad (Bir ve Tek) olmasını zaruri kılar. Eğer zerre kadar şirk (ortaklık) olsaydı, bu ihatada ve intizamda mutlaka karışıklık ve noksanlık olurdu.

3. Metnin Paragraf Paragraf İzahı
Paragraf 1 (Tanım):
“Fettâhiyet” hakikatıdır. Yani Fettâh isminin tecellîsiyle, basit bir maddeden ayrı ayrı, çeşit çeşit, hadsiz muntazam suretlerin, beraber, her tarafta, bir anda, bir fiil ile açılmasıdır.
Burada fiilin altı vasfı zikredilir:
• Kaynak: Fettâh isminin tecellîsi.
• Hammadde: Basit bir madde.
• Netice: Ayrı, çeşitli, hadsiz ve muntazam suretler.
• Zamanlama: Beraber ve bir anda.
• Mekân: Her tarafta.
• Keyfiyet: Bir fiil ile.
Bu altı vasıf, fiilin failinin Vahdet’ini (birliğini) ve Ehadiyet’ini (her bir şeydeki mührünü) isbat eder. Bir anda, her tarafta, basit bir şeyden bu kadar çok çeşidi hatasız yapmak, ancak her şeyi birlikte idare eden bir Zât’a mahsustur.
Paragraf 2 (Misaller):
Evet, nasıl ki umum kâinatın bağistanında… Fettâh ismiyle… açmış, vermiş. Aynen öyle de, fakat daha mu’cizâtlı olarak, zemin bahçesinde dört yüz bin enva-ı zîhayata… suret-i mevzune ve müzeyyene ve mümtâze vermiş.
Metin, bu hakikati iki misal ile tasvir eder:
• Umum Kâinat (Makro Âlem): Galaksiler, yıldızlar, sistemler gibi “kâinat bağistanı”nın her bir çiçeği (mevcudatı), Fettâh ismiyle açılmıştır.
• Zemin Bahçesi (Mikro Âlem): Yeryüzü, bu tecellînin daha mucizeli bir sahasıdır. Zira “basit” bir toprak perdesi altında “dört yüz bin” (o günkü tesbitle, şimdi milyonlarca) farklı canlı türüne (enva-ı zîhayat), her birine hususi, “mevzune” (ölçülü), “müzeyyene” (süslü) ve “mümtâze” (seçkin) bir suret verilmektedir.
Paragraf 3 (Ayetlere Atıf ve Delil):
…âyetlerin ifadesiyle, tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi, suretleri açmasıdır.
Metnin atıfta bulunduğu (-1- ve -2- diye işaretlenen) ayetler, hususan insanın “üç karanlık” içindeki yaratılışından bahseden Zümer Suresi 6. ayet ve insanın suret verilmesinden bahseden diğer ayetlerdir. (Bu ayetler aşağıda “Ayetler ve Müradifleri” bahsinde gelecektir.)
Paragraf 4 ve 5 (Delilin İzahı ve Netice):
Fenn-i nebatat ve fenn-i hayvanatın şehadetiyle… bu feth-i suverde öyle bir ihata ve şümul ve san’at var ki, birtek Vâhid-i Ehadden… başka hiçbir şey bu cemiyetli ve ihatalı fiile sahip olamaz.
…üç karanlık içinde bütün validelerin erhamında insanların suretlerini… açmak ve yaratmak olan fettâhiyet… vahdâniyetin en kuvvetli bir bürhanıdır. Çünkü, ihata etmek bir vahdettir; şirke yer bırakmaz.
Burada, modern bilimlerin (Botanik ve Zooloji) vardığı neticelerin, bu Fettâhiyet hakikatini tasdik ettiği belirtilir. Bir damla sudan (nutfe), “üç karanlık” (batın-rahim-meşîme) içinde, milyarlarca farklı insan suretini şaşırmadan, karıştırmadan, mükemmel bir ölçü ve sanatla “açmak” (yaratmak); ve aynı fiili yeryüzündeki bütün canlılara aynı anda tatbik etmek…
İşte bu “ihata” (kuşatıcılık), Vahdet’in (birliğin) isbatıdır. Zira bu fiil bölünme, parçalanma kabul etmez. Bir insanın suretini açan Zât, aynı anda güneşi idare eden, rızkı taksim eden Zât olmak zorundadır. Çünkü suret verilirken göz verilir, göz ise güneşi ister; mide verilir, mide rızkı ister. Bu, failin Kadîr-i Mutlak olduğunu gösterir ve şirkin (ortak koşmanın) imkânsızlığını isbat eder.

4. Konuyla İlgili Ayetler ve Müradifleri

Metnin ruhuna ve doğrudan atıflarına binaen, Fettâhiyet hakikatini tasvir eden ayetler:

1. el-Fettâh ve el-Musavvir İsimlerinin Tecellîsi (Metnin Atıf Yaptığı Ana Konu):
Metin, “üç karanlık içinde” suretlerin açılmasından bahseder. Bu, doğrudan Zümer Suresi’ne bir işarettir:
﴿خَلَقَكُمْ مِنْ نَفْسٍ وَاحِدَةٍ ثُمَّ جَعَلَ مِنْهَا زَوْجَهَا وَاَنْزَلَ لَكُمْ مِنَ الْاَنْعَامِ ثَمَانِيَةَ اَزْوَاجٍ يَخْلُقُكُمْ ف۪ي بُطُونِ اُمَّهَاتِكُمْ خَلْقاً مِنْ بَعْدِ خَلْqٍ ف۪ي ظُلُمَاتٍ ثَلَاثٍ ذَلِكُمُ اللّٰهُ رَبُّكُمْ لَهُ الْمُلْكُ لَا اِلٰهَ اِلَّا هُوَ فَاَنّٰى تُصْرَفُونَ﴾
“O, sizi bir tek nefisten yarattı. Sonra ondan da eşini var etti. Sizin için hayvanlardan sekiz eş meydana getirdi. Sizi annelerinizin karınlarında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan sonra diğerine çevirerek yaratmaktadır. İşte Rabbiniz olan Allah budur. Mülk yalnızca O’nundur. O’ndan başka ilâh yoktur. Öyleyken nasıl oluyor da (O’na kulluktan) döndürülüyorsunuz?”
(Zümer Suresi, 39/6 – Meali)
Bu ayet, Fettâh isminin, rahimlerdeki “feth-i suver” mucizesini net bir şekilde ortaya koyar.

2. el-Fettâh İsminin Doğrudan Zikri:

el-Fettâh ismi, mutlak adaletle hükmeden ve her türlü kapalılığı açan manasında kullanılır:
﴿قُلْ يَجْمَعُ بَيْنَنَا رَبُّنَا ثُمَّ يَفْتَحُ بَيْنَنَا بِالْحَقِّ وَهُوَ الْفَتَّاحُ الْعَل۪يمُ﴾
“De ki: ‘Rabbimiz hepimizi bir araya toplayacak, sonra aramızda hak ile hükmedecektir. O, en âdil hüküm veren (el-Fettâh), her şeyi bilendir.'”
(Sebe’ Suresi, 34/26 – Meali)

3. Suret Verme (Musavvir) ve Mükemmellik:

Metnin “suret-i mevzune ve müzeyyene” (ölçülü ve süslü suret) tabiri, doğrudan şu ayetlerin manasını yansıtır:
﴿خَلَقَ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضَ بِالْحَقِّ وَصَوَّرَكُمْ فَاَحْسَنَ صُوَرَكُمْ وَاِلَيْهِ الْمَص۪يرُ﴾
“Gökleri ve yeri hak ve hikmete uygun olarak yarattı. Size şekil verdi ve şekillerinizi de güzel yaptı. Dönüş de ancak O’nadır.”
(Teğâbün Suresi, 64/3 – Meali)
Ve Fettâhiyet hakikatinin müradifi olan Hâlık, Bâri’ ve Musavvir isimlerinin bir arada zikredildiği ayet:
﴿هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَwِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ﴾
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
(Haşr Suresi, 59/24 – Meali)

4. Basit Maddeden Yaratılış:

Metindeki “basit bir madde” vurgusu, Kur’an-ı Kerim’in insanın “basit” bir sudan (nutfe) veya topraktan (tîn) yaratıldığına dair vurgularıyla aynıdır:
﴿اَلَمْ نَخْلُقْكُمْ مِنْ مَٓاءٍ مَه۪ينٍۙ ﴿٢٠﴾ فَجَعَلْنَاهُ ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۙ ﴿٢١﴾ اِلٰى قَدَرٍ مَعْلُومٍۙ ﴿٢٢﴾ فَقَدَرْنَا فَنِعْمَ الْقَادِرُونَ﴾
“Biz, sizi basit bir sudan yaratmadık mı? İşte o suyu, belli bir süreye kadar sağlam bir yere (rahme) yerleştirdik. Sonra da ona ölçülü bir biçim verdik. Biz ne güzel biçim verenleriz!”
(Mürselât Suresi, 77/20-23 – Meali)

5. Hülasa ve Netice

İktibas edilen bu “Birinci Hakikat”, Fettâh isminin tecellîsinin, yani “suretleri açma” fiilinin, Vahdâniyet için nasıl müstesna bir delil olduğunu ortaya koyar.
Netice şudur:
• Fiildeki İhata: Yeryüzündeki milyonlarca türün milyarlarca ferdine, her an, her yerde, hatasız, karıştırmadan, mükemmel bir sanat ve ölçüyle suret vermek (feth-i suver), kâinatı bütünüyle kuşatan (ihata eden) bir fiildir.
• İhatadan Vahdete: İhata etmek ise “vahdet”i (birliği) gerektirir. Eğer birden fazla fail, ilah veya “tabiat” gibi şuursuz vasıtalar işe karışsaydı, bu mutlak intizam, sanat ve ihata mümkün olmaz, her şey kaos ve kargaşaya dönerdi.
• Delilin Kuvveti: Bu sebeple “feth-i suver” hakikatı, “tevhidin en kuvvetli delili ve kudretin en hayretli mucizesi”dir. Her bir çiçek, her bir böcek, her bir insan siması, el-Fettâh, el-Musavvir olan Allah’ın Vahdet mührünü taşır.

 

 

Bizim yolcunun üçüncü menzilde gördüğü
İkinci Hakikat:
Rahmâniyet hakikatıdır
Yani, gözümüzle görüyoruz: Birisi var ki, bize, zemin yüzünü rahmetin binlerle hediyeleriyle doldurmuş, bir ziyafetgâh yapmış ve Rahmâniyetin yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamları içinde dizilmiş bir sofra etmiş; ve zemin içini rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen yapmış; ve zemini, devr-i senevîsinde, bir ticaret gemisi hükmünde, her sene âlem-i gaybdan levazımat-ı insaniye ve hayatiyenin yüz bin çeşitlerinden en güzellerini içine alarak yüklenmiş bir nevi sefine veya şimendifer gibi ve her baharı ise, erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagon hükmünde olarak bizlere gönderir, bizi gayet rahîmâne beslettirir. Ve bütün o hediyelerden, o nimetlerden istifade etmemiz için bize de yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler vermiş.
Evet, âyet-i Hasbiyeye dair olan Dördüncü Şuâda izah ve ispat edildiği gibi, bize öyle bir mide vermiş ki, hadsiz taamlardan lezzet alır.
Ve öyle bir hayat ihsan etmiş ki, duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.
Ve öyle bir insaniyet bize lütfetmiş ki, akıl ve kalb gibi çok âletleriyle hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.
Ve öyle bir İslâmiyet bize bildirmiş ki, âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.
Ve öyle bir iman hidâyet etmiş ki, dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.
Güya rahmet tarafından bu kâinat hadsiz antika ve acip ve kıymetli şeylerle tezyin edilmiş bir saraydır. Ve bütün o saraydaki hadsiz sandıkları ve menzilleri açacak anahtarlar insanın ellerine verilmiş ve bütün onlardan istifade ettirecek olan ihtiyaçlar, hissiyatlar insanın fıtratına verilmiş.
İşte böyle dünyayı ve âhireti ve herşeyi kaplamış bir rahmet¦elbette o rahmet vâhidiyet içinde ehadiyetin cilvesidir.
Yani, nasıl ki güneşin ziyası, mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesiyle vâhidiyete bir misal olduğu gibi, parlak ve şeffaf herbir şey dahi, kabiliyetine göre güneşin hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini almakla ehadiyete bir misal olduğundan, elbette o ihatalı ziyayı gören adam “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” diye hükmeder. Ve her parlak şeyde, hattâ katrelerde güneşin ışıklı, hararetli aksini müşahede eden o adam, güneşin ehadiyetini, yani bizzat güneşi, sıfatlarıyla herşeyin yanındadır ve herşeyin âyine-i kalbindedir diye bilir.
Aynen öyle de, Rahmân-ı Zülcemalin geniş rahmeti dahi, ziya gibi umum eşyayı ihâtası o Rahmân’ın vâhidiyetini ve hiçbir cihette şeriki bulunmadığını gösterdiği gibi herşeyde, hususan herbir zîhayatta ve bilhassa insanda, o cemiyetli rahmetin perdesi altında o Rahmân’ın ekser isimlerinin ışıkları ve bir nevi cilve-i zâtiyesi bulunarak, her ferde, bütün kâinata baktıracak ve münasebettarlık verecek bir cemiyet-i hayatiye vermesi dahi o Rahmân’ın ehadiyetini ve herşeyin yanında hazır ve herşeyin herşeyini yapan O olduğunu ispat eder.
Evet, nasıl ki o Rahmân, o rahmetin vâhidiyetiyle ve ihatasıyla, kâinatın mecmuunda ve zeminin yüzünde celâlinin haşmetini gösteriyor. Öyle de, ehadiyetin cilvesiyle, herbir zîhayatta, hususan insanda, bütün nimetlerin nümunelerini o fertte toplayıp, o zîhayatın âlât ve cihazatına geçirip tanzim ederek, mecmu-u kâinatı parçalanmadan o tek ferde, bir cihette aynı hanesi gibi verdirmesiyle dahi, cemâlinin hususi şefkatini ilân eder ve insanda envâ-ı ihsanatının temerküzünü bildirir.
Hem nasıl ki, bir kavunun meselâ herbir çekirdeğinde o kavun temerküz ediyor. Ve o çekirdeği yapan Zât, elbette odur ki, o kavunu yapar, sonra ilminin hususî mizanıyla ve hikmetinin ona mahsus kanunuyla o çekirdeği ondan sağar, toplar tecessüm ettirir. Ve o tek kavunun tek ve vâhid ustasından başka hiçbir şey o çekirdeği yapamaz. Ve yapması muhaldir.
Aynen öyle de, Rahmâniyetin tecellîsiyle kâinat bir ağaç, bir bostan ve zemin bir meyve, bir kavun ve zîhayat ve insan bir çekirdek hükmünde olduğundan, elbette en küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi, bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı olmak lâzım gelir.
Elhâsıl, nasıl ki ihatalı olan fettâhiyet hakikatiyle bütün mevcudatın muntazam suretlerini basit maddeden yapmak ve açmak, vahdeti bedahetle ispat eder. Öyle de, herşeyi ihâta eden Rahmâniyet hakikatı dahi, vücuda gelen ve dünya hayatına giren bütün zîhayatları ve bilhassa yeni gelenleri kemâl-i intizamla beslemesi ve levazımatını yetiştirmesi ve hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle, bedahetle hem vahdeti, hem vahdet içinde ehadiyeti gösterir. Risale-i Nur ism-i Hakîm ve ism-i Rahîm’in mazharı olduğundan, Risale-i Nur’un birçok yerlerinde, hakikat-i rahmetin nükteleri ve cilveleri izah ve ispat edildiğinden, burada, bu katre ile o bahre işaret edip o pek uzun kıssayı kısa kesiyoruz.

************

1. Giriş: Rahmâniyet Hakikati’nin Merkeziyeti

Metin, bir yolcunun (âlemi tefekkürle gezen bir seyyahın) nazarında, kâinatın en parlak hakikatinin “Rahmâniyet” olduğunu tesbit etmesiyle başlar. Rahmâniyet, Allah’ın “Rahmân” isminin tecellîsidir. Bu isim, O’nun bu dünyada mü’min-kâfir, zîhayat-cansız ayırt etmeksizin bütün mahlûkatı kuşatan, rızıklandıran ve idare eden cihan şümul (evrensel) merhametini ifade eder.
Metnin ana gayesi, bu ihâtalı (kuşatıcı) merhametin, perdesiz bir şekilde hem Vâhidiyet’i (bütün kâinatın tek bir İdareciye ait olduğunu) hem de Ehadiyet’i (o tek İdarecinin, bölünmeksizin, bizzat her bir şeyin yanında hazır ve nâzır olduğunu) nasıl gösterdiğini ortaya koymaktır.

2. Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifler ve Alakalı Mefhumlar)
• Rahmâniyet: “Rahmân” isminden gelir. Bu, “Rahîm” isminden daha geniş bir muhtevaya sahiptir. Rahmâniyet, varlık sahasına çıkan her şeye şâmil olan merhamettir. Rızkın verilmesi, hayatın bahşedilmesi, tabiatın nizamı bu ismin tecellîsidir.
• Rahîmiyet: Genellikle “Rahîm” ismiyle bağlantılı olup, daha hususî, daha şefkatli ve ekseriyetle mü’minlere yönelik ebedî ve uhrevî merhameti ifade eder. Metin, zeminin içindeki kıymetli ihsanları “rahîmiyet ve hakîmiyetin” mahzeni olarak tasvir eder.
• Vâhidiyet (Birlik): Cenâb-ı Hakk’ın birliğini, isim ve sıfatlarının bütün kâinatı bir bütün olarak kuşatması cihetiyle ifade eder. Kâinata bir bütün olarak nazar edildiğinde, her yerde aynı nizamın, aynı idarenin ve aynı merhametin hâkim olması, Sâni’in (Sanatkâr’ın) vâhid (bir) olduğunu gösterir. Güneşin bütün yeryüzünü aydınlatması gibidir.
• Ehadiyet (Teklik): Cenâb-ı Hakk’ın Zât olarak birliğini ve tekliğini ifade eder. O’nun, kâinatın bütünüyle meşgul olurken, her bir fertle bizzat, vasıtasız ve bölünmeksizin meşgul olmasıdır. O’nun Zâtı her şeyin yanında hazırdır. Güneşin, bütün yeryüzünü aydınlatırken aynı anda her bir parlak zerrede ve su katresinde aksiyle, ısısıyla ve yedi rengiyle bulunması gibidir.
• Ziyafetgâh: İçinde ziyafet verilen yer, mükellef bir sofra. Metin, dünyayı Rahmân’ın bir ziyafetgâhı olarak tasvir eder.
• Cilve: Yansıma, tecellî, görünüm.
• Bedahet: Apaçıklık, delile ihtiyaç duymayacak derecede âşikâr olma.

3. Metnin Şerhi ve Tahlili
Metin, Rahmâniyet hakikatini iki ana açıdan ele alır:
A. Rahmetin Umûmî Tecellîsi (Vâhidiyet’in İsbatı)
Metin, Vâhidiyet’in isbatı için kâinatın geneline, yani âfâkî (dışsal) delillere nazar ettirir:
• Zemin Yüzü (Ziyafetgâh): Yeryüzü, “rahmetin binlerle hediyeleriyle” donatılmış bir “ziyafetgâh” ve “sofra” olarak tasvir edilir. Bu sofrada “yüz binlerle ayrı ayrı lezzetli taamlar” dizilmiştir. Bu umûmî ziyafet, tek bir Kerîm Zât’ın (Rahmân’ın) eseridir.
• Zemin İçi (Mahzen): Yerin altı, “rahîmiyet ve hakîmiyetin binlerle kıymettar ihsanlarını câmi bir mahzen”dir. Madenler, sular, tohumların muhafazası bu mahzenin hediyeleridir.
• Zeminin Hareketi (Ticaret Gemisi): Dünyanın mevsimler ve senevî devirleri, “âlem-i gaybdan” rızıkları getiren bir “ticaret gemisi” veya “şimendifer” (tren) olarak tasvir edilir. “Her bahar” bu geminin/trenin “erzak ve elbisemizi taşıyan bir vagonu” hükmündedir.
Bu üç tasvir, bütün yeryüzünde, bütün canlıları (zîhayatları) besleyen, giydiren ve idare eden bu ihâtalı (kuşatıcı) fiilin, ancak Vâhid (Bir) olan bir Zât tarafından yapılabileceğini gösterir. Bu devasa ziyafetgâhı idare etmeye ve bu gemiyi gayb âleminden göndermeye birden fazla ilahın gücü yetmez ve müdahalesi olamaz; olsa, nizam bozulurdu.

B. Rahmetin Husûsî Tecellîsi (Ehadiyet’in İsbatı)

Metin, Vâhidiyet’i âfâkta (dış âlemde) gösterdikten sonra, Ehadiyet’in isbatı için enfüsî (iç) delile, yani bizzat insanın yapısına (fıtratına) odaklanır. Rahmân, sadece nimetleri yaratmakla kalmamış, o nimetlerden istifade edecek cihazları da insana vermiştir:
• Mide: “Hadsiz taamlardan lezzet alır.”
• Hayat: “Duygularıyla, bir sofra-i nimet gibi, koca cismânî âlemde, hadsiz nimetlerinden istifade eder.”
• İnsaniyet (Akıl ve Kalb): “Hem maddî, hem mânevî âlemin nihayetsiz hediyelerinden zevk alır.”
• İslâmiyet: “Âlem-i gayb ve âlem-i şehadetin nihayetsiz hazinelerinden nur alır.”
• İman: “Dünya ve âhiret âlemlerinin hasra gelmez envârından ve hediyelerinden tenevvür edip müstefid eder.”
İnsanın fıtratına dercedilen bu “yüzlerle ve binlerle iştahlar, ihtiyaçlar, duygular, hissiyatlar, hisler”, kâinattaki o ziyafete tam bir karşılıktır. Kâinat bir saray ise, anahtarlar insanın eline verilmiştir.
İşte bu nokta, Ehadiyet’in delilidir: Bütün kâinatı yaratan Zât, aynı anda her bir insanın midesini, kalbini, aklını ve hislerini de o kâinata uygun şekilde yaratmıştır. Bütün nimetlerin nümunelerini o tek fertte toplamıştır. Bu, O Zât’ın bizzat (ehadiyet cilvesiyle) her bir ferdin yanında hazır olduğunu, onun her bir cihazatını tanzim ettiğini gösterir.

4. Temsillerin İzahı

Metin, bu derin hakikati (Vâhidiyet içinde Ehadiyet) iki kuvvetli temsil ile akla yaklaştırır:
A. Güneş Temsili
• Vâhidiyet Misali: Güneşin ziyasının (ışığının) “mukabilindeki umum eşyayı ihata etmesi” (karşısındaki bütün eşyayı kaplaması), güneşin bir (vâhid) olduğunu gösterir. Yeryüzünü kaplayan bu tek ışıktan, “Arzın güneşi vâhiddir, birtektir” hükmü çıkar.
• Ehadiyet Misali: Aynı güneşin, “parlak ve şeffaf herbir şey dahi” (mesela su katreleri) içinde, o şeyin kabiliyetine göre “hem ziyasını, hem hararetini, hem ziyasındaki yedi rengini, hem aks-i misalini” göstermesi, güneşin ehadiyetini (bizzat sıfatlarıyla her şeyin yanında olduğunu) gösterir.
• Hakikate Tatbiki: Aynen öyle de, Rahmân’ın rahmetinin bütün kâinatı bir ziyafetgâh gibi kuşatması (ihâtası), O’nun Vâhidiyet’ini (Birliğini) gösterir. Aynı rahmetin ve Rahmân’ın ekser isimlerinin her bir zîhayatta, bilhassa insanda temerküz etmesi (toplanması), O’nun Ehadiyet’ini (her şeyin yanında bizzat hazır olduğunu) isbat eder.

B. Kavun Çekirdeği Temsili
• Misal: Bir kavunun “herbir çekirdeğinde” o kavunun bütün hususiyetlerinin programı (DNA’sı) temerküz etmiştir.
• Hüküm: O çekirdeği yapan Zât, ancak o kavunun tamamını yapan Zât olabilir. Başka hiçbir şey, o çekirdeği o kavundan “sağamaz, toplayamaz.”
• Hakikate Tatbiki: Kâinat bir ağaç, zemin (dünya) bir meyve (kavun) ve insan (veya her bir zîhayat) o meyvenin çekirdeği hükmündedir.
• Netice: En küçük bir zîhayatın Hâlıkı ve Rabbi (onu terbiye edip besleyeni), ancak bütün zeminin ve kâinatın Hâlıkı ve Rabbi olabilir. Tek bir çekirdeği (insanı) yaratmak, bütün bir ağacı (kâinatı) yaratmak kadar kudret ister ve aynı Zât’a ait olduğunu gösterir.

5. Konunun Ayetler ile Bağlantısı

Metinde izah edilen Rahmâniyet, Vâhidiyet ve Ehadiyet hakikatleri, Kur’ân-ı Kerîm’in birçok ayetinin tefsiri mahiyetindedir.
• Rahmetin İhatası (Kuşatıcılığı – Vâhidiyet):
• A’râf Sûresi, 7:156: “…(Allah şöyle buyurdu:) “Azabıma dilediğimi uğratırım. Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır. Onu, bana karşı gelmekten sakınanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım.””
• İzah: Metnin “herşeyi kaplamış bir rahmet” olarak bahsettiği hakikat, bu ayette “Rahmetim ise her şeyi kuşatmıştır” ifadesiyle teyit edilir.
• Zeminin Ziyafetgâh ve Mahzen Olması (Rahmâniyet):
• Mülk Sûresi, 67:15: “O, yeryüzünü sizin ayaklarınızın altına serendir. Haydi onun üzerinde yürüyün ve Allah’ın rızkından yiyin. Dönüş ancak O’nadır.”
• Bakara Sûresi, 2:22: “O, yeryüzünü sizin için döşek, göğü de bina yaptı. Gökten su indirip onunla size rızık olarak çeşitli ürünler çıkardı. Öyleyse siz de bile bile Allah’a ortaklar koşmayın.”
• İzah: Bu ayetler, metindeki “ziyafetgâh”, “sofra” ve “mahzen” tasvirlerinin Kur’ânî temelidir.
• Her Canlının Rızkının Verilmesi (Ehadiyet ve Vahdet):
• Hûd Sûresi, 11:6: “Yeryüzünde yaşayan bütün canlıların rızkı ancak Allah’a aittir. O, onların yurtlarını da, geçici olarak durdukları yerleri de bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitaptadır.”
• İzah: Bu ayet, metnin “hiçbirini unutmaması ve aynı rahmet her yerde, her anda ve her ferde yetişmesiyle” ifade ettiği hakikati tam olarak karşılar. “Bütün canlıların rızkı” Vâhidiyet’i, her birinin “yurdunu” ve “durduğu yeri” bilmesi ise Ehadiyet’i (tek tek her şeye ilminin ve kudretinin yetişmesini) gösterir.
• İnsanın Hususî Yaratılışı (Ehadiyet’in Tecellîsi):
• Zâriyât Sûresi, 51:21: “Kendi içinizde de (nice deliller) vardır. Hâlâ görmez misiniz?”
• İzah: Metnin, mide, hayat, akıl, kalb, iman gibi insana verilen binlerce cihazdan bahsetmesi, bu ayetin işaret ettiği “kendi içinizdeki delillerin” bir tefsiridir. Bu derûnî cihazlar, Rahmân’ın Ehadiyet cilvesinin en parlak âyineleridir.

Netice
Risale-i Nur’dan iktibas edilen bu kısım, “Fettâhiyet” (her şeye muntazam suretini açan) hakikati gibi, “Rahmâniyet” hakikatinin de Tevhid’in en parlak bir bürhanı olduğunu isbat eder.
• Rahmetin ihâtası (bütün kâinatı kuşatması), nizamı ve umûmîliği Vahdet’i (Birliği) gösterir.
• Rahmetin temerküzü (her bir fertte hususî olarak toplanması, hiçbirinin unutulmaması, her birine kâinatın anahtarlarını verecek cihazların takılması) ise Ehadiyet’i (Tekliği ve her şeyle bizzat meşgul olmayı) gösterir.
Böylece, en küçük bir canlının rızkını veren ve onu besleyen Zât, ancak bütün kâinatın rızık ve idare gemisini yürüten Zât olabilir. Bu ise, şirke (ortak koşmaya) hiçbir açı bırakmayan, bedahet derecesinde parlak bir Tevhid dersidir.

 

 

 

Üçüncü Hakikat:
Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır.
Yani, gayet dehşetli ve sür’atli ecram-ı semâviyeyi ve gayet istilâcı ve karıştırıcı unsurları ve gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli mahlûkat-ı arziyeyi kemâl-i intizam ve muvazene ile idare etmek, birbirlerine muavenettar yapmak ve imtizaçkârâne idare etmek ve tedbirlerini görmek ve bu koca âlemi bir mükemmel memleket, bir muhteşem şehir, bir müzeyyen saray gibi yapmak hakikatıdır.
İşte bu cebbârâne ve Rahmânâne idarenin büyük dâirelerini bırakıp yalnız, baharda, zemin yüzünde cereyan eden o idarenin birtek sayfa ve safhasını, Risaletü’n-Nur Onuncu Söz gibi mühim risalelerinde izah ve ispat etmesine binaen, kısa bir suretini bir temsille göstereceğiz. Şöyle ki:
Meselâ ve faraza, harika ve cihangir bir zat, dört yüz bin ayrı ayrı milletlerden, taifelerden bir ordu teşkil etse, her milletin ve her taifenin neferlerine ait elbiselerini, hem silahlarını, hem yemeklerini, hem talimat, hem terhisatlarını, hem hidematlarını birbirinden ayrı ayrı, hem çeşit çeşit olarak bütün o muhtelif cihazatı noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan, kemâl-i intizamla ve gayet mükemmel bir tarzda o mu’cizâtlı kumandan verse, elbette o gayet geniş ve karışık ve ince ve muvazeneli ve kesretli ve adaletli idareye, o harika kumandanın fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz. Eğer uzatsa, muvazeneyi bozar ve karıştırır.
Aynen öyle de, gözümüzle görüyoruz ki, bir dest-i gaybî her baharda dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep bir muhteşem orduyu icad edip idare ediyor. Kıyamete nümune olan güz mevsiminde, o dört yüz binden üç yüz bin nebatî ve hayvanî nevilerini, vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edip vazifelerinden paydos ediyor. Ve haşir ve neşre nümune olan baharda haşr-i âzamın üç yüz bin misalini birkaç hafta zarfında kemâl-i intizamla inşa edip, hattâ birtek ağaçta dört küçük haşirleri, yani kendini ve yapraklarını ve çiçeklerini ve meyvelerini, gitmiş baharın aynı gibi neşirlerini gözümüze gösterdikten sonra, o dört yüz bin envâa bâliğ olan ordu-yu Sübhânînin her nev’e, her taifeye mahsus ve münasip ayrı ayrı rızıklarını ve çeşit çeşit müdafaa silâhlarını ve ayrı ayrı libaslarını ve ayrı ayrı talimlerini ve terhislerini ve ayrı ayrı bütün cihazat ve levazımatlarını, kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine vermekle kemâl-i rububiyet ve hâkimiyet ve hikmet içinde vahdâniyetini ve ehadiyetini ve ferdiyetini ve nihayetsiz iktidarını ve hadsiz rahmetini ispat ederek, bu tevhid fermanını zemin yüzünde, her bahar sayfasında, kalem-i kaderle yazar.
Bizim seyyah, yalnız bir baharda bu fermanın birtek sayfasını okuduktan sonra, nefsine dedi ki:
Böyle her baharda haşr-i ekberden daha garip binlerle haşirleri inşa eden, mükâfat ve mücazât için kudretine nisbeten bir bahardan daha kolay olan haşri yapacağını ve kıyameti getireceğini, umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdeden ve Kur’ân’da haşrin vukuuna binlerle işaretle beraber, bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd eden bir Kadîr-i Cebbârın, bir Kahhâr-ı Zülcelâlin o kadar vaadlerini tekzip ve kudretini inkâr hükmünde olan inkâr-ı haşir hatasını irtikâp edenlere cehennem azabı ayn-ı adalettir diye hükmetti, nefsi dahi “âmenna” dedi.

***********

“Üçüncü Hakikat: Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” başlıklı bu mühim parça, Risale-i Nur Külliyatı’nın temel rüknü olan Tevhid ve Haşir hakikatlerini, kâinatın idaresindeki nizam ve intizam delilleriyle isbat eden son derece hikmetli bir bahistir.
Bu hakikat, Cenâb-ı Hakk’ın “El-Müdebbir” (Bütün işleri tedbir edip idare eden) ism-i şerifinin kâinattaki cihan şümul tecellîsini nazarımıza sunmaktadır.

1. Hakikatin Mâhiyeti: Müdebbiriyet ve İdare

Metnin “Müdebbiriyet ve idare hakikatıdır” diye başlaması, varlığın temelinde bir “Tedbir” ve “İdare” elinin bulunduğunu, hiçbir şeyin başıboş (abes) veya tesadüfün oyuncağı olmadığını beyan eder.
Müradif ve Alakalı Mefhumlar:
• Tedbir (Müdebbiriyet): Her şeyin akıbetini, neticesini ve hikmetini görerek, ona göre en münasip vaziyeti ve cihazatı takdir etmektir. Kâinatta zerrelerden yıldızlara kadar her şey, bu tedbir ile hareket eder.
• İdare: Tedbiri icra etmek, nizamı muhafaza etmek, her mahlûka vazifesini yaptırmak ve ihtiyaçlarını (levazımatını) vaktinde vermektir.
• Rububiyet: Bu idare ve tedbirin en mühim tecellîsidir. Rab, terbiye eden, besleyen, idare eden demektir. Kâinatın idaresi, O’nun Rububiyetinin (Rabliğinin) saltanatını gösterir.
• Hakîmiyet: Bu idarenin hikmetle yapılmasıdır. Hiçbir işte abesiyet (boşluk, manasızlık) yoktur.
• Nizam ve İntizam: İdarenin en zahirî meyvesidir.
• Muvazene: İdarenin adaletini ve hassasiyetini gösterir. Kâinattaki ekolojik, fizikî ve kimyevî denge bu muvazenedendir.
Metin, bu cihan şümul idareyi üç sahada tasvir etmektedir:
• Ecram-ı Semâviye (Gök Cisimleri): “Dehşetli ve sür’atli” olmalarına rağmen (milyarlarca tonluk kütlelerin saniyede binlerce kilometre hızla hareketi), “kemâl-i intizam ve muvazene” ile idare edilmeleri. Birbirlerine çarpmazlar, yörüngelerinden (medar) sapmazlar. Bu, tesadüfün ve kör kuvvetin değil, sonsuz bir Kudret ve Hikmet’in idaresini isbat eder.
• Ayet :
$$“Ne güneş aya yetişebilir ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.”}$$
(Yâsîn, 36/40)
• Ayet :
$${“O, yedi göğü tabaka tabaka yaratandır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?”}$$
(Mülk, 67/3)
• Unsurlar (Elementler): “İstilâcı ve karıştırıcı” (ateşin yakması, suyun boğması, havanın fırtınaya dönüşmesi) yapıda olmalarına rağmen, “imtizaçkârâne” (birbiriyle uyumlu ve karışık) idare edilmeleri. O zıt unsurlar, hayatın devamı için “muavenettar” (yardımcı) kılınmıştır. Toprak, su, hava ve ateş; hayatın hizmetkârı olmuştur.
• Mahlûkat-ı Arziye (Yeryüzü Mahlukları): “Gayet ihtiyaçlı, zaafiyetli” olmalarına rağmen, bütün “tedbirlerini görmek” suretiyle idare edilmeleri. En âciz mahlûkun dahi rızkı ve cihazatı unutulmaz.
• Ayet :
$${“Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) yazılıdır.”}$$
(Hûd, 11/6)
Bu idare, kâinatı “mükemmel bir memleket, muhteşem bir şehir, müzeyyen bir saray” hükmüne getirir ki, bu da bir Sâni-i Hakîm’i ve Müdebbir-i Küll’ü âşikâre gösterir.

2. Temsil: Cihangir Kumandan ve Dört Yüz Bin Milletli Ordu

Bu dehşetli hakikati akla yaklaştırmak için “cihangir bir zat” temsili getirilir. Bu temsildeki kilit noktalar şunlardır:
• Kesret ve Çeşitlilik: Dört yüz bin ayrı ayrı milletten bir ordu.
• İhtiyaçların Farklılığı: Her milletin elbisesi, silahı, yemeği, talimatı, terhisatı birbirinden ayrı ayrı.
• İdarenin Mükemmeliyeti: Bu muhtelif cihazatın noksansız, kusursuz, yanlışsız, hatasız, vakti vaktine, gecikmeden, karıştırmadan verilmesi.
• Netice: Bu idareye, o kumandanın “fevkalâde kudretinden başka hiçbir sebep elini uzatamaz.” Eğer uzatsa (yani şirk olsa), “muvazeneyi bozar ve karıştırır.”
Bu temsil, kâinattaki idarenin Vahdâniyet’e (Birliğe) olan delâletini vurgular. Nasıl ki bir orduyu ancak bir kumandan idare edebilir; iki kumandan olsa nizam bozulur. Aynen öyle de, zerrelerden yıldızlara kadar bu mükemmel idare, Müdebbir’in (Allah’ın) Bir olduğunu, ortağı (şeriki) olmadığını isbat eder.
• Ayet :
$${“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilâhlar olsaydı, kesinlikle ikisinin de düzeni bozulurdu. Demek ki, Arş’ın Rabbi Allah, onların nitelemelerinden uzaktır, yücedir.”}$$
(Enbiyâ, 21/22)

3. Tatbik: Bahar Mevsimi ve Dört Yüz Bin Nev’in İdaresi

Bu temsilin kâinattaki tatbiki, yani hakikatin bizzat kendisi, her bahar mevsiminde gözümüzün önünde cereyan eder.
• Ordu-yu Sübhânî: Baharda icad edilen “dört yüz bin muhtelif nevilerden mürekkep” (bitki ve hayvan türleri) ordu.
• İdare-i Rabbâniye: Temsildeki kumandanın idaresinden sonsuz derece daha mükemmel bir idare. Her bir nevi (tür), hatta her bir ferdin (bireyin) bütün levazımatı (rızık, silah, libas, talim, terhis) “kemâl-i intizamla, sehivsiz, hatasız, karıştırmadan ve hiçbirini unutmadan, umulmadık yerlerden, vakti vaktine” verilir.
Bu bahar safhası, Allah’ın şu vasıflarını isbat eden canlı bir fermandır:
• Kemâl-i Rububiyet (Kusursuz Terbiye ve İdare)
• Hâkimiyet ve Hikmet
• Vahdâniyet, Ehadiyet, Ferdiyet (Birliği, Tekliği)
• Nihayetsiz İktidar ve Hadsiz Rahmet

4. Netice: Müdebbiriyet Hakikatinden Haşir Hakikatine Geçiş

Metnin ulaştığı zirve noktası, bu “Müdebbiriyet Hakikati”nin, aynı zamanda “Haşir (Diriliş) Hakikati”nin en parlak isbatı olduğudur.
İstidlâl (Delil Çıkarma) Şöyledir:
• Güz (Sonbahar) Kıyameti: Güz mevsiminde, o dört yüz bin neviden üç yüz bininin (hususan nebatat ve haşeratın) “vefatlar suretinde ve mevtler namında terhis edilmesi,” küçük bir kıyamet nümunesidir.
• Bahar (İlkbahar) Haşri: Baharda o ölmüş, çürümüş köklerin ve tohumların aynısıyla (veya misliyle) yeniden diriltilmesi, “haşir ve neşre nümune”dir. Bu, “haşr-i âzamın üç yüz bin misalini” gözümüze gösteren bir mucizedir. Hatta bir ağacın her baharda yaprak, çiçek ve meyve vermesi, “dört küçük haşir” hükmündedir.
• Kudretin Mukayesesi: Gözümüzün önünde her baharda bu kadar harika, bu kadar girift, bu kadar sonsuz nevileri ve fertleri icad eden, idare eden ve dirilten bir Kudret…
• İnsanın Haşri: Bu Kudret’e nisbeten, sadece bir tek nev’ olan insanın, vefatından sonra tekrar diriltilmesi, bir baharı yaratmaktan “daha kolay”dır.
• Ayet :
$${“Sizin yaratılmanız da, diriltilmeniz de ancak tek bir kişinin yaratılması ve diriltilmesi gibidir. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.”}$$
(Lokmân, 31/28)
• Ayet :
$${“Allah’ın rahmetinin eserlerine bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl diriltiyor. Şüphe yok ki, O, ölüleri de elbette diriltecektir. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.”}$$
(Rûm, 30/50)
Hüküm:
Seyyahın (yani hakikat yolcusunun) vardığı hüküm katîdir:
• Böyle bir Kudret Sahibi (Kadîr-i Cebbâr), kıyameti ve haşri yapacağını “umum enbiyasına binlerle defa vaad ve ahdetmiş”tir.
• Kur’ân’da “bin adet âyetlerinde serahaten hükmedip tehdit ve taahhüd” etmiştir.
• Bu durumda “inkâr-ı haşir” (dirilişi inkâr etmek), sadece bir fikir hatası değil;
• Bütün bu vaadleri “tekzip” (yalanlamak),
• Her baharda görülen bu sonsuz “kudretini inkâr etmek” hükmündedir.
• Böylesine âşikâr bir hakikati ve sonsuz bir kudreti inkâr eden ve vaadlerini yalanlayanlara verilecek “cehennem azabı,” zulüm değil, “ayn-ı adalettir.”

Hülâsa (Özetle):
Kâinattaki “Müdebbiriyet ve İdare Hakikati,” varlıkların intizam ve muvazenesine bakarak, bir “Müdebbir-i Vâhid”in (Bir olan İdare Edici’nin) varlığını isbat eder. Bu idarenin her baharda “ölüm ve diriliş” şeklinde tecellî etmesi ise, o Müdebbir’in vaad ettiği “Haşr-i Ekber”in (Büyük Diriliş) vuku bulacağına dair en katî delildir.

 

 

Dünya yolcusunun üçüncü menzilde müşahede ettiği
Dördüncü Hakikat:
Olan Otuz Üçüncü Mertebe rahîmiyet ve rezzâkıyet hakikatıdır.
Yani, umum zemin yüzünde ve içinde ve havasında ve denizinde bütün zîhayatın ve bilhassa zîruhun ve bilhassa âciz ve zayıfların ve bilhassa yavruların, hem maddî ve midevî, hem mânevî bütün rızıklarını, şefkatkârâne, kuru ve basit bir topraktan ve câmid ve kemik gibi kuru odun parçalarından yapılan ve bilhassa en lâtifi kan ve fışkı ortasından gelen ve bir dirhem kemik gibi birtek çekirdekten yapılan binlerle okka taamların, vakti vaktine, mukannen bir surette, hiçbirini unutmayarak ve şaşırmayarak, gözümüz önünde, bir dest-i gaybî tarafından verilmesi hakikatidir.
Evet,  -1- âyeti, iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği gibi,
-2- âyeti dahi, bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı, hem  -3- âyeti de, rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden, belki gaybdan, belki hiçten, meselâ, denizin dibindeki böceklere hiçten ve bütün yavrulara umulmadık yerlerden ve bütün hayvanlara her baharda âdetâ sırf gaybdan infaklarını bilfiil tekeffül ederek bilmüşahede vermekle, esbabperest insanlara dahi, esbab perdesi altında yine o veriyor diye ispat ve ilân ettiği gibi, pek çok âyât-ı Kur’âniye ve hadsiz şevâhid-i kevniye, bil’ittifak herbir zîhayatın birtek Rezzâk-ı Zülcelâlin rahîmiyeti ile beslendiklerini gösteriyorlar.
Evet, bir nevi rızık isteyen ağaçlar iktidarsız ve ihtiyarsız olduklarından, onlar yerlerinde mütevekkilâne dururken rızıkları onlara koşup gelmesi ve âciz yavruların nafakaları hayret-nümun tulumbacıklardan ağızlarına akması ve o yavrulara bir parça iktidar ve azıcık bir ihtiyar gelmesiyle süt kesilmesi, hususan insan yavrularına analarının şefkatleri yardımcı verilmesi, bedahetle ispat eder ki, helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir, belki, tevekkül veren zaaf ve acze nisbeten geliyor.
Ekseriyetçe sebeb-i hüsran olan hırsı tahrik eden iktidar ve ihtiyar ve zekâvet, bir kısım büyük ediplerde o edipleri bir nevi dilenciliğe kadar sevk ettiği gibi, zekâvetsiz, kaba, çok âmî adamların tevekkülvâri iktidarsızlıkları dahi onları zenginliğe îsal etmesi ve  darb-ı mesel olması ispat eder ki, rızk-ı helâl iktidar ve ihtiyar kuvvetiyle kazanılmaz, buldurulmaz. Belki çalışmasını ve sa’yini kabul eden bir merhamet tarafından verilir ve ihtiyacına acıyan bir şefkat cânibinden ihsan edilir. Fakat, rızık ikidir.
Biri: yaşamak için hakikî ve fıtrî rızıktır ki, taahhüd-ü Rabbânî altındadır. Hattâ o kadar muntazamdır ki, bedende, yağ ve saire suretinde iddihar olunan fıtrî rızık, hiç olmazsa yirmi günden ziyade birşey yemeden yaşatır, hayatını idame eder. Demek yirmi otuz günden evvel ve bedende müddehar olan fıtrî rızkı bitmeden zâhiren açlıktan vefat edenler rızıksızlıktan değil, belki sû-i itiyattan ve terk-i âdetten neş’et eden bir hastalıktan vefat ederler.
İkinci kısım rızık: İtiyat, israf ve sû-i istimâlat ile tiryaki olup zaruret hükmüne geçen mecazî ve sun’î rızıktır. Bu kısım ise taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir. Kâh verir, kâh vermez.
Bu ikinci rızıkta, bahtiyar odur ki, medar-ı saadet ve lezzet olan iktisat ve kanaatle sa’y-i helâli, bir nevi ibadet ve rızık için bir fiilî dua bilerek müteşekkirâne ve minnettârâne o ihsanı kabul edip hayatını saadetkârâne geçirir. Ve bedbaht odur ki, medar-ı şekavet ve hasâret ve elem olan israf ve hırs ile sa’y-i helâli bırakarak, her kapıya başvurup, tembelkârâne ve zâlimâne ve müştekiyâne hayatını geçirir, belki öldürür.
Nasıl ki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın lâtifeleri ve duyguları dahi Rezzâk-ı Rahîmden rızıklarını isterler ve müteşekkirâne alırlar. Herbirisine, ayrı ayrı ve onlara lâyık ve onları memnun ve mütellezziz eden rızıkları, hazine-i rahmetten ihsan edilir. Belki Rezzâk-ı Rahîm, onlara daha geniş rızık vermek için göz ve kulak, kalb ve hayal ve akıl gibi o lâtifelerin herbirisini hazine-i rahmetinin birer anahtarı hükmünde yaratmış. Meselâ göz, kâinat yüzündeki hüsün ve cemal gibi kıymettar cevher hazinelerinin bir anahtarı olduğu misilli ötekiler dahi, herbiri birer âlemin anahtarı olur, iman ile istifade eder. Yine sadedimize dönüyoruz.
Bu kâinatı yaratan Zât-ı Kadîr-i Hakîm, nasıl ki kâinattan hayatı bir hülâsa-i câmia olarak halk edip, umum maksatlarını ve isimlerinin cilvelerini onda temerküz ettiriyor. Öyle de, hayat âleminde dahi, rızkı bir cemiyetli merkez-i şuûnât yaparak, iştah ihtiyacını ve zevk-i rızkîyi zîhayatta halkederek, hilkat-i kâinatın en ehemmiyetli bir gayesi ve bir hikmeti olan daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişlikle rububiyetine ve sevdirmesine karşı mukabele ettiriyor.
Meselâ, çok geniş olan memleket-i Rabbâniyenin her tarafını, hususan melâike ve ruhânîlerle semâvâtı ve ervâh ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi, maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücutlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki, pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tembellikten ve atâletten kurtarıp gezdirmesi, şuûnât-ı rububiyetin bir hikmetidir. Eğer bu hikmet gibi mühim hikmetler olmasaydı, ağaçların erzakını onlara koşturduğu gibi, hayvanların da mukannen olan tayinatlarını onlara zahmetsiz bir surette fıtrî hâcetlerini koşturacaktı.
İsm-i Rahîm ve Rezzâkın cemallerini ve vahdâniyete şehadetlerini tam görmek için zemin yüzünü birden ihata edip müşahede edecek bir göz bulunsa, kış âhirinde erzakları bitmek üzere olan hayvanat kafilelerine, imdad-ı gaybî ve ihsan-ı Rahmânî olarak nebatatın ellerine verilen ve ağaçların başlarına konulan ve validelerin sinelerine takılan ve sırf hazine-i gaybiye-i rahmetten gayet leziz ve gayet çok ve gayet mütenevvi taamları ve nimetleri gönderen Rezzâk-ı Rahîmin bu cilve-i şefkatinde ne kadar şirin bir güzellik, ne kadar tatlı bir cemal bulunduğunu görecek ve ondan bilecek ki, birtek elmayı yapıp bir adama hakikî bir rızık olarak mün’imâne veren, yalnız öyle bir Zât yapar verir ki, mevsimleri, gece ve gündüzleri çevirir ve küre-i arzı bir sefine-i tüccariye gibi gezdirerek mevsimlerin mahsulâtlarını onunla zemindeki muhtaç misafirlerine getirir. Çünkü, o elmanın yüzünde bulunan sikke-i fıtrat ve hâtem-i hikmet ve turra-i samediyet ve mühr-ü rahmet, bütün elmalarda ve sair meyvelerde ve bütün nebatat ve hayvanatta bulunduğundan o tek elmanın hakikî mâliki ve sânii, elbette ve her halde o elmanın emsali ve hemcinsi ve kardeşleri olan bütün sekene-i arzın ve onun bahçesi olan koca zeminin ve onun fabrikası olan ağacının ve onun tezgâhı olan mevsiminin ve onun terbiyegâhı olan bahar ve yazın Mâlik-i Zülcelâli ve Hâlık-ı Zülcemâli olacak; başka olamaz.
Demek, herbir meyve öyle bir mühr-ü vahdettir ki, onun ağacı olan arzın ve onun bahçesi olan kâinat kitabının Kâtibini ve Sâniini bildirir ve vahdetini gösterir ve meyveler adedince vahdâniyet fermanının mühürlendiğine işaret eder.
Risaletü’n-Nur ism-i Rahîm ve ism-i Hakîmin mazharı olduğundan, bu rahîmiyet hakikatının çok lem’alarını ve çok sırlarını Risaletü’n-Nur çok eczalarında beyan ve ispat ettiğinden, ona havale ile, bu pek büyük hazineden hâlimin müsaadesizliği cihetiyle bu kısa işaretle iktifa edildi.
İşte bizim seyyah diyor ki: Elhamdülillâh, her yerde aradığım ve herşeyden sorduğum Hâlıkımın ve Mâlikimin vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet eden otuz üç hakikati gördüm ve dinledim. Herbir hakikat, güneş gibi parlak, karanlık bırakmaz. Dağ gibi kuvvetli ve sarsılmaz. Ve herbiri tahakkukuyla vücuduna gayet kat’î şehadet eder ve ihatasıyla vahdetine gayet zâhir delâlet eder. Ve sâir erkân-ı imaniyeyi dahi içinde kuvvetli ispat etmekle beraber, mecmuu hakikatlerin icmaı ve ittifakı, imanımızı taklitten taklitten tah-kike ve tahkikten ilmelyakîne ve ilmel-yakînden aynelyakîne ve aynelyakînden hakkalyakîne iblâğ ediyor. Elhamdülillâhi hâzâ min fadli Rabbî.

***********

Rahîmiyet ve Rezzâkıyet Hakikatinin İzahı

Bu mertebe, Cenâb-ı Hakk’ın er-Rahîm (merhameti her şeyi kuşatan) ve er-Rezzâk (bütün mahlukatın rızkını veren) isimlerinin kâinattaki cihanşümul (evrensel) tecellîlerini müşahede etmektir. Bu müşahede, zerrelerden güneşlere kadar her şeyin O’nun merhamet elinden ve kudret hazinesinden beslendiğini idrak etmektir.

1. Rezzâkıyetin Küllî Tecellîsi: Zayıf ve Âcizlerin İmdadı

Metnin başında dikkat çekildiği gibi, Rezzâkıyet hakikatinin en parlak delili, en âciz ve zayıf olanlara, en umulmadık yerlerden rızkın yetiştirilmesidir.
• Kuru Toprak ve Câmid Odunlar: Basit, kuru bir topraktan ve kemik gibi cansız odun parçalarından (ağaçlardan) binlerce çeşit lezzetli, renkli, kokulu ve şifalı rızıkların (meyve ve sebzelerin) çıkarılması, tesadüfün ve kör esbabın (sebeplerin) işi olamaz. Bu, ancak sonsuz bir ilim, irade, kudret ve merhamet sahibinin fiilidir.
• Kan ve Fışkı Arasından Gelen Lâtif Rızık: En lâtif, en temiz ve en muvafık gıda olan sütün, hayvanın bedeninde kan ve fışkı gibi iki necis madde arasından safi, temiz ve berrak bir surette yavrulara gönderilmesi, Rahîm-i Zülcemâl’in şefkatinin en âşikâr bir tecellîsidir.
• Hiçbirini Unutmamak: Zemin yüzündeki, denizlerin dibindeki, havadaki sayısız zîhayatın hiçbirini unutmayarak, karıştırmayarak, tam vaktinde ve münasip bir surette rızıklarını veren bir “Dest-i Gaybî” (gizli el), Rezzâk-ı Hakikî’nin varlığını ve birliğini güneş gibi ispat eder.

2. Kur’ânî Temeller ve Rabbânî Taahhüd

Metinde işaret edilen üç ayet-i kerime, bu hakikatin temelini ve Cenâb-ı Hakk’ın bu husustaki taahhüdünü sarahaten beyan eder:
• Ayet -1- (Rızkı Hasretme): Metnin “iâşeyi ve infakı Cenâb-ı Hakka tahsis edip hasrettiği” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Şüphesiz ki rızık veren, mutlak kudret ve kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
(Zâriyât, 51:58 – Meali)
Bu ayet, hasr (sınırlama) ifade eder. Rızkı veren, “er-Rezzâk” olan yalnızca Allah’tır. Sebepler (insanın çalışması, bulut, toprak vs.) sadece birer perdedir. Rızkı yaratan ve gönderen sebepler değil, Müsebbibü’l-Esbab olan Allah’tır.
• Ayet -2- (Küllî Taahhüd): Metnin “bütün insanların ve hayvanların rızıklarını taahhüd ve tekeffül-ü Rabbânî altına aldığı” ifadesiyle işaret ettiği ayet:
“Yeryüzünde rızkı Allah’a ait olmayan hiçbir canlı yoktur. O, onların nerede duracaklarını ve nerede emanet edileceklerini bilir. Hepsi apaçık bir kitaptadır.”
(Hûd, 11:6 – Meali)
Bu ayet, “taahhüd-ü Rabbânî”nin (Allah’ın üzerine almasının) ne kadar küllî ve şümullü olduğunu gösterir. Karada, denizde, havada bilinen ve bilinmeyen ne kadar “dâbbe” (canlı) varsa, istisnasız hepsinin rızkı “alellah” (Allah’ın üzerinedir).
• Ayet -3- (Âcizlerin Rızkı): Metnin “rızkı tedarik edemeyen, âciz ve iktidarsız olan zayıf biçarelerin rızıklarını umulmadık yerden… vermekle” işaret ettiği ayet:
“Nice canlılar var ki rızıklarını kendileri elde edemezler. Sizin de onların da rızkını Allah verir. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
(Ankebût, 29:60 – Meali)
Bu ayet, rızık ve iktidar arasındaki zıt (ters) münasebetin Kur’ânî delilidir. Rızkını tedarik edemeyen (lâ tahmilü rizqahâ) en âciz mahlukların (deniz dibindeki böceklerin, anne karnındaki ceninin, yeni doğmuş yavruların) rızkı, mükemmel bir surette verilir. Bu durum, rızkın iktidar ve kuvvetle değil, Rahmet ve Şefkat ile gönderildiğini ispat eder.

3. Rızık, İktidar, Hırs ve Tevekkül

Metin, rızık bahsindeki en mühim bir yanılgıyı düzeltir: Rızkın, kişinin kendi iktidarı, zekâveti ve çalışmasıyla elde edildiği zannı.
• Ters Münasebet: “Helâl rızık, iktidar ve ihtiyar ile mütenâsiben değildir.” Bu, çok mühim bir sırdır.
• Ağaçlar: İktidarsız ve ihtiyarsızdır, yerlerinde “mütevekkilâne” dururlar; rızıkları (su, hava, gıda) onlara koşup gelir.
• Yavrular: Acz-i mutlaktadırlar; en lâtif rızık olan süt, “hayret-nümun tulumbacıklardan” (validelerin göğüslerinden) ağızlarına akıtılır. Yavru kedi, dünyaya gelir gelmez annesinin memelerine yönelir ve rızkı hazır bulur. Ne zaman ki o yavrulara “bir parça iktidar” gelir (avlanmaya başlarlar), o memelerden süt kesilir.
• Hırs (Açgözlülük) Sebeb-i Hüsrandır: Hırs, Rezzâk-ı Hakikî’nin taahhüdüne karşı bir nevi ittiham (suçlama) ve merhametine karşı bir hürmetsizliktir. Bu sebeple hırs, mahrumiyete sebeptir. Metnin dediği gibi, zekâvetine güvenip hırsla dünyaya saldıran nice edipler “dilenciliğe” düşerken; iktidarsızlığını bilip tevekkül eden nice “kaba, çok âmî adamlar” zenginliğe ulaşmıştır.
• Netice: Rızk-ı helâl, kuvvetle kazanılmaz; o, merhametle verilir, şefkatle ihsan edilir. Çalışmak (sa’y) ise, rızkı celp etmek için değil, Rezzâk-ı Kerîm’in âdetullah kanununa bir hürmet, bir fiilî dua ve bir ibadettir.

4. Rızkın İki Kısmı: Hakikî ve Mecazî

Bu ayrım, hayatı saadetle geçirmek için bir düsturdur:
• Rızk-ı Hakikî (Fıtrî): Hayatı idame ettirecek (yaşatacak) kadar olan zarurî rızıktır. Bu, “taahhüd-ü Rabbânî altındadır.” Cenâb-ı Hak, her zîhayatın bu rızkına kefildir. Hatta bedende depolanan yağlar dahi bu fıtrî rızka dahildir ki, insanı 20-30 gün yaşatabilir. Bu rızık bitmeden ölenler, rızıksızlıktan değil, “sû-i itiyattan” (kötü alışkanlıklardan) veya “terk-i âdetten” (düzenin bozulmasından) kaynaklanan bir hastalıktan ölürler.
• Rızk-ı Mecazî (Sun’î): İtiyat (alışkanlık, tiryakilik), israf ve sû-i istimâlât (kötüye kullanma) ile zaruret hükmüne geçen, aslında ihtiyaç dışı olan rızıklardır (örneğin lüks tüketim, sigara, gereksiz harcamalar). Bu kısım, “taahhüd-ü Rabbânî altında değil, belki ihsana tâbidir.” Kâh verilir, kâh verilmez.
İnsanların rızık endişesiyle düştükleri sıkıntıların tamamı, bu ikinci kısım mecazî rızık yüzündendir. Bahtiyar odur ki, fıtrî rızka kanaat eder, mecazî rızkı da iktisat ile talep eder. Bedbaht odur ki, hırs ile mecazî rızkın peşinde koşar, sa’y-i helâli bırakır ve hayatını elemler içinde geçirir.

5. Mânevî Rızıklar ve Hilkatin Gayesi

Rızık sadece mideye mahsus değildir. İnsanın her bir âzâsı ve lâtifesi (duygusu) Rezzâk-ı Rahîm’den kendi rızkını ister:
• Göz: Manzaraları, güzellikleri (hüsün ve cemal) rızık olarak ister.
• Kulak: Sesleri, nağmeleri, manaları ister.
• Akıl: İlim ve hikmeti rızık olarak ister.
• Kalb ve Ruh: Mârifetullah (Allah’ı tanıma) ve Muhabbetullah (Allah sevgisi) ile tatmin olur.
Bu lâtifeler, “hazine-i rahmetinin birer anahtarı” hükmündedir. Göz, kâinat yüzündeki cemal hazinelerinin anahtarıdır.
Cenâb-ı Hak, rızkı kâinatın en mühim bir gayesi kılmıştır. Çünkü rızkın neticesinde “daimî ve küllî bir teşekkür ve minnettarlık ve perestişle” O’nun Rububiyetine mukabele edilir. Rızıktaki lezzet, şükre sevk eden bir davetiyedir.
Ayrıca rızıktaki “iştah ihtiyacı ve zevk-i rızkî,” mahlukatı atâletten (tembellikten) kurtaran “kuvvetli bir kamçı” olur. Bu kamçı ile hayvanlar ve insanlar rızık peşinde koşarak arzı şenlendirir.

6. Vahdet Delili: Bir Elmanın İspat Ettiği Hakikat

Metnin sonunda zikredilen “birtek elma” misali, Rezzâkıyetin Vahdet (Birlik) delilini tamamlar.
Bir elmayı hakikî rızık olarak yaratıp bir adama veren Zât, ancak şu vasıflara sahip olabilir:
• O elmanın tezgâhı olan mevsimleri (baharı, yazı) çeviren olmalıdır.
• O elmanın fabrikası olan ağacı yaratan olmalıdır.
• O elmanın bahçesi olan küre-i arzı bir sefine gibi döndüren olmalıdır.
• O elmanın terbiyegâhı olan güneşi, havayı, suyu, toprağı terbiye eden olmalıdır.
Çünkü o tek elmanın üzerindeki “sikke-i fıtrat” (yaratılış damgası), “hâtem-i hikmet” (hikmet mührü) ve “turra-i samediyet” (her şeyin O’na muhtaç olduğunu gösteren nişan), bütün elmalarda, bütün meyvelerde ve bütün mahlukatta aynıdır.
Demek, bir elmayı yaratamayan, kâinatı yaratamaz. Ve bir elmayı hakikî mâlikiyetle yaratan, elbette ve her halde bütün kâinatın Hâlık-ı Zülcelâli olmak zorundadır.

Hülâsa:
Dünya yolcusunun müşahede ettiği bu Dördüncü Hakikat (Rahîmiyet ve Rezzâkıyet), imanımızı taklitten tahkike çıkarır. Etrafımızdaki her bir rızık tanesi, her bir meyve, ağızlara akan her bir damla süt; Rezzâk-ı Rahîm’in varlığına, birliğine, sonsuz merhametine ve şefkatine parlak birer delil ve sarsılmaz birer isbattır.

 

 

 

Dördüncü Şua

[Manen ve rütbeten Beşinci Lem’a ve sureten ve makamen Otuzbirinci Mektub’un Otuzbirinci Lem’asının kıymetdar Dördüncü Şuaı ve Âyet-i Hasbiyenin mühim bir nüktesidir.]

İHTAR: Risale-i Nur, sair kitablara muhalif olarak başta perdeli gidiyor; gittikçe inkişaf eder. Hususan bu risalede, “Birinci Mertebe” çok kıymetdar bir hakikat olmakla beraber çok ince ve derindir. Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş. Bana tam tevafuk eden tam hissedebilir, yoksa tam zevkedemez.

* * *

بِسْمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّح۪يمِ

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

Bir zaman ehl-i dünya beni her şeyden tecrid ettiklerinden beş çeşit gurbetlere düşmüştüm. Ve ihtiyarlık zamanımda kısmen teessürattan gelen beş nevi hastalıklara giriftar olmuştum.

Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envârına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım. Gördüm ki; gayet kuvvetli bir aşk-ı beka ve şedid bir muhabbet-i vücud ve büyük bir iştiyak-ı hayat ve hadsiz bir acz ve nihayetsiz bir fakr, bende hükmediyorlar. Halbuki müdhiş bir fena, o bekayı söndürüyor. O haletimde, yanık bir şâirin dediği gibi dedim:
Dil bekası Hak fenası istedi mülk-ü tenim.

Bir devasız derde düştüm, ah ki Lokman bîhaber.

Me’yusane başımı eğdim; birden

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyeti imdadıma geldi, dedi: “Beni dikkatle oku.” Ben günde beşyüz defa okudum. Benim için aynelyakîn suretinde inkişaf eden çok kıymetdar envârından bir kısmını ve yalnız dokuz nurunu ve mertebesini icmalen yazıp, eskiden aynelyakîn ile değil, belki ilmelyakîn ile bilinen tafsilâtını Risale-i Nur’a havale ediyorum.

Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Bendeki aşk-ı beka, bendeki bekaya değil, belki sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi, Zât-ı Zülkemal’in ve Zülcemal’in bir isminin bir cilvesinin mahiyetimde bir gölgesi bulunduğundan, fıtratımda o Kâmil-i Mutlak’ın varlığına ve kemaline ve bekasına müteveccih olan muhabbet-i fıtriye, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, gölgeye yapışmış, âyinenin bekasına âşık olmuştu.

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

geldi, perdeyi kaldırdı. Gördüm ve hissettim ve hakkalyakîn zevkettim ki; bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır. Çünki onun bekasıyla benim için lâyemut bir hakikat tahakkuk eder. Zira benim mahiyetim, hem bâki, hem sermedî bir ismin gölgesi olur, daha ölmez diye şuur-u imaniyle takarrur eder.

Hem o şuur-u imanla mahbub-u mutlak olan Kemal-i Mutlak’ın varlığı bilinmekle, şedid ve fıtrî olan muhabbet-i zâtî tatmin edilir. Hem Bâki-i Sermedî’nin bekasına ve varlığına ait o şuur-u imaniyle kâinatın ve nev’-i insanın kemalâtı bilinir ve bulunur ve kemalâta karşı fıtrî meftuniyet, hadsiz elemlerden kurtulup zevk ve lezzetini alır.

Hem o şuur-u imaniyle o Bâki-i Sermedî’ye bir intisab ve o intisab-ı imanî ile umum mülküne bir münasebet peyda olur ve o münasebet-i intisabî ile hadsiz bir mülke bir nevi mâlikiyet gibi iman gözüyle bakar, manen istifade eder.
Hem o şuur-u imaniyle ve intisab ve münasebet ile umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peyda olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud, o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.

Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlığı cihetiyle bütün ehl-i kemalâta karşı bir uhuvvet peyda olur. O halde Bâki-i Sermedî’nin varlığıyla ve bekasıyla o hadsiz ehl-i kemal mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını bilmekle, takdir ve tahsin ile merbut ve dost olduğu hadsiz dostlarının bekaları ve devam-ı kemalâtı, o şuur-u imanî sahibine ulvî bir zevk verir.

Hem o şuur-u imanî ve intisab ve münasebet ve alâkadarlık ve uhuvvet vasıtasıyla bütün dostlarımın -ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların saadetleri için feda ediyorum- onların mes’udiyetleri ile hadsiz bir saadet kendim de hissedebilir gördüm. Çünki bir samimî dostun saadetiyle, şefkatli dostu dahi saadetlenir ve lezzetlenir. Şu halde Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla, başta Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve âl ü ashabı olarak umum sâdâtım ve ahbabım olan enbiya ve evliya ve asfiya ve bütün sair hadsiz dostlarım i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu ve bir saadet-i sermediyeye mazhariyetlerini o şuur-u imanî ile hissettim. Ve münasebet, alâka, uhuvvet, dostluk sırrıyla saadetleri bana in’ikas edip saadetlendirdiğini zevkettim.

Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum. Çünki hayatımı ve bekamı maaliftihar onların tehlikelerden kurtulmaları için feda etmeyi fıtrî arzu ettiğim başta pederlerim ve vâlidelerim ve bütün neslî ve nesebî ve manevî akrabalarım, Bâki-i Hakikî’nin bekası ve varlığıyla mahvdan ve ademden ve i’dam-ı ebedîden ve hadsiz elemlerden kurtulup o hadsiz rahmetine mazhariyetlerini şuur-u imaniyle hissettim. Ve medar-ı gam ve elem olan cüz’î ve tesirsiz şefkatime bedel, nihayetsiz bir rahmet, onlara nezaret ve himayet ettiğini duydum, hissettim. Bir vâlide veledinin lezzetiyle, zevkiyle, rahatıyla zevklenmesi gibi; ben de o bütün şefkat ettiğim zâtların, o rahmetin himayeti altındaki necatlarıyla ve istirahatlarıyla zevklendim ve ferahlandım ve çok derin şükrettim.
Hem o şuur-u imaniyle, netice-i hayatım ve sebeb-i saadetim ve vazife-i fıtratım olan Resail-ün Nur dahi ziya’dan, mahvdan, faidesiz kalmasından ve manen kurumasından kurtulmalarını ve meyvedar bâki kalmalarını o intisab-ı imanî ile bildim, hissettim, kanaat getirdim. Kendi bekamın lezzetinden çok ziyade bir manevî lezzet duydum, tam hissettim. Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder. Ve bilhâssa Kur’ana mensubiyeti ve kabul-ü Nebevî ve inşâallah marzî-i İlahî cihetiyle bir anda vücudu ve nazar-ı Rabbaniyeye mazhariyeti, umum ehl-i dünyanın takdirinden daha ziyade kıymetdardır bildim.

İşte hayatımı ve bekamı o resailin hakaik-i imaniyeyi isbat eden herbir risalesinin bekasına, devamına, ifadesine, makbuliyetine feda etmeğe her vakit hazır olduğumu ve saadetimi onların Kur’ana hizmet etmelerinde bildim. Ve o halde beka-i İlahî ile yüz derece insanların tahsinlerinden daha ziyade bir takdire mazhariyetlerini o intisab-ı imanî ile anladım. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Hem o şuur-u imanî ile ebedî bir beka ve daimî bir hayat veren Bâki-i Zülcelal’in bekasına ve vücuduna iman ve imanın a’mal-i sâliha gibi neticeleri, bu fâni hayatın bâki meyveleri ve ebedî bir bekanın vesileleri olduğunu bildim. Meyvedar bir ağaca inkılab etmek için kabuğunu terkeden bir çekirdek gibi, ben de o bâki meyveleri vermek için bu beka-i dünyevînin kabuğunu bırakmağa nefsimi kandırdım. Nefsimle beraber “Hasbünallahü ve ni’melvekil, Onun bekası bize yeter” dedim.

Hem şuur-u imanî ve intisab-ı ubudiyet ile toprak perdesinin arkası ışıklanmasını ve ağır tabaka-i türabiye dahi ölülerin üstünden kalktığını ve kabir kapısıyla girilen yeraltı dahi, adem-âlûd karanlıklar olmadığını ilmelyakîn ile bildim. Bütün kuvvetimle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Hem gayet kat’î bir surette hissettim ve o şuur-u imanî ile hakkalyakîn bildim ki: Fıtratımda çok şiddetli olan aşk-ı beka Bâki-i Zülkemal’in bekasına, varlığına iki cihetle bakarken; enaniyetin perde çekmesiyle, mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş bir serseme dönmüş gördüm. Ve o çok derin ve kuvvetli aşk-ı beka, bizzât ve sebebsiz, fıtraten sevilen ve perestiş edilen kemal-i mutlak bir isminin gölgesi vasıtasıyla mahiyetimde hükmedip o aşk-ı bekayı vermiş ve muhabbet için hiçbir illet ve hiçbir garazı ve zâtından başka hiçbir sebeb iktiza etmeyen kemal-i zâtı perestişe kâfi ve vâfi iken; sâbıkan beyan ettiğimiz ve her birisine bir hayat ve bir beka değil, belki elden gelse binler hayat-ı dünyeviye ve beka feda edilmeğe lâyık olan mezkûr bâki meyveleri dahi ihsan etmekle, o fıtrî aşkı şiddetlendirmiş hissettim. Elimden gelse idi bütün zerrat-ı vücudumla “Hasbünallahü ve ni’melvekil” diyecektim ve o niyetle dedim. Ve bekasını arayan ve beka-yı İlahîyi bulan o şuur-u imanî -ki bir kısım meyvelerine sâbıkan “Hem… Hem… Hem…”ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber dedim:

حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

**************

Dördüncü Şua, “Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye” İzahı

Metnin tamamı, bir “ihtar” ile başladığı üzere, müellifin “gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî” ve “gayet ruhlu bir muamele-i imanî” olarak vasıflandırdığı derûnî bir tecrübeye dayanır. Bu tecrübenin merkezinde, insanın fıtratına (yapısına) dercedilmiş olan “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı, kalıcı olma arzusu) bulunmaktadır.

1. Meselenin Teşhisi: Derûnî Sancı ve Fıtrî İhtiyaçlar

Bediüzzaman Hazretleri, beş çeşit gurbet ve beş nevi hastalık içinde, sıkıntıdan gelen bir gafletle doğrudan kalbine ve ruhuna nazar ettiğinde, kendisinde hükmeden beş temel ve sarsılmaz hakikat tesbit eder:
• Aşk-ı Beka: Şiddetli bir ebediyet aşkı.
• Muhabbet-i Vücud: Var olmaya karşı kuvvetli bir sevgi.
• İştiyak-ı Hayat: Hayata karşı büyük bir arzu.
• Hadsiz Acz: Sınırsız bir güçsüzlük.
• Nihayetsiz Fakr: Sonsuz bir muhtaçlık.

İnsanın derûnî yapısındaki bu en temel arzular (beka, vücud, hayat), tam zıddı olan “müdhiş bir fena” (korkunç bir yok oluş) tehdidi altındadır. Bu zıtlık, insan ruhunda “bir devasız dert” meydana getirir.
Bu halet, insanın en temel açmazıdır: Fıtratı ebediyeti ister, fakat zahirî hali ve kainatın işleyişi ona sürekli ölümü ve yok oluşu gösterir.

2. Kurtuluş Reçetesi: “Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl”

Tam bu me’yusiyet (ümitsizlik) anında, “حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ” ayeti (Âl-i İmrân, 173) imdada yetişir. Müellif, bu ayeti günde beş yüz defa okuyarak, bu zikrin nuruyla perdelerin kalktığını ve hakikatin inkişaf ettiğini belirtir.

Ayet-i Kerime ve Muradı:
Bu ayet-i kerime, Uhud Savaşı sonrası müminlerin içinde bulunduğu zor duruma işaret eder.
• (Âl-i İmrân, 3/173):
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu onların imanlarını arttırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.”
Bu ayet, tam bir teslimiyetin, acz ve fakrın idrakinden sonra mutlak kudret ve gınâ (zenginlik) sahibi olan Allah’a sığınmanın ve O’nu vekil tayin etmenin zirvesidir. “Allah bize yeter” manası, insanın kendi aczini ve fakrını; “O ne güzel vekildir” manası ise, sığınılan Zat’ın mutlak kudretini ve her şeye kâfi geldiğini ilan eder.

3. Hakikatin İnkişafı: Aşkın Gerçek Yönünü Bulması

Müellif, “Hasbünallâh” zikrinin nuruyla şu hakikati hakkalyakîn (bizzat yaşayarak ve tadarak) zevk eder:
İnsandaki “aşk-ı beka,” insanın kendi fanî (geçici) zatına ve şahsî bekasına ait değildir. İnsanın fıtratı, “sebebsiz ve bizzât mahbub olan kemal-i mutlak sahibi” olan Allah’a (Zât-ı Zülkemal’e) karşı fıtrî bir muhabbet duymak üzere programlanmıştır.
İnsanın mahiyeti (özü), Allah’ın bâki bir isminin “bir cilvesinin” ve “bir gölgesi” mesabesindedir. Fıtratımızdaki bu ebediyet aşkı, aslında o ismin sahibi olan Bâki-i Zülkemal’e aittir.
Ancak “gaflet yüzünden” bu muhabbet “yolunu şaşırmış,” asıl ve kaynak yerine “gölgeye yapışmış” ve “âyinenin bekasına âşık” olmuştur. Yani insan, Allah’ın ebedî güzelliğinin bir yansıması olan kendi hayatına ve varlığına âşık olmuştur.
“Hasbünallâh” zikri bu perdeyi kaldırır. İnsan anlar ki:
“Bekamın lezzet ve saadeti, aynen ve daha mükemmel bir tarzda Bâki-i Zülkemal’in bekasına ve benim Rabbim ve İlahım olduğuna imanımda ve iz’anımda ve îkanımda vardır.”
Bu, bir devrimdir. Kişi, kendi şahsî bekasını aramaktan vazgeçip, Allah’ın bekasına iman etmekle ve O’na intisab etmekle (bağlanmakla) hakikî bekayı bulur.

Müradif Ayetler (Fena ve Beka):

Bu manayı teyit eden ayetler, her şeyin fanî, yalnız Allah’ın Zat’ının bâki olduğunu vurgular:
• (Rahmân, 55/26-27):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.”
• (Kasas, 28/88):
“Allah ile birlikte başka bir ilâha kulluk etme. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.”

4. Birinci Mertebenin Meyveleri (Dokuz “Hem…”)

Bu imanın ve intisabın (bağlantının) neticesinde elde edilen dokuz büyük manevî kazanç ve saadet, “Hem…” ile başlayan dokuz madde halinde sıralanır. Bu meyveler, başlangıçta zikredilen “aşk-ı beka, muhabbet-i vücud, iştiyak-ı hayat” gibi fıtrî arzuların nasıl tatmin olduğunu izah eder:
• Şahsî Beka: İnsanın mahiyeti, Allah’ın “bâki, sermedî bir isminin gölgesi” olur. Bu intisab ile “daha ölmez.” Fanî gölge, bâki asla bağlanarak ebedîleşir.
• Kemal Aşkının Tatmini: “Mahbub-u mutlak” (mutlak sevgili) olan Allah’ın varlığı bilinince, fıtrattaki “muhabbet-i zâtî” (zatî sevgi) tatmin olur.
• Mülke Mâlikiyet: Allah’a intisab, O’nun “umum mülküne bir münasebet” peyda eder. İman gözüyle bakan kişi, bütün kâinata “bir nevi mâlikiyet” nazarıyla bakar, fanî mülkü yerine bâki bir mülkten manen istifade eder.
• Vücudun Genişlemesi: Bu intisab ile “umum mevcudata bir alâka” kurulur. İnsan, “vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücud” kazanır. Varlığa karşı olan fıtrî aşkı, kendi dar varlığı yerine, bütün mevcudatın varlığıyla teskin edilir.
• Ehl-i Kemal ile Uhuvvet: Bütün “ehl-i kemal” (peygamberler, evliyalar) ile bir kardeşlik bağı kurulur. Onların Allah’ın bekasıyla “mahvolmayıp zayi’ olmadıklarını” bilmek, o şahsa “ulvî bir zevk” verir.
• Dostların Saadetiyle Saadetlenme: Başta Resul-i Ekrem (Aleyhissalâtü Vesselâm) olmak üzere, bütün “sâdâtım ve ahbabım” dediği enbiya, evliya ve dostlarının “i’dam-ı ebedîden kurtulduğunu” ve “saadet-i sermediyeye” mazhar olduklarını bilmekle, onların saadeti imana yansır (in’ikas eder) ve o kişiyi de saadetlendirir.
• Akraba Şefkatinin Tatmini: “Rikkat-i cinsiye” (insanlık şefkati) ve “şefkat-i akraba” (akraba şefkati) yüzünden gelen elemlerden kurtulur. Başta ebeveyni olmak üzere bütün akrabalarının, Allah’ın “nihayetsiz bir rahmet” himayesi altında yok olmaktan kurtulduğunu hissetmekle, cüz’î şefkatinin eleminden kurtulup, rahmetin tecellisiyle ferahlar.
• Hizmetin (Risale-i Nur’un) Bekası: Hayatının neticesi olan Risale-i Nur’un (veya herhangi bir salih amelin) zayi olmaktan, “faidesiz kalmasından” kurtulduğunu anlar. Allah bâki olduğu için, O’nun rızası dairesinde yapılan hizmetler de bâkileşir. Onlar sadece insanların hafızalarında değil, “Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek” bâki kalır.
• A’mal-i Sâlihanın Bekası: Bu fani hayatın “bâki meyveleri” olan iman ve “a’mal-i sâliha” (salih ameller), ebedî bir bekanın vesileleri olur. Bu dünyevî bekanın “kabuğunu” bırakıp, bâki meyveleri vermek için ölümü bir “çekirdek” gibi kabul eder.

5. Netice ve Hülâsa (Özet)

Müellif, bu tecrübenin sonunda anlar ki, fıtratındaki o şiddetli “aşk-ı beka,” aslında bizzat Allah’ın “Kemal-i Zâtı”na yöneliktir. Fakat “enaniyetin perde çekmesiyle” bu aşk yolunu şaşırmış, “mahbubunu kaçırmış, âyinesine perestiş etmiş” (sevgilisini kaybetmiş, onun yansıdığı aynaya tapınmış) bir hale gelmiştir.
Bu “Hasbî” tefekkür, yani her şeyi Allah’a (Hasbünallâh’a) havale etmek, bu perdeyi yırtar. İnsan anlar ki, “O’nun bekası bize yeter.”
Metnin sonundaki Arapça ibare bu hakikatin bir özetidir:
“حَسْبِى مِنَ الْبَقَاءِ لَذَّةً وَ سَعَادَةً اِيمَانِى وَ شُعُورِى وَ اِذْعَانِى بِاَنَّهُ هُوَ اِلٰهِىَ الْبَاقِى حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ”
(Beka cihetinde lezzet ve saadet olarak, O’nun benim Bâki İlahım olduğuna dair imanım, şuurum ve iz’anım (kesin kanaatim) bana kâfidir. Allah bize yeter, O ne güzel Vekil’dir.)
İzahın Özeti
“Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye,” insanın fanî varlığına yönelttiği ebediyet aşkının (aşk-ı beka) bir aldanma olduğunu; bu aşkın hakikî sahibinin Bâki-i Zülkemal olan Allah olduğunu izah eder.
“Hasbünallâhü ve Ni’mel-Vekîl” ayeti, bu aldanma perdesini kaldıran bir nur ve anahtardır. Bu anahtarla insan, kendi fanî bekası için çırpınmayı bırakır. Bunun yerine, Allah’ın Bâki olduğuna iman eder ve O’na intisab eder (bağlanır).
Bu intisab neticesinde:
• Kendi varlığı, Bâki’ye bağlandığı için ebedîleşir.
• Bütün sevdikleri (ehl-i iman, akrabalar, dostlar), Allah’ın bekası ve rahmeti sayesinde ebedî yok oluştan kurtulur; onların saadetiyle saadet bulur.
• Yaptığı salih ameller ve hizmetler, Allah rızası için olduğundan, zayi olmayıp bâkileşir.
Böylece, başlangıçtaki “aşk-ı beka” (ebediyet aşkı), “muhabbet-i vücud” (varlık sevgisi) ve “iştiyak-ı hayat” (hayat arzusu), fanî ve elemlerle dolu bir dünyadan, bâki ve saadet dolu bir âleme yönelmiş ve hakikî tatminini bulmuş olur.

 

 

İkinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Fıtratımdaki hadsiz aczimle beraber, ihtiyarlık ve gurbet ve kimsesizlik ve tecridim içinde; ehl-i dünya desiseleriyle, casuslarıyla bana hücum ettikleri hengâmda kalbimde dedim: “Elleri bağlı, zaîf ve hasta bir tek adama ordular taarruz ediyor. O bîçarenin (yani benim için) bir nokta-i istinad yok mu?” diye

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine müracaat ettim. Bana bildirdi ki; intisab-ı imanî tezkeresiyle, Kadîr-i Mutlak öyle bir sultana istinad edersin ki; zemin yüzünde her baharda dörtyüzbin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat ordularının bütün cihazatlarını kemal-i intizam ile vermekle beraber, her sene eşcar ve tuyur denilen o iki muazzam ordusunun elbiselerini tazelendirerek yeni libaslar giydirir, urbalarını ve formalarını değiştirir. Ve tavuğun ve kuşun fistanlarını ve çarşaflarını tazelendirdiği gibi, dağın libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir. Ve başta insan olarak, hayvanatın muazzam ordusunun bütün erzaklarını, değil medenî insanların son zamanda keşfettikleri et ve şeker ve sair taamların hülâsaları gibi, belki yüz derece o medenî hülâsalardan daha mükemmel ve bütün taamların her nev’inden tohum ve çekirdek denilen Rahmanî hülâsalara koyup; ve o hülâsaları dahi, onların pişirmelerine ve inbisatlarına dair kaderî tarifeleri içine sarıp muhafaza için küçücük sandukçalara koyup tevdi eder. O sandukçukların icadı “Kâf-Nun” fabrikasından o kadar çabuk ve kolay ve çoklukladır ki, Kur’an der: “Bir emir ile yapılır.” Hem o umum hülâsalar bir şehri doldurmadığı ve birbirine benzedikleri ve aynı madde oldukları halde, Rezzak-ı Kerim onlardan bir yaz mevsiminde pişirdiği gayet mütenevvi ve leziz taamlar, zeminin bütün şehirlerini bir cihette doldurabilir. İşte sen, intisab-ı imanî tezkeresiyle böyle bir nokta-i istinad bulabildiğinden hadsiz bir kuvvete ve kudrete dayanabilirsin.

Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim. Ve hadsiz fakrım ve ihtiyacım cihetinde dahi bir nokta-i istimdad için yine o âyete müracaat ettim. Bana dedi ki: “Sen memlukiyet ve ubudiyet intisabıyla öyle bir Mâlik-i Kerim’e mensub ve iaşe defterinde mukayyedsin ki; her bahar ve yazda gaybdan ve hiçten umulmadığı yerden ve kuru bir topraktan kaldırır, indirir tarzında yüz defa zemin sofrasını ayrı ayrı yemekleriyle tezyin eder, serer. Güya zamanın seneleri ve her senenin günleri, birbiri arkasından gelen ihsan meyvelerine ve rahmet taamlarına birer kap ve bir Rezzak-ı Rahîm’in küllî ve cüz’î ihsanat mertebelerine birer meşherdirler. İşte sen böyle bir Ganiyy-i Mutlak’ın abdisin. Abdiyetine şuurun varsa, senin elîm fakrın leziz bir iştiha olur.” Ben de o dersimi aldım. Nefsimle beraber “Evet evet, doğrudur.” deyip mütevekkilane “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Ben o gurbetler ve hastalıklar ve mazlumiyetlerin tazyikiyle dünyadan alâkamı kesilmiş bularak, ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette daimî bir saadete namzed olduğumu iman telkin ettiği hengâmda “of! of!”tan vazgeçtim, “oh! oh!” dedim. Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zahiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim. Yine o âyete müracaat ettim; dedi ki: ”

حَسْبُنَا

daki

نَا

ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile kimler

حَسْبُنَا

yı söylüyorlar, dinle!” emretti.

Birden baktım ki, hadsiz kuşlar ve kuşçuklar ve sinekler ve hesabsız hayvanlar ve hayvancıklar ve nihayetsiz nebatlar, yeşilcikler ve gayetsiz ağaçlar ve ağaççıklar dahi benim gibi lisan-ı hal ile “Hasbünallahü ve ni’melvekil”in manasını yâdediyorlar ve yâda getiriyorlar ki; bütün şerait-i hayatiyelerini tekeffül eden öyle bir vekilleri var ki, birbirine benzeyen ve maddeleri bir olan yumurtalar ve birbirinin misli gibi katreler ve birbirinin aynı gibi habbeler ve birbirine müşabih çekirdeklerden kuşların yüzbin çeşitlerini ve hayvanların yüzbin tarzlarını, nebatatın yüzbin nev’ini, ağaçların yüzbin sınıfını yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı, birbirinden ayrı, farikalı bir surette gözümüz önünde, hususan her baharda gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede gayet çoklukla halkeder, yapar. Kudretinin azamet ve haşmeti içinde, beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde ve bir tarzda yapılmaları, vahdetini ve ehadiyetini bize gösterir ve böyle hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete ve bir tasarruf-u Hallakıyete müdahale ve iştirak mümkün olmadığını bildirir diye bildim.

Sonra

حَسْبُنَا

daki

نَا

da bulunan “ene”ye yani nefsime baktım, gördüm ki: Hayvanat içinde beni dahi menşeim olan bir katre sudan yaratan yaratmış, mu’cizane yapmış, kulağımı açıp gözümü takmış, kafama öyle bir dimağ, sineme öyle bir kalb, ağzıma öyle bir dil koymuş ki, o dimağ ve kalb ve dilde rahmetin umum hazinelerinde iddihar edilen bütün rahmanî hediyeleri, atiyyeleri tartacak, bilecek yüzer mizancıkları, ölçücükleri ve esma-i hüsnanın nihayetsiz cilvelerinin definelerini açacak, anlayacak binler âletleri yaratmış, yapmış, yazmış; kokuların, tatların, renklerin adedince tarifeleri o âletlere yardımcı vermiş.

Hem kemal-i intizam ile bu kadar hassas duyguları ve hissiyatları ve gayet muntazam bu manevî latifeleri ve bâtınî hâsseleri bu cismimde dercetmekle beraber, gayet san’atlı bu cihazatı ve cevarihi ve hayat-ı insaniyece gayet lüzumlu ve mükemmel bu kadar a’zâ ve âletleri bu vücudumda kemal-i hikmetle yaratmış. Tâ ki, nimetlerinin bütün nevilerini ve umum çeşitlerini bana tattırsın ve ihsas etsin ve hadsiz tecelliyat-ı esmasının ayrı ayrı zuhurlarını o duygular ve hissiyatla ve hassasiyetle bana bildirsin, zevkettirsin ve bu ehemmiyetsiz görünen hakir ve fakir vücudumu -her mü’minin vücudu gibi- kâinata bir güzel takvim ve ruzname ve âlem-i ekbere muhtasar bir nüsha-i enver ve şu dünyaya bir misal-i musaggar ve masnuatına bir mu’cize-i azhar ve nimetlerinin her nev’ine talib bir müşteri ve medar ve rububiyetinin kanunlarına ve icraat tellerine santral gibi bir mazhar ve hikmet ve rahmet atiyyelerine ve çiçeklerine nümune bahçesi gibi bir liste, bir fihriste ve hitabat-ı Sübhaniyesine anlayışlı bir muhatab yaratmış olmakla beraber, en büyük bir nimet olan vücudu, bu vücudumda büyütmek ve çoğaltmak için hayatı verdi. Ve o hayat ile o nimet-i vücudum âlem-i şehadet kadar inbisat edebiliyor.

Hem insaniyeti verdi; o insaniyet ile o nimet-i vücud manevî ve maddî âlemlerde inkişaf ederek insana mahsus duygularla o geniş sofralardan istifade yolunu açtı. Hem İslâmiyeti bana ihsan etti. O İslâmiyet ile o nimet-i vücud, âlem-i gayb ve şehadet kadar genişlendi. Hem iman-ı tahkikîyi in’am etti. O iman ile o nimet-i vücud, dünya ve âhireti içine aldı. Hem o imanda marifet ve muhabbetini verdi. O marifet ve muhabbetle o nimet-i vücud içinde daire-i mümkinattan âlem-i vücuba ve daire-i esma-i İlahiyeye kadar hamd ü sena ile istifade için ellerini uzatabilir bir mertebe ihsan etti. Hem hususî olarak bir ilm-i Kur’anî ve hikmet-i imaniye verdi. Ve o ihsanı ile çok mahlukat üstüne bir tefevvuk verdi ve sâbık noktalar gibi çok cihetlerle öyle bir câmiiyet vermiş ki, ehadiyetine ve samediyetine tam bir âyine ve küllî ve kudsî rububiyetine geniş ve küllî bir ubudiyet ile mukabele edebilen bir istidad vermiş.

Ve enbiyalarla insanlara gönderdiği bütün mukaddes kitabların ve suhufların ve fermanların icmaıyla ve bütün enbiya ve evliya ve asfiyanın ittifakıyla, bu bendeki bulunan emaneti ve hediyesi ve atiyyesi olan vücudumu ve hayatımı ve nefsimi -âyet-i Kur’aniyenin nassı ile- benden satın alıyor. Tâ ki, elimde faidesiz zayi’ olmasın ve iade etmek üzere muhafaza edip satmak bahasına saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i vereceğini kat’î bir surette çok tekrar ile va’d ve ahdettiğini ilmelyakîn ve tam iman ile anladım.

Ve böyle hadsiz hayvanat ve nebatatın yüzbinler nevilerinin ve çeşitlerinin suretlerini “Fettah” ismiyle mahdud ve müteşabih katrelerden ve habbelerden gayet kolay ve çabuk ve mükemmel açan ve insana sâbıkan beyan ettiğimiz gibi hayret verici bu kadar ehemmiyet veren ve rububiyetin ehemmiyetli işlerine medar yapan bir Zât-ı Zülcelal Ve’l-ikram olan rabbim var olduğunu ve gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î ve muhakkak bir surette haşri icad ve Cennet’i ihsan ve saadet-i ebediyeyi halkedeceğini bu Âyet-i Hasbiye’den ders aldım. Elimden gelseydi bilfiil ve gelmediği için binniyet, bittasavvur, bilhayal bütün mahlukat dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim ve ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek istiyorum.

**********

Bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ (“Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!”) ayet-i kerimesinin (Âl-i İmrân, 3/173) derûnî manalarına ve imanın hayata bakan cihetlerine dair bir tefekkür ve tefsir-i manevîdir. Üstad Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, bu mertebelerde, insanın en temel iki zaafı olan hadsiz acz ve hadsiz fakr karşısında, imanın nasıl bir nokta-i istinad (dayanak noktası) ve nokta-i istimdad (yardım isteme noktası) teşkil ettiğini izah etmektedir.

Metnin Tahlili ve İzahı

Metnin ana fikri, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin, mü’minin iki temel ihtiyacına nasıl kâfi geldiğini göstermektir:
• İkinci Mertebe: İnsanın hadsiz aczine karşı bir $nokta-i istinad$ (Kudret-i İlâhiyeye dayanma) ve hadsiz fakrına karşı bir $nokta-i istimdad$ (Gınâ-yı İlâhiyeden yardım isteme).
• Üçüncü Mertebe: İnsanın $saadet-i ebediye$ (ebedî mutluluk) arzusunun tahakkuku için zarurî olan iki esası (Allah’ın mutlak kudreti ve insanın O’nun nazarındaki ehemmiyeti) $isbat$ etme.

1. İkinci Mertebe-i Nuriye: Aczden Kudrete, Fakrdan Gınâya

Bu mertebe, müellifin $ihtiyarlık, gurbet, kimsesizlik$ ve $tecrid$ gibi en zorlu haller içinde, düşmanların hücumuna maruz kaldığı bir hengâmda, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetine müracaatını anlatır.
a) Acze Karşı Nokta-i İstinad (Dayanma Noktası): Kadîr-i Mutlak
Müellif, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) tezkeresiyle, öyle bir $Kadîr-i Mutlak$ Sultana dayandığını idrak eder ki, O Sultan:
• Kudretinin Haşmeti: Her baharda $dörtyüzbin milletten mürekkeb$ (bitki ve hayvan türleri) orduları yaratıp, mükemmelen teçhiz eder.
• İsimlerinin Tecellisi (Fettâh, Musavvir, Müzeyyin): Ağaç ($eşcar$) ve kuş ($tuyur$) ordularının elbiselerini (yapraklarını, tüylerini) tazelendirir. Dağların libasını ve sahranın yüz örtüsünü değiştirir.
• Rubûbiyetin İhtişamı (Rezzâk, Kerîm): Bütün mahlukatın rızkını, medenî hülâsalardan (modern gıda özleri) $yüz derece daha mükemmel$ olan $Rahmanî hülâsalar$ (tohumlar ve çekirdekler) içine yerleştirir.
• Kaderî İlim (Hakîm, Mukaddir): Bu tohumlara $kaderî tarifeleri$ (genetik kodları ve büyüme planları) derceder.
• Sürat-i İcad (Kâf-Nun Fabrikası): Bu icraatlar, $كُن فَيَكُونُ$ (Ol der, oluverir) sırrıyla, $bir emir ile yapılır$.
Netice: Bu tefekkür, müellife $öyle bir kuvve-i maneviye$ (manevî kuvvet) verir ki, değil mevcut düşmanlarına, $dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî$ hisseder. Acz, kudrete dayanmakla kuvvete dönüşür.
b) Fakra Karşı Nokta-i İstimdad (Yardım Noktası): Ganiyy-i Mutlak
Müellif, $hadsiz fakrı ve ihtiyacı$ cihetinde yine aynı ayete müracaat eder. Ayet ona der ki:
• İntisab-ı Ubudiyet (Kulluk Bağı): Sen, bir $Mâlik-i Kerîm$’in $iaşe defterinde mukayyed$ (kayıtlı) bir memluk (köle) ve abdisin (kulsun).
• Gınâ ve Kerem (Ganiyy, Kerîm): O Mâlik, her bahar ve yazda $gaybdan ve hiçten$ ve $kuru bir topraktan$ zemin sofrasını $yüz defa$ tezyin eder (süsler) ve serer.
• Rahmetin Sürekliliği (Rahmân, Rezzâk): Zamanın seneleri ve günleri, O $Rezzâk-ı Rahîm$’in ihsan meyvelerine birer kap ve meşherdir (sergi).
Netice: $Abdiyetine şuurun varsa$ (kulluğunun bilincindeysen), senin $elîm fakrın$ (elem verici fakirliğin), o $Ganiyy-i Mutlak$’ın rahmet sofralarına karşı $leziz bir iştiha$ (lezzetli bir iştah) haline gelir. Fakr, rahmete iltica etmekle zenginliğe (gınâ) dönüşür.

2. Üçüncü Mertebe-i Nuriye: İnsanın Ehemmiyeti ve Haşrin İsbatı

Bu mertebe, $saadet-i ebediye$ arzusunun mantıkî temelini arar. Bu saadet, ancak iki şeye bağlıdır:
• Bütün mahlukatın $bütün harekât ve sekenatlarını$ (hareket ve duruşlarını) bilen ve kaydeden bir $Kadîr-i Mutlak$.
• Bu $âciz-i mutlak$ olan insana $nihayetsiz inayet ve ehemmiyet$ verilmesi.
Müellif, bu iki noktada $imanın inkişafını$ ve $kalbin itminanını$ ister. Ayet ona $حَسْبُنَا$ (bize yeter) kelimesindeki $نَا$ (‘biz’) zamirine dikkat etmesini emreder: “Seninle beraber kimler $حَسْبُنَا$ diyor, dinle!”
a) Kâinatın Tasdiki (نَا Zamirinin Küllî Manası)
Müellif $nazar$ ettiğinde (baktığında) görür ki; $hadsiz kuşlar, sinekler, hayvanlar, nebatlar, ağaçlar$ dahi $lisan-ı hal$ (hal dili) ile $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ manasını yâd ediyorlar.
• Tevhid ve Vahdet Delili: Birbirine benzeyen $yumurtalar, katreler, habbeler, çekirdekler$ gibi basit ve aynı maddelerden; $yüzbin çeşit$ mahlukatın $yanlışsız, noksansız, iltibassız, süslü, mizanlı, intizamlı$ bir surette halkedilmesi (yaratılması).
• Haşmet-i Kudret: Bu icraatın $gayet çabuk, gayet kolay, gayet geniş bir dairede$ yapılması.
• Ehadiyet Mührü: Mahlukatın $beraberlik ve benzeyişlik ve birbiri içinde$ yapılmaları, Allah’ın $vahdetini ve ehadiyetini$ (birliğini ve benzersizliğini) gösterir.
• Şirkin İmkansızlığı: Böyle $hadsiz mu’cizatı ibraz eden bir fiil-i rububiyete$ (Rab’lık fiiline) $müdahale ve iştirak mümkün olmadığını$ bildirir.
b) İnsanın Ehemmiyeti (نَا içindeki ‘Ene’nin Manası)
Müellif, kâinatın bu küllî zikrinden sonra $نَا$ (‘biz’) içindeki $ene$ye (kendi nefsine) bakar:
• Hilkat-i İnsaniye (İnsanın Yaratılışı): Bir $katre sudan$ mu’cizane yaratılmış; $dimağ, kalb, dil$ gibi azalar verilmiş.
• Câmiiyet-i İnsaniye (İnsanın Kapsayıcılığı): İnsana, $rahmetin umum hazinelerini$ tartacak $mizancıklar$ (ölçücükler) ve $esma-i hüsnanın definelerini$ açacak $binler âletler$ (duygular, latifeler) verilmiştir.
• İnsanın Vazifesi (Maksad-ı Hilkat): İnsan, bu $cihazat$ ile nimetlerin bütün nevilerini $tattırsın$, esmanın tecelliyatını $bildirsin, zevkettirsin$ diye yaratılmıştır.
• İnsanın Mahiyeti: Bu $hakir vücud$; kâinata bir $güzel takvim$ (en güzel ölçü), $nüsha-i enver$ (en nurlu kopya), $misal-i musaggar$ (küçültülmüş misal), $mu’cize-i azhar$ (en aşikâr mu’cize), $anlayışlı bir muhatab$ olarak yaratılmıştır.
• Merâtib-i Vücud (Varlığın Mertebeleri): Bu vücuda $hayat, insaniyet, İslâmiyet, iman-ı tahkikî, marifet ve muhabbet$ verilerek, $daire-i mümkinattan$ (mümkün olanlar âlemi) $âlem-i vücuba$ (zorunlu varlık âlemi) ve $daire-i esma-i İlahiyeye$ kadar $istifade$ mertebesi ihsan edilmiştir.
• İnsanın Ehemmiyetinin Zirvesi (Ticaret-i Uzmâ): Enbiya ve evliyanın $icmaı$ (görüş birliği) ve Kur’an’ın $nassı$ ile, Allah (c.c.) bu $vücud, hayat ve nefsi$ $faidesiz zayi’ olmasın$ diye kulundan $satın alıyor$ ve bahasına $saadet-i ebediyeyi ve Cennet’i$ va’d ediyor.

Netice: $Fettah$ ismiyle basit çekirdeklerden yüzbinler suretleri açan ve insana $sâbıkan beyan ettiğimiz gibi$ bu kadar ehemmiyet veren bir Zât-ı Zülcelal, $gelecek baharın icadı gibi kolay ve kat’î$ bir surette $haşri icad ve Cennet’i ihsan edecektir$.
Müellif, bu dersi aldıktan sonra, $bütün mahlukat dilleriyle$ $Hasbünallahü ve ni’melvekil$ der ve bunu $ebed-ül âbidîn daima tekrar etmek$ ister.

Konunun Ayetler ve Mürâdif Kavramlarla İzahı

Metnin tamamı, $حَسْبُنَا اللّٰهُ$ ayetinin bir tefsiridir. Bu ayetin geçtiği bağlam, tam da müellifin içinde bulunduğu hale mutabıktır.
1. Anahtar Ayet: Tevekkül ve Kifayet
Metnin $nokta-i istinad$ ve $nokta-i istimdad$ olarak dayandığı ayet-i kerime şudur:
• Ayet: $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$
• (Âl-i İmrân, 3/173): “Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekîldir!’ dediler.”
Mürâdif Kavramlar:
• Tevekkül: Sebeplere riayet ettikten sonra, neticeyi Allah’tan beklemek, O’na güvenmek ve dayanmak. Metin, $intisab-ı imanî$ (iman bağı) ile $tevekkül$e ulaşır.
• Vekîl: İşlerin kendisine havale edildiği, güvenilen, koruyan ve yöneten. Metin, bu $Vekîl$’in $Kadîr-i Mutlak$ ve $Ganiyy-i Mutlak$ olduğunu isbat eder.
• Kifâyet (Hasbünâ): Yeterli gelmek. İmanın, hem $acz$ hem de $fakr$ için kâfi bir sermaye olduğunu gösterir.

2. Kudret, Rızık ve “Kâf-Nûn” Fabrikası (İkinci Mertebe)

Metin, Allah’ın kudretini ve rızık vericiliğini, tohumlar ($Rahmanî hülâsalar$) ve $Kâf-Nûn$ (Ol emri) üzerinden izah eder.
• Ayet (Ol Emri):
• (Yâsîn, 36/82): “O, bir şey yaratmak istediği zaman O’nun buyruğu sadece ‘Ol!’ demektir, hemen oluverir.”
• Ayet (Rızık):
• Meali (Zâriyât, 51/58): “Şüphesiz rızık veren, güçlü ve sarsılmaz kuvvet sahibi olan ancak Allah’tır.”
• Ayet (Tevekkül ve Rızık İlişkisi):
• Meali (Talâk, 65/3): “Onu hiç beklemediği yerden rızıklandırır. Kim Allah’a dayanıp güvenirse Allah ona yeter. Şüphesiz Allah dilediği şeyi yerine getirir. Allah her şey için bir ölçü koymuştur.”

3. Kâinatın Tesbihi ve Tevhidi (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İlk Manası)

Metin, bütün mahlukatın $lisan-ı hal$ ile $Hasbünallah$ dediğini, yani O’nun $Vekîl$ olduğunu ilan ettiğini belirtir.
• Ayet (Tesbih-i Küllî):
• Meali (İsrâ, 17/44): “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.”
• Ayet (Tevhid ve Kudret):
• Meali (Mülk, 67/3-4): “O ki, birbiri ile âhenktar yedi göğü yaratmıştır. Rahmân’ın yaratışında hiçbir uygunsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir de bak; (kusur arayan) göz âciz ve bitkin halde sana dönecektir.” (Metindeki $yanlışsız, noksansız, iltibassız$ ifadesine işaret eder.)

4. İnsanın Ehemmiyeti ve Hilkati (Üçüncü Mertebe – $نَا$’nın İkinci Manası)

Metin, insanın bir $katre sudan$ yaratılıp $câmiiyet$ (kapsayıcılık) verilerek $en güzel takvim$de halk edildiğini vurgular.
• Ayet (Hilkat):
• Meali (Mürselât, 77/20-21): “Biz sizi değersiz bir sudan yaratmadık mı? Onu sağlam bir yere yerleştirmedik mi?”
• Ayet (Ahsen-i Takvîm):
• Meali (Tîn, 95/4): “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.”
• Ayet (Câmiiyet ve Muhataplık):
• Meali (Bakara, 2/31): “Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti. Sonra onları meleklere gösterip ‘Sözünüzde doğru iseniz şunların isimlerini bana söyleyin’ dedi.” (İnsanın $Esma-i Hüsna$’nın definelerini açacak âletlere sahip olmasına işaret eder.)

5. Ticaret-i Uzmâ ve Haşrin İsbatı (Üçüncü Mertebe – Netice)

Metin, Allah’ın insana verdiği bu ehemmiyetin en büyük delilinin, onun $nefsini ve malını Cennet mukabilinde satın alması$ olduğunu ve bu ehemmiyetin $haşri$ (dirilişi) zarurî kıldığını belirtir.
• Ayet (Ticaret-i Uzmâ):
• Meali (Tevbe, 9/111): “Allah müminlerden canlarını ve mallarını, karşılığında cenneti onlara vermek üzere satın almıştır. Onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine gerçek bir vaaddir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O halde O’nunla yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte bu gerçekten büyük kazançtır.”
• Ayet (Haşrin Kolaylığı):
• Meali (Rûm, 30/27): “O, ilkin mahlûkunu yaratıp sonra onu diriltecek olandır ki, bu O’na göre daha kolaydır. Göklerde ve yerde en yüce sıfatlar O’nundur. O, mutlak galiptir, hikmet sahibidir.” (Metindeki “gelecek baharın icadı gibi kolay” ifadesi bu ayetin manasını yansıtır.)

Hülâsa
İktibas edilen bu metin, $حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ$ ayetinin, mü’minin hayatındaki iki temel boşluğu nasıl doldurduğunu gösteren bir $tefekkür-ü imanî$dir:
• Dünyevî Hayat İçin: $Acz$ ve $Fakr$ içindeki insana, $Kadîr$ ve $Ganiyy$ olan bir $Vekîl$’e dayanma ve O’ndan isteme şuuru vererek, $hadsiz bir kuvve-i maneviye$ ve $leziz bir iştiha$ (zenginlik) kazandırır.
• Uhrevî Hayat İçin: $Saadet-i ebediye$ arzusundaki insana, kâinatın $lisan-ı hal$ ile yaptığı $vahdet$ şahitliğini ve insanın $câmiiyeti$ ile isbatlanan $ehemmiyetini$ gösterir. Allah’ın kudretinin ve insana verdiği değerin $Haşr$i ve $Cennet$i $kat’î ve muhakkak$ kıldığını isbat eder.
Neticede bu ayet, hem dünyaya hem de ahirete bakan cihetleriyle, mü’min için tam bir $kifayet$ ve $itminan$ kaynağıdır.

 

 

 

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Bir vakit ihtiyarlık, gurbet, hastalık, mağlubiyet gibi vücudumu sarsan ârızalar bir gaflet zamanıma rast gelip -şiddetli alâkadar ve meftun olduğum vücudum, belki mahlukatın vücudları ademe gidiyor diye- elîm bir endişe verirken yine Âyet-i Hasbiyeye müracaat ettim. Dedi: “Manama dikkat et ve iman dûrbîniyle bak!” Ben de baktım ve iman gözüyle gördüm ki: Bu zerrecik vücudum hadsiz bir vücudun âyinesi ve nihayetsiz bir inbisat ile hadsiz vücudları kazanmasına bir vesile ve kendinden daha kıymetdar bâki, müteaddid vücudları meyve veren bir kelime-i hikmet hükmünde bulunduğunu ve mensubiyet cihetiyle bir an yaşaması ebedî bir vücud kadar kıymetdar olduğunu ilmelyakîn ile bildim. Çünki şuur-u iman ile bu vücudum Vâcib-ül Vücud’un eseri ve san’atı ve cilvesi olduğunu anlamakla, vahşi evhamın hadsiz karanlıklarından ve hadsiz müfarakat ve firakların elemlerinden kurtulup mevcudata, hususan zîhayatlara taalluk eden ef’alde, esma-i İlahiye adedince uhuvvet rabıtalarıyla münasebet peyda ettiğim bütün sevdiğim mevcudata muvakkat bir firak içinde daimî bir visal var olduğunu bildim. Malûmdur ki, karyeleri ve şehirleri ve memleketleri veya taburları ve kumandanları ve üstadları gibi rabıtaları bir olan adamlar sevimli bir uhuvvet ve dostane bir arkadaşlık hissederler. Ve bu gibi rabıtalardan mahrum olanlar daimî, elîm karanlıklar içinde azab çekiyorlar. Hem bir ağacın meyveleri, şuurları olsa, birbirinin kardeşi ve birbirinin bedeli ve musahibi ve nâzırı olduklarını hissederler. Eğer ağaç olmazsa veya ondan koparılsa, herbiri o meyveler adedince firakları hissedecek.

İşte iman ile ve imandaki intisab ile, her mü’min gibi, bu vücudum dahi hadsiz vücudların firaksız envârını kazanır; kendisi gitse de, onlar arkada kaldığından kendisi kalmış gibi memnun olur. Bununla beraber -Yirmidördüncü Mektub’da tafsilen kat’î isbat edildiği gibi- her zîhayatın, hususan zîruhun vücudu bir kelime gibidir. Söylenir ve yazılır, sonra kaybolur. Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zahirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada ve sermedî manzaraların film şeritlerinde ve ilm-i ezelînin meşherlerinde ve kendini temsil eden ve beka veren fıtrî tesbihatını defter-i a’malinde ve esma-i İlahiyenin cilvelerine ve mukteziyatlarına fıtrî mukabelelerini ve vücudî âyinedarlıklarını daire-i esmada ve daha bunlar gibi zahirî vücudundan daha kıymetdar müteaddid manevî vücudlarını kendi yerinde bırakır, sonra gider; ilmelyakîn suretinde bildim.

İşte iman ve imandaki şuur ve intisab ile bu mezkûr bâki, manevî vücudlara sahib olunabilir. İman olmazsa, bütün o vücudlardan mahrum olmakla beraber zahirî vücudu dahi onun hakkında ademe ve hiçliğe gider gibi zayi’ olur.

Bir zaman bahar çiçeklerinin çabuk mahvolmalarına çok yazığım geliyordu; hattâ o nazeninlere acıyordum. Burada beyan edilen hakikat-ı imaniye gösterdi ki, o çiçekler âlem-i manada çekirdeklerdir. Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür. Zahirî vücudları mahvolmaz, saklanır. Hem bâki olan hakikat-ı nev’iyesinin tazelenen suretleridir. Geçen baharda yaprak, çiçek, meyve gibi mevcudatı, bu bahardakinin mislidirler. Fark yalnız itibarîdir. O itibarî fark dahi, bu hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine ve kudret harflerine ayrı ayrı, müteaddid manaları verdirmek içindir bildim. Yazıklar yerinde “Mâşâallah, bârekâllah” dedim.

İşte imanın şuuruyla ve iman rabıtasıyla, arz ve semavat san’atkârına intisab noktasında gökleri yıldızlarla, zemini çiçekler ve güzel mahluklarla yapan, süslendiren ve böyle herbir san’atta yüzer mu’cize gösteren bir san’atkârın eser-i san’atı ve böyle hadsiz hârikalı bir ustanın yapılışı olmak, ne kadar antika ve kıymetdar ve şuuru varsa ne kadar iftihar eder ve şereflenir diye uzaktan hissettim. Hususan o nihayetsiz mu’cizekâr usta, koca semavat ve arzın büyük kitabını insan gibi küçük bir nüshada yazsa, belki insanı, o kitaba müntehab ve mükemmel bir hülâsa yapsa; o insan ne kadar büyük bir şeref, bir kemal, bir kıymete medar ve iman ile mazhar ve şuur ve intisab ile o şerefe sahib olacağını bu âyetten ders aldığımdan, niyet ve tasavvur cihetinde bütün mevcudatın dilleriyle “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

************

Dördüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye’nin İzahı

Bu mertebe, “Hasbünallahü ve ni’melvekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) ayet-i kerimesinin, insanın en derin ve en elîm endişelerinden biri olan “yokluk” (adem) ve “fanilik” (fena) korkusuna karşı nasıl bir nur ve teselli menbaı olduğunu tasvir eder.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursî), bu tefekkürü tetikleyen hali şöyle tasvir eder: İhtiyarlık, gurbet, hastalık ve (manevî) mağlubiyet gibi vücudu sarsan ve insanın acziyetini hissettiren arızalar. Bu haller, bir gaflet anına denk geldiğinde, insanın şiddetle alâkadar ve meftun olduğu kendi vücudunun ve sevdiği diğer mahlukatın yokluğa gittiği fikri, dehşetli bir endişeye sebep olur.
Bu mertebenin izahı, bu endişeden kurtuluşun ancak “iman dürbîni” ile bakmakla mümkün olacağını ortaya koyar.

1. Ana Mesele: Vücudun Faniliği ve Adem Endişesi

İnsanın “ene” (benlik) yapısı, enaniyet cihetiyle, kendi vücudunu sahiplenir ve onu ebedî arzu eder. İhtiyarlık ve hastalık gibi haller, bu zahirî vücudun elden gitmekte olduğunu isbat eder. Gaflet nazarı (bakışı), yani her şeyi kendi nefsine ve sebeplere isnad eden bakış, bu zeval ve firakı (ayrılığı) “ebedî bir yokluk” (adem) olarak görür. Bu, vahşi evhamın (kuruntuların) hadsiz karanlıklarıdır.

2. Çözüm: “Hasbünallahü ve Ni’melvekil” Müracaatı ve İman Nazarı

Bu dehşetli endişeye karşı “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayetine müracaat, bir zikirden öte, bir bakış açısı (nazar) değişikliğidir. Bu ayet, “Vekil” olarak Allah’ı bilmektir. Yani, “Benim vücudum bana ait değil, bir Vekil’e aittir; O (cc) Vâcib-ül Vücud’dur (Varlığı zorunlu olandır).”
Bu nazarla bakıldığında, iman dürbîni şu hakikatleri gösterir:

a) Vücudun Âyinedarlığı ve Mensubiyet Kıymeti

İnsanın “zerrecik vücudu”, yani bu fani ve küçük cismi, bizatihi (kendi başına) bir kıymet taşımaz. Onun kıymeti, “mensubiyet” (birine bağlı olma) cihetiyledir.
• Hakikat: Bu vücud, Vâcib-ül Vücud’un (Allah’ın) eseri, san’atı ve cilvesidir. Bir zerre değil, bir âyinedir.
• Kıymet: Bir âyinenin kıymeti, kendi maddesinde değil, gösterdiği şahıstadadır. Bu vücut âyinesi $Sâni-i Ezelî$’yi (Ezelî Sanatkâr’ı) gösterdiği için, o $intisab$ (bağlılık) ile “ebedî bir vücud kadar” kıymet kazanır. Fani bir an yaşaması, o âyinedarlık vazifesi cihetiyle ebedîleşir.

b) Muvakkat Firak İçinde Daimî Visal (Geçici Ayrılıkta Sürekli Vuslat)
Gaflet nazarı, her ölümü bir “firak” (ayrılık) olarak görür. İman nazarı ise, bütün mevcudatın $Sâni$’i (Sanatkâr’ı) bir olduğu için, O’nun $Esma-i İlahiye$’si (İlahî İsimleri) adedince $uhuvvet rabıtaları$ (kardeşlik bağları) olduğunu gösterir.
• Misal (Kumandan): Aynı kumandanın askerleri veya aynı üstadın talebeleri, birbirleriyle dost ve arkadaştır.
• Tatbik: Bütün zîhayatlar (canlılar) ve mevcudat, aynı $Sâni-i Zülcelâl$’in eseridir. İman ile bu $intisab$ı anlayan bir mü’min, bir mevcuttan ayrılsa bile (muvakkat firak), o mevcudun $Sâni$’i ile olan daimî $rabıta$sı (bağlantısı) sebebiyle onunla “daimî bir visal” (sürekli bir beraberlik) halinde olduğunu bilir.
c) Zahirî Vücuda Bedel Kazanılan Müteaddid Bâki Vücudlar
Metnin en mühim noktası burasıdır: İman, fani olan bir vücuda bedel, müteaddid (çok sayıda) ve bâki (kalıcı) vücudlar kazandırır. Zahirî vücud (cisim) gitse bile, şu vücudlar bâkidir:
• Ruh Vücudu: Zîruh (ruh sahibi) olanların ruhu bâkidir.
• Mana Vücudu: Her zîhayat, bir “kelime-i hikmet”tir (hikmetli söz). Cisim gider, ama ifade ettiği $mana$ bâkidir.
• Hakikat Vücudu: Her şeyin $Sâni$’in ilminde ve $Esma$sında sabit olan bir $hakikat$ı vardır.
• Misalî Vücud (Hüviyet-i Misaliye): Vücudun $suret$i ve $hüviyet$i (kimliği), hafızalarda, $Âlem-i Misal$’de ve $Elvah-ı Mahfuza$’da (Korunmuş Levhalar) saklanır. Metinde “sermedî manzaraların film şeritleri” olarak tasvir edilen budur.
• Netice Vücudu: Vücudun hayattayken yaptığı işlerin $neticeleri$ (dünyevî) ve $semereleri$ (uhrevî meyveler, sevaplar) bâkidir.
• Tesbihat Vücudu: O vücudun $fıtrî$ (yapısal) vazifesi olan $tesbihat$ı, $defter-i a’mal$ine (amel defterine) kaydolur ve bâkidir.
• Âyinedarlık Vücudu: O vücudun, $Esma-i İlahiye$’nin cilvelerine yaptığı $âyinedarlık$ ve $mukabele$ (karşılık verme) vazifesi, $daire-i esmada$ (isimler dairesinde) bâkidir.
İman ve $şuur-u iman$ (iman şuuru), bu sayılan manevî ve bâki vücudlara sahip olmayı sağlar. İman olmazsa, kişi bu vücudların tamamından mahrum kalır; zahirî vücudu da onun hakkında tam bir $adem$e (yokluğa) gider.
d) Bahar Çiçekleri Misali: Zeval Değil, Tazelenme
Müellif, bu hakikati “bahar çiçekleri” misaliyle somutlaştırır:
• Gaflet Nazarı: Çiçeklerin çabuk mahvolmasına acır (“yazıklar”).
• İman Nazarı: Bu çiçeklerin zahirî vücudları bir “libas” (elbise), bir “suret”tir. Onlar aslında $âlem-i mana$da (mana âleminde) $çekirdekler$ hükmündedir.
• Hakikat-ı Nev’iye: Ölen, ferttir; fakat $nev’$ (tür) bâkidir. Geçen bahardaki çiçek ile bu bahardaki çiçek $misli$dir (benzeridir). $Hakikat-ı nev’iye$ (türün hakikati) bâkidir; suretler ise o hakikatin $tazelenen$ (yenilenen) cilveleridir.
• Gayesi: Bu itibarî (göreceli) fark ve tazelenme, $Sâni$’in kudret harflerine, hikmet kelimelerine ve rahmet sözlerine $müteaddid$ (çeşitli) manalar verdirmek içindir.
• Netice: “Yazıklar” yerine “$Mâşâallah, bârekâllah$” (Allah ne güzel yaratmış, ne mübarek kılmış) denir.

3. Netice: İntisab Şerefi ve Küllî Teslimiyet
İmanın ve $intisab$ın (San’atkâr’a bağlı olmanın) verdiği son netice şudur:
• Şeref: İnsan, arz ve semavatın $San’atkâr$’ının (Allah’ın) $eser-i san’atı$ (sanat eseri) olduğunu idrak eder. Bu, en büyük $şeref$tir.
• Hülâsa-i Kâinat (Kâinatın Özeti): O $San’atkâr$, koca kâinat kitabını, insan denilen küçük bir $nüsha$da yazmış; insanı o kitabın $mükemmel bir hülâsa$sı yapmıştır.
• Küllî “Hasbünallah”: Bu şerefe, kemale ve kıymete ancak $iman$, $şuur$ ve $intisab$ ile mazhar olunur. Bu idrakin neticesinde Müellif, sadece kendi lisanıyla değil, “bütün mevcudatın dilleriyle” “$Hasbünallahü ve ni’melvekil$” der. Yani, “Madem O’nun eseriyiz, O’nun san’atıyız ve O’na intisab ile bâkiyiz; O bize yeter. Faniliğimizin, aczimizin, ihtiyarlığımızın hiçbir ehemmiyeti yoktur. O ne güzel Vekil’dir.”

Konunun Ayetler ve Müradifleri ile İzahı

Metinde işlenen $intisab$, $beka$ (kalıcılık), $adem$ (yokluk) ve $tevekkül$ (vekil kılma) hakikatleri, Kur’an-ı Kerim’in temel esaslarıdır.

1. Müradif: Tevekkül ve Hasb (Allah’ın Yetmesi)
Metnin temel dayanağı olan “Hasbünallahü ve ni’melvekil” ayeti, tevekkülün zirvesidir. Bu, acz ve fakrını anlayan insanın, kudreti ve gınası sonsuz olan Allah’a dayanmasıdır.
• Ayet ( Meali):
“Onlar, o kimselerdir ki, insanlar kendilerine, ‘İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun’ dediklerinde, bu söz onların imanını artırdı ve ‘Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3:173)
Bu ayet, nasıl ki zahirî düşmanlara (orduya) karşı bir kalkan ise, Dördüncü Mertebe’de izah edildiği üzere, $ihtiyarlık, hastalık$ ve $adem$ (yokluk) gibi derûnî ve manevî düşmanlara karşı da en metin kal’adır.

2. Müradif: Beka Billah (Allah ile Bâki Olmak) ve Fena (Yokluk)
Metnin çözdüğü “adem endişesi”, her şeyin fani olduğu hakikatinden kaynaklanır. Ancak iman, bu faniliğin $mutlak$ bir yokluk olmadığını, $zahirî$ bir vazife bitimi olduğunu öğretir. Gerçek $beka$ (kalıcılık), ancak Bâki olan Allah’a $intisab$ ile mümkündür.
• Ayetler ( Meali):
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacaktır. Ancak azamet ve ikram sahibi Rabbinin zâtı bâki kalacaktır.” (Rahmân, 55:26-27)
“Onunla beraber başka bir ilâha yalvarma. O’ndan başka ilâh yoktur. O’nun zâtından başka her şey yok olacaktır. Hüküm yalnızca O’nundur ve kesinlikle O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28:88)
Bu ayetler, $fena$yı (yok oluşu) isbat ederken, $beka$nın (kalıcılığın) da ancak O’nun $Zât$’ına ait olduğunu ve O’na $intisab$ eden (O’na dönen) şeylerin de O’nun $beka$sından bir hisse alacağını (misalî, manevî, ruhî vücudlar gibi) ders verir.

3. Müradif: İntisabın Kazandırdığı Şeref (Ahsen-i Takvîm)

Metinde insanın “mükemmel bir hülâsa” ve $intisab$ ile “büyük bir şeref” kazanması vurgulanır. Bu, insanın “Ahsen-i Takvîm” (en güzel biçim) sırrıdır. Bu kıymet, insanın maddesinde değil, $iman$ ve $intisab$ ile kazandığı $mana$dadır.
• Ayetler ( Meali):
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık. Sonra onu, aşağıların aşağısına indirdik. Ancak, iman edip salih ameller işleyenler başka. Onlar için devamlı bir mükâfat vardır.” (Tîn, 95:4-6)
$Ahsen-i takvîm$ (en güzel biçim), kâinatın $hülâsa$sı olmasıdır. $İman$ ile bu şerefi korur. İmansızlık (intisabsızlık) ise onu $esfel-i sâfilîn$e (aşağıların aşağısına), yani sadece fani bir cisim olmanın kıymetsizliğine düşürür.

4. Müradif: Her Şeyin Mahfuz Olması (Kitâb-ı Mübîn)

Metinde bahsi geçen “zahirî vücudun” kaybolmadığı, $suret$inin, $mana$sının ve $netice$lerinin “saklandığı” ve “Elvah-ı Mahfuza”da (Korunmuş Levhalar) ve “ilm-i ezelînin meşherlerinde” (ezelî ilmin sergilerinde) muhafaza edildiği hakikati, şu ayetle tam bir $rabıta$ (bağlantı) içindedir:
• Ayet ( Meali):
“Gaybın anahtarları O’nun katındadır. Onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde ne varsa O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıkları içindeki tek bir tane, yaş ve kuru ne varsa hepsi apaçık bir kitaptadır (Kitâb-ı Mübîn).” (En’âm, 6:59)
Bu ayet, fani görünen bahar çiçeklerinin veya insanın vücudunun hiçbir $zerre$sinin, $mana$sının veya $amel$inin zayi olmadığını, “apaçık bir kitapta” (Levh-i Mahfuz) kaydedildiğini ve bâkileştirildiğini $isbat$ eder.

 

 

Beşinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Yine bir vakit hayatım çok ağır şerait ile sarsıldı. Nazar-ı dikkatimi ömre ve hayata çevirdi; gördüm: Ömrüm koşarak gidiyor; âhire yakınlaşmış hayatım dahi tazyikat altında sönmeğe yüz tutmuş. Halbuki “Hayy” ismine dair risalede izah edilen hayatın mühim vazifeleri ve büyük meziyetleri ve kıymetdar faideleri, böyle çabuk sönmeğe değil, belki pek uzun yaşamağa lâyıktır diye müteellimane düşündüm. Yine üstadım olan

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine müracaat ettim. Dedi: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!” Ben de baktım, gördüm ki: Hayatımın bana bakması bir ise, Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye bakması yüzdür. Bana ait neticesi bir ise, Hâlıkıma ait bindir. O cihet uzun zaman, belki zaman istemez; bir an yaşaması yeter. Bu hakikat, Risale-i Nur’un risalelerinde bürhanlar ile izah edildiğinden burada dört mes’ele içinde kısa bir hülâsası beyan edilecek.

Birinci Mes’ele:

Hayatın mahiyeti ve hakikatı Hayy-u Kayyum’a baktığı cihetle baktım, gördüm ki: Mahiyet-i hayatım esma-i İlahiyenin definelerini açan anahtarların mahzeni ve nakışlarının bir küçük haritası ve cilvelerinin bir fihristesi ve kâinatın büyük hakikatlarına ince bir mikyas ve mizan ve Hayy-u Kayyum’un manidar ve kıymetdar isimlerini bilen, bildiren, fehmedip tefhim eden yazılmış bir kelime-i hikmettir anladım. Ve hayatın bu tarzdaki hakikatı bin derece kıymet kazanıyor ve bir saat devamı bir ömür kadar ehemmiyet alır. Zamanı olmayan Zât-ı Ezeliyeye münasebeti cihetinde uzun ve kısalığına bakılmaz.

İkinci Mes’ele:

Hayatın hakikî hukukuna baktım, gördüm ki: Hayatım Rabbanî bir mektubdur; kardeşlerim olan zîşuur mahlukata kendini okutturur, yaratanı bildirir bir mütalaagâhtır. Hem Hâlıkımın kemalâtını teşhir eden bir ilânnameliktir. Hem hayatı yaratanın hayat ile ihsan ettiği kıymetdar hediyeler ve nişanlar ile bilerek süslenip her gün tekerrür eden resm-i küşadda mü’minane, şuurdarane, şâkirane, minnetdarane Padişah-ı Bîmisalinin nazarına arzetmektir. Hem hadsiz zîhayatların hâlıklarına vasıfane tahiyyatlarını ve şâkirane tesbihat hediyelerini anlamak, müşahede etmek ve şehadetle ilân etmektir. Hem lisan-ı hal ve lisan-ı kal ve lisan-ı ubudiyet ile Hayy-u Kayyum’un mehasin-i rububiyetini izhar etmektir. İşte bunlar gibi hayatın yüksek hukukları uzun zaman istemediği gibi, hayatı bin derece i’lâ eder ve dünyevî olan hukuk-u hayatiyeden yüz derece daha kıymetdardır diye ilmelyakîn ile bildim ve dedim: Sübhanallah! İman ne kadar kıymetdar ve hayatdardır ki, hangi şeye girse canlandırır ve bir şu’lesi böyle fâni hayatı, bâkiyane hayatlandırır, üstündeki fenayı siler.

Üçüncü Mes’ele:

Hayatımın Hâlıkıma bakan fıtrî vazifelerine ve manevî faidelerine baktım, gördüm ki: Hayatım, hayatın Hâlıkına üç cihetle âyinedarlık ediyor:

Birinci Vecih:

Hayatım, acz ve za’fıyla ve fakr ve ihtiyacıyla Hâlık-ı Hayat’ın kudret ve kuvvetine ve gına ve rahmetine âyinedarlık eder. Evet nasılki açlık derecesiyle yemeğin lezzet dereceleri ve karanlığın mertebeleriyle ışık mertebeleri ve soğuğun mikyasıyla hararetin mizan dereceleri bilinir; öyle de hayatımdaki hadsiz acz ve fakr ile beraber hadsiz ihtiyaçlarımı izale ve hadsiz düşmanlarımı def’etmek noktasında Hâlıkımın hadsiz kudret ve rahmetini bildim; sual ve dua ve iltica ve tezellül ve ubudiyet vazifesini anladım ve aldım.

İkinci Vecih:

Hayatımdaki cüz’î ilim ve irade ve sem’ ve basar gibi manalarıyla, Hâlıkımın küllî ve ihatalı sıfatlarına ve şuunatına âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatımda ve şuurlu fiillerimde bilmek, işitmek, görmek, söylemek, istemek gibi çok manalarıyla bildim ki; bu kâinatın şahsımdan büyüklüğü derecesinde daha büyük bir mikyasta Hâlıkımın muhit ilmini, iradesini, sem’ ve basar ve kudret ve hayat gibi evsafını ve muhabbet ve gazab ve şefkat gibi şuunatını anladım; iman ederek tasdik ettim ve itiraf ederek bir marifet yolunu daha buldum.

Üçüncü Vecih:

Hayatımda nakışları ve cilveleri bulunan esma-i İlahiyeye âyinedarlıktır. Evet ben kendi hayatıma ve cismime baktıkça, yüzer tarzda mu’cizane eserler, nakışlar, san’atlar görmekle beraber çok şefkatkârane beslendiğimi müşahede ettiğimden, beni yaratan ve yaşatan zât, ne kadar fevkalâde sehavetli, merhametli, san’atkâr, lütufkâr, ne derece hârika iktidarlı, -tabirde hata olmasın- meharetli, hüşyar, işgüzar olduğunu iman nuruyla bildim, tesbih ve takdis ve hamd ve şükür ve tekbir ve ta’zim ve tevhid ve tehlil gibi fıtrat vazifeleri ve hilkat gayeleri ve hayat neticeleri ne olduğunu bildim. Ve kâinatta en kıymetdar mahluk hayat olduğunun sebebini ve her şey hayata müsahhar olmasının sırrını ve hayata karşı herkeste fıtrî bir iştiyak bulunduğunun hikmetini ve hayatın hayatı iman olduğunu ilmelyakîn ile anladım.

Dördüncü Mes’ele:

Dünyadaki bu hayatımın hakikî lezzeti ve saadeti nedir diye yine bu

حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ

âyetine baktım, gördüm ki: Bu hayatımın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti imandadır. Yani, beni yaratan ve yaşatan bir Rabb-ı Rahîm’in mahluku ve masnuu ve memlukü ve terbiyegerdesi ve nazarı altında olmasına ve ona her vakit muhtaç bulunmasına ve o ise hem Rabbim, hem İlahım, hem bana karşı gayet merhametli ve şefkatli bulunduğuna kat’î imanım öyle kâfi ve vâfi ve elemsiz ve daimî bir lezzet ve saadettir ki, tarif edilmez. Ve “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” ne kadar yerindedir diye âyetten fehmettim.

İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır; daha ömrün kısa ve uzunluğuna bakmaz diye bu âyetten dersimi aldım ve niyet ve tasavvur ve hayalce bütün hayatların ve zîhayatların namına “Hasbünallahü ve ni’melvekil” dedim.

************

Giriş: Hayatın Tazyikatı ve “Hasbünallah” Kalesi

Metnin girişinde, müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), hayatının çok ağır şartlar altında sarsıldığını, ömrünün süratle geçtiğini ve hayatının tazyikat altında sönmeye yüz tuttuğunu fark ederek müteellim olduğunu (acı duyduğunu) belirtir. Bu, her insanın fani hayatın ve karşılaşılan musibetlerin verdiği sıkıntıyla hissettiği derûnî bir ızdırabın tasviridir.
Bu ızdıraba karşı sığınılan “üstad” ise şu ayet-i kerimedir:
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı toplandılar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân, 3/173)
Bu ayet, müellife şu dersi vermiştir: “Sana hayatı veren Zât-ı Hayy-u Kayyum’a göre hayata bak!”
Bu bakış açısı değişikliği (tebdil-i nazar), hayatın kıymetini şahsî, fani ve cüz’î neticelerinden; İlahî, bâki ve küllî gayelere çevirir. Hayatın şahsa bakan ciheti “bir” ise, Yaratıcı’ya (Hâlık’a) bakan ciheti “bin”dir. Bu İlahî cihet ise zamanın darlığına bakmaz; bir anlık yaşam, bu vazifeleri ifa etmek için kâfidir.

Aşağıdaki dört mesele, bu yeni bakış açısının tafsilatıdır:
Birinci Mesele: Hayatın Mahiyeti (Anahtar, Harita, Fihriste)
Bu mesele, hayatın ne olduğunu Zât-ı Hayy ve Muhyî’ye (Hayat Veren ve Ebedî Diri Olan’a) bakan cihetiyle tasvir eder:
• Esma-i İlahiyenin Definelerini Açan Anahtarların Mahzeni:
Hayat, Allah’ın isimlerinin gizli hazinelerini açan anahtarların saklandığı bir depodur. İnsan hayatı, cüz’î ilmiyle Allah’ın $Alîm$ isminin, cüz’î kudretiyle $Kadîr$ isminin, cüz’î iradesiyle $Mürîd$ isminin tecellilerini anlar. Hayat olmasaydı, bu isimlerin manaları meçhul kalırdı.
• Nakışlarının Bir Küçük Haritası ve Cilvelerinin Bir Fihristesi:
Kâinat, Allah’ın isimlerinin ve sanatının ($San’at-ı Rabbaniye$) muhteşem bir tablosudur. İnsan hayatı ise, bu devasa tablonun küçültülmüş bir haritası, bir “nüsha-i suğra”sıdır (küçük nüsha). Kâinattaki $Rahîm$ isminin tecellisi olan şefkat, hayatta; $Hakîm$ isminin tecellisi olan nizam, hayatta; $Adl$ isminin tecellisi olan denge, hayattaki azaların yerleştirilişinde okunur. Hayat, bütün kâinattaki tecellilerin bir fihristesi gibidir.
• Kâinatın Büyük Hakikatlarına İnce Bir Mikyas (Ölçek):
İnsan, “Ben” (Ene) diyerek, Allah’ın rububiyetinin (terbiye ediciliğinin) ve sıfatlarının cihan şümul (evrensel) tecellilerini anlayacak bir ölçüye sahip olur. Kendi cüz’î sahiplenmesiyle (“Benim malım”), Allah’ın kâinat üzerindeki mutlak mülkiyetini ($Mâlikü’l-Mülk$) anlar. Kendi cüz’î yaratıcılığı (sanatkârlığı) ile Allah’ın mutlak Hâlıkıyetini (Yaratıcılığını) idrak eder.
• Manidar ve Kıymetdar İsimleri Bilen, Bildiren Bir Kelime-i Hikmet:
Hayat, cansız varlıklar gibi manasız değildir. Allah tarafından yazılmış, hikmet dolu bir “kelime”dir. Bu kelimenin (hayatın) vazifesi, hem kendi Yaratıcısını isimleriyle ($Bâsîr$, $Semî$, $Alîm$) bilmek, hem de bu bilişi başkalarına (diğer mahlukata ve meleklere) bildirmektir.
Ayetler ve Müradifler:
• Hayatın Kıymeti: Hayatın Allah’a ait oluşu, onun en büyük sermaye olduğunu gösterir.
“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır…” (Tevbe, 9/111)
• Mikyas (Ölçek) Olma: İnsanın kendi yapısına bakarak Yaratıcı’yı bilmesi.
“Ey insan! Seni yaratan, şekillendirip ölçülü yapan, dilediği bir biçimde seni oluşturan cömert Rabbine karşı seni aldatan nedir?” (İnfitâr, 82/6-8)
“Size kendi içinizden bir misal verdi:…” (Rûm, 30/28)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, hayat, esma-i hüsnanın bütün cilvelerini gösteren bir fihristedir. Ve kâinat denilen âlem-i ekberin bir nüsha-i musağğarası ve şecere-i hilkatin bir semere-i münevveresidir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 301)
Bu açıdan bakıldığında, hayatın bir saniyesi dahi, bu ulvî vazifeleri yerine getirdiği için bir ömür kadar kıymetlidir.
İkinci Mesele: Hayatın Hukuku (Vazifeleri)
Bu mesele, hayatın ne yaptığını ve Yaratıcı’ya karşı yerine getirmesi gereken vazifeleri (hukukunu) ele alır:
• Rabbanî Bir Mektub (Mütalaagâh):
Hayat, Allah tarafından diğer şuur sahibi varlıklara (melekler, ruhaniler ve diğer insanlar) yazılmış bir mektuptur. Onlar bu mektubu okuyarak (mütalaa ederek) Yaratıcı’yı tanırlar. İnsanın üzerindeki sanat ve hikmet, okuyanlara “Bunu kim yazdı? Kim böyle süsledi?” sualini sordurur.
• Hâlık’ın Kemalâtını Teşhir Eden Bir İlanname:
Hayat, Allah’ın kusursuz kemalini sergileyen bir ilandır. Bir sarayın mükemmelliği mimarının kemalini gösterdiği gibi, hayat denilen bu muazzam ve mükemmel saray da Yaratıcı’sının sonsuz kemalâtını ($Kuddûs$, $Hakîm$, $Musavvir$) ilan eder.
• Resm-i Küşadda Padişah’a Arz-ı Ubudiyet:
Hayat, Allah’ın verdiği kıymetli hediyeler ve nişanlarla (ilim, irade, şuur, sevgi gibi) süslenmektir. Her gün başlayan yeni hayat (sabah uyanmak), bir “resm-i küşad” (açılış merasimi) gibidir. İnsan bu merasimde, kendisine takılan bu nişanları, imanla, şuurla, şükürle ve minnetle, o nişanları veren Padişah-ı Bîmisal’e (Benzersiz Sultan’a) sunar. “Ya Rab! Bana verdiğin göz nişanıyla Senin sanatını görüyorum. Dil nişanıyla Seni zikrediyorum.” demektir.
• Diğer Zîhayatların Tesbihatına Şehadet:
İnsan, sadece kendi ibadetinden mesul değildir. Kendi hayatı sayesinde, diğer canlıların ($zîhayatların$) lisan-ı hal (durum dili) ile yaptıkları tahiyyatı (selamlamaları) ve tesbihatı (Allah’ı noksanlıklardan tenzih etmelerini) anlar, müşahede eder ve onların namına “Evet, Ya Rab! Bu kuş da Seni takdis ediyor, bu çiçek de Sana şükrediyor!” diyerek şehadetle ilan eder.
• Rububiyetin Güzelliklerini İzhar:
Hayat; lisan-ı kal (konuşma dili), lisan-ı hal (vücudun duruşu) ve lisan-ı ubudiyet (kulluk dili) ile Allah’ın terbiye ediciliğinin güzelliklerini ($mehasin-i rububiyet$) gösterir. Acıktığında rızıklandırılması $Rezzâk$’ın güzelliğini, hastalandığında şifa bulması $Şâfî$’nin güzelliğini izhar etmektir (göstermektir).
Bu vazifeler için de uzun bir ömür gerekmez. İmanın girdiği bir anlık hayat, bu şuurla yaşanırsa, fani hayatı bâki bir hayata dönüştürür.
Ayetler ve Müradifler:
• Şehadet Vazifesi:
“Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ama siz onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.” (İsrâ, 17/44)
“İşte böylece, siz insanlara şâhit olasınız, Peygamber de size şâhit olsun diye sizi vasat (örnek) bir ümmet kıldık…” (Bakara, 2/143)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Ve o hayatı veren Zât-ı Hayy-ı Muhyî’ye karşı hayatın pek çok vazifeleri var. Ve pek çok hukukları var. O hukukların ve vazifelerin bir hülâsası şudur ki:.. Kendi Hâlıkının mehasin-i rububiyetini ve kemâlât-ı kudsiyetini (lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile) ilân etmektir.” (Mektubat, Yirmi Dördüncü Mektup, s. 302)
Üçüncü Mesele: Hayatın Fıtrî Vazifesi (Âyinedarlık – Aynalık)
Bu mesele, hayatın nasıl Allah’a (c.c.) ayna (âyine) olduğunu üç vecih (yön) ile izah eder. Hayat, Allah’ı bize “zıddıyla”, “cüz’î ölçüsüyle” ve “nakışlarıyla” bildirir.
Birinci Vecih: Acz ve Fakr ile Kudret ve Rahmete Âyinedarlık
Hayatın kendisi hadsiz bir acz (güçsüzlük) ve fakr (ihtiyaç) içindedir. Bir mikrobun öldürebildiği kadar $aciz$, havadan suya, gıdadan sevgiye kadar her şeye $muhtaçtır$.
Bu zıtlık prensibidir: Karanlığın dereceleri ışığın mertebelerini, soğuğun dereceleri sıcaklığın derecelerini gösterdiği gibi, hayattaki bu sonsuz acz ve fakr da; bizi ayakta tutan, hadsiz düşmanlarımızı defeden ve hadsiz ihtiyaçlarımızı gideren Zât’ın sonsuz $Kudret$ ve $Rahmet$ine ayna olur.
Bu aynadarlık, insana “sual (isteme), dua, iltica (sığınma), tezellül (kendi küçüklüğünü hissetme) ve ubudiyet (kulluk)” vazifesini yaptırır.
İkinci Vecih: Cüz’î Sıfatlarla Küllî Sıfatlara Âyinedarlık
Hayat, şuurlu fiilleriyle (bilmek, görmek, istemek vb.) Hâlık’ın küllî (her şeyi kuşatan) sıfatlarına ayna olur.
Ben, bu küçük odamdaki eşyayı biliyorum; demek bu kâinatı bütün zerreleriyle bilen bir $Alîm$ var.
Ben, şu bardağı kaldırmayı irade ediyorum; demek şu gezegenleri muazzam yörüngelerinde gezdiren bir $Mürîd$ (İrade Sahibi) var.
Ben, cüz’î bir ses işitiyorum; demek kâinattaki bütün mahlukatın dualarını ve tesbihatını bir anda işiten $Semî$ var.
Ben, kendi cüz’î hayatımla O’nun küllî $Hayat$ sıfatını, kendi şefkatimle O’nun $Şefkat$ ve $Rahmet$ini anlarım. Bu, bir marifet (Allah’ı tanıma) yoludur.
Üçüncü Vecih: Esma-i İlahiyenin Nakışlarına Âyinedarlık
Hayat ve cisim, Allah’ın isimlerinin ($Esma-i İlahiye$) doğrudan tecelli ettiği, mucizevî nakışlar ve sanatlarla dolu bir sergidir.
İnsan kendi vücuduna ve hayatının devamlılığına baktığında, oradaki fevkalade sanatı görerek $Sanî$ (Sanatkâr) ismini, şefkatle beslendiğini görerek $Rahîm$ ve $Kerîm$ (İkram Eden) isimlerini, her işin hikmetle yapıldığını görerek $Hakîm$ ismini, her detayın bilindiğini görerek $Alîm$ ve $Habîr$ isimlerini okur.
Bu okuma, insana hilkatin (yaratılışın) gayesi olan “tesbih, takdis, hamd, şükür, tekbir, ta’zim ve tevhid” gibi fıtrat vazifelerini yaptırır.
Ayetler ve Müradifler:
• Acz ve Fakr (Birinci Vecih):
“Ey insanlar! Siz Allah’a muhtaçsınız. Allah ise her bakımdan sınırsız zengin olandır, övülmeye hakkıyla lâyık olandır.” (Fâtır, 35/15)
“İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 4/28)
• Cüz’î Sıfatlar (İkinci Vecih):
“Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (Hac, 22/75)
“Bilmez misin ki, kuşkusuz Allah gökte ve yerde ne varsa hepsini bilir. Kuşkusuz bunların hepsi bir kitaptadır. Şüphesiz bu, Allah’a göre çok kolaydır.” (Hac, 22/70)
• Esma Nakışları (Üçüncü Vecih):
“O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Secde, 32/7)
“Şüphesiz biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Dördüncü Mesele: Hayatın Hakiki Lezzeti (İman)
Önceki üç mesele hayatın mahiyetini ve vazifesini izah etti. Bu son mesele ise, bu fani hayattaki hakiki lezzetin ve saadetin ne olduğunu izah eder.
Müellif, bu sualin cevabını yine “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” ayetinden alarak “imandadır” diye cevap verir.
Hayatın en saf lezzeti ve en hâlis saadeti şudur:
Kişinin, kendisini yaratan ve yaşatan bir $Rabb-ı Rahîm$’in (Merhametli Terbiye Edici’nin) $mahluku$ (yaratığı), $masnuu$ (sanat eseri), $memlukü$ (mülkü) ve $terbiyegerdesi$ (terbiyesi altında olanı) olduğunu kat’î bir imanla bilmesidir.
Bu iman, şu lezzetleri ihtiva eder:
• Sahipsizlik Korkusundan Kurtuluş: İnsan “memluk” olduğunu bilince, sahipsiz olmadığını anlar. Kâinat içinde kaybolmuş, tesadüflerin oyuncağı olmadığını idrak eder.
• Vazifeyi Yapanın Huzuru: “Masnu” olduğunu bilen, kendisinin bir Sanatkâr’ın eseri olduğunu ve O’nun nazarı altında bulunduğunu bilir. Vazifesini O’nun namına yapar.
• Mutlak İhtiyacın Karşılanması: Her vakit O’na muhtaç olduğunu bilmek bir zafiyet değil, bir kuvvettir. Çünkü muhtaç olduğu Zât, hem $Rabb$ (Terbiye eden), hem $İlah$tır (Kudret sahibi) ve aynı zamanda $Merhametli$ ve $Şefkatli$dir. Sonsuz acz içindeyken, sonsuz bir kudrete dayanmanın ($istinat$) ve sonsuz fakr içindeyken, sonsuz bir rahmetten istemenin ($istimdat$) lezzetidir.
Bu, dünyevî, geçici ve elemlerle karışık lezzetlerin aksine; kâfi, vâfi (yeterli), elemsiz ve daimî bir lezzettir. Bu yüzden “Elhamdülillahi alâ nimet-il iman” (İman nimeti üzerine Allah’a hamdolsun) denir.
Ayetler ve Müradifler:
• İmanın Lezzeti ve Saadeti:
“Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.” (Ra’d, 13/28)
“İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar var ya; işte güven onlarındır ve onlar doğru yolu bulanlardır.” (En’âm, 6/82)
• Risale-i Nur’dan Müradif:
“Evet, iman, bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise, mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor. Demek selâmet ve emniyet, yalnız İslâmiyette ve imandadır.” (Sözler, İkinci Söz, s. 19)

Netice
Bu dört mesele şunu isbat eder: Hayat, eğer Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a (Varlığı ebedi olan, her an diri ve her şeyi ayakta tutan Allah’a) bakarsa ve O’nun namına yaşanırsa kıymet kazanır.
İman, hayata hayat ve ruh olduğu zaman, o fani hayat şu üç neticeyi kazanır:
• Beka Bulur: Fani ömür, Allah’a ait olduğu için ebedileşir.
• Bâki Meyveler Verir: Yapılan her amel, Cennet meyvesi hükmüne geçer.
• Sermediyet Cilvesi Alır: Allah’ın ebedi oluşunun bir yansımasını kazanır. Artık ömrün kısa veya uzun olmasının bir ehemmiyeti kalmaz. Bir anı, binlerce sene hükmüne geçer.
İşte “Hasbünallahü ve ni’mel vekil” diyen bir mü’min, hayatın tazyikatı altında ezilmek yerine, bütün hayatların ve canlıların namına Allah’a tevekkül eder ve O’nun sonsuz kudretine ve rahmetine sığınarak hakiki saadeti bulur.

Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye:

Müfarakat-ı umumiye hengâmı olan harab-ı dünyadan haber veren âhirzaman hâdisatı içinde müfarakat-ı hususiyemi ihtar eden ihtiyarlık ve âhir ömrümde bir hassasiyet-i fevkalâde ile fıtratımdaki cemalperestlik ve güzellik sevdası ve kemalâta meftuniyet hisleri inkişaf ettikleri bir zamanda daimî ve tahribatçı olan zeval ve fena ve mütemadi ve tefrik edici olan mevt ve adem, dehşetli bir surette bu güzel dünyayı ve bu güzel mahlukatı hırpaladığını, parça parça edip güzelliklerini bozduğunu fevkalâde bir şuur ve teessürle gördüm. Fıtratımdaki aşk-ı mecazî bu hale karşı şiddetli galeyan ve isyan ettiği zamanda bir medar-ı teselli bulmak için yine bu Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettim. dedi: “Beni oku ve dikkatle manama bak!” Ben de, Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip imanın dûrbîniyle Âyet-i Hasbiye’nin en uzak tabakalarına ve şuur-u imanî hurdebîni ile en ince esrarına baktım, gördüm:

Nasılki âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar güneş ziyasının gizli ve çeşit çeşit cemalini ve o ziyanın elvan-ı seb’a denilen yedi renginin mütenevvi güzelliklerini gösteriyorlar ve teceddüd ve taharrükleriyle ve ayrı ayrı kabiliyetleriyle ve inkisaratlarıyla o cemali ve o güzellikleri tazelendiriyorlar ve inkisaratlarıyla güneşin ve ziyasının ve elvan-ı seb’asının gizli güzelliklerini izhar ediyorlar. Aynen öyle de: Şems-i Ezel ve Ebed olan Cemil-i Zülcelal’in cemal-i kudsîsine ve nihayetsiz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî güzelliklerine âyinedarlık edip cilvelerini tazelendirmek için bu güzel masnular, bu tatlı mahluklar ve bu cemalli mevcudat hiç durmayarak gelip gidiyorlar. Kendilerinde görünen güzellikler ve cemaller, kendilerinin malı olmadığını, belki tezahür etmek isteyen sermedî ve mukaddes bir cemalin ve daimî tecelli eden ve görünmek isteyen mücerred ve münezzeh bir hüsnün işaretleri ve alâmetleri ve lem’aları ve cilveleri olduğu, pek çok kuvvetli delilleri ile Risale-i Nur’da tafsilen izah edilmiş. Burada o bürhanlardan üç tanesine kısaca işaret edilecek:

Birinci Bürhan:

Nasılki işlenmiş bir eserin güzelliği işlemesinin güzelliğine ve işlemek güzelliği ustalığın o san’attan gelen ünvanının güzelliğine ve ustadaki san’atkârlık ünvanının güzelliği o san’atkârın o san’ata ait sıfatının güzelliğine ve sıfatının güzelliği kabiliyet ve istidadının güzelliğine ve kabiliyetinin güzelliği zâtının ve hakikatının güzelliğine derece-i bedahette gayet kat’î bir surette delalet ettiği gibi, aynen öyle de: Bu kâinatın baştan başa bütün güzel mahluklarında ve yapılışları güzel umum masnularındaki hüsn ü cemal dahi San’atkâr-ı Zülcelal’deki fiillerinin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve ef’alindeki hüsn ü cemal ise, o fiillere bakan ünvanların, yani isimlerin hüsn ü cemaline şübhesiz delalet ve isimlerin hüsn ü cemali ise, isimlerin menşei olan kudsî sıfatların hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve sıfatların hüsn ü cemali ise, sıfatların mebdei olan şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemaline kat’î şehadet ve şuunat-ı zâtiyenin hüsn ü cemali ise, fâil ve müsemma ve mevsuf olan zâtının hüsn ü cemaline ve mahiyetinin kudsî kemaline ve hakikatının mukaddes güzelliğine bedahet derecede kat’î bir surette şehadet eder. Demek Sâni’-i Zülcemal’in kendi Zât-ı Akdesine lâyık öyle hadsiz bir hüsn ü cemali var ki, bir gölgesi bütün mevcudatı baştan başa güzelleştirmiş ve öyle münezzeh ve mukaddes bir güzelliği var ki, bir cilvesi kâinatı serbeser güzelleştirmiş ve bütün daire-i mümkinatı hüsn ü cemal lem’alarıyla tezyin edip ışıklandırmış.

Evet işlenmiş bir eser fiilsiz olmadığı gibi, fiil dahi fâilsiz olamaz. Ve isimler müsemmasız olması muhal olduğu gibi, sıfatlar dahi mevsufsuz mümkün değildir. Madem bir san’atın ve eserin vücudu, bedahetle o eseri işleyenin fiiline delalet ve o fiilin vücudu, fâilinin ve ünvanının ve eseri intac eden sıfatın ve isminin vücudlarına delalet eder. Elbette bir eserin kemali ve cemali dahi fiilin kendine mahsus kemal ve cemaline, o da ismin kendine münasib muvafık güzelliğine, o dahi zâtın ve hakikatın -fakat zâta ve hakikata lâyık ve muvafık- kemaline ve cemaline ilmelyakîn ile ve bedahetle delalet eder.

Aynen öyle de: Bu eserler perdesi altındaki faaliyet-i daime fâilsiz olması muhal olduğu gibi, bu masnuat üstünde cilveleri ve nakışları göz ile görünen isimler dahi müsemmasız hiçbir cihetle mümkün olmadığı ve müşahede derecesinde hissedilen kudret, irade gibi sıfatlar dahi mevsufsuz olması muhal olduğundan, şu kâinatta bütün eserler, mahluklar, masnular hadsiz vücudlarıyla, hâlık ve sâni’ ve fâillerinin vücud-u ef’aline ve esmasının vücuduna ve evsafının vücuduna ve şuunat-ı zâtiyesinin vücuduna ve Zât-ı Akdesinin vücub-u vücuduna kat’î bir surette delalet ettikleri gibi, o masnuatın umumunda görünen muhtelif kemalât ve ayrı ayrı cemaller ve çeşit çeşit güzellikler, Sâni’-i Zülcelal’de olan fiillerin ve isimlerin ve sıfatların ve şe’nlerin ve zâtının kendilerine mahsus münasib ve lâyık ve vâcibiyetine ve kudsiyetine muvafık olarak hadsiz kemalâtlarına ve nihayetsiz cemallerine ve ayrı ayrı ve umum kâinatın fevkinde güzelliklerine gayet sarih şehadet ve gayet kat’î delalet ederler.

İkinci Bürhan’ın

beş noktası var:
Birinci Nokta:

Meşreblerinde, mesleklerinde birbirinden ayrı ve uzak olan bütün ehl-i hakikatın reisleri, zevk ve keşfe istinad ederek icma’ ile, ittifak ile iman edip hükmediyorlar ki; bütün mevcudattaki hüsn ü cemal, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud’da bulunan mukaddes hüsn ü cemalin gölgesi ve lemaatı ve perdelerin arkasında cilvesidir.

İkinci Nokta:

Bütün güzel mahluklar, kafile kafile arkasında durmayarak gelip gidiyorlar, fenaya girip kayboluyorlar. Fakat o âyineler üstünde kendini gösteren ve cilvelenen yüksek ve tebeddül etmez bir güzellik, tecellisinde devam ettiğinden kat’î bir surette gösterir ki, o güzellikler o güzellerin malı ve o âyinelerin cemali değildir. Belki güneşin cemal-i şuaatı cereyan eden suyun üzerindeki kabarcıklarda göründüğü gibi, sermedî bir cemalin ışıklarıdırlar.

Üçüncü Nokta:

Nurun gelmesi elbette nuraniden ve vücud vermesi her halde mevcuddan ve ihsan ise gınadan ve sehavet ise servetten ve talim ilimden gelmesi bedihî olduğu gibi, hüsün vermek dahi hasenden ve güzelleştirmek güzelden ve cemal vermek cemilden olabilir, başka olamaz. İşte bu hakikata binaen iman ederiz ki: Bu kâinattaki görünen bütün güzellikler öyle bir güzelden geliyor ki; bu mütemadiyen değişen ve tazelenen kâinat, bütün mevcudatıyla âyinedarlık dilleriyle, o güzelin cemalini tavsif ve tarif eder.

Dördüncü Nokta:

Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Aynen öyle de; bu maddî ve cismanî olan âlem-i şehadet dahi bir ceseddir, bir lafızdır, bir surettir; âlem-i gaybın perdesi arkasındaki esma-i İlahiyeye dayanır, hayatlanır, istinad eder, can alır, ona bakar, güzelleşir. Bütün maddî güzellikler, kendi hakikatlarının ve manalarının manevî güzelliklerinden ileri geliyor. Ve hakikatları ise, esma-i İlahiyeden feyz alırlar ve onların bir nevi gölgeleridir. Ve bu hakikat, Risale-i Nur’da kat’î isbat edilmiştir.

Demek bu kâinatta bulunan bütün güzelliklerin enva’ı ve çeşitleri, âlem-i gayb arkasında tecelli eden ve kusurdan mukaddes, maddeden mücerred bir cemalin esma vasıtasıyla cilveleri ve işaretleri ve emaratlarıdır. Fakat nasılki Vâcib-ül Vücud’un Zât-ı Akdesi, başkalara hiçbir cihette benzemez ve sıfatları mümkinatın sıfatlarından hadsiz derece yüksektir. Öyle de, onun kudsî cemali, mümkinatın ve mahlukatın hüsünlerine benzemez, hadsiz derecede daha âlîdir. Evet koca Cennet bütün hüsn ü cemaliyle bir cilvesi bulunan ve bir saat müşahedesi ehl-i Cennet’e, Cennet’i unutturan bir cemal-i sermedî, elbette nihayeti ve şebihi ve naziri ve misli olamaz.

Malûmdur ki; herşeyin hüsnü, kendine göredir, hem binler tarzda bulunur ve nevilerin ihtilafı gibi güzellikleri de ayrı ayrıdır. Meselâ; göz ile hissedilen bir güzellik, kulak ile hissedilen bir hüsün bir olmaması ve akıl ile fehmedilen bir hüsn-ü aklî, ağız ile zevkedilen bir hüsn-ü taam bir olmadığı gibi.. kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş.

Eğer Cemil-i Zülcelal’in esmasındaki hüsünlerin mevcudat âyinelerinde bir cilvesini müşahede etmek istersen, zeminin yüzünü bir küçük bahçe gibi temaşa edecek bir geniş, hayalî göz ile bak ve hem bil ki: Rahmaniyet, rahîmiyet, hakîmiyet, âdiliyet gibi tabirler, Cenab-ı Hakk’ın hem isim, hem fiil, hem sıfat, hem şe’nlerine işaret ederler.

İşte başta insan olarak bütün hayvanatın muntazaman bir perde-i gaybdan gelen erzaklarına bak, rahmaniyet-i İlahiyenin cemalini gör.

Hem bütün yavruların mu’cizane iaşelerine ve başları üstünde ve annelerinin sinelerinde asılmış tatlı, safi, âb-ı kevser gibi iki tulumbacık süte temaşa eyle, rahîmiyet-i Rabbaniyenin cazibedar cemalini gör.

Hem bütün kâinatı enva’ıyla beraber bir kitab-ı kebir-i hikmet ve öyle bir kitab ki; her harfi yüz kelime, her kelimesi yüzer satır, her satırı bin bâb, her bâbı binler küçük kitab hükmüne getiren hakîmiyet-i İlahiyenin cemal-i bîmisaline bak, gör.

Hem kâinatı bütün mevcudatıyla mizanı altına alan ve bütün ecram-ı ulviye ve süfliyenin müvazenelerini idame ettiren ve güzelliğin en mühim bir esası olan tenasübü veren ve her şeye en güzel vaziyeti verdiren ve her zîhayata hakk-ı hayatı verip ihkak-ı hak eden ve mütecavizleri durduran ve cezalandıran bir âdiliyetin haşmetli güzelliğine bak gör.

Hem insanın geçmiş tarihçe-i hayatını, buğday tanesi küçüklüğündeki kuvve-i hâfızasında ve her nebat ve ağacın gelecek tarihçe-i hayat-ı sâniyesini çekirdeğinde yazmasına ve her zîhayatın muhafazasına lüzumu bulunan âlât ve cihazata, meselâ arının kanatçıklarına ve zehirli iğnesine ve dikenli çiçeklerin süngücüklerine ve çekirdeklerin sert kabuklarına bak ve hafîziyet ve hâfıziyet-i Rabbaniyenin letafetli cemalini gör.

Hem zemin sofrasında Kerim-i Mutlak olan Rahman-ı Rahîm’in misafirlerine, rahmet tarafından ihzar edilen hadsiz taamların ayrı ayrı ve güzel kokularına ve muhtelif, süslü renklerine ve mütenevvi, hoş tatlarına ve her zîhayatın zevk u safasına yardım eden cihazlara bak, ikram ve kerimiyet-i Rabbaniyenin gayet şirin cemalini ve gayet tatlı güzelliğini gör.

Hem Fettah ve Musavvir isimlerinin tecellileriyle başta insan olarak bütün hayvanatın, su katrelerinden açılan pek çok manidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden açtırılan çok cazibedar sîmalarına bak, fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemalini gör.

İşte bu mezkûr misallere kıyasen esma-i hüsnanın her birisinin kendine mahsus öyle kudsî bir cemali var ki; bir tek cilvesi, koca bir âlemi ve hadsiz bir nev’i güzelleştiriyor. Bir tek çiçekte bir ismin cilve-i cemalini gördüğün gibi, bahar dahi bir çiçektir ve Cennet dahi görülmedik bir çiçektir. Baharın tamamına bakabilirsen ve Cennet’i iman gözüyle görebilirsen bak gör. Cemal-i Sermedî’nin derece-i haşmetini anla. O güzelliğe karşı iman güzelliğiyle ve ubudiyet cemali ile mukabele etsen, çok güzel bir mahluk olursun. Eğer dalaletin hadsiz çirkinliğiyle ve isyanın menfur kubhuyla mukabele edip karşılasan, en çirkin bir mahluk olmakla beraber, bütün güzel mevcudatın manen menfurları olursun.

Beşinci Nokta:

Nasılki yüzer hüner ve san’at ve kemal ve cemalleri bulunan bir zât; herbir hüner kendini teşhir etmek ve her bir güzel san’at kendini takdir ettirmek ve herbir kemal kendini izhar etmek ve herbir cemal kendini göstermek istemesi kaidesince o zât dahi bütün hünerlerini ve san’atlarını ve kemalâtını ve gizli güzelliklerini tarif edecek, teşhir edecek, gösterecek olan bir hârika sarayı yapmış. Her kim o mu’cizeli sarayı temaşa etse, birden ustasının ve sahibinin hünerlerine ve mehasinine ve kemalâtına intikal eder ve gözüyle görür gibi inanır, tasdik eder ve der ki: “Her cihetle güzel ve hünerli olmayan bir zât, böyle her cihetle güzel bir eserin masdarı, mûcidi ve taklidsiz muhterii olamaz. Belki onun manevî hüsünleri ve kemalleri bu saray ile tecessüm etmiş gibidir.” hükmeder. Aynen öyle de, bu kâinat denilen meşher-i acaib ve saray-ı muhteşemin hüsünlerini gören ve aklı çürük ve kalbi bozuk olmayan elbette intikal edecek ki; bu saray bir âyinedir, başkasının cemalini ve kemalini göstermek için böyle süslenmiş. Evet madem bu saray-ı âlemin başka emsali yok ki güzellikleri ondan iktibas edip taklid edilsin. Elbette ve her halde bunun ustası kendi zâtında ve esmasında kendine lâyık güzellikleri var ki, kâinat ondan iktibas ediyor ve ona göre yapılmış ve onları ifade etmek için bir kitab gibi yazılmış.

Üçüncü Bürhan’ın

üç nüktesi var:

Birinci Nükte:

Otuzikinci Söz’ün Üçüncü Mevkıfında gayet güzel bir tafsil ve kuvvetli hüccetlerle beyan edilen bir hakikattır. Tafsilini ona havale ederek burada kısa bir işaretle ona bakacağız; şöyle ki:

Bu masnuata, hususan hayvanat ve nebatata bakıyoruz, görüyoruz ki: Kasd ve iradeyi gösteren ve ilim ve hikmeti bildiren daimî bir tezyin, bir süslemek ve tesadüfe hamli imkânsız bir tanzim, bir güzelleştirmek hükmediyor. Hem kendi san’atını beğendirmek ve nazar-ı dikkati celbetmek ve masnuunu ve seyircilerini memnun etmek için her şeyde öyle bir nazik san’at ve ince hikmet ve âlî zînet ve şefkatli bir tertib ve tatlı vaziyet görünüyor; bedahet derecesinde anlaşılır ki, kendini zîşuurlara bildirmek ve tanıttırmak isteyen perde-i gayb arkasında öyle bir san’atkâr var ki, herbir san’atıyla çok hünerlerini ve kemalâtını teşhir ile kendini sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ister. Hem zîşuur mahlukları minnetdar ve mesrur ve kendine dost etmek için tesadüfe havalesi imkân haricinde ve umulmadığı yerden leziz nimetlerin her çeşidini onlara ihsan ediyor. Hem derin bir şefkati ve yüksek bir merhameti ihsas eden manevî ve kerimane bir muamele, bir muarefe ve lisan-ı hal ile ve dostane bir mükâleme ve dualarına rahîmane bir mukabele görünüyor. Demek bu güneş gibi zahir olan tanıttırmak ve sevdirmek keyfiyeti arkasında müşahede edilen lezzetlendirmek ve nimetlendirmek ikramı ise, gayet esaslı bir irade-i şefkat ve gayet kuvvetli bir arzu-yu merhametten ileri geliyor. Ve böyle kuvvetli bir irade-i şefkat ve rahmet ise, hiçbir cihette ihtiyacı olmayan bir Müstağni-i Mutlak’ta bulunması elbette ve herhalde kendini âyinelerde görmek ve göstermek isteyen ve tezahür etmek, mahiyetinin muktezası ve tebarüz etmek, hakikatının şe’ni bulunan nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal ve ezelî bir hüsn-ü lâyezalî ve sermedî bir güzellik vardır ki; o cemal kendini muhtelif âyinelerde görmek ve göstermek için merhamet ve şefkat suretine girmiş, sonra zîşuur âyinelerinde in’am ve ihsan vaziyetini almış, sonra tahabbüb ve taarrüf -yani kendini tanıttırmak ve bildirmek- keyfiyetini takmış, sonra masnuatı zînetlendirmek, güzelleştirmek ışığını vermiş.

İkinci Nükte:

Nev’-i insanda, hususan yüksek tabakasında, meslekleri ayrı ayrı hadsiz zâtlarda, gayet esaslı bir surette bulunan şedid bir aşk-ı lahutî ve kuvvetli bir muhabbet-i Rabbaniye, bilbedahe misilsiz bir cemale işaret, belki şehadet eder. Evet böyle bir aşk, öyle bir cemale bakar, iktiza eder. Ve öyle bir muhabbet, böyle bir hüsn ister. Belki bütün mevcudatta lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile edilen umum hamd ü senalar, o ezelî hüsne bakıyor, gidiyor. Belki Şems-i Tebrizî gibi bir kısım âşıkların nazarında bütün kâinatta bulunan umum incizablar, cezbeler, cazibeler, cazibedar hakikatlar; ezelî ve ebedî bir hakikat-ı cazibedara işaretlerdir. Ve ecramı ve mevcudatı mevlevî-misal pervane gibi raks u semaa kaldıran cezbedarane harekât ve deveran, o hakikat-ı cazibedarın cemal-i kudsîsinin hükümdarane tezahüratı karşısında âşıkane ve vazifedarane bir mukabeledir.

Üçüncü Nükte:

Bütün ehl-i tahkikin icmaıyla vücud hayr-ı mahzdır, nurdur; adem şerr-i mahzdır, zulmettir. Bütün hayırlar, iyilikler, güzellikler, lezzetler -tahlil neticesinde- vücuddan neş’et ettiklerini ve bütün fenalıklar, şerler, musibetler, elemler -hattâ masiyetler- ademe raci’ olduğunu ehl-i akıl ve ehl-i kalbin büyükleri ittifak etmişler.
Eğer desen:

Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur, vücudda küfür ve enaniyet-i nefsiye dahi var?

Elcevab:

Küfür ise hakaik-i imaniyeyi inkâr ve nefy olduğundan ademdir. Enaniyetin vücudu ise, haksız temellük ve âyinedarlığını bilmemek ve mevhumu muhakkak bilmekten ileri geldiğinden, vücud rengini ve suretini almış bir ademdir.

Madem bütün güzelliklerin menbaı vücuddur ve bütün çirkinliklerin madeni ademdir. Elbette vücudun en kuvvetlisi ve en yükseği ve en parlağı ve ademden en uzağı vâcib bir vücud ve ezelî ve ebedî bir varlık, en kuvvetli ve en yüksek ve en parlak ve kusurdan en uzak bir cemal ister, belki öyle bir cemali ifade eder, belki öyle bir cemal olur. Güneşe ihatalı bir ziyanın lüzumu gibi, Vâcib-ül Vücud dahi sermedî bir cemal istilzam eder, onun ile ışık verir.

اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ عَلٰى نِعْمَةِ اْلا۪يمَانِ ٭ رَبَّنَا لَا تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَس۪ينَٓا اَوْ اَخْطَاْنَا

سُبْحَانَكَ لَا عِلْمَ لَنَٓا اِلَّا مَا عَلَّمْتَنَٓا اِنَّكَ اَنْتَ الْعَل۪يمُ الْحَك۪يمُ

İhtar:

Âyet-i Hasbiye-i Nuriyenin meratibinden dokuz mertebesi yazılacaktı, fakat bazı esbaba binaen şimdilik üç mertebe te’hir edildi.

Tenbih:

Risale-i Nur, Kur’anın ve Kur’andan çıkan bürhanî bir tefsir olduğundan, Kur’anın nükteli, hikmetli, lüzumlu usandırmayan tekraratı gibi onun da lüzumlu, hikmetli, belki zarurî ve maslahatlı tekraratı vardır. Hem Risale-i Nur, zevk ve şevk ile dillerde usandırmayan, daima tekrar edilen kelime-i tevhidin delilleri olmasından zarurî tekraratı kusur değil; usandırmaz ve usandırmamalı.

* * *

Mevzuun Özeti ve Derûnî Tahlili

Bu metin, İkinci Lem’a’da yer alan ve “Âyet-i Hasbiye” (حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ) ile “Âyet-i Nur”un (Nur Suresi, 35. Ayet) tefsirini ihtiva eden mertebelerden altıncısıdır. Metnin merkezinde, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” (güzellik sevgisi) ve “kemalâta meftuniyet” (mükemmelliğe hayranlık) hislerinin, kâinattaki “zeval” (geçicilik), “fena” (yokluk), “mevt” (ölüm) ve “adem” (hiçlik) hakikatleri ile çarpışmasından doğan derûnî ızdırap ve bu ızdıraba karşı bulunan teselli yolu tasvir edilmektedir.
Müellif (Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri), ihtiyarlık ve âhir ömür vaktinde bu zeval ve fena hakikatinin, güzel dünyayı ve mahlukatı nasıl hırpaladığını fevkalâde bir hassasiyetle müşahede ettiğini belirtir. Fıtratındaki “aşk-ı mecazî” (yaratılana duyulan sevgi), bu tahribatçı hale karşı galeyan ve isyan eder. Teselli arayışıyla Âyet-i Hasbiye’ye müracaat ettiğinde, imanın dûrbîni (dürbünü) ve şuur-u imanî hurdebîni (mikroskobu) ile kâinata bakar.
Gördüğü hakikat şudur: Kâinattaki bütün bu güzellikler (hüsün ve cemal), geçici olan mahlukatın (masnuların) kendi malı değildir. Onlar, Şems-i Ezel ve Ebed (Ezelî ve Ebedî Güneş) olan Cemil-i Zülcelal’in (Allah) mukaddes cemalinin ve sonsuz güzel olan esma-i hüsnasının sermedî (ebedî) güzelliklerinin birer “âyinedarı”dırlar.
Mahlukatın durmadan gelip gitmesi, yani zeval bulması; güneş ışığının su kabarcıkları veya şeffaf camlar üzerinde teceddüd etmesi (yenilenmesi) gibidir. Âyinenin (mahlukun) değişmesi veya kırılması (inkisarat), o âyinede görünen güzelliğin (cilvenin) tazelenmesine ve asıl güzellik sahibinin (Allah’ın) gizli güzelliklerinin daha parlak bir surette izhar edilmesine (gösterilmesine) hizmet eder.
Dolayısıyla, “zeval” ve “fena”, bir “adem” (yokluk) ve “tahribat” değil, bir “tazelendirme” (tecdid) ve “izhar” (gösterme) vazifesidir. Aşk-ı mecazî, bu hakikati idrak ettiğinde aşk-ı hakikîye inkılab eder ve ızdırap yerine lezzet alır.

Kelime ve Kavram Tahlili (Müradifleri ve Bağlantıları)

Metnin doğru anlaşılması için bazı kilit mefhumların izahı elzemdir:
• Cemal ve Hüsün (Güzellik):
• Cemal: Daha ziyade Zât-ı İlahî’nin lütuf, merhamet ve keremini yansıtan “celbedici” ve “sevdirici” güzelliktir. Ruhun ve kalbin haz aldığı güzelliktir.
• Hüsün: Daha ziyade eserin (masnunun) kendisinde görünen tenasüp, intizam ve san’atlı yapıya verilen isimdir. Gözün ve aklın takdir ettiği güzelliktir.
• Metinde bu iki kelime, hem mahlukatın zahirî ve bâtınî güzelliklerini hem de bu güzelliklerin kaynağı olan Esma-i Hüsna’nın ve Zât-ı Akdes’in kudsî güzelliğini ifade etmek için kullanılır.
• Zeval, Fena, Mevt ve Adem (Geçicilik ve Yokluk):
• Zeval ve Fena: Varlığın görünürden kaybolması, geçicilik.
• Mevt ve Adem: Hayatın sönmesi ve mutlak yokluk (İslamî düşüncede mutlak adem yoktur, varlığın bir halden başka bir hale intikalidir).
• Metin, bu mefhumların zahirî yüzünün “tahribatçı” ve “dehşetli” olduğunu, fakat hakikatinin (iç yüzünün) “tecdid-i cilve” (yansımanın yenilenmesi) olduğunu isbat eder.
• Âyinedarlık, Tecelli ve Cilve (Yansıtma ve Görünme):
• Âyinedarlık: Mahlukatın vazifesidir. Kendi başlarına bir “vücud-u hakikîleri” (gerçek varlıkları) yoktur; onlar, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren birer aynadır.
• Tecelli: Allah’ın isim ve sıfatlarının kâinatta görünür hale gelmesidir. Bir fiildir.
• Cilve: O tecellinin âyinede beliren yansıması, parıltısıdır. Eserdir.
• Misal: Güneş (Zât), ışığı (Sıfat/Nur), ışığın vurması (Tecelli), kabarcıktaki parıltı (Cilve/Güzellik), kabarcık (Âyine/Mahluk).
• Şems-i Ezel ve Ebed (Ezel ve Ebed Güneşi):
• Varlığı zatından olan, başlangıcı (ezel) ve sonu (ebed) olmayan Vâcib-ül Vücud’u (Allah’ı) tasvir eden bir teşbihtir. Kâinattaki bütün güzellikler, nurlar ve kemaller O’nun Zât ve Sıfatlarının ışığından gelir.

Bürhanların (Delillerin) Geniş İzahı
Metin, “kâinattaki güzelliğin Allah’ın cemalinden geldiği” hakikatini üç kuvvetli bürhan (delil) ile isbat eder:
Birinci Bürhan: Eserden Müessire İntikal
Bu bürhan, mantıkî bir silsiledir; eserden (sanat) sanatkâra (fâil) ve onun sıfatlarına geçişi isbat eder.
• Eserin Güzelliği (Masnu): Kâinatta gördüğümüz bir çiçek, bir yıldız, bir insan sîmasındaki güzellik.
• Fiilin Güzelliği (İşlemek): O eseri yapan fiilin (mesela “yaratma”, “şekil verme” fiilinin) güzelliğine delalet eder. (Örn: Fettahiyet, Musavviriyet).
• İsmin Güzelliği (Ünvan): Fiil, o fiili yapan “fâilin” bir ismine (ünvanına) dayanır. (Örn: el-Fettâh, el-Musavvir).
• Sıfatın Güzelliği: İsim, o ismin menşei (kaynağı) olan bir sıfata dayanır. (Örn: Kudret, İlim, İrade sıfatları).
• Şuunat-ı Zâtiye’nin Güzelliği: Sıfatlar, Zât’ın mahiyetindeki kabiliyetlere, mehillere (şuunata) dayanır. (Örn: Yaratmayı sevmek, güzelliği izhar etmeyi istemek).
• Zât’ın Güzelliği: Şuunat ise, Fâil’in (Allah’ın) bizzat kendi Zât-ı Akdes’inin kemaline ve kudsî güzelliğine delalet eder.
Netice: Bu kâinatı baştan başa güzelleştiren şey, Sâni’-i Zülcemal’in (Güzelliği sonsuz Sanatkâr) kendi Zât-ı Akdes’ine lâyık olan “hadsiz hüsn ü cemalinin” sadece “bir gölgesi” veya “bir cilvesidir.”
İkinci Bürhan: Hakikat Ehlinin İcmaı ve Gözlem
Bu bürhan, beş ayrı noktadan hakikati teyid eder:
• Ehl-i Hakikatin İcmaı (Görüş Birliği): Meşrebleri ve yolları ayrı da olsa, bütün maneviyat büyükleri (evliyalar, asfiyalar) zevk ve keşif yoluyla “bütün mevcudattaki güzelliğin, Vâcib-ül Vücud’un mukaddes cemalinin bir gölgesi (zılâl) ve parıltısı (lemaat) olduğunu” ittifakla tasdik etmişlerdir.
• Güzellerin Geçiciliği (Zeval): Güzellik atfedilen mahluklar (çiçekler, insanlar, mevsimler) sürekli gelip gitmekte, fenaya kaybolmaktadır. Fakat “güzellik” mefhumu tecelli etmeye, görünmeye devam etmektedir. Bu durum kat’î olarak gösterir ki, güzellik o geçici varlıklara (âyinelere) ait değildir; Ebedî bir Cemal’in (Sermedî bir cemalin) ışıklarıdır.
• Mantıkî Lüzum (Kaynak): Sebebin, neticeden daha kâmil olması gerekir. Nur, nuranî bir kaynaktan; vücud (varlık), mevcud (var olan) bir kaynaktan; ihsan, gına (zenginlik) sahibi birinden gelir. Aynı mantıkla, “hüsün vermek” (güzelleştirme fiili) mutlaka “hasen” (güzel) olandan; “cemal vermek”, “Cemil” olandan gelir.
• Alem-i Şehadet ve Alem-i Gayb Bağlantısı: Bu görünen (maddî) âlem (âlem-i şehadet), bir cesed, bir lafız, bir suret gibidir. Ruhsuz cesed, manasız lafız, hakikatsiz suret kıymetsizdir. Bu maddî âlem, kıymetini ve güzelliğini, perdenin arkasındaki “âlem-i gayb”dan, yani “Esma-i İlahiye”den alır. Maddî güzellikler, manevî hakikatlerin; o hakikatler de Esma-i İlahiye’nin gölgeleridir.
• Saray Teşbihi: Muhteşem bir saray (kâinat) görüyoruz. Bu sarayın bir emsali (benzeri) yoktur ki, güzellikleri oradan taklid edilmiş olsun. O halde, bu sarayın Ustası (Allah), kendi Zâtında ve Esmasında bulunan ve bu saray ile tezahür ettirdiği sonsuz güzelliklere ve kemalâta sahiptir. Kâinat, O’nun manevî kemallerinin tecessüm etmiş (cisimleşmiş) halidir.
Üçüncü Bürhan: Kâinattaki Gaye (Tanıttırmak ve Sevdirmek)
Bu bürhan, kâinattaki fiillerin gayesini tahlil ederek Zât-ı Cemil’in varlığını isbat eder:
• Birinci Nükte (Tanıttırmak ve Sevdirmek): Kâinatta (hususan bitki ve hayvanlarda) tesadüfe imkân vermeyen kasıtlı bir “tezyin” (süsleme) ve “tanzim” (düzene koyma) görüyoruz. Bu fiillerin gayesi açıktır: Perde arkasındaki Sanatkâr, kendini zîşuurlara (şuur sahiplerine) “bildirmek”, “tanıttırmak”, “sevdirmek” ve “medh ü senasını” (övgüsünü) ettirmek istiyor. Bu “sevdirmek” ve “tanıttırmak” arzusu ise, ancak “nihayet kemalde bir cemal-i bîmisal” (benzersiz bir güzellik) ve “ezelî bir hüsn-ü lâyezalî” (sonsuz bir güzellik) sahibi olanda bulunur. Zira güzellik, mahiyeti icabı, görünmek ve gösterilmek ister.
• İkinci Nükte (Aşk-ı Lahutî): İnsan nevinin yüksek tabakalarında (enbiyalar, evliyalar) görülen şiddetli “aşk-ı lahutî” (İlahî aşk) ve “muhabbet-i Rabbaniye”, bilbedahe (apaçık) bir “misilsiz cemale” (Maşuk-u Ezelî’ye) işaret eder. Âşık varsa, maşuk da vardır. Böyle ulvî bir aşk, ancak böyle kudsî bir cemale teveccüh edebilir.
• Üçüncü Nükte (Vücud ve Adem): Vücud (varlık) hayr-ı mahzdır (sırf iyilik) ve nurdur. Adem (yokluk) ise şerr-i mahzdır (sırf kötülük) ve zulmettir (karanlık). Bütün güzellikler, iyilikler, lezzetler tahlil edildiğinde “vücuda” (var olmaya); bütün çirkinlikler, şerler “ademe” (yokluğa veya varlığın eksikliğine) racidir. Madem güzelliğin menbaı vücuddur; vücudun en kuvvetli, en parlak, en mükemmel ve ademden en uzak mertebesi olan “Vâcib-ül Vücud” (varlığı zorunlu olan Allah), elbette “en kuvvetli, en yüksek ve en parlak” bir cemal sahibi olmalıdır.
Konunun Ayet-i Kerimeler ile İzahı ve Bağlantısı
Metnin dayandığı derûnî hakikatler, Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetiyle doğrudan veya dolaylı olarak isbat edilmektedir.
• Metnin Sığınağı Olan Ayet (Âyet-i Hasbiye):
Müellif, fena ve zeval karşısındaki ızdırabına teselliyi bu ayette bulur:
اَلَّذ۪ينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ اِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ ا۪يمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللّٰهُ وَنِعْمَ الْوَك۪يلُ
“Onlar öyle kimselerdir ki, halk kendilerine, ‘İnsanlar size karşı asker toplamışlar, aman sakının onlardan!’ dediklerinde bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve ‘Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!’ dediler.” ( Meali, Âl-i İmrân, 3/173)
• Bağlantısı: Zeval, fena ve âhirzaman hadisatının dehşeti karşısında mü’min, “Allah bana yeter (Hasbunallah)” der. Neden yeter? Çünkü O, “Ni’mel Vekîl”dir (en güzel vekildir). Bu metin, O’nun neden en güzel vekil olduğunu izah eder: Çünkü O, Cemil-i Zülcelal’dir. Bütün güzelliklerin kaynağı O’dur ve zeval bulanlar sadece O’nun güzelliğinin âyineleridir. Âyineler kırılsa da vekil olan Zât (ve cemali) Bâkî’dir.
• Metnin Dayandığı Hakikat (Âyet-i Nur):
Metin, “Sure-i Nur’daki Âyet-i Nur’un rasadhanesine girip” baktığını söyler. Bu ayet, kâinatın âyinedarlığını en güzel tasvir eden ayettir:
اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّ1ٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili şudur: Duvarda bir hücre; içinde bir kandil, kandil de bir cam fanus içinde. Fanus sanki inci gibi parlayan bir yıldız. Bu kandil, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından tutuşturulur. O ağacın yağı, neredeyse ateş değmese bile ışık verecek. Nûr üstüne nûr. Allah, nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Meali, Nûr, 24/35)
• Bağlantısı: Allah, Zâtı itibarıyla “Nur”dur (Nur’un yaratıcısı ve kâinatı aydınlatanı). Mahlukat ise o Nûr’u gösteren “mişkat” (hücre), “misbah” (kandil) ve “zücace” (cam fanus) gibidir. Metindeki “âyineler, şişeler, şeffaf şeyler, hattâ kabarcıklar” teşbihi, doğrudan bu ayetin hakikatine dayanır.
• Esma-i Hüsna’nın Güzelliği (Birinci Bürhan):
Metin, güzelliğin Esma’dan geldiğini söyler.
وَلِلّٰهِ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰى فَادْعُوهُ بِهَا وَذَرُوا الَّذ۪ينَ يُلْحِدُونَ ف۪ٓي اَسْمَٓائِه۪ۜ سَيُجْزَوْنَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
“En güzel isimler (el-esmâü’l-hüsnâ) Allah’ındır. O’na o güzel isimleriyle dua edin ve O’nun isimleri hakkında gerçeği çarpıtanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasına çarptırılacaklardır.” (Meali, A’râf, 7/180)
هُوَ اللّٰهُ الْخَالِقُ الْبَارِئُ الْمُصَوِّرُ لَهُ الْاَسْمَٓاءُ الْحُسْنٰىۜ يُسَبِّحُ لَهُ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
“O, yaratan (el-Hâlık), var eden (el-Bâri’), şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Meali, Haşr, 59/24)
• Bağlantısı: Güzellik (Hüsün), O’nun isimlerindedir (Hüsnâ). O isimlerin cilvesi, mahlukatı güzel kılar. Özellikle “el-Musavvir” (şekil veren, suretleri en güzel şekilde tasvir eden) ismi, metindeki “fettahiyet ve musavviriyet-i İlahiyenin mu’cizatlı cemali” bahsiyle tam bir mutabakat içindedir.
• Fiillerin Güzelliği (Üçüncü Bürhan):
Metin, yaratılıştaki tezyin (süsleme) ve tanzimin (nizam) O’nun fiillerinin güzelliğini gösterdiğini belirtir.
اَلَّذ۪ٓي اَحْسَنَ كُلَّ شَيْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ ط۪ينٍ
“O ki, yarattığı her şeyi güzel (ahsene) yaptı. İnsanı yaratmaya da çamurdan başladı.” (Meali, Secde, 32/7)
…صُنْعَ اللّٰهِ الَّذ۪ٓي اَتْقَنَ كُلَّ شَيْءٍۜ…
“…Bu, her şeyi sağlam ve yerli yerince (etkane) yapan Allah’ın sanatıdır…” (Meali, Neml, 27/88)
• Bağlantısı: Ayetler, Allah’ın fiilinin (yaratma – halk) “hüsün” (güzellik) ve “itkan” (sağlamlık, san’atlılık) üzere olduğunu beyan eder. Bu, Birinci Bürhan’daki “işlemenin güzelliği” ve Üçüncü Bürhan’daki “tanzim” mefhumlarının tam karşılığıdır.
• Zeval ve Beka (Metnin Ana Problemi):
Metnin çözmeye çalıştığı “fena”ya karşı “beka” arayışı, şu ayetlerde mükemmel bir surette ifade edilir:
كُلُّ مَنْ عَلَيْهَا فَانٍۚ ﴿٢٦﴾ وَيَبْقٰى وَجْهُ رَبِّكَ ذُو الْجَلَالِ وَالْاِكْرَامِ ﴿٢٧﴾
“Yer üzerinde bulunan her canlı yok olacak (fân). Ancak azamet (Celâl) ve ikram (İkrâm) sahibi Rabbinin zâtı (Vech) bâki kalacaktır.” (Meali, Rahmân, 26-27)
• Bağlantısı: Bu ayetler, metnin hülasasıdır. “Küllü men aleyhâ fân” (Her şey fanidir), metindeki ızdırabın sebebidir. “Ve yebkâ vechu rabbike” (Rabbinin vechi bâkidir) ise tesellinin kaynağıdır. Metin, bu “Vech”in (Allah’ın Zâtı’nın), “Zü’l-Celâli ve’l-İkrâm” (Celal ve İkram sahibi) olduğunu vurgular. “Cemal” ve “Güzellik”, “İkram” sıfatının bir cilvesidir. Fani olan âyineler değil, o âyinelerde görünen Bâkî olanın Cemal-i Vech’i sevilmelidir.
Hâtime (Netice)
“Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye”, imanın kâinata bakışını nasıl değiştirdiğini gösteren muazzam bir tefekkür metnidir. İman nazarıyla bakılmadığında, kâinattaki “zeval” ve “fena”, bir ızdırap, bir “müfarakat-ı umumiye” (genel ayrılık) ve dehşet kaynağıdır.
Fakat Âyet-i Hasbiye’nin teslimiyeti ve Âyet-i Nur’un keşfiyle bakıldığında, her şey mana değiştirir:
• Mahlukattaki güzellik, fani olanın kendi malı değil, Bâkî olan Cemil-i Zülcelal’in ebedî cemalinin parıltılarıdır.
• Zeval ve fena, bir yok oluş ve çirkinleşme değil; o ebedî güzelliğin cilvelerinin tazelenmesi, âyinelerin değişmesiyle farklı isimlerin (Rahman, Rahîm, Musavvir, Hakîm) güzelliklerinin peş peşe gösterilmesidir.
• Ölüm ve ayrılık, bir hiçlik değil; âyinenin vazifesinin bitmesi ve Sâni’ine (Sanatkârına) intikalidir.
Bu bakış açısı, insanın fıtratındaki “cemalperestlik” hissini, fani mahlukata takılmaktan kurtarır, “Ma’bud-u Lemyezel” ve “Mahbub-u Lâyezal” (Zeval bulmayan Sevgili ve İbadet Edilen) olan Allah’a yöneltir. Böylece, zevalin verdiği elem, tecellinin tazelenmesinden (teceddüd-ü cilveden) gelen bir lezzete inkılab eder.

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
03/11/2025

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 




Fâtiha Sûresi’ne Dair Müfessirlerin Farklı Yorumları

Fâtiha Sûresi’ne Dair Müfessirlerin Farklı Yorumları

Müfessirler, Fâtiha Sûresi’ni muhtelif açılardan ele almışlar ve bu küllî sûrenin mânâ zenginliğini ortaya koymuşlardır. Başlıca farklı yorum açıları şunlardır:
* Besmele’nin Sûre’den Bir Âyet Olup Olmadığı: Bu, en önemli zıt (çelişki) açılardan biridir.
* Şâfiî ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha Sûresi’nin ilk âyetidir ve namazda sesli okunması gerekir.
* Hanefîlere ve diğer bazı âlimlere göre: Besmele, Fâtiha’dan dahil değildir, müstakil bir âyettir veya sadece sûre başlangıcıdır. Namazda Fâtiha’dan önce sessizce okunması sünnettir.
* Mâliki Yevmi’d-Dîn Kelimesinin Kıraati: Kelime zahirî olarak farklı kıraat (okuyuş) açılarından ele alınmıştır.
* Bazı kıraat âlimleri “Mâlik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün sahibi) şeklinde okumuştur.
* Bazıları ise “Melik-i Yevmi’d-Dîn” (Ceza gününün hükümdarı) şeklinde okumuştur. Her iki okuyuş da Allah Teâlâ’nın o gün üzerindeki küllî (bütüncül) hâkimiyetini tasvir eder.
* İsimlendirilmesi ve Konumu: Aslî yapısı (doğası) açısından tefsir edilmiştir.
* Ümmü’l-Kitâb/Ümmü’l-Kur’ân: Kur’ân’ın esası (aslı) ve özeti olması açısından bu isimle anılması. Fahrüddin er-Râzî gibi müfessirler, Fâtiha’nın muhtevasının ilâhî zat, sıfat, fiil ve hükümlere dair temel meseleleri ihtiva etmesi açısından bu ismin verildiğini izah eder.
* Fazilet ve Faaliyeti : Şifâ ve rukye (dua) açısından da yorumlanmıştır.
* Hadîs-i şerîflere istinaden, Fâtiha’nın her derde şifâ olduğu, nazar ve sihir gibi musîbetlere karşı koruyucu bir rukye (dua) faaliyeti olduğu vurgulanmıştır.

💌 Fâtiha Sûresi’nin Hatırlattıkları ve Mesajları
Fâtiha Sûresi, hayatımızın esası olan tevhid, ibadet ve istikamet düşüncesini bize hatırlatan ve yön veren küllî mesajlar ihtiva eder:
* Tevhid ve Hamd: Bütün övme ve övülme Allah’a mahsustur. Bize hatırlatır ki, kâinattaki her nimet ve güzelliğin aslı O’dur. Bu, Allah’ın zatında, sıfatlarında ve fiillerindeki birliğine (tevhide) inanmanın ön planıdır (dışavurumudur).
* “Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn” (Âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur hamd.)
* Allah’ın Sıfatları ve Merhameti: Allah’ın Rahmân (dünyada küllî rahmet sahibi) ve Rahîm (ahirette müminlere özel merhamet sahibi) sıfatlarını hatırlatır. Bütün hayatımızı O’nun sonsuz rahmet ve keremiyle kuşatılmış olduğumuzu bildirir.
* Âhiret İnancı: Ceza (din) gününün tek ve gerçek Mâlik’i (sahibi) olduğunu hatırlatarak, bizi dünya hayatındaki fiillerimizden sorumlu olduğumuz bilincine sevk eder.
* “Mâliki Yevmi’d-Dîn” (Din gününün Mâlik’i.)
* Ubudiyet ve İstiane: Kulluğun ve yardım talebinin yalnızca Allah’a yönelmesi gerektiğini hatırlatır. Bu âyet, kul ile Rab arasındaki sözleşmenin aslıdır.
* “İyyâke na’büdü ve iyyâke neste’în” (Yalnız Sana kulluk eder, yalnız Senden yardım dileriz.)
* Doğru Yola Talep (Hidayet): En büyük ihtiyacımız olan istikamet üzere kalmayı, yani Sırat-ı Müstakîm’i (dosdoğru yolu) istememiz gerektiğini öğretir. Bu, hayatımızın temel duası olmalıdır.
* Fâtiha, kulun Rabbiyle konuşmasını ihtiva eden bir kudsî hadîste de geçtiği üzere, Allah ile kul arasındaki bölünmüş bir dua faaliyeti görür.

💎 Kur’ân-ı Kerîm’deki Fâtiha’nın Yeri ve Konumu

Kur’ân-ı Kerîm’in küllü (bütünü) açısından bakıldığında, Fâtiha Sûresi cihan şümul (evrensel) ve kıymet bakımından müstesna bir konuma sahiptir:
* Ümmü’l-Kur’ân (Kur’ân’ın Anası/Esası): Kur’ân’ın bütün temel muhtevasını (Allah’ı tanıma, tevhid, ibadet, ahiret, doğru yol) özetleyen bir asla (anaya) benzetilir. Kur’ân’ın maksatları olan Tevhid, Nübüvvet (peygamberlik), Haşir (ahiret), Adalet ve İbadet Fâtiha’da özlü bir şekilde mevcuttur.
* Fâtihâtü’l-Kitâb (Kitabın Açılışı): Mushaf’ın (kitabın) ilk sûresidir. Kur’ân’ın mukaddimesi/önsözü faaliyetini görür. Kur’ân’ın kapısını açan bir anahtar gibidir
* Seb’u’l-Mesânî (Tekrarlanan Yedi Âyet): Her namaz rekâtında tekrar okunması sebebiyle bu isimle anılmıştır. Namazın sıhhati için asli bir rükündür. Fâtiha okunmadan namaz tam olmaz.
* Küllî Muhteva: İlâhî isimlerin özünü (Allah, Rab, Rahmân, Rahîm, Mâlik), ibadetin aslını (yalnız Allah’a kulluk), duanın esasını (hidayet talebi) ve yolun tasvirini (nimet verilenlerin yolu) ihtiva eder.

Fâtiha Sûresi’nin Kelime Kelime İzahı:

1. Âyet
* Meal: Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın adıyla.
* Bismillâh: Allah’ın ismiyle. Her hayrın başlangıcında O’na sığınıp O’ndan yardım dilemenin ve O’nun adını anmanın **faaliyetidir.
* er-Rahmâni: Dünyada ayırt etmeksizin bütün mahlûkata genel rahmet eden, geniş rahmet sahibi anlamına gelir.
* er-Rahîmi: Âhirette özellikle müminlere özel merhamet eden, merhameti derûnî ve sürekli olan anlamına gelir.

2. Âyet
* Meal : Hamd (övme ve övülme), âlemlerin Rabbi Allah’a mahsustur.
* el-Hamdu: Her türlü övme, şükür ve senâ. Mükemmel olandan dolayı yapılan övme. Aslı itibariyle sadece Allah’a aittir.
* li’llâhi: Sadece Allah’a aittir.
* Rabbi’l-âlemîn: Bütün âlemleri yaratıp, terbiye eden, sahibi ve hükümranı olan demektir. Âlem, Allah’tan başka her şey anlamına gelir.
3. Âyet
* Meal : O, rahmândır ve rahîmdir.
* (Tekrar) Allah’ın sonsuz rahmet sıfatlarının **vurgulanması ve tekrar edilerek kulların zihnine yerleştirilmesi.
4. Âyet
* Meal : Ceza gününün mâlikidir.
* Mâliki: Sahibi, hükümranı. Melik olarak okunursa Hükümdarı anlamına gelir. Her iki anlamda da mutlak güç ve hâkimiyet Allah’a aittir.
* Yevmi’d-Dîn: Ceza, ödül ve hesap gününün (kıyametin ve âhiretin).
5. Âyet
* Meal : (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
* İyyâke na’büdü: Yalnız Sana kulluk ederiz. Tevhidin ve ihlâsın **özeti (aslı).
* ve* *İyyâke neste’în: Ve yalnız Senden yardım dileriz. Bütün **faaliyetlerimizde O’na muhtaç olduğumuzun ikrarı.
6. Âyet
* Meal : Bize doğru yolu göster.
* İhdina: Bize hidayet et, yol göster. En büyük dua ve talep.
* es-Sırâta’l-müstakîm: Dosdoğru, eğrilikten uzak olan yol. Tevhid ve İslâm yolu.
7. Âyet
* Meal : Kendilerine lütuf ve ikramda bulunduğun kimselerin yolunu; gazaba uğramışların ve sapmışların yolunu değil! Âmin.
* Sırâta’llezîne en’amte aleyhim: Kendilerine nimet verilenlerin yolu. Peygamberler, sıddîklar, şehidler ve sâlihlerin yolu (Nisâ Sûresi 69. ayetine atıf).
* gayri’l-mağdûbi aleyhim: Gazaba uğrayanların yolu değil. (Yanlış inanç ve bildiği hakkı terk etmekle suçlananlara atıf).
* ve* *le’d-dâllîn: Ve sapmışların **(yanılma ile doğru yolu kaybedenlerin yolu) değil.

**********

Fâtiha Sûresi 5. Âyetinin Detaylı İzahı
Âyet:
> اِيَّاكَ نَعْبُدُ وَاِيَّاكَ نَسْتَع۪ينُۜ
>
Meal :
> (Rabbimiz!) Ancak sana kulluk ederiz ve yalnız senden medet umarız.
>
Bu mısra , küllî bir tevhid açısından kul ile Rab arasındaki sözleşmenin ve hakiki ubûdiyetin esasını tasvir eder.

1. “İyyâke na’büdü” (Yalnız Sana kulluk ederiz)
* İyyâke (Yalnız Sana): Arapça dilinde normalde fail (özne) önce gelir. Ancak burada mef’ûlün (nesnenin) “iyyâke” (yalnız Sana) takdim edilmesi, kulluğun yalnız Allah’a mahsus olduğu manasını pekiştirir (tahsis ve kasr). Bu sadece Allah’a yapılan halis ve samimi kulluğun (tevhid-i ibadetin) ön planı (dışavurumu) ve en güzel şekilde tasviridir.
* Na’büdü (Kulluk ederiz): Cem (çoğul) sigasıyla gelmesi, kulluğun ferdi (bireysel) olmasının yanı sıra, ümmet halinde bir cemaat faaliyeti olduğunu da gösterir. Kul, Rabbiyle konuşurken dahi kendisini müminler topluluğunun bir dahili parçası olarak görür. Ayrıca, ene (ego) ve enaniyetin terkini, tevazu ve fakr bilincini de ihtiva eder.
* Derûnî (İç) Mana (Muhteva): Kulluk, sadece namaz ve oruç gibi zahiri (dış) faaliyetlerden ibaret değildir. Aynı zamanda Allah’ın huzurunda tam bir teslimiyetle eğilmeyi, emirlerine itaat etmeyi ve yasaklarından kaçınmayı ihtiva eder.

2. “ve İyyâke neste’în” (ve yalnız Senden yardım dileriz)
* İyyâke (Yalnız Senden): Burada da yardım talebinin (istianenin) yalnızca Allah’a yöneltilmesi gerektiği vurgulanır. Allah’tan başka hiçbir varlığın kullara hakkıyla yardım edemeyeceği, her şeyin O’nun iznine tabi olduğu hakikatini tasvir eder. Bu, tevhid-i ef’âl (fiillerde birlik) düşüncesinin bir neticesidir.
* Neste’în (Yardım dileriz): Yardım istemek, kulun acizliğini ve Allah’a olan derûnî (iç) muhtaçlığını gösterir. Kul, kulluk faaliyetlerini yerine getirebilmek için dahi Allah’ın yardımına muhtaçtır. Bu, Allah’a karşı enaniyetten uzak, tam bir fakr ve acziyet bilincini yansıtır.
* Küllî Mana (Muhteva): Önce “kulluk” (na’büdü), sonra “yardım dileme” (neste’în) gelmesi hikmetlidir. Bu, kulun önce kendi üzerine düşen vazifeyi (kulluk) yapmaya gayret etmesi, ardından bu gayretinde muvaffak olmak için Allah’tan yardım istemesi gerektiği manasını ihtiva eder. İbadet etmeden yardım istemek, hükmen yersiz olacaktır.

📌 Hadîs-i Kudsî Açısından
* Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), Allah Teâlâ’nın şöyle buyurduğunu nakleder (kudsî hadîs):
> “Namazı (Fâtiha’yı) kulumla kendi aramda ikiye böldüm. Yarısı benim, yarısı da kulumundur. Kuluma istediği verilecektir. Kul, ‘Elhamdülillahi Rabbi’l-âlemîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum bana hamd etti’ der… Kul, ‘Mâliki Yevmi’d-dîn’ dediği vakit, Allah ‘Kulum beni yüceltti’ der. Kul, ‘İyyâke na’büdü ve İyyâke neste’în’ dediği vakit, Allah ‘Bu, benimle kulum arasındadır ve kulumun dilediği kendisinin olacaktır’ der.” (Müslim, Salât 38).
>
* Bu hadîs-i şerîf, âyetin iki kısmının arasındaki dengeyi açıkça gösterir: İlk kısım (İyyâke na’büdü) küllî bir hürmet ve kullukla Allah’a yönelmeyi tasvir ederken, ikinci kısım (İyyâke neste’în) kulun muhtaç olduğu bütün hayırlara dair Allah’tan talepte bulunmasını ihtiva eder.
Bu izahat, Fâtiha Sûresi’nin beşinci âyetinin derûnî ve küllî muhtevasını yeterince açıklamış olmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik www.tesbitler.com
02/11/2025




HZ. MUHAMMED (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

  1. MUHAMMED (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)

Bu, Cihan Şümul (Evrensel) bir hayat hikâyesidir; sadece bir insanın değil, insanlığın kaderini değiştiren bir “Nur”un hikâyesidir.
Bu mübarek hayatı, kronolojik olarak ve ana başlıklar altında ele almak, o muazzam muhtevayı idrak edebilmek için en münasip yoldur.

BÖLÜM 1: NUR’UN İNTİZARI VE DÜNYAYA TEŞRİFİ

(Peygamberlik Öncesi Dönem – I)
Karanlıktan Önceki Dua

Dünya, manevî bir buhranın pençesindeydi. İnsanlık, semavî rehberlikten uzaklaşmış, cehalet (Cahiliye) karanlığına gömülmüştü. Kendi elleriyle yonttukları putlara tapanlar, kız çocuklarını diri diri toprağa gömenler, zayıfı ezen ve ahlâkî bütün faziletleri terk eden bir toplum… Kâbe-i Muazzama dahi, yüzlerce putun işgali altındaydı.
Fakat bu karanlık, aslında binlerce yıl öncesinden vaat edilen bir aydınlığın habercisiydi. Bu, Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ve oğlu Hz. İsmail’in (aleyhisselâm) Kâbe’nin temellerini yükseltirken ettikleri o derûnî duanın kabulünü bekleyen bir dünyaydı. Kur’ân-ı Kerîm, o duayı şöyle haber verir:
“Rabbimiz! İçlerinden onlara senin âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları arındıracak bir peygamber gönder. Şüphesiz sen mutlak güç sahibisin, hüküm ve hikmet sahibisin.” (Bakara, 2/129 )
Zaman, bu duanın cevabının tecelli edeceği ana yaklaşıyordu.

Fil Vak’ası: Kâbe’nin Muhafazası

O’nun (s.a.v.) dünyaya teşrif edeceği sene, 571 (M) yılında, Mekke semalarında daha önce hiç görülmemiş bir hadise yaşandı. Yemen valisi Ebrehe, Kâbe’yi yıkmak ve insanları kendi yaptırdığı kiliseye çekmek için “Mahmud” adlı devasa bir filin de bulunduğu muazzam bir orduyla Mekke’ye yürüdü.
Mekkelilerin bu orduya karşı koyacak gücü yoktu. Şehrin reisi olan ve henüz dünyaya gelmemiş o mübarek Yetim’in dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe’nin huzuruna çıkıp sadece gasp edilen develerini istediğinde, Ebrehe hayretle sormuştu: “Ben sizin mukaddes mabedinizi (Kâbe’yi) yıkmaya geldim, sen ise develerini istiyorsun?”
Abdülmuttalib’in cevabı, tevekkülün zirvesiydi: “Develer benimdir, ben onları korurum. Kâbe’nin ise bir Sahibi vardır, O (Allah) da onu koruyacaktır.”
Ve Kâbe’nin Sahibi, mabedini korudu. Ordu Mekke’ye girmek üzereyken, semada beliren ve Siyer kaynaklarında “Ebâbil” olarak adlandırılan kuş sürüleri, gaga ve pençelerinde taşıdıkları küçük, sert taşları (Siccîl) ordunun üzerine bıraktı. Dev ordu, “yenilmiş ekin yaprakları” gibi tarumar oldu.
Bu hadise, Cenâb-ı Hakk’ın, yakında o mekândan çıkacak olan Son Peygamber’in (s.a.v.) hürmetine Kâbe’yi nasıl koruduğunun açık bir isbatı idi. Kur’ân-ı Kerîm, bu olayı müstakil bir sure ile şöyle tasvir eder:
“Görmedin mi, Rabbin fil sahiplerine ne yaptı? Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Üzerlerine balçıktan pişirilmiş sert taşlar atan sürülerle kuşlar gönderdi. Nihayet onları yenilmiş ekin yaprakları gibi yaptı.” (Fil, 105/1-5 )

Nur’un Doğuşu (Mevlid-i Nebî)

Fil Vak’asından yaklaşık 50-55 gün sonra, Rebiülevvel ayının 12. gecesi, Pazartesi günü (tarih hakkında farklı rivayetler olsa da en meşhuru budur), Mekke’de, şafak vakti bir evden nur yükseldi.
Hz. Amine’nin hanesinde, babası Abdullah’ı daha dünyaya gelmeden kaybeden o mübarek Yetim (s.a.v.) dünyaya teşrif etti.
Siyer kaynakları, o geceyi harikulâde hadiselerle tasvir eder: O doğduğunda, annesi doğuya ve batıya uzanan bir nur gördüğünü anlatır. Asırlardır sönmeyen, Mecûsîlerin taptığı Kisrâ’nın ateşgâhı sönmüş, Sâve Gölü’nün suları çekilmiş ve Kisrâ’nın sarayından 14 burç yıkılmıştı. Bütün bunlar, dünyaya gelenin sıradan bir çocuk değil, zulmü ve şirki yıkacak, Fars ve Rum imparatorlukları gibi nice saltanatları manen devirecek olan Âhir Zaman Peygamberi olduğunu haber veriyordu.
Müjdeyi alan dedesi Abdülmuttalib, büyük bir sevinçle torununu kucağına aldı, Kâbe’ye götürdü ve Allah’a şükredip O’na tavaf ettirdi. İsim koyma vakti geldiğinde, o güne kadar Arap toplumunda pek duyulmamış bir isim seçti:
“Muhammed” (sallallâhu aleyhi ve sellem).
“Neden bu ismi verdin?” diye soranlara, “Umulur ki, O’nu yerde insanlar, gökte de Allah (ve melekleri) övecek (hamd edecek)” diye cevap verdi. O, ‘Çokça Övülen’di.

Süt Anne Yılları: Beni Sa’d Yurdunda

Mekke’nin havası, yeni doğan çocuklar için ağır ve salgın hastalıklara müsaitti. Arap eşrafı, çocuklarının hem daha sağlıklı büyümeleri hem de bozulmamış, fasih (düzgün) Arapça’yı öğrenmeleri için onları çöldeki kabilelerden gelen süt annelere verirlerdi.
Beni Sa’d kabilesinden kadınlar Mekke’ye gelmişti. Ancak içlerinden Halîme binti Ebî Züeyb (Hz. Halîme) hariç hiçbiri, “yetim” olduğu ve babasından bir karşılık alamayacakları için bu çocuğu almak istememişti. Kabileye eli boş dönmek istemeyen Hz. Halîme, eşiyle istişare etti ve “Belki de bu yetim, bize bereket getirir” diyerek Muhammed’i (s.a.v.) almaya karar verdi.
O’nu (s.a.v.) aldıkları andan itibaren, hayatlarındaki bereketi ve değişimi bizzat müşahede ettiler. Sütü çekilmiş hayvanları sütle doldu, zayıf merkebi hızlandı, kurak yurtları yeşerdi. O, gittiği yere “bereket” götürmüştü.
İki yıl boyunca O’nu (s.a.v.) emzirdi ve büyüttü. İki yılın sonunda sütten kesilince Mekke’ye getirdiler, ancak o dönemdeki bir veba salgını endişesiyle ve O’ndaki bereketi gördüklerinden, Hz. Amine’den rica ederek bir müddet daha yanlarında kalmasını sağladılar.

Şakk-ı Sadr (Göğsün Yarılması) Hadisesi

Efendimiz (s.a.v.), Siyer kaynaklarına göre yaklaşık dört veya beş yaşlarındayken, süt kardeşiyle birlikte kuzuların yanında oynuyordu. O esnada, beyaz elbiseli iki zat (Hz. Cebrail ve Mikâil a.s.) geldi. O’nu (s.a.v.) tutup yatırdılar ve mübarek göğsünü yardılar. Kalbini çıkarıp içinden “şeytanın nasibi” olan siyah bir pıhtıyı (alâka) çıkardılar. Kalbini zemzemle (veya nur ile) yıkayıp tekrar yerine koydular ve göğsünü kapattılar.
Bu, O’nun (s.a.v.) derûnî (iç) olarak peygamberliğe hazırlanmasının ilk ve en mühim adımlarından biriydi; O’nun (s.a.v.) nefsanî ve şeytanî her türlü vesveseden arındırılmasıydı. Bu hadiseye şahit olan süt kardeşinin korkuyla ailesine haber vermesi üzerine Hz. Halîme ve eşi büyük endişeye kapıldılar.
Bu harikulâde ve manevî ameliyattan sonra, O’na (s.a.v.) bir zarar gelmesinden korkan Hz. Halîme, O’nu artık Mekke’ye, öz annesi Hz. Amine’ye teslim etme vaktinin geldiğine karar verdi.
Böylece, çölün saf havasını teneffüs etmiş, en fasih Arapça’yı öğrenmiş ve manen temizlenmiş o “Emin” çocuk, Mekke’ye, annesinin şefkatli kollarına döndü.

Bu ilk bölüm, O’nun (s.a.v.) dünyaya teşriflerini ve süt anne yıllarını (yaklaşık 6 yaşına kadar) tasvir etmiştir.

 

 

BÖLÜM 2: GÜVENİLİR GENÇ “EL-EMİN”
(Peygamberlik Öncesi Dönem – II)

Şefkat Kanatlarının Kaybı: Annenin Vefatı

Mekke’ye, annesi Hz. Amine’nin yanına dönen o mübarek çocuk (s.a.v.), yaklaşık altı yaşına kadar annesinin şefkatli himayesinde kaldı. Hz. Amine, hem oğluna babasının Medine’deki (o zamanki adıyla Yesrib) akrabalarını (Neccâroğulları) tanıtmak hem de eşi Abdullah’ın kabrini ziyaret etmek için bir yolculuk planladı.
Yanlarına, babasından kendisine miras kalan hizmetlisi Ümmü Eymen’i de alarak yola çıktılar. Medine’de bir müddet kaldılar. O küçük Muhammed (s.a.v.), babasının defnedildiği yeri gördü, dayıoğullarıyla vakit geçirdi.
Ancak Mekke’ye dönüş yolunda, “Ebvâ” denilen mevkide, Hz. Amine aniden hastalandı. Vefat edeceğini anladığında, altı yaşındaki biricik oğlunun mübarek yüzüne son bir kez baktı ve Siyer kaynaklarının naklettiğine göre, O’na şöyle fısıldadı: “Her yeni eskiyecek, her fâni yok olacaktır. Ben de öleceğim, fakat hayırla yâd edileceğim. Çünkü arkamda tertemiz bir evlat ve büyük bir hayır bırakıyorum.”
Ve o şefkatli anne, ıssız çöl yolunda ruhunu teslim etti.
O altı yaşındaki Yetim (s.a.v.), önce babasını (doğmadan), şimdi de annesini kaybetmişti. Artık O, hem yetim hem de öksüzdü. Ümmü Eymen, bu büyük emaneti (s.a.v.) alıp Mekke’ye, dedesi Abdülmuttalib’e ulaştırdı.

Dedenin Himayesi ve Vefatı

Abdülmuttalib, Kureyş’in reisiydi ve heybetli bir zattı. Kâbe’nin gölgesindeki hususi minderine O’ndan başka kimse oturamazdı. Fakat bu yetim torununa karşı derûnî bir sevgisi vardı. O geldiğinde, amcaları bile O’nu minderden çekmek istese, Abdülmuttalib müdahale eder, “Bırakın oğlumu, O’nun ileride büyük bir şânı olacaktır!” derdi. O’nu yanına oturtur, mübarek sırtını sıvazlardı.
Bu himaye ve sevgi dolu kucak da uzun sürmedi. Efendimiz (s.a.v.) sekiz yaşına geldiğinde, Abdülmuttalib de vefat etti. O (s.a.v.), dedesinin cenazesinin arkasından gözyaşları dökmüştü.
Cenâb-ı Hak, O’nu (s.a.v.) peygamberliğe hazırlarken, anne ve babasının şefkatinden mahrum bırakmıştı. Ta ki O’nun (s.a.v.) kalbi, fani sevgilere değil, sadece ve sadece Bâkî olan Rabbine bağlansın. Ve O (s.a.v.), ileride bütün yetimlerin, kimsesizlerin ve mazlumların sığınağı olsun.
Kur’ân-ı Kerîm, yıllar sonra O’na (s.a.v.) bu durumu şöyle hatırlatacaktı:
“O, seni yetim bulup da barındırmadı mı?” (Duhâ, 93/6 )

Ebû Tâlib’in Himayesi

Abdülmuttalib, vefatından önce, oğulları arasında istişare etmiş ve bu mübarek Yetim’in himayesini, O’nun (s.a.v.) babası Abdullah ile ana-baba bir kardeş olan Ebû Tâlib’e vasiyet etmişti.
Ebû Tâlib, zengin değildi, ailesi kalabalıktı, ancak Kureyş içinde itibarı yüksek, şerefli bir zattı. Yeğeni Muhammed’i (s.a.v.) kendi evlatlarından daha çok sevdi, O’nu yanından ayırmadı. Gittiği yere O’nu da götürür, sofrada O olmadan yemeğe başlamazdı. O’nun (s.a.v.) bulunduğu sofranın bereketi artardı.
Bu himaye, sadece bir amca-yeğen ilişkisi değil, ileride Nübüvvet (Peygamberlik) davası başladığında, bütün Kureyş’in karşısında yeğenini koruyacak olan sarsılmaz bir kalkanın da başlangıcıydı.

İlk Ticarî Sefer ve Rahip Bahîra Hadisesi

Efendimiz (s.a.v.) on iki yaşlarına geldiğinde (farklı rivayetler de mevcuttur), amcası Ebû Tâlib, Şam (Suriye) bölgesine bir ticaret kervanı hazırlığındaydı. Yeğenini Mekke’de bırakıp gitmek O’na ağır geldi. Efendimiz’in (s.a.v.) de gitme arzusu üzerine, O’nu da kervana dahil etti.
Kervan, Şam yolu üzerindeki Busrâ kasabasında mola verdi. Orada, “Bahîra” (veya Cercis) adında, Hristiyan âlimi olan bir rahibin manastırı vardı. Bu rahip, eski kitaplarda (İncil ve Tevrat) Âhir Zaman Peygamberi’nin vasıflarını, çıkacağı yeri ve zamanı okumuştu.
Bahîra, normalde manastırından çıkıp kervanlarla ilgilenmezdi. Fakat bu kez, kervan yaklaşırken harikulâde bir duruma şahit oldu: Kervanın üzerinde küçük bir bulut parçasının hareket ettiğini ve kervan mola verince de bir ağacın altında duran çocuğun (s.a.v.) üzerine gölge ettiğini fark etti.
Hemen bir sofra hazırlatıp kervanı davet etti. Herkes geldi, ancak O çocuğu (s.a.v.) develerin yanında bıraktılar. Bahîra, “Aranızda gelmeyen kimse kaldı mı?” diye ısrarla sordu. “Sadece bir çocuk kaldı” dediklerinde, “O da gelsin!” dedi.
Muhammed (s.a.v.) sofraya geldiğinde, Rahip Bahîra’nın gözleri O’nun (s.a.v.) üzerindeydi. O’nu (s.a.v.) dikkatle süzdü; kitaplarda okuduğu alametleri (özellikleri) arıyordu. Yemekten sonra O’nu (s.a.v.) kenara çekti ve O’na (s.a.v.) Lât ve Uzzâ (o dönemin meşhur putları) adına yemin vererek bazı sualler sormak istedi.
Efendimiz (s.a.v.) hemen cevap verdi: “Benim en nefret ettiğim şeyler adına bana yemin verme!”
Bahîra, “Öyleyse Allah adına söyle” dedi ve O’na (s.a.v.) bazı şeyler sordu. Aldığı cevaplar, kitaplardaki tasvirlere uyuyordu. Son bir teyit için mübarek sırtına bakmak istedi. Amcasının da müsaadesiyle gömleğini sıyırdığında, iki kürek kemiği arasında, kitaplarda “Nübüvvet Mührü” (Hâtemü’n-Nübüvve) olarak belirtilen, güvercin yumurtası büyüklüğündeki ben şeklindeki işareti gördü.
Artık emindi. Hemen Ebû Tâlib’e döndü ve dedi ki:
“Bu çocuk, senin yeğenin mi?”
Ebû Tâlib, “Oğlumdur” dedi (Araplar yeğenlerine ‘oğlum’ derdi).
Bahîra, “Hayır, bu çocuğun babasının hayatta olmaması lazım” dedi.
Ebû Tâlib şaşırdı: “Doğrudur, o benim yeğenimdir, babası o doğmadan vefat etti.”
Bunun üzerine Rahip Bahîra şu tarihî uyarıyı yaptı:
“Bu çocuk, Âlemlerin Efendisi, Allah’ın son Peygamberidir. O’nu hemen Mekke’ye geri götür. Eğer Yahudiler O’nu görür ve benim O’nda fark ettiğim alametleri fark ederlerse, O’na kötülük yaparlar. O’nun şânı çok yüce olacaktır!”
Ebû Tâlib, bu nasihati dinledi, ticareti hızla tamamlayıp (veya yarıda bırakıp) yeğenini emniyetle Mekke’ye geri getirdi. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) Nübüvvetinin, Ehl-i Kitap (Hristiyan ve Yahudiler) tarafından dahi bilindiğinin ve beklendiğinin ilk mühim isbatı idi.

“El-Emîn” (Güvenilir) Sıfatının Kazanılması

Efendimiz (s.a.v.) gençlik yıllarına eriştiğinde, Mekke’nin o bozulmuş, yalanın, hilenin ve ahlâksızlığın yaygın olduğu toplumunda, bir fazilet âbidesi gibi yükseliyordu.
O (s.a.v.), hayatı boyunca hiç yalan söylememişti.
Hiç kimseyi aldatmamıştı.
Hiçbir puta tapmamış, onlar adına kesilen kurbanların etinden yememişti.
Cahiliye âdetlerinin hiçbirine bulaşmamıştı.
Öyle ki, düşmanları dahi O’nun (s.a.v.) doğruluğunu ve güvenilirliğini kabul etmek zorundaydı. Bütün Mekke halkı, O’na (s.a.v.) isimlerin en güzelini, sıfatların en yücesini vermişti:
“Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed).
İnsanlar en kıymetli eşyalarını, sefere veya yolculuğa çıkarken O’na (s.a.v.) emanet ederlerdi. Bilirlerdi ki, O’nun (s.a.v.) yanındaki emanete zeval gelmezdi.
O (s.a.v.), henüz Peygamber olmadan evvel, ahlâkıyla peygamberliğe layık olduğunu ispat etmişti.

******************

BÖLÜM 3: FAZİLET TİMSALİ BİR GENÇ VE MÜBAREK İZDİVAÇ

(Peygamberlik Öncesi Dönem – III)

Ficâr Savaşları ve O’nun (s.a.v.) Duruşu

Efendimiz (s.a.v.), on beş ila yirmi yaşları arasındayken, Mekke’nin de dahil olduğu kabileler arasında kanlı bir savaş patlak verdi. Bu savaşlara “Ficâr Savaşları” (Günah Savaşları) denilmesinin sebebi, Araplar için mukaddes kabul edilen ve savaşmanın kesinlikle yasak (haram) olduğu “Haram Aylar”da (Zilkade, Zilhicce, Muharrem, Receb) yapılmış olmasıydı.
Bu savaşlarda, Kureyş kabilesi de kendi müttefiklerinin yanında yer almak zorunda kaldı. Efendimiz (s.a.v.) de amcaları (Ebû Tâlib, Zübeyr b. Abdülmuttalib) ile birlikte bu savaşa iştirak etti.
Ancak O’nun (s.a.v.) fıtratı (yapısı), kan dökmekten, zulümden ve Câhiliye âdetlerinin bu vahşî tezahürlerinden fersah fersah uzaktı. Siyer kaynakları, O’nun (s.a.v.) bu savaşlarda fiilen kimseyi öldürmediğini, kimseye kılıç çekmediğini ittifakla belirtir. O’nun (s.a.v.) vazifesi, daha ziyade cephe gerisinde durmak; düşman tarafından atılan okları toplayıp, savunan amcalarına temin etmek şeklinde, pasif bir yardımdan ibaretti.
Bu hadise dahi, O’nun (s.a.v.) Nübüvvet öncesi hayatında bile ne kadar merhametli ve barış yanlısı bir ahlâka sahip olduğunun bir isbatı idi.

Hilfü’l-Fudûl (Faziletliler Antlaşması)

Ficâr Savaşları’nın bitiminde, Mekke’deki sosyal yapı iyice bozulmuş, adalet mefhumu kaybolmuştu. Güçlüler zayıfları eziyor, dışarıdan ticaret için gelenlerin mallarına el konuluyordu.
Yine böyle bir hadisede, Yemenli bir tüccar Mekke’ye mal getirmiş, Kureyş’in nüfuzlu isimlerinden Âs b. Vâil, malları satın almış ancak parasını ödememişti. Mazlum tüccar, hakkını aramak için Kâbe’nin yanında, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak Kureyş’in ileri gelenlerine feryat etti.
Bu feryat, Mekke’de vicdanı sönmemiş bazı faziletli kimseleri harekete geçirdi. Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib’in öncülüğünde, Kureyş’in bazı kolları (Haşimoğulları, Zühreoğulları, Teymoğulları vb.) Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde toplandı.
Efendimiz (s.a.v.) de, yirmili yaşlarında bir genç olarak, bu toplantıya bizzat ve faal olarak katıldı.
Orada, tarihe “Hilfü’l-Fudûl” (Faziletliler Yemini/Antlaşması) olarak geçecek olan şu yemini ettiler:
“Allah’a yemin olsun ki, Mekke şehrinde ister yerli ister yabancı olsun, bir kimse zulme uğrarsa, biz hepimiz o mazlumun yanında yer alacağız. Zulmü yapan zâlimden, o mazlumun hakkını geri alıncaya kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz. Denizler bir yünü ıslatacak su bulundukça (yani sonsuza dek) bu yemine sadık kalacağız.”
Bu antlaşma, Câhiliye karanlığında bir adalet ışığıydı. O’nun (s.a.v.) Nübüvvetten sonra bu hadiseyi hatırlarken şöyle buyurduğu rivayet edilir:
“Abdullah b. Cüd’ân’ın evinde öyle bir antlaşmada bulundum ki, o antlaşmayı bana kızıl tüylü (en kıymetli) develer sürüsüne değişmem. Eğer İslâm devrinde de böyle bir antlaşmaya çağırılsam, tereddütsüz katılırım.”
Bu, O’nun (s.a.v.) adalet ve fazilet anlayışının, peygamberliğinden önce de fıtratında mevcut olduğunu gösteren en parlak delillerdendi.
Tâhire’nin Kervanı: Hz. Hatice ile Ticaret
Gençliğinde amcalarına çobanlık yaparak geçimine yardım eden Efendimiz (s.a.v.), yirmi beş yaşlarına geldiğinde artık ticaretle meşgul olmaya başlamıştı. O’nun (s.a.v.) şöhreti, “Muhammedü’l-Emîn” (Güvenilir Muhammed) lakabıyla bütün Mekke’ye yayılmıştı.
O sıralarda, Mekke’nin en şerefli, en asil ve en zengin kadınlarından biri olan Hz. Hatice bint Huveylid bulunuyordu. Hz. Hatice (radıyallâhu anhâ), Câhiliye devrinde dahi iffeti, temiz ahlâkı ve asaleti sebebiyle “Tâhire” (Tertemiz Kadın) lakabıyla anılırdı. Kendi adına ticaret kervanları düzenler, güvendiği kimselerle ortaklık (mudarabe) yapardı.
Hz. Hatice (r.anha), O “Emîn” gencin (s.a.v.) methini duymuştu. O’na (s.a.v.) haber göndererek, Şam’a gidecek olan kervanının idaresini kendisine teklif etti. Bu hizmeti karşılığında, başkalarına verdiğinden çok daha fazlasını vereceğini vaat etti. Ayrıca, güvendiği hizmetlisi (kölesi) Meysere’yi de O’nun (s.a.v.) emrine verecekti.
Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e danıştı. Ebû Tâlib, geçim sıkıntısı içinde olduklarını, bu teklifin çok hayırlı olduğunu belirterek kabul etmesini tavsiye etti.
Böylece Muhammedü’l-Emîn (s.a.v.), Hz. Hatice’nin (r.anha) kervanının başında Şam’a doğru yola çıktı. Hizmetli Meysere de yanındaydı.
Meysere, bu yolculukta sıradan bir tüccar değil, bir fazilet âbidesi müşahede etti. O’nun (s.a.v.) alışverişteki dürüstlüğünü, insanlara muamelesindeki nezaketini, emanete riayetindeki hassasiyetini hayranlıkla izledi. Siyer kaynakları, Meysere’nin yolculuk boyunca O’nu (s.a.v.) takip eden bir bulutun gölgelediğini ve Busrâ’da Rahip Bahîra’nın yerini alan Nestûra adındaki bir başka rahibin O’ndaki Nübüvvet alâmetlerini fark ettiğini gördüğünü nakleder.
Kervan, Mekke’ye döndüğünde, O’nun (s.a.v.) dürüstlüğü ve ticari mahareti sayesinde, o ana kadar görülmemiş bir kâr elde edilmişti.
Ancak Meysere’nin, hanımı Hz. Hatice’ye (r.anha) anlattığı şeyler, kârdan çok daha mühimdi. O (s.a.v.), getirdiği kârdan ziyade, sahip olduğu yüce ahlâkı, emâneti ve Meysere’nin şahit olduğu o harikulâde halleriyle Hz. Hatice’nin (r.anha) kalbinde ve zihninde çok derin bir yer edindi.

Mübarek İzdİvaç: İki Nûrun Buluşması

Hz. Hatice (r.anha), asil, zengin ve “Tâhire” lakaplı bir hanımefendi olarak, Kureyş’in en zengin reislerinden pek çok evlilik teklifi almış, ancak hiçbirini kabul etmemişti.
Fakat O’nda (s.a.v.) gördüğü; mal, mülk veya kabile gücü değil, eşine az rastlanır bir asalet, sarsılmaz bir güvenilirlik (emanet) ve yüce bir ahlâktı.
Hz. Hatice (r.anha), bu mübarek gence (s.a.v.) evlenme teklif etmeye karar verdi. Bu, o toplumun âdetlerine göre bir kadının yapması zor bir adımdı. Aracı olarak güvendiği Nefîse bint Münebbih’i O’na (s.a.v.) gönderdi.
Nefîse, Efendimiz’e (s.a.v.) neden evlenmediğini sordu. Efendimiz (s.a.v.), mütevazı bir şekilde, evlenecek kadar malî gücü olmadığını belirtti. Nefîse, “Peki, eğer sana mal, güzellik, şeref ve asalet sahibi bir kadın teklif edilse, kabul eder misin?” dedi. “Kimdir o?” diye sorduğunda, “Hatice bint Huveylid” cevabını aldı.
Efendimiz (s.a.v.), durumu amcalarıyla istişare etti. Başta Ebû Tâlib olmak üzere bütün amcaları bu izdivaca çok sevindi.
Her iki tarafın aileleri bir araya geldi. Efendimiz (s.a.v.) yirmi beş, Hz. Hatice (r.anha) ise (meşhur rivayete göre) kırk yaşındaydı.
Bu evlilik, Mekke’de iki müstesna insanın, “el-Emîn” (Güvenilir) ile “et-Tâhire”nin (Tertemiz) evliliğiydi. Bu, sadece bir yuva kurmak değil, aynı zamanda Nübüvvet’ten önceki son büyük hazırlıktı.
Bu mübarek evlilik, ileride başlayacak olan o çileli peygamberlik davasında, Efendimiz’in (s.a.v.) en büyük destekçisi, ilk iman eden “Vezir-i Sadık”ı ve O’nun (s.a.v.) sığınacağı manevî bir liman olacaktı. Bu evlilikten (Hz. İbrahim hariç) bütün evlatları dünyaya gelecek; Kâsım, Zeynep, Rukiyye, Ümmü Gülsüm, Fâtıma ve Abdullah (Tayyib/Tahir).

BÖLÜM 4: VAHYE HAZIRLIK, KÂBE HAKEMLİĞİ VE İLK ÇAĞRI
(Nübüvvet’in Başlangıcı)

Kâbe Hakemliği: “el-Emîn”in Adaleti
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) otuz beş yaşlarındayken, Mekke mühim bir hadiseye sahne oldu. Kâbe-i Muazzama, yaşanan bir sel felaketi (bazı rivayetlerde küçük bir yangın) sebebiyle ciddi hasar görmüş, duvarları zayıflamıştı. Kureyş kabileleri, ataları Hz. İbrahim’in (a.s.) bu mübarek mabedini yeniden inşa etmeye karar verdiler.
Bu inşaatta çok hassas bir karar aldılar: Kâbe’nin yapımında asla haram kazanç (faiz, zulümle elde edilen mal, hırsızlık malı vb.) kullanılmayacak, sadece “tayyib” (temiz) kazanç harcanacaktı.
Bu güzel niyetlerine rağmen, topladıkları temiz kazanç, Kâbe’yi Hz. İbrahim’in (a.s.) temellerinin tamamı üzerine inşa etmeye yetmedi. Bu sebeple, Kâbe’nin kuzey tarafındaki “Hatr” (veya Hicr-i İsmail) denilen yarım daire şeklindeki kısmı, binanın dışında bırakmak zorunda kaldılar (bugün tavafın bu alanın dışından yapılmasının sebebi budur).
Bina tamamlandı, sıra en mukaddes parçaya, “Hacerü’l-Esved”in (Cennetten gelen Siyah Taş) yerine konulmasına gelmişti.
Bu, muazzam bir şerefti. Her kabile, bu şerefin sadece kendilerine ait olmasını istiyordu. Tartışma öyle büyüdü ki, kabile reisleri kılıçlarını çektiler, kan dolu çanaklara ellerini batırıp “ölümüne savaş” yemini etmeye kalkıştılar. Mekke, bir iç savaşın eşiğine gelmişti.
Tam bu esnada, Kureyş’in en yaşlısı olan Ebû Ümeyye bin Muğîre bir teklifte bulundu: “Ey Kureyş! Gelin, bir karara varalım. Şu Benî Şeybe kapısından (Kâbe’nin kapılarından biri) içeri girecek ilk kişiyi aramızda ‘hakem’ tayin edelim. O ne karar verirse, hepimiz kabul edelim.”
Bu teklif, gerginliği bir nebze olsun dindirdi. Herkesin nazarı (bakışı) o kapıdaydı. Acaba kim gelecekti?
Kapıdan giren mübarek bir sîmâ göründü. Onu gören bütün kabile reislerinin yüzü aydınlandı ve hep bir ağızdan sevinçle bağırdılar:
“İşte O geliyor! O, el-Emîn’dir! O, Muhammed’dir! O’nun hakemliğine hepimiz razıyız!”
Durumu O’na (s.a.v.) izah ettiler.
O (s.a.v.), peygamberlere mahsus o eşsiz hikmet ve ferâsetle, kan dökülmesini önleyecek o muhteşem çözümü buldu. Yere mübarek ridasını (hırkasını/yaygısını) serdi. Hacerü’l-Esved’i bizzat kendi elleriyle kaldırıp ridanın ortasına koydu.
Sonra, birbiriyle savaşmanın eşiğindeki bütün kabilelerin reislerini çağırdı ve “Her biriniz ridanın bir köşesinden tutun” buyurdu.
Hepsi birlikte, bu şerefe ortak olarak taşı kaldırdılar. Taş, konulacağı hizaya geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) tekrar öne çıktı, taşı mübarek elleriyle alıp Kâbe’deki yerine yerleştirdi.
Böylece, O’nun (s.a.v.) “Emîn” sıfatı ve hikmeti, Mekke’yi büyük bir felaketten kurtarmış oldu. Bu hadise, O’nun (s.a.v.) sadece güvenilir değil, aynı zamanda toplumun lideri (Efendisi) olmaya layık olduğunun da bir isbatı idi.

Hira’da Uzlet ve Sâdık Rüyalar

Efendimiz (s.a.v.) kırk yaşına yaklaşırken, içinde yaşadığı toplumun hali O’nu (s.a.v.) derinden yaralıyordu. Putlara tapan insanlar, adaletsizlik, ahlâkî çöküntü ve Câhiliye karanlığı… O’nun (s.a.v.) mübarek fıtratı (yapısı) bu manzaradan sıkılıyor, bir arayış içine giriyordu.
Bu dönemde O’na (s.a.v.) bir “uzlet” (yalnızlık) hali sevdirildi.
Mekke’nin dışındaki, sonradan “Cebel-i Nur” (Nur Dağı) adını alacak olan dağdaki “Hira Mağarası”nı kendisine halvethane (yalnızlık ve ibadet mekanı) seçti.
Mübarek zevcesi Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) azığını hazırlar, O (s.a.v.) da Hira’ya çekilirdi. Orada günlerce, bazen haftalarca (bilhassa Ramazan aylarında) kalır; atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Hanîf dininin izleri üzerinde “tefekkür” ederdi. Kâinatın Sahibini, yaratılışın gayesini ve insanların bu gafletini düşünürdü.
Nübüvvet’ten altı ay kadar önce, O’na (s.a.v.) “Sâdıku’r-Rü’yâ” (Sâdık Rüyalar) hali başladı. Hz. Aişe’nin (r.anha) rivayetine göre, “O (s.a.v.), o dönemde hangi rüyayı görse, sabah olduğunda o rüya, fecir aydınlığı gibi apaçık aynen çıkardı.”
Bu, O’nun (s.a.v.) mübarek ruhunun, vahyin o muazzam ağırlığına hazırlanmasının ilk merhalesiydi.

Büyük Hadise: İlk Vahiy (610 M.)

Ve beklenen an geldi. O (s.a.v.), yine bir Ramazan gecesi (Kadir Gecesi olduğu kuvvetle rivayet edilir), Hira Mağarası’nda tefekkür halindeydi. Kırk yaşındaydı.
Aniden, mağaranın içi O’nun (s.a.v.) daha önce hiç görmediği bir varlıkla doldu. Bu, Meleklerin en büyüğü, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm) idi.
Melek, O’na (s.a.v.) yaklaştı ve o Cihan Şümul emri verdi:
“اقْرَأْ” (İkra’ / Oku!)
Efendimiz (s.a.v.), bir mektep medrese görmemiş, okuma yazma bilmeyen (Ümmî) idi. Hayatında ne bir kitap okumuş ne de bir satır yazmıştı. Hayret ve bir miktar korkuyla cevap verdi:
“Mâ ene bi kâriin.” (Ben okuma bilmem.)
Melek (Cebrail a.s.), O’nu (s.a.v.) yakaladı ve dayanılmaz bir kuvvetle sıktı (takatini kesecek kadar). Bu, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) varlığını sarsıp, ilâhî kelâmın ağırlığına hazırlamak içindi. Sonra bıraktı ve emri tekrarladı:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.) yine aynı cevabı verdi: “Ben okuma bilmem.”
Cebrail (a.s.), O’nu (s.a.v.) ikinci kez ve daha şiddetli sıktı, bıraktı ve tekrar emretti:
“Oku!”
Efendimiz (s.a.v.), üçüncü kez nefesi kesilmiş halde, “Ben okuma bilmem, ne okuyayım?” dediğinde, Melek, O’nu (s.a.v.) üçüncü ve son kez sıktıktan sonra bıraktı ve Allah Teâlâ’nın kıyamete kadar sürecek olan Son Hitabının ilk ayetlerini O’nun (s.a.v.) kalbine indirdi:
“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı ‘alak’tan (aşılanmış yumurtadan) yarattı. Oku! Rabbin, en büyük kerem sahibidir. O, kalemle (yazmayı) öğretendir. İnsana bilmediğini öğretendir.” (Alak, 96/1-5 )
Bu, kâinatın en büyük hadisesiydi. Artık O (s.a.v.), “Muhammedü’l-Emîn” değil, aynı zamanda “Resûlullah” (Allah’ın Elçisi) idi.

Vahyin Ağırlığı ve İlk Destek: Hz. Hatice (r.anha)

Olanların dehşeti ve vahyin ağırlığıyla Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek kalbi şiddetle çarpıyordu. Mağaradan hızla indi, evine, sığınağına, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu.
İçeri girdiğinde titriyordu ve sadece şunu söyledi:
“Zemmilûnî! Zemmilûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
Hz. Hatice (r.anha), o asil ve “Tâhire” zevce, telaşlanmadı. O’nu (s.a.v.) bir örtüyle örttü, mübarek başını dizine koydu ve sakinleşmesini bekledi.
Efendimiz (s.a.v.) biraz sakinleşince, Hira’da olanları başından sonuna kadar anlattı ve derin bir endişeyle ekledi: “Ey Hatice, (başımın derde girmesinden veya bu ağır yükü taşıyamamaktan) kendimden korktum!”
İşte o an, Hz. Hatice’nin (r.anha) imanı ve ferâseti, tarihin seyrini değiştirecek şu cevabı verdi. Bu sözler, ilk mü’minin sözleriydi:
“Korkma! Vallahi, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmez, utandırmaz. Çünkü sen:
Akrabalık bağlarını gözetirsin (Sıla-i rahim yaparsın),
Her zaman doğru söz söylersin,
Zor durumda olanların (veya başkalarının) yükünü taşırsın,
Misafiri ağırlarsın,
Fakire ve yoksula kazandırırsın (onlara kimsenin vermediğini verir, yardım edersin),
Ve hak yolunda (felakete uğrayanlara) yardım edersin.”
Hz. Hatice (r.anha), O’nun (s.a.v.) peygamberliğinin isbatını, O’nun (s.a.v.) yüce ahlâkında bulmuştu. Böyle faziletlere sahip bir zatı, Allah’ın (c.c.) yalnız bırakmayacağını biliyordu.
Böylece O (r.anha), Resûlullah’a (s.a.v.) ilk iman eden, O’nu (s.a.v.) ilk tasdik eden ve O’nun (s.a.v.) davasındaki ilk ve en büyük destekçisi olma şerefine erişti.

BÖLÜM 5: NÂMÛS-I EKBER’İN TASDİKİ VE GİZLİ DAVET
(Nübüvvet’in İlk Yılları)

Ehl-i Kitap Âliminin Tasdiki: Varaka bin Nevfel

Hz. Hatice (r.anha), zevcindeki (s.a.v.) o yüce ahlâkın, böyle bir ilâhî tecrübeye mazhar olmasının en büyük isbatı olduğuna kani idi. Ancak durumu teyit etmek ve O’nu (s.a.v.) daha da mutmain kılmak için, bilgisine güvendiği birine gitmeye karar verdi.
Bu kişi, amcasının oğlu olan Varaka bin Nevfel idi.
Varaka, Câhiliye devrinde yaşamasına rağmen putlara tapmayan, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) dini olan Hanîf inancı üzere yaşayan, Ehl-i Kitap (Tevrat ve İncil) hakkında derin vukûfiyeti (bilgisi) olan, çok yaşlanmış ve gözleri görmeyen hikmet sahibi bir zattı.
Hz. Hatice (r.anha), Efendimiz’i (s.a.v.) yanına alarak Varaka’ya gitti. “Ey amcamın oğlu, dinle! Bak, kardeşinin oğlu (yeğenin) ne söylüyor!” dedi.
Varaka, “Ne oldu, ey kardeşimin oğlu?” diye sordu.
Resûlullah (s.a.v.), Hira’da başından geçenleri, gördüğü Meleği (Cebrail a.s.) ve işittiği o ilk ayetleri (Alak, 1-5) anlattı.
Efendimiz’i (s.a.v.) dinleyen Varaka bin Nevfel’in rengi değişti ve heyecanla haykırdı:
“Kuddûs! Kuddûs! (Ne kadar mukaddes, ne kadar yüce!) Vallahi, bu gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya (a.s.) ve Îsâ’ya (a.s.) indirdiği Nâmûs-ı Ekber’dir (Vahiy Meleği Cebrail’dir)!”
Varaka, asırlardır beklenen o müjdeyi tasdik etmişti. O (s.a.v.), Allah’ın Son Peygamberi idi.
Sonra Varaka, acı bir hakikati dile getirdi:
“Keşke kavmin seni yurdundan (Mekke’den) çıkaracağı o günlerde genç ve güçlü olsaydım da sana yardım edebilseydim!”
Resûlullah (s.a.v.) bu söz karşısında hayrete düştü. O (s.a.v.), Mekke’nin en asil ailesindendi, “el-Emîn” idi, herkes O’na (s.a.v.) hürmet ediyordu. Bu yüzden sordu:
“Ev emuhrîciyye hüm?” (Onlar beni yurdumdan çıkaracaklar mı?)
Varaka, tecrübenin ve tarih bilgisinin verdiği o keskin cevapla tasdik etti:
“Evet! Senin getirdiğin bu (ilâhî mesaj) gibi bir şey getiren hiçbir peygamber yoktur ki, düşmanlığa uğramamış, zulüm görmemiş ve yurdundan çıkarılmamış olsun. Eğer senin o davet günlerine yetişirsem, sana var gücümle yardım ederim.”
Bu konuşma, Efendimiz’in (s.a.v.) kalbini mutmain kıldı ve O’na (s.a.v.) yükleneceği bu ağır vazifenin ne kadar çetin geçeceğini de haber vermiş oldu. (Çok geçmeden Varaka bin Nevfel vefat etti.)

Fetretü’l-Vahy (Vahyin Kesilmesi Dönemi)

İlk vahiy olan “İkra'” (Oku!) emrinden sonra, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bir müddet gelmedi. Siyer kaynaklarında bu müddetin süresi hakkında farklı rivayetler (birkaç günden aylara kadar) zikredilir.
Bu sessizlik dönemi (Fetretü’l-Vahy), Efendimiz’i (s.a.v.) derin bir hüzne ve endişeye sevk etti. Acaba Rabbi O’nu (s.a.v.) terk mi etmişti? O ilk tecelli bir defaya mahsus muydu?
Bu sessizlikte büyük hikmetler vardı:
• İlk vahyin o muazzam sarsıntısını ve dehşetini üzerinden atması ve sakinleşmesi.
• Gelen vahye karşı derûnî bir iştiyak (özlem ve arzu) duyması, O’na (s.a.v.) hasret kalması.
• Vahyin, O’nun (s.a.v.) kendi içinden gelen bir ses veya düşünce değil, tamamen hâricî (dış) ve İlâhî bir kaynak olduğunu; O’nun (s.a.v.) iradesine tâbi olmadığını isbat etmek.
Mekke müşriklerinden bazıları, bilhassa Ebû Leheb’in hanımı Ümmü Cemil, bu sessizliği fırsat bilerek O’nunla (s.a.v.) alay etmeye başlamış, “Görüyorum ki, senin o arkadaşın (Rabbin) sana darılmış, seni terk etmiş!” diyerek O’nu (s.a.v.) incitmişlerdi.
Bu alaylara ve o derûnî hasrete cevap, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle gelecekti:
“Kuşluk vaktine andolsun, (karanlığı ile) sükûnete erdiğinde geceye andolsun ki, Rabbin seni terk etmedi, sana darılmadı da.” (Duhâ, 93/1-3 )

İkinci Vahiy ve Davetin Başlangıcı

Efendimiz (s.a.v.), o hüzünlü bekleyiş günlerinden birinde Mekke’de yürürken (veya Hira’dan dönerken), gökten bir ses işitti. Mübarek başını kaldırdığında, Hira’da kendisine gelen o Meleği (Cebrail a.s.), gök ile yer arasında muazzam bir kürsü (taht) üzerinde oturmuş halde gördü.
Bu heybetli manzara karşısında yine dehşete kapıldı. O kadar korktu ki, hızla evine, Hz. Hatice’nin (r.anha) yanına koştu ve yine aynı sözleri tekrarladı:
“Dessirûnî! Dessirûnî!” (Beni örtün! Beni örtün!)
O (s.a.v.), yatağına girip örtüye bürünmüş haldeyken, Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) bu kez evin içinde tecelli etti ve beklenen ikinci vahiy geldi. Bu vahiy, artık sadece “Oku!” (Nebî ol) emri değil, “Kalk ve harekete geç!” (Resûl ol) emriydi:
“Ey örtünüp bürünen (Peygamber)! Kalk ve (insanları) uyar. Sadece rabbini büyük tanı. Elbiseni tertemiz tut. Kötü şeyleri (putları, günahları) terk et.” (Müddessir, 74/1-5 )
Emir netti. Artık tefekkür ve hazırlık dönemi bitmiş, insanları Tevhid’e (Allah’ın birliğine) davet etme vakti başlamıştı.

Gizli Davet Dönemi (Üç Yıl)

Efendimiz (s.a.v.), içinde yaşadığı toplumun putperestliğe ne kadar taassupla (körü körüne) bağlı olduğunu, Kâbe’nin putlarla dolu olduğunu ve bu davete başlar başlamaz nasıl büyük bir tepkiyle karşılaşacağını biliyordu.
Bu sebeple, ilâhî emir ve hikmet gereği, davetini ilk üç yıl boyunca “gizli” yürüttü.
O (s.a.v.), sadece karakterine, ferâsetine ve sır saklamasına güvendiği kişilere İslâm’ı tebliğ etti. İlk Müslümanlar, İslâm’ın o ilk filizleri, birer birer O’nun (s.a.v.) etrafında toplanmaya başladı.

İlkler: es-Sâbikûne’l-Evvelûn

İslâm’a giren ilk mü’minler, tarihe “es-Sâbikûne’l-Evvelûn” (İlk Öne Geçenler) olarak geçmiştir. Bu ilk çekirdek kadro, toplumun her kesiminden insanın İslâm’ın fıtrî (yapısal) çağrısına nasıl cevap verdiğini gösteren bir ayna gibidir:
• Hz. Hatice bint Huveylid (r.anha): İlk iman eden. O’nun (s.a.v.) zevcesi, sırdaşı ve davasının ilk destekçisi. O, “ilk mü’min” olma şerefine erişti.
• Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.): Hür ve yetişkin erkeklerden ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu, mağara arkadaşı. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) İslâm’ı anlattığında, bir an bile tereddüt etmedi, “Eğer O (s.a.v.) söylüyorsa, şüphesiz doğrudur” dedi. Bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) lakabını aldı.
• Hz. Ali bin Ebî Tâlib (r.a.): Çocuklardan ilk iman eden. O sıralarda yaklaşık 10 yaşındaydı ve Efendimiz’in (s.a.v.) himayesinde, O’nun (s.a.v.) evinde büyüyordu. Efendimiz (s.a.v.) ile Hz. Hatice’yi (r.anha) namaz kılarken görmüş, ne yaptıklarını sormuştu. Efendimiz (s.a.v.) O’na (r.a.) Tevhid’i anlattı. Hz. Ali (r.a.), “Babam Ebû Tâlib’e danışmalıyım” dediyse de, gece tefekkür edip sabah geldi ve “Allah beni yaratırken babama danışmadı, ben de O’na (c.c.) iman etmek için babama danışmam” diyerek iman etti.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Köle (azatlı) iken ilk iman eden. Efendimiz’in (s.a.v.) kölelikten azat edip “oğlum” dediği, evlatlığı ve sırdaşıydı.
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) imanı, gizli davet döneminde bir dönüm noktası oldu. O (r.a.), Mekke’nin en sevilen, en itibarlı ve en yumuşak huylu tüccarlarındandı. İman ettikten sonra, o da gizlice insanları İslâm’a davet etmeye başladı.
O’nun (r.a.) vasıtasıyla, İslâm’ın ve Cennet’le müjdelenenlerin (Aşere-i Mübeşşere) en mühim simaları İslâm’a girdi:
• Hz. Osman bin Affân (r.a.)
• Hz. Abdurrahman bin Avf (r.a.)
• Hz. Zübeyr bin Avvâm (r.a.)
• Hz. Talha bin Ubeydullah (r.a.)
• Hz. Sa’d bin Ebî Vakkâs (r.a.)
Bu ilk mü’minler, Mekke’nin aristokrat (zengin ve soylu) kesimindendi. Ama İslâm aynı anda, Mekke’nin en zayıf, en kimsesiz ve en mazlum kesiminde de yankı buluyordu:
• Köle olan Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a.)
• Demirci ustası Hz. Habbâb bin Eret (r.a.)
• Zayıf bir ailenin ferdi olan Hz. Ammâr bin Yâsir (r.a.) ve annesi Hz. Sümeyye (r.anha), babası Hz. Yâsir (r.a.).

İlk Merkez: Dârü’l-Erkam (Erkam’ın Evi)

Müslümanların sayısı otuzu-kırkı bulduğunda, artık gizlice toplanıp ibadet edecekleri ve Resûlullah’tan (s.a.v.) vahyi öğrenecekleri bir yere ihtiyaç vardı.
Bu merkez, Kâbe’nin yakınında, Safâ Tepesi’nin eteğinde bulunan, genç ve asil bir Müslüman olan Erkam bin Ebi’l-Erkam’ın (r.a.) evi (Dârü’l-Erkam) oldu.
Bu ev, İslâm’ın ilk karargâhı, ilk medresesi ve ilk cemaat merkeziydi. Müslümanlar buraya gizlice girer, Efendimiz’i (s.a.v.) dinler, namaz kılar ve İslâm’ın esaslarını öğrenirlerdi. Bu gizli merkez, üç yıl boyunca İslâm’ın çekirdek kadrosunu eğitti.

*******

BÖLÜM 6: AÇIK DAVET VE ZULMÜN BAŞLANGICI
(Mekkî Dönem – I)

İlâhî Emir: “Artık Açıkla!”

Üç yıllık gizli davet döneminin sonunda, Müslümanlar sayıca az da olsalar, sarsılmaz bir imana kavuşmuşlardı. Artık Tevhid sancağının, Câhiliye’nin merkezi olan Kâbe’nin gölgesinde, alenen dalgalanma vakti gelmişti.
Önce, en yakından başlama emri geldi. Cenâb-ı Hak, Resûlü’ne (s.a.v.) vahyetti:
“(Önce) en yakın hısım akrabanı uyar.” (Şuarâ, 26/214 )
Bu emir üzerine Efendimiz (s.a.v.), Haşimoğulları’nı (yaklaşık 40-45 kişi) amcası Ebû Tâlib’in evinde bir ziyafete topladı. O gün, az bir yemeğin herkesi doyurduğu bir mucize de yaşanmıştı. Yemekten sonra Efendimiz (s.a.v.) ayağa kalktı ve onlara şöyle hitap etti:
“Ey Abdülmuttaliboğulları! Vallahi, Araplar içinde, benim size getirdiğimden daha hayırlısını kavmine getirmiş bir genç bilmiyorum. Ben size dünya ve ahiret hayrını getirdim. Allah, beni sizi O’na (c.c.) davet etmem için görevlendirdi. Bu ağır yükte, bana kim yardım edip kardeşim ve vasîm olmak ister?”
Meclise derin bir sessizlik çöktü. Bu teklif, Mekke’nin bütün nizamına, putlara ve kurulu düzene meydan okumaktı. Kimse cesaret edemedi.
O esnada, meclisin en genci olan, henüz bir çocuk sayılan Hz. Ali (r.a.) ayağa fırladı. O cılız, fakat imanla dolu sesiyle haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Ben sana yardım ederim! Gözlerindeki ağrı (o sırada gözleri rahatsızdı), bacaklarımın inceliği ve yaşımın küçüklüğü benim için mühim değil. Ben senin yardımcın olacağım!”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (r.a.) oturmasını söyledi. Davetini iki kez daha tekrarladı. Her ikisinde de meclis suskunluğunu korudu ve her ikisinde de ayağa kalkan sadece Hz. Ali (r.a.) oldu.
Bu manzara karşısında, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası ve en azılı düşmanı olacak olan Ebû Leheb, alaycı bir kahkaha atarak toplantıyı sabote etti. Ebû Tâlib’e dönerek, “Bak! Artık şu çocuğun (Hz. Ali’nin) emrine girmeni, O’nu dinlemeni istiyor!” diyerek meclisi dağıttı.
Bu, davetin aile içindeki ilk tezahürü ve ilk zıt (aykırı) tepkisiydi.

Safâ Tepesi’ndeki Yankı

Yakın akrabayı uyarma emrinden kısa bir süre sonra, artık davetin bütün Mekke’ye, Kureyş’in tamamına ilan edilmesi emri geldi:
“Şimdi sen, emrolunduğun şeyi açıkça ortaya koy ve Allah’a ortak koşanlara aldırış etme.” (Hicr, 15/94 )
Emir kesindi. Efendimiz (s.a.v.), Safâ Tepesi’ne çıktı. Burası, Mekkelilerin önemli duyurular için toplandığı, şehrin en yüksek yerlerinden biriydi. Arapların bir tehlike anında kullandıkları o meşhur nida (sesleniş) ile haykırdı:
“Yâ Sabâhâh!” (Ey ahali! Büyük bir felaketle, bir sabah baskınıyla karşı karşıyasınız, toplanın!)
Bu feryadı duyan bütün Kureyş kabileleri, “Ne oluyor?” diyerek tepenin etrafında toplandı. Gelemeyenler, haberi getirmesi için vekillerini gönderdi. Mekke’de kulak kesilmeyen kimse kalmamıştı.
Kalabalık toplandığında, O “Muhammedü’l-Emîn” (s.a.v.), o güne kadar yalan söylediğine kimsenin şahit olmadığı O Zât (s.a.v.), kalabalığa o meşhur sualini sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Size, ‘Şu dağın (Safâ’nın) arkasından bir düşman süvari birliği geliyor, sabah veya akşam size baskın yapacak’ desem, bana inanır mısınız?”
Kalabalık, tek bir ağızdan cevap verdi:
“Evet, inanırız! Çünkü biz senin yalan söylediğini asla tecrübe etmedik (görmedik).”
Onlardan bu tasdiki, bu “Emîn” (Güvenilir) sıfatının teyidini aldıktan sonra, Cihan Şümul davetini haykırdı:
“Öyleyse (madem bana inanıyorsunuz), ben size şunu haber veriyorum: Ben, (eğer iman etmezseniz) önünüzdeki o şiddetli azaptan (Kıyametten, Cehennemden) önce gönderilmiş bir uyarıcıyım! Ey Kureyş! Sizi, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) demeye davet ediyorum. Sizi putlara tapmaktan menediyorum.”
Bu sözler, Safâ Tepesi’ne bir bomba gibi düştü.
O ana kadar O’nu (s.a.v.) “Emîn” diye tasdik eden kalabalık donup kaldı. İlk ve en çirkin tepki, öz amcası Ebû Leheb’den geldi.
Ebû Leheb, öfkeyle yerden bir taş aldı (veya elini salladı) ve O’na (s.a.v.) doğru bağırarak şöyle dedi:
“Tebben leke sâira’l-yevm! E li hâzâ cema’tenâ?” (Yazıklar olsun sana! Günün geri kalanında helâk olasıca! Bizi bunun için mi topladın?)

Gökyüzünden Gelen Cevap: Tebbet Suresi

Mekke’nin reisi Ebû Leheb, yeğenine ve O’nun (s.a.v.) davasına en büyük hakareti etmiş, O’na (s.a.v.) “helâk ol” demişti.
Ancak cevap, yerden değil, yedi kat semâdan, Âlemlerin Rabbi’nden (c.c.) geldi. Ebû Leheb daha oradan ayrılmadan, Cebrail (a.s.) o şiddetli cevabı indirdi. Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar okunacak olan o surede, Resûlü’nü (s.a.v.) müdafaa ediyor ve Ebû Leheb’in bedduasını aynen kendisine iade ediyordu:
“Ebû Leheb’in elleri kurusun! Kurudu da. Malı ve kazandıkları ona fayda vermedi. O, alevli bir ateşe girecektir. Odun taşıyıcı olarak karısı da (ateşe girecektir). Boynunda bükülmüş hurma liflerinden bir ip olduğu halde.” (Tebbet/Mesed, 111/1-5 )
Bu, Kur’ân’ın indiği dönemde yaşayan birine ismiyle beddua eden ve O’nun (Ebû Leheb) ve karısının (Ümmü Cemil) kâfir olarak ölüp Cehenneme gireceğini daha onlar hayattayken ilan eden mucizevî bir sureydi.

Müşriklerin Tepkisi: Alay, Hakaret ve İşkence

Açık davet başlamıştı. Mekke düzeninin efendileri (Müşrik aristokrasisi) için artık tehlike çanları çalıyordu. Bu yeni din:
• Atalarının dinini ve taptıkları putları (Lât, Menât, Uzzâ) inkâr ediyordu.
• Kâbe etrafında kurdukları putperestlik temelli ekonomik düzeni (panayırları, adakları) tehdit ediyordu.
• Zengin ile fakiri, efendi ile köleyi “iman” ekseninde eşitliyordu. Bu, onların kibir (enaniyet) ve kabilecilik (asabiyet) anlayışlarına zıt idi.
Önce, Efendimiz’i (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için alay (istihzâ) ve hakaret yolunu seçtiler. O’na (s.a.v.) şöyle dediler:
• “Mecnûn” (Deli, cinlenmiş) (Bkz: Kalem, 68/2; Tekvîr, 81/22)
• “Sâhir” (Büyücü – Sözleriyle insanları büyülüyor, aileleri bölüyor) (Bkz: Yûnus, 10/2)
• “Kâhin” (Gelecekten haber veriyor) (Bkz: Hâkka, 69/42)
• “Şâir” (Söyledikleri güzel ama boş sözler) (Bkz: Sâffât, 37/36)
O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine deve işkembesi attılar. O (s.a.v.) secdeye vardığında, kızı Hz. Fâtıma (r.anha) ağlayarak gelip o pislikleri babasının (s.a.v.) üzerinden temizlemişti.
Ancak bu alaylar ve hakaretler, iman edenlerin sayısının artmasını engelleyemedi. Bilhassa zayıf, kimsesiz ve köleler arasında İslâm hızla yayılıyordu. Müşrikler, alay ve hakaretin işe yaramadığını görünce, en vahşi yöntemlerine başvurdular: Fizikî işkence (Zulüm).
Hedeflerinde, kabile himayesi olmayan, zayıf ve kimsesiz Müslümanlar vardı:
• Hz. Bilâl-i Habeşî (r.a): Efendisi Ümeyye bin Halef, O’nu (r.a.) Mekke’nin en kızgın kumlarına, öğle güneşinin tam altına yatırır, göğsüne devasa kayaları koyardı. Bilâl’den (r.a.) Lât ve Uzzâ’yı övmesini, Muhammed’i (s.a.v.) inkâr etmesini isterdi. O kayanın altında nefesi kesilen Hz. Bilâl (r.a.), sadece ve sadece “Ehad! Ehad! Ehad!” (Allah Bir’dir! Bir’dir! Bir’dir!) diyerek haykırırdı. O (r.a.), bu ağır işkenceden, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) O’nu satın alıp azat etmesiyle kurtulacaktı.
• Hz. Habbâb bin Eret (r.a): Demirciydi. Müşrikler, O’nun (r.a.) kendi dükkânındaki kor ateşleri alır, çıplak sırtına basarlardı. O’nun (r.a.) sırtından akan yağlar o korları söndürürdü.
• Yâsir Ailesi (İlk Şehidler): İslâm’ın ilk şehid ailesi. Baba Hz. Yâsir (r.a), anne Hz. Sümeyye (r.anha) ve oğulları Hz. Ammâr (r.a). Hepsi birden en ağır işkencelere maruz bırakılırdı. Resûlullah (s.a.v.), onların işkence gördüğü yerden geçerken, elinden fiilî bir yardım gelmemesinin hüznüyle onlara manevî müjdeyi verirdi:
“Sabredin, ey Yâsir ailesi! Muhakkak ki, size vaad olunan yer Cennet’tir!”
İşkenceler sonucunda önce baba Hz. Yâsir (r.a) şehit edildi. Ardından, İslâm’ın en azılı düşmanı Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), Hz. Sümeyye’nin (r.anha) iffetine dil uzattı ve O’nu (r.anha) hunharca şehit etti.
Hz. Sümeyye (r.anha), İslâm tarihindeki “İlk Şehide Kadın” oldu.
Efendimiz (s.a.v.) ise, amcası Ebû Tâlib’in kabile himayesi altında olduğu için O’nu (s.a.v.) öldüremiyorlardı. Ancak O’nu (s.a.v.) davasından vazgeçirmek için Ebû Tâlib’e defalarca baskı yaptılar, tehdit ettiler.

BÖLÜM 7: İLK SIĞINAK HABEŞİSTAN VE HZ. CA’FER’İN MÜDAFAASI
(Mekkî Dönem – II)
“Orada Âdil Bir Hükümdar Vardır”

Zulüm altında inleyen sahabelerine (r.anhüm) bakan Âlemlerin Rahmeti Efendimiz (s.a.v.), onlara bir kurtuluş kapısı gösterdi. O kapı, denizlerin ötesindeydi.
O (s.a.v.) şöyle buyurdu:
“İsterseniz (ve imkân bulursanız) Habeşistan (Abyssinia/Etiyopya) diyarına hicret ediniz. Zira orada bir Hükümdar (Necâşî) vardır ki, O’nun ülkesinde hiç kimseye zulmedilmez. Orası bir ‘sıdk’ (doğruluk ve adalet) yurdudur. Allah Teâlâ bu içinde bulunduğunuz sıkıntıdan bir çıkış yolu ve ferahlık verinceye kadar orada kalın.”
Efendimiz’in (s.a.v.) Habeşistan’ı seçmesi tesadüfî değildi. Necâşî (Hükümdarlarının unvanı) olan Ashame, Ehl-i Kitap (Hristiyan) olan, vicdan sahibi ve âdil bir yönetici olarak biliniyordu.

İlk Kafileler ve Kureyş’in Telaşı

Nübüvvet’in 5. yılında (M. 615), Resûlullah’ın (s.a.v.) izniyle ilk hicret kafilesi gizlice yola çıktı. Kafile küçüktü; yaklaşık 11 erkek ve 4 kadından oluşuyordu.
Bu ilk muhacirlerin arasında çok mühim bir sîmâ vardı: Cennet’le müjdelenen Hz. Osman bin Affân (r.a) ve zevcesi, Resûlullah’ın (s.a.v.) kerîmesi (kıymetli kızı) Hz. Rukiyye (r.anha).
Efendimiz (s.a.v.), onların arkasından, “İbrahim (a.s.) ve Lût’tan (a.s.) sonra, Allah yolunda ailesiyle birlikte hicret eden ilk kişi Osman’dır” buyurarak onlara dua etmişti.
Bu ilk kafile, Kızıldeniz sahilinden (Şuaybe Limanı) buldukları bir ticaret gemisiyle Habeşistan’a ulaştı ve Necâşî’nin himayesine sığındı.
Bu ilk kafilenin salimen ulaştığını öğrenen diğer Müslümanlar için de bir ümit kapısı aralanmıştı. Kısa bir süre sonra, aralarında Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Ebû Tâlib’in oğlu Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib’in (r.a.) de bulunduğu, yaklaşık 80’den fazla Müslümandan oluşan ikinci ve daha kalabalık bir kafile de Habeşistan’a hicret etti.
Bu durum, Mekke’deki müşrik reislerini (Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Ümeyye bin Halef vb.) dehşete düşürdü. Zira:
• İşkenceyle bitiremedikleri bu “yeni din”, artık Mekke dışına taşıyordu.
• Müslümanlar, Habeşistan gibi stratejik bir müttefik edinebilir, orada güçlenip Mekke’ye dönebilirlerdi.
• Kendi evlatları (Hz. Osman gibi Kureyş’in en zenginlerinden biri) bile onları terk edip gidiyordu.
Bu “sızıntıyı” ve “dış üssü” engellemek zorundaydılar.

Kureyş’in Elçileri: Amr bin el-Âs

Kureyş, derhal bir plan yaptı. En zeki, en kurnaz ve en iyi diplomatları olan iki kişiyi seçtiler: Amr bin el-Âs (ki henüz Müslüman değildi) ve Abdullah bin Ebî Rebîa.
Bu iki elçi, Habeşistan’da en sevilen ve en kıymetli hediye olan “deri” mamullerinden (işlenmiş deriler, elbiseler, ayakkabılar) muazzam bir serveti yanlarına aldılar.
Planları şöyleydi:
• Önce Hükümdar Necâşî’nin huzuruna çıkmayacaklar. O’nun (Necâşî’nin) çevresindeki generallere, kumandanlara ve bilhassa din adamlarına (patriklere/rahiplere) bu pahalı hediyeleri dağıtıp onları lehlerine çevireceklerdi.
• Daha sonra Necâşî’nin huzuruna çıkıp, bu sığınmacıların “suçlu” olduğunu iddia edeceklerdi.
• Necâşî’den, Müslümanları dinlemeden, onları derhal kendilerine iade etmesini (iade-i suçlu) talep edeceklerdi.
Plan işledi. Hediyeleri alan Habeş komutanlar ve din adamları, “Bu sığınmacıların ne dediğine bakmadan onları geldikleri yere iade edelim” diye kendi aralarında anlaştılar.

Necâşî’nin Huzurunda Büyük Yüzleşme

Amr bin el-Âs ve arkadaşı, Necâşî’nin huzuruna çıktılar. Önce secdeye kapandılar (o devrin âdeti) ve hediyelerini sundular. Sonra Amr, o kurnaz hitabetiyle söze başladı:
“Ey Hükümdar! İçimizden bazı aklı kıt (sefih) gençler, atalarının dinini terk ettiler, sizin dininize (Hristiyanlığa) da girmediler! Ne bizim ne de sizin bilmediğiniz uyduruk bir din çıkardılar. Kabilelerinin ve ailelerinin düzenini bozdular. Şimdi de gelip sizin ülkenize sığındılar. Bizi buraya, Kureyş’in eşrafı, onların babaları ve amcaları gönderdi. Sizden ricamız, bu ‘suçluları’ dinlemeden bize teslim etmenizdir. Zira biz onları sizden daha iyi tanırız.”
Huzurda bulunan ve hediyeleri almış olan Habeş din adamları ve komutanlar hemen atıldılar: “Ey Hükümdar, doğru söylüyorlar! Bunlar tehlikeli insanlar, onları kavimlerine iade edin!”
Ancak Hükümdar Necâşî, isminin hakkını (Âdil) verdi. Öfkeyle doğruldu ve o tarihî sözü söyledi:
“Hayır! Vallahi, ülkeme sığınmış, beni başkalarına tercih etmiş bu insanları dinlemeden, ne dediklerini anlamadan asla size teslim etmem! Gidin, o sığınmacıları çağırın, huzuruma getirin!”

İslâm’ın Sözcüsü: Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.)

Müslümanlara haber ulaştı. Saraya çağrılmışlardı. Kendi aralarında istişare ettiler: “Hükümdarın huzurunda ne diyeceğiz?”
Kararları netti: “Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleyeceğiz. Sonucu ne olursa olsun, hakikatten şaşmayacağız!”
Sözcü olarak, Efendimiz’in (s.a.v.) amcaoğlu olan, O’na (s.a.v.) simaen de çok benzeyen, cesur ve fasih (akıcı konuşan) Hz. Ca’fer’i (r.a.) seçtiler.
Hz. Ca’fer ve Müslümanlar huzura girdiklerinde, müşrik elçilerin aksine, secde etmediler. Sadece selâm verdiler. Saray erkânı, “Neden Hükümdara secde etmediniz?” diye sorduğunda Hz. Ca’fer, “Biz, Allah’tan başkasına secde etmemekle emrolunduk” diyerek davanın izzetini daha ilk anda gösterdi.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e döndü:
“Nedir bu din? Nedir bu sizin hem kendi kavminizin dininden hem de benim dinimden ayrıldığınız yol?”
Hz. Ca’fer (r.a.) ayağa kalktı. O hitabe, Siyer tarihinin en parlak müdafaalarından biridir. Şöyle dedi:
“Ey Hükümdar! Biz, Câhiliye içinde yaşayan bir kavimdik:
Putlara tapardık, leş yerdik, her türlü kötülüğü (fuhşiyatı) işlerdik.
Akrabalık bağlarını (Sıla-i rahimi) keserdik, komşularımıza kötü davranırdık.
Güçlü olanlarımız, zayıf olanlarımızı ezerdi.
Biz bu haldeyken… Allah Teâlâ, bize içimizden bir Resûl (Elçi) gönderdi:
Biz O’nun (s.a.v.) soyunu (asaletini), doğruluğunu (sıdkını), güvenilirliğini (emanetini) ve iffetini (temizliğini) biliriz.
O (s.a.v.) bizi;
Yalnızca Allah’a ibadet etmeye (Tevhid’e), O’na (c.c.) ortak koşmamaya,
Atalarımızın taptığı o taşları ve putları terk etmeye davet etti.
O (s.a.v.) bize;
Doğru sözlü olmayı, emanete riayet etmeyi, akrabalık bağlarını gözetmeyi, komşuya iyi davranmayı,
Kan dökmekten ve haramlardan el çekmeyi emretti.
Bize fuhşiyattan, yalandan, yetim malı yemekten ve namuslu kadınlara iftira etmekten menetti.
Biz de O’nu (s.a.v.) tasdik ettik, O’na (s.a.v.) iman ettik ve O’nun (s.a.v.) Allah’tan getirdiklerine tâbi olduk. Bu yüzden O’na (c.c.) ibadet ettik, hiçbir şeyi O’na ortak koşmadık, haramları terk edip helâllere sarıldık.
Ey Hükümdar! İşte bu yüzden kavmimiz bize düşman oldu!
Bize işkence ettiler (zulmettiler), bizi dinimizden döndürmek için baskı yaptılar. Tekrar o putlara tapmamız, o eski pisliklere (Câhiliye’ye) dönmemiz için bize zulmettiler.
Onların zulmü altında ezilince ve can emniyetimiz kalmayınca, senin ülkene sığındık. Başkalarını değil, seni tercih ettik. Senin komşuluğuna girdik. Ey Hükümdar! Biz, senin yanında zulme uğramayacağımızı ümit ettik!”

Meryem Suresi ve Gözyaşları

Hz. Ca’fer’in (r.a.) bu sözleri, sarayda derin bir etki oluşturdu. Necâşî, derinden etkilenmişti. Amr bin el-Âs’ın “suçlu” dediği insanların, aslında bir fazilet hareketi olduğu ortaya çıkmıştı.
Necâşî, Hz. Ca’fer’e sordu:
“O Peygamberinizin (s.a.v.) Allah’tan getirdiğini söylediği şeylerden (Vahiyden) yanınızda bir parça var mı?”
Hz. Ca’fer, “Evet, var” dedi.
Bu, davanın en kritik anıydı. Hristiyan bir hükümdarın ve rahiplerin huzurunda hangi ayetler okunmalıydı? Hz. Ca’fer, ilâhî bir sevkle, Kur’ân-ı Kerîm’den **”Meryem Suresi”**nin ilk ayetlerini okumaya başladı.
Sûre, Hz. Zekeriyyâ’nın (a.s.) duasını, Hz. Yahyâ’nın (a.s.) doğumunu anlatıyordu. Sonra Hz. Meryem’in (r.anha) o mübarek kıssasına, O’nun (r.anha) iffetine ve Hz. Îsâ’nın (a.s.) babasız dünyaya geliş mucizesine…
Hz. Ca’fer (r.a.) okudukça, Necâşî ve etrafındaki bütün papazlar ve rahipler gözyaşlarına boğuldular. Ayetlerin anlattığı Hz. Meryem ve Hz. Îsâ, onların bildiği İncil’deki hakikatlerle örtüşüyordu. Gözyaşları sakallarını ıslatmıştı.
Necâşî, ağlayarak sözü kesti ve o meşhur kararını verdi. Yere bir çizgi çizdi ve şöyle dedi:
“Vallahi, bu (Kur’ân’ın) getirdiği ile Mûsâ’nın (a.s.) ve Îsâ’nın (a.s.) getirdikleri, aynı kandilin (Mişkât) ışıklarıdır!”
Sonra Kureyş elçilerine (Amr bin el-Âs ve arkadaşına) döndü:
“Gidin! Vallahi, ben onları size asla teslim etmeyeceğim! Ve onlara hile de kuramayacaksınız!”
Amr bin el-Âs, hayatının en büyük diplomatik yenilgisini almıştı.

Amr’ın Son Tuzağı ve Necâşî’nin İmanı

Amr, o gece öfkeyle ayrıldı. Arkadaşı “Artık bırak, başaramadık” dese de, Amr, “Hayır! Yarın Hükümdara onlar hakkında öyle bir şey söyleyeceğim ki, köklerini kazıyacak!” dedi.
Ertesi gün, tekrar Necâşî’nin huzuruna çıktı:
“Ey Hükümdar! Dün dinlediğiniz o adamlar, sizin için çok mühim olan bir zat hakkında (Hz. Îsâ’yı kastederek) çok çirkin bir şey söylüyorlar! Onlar, ‘Îsâ’nın Allah’ın oğlu değil, bir kul olduğunu’ iddia ediyorlar!”
Bu, Hristiyan akidesinin temeline bir saldırıydı. Necâşî tekrar öfkelendi ve Müslümanları derhal huzura çağırdı. Müslümanlar telaşlanmıştı. “Îsâ (a.s.) hakkında sorarsa ne diyeceğiz?”
Hz. Ca’fer’in cevabı yine netti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bize ne öğrettiyse onu söyleriz: O, Allah’ın kulu, Resûlü, Meryem’e ilka ettiği (ulaştırdığı) Kelimesi ve O’ndan (c.c.) bir Rûh’tur.”
Huzura geldiler. Necâşî sordu: “Siz, Meryem oğlu Îsâ hakkında ne diyorsunuz?”
Hz. Ca’fer (r.a.), hazırladıkları o net Tevhid cevabını verdi.
Bunu duyan Necâşî, elindeki âsâyı (değneği) yere vurdu ve sevinçle haykırdı:
“Vallahi, Meryem oğlu Îsâ da, senin dediğinden (eline aldığı bir çöpü göstererek) şu çöp kadar bile fazla bir şey değildi! (Yani O, tam da sizin dediğiniz gibidir; Allah’ın Kulu ve Resûlüdür.)”
Etrafındaki papazlar bu sözlere homurdandılar (çünkü onlar ‘Oğul’ demeye alışmıştı). Ama Necâşî onlara kızdı ve Müslümanlara döndü:
“Gidin! Ülkemde ‘Sühûm’sunuz (Emniyettesiniz)! Size sövene ceza verilecektir. Vallahi, bir dağ dolusu altınım olsa, sizden birine eziyet edilmesine razı olmam!”
Sonra Kureyş elçilerine döndü, hediyelerini yüzlerine fırlattı: “Kalkın gidin! Benim sizin rüşvetinize ihtiyacım yoktur!”
Amr bin el-Âs ve arkadaşı, zelil bir halde Mekke’ye döndüler. Habeşistan Hicreti, İslâm’ın ilk diplomatik zaferi olmuştu.
(Siyer kaynakları, Necâşî Ashame’nin (r.a.) bu hadiseden sonra gizlice Müslüman olduğunu, vefat ettiğinde Efendimiz’in (s.a.v.) Medine’de O’nun (r.a.) gıyabî cenaze namazını kıldırdığını nakleder.)

BÖLüm 8: İKİ BÜYÜK FETİH: HZ. HAMZA VE HZ. ÖMER (r.anhümâ)
(Mekkî Dönem – III)

“Allah’ın Aslanı” Uyanıyor: Hz. Hamza (r.a.)

Efendimiz’in (s.a.v.) amcası olan Hz. Hamza (r.a.), Mekke’nin en cesur, en kuvvetli ve en heybetli savaşçısıydı. Avlanmayı çok sever, av dönüşü Kâbe’yi tavaf etmeden evine girmezdi. O güne kadar yeğeninin (s.a.v.) davasına girmemiş, ancak Ebû Tâlib gibi O’nu (s.a.v.) kabilecilik (hamiyyet) bağıyla uzaktan kolluyordu.
Yine böyle bir av dönüşüydü. Yayını omzuna takmış, heybetle Mekke’ye girerken, Safâ Tepesi yakınlarında bir câriye (Abdullah b. Cüd’ân’ın hizmetlisi) O’nu (r.a.) durdurdu. Câriye, gördüğü manzaradan ötürü hiddetliydi:
“Ey Ebû Umâre (Hamza’nın künyesi)! Keşke biraz evvel burada olup biteni görseydin! Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), yeğenin Muhammed’e (s.a.v.) rastladı. O’na (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) dinine öyle ağır hakaretler etti, öyle çirkin sözler söyledi ki… Muhammed (s.a.v.) O’na (Ebû Cehil’e) hiç cevap vermedi, vakur bir şekilde oradan ayrıldı.” (Bazı rivayetlerde Ebû Cehil’in, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek başına toprak attığı veya O’nu (s.a.v.) yaraladığı da zikredilir.)
Hz. Hamza’nın (r.a.) damarlarındaki asil kan dondu. Ebû Cehil kim oluyordu da, kendisi hayattayken, kardeşi Abdullah’ın yetimi olan “Muhammedü’l-Emîn”e (s.a.v.) böyle hakaret edebilirdi?
O’nun (r.a.) içindeki “hamiyyet” (aile ve kabile onuru) ateşi alevlendi. Hiddetinden ne yaptığını bilmez halde, avdan dönen adımlarla yolunu Kâbe’ye çevirdi. Ebû Cehil, Kureyş’in ileri gelenleriyle birlikte, her zamanki yerinde, mecliste oturuyordu.
Hz. Hamza (r.a.) bir aslan gibi Ebû Cehil’in tepesine dikildi. Omzundaki sert yayını kaldırdı ve Ebû Cehil’in başına olanca kuvvetiyle indirdi. Ebû Cehil’in başı yarılmış, kanlar akmaya başlamıştı.
Hz. Hamza (r.a.) gürledi:
“Sen, benim yeğenime mi hakaret ediyorsun? Ey Ebû Cehil, bilesin ki, ben de O’nun (s.a.v.) dinindeyim! O’nun (s.a.v.) söylediğini ben de söylüyorum! Gücün yetiyorsa, haydi bana karşılık ver!”
Bu, Kureyş meclisine atılmış bir meydan okumaydı. Ebû Cehil’in kabilesi (Beni Mahzûm) ayağa kalktı, Hz. Hamza’nın (r.a.) kabilesi (Beni Hâşim) de harekete geçti. Tam bir kabile savaşı çıkacakken, kurnaz Ebû Cehil, başından akan kanlara rağmen adamlarını durdurdu: “Bırakın Ebû Umâre’yi… Ben gerçekten O’nun (s.a.v.) yeğenine ağır hakaret etmiştim.”
Hz. Hamza (r.a.), o anki hamiyyetle imanını ilan etmişti. Ancak evine döndüğünde kalbi bir tereddüt geçirdi. “Ben ne yaptım? Atalarımın dinini terk mi ediyorum?” O gece, sabaha kadar Allah’a (c.c.) dua etti: “Allah’ım! Eğer bu yol hak ise, kalbime imanı yerleştir.”
Sabah olduğunda, kalbi şüpheden arınmış, İslâm’ın nuruyla dolmuştu. Doğruca Resûlullah’ın (s.a.v.) yanına, o gizli merkez olan Dârü’l-Erkam’a gitti ve şehâdetini tazeledi.
İslâm, “Allah’ın Aslanı”nı (Esedullah) kazanmıştı. Artık müşrikler, Resûlullah’a (s.a.v.) dil uzatırken veya fiilî saldırıda bulunurken iki kez düşünmek zorundaydılar.

Resûlullah’ın (s.a.v.) Duası ve Fâruk’un Gelişi

Hz. Hamza’nın (r.a.) Müslüman oluşundan sadece üç gün sonraydı. Zulüm devam ediyordu. Efendimiz (s.a.v.), Kâbe’de ellerini kaldırdı ve Cihan Şümul (Evrensel) davetinin geleceği için şu meşhur duayı etti:
“Allah’ım! Bu dini, şu iki Ömer’den Sana en sevimli olanı ile aziz eyle (güçlendir, yücelt): Ömer bin Hattâb veya Amr bin Hişâm (Ebû Cehil).”
Allah Teâlâ (c.c.), bu dua için Ömer bin Hattâb’ı (r.a.) seçmişti.
Hz. Ömer (r.a.), o dönemde İslâm’ın ve Müslümanların en azılı düşmanlarındandı. Heybetli, sert mizaçlı (celâlli) ve Câhiliye âdetlerine sımsıkı bağlı biriydi.
Müşrikler bir gün Dârü’n-Nedve’de (Mekke meclisi) toplanmış, “Muhammed (s.a.v.) Kureyş’i böldü, atalarımızın dinini ayaklar altına aldı. Bu işi kökten kim çözecek?” diye konuşuyorlardı.
Hz. Ömer (r.a.) hiddetle ayağa fırladı: “Ben! Ben, Muhammed’in (s.a.v.) işini bitireceğim!”
Kılıcını kuşandı ve Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek kastıyla yola çıktı.
Yolda, gizlice Müslüman olmuş olan Nuaym bin Abdullah’a (r.a.) rastladı. Nuaym, Hz. Ömer’in (r.a.) hiddetli halini ve kılıcını görünce sordu: “Nereye böyle hiddetle, yâ Ömer?”
Hz. Ömer (r.a.) gürledi: “Kureyş’i bölen, atalarımıza dil uzatan o Sâbiî’yi (dinden döneni), Muhammed’i (s.a.v.) öldürmeye gidiyorum!”
Nuaym (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) hayatının tehlikede olduğunu anladı. O’nu (s.a.v.) korumak için, Hz. Ömer’in (r.a.) dikkatini başka yöne çekmesi gerekiyordu. Cesur bir hamleyle dedi ki:
“Sen Muhammed’i (s.a.v.) bırak da, önce kendi ailene bak! Senin enişten Saîd bin Zeyd ve kız kardeşin Fâtıma bint Hattâb da O’nun (s.a.v.) dinine girdiler!”
Bu haber, Hz. Ömer’in (r.a.) beyninden vurulmuşa dönmesine sebep oldu. Kendi kanından, kendi evinden iki kişi… Öfkeyle yolunu değiştirdi ve kız kardeşinin evine yöneldi.
O esnada, evde eniştesi Hz. Saîd (r.a.) ve kız kardeşi Hz. Fâtıma (r.anha), kendilerine Kur’ân öğreten Hz. Habbâb bin Eret (r.a.) ile birlikte, Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeleri (sayfaları) okuyorlardı.
Hz. Ömer’in (r.a.) öfkeli sesini duyunca, Hz. Habbâb (r.a.) hemen bir odaya saklandı, Hz. Fâtıma (r.anha) da Kur’ân sahîfelerini alelacele gizledi.
Hz. Ömer (r.a.) kapıyı kırarcasına içeri daldı: “Duyduğum o fısıltılar, o sesler neydi?”
İnkâr ettiler. “Duyduğumu söylüyorum! Demek siz de Muhammed’in (s.a.v.) dinine girdiniz!” diyerek eniştesi Saîd’in (r.a.) üzerine atıldı, O’nu (r.a.) yere yıktı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), eşini korumak için araya girince, Hz. Ömer’in (r.a.) sert bir darbesi kız kardeşinin mübarek yüzüne geldi ve yüzü kanamaya başladı.
İşte o an, tarihin akışının değiştiği andı.
Kız kardeşi Fâtıma (r.anha), o kanayan yüzüyle, abisinin zalimliği karşısında imanın verdiği izzetle ayağa kalktı ve haykırdı:
“Evet, yâ Ömer! Biz Müslüman olduk! Allah’a (c.c.) ve Resûlü’ne (s.a.v.) iman ettik. Başımızı da kessen bu dinden dönmeyiz! Elinden geleni ardına koyma!”
Hz. Ömer (r.a.), sevdiği kız kardeşinin yüzündeki kanı ve o sarsılmaz cesareti görünce durakladı. Şiddeti, yerini derin bir pişmanlığa (nedâmete) bıraktı. Yaptığına utandı. Sakinleşti.
“Getirin,” dedi, “o okuduğunuz şeyi, bir de ben bakayım, neymiş o.”
Hz. Fâtıma (r.anha), o haliyle bile izzetini korudu: “Hayır! Sen müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bu sahîfelere ancak temizlenenler dokunabilir.”
Hz. Ömer (r.a.), bu kararlılık karşısında kalktı, yıkandı (gusletti). Ancak o zaman kız kardeşi O’na (r.a.) Tâhâ Suresi’nin yazılı olduğu sahîfeyi verdi.
Hz. Ömer (r.a.) okumaya başladı:
“Tâ-Hâ. Biz, Kur’an’ı sana sıkıntıya düşesin diye indirmedik. Ancak Allah’tan korkan kimseye bir öğüt (ve uyarı) olsun diye (indirdik). O, yeri ve yüce gökleri yaratanın katından yavaş yavaş bir indiriştir. O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur…
…Muhakkak ki ben, yalnızca ben Allah’ım. Benden başka ilâh yoktur. O halde bana ibadet et ve beni anmak için namaz kıl.” (Tâhâ, 20/1-14 )
Hz. Ömer (r.a.), okuduğu her ayetle sarsılıyordu. Bu, bir beşer (insan) kelâmı olamazdı. Bu, şiir değildi, sihir (büyü) değildi. Bu, Ebû Cehil’in anlattığı gibi bir uydurma hiç değildi.
“Bu ne kadar yüce, ne kadar kerîm bir kelâm!” diye fısıldadı.
O’nun (r.a.) yumuşadığını gören Hz. Habbâb (r.a.) saklandığı yerden çıktı ve sevinçle bağırdı: “Müjde yâ Ömer! Vallahi umarım ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) dün gece ettiği ‘İki Ömer’den biri’ duası sensin!”
Hz. Ömer (r.a.), artık kararını vermişti: “Resûlullah (s.a.v.) şimdi nerededir? Götürün beni O’na (s.a.v.)!”
Hz. Ömer (r.a.), kılıcı belinde, doğruca İslâm’ın ilk karargâhı Dârü’l-Erkam’a yürüdü. Kapıyı çaldı. İçerideki sahabeler, kapı deliğinden Hz. Ömer’i (r.a.) kılıcıyla görünce dehşete kapıldılar.
Ancak içeride “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.) vardı. O (r.a.) kükredi: “Açın kapıyı! Kimden korkuyorsunuz? O, Ömer’dir! Eğer hayırla geldiyse, hayır bulur. Eğer şerle geldiyse, O’nu (r.a.) kendi kılıcıyla öldürürüz!”
Kapı açıldı. Resûlullah (s.a.v.) ilerledi, Hz. Ömer’in (r.a.) yakasından/kuşağından şiddetle tuttu ve sarstı:
“Ne zamana kadar (bu inkârda) devam edeceksin, ey Hattâb’ın oğlu! Müslüman olman için Allah’ın (c.c.) sana bir musibet indirmesini mi bekliyorsun?”
Hz. Ömer (r.a.), o heybetli Resûl’ün (s.a.v.) karşısında bütün celâlini yitirmiş, teslim olmuştu. Mübarek kelimeleri söyledi:
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve Eşhedü enneke Resûlullah!” (Şehâdet ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur ve şüphesiz Sen Allah’ın Resûlüsün!)
Dârü’l-Erkam’ın içinden öyle bir “Allahu Ekber!” nidası yükseldi ki, o tekbir sesi Kâbe’nin etrafından duyuldu.
Hz. Ömer’in (r.a.) İslâm’a girmesi, bir fetih idi. O (r.a.), o gün “el-Fâruk” (Hak ile bâtılı ayıran) lakabını aldı. İman eder etmez ilk söylediği şey şu oldu:
“Yâ Resûlallah! Biz hak üzere, onlar (müşrikler) bâtıl üzere değil mi? Öldürülsek de hak üzere ölmeyecek miyiz?”
“Evet” cevabını alınca,
“Öyleyse neden gizleniyoruz? Vallahi, Kâbe’ye gideceğiz ve dinimizi açıkça ilan edeceğiz!” dedi.
O gün, Müslümanlar iki saf halinde, izzetle Dârü’l-Erkam’dan çıktılar. Bir safın başında “Allah’ın Aslanı” Hz. Hamza (r.a.), diğer safın başında “Fâruk” Hz. Ömer (r.a.), ortalarında Resûl-i Ekrem (s.a.v.) olduğu halde Kâbe’ye yürüdüler ve orada, müşriklerin şaşkın ve öfkeli nazarları (bakışları) altında ilk defa alenen (açıkça) cemaatle namaz kıldılar.

Son Çare: Büyük Boykot (el-Mukâtaa)

Kureyş, şoktaydı. İşkence işe yaramamıştı. Habeşistan’a gidenler zafer kazanmıştı. Şimdi de en güçlü iki adamları, Hamza (r.a.) ve Ömer (r.a.), karşı saftaydı.
Nübüvvet’in 7. yılında (M. 617), çaresizlik içinde son ve en zalimce planlarını devreye soktular: Mukâtaa (Boykot).

Bütün müşrik kabileler toplandı ve bir ahitnâme (anlaşma metni) yazdılar. Bu metne göre;
• Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için kendilerine teslim edinceye kadar;
• Bütün Beni Hâşim (Hâşimoğulları) ve Beni Muttalib (Muttaliboğulları) kabileleriyle (Ebû Leheb hariç) kimse evlenip, kız alıp vermeyecek.
• Onlara hiçbir şey satılmayacak ve onlardan hiçbir şey satın alınmayacak (Tam ekonomik abluka).
• Onlarla konuşulmayacak, bir araya gelinmeyecek (Tam sosyal tecrit).
Bu zalimce ahitnâmeyi Kâbe’nin duvarına astılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) hamisi (koruyucusu) olan amcası Ebû Tâlib, tehlikeyi gördü. Kabilesinin Müslüman olanlarını ve (kabile hamiyetiyle) olmayanlarını topladı. Hep birlikte, Mekke’nin dışında, “Şi’b-i Ebî Tâlib” (Ebû Tâlib Mahallesi) denilen, etrafı çevrili, dar bir vadiye çekildiler.
İslâm tarihinin en acı ve en çetin imtihanlarından biri olan “Büyük Boykot” başlamıştı.
Bu abluka, tam üç (3) yıl sürdü.
Bu üç yılda, Müslümanlar ve onları koruyan Beni Hâşim kabilesi açlıkla imtihan edildi. Yiyecek hiçbir şey bulamadılar. O kadar ki, açlıktan ağaçların kuru yapraklarını, buldukları kuru derileri suda kaynatıp yemeye mecbur kaldılar.
Vadinin dışından, açlıktan ağlayan çocukların ve bebeklerin feryatları duyuluyordu.
Hz. Hatice (r.anha), İslâm için bütün servetini bu üç yılda tüketti. Gizli yollardan, fahiş fiyatlarla yiyecek satın alıp Müslümanlara ulaştırmaya çalıştı.
Bütün bu zulme rağmen, ne Ebû Tâlib (henüz iman etmemiş olsa da) yeğenini (s.a.v.) teslim etti, ne de Müslümanlar dinlerinden bir zerre taviz verdiler.

********

BÖLÜM 9: HÜZÜN YILI, KAYIPLAR VE TÂİF’İN ACISI
(Mekkî Dönem – IV)

Boykot’un Mucizevî Sonu (Nübüvvet’in 10. Yılı)

Abluka üçüncü yılındayken, müşriklerden bazı vicdan sahibi kimseler (Hişâm b. Amr, Züheyr b. Ebî Ümeyye gibi) gizlice bu zulmü tenkit etmeye başladılar. “Biz rahatça yiyip içerken, akrabalarımız olan Hâşimoğulları açlıktan helâk oluyor. Bu, adalet değildir!” diyerek bu ahitnâmeyi (anlaşmayı) yırtmak için bir zemin hazırlamaya başladılar.
Tam bu esnada, ilâhî bir müdahale hadiseyi hızlandırdı.
Allah Teâlâ (c.c.), Resûlü’ne (s.a.v.) bir mucize ihsan etti. Efendimiz (s.a.v.), amcası Ebû Tâlib’e giderek şöyle dedi:
“Ey amca! Rabbim (c.c.) bana haber verdi ki, Kureyş’in Kâbe duvarına astığı o zalim ahitnâmeye bir ağaç kurdu (güve) musallat etmiş. O sahîfedeki Allah’ın (c.c.) isminden (‘Bismike Allahümme’) başka, zulüm ve haksızlık ihtiva eden ne varsa hepsini yiyip bitirmiş.”
Ebû Tâlib, yeğeninin (s.a.v.) asla yalan söylemediğini biliyordu. Derhal Kureyş’in ileri gelenlerinin yanına (Dârü’n-Nedve’ye) gitti. Kâbe’nin önünde onlara seslendi:
“Yeğenim Muhammed (s.a.v.) bana böyle bir haber verdi. Şimdi gidin, o ahitnâmeyi getirin. Eğer O’nun (s.a.v.) dediği doğruysa, bu zulme derhal son verin! Eğer (hâşâ) yalan söylüyorsa, yemin olsun ki O’nu (s.a.v.) size teslim edeceğim!”
Müşrikler bu teklifi kabul ettiler. Bu, onlar için bir “ya hep ya hiç” anıydı. Ahitnâmeyi Kâbe’nin içinden indirdiler. Mührü açıp baktıklarında, hayret ve dehşet içinde kaldılar.
Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği gibi, sahîfenin tamamı bir güve tarafından yenilmiş, geriye sadece kâğıdın başındaki “Bismike Allahümme” (Allah’ım! Senin isminle) ibaresi kalmıştı.
Bu apaçık mucize karşısında dahi iman etmediler, “Bu da O’nun (s.a.v.) sihridir (büyüsüdür)!” dediler. Ancak ahitnâme fiilen yok olmuştu ve bu zulmü savunanların artık bir delili kalmamıştı.
Böylece, üç yıl süren o dayanılmaz boykot, ilâhî bir mucizeyle sona erdi. Müslümanlar ve Hâşimoğulları, “Şi’b-i Ebî Tâlib” mahallesinden çıkarak Mekke’deki evlerine geri döndüler.

Hüzün Yılı (Senetü’l-Hüzn)

Fakat bu kurtuluşun sevinci çok kısa sürdü. O üç yıllık çile, muhasara altındakilerin, bilhassa yaşlıların sağlığını tüketmişti. Boykotun bitiminden sadece birkaç ay sonra, Nübüvvet’in 10. Yılı (M. 620), Efendimiz (s.a.v.) için “Hüzün Yılı” olacaktı.
Çünkü O (s.a.v.), o yıl, hayatındaki en mühim iki desteği, iki kalkanı art arda kaybetti.

1. Zâhirî Kalkanın Düşüşü: Ebû Tâlib’in Vefâtı

Seksen yaşını aşmış olan Ebû Tâlib, boykotun meşakkatine daha fazla dayanamadı ve ölüm döşeğine düştü. O, iman etmemiş olsa da, Câhiliye hamiyyetiyle (kabile onuruyla) yeğenini (s.a.v.) canı pahasına korumuş, Kureyş’in bütün baskılarına tek başına göğüs germişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), vefat anında amcasının başucundaydı. O’nun (s.a.v.) kurtuluşu için son bir gayretle yalvardı:
“Ey amcacığım! Ne olur, ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan başka ilâh yoktur) kelimesini söyle ki, (ahirette) Allah (c.c.) katında senin için bu kelimeyle şahitlik ve şefaat edebileyim.”
Ancak o odada, Mekke’nin kâfir reisleri Ebû Cehil ve Ümeyye bin Halef de vardı. Onlar da Ebû Tâlib’e baskı yapıyorlardı: “Ey Ebû Tâlib! Ölüm anında korktun da atalarının, Abdülmuttalib’in dininden yüz mü çevireceksin?”
Ebû Tâlib, son nefesinde, müşriklerin yüzüne baktı ve “Ben, atam Abdülmuttalib’in dini üzereyim” dedi.
Resûlullah (s.a.v.), O’nu (s.a.v.) sekiz yaşından beri bir baba şefkatiyle koruyan amcasının bu hali üzerine gözyaşlarına boğuldu. O’nun (s.a.v.) bu derûnî hüznü ve hidayet arzusu üzerine, Cenâb-ı Hak şu ayet-i kerîmeyi indirdi:
“(Resûlüm!) Şüphesiz sen sevdiğin kimseyi hidayete erdiremezsin. Ama Allah, dilediği kimseyi hidayete erdirir. O, hidayete erecekleri daha iyi bilir.” (Kasas, 28/56 )
Efendimiz (s.a.v.), artık Mekke sokaklarında kendisini Kureyş’in kılıçlarından koruyacak o zâhirî himayecisini kaybetmişti.

2. Derûnî Kalkanın Düşüşü: Hz. Hatice’nin (r.anha) Vefâtı

Ebû Tâlib’in vefatından sadece üç gün (veya kısa bir müddet) sonra, ikinci ve daha sarsıcı bir kayıp yaşandı.
Efendimiz’in (s.a.v.) sığınağı, sırdaşı, “Vezir-i Sadık”ı, ilk iman eden mü’min, altı evladının annesi, İslâm’ın Tâhiresi, mübarek zevcesi Hz. Hatice-tü’l-Kübrâ (r.anha) vefat etti.
Hz. Hatice (r.anha), O’na (s.a.v.) sadece bir zevce değil, Hira’dan korkuyla döndüğünde O’nu (s.a.v.) “Korkma! Allah (c.c.) seni asla utandırmaz” diyerek teskin eden bir manevî destekti. O (r.anha), bütün servetini İslâm davası için, bilhassa o üç yıllık boykotta Müslümanların aç kalmaması için harcamıştı.
Resûlullah (s.a.v.), bu vefatla sarsıldı. O (s.a.v.), evindeki huzurunu, teselli bulduğu en şefkatli kalbi ve derûnî kalkanını kaybetmişti.
İki büyük destekçisini kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’de artık yapayalnız ve himayesiz kalmıştı.
Bu durumu fırsat bilen müşrikler, zulümlerini ve cüretlerini akıl almaz bir seviyeye çıkardılar. Ebû Tâlib hayattayken O’na (s.a.v.) dokunmaya cesaret edemeyenler, artık O (s.a.v.) Kâbe’de namaz kılarken üzerine işkembe atmanın ötesine geçtiler.
Mekke sokaklarında yürürken, ayak takımından biri, mübarek başına toprak attı. Resûlullah (s.a.v.), o toz toprak içindeki mübarek başını eğerek evine döndü. Küçük kızı Hz. Fâtıma (r.anha), babasının (s.a.v.) başındaki toprakları gözyaşları içinde temizlerken, Efendimiz (s.a.v.) kızını şöyle teselli ediyordu:
“Ağlama kızım… Muhakkak ki Allah (c.c.), babanı koruyacaktır.”

Mekke’den Çıkış Arayışı: Tâif Yolculuğu

Mekke’de artık İslâm’ı tebliğ etme imkânı kalmamıştı. Kureyş, O’nu (s.a.v.) öldürmek için fırsat kolluyordu. Efendimiz (s.a.v.), davanın devamı için Mekke dışında yeni bir sığınak, yeni bir merkez aramak zorundaydı.
Nazarını (bakışını), Mekke’nin güneydoğusunda, serin yaylalarıyla meşhur, zengin ve güçlü Sakîf kabilesinin yurdu olan Tâif şehrine çevirdi.
Kimseye haber vermeden, Kureyş’in dikkatini çekmemek için uzun ve meşakkatli yolu (yaklaşık 100 km) yürüyerek katetti. Yanında sadece vefâkâr dostu, azatlısı ve evlatlığı Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.) vardı.
Tâif’e ulaştı ve orada on gün kaldı. Şehrin idarecisi olan Amr bin Umeyr’in üç oğluyla (Abdüyâlîl, Mes’ûd ve Habîb) görüştü. Onları İslâm’a davet etti ve eğer iman etmeyeceklerse, en azından Kureyş’e karşı kendisine himaye vermelerini (korumalarını) istedi.
Aldığı cevap, Mekke’deki müşriklerin hakaretlerinden çok daha ağır ve yaralayıcıydı:
• Birincisi, alay ederek: “Eğer Allah (c.c.) gerçekten seni Resûl olarak gönderdiyse, ben (bu sözü duymuş olmaktan dolayı) Kâbe’nin örtülerini yırtayım!” dedi.
• İkincisi: “Allah (c.c.), peygamber olarak göndermek için senden başka kimseyi bulamadı mı?” dedi.
• Üçüncüsü ise en küstah olanıydı: “Seninle asla konuşmam! Eğer dediğin gibi bir peygambersen, seninle konuşmak tehlikelidir. Eğer Allah (c.c.) adına yalan uyduran biriyse, zaten konuşmaya değmezsin!”
Efendimiz (s.a.v.), bu ağır hakaretler karşısında sadece şunu rica etti: “Madem davetimi kabul etmediniz, bari Kureyş’e burada olduğumu haber vermeyin.”
Ancak Sakîf kabilesi, bu ricayı dahi yerine getirmedi. Sadece reddetmekle kalmadılar; şehirdeki ayak takımını, çocukları ve köleleri O’nun (s.a.v.) üzerine kışkırttılar.

Kanlı Müdafaa ve Gözyaşı Duası

Tâif’in çocukları ve serserileri, Rahmet Peygamberi’ni (s.a.v.) ve Hz. Zeyd’i (r.a.) şehrin çıkışına kadar, yolun iki tarafına dizilerek taş yağmuruna tuttular.
Attıkları her taşta O’na (s.a.v.) hakaret ediyor, O’nunla (s.a.v.) alay ediyorlardı.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’e (s.a.v.) gelen taşlara kendini siper ediyor, kendi vücuduyla O’nu (s.a.v.) korumaya çalışıyordu. Hz. Zeyd’in (r.a.) başı ve vücudu kanlar içindeydi.
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek ayakları ve bacakları, atılan taşlarla kan revan içinde kaldı. Mübarek kanı, sandaletlerinin (nalınlarının) içine dolmuş, orada kurumuştu.
Tâif’ten kilometrelerce uzağa kadar bu zalimce takip sürdü. Bitkin, yaralı ve kalbi kırık bir halde, Tâif’in dışında, Mekkeli müşrik kardeşler olan Utbe ve Şeybe bin Rebîa’ya ait bir üzüm bağına (bostanına) sığındılar.
Hz. Zeyd (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) yaralarını temizlemeye çalışırken, Âlemlerin Efendisi (s.a.v.), o bitkin haliyle ellerini semâya kaldırdı ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en derûnî dualarından birini yaptı:
“Allah’ım! Gücümün zayıflığını, çaremin azlığını ve insanlar nazarında hor ve hakir görülmemi Sana şikâyet ediyorum.”
“Ey Merhametlilerin en Merhametlisi! Sen, zayıfların Rabbisin ve Sen, benim Rabbimsin! Beni kimlerin eline bırakıyorsun? Bana sert ve kaba davranan bir yabancının (Tâiflilerin) eline mi, yoksa davama hâkim kıldığın bir düşmanın (Mekkelilerin) eline mi?”
Ve duanın zirvesi geldi:
“Allah’ım! Eğer bana karşı bir gazabın (öfken) yoksa, (çektiğim) bu belâlara ve eziyetlere hiç aldırmam! Lâkin Senden gelecek bir âfiyet (koruma ve esenlik), benim için çok daha geniştir.”
“Gazabına uğramaktan veya öfkenin üzerime inmesinden, Senin karanlıkları aydınlatan, dünya ve ahiret işlerini düzene koyan Vechinin (Zâtının) Nûruna sığınırım.”
“Rızan Senindir; yeter ki Sen razı oluncaya kadar (af dilerim). Senden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur!”

Helâk Teklifine “Rahmet” Cevabı

Bu yakarış, semânın kapılarını titretmişti.
Hemen Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu. Yanında, daha önce hiç görülmemiş bir melek vardı. Cebrail (a.s.) seslendi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.), kavminin sana ne dediğini ve Tâiflilerin bu yaptıklarını işitti ve gördü. İşte bu, Melekü’l-Cibâl’dir (Dağlar Meleği). O’na (c.c.) ne dilersen emretmen için Rabbim (c.c.) O’nu (c.c.) sana gönderdi!”
Dağlar Meleği (a.s.) gürledi:
“Ey Allah’ın Resûlü! Ben Dağlar Meleğiyim. Emret! İstersen şu iki dağı (Tâif’in etrafındaki dağları) bu nankör kavmin üzerine kapatayım da, hepsi helâk olsun!”
O (s.a.v.); yaralıydı, kanlar içindeydi, kovulmuştu, en yakın iki desteğini kaybetmişti. Beşerî (insanî) olarak “Evet, helâk et!” demesi için her sebebe sahipti.
Fakat O (s.a.v.), “Rahmeten li’l-Âlemîn” (Âlemlere Rahmet) idi.
O (s.a.v.), Dağlar Meleği’ne şu Cihan Şümul (Evrensel) cevabı verdi:
“Hayır! Helâk istemem! Ben istemem… Bilakis ben, Allah’tan (c.c.) ümit ederim ki, O (c.c.), bu müşriklerin sulbünden (soylarından), bir gün Sadece Allah’a (c.c.) ibadet edecek ve O’na (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmayacak bir nesil çıkaracaktır.”
O (s.a.v.), kendisine taş atanların değil, onların (belki yüz yıl sonra gelecek) torunlarının imanını düşünüyordu. (Nitekim Tâif, yıllar sonra topluca Müslüman olacaktır.)

BÖLÜM 10: SEMÂVÎ TESELLİ – İSRÂ VE Mİ’RÂC MUCİZESİ
(Mekkî Dönem – V)

Hazırlık ve İsrâ (Gece Yolculuğu)

Nübüvvet’in 11. veya 12. yılında (Hicretten yaklaşık 1.5 yıl evvel, Receb ayının 27. gecesi olduğuna dair meşhur rivayete göre), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Kâbe’de, Hatîm’de (veya amcasının kızı Ümmü Hânî’nin (r.anha) evinde) istirahat halindeydi.
O esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), yanında Mikâil (a.s.) ve İsrafil (a.s.) olduğu halde nazil oldu.
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek göğsü (sadrı), ikinci kez (ilki çocukluğunda olmuştu) yarıldı (Şakk-ı Sadr). Mübarek kalbi çıkarıldı, Zemzem suyu ile yıkandı ve içi “iman” ve “hikmet” ile doldurulduktan sonra yerine konuldu.
Bu manevî ameliyat, O’nun (s.a.v.) beşerî (insanî) takatinin ötesinde, ilâhî bir huzura çıkabilmesi ve kâinatın sırlarını müşahede edebilmesi için bir hazırlıktı.
Ardından Hz. Cebrail (a.s.), O’na (s.a.v.) bir binek takdim etti. Bu bineğin adı “Burak” idi. Rengi beyaz, katırdan küçük, merkepten büyük; sürati ise “nazarın (bakışın) eriştiği son nokta” idi.
Efendimiz (s.a.v.) Burak’a bindirildi. Yanında rehberi Hz. Cebrail (a.s.) olduğu halde, Mekke’deki Mescid-i Harâm’dan, normalde develerle aylarca süren bir mesafeye, Kudüs’teki Mescid-i Aksâ’ya bir anda (gecenin bir bölümünde) götürüldü.
Bu mucizevî “Gece Yolculuğu”, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasdik edilmiştir:
“Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kısmını gösterelim diye kulunu (Muhammed’i) Mescid-i Harâm’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksâ’ya götüren Allah’ın şanı yücedir. Şüphesiz O, hakkıyla işitendir, hakkıyla görendir.” (İsrâ, 17/1 )

İmamet-i Kübrâ: Peygamberlerin İmamı

Mescid-i Aksâ’ya vardıklarında, tarihin en muazzam cemaati O’nu (s.a.v.) bekliyordu. Cenâb-ı Hak, o gece, Hz. Âdem’den (a.s.) Hz. Îsâ’ya (a.s.) kadar gelmiş geçmiş bütün Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ruhlarını (veya misallerini) orada toplamıştı.
Hz. İbrahim (a.s.) oradaydı, Hz. Mûsâ (a.s.) oradaydı, Hz. Îsâ (a.s.) oradaydı.
Hz. Cebrail (a.s.), cemaatin önüne geçmesi için Âhir Zaman Peygamberi’ni (s.a.v.) takdim etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o mübarek peygamberler cemaatine İmam oldu ve onlara iki rekât namaz kıldırdı.
Bu hadise, sembolik bir “devir teslim” merasimiydi. Bu, O’nun (s.a.v.) davasının, bütün peygamberlerin davasının tek ve Cihan Şümul (Evrensel) vârisi olduğunun; İslâm’ın, önceki bütün şeriatları tamamlayan son ve kâmil din olduğunun semâvî ilanıydı. O (s.a.v.), artık sadece Kureyş’in değil, “İmâmü’l-Enbiyâ” (Peygamberlerin İmamı) idi.

Mi’râc (Göklere Yükseliş)

Mescid-i Aksâ’daki bu vazifenin ardından, asıl yolculuk, yani “Mi’râc” (Yükseliş Aleti/Merdiveni) başladı. Efendimiz (s.a.v.), Kubbetü’s-Sahra’nın bulunduğu o mukaddes kayanın üzerinden (Sahrâ-i Muallak) Hz. Cebrail (a.s.) ile birlikte yedi kat semâya (göklere) yükselmeye başladı.
Her semâ kapısında Hz. Cebrail (a.s.) kapıyı çaldı.
“Kim o?”
“Cebrail.”
“Yanındaki kim?”
“Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
“O’na (s.a.v.) (Mi’râc) daveti gönderildi mi?”
“Evet, gönderildi.”
Ve kapı açıldı.
• Birinci Kat Semâda: İnsanlığın atası Hz. Âdem (aleyhisselâm) ile karşılaştı. Hz. Âdem (a.s.), O’nu (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı.
• İkinci Kat Semâda: İki teyzeoğlu olan Hz. Yahyâ (a.s.) ve Hz. Îsâ (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Üçüncü Kat Semâda: Kendisine “güzelliğin yarısı” verilen Hz. Yûsuf (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Dördüncü Kat Semâda: Yüce bir makama yükseltilen Hz. İdrîs (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Beşinci Kat Semâda: Kavmi tarafından çok sevilen Hz. Hârûn (aleyhisselâm) ile görüştü.
• Altıncı Kat Semâda: “Kalîmullah” (Allah ile konuşan) Hz. Mûsâ (aleyhisselâm) ile görüştü. (Efendimiz (s.a.v.) O’nu (s.a.v.) geçerken, Hz. Mûsâ’nın (a.s.) ağladığı rivayet edilir. Sebebi sorulunca, “Benden sonra gönderilen bir gencin (Hz. Muhammed’in s.a.v.) ümmetinden Cennet’e gireceklerin sayısı, benim ümmetimden gireceklerden daha fazla olduğu için (gıpta ile) ağlıyorum” demiştir.)
• Yedinci Kat Semâda: “Halîlullah” (Allah’ın Dostu) olan, atası Hz. İbrahim (aleyhisselâm) ile görüştü. Hz. İbrahim (a.s.), Kâbe’nin semâdaki aslı olan ve her gün 70.000 meleğin ziyaret edip bir daha sıranın gelmediği **”Beytü’l-Ma’mûr”**a (Mamur Ev) yaslanmış haldeydi. O (a.s.) da Efendimiz’i (s.a.v.) “Hoş geldin, sâlih evlat ve sâlih peygamber!” diyerek selamladı ve O’na (s.a.v.), ümmetine şu tavsiyeyi iletmesini söyledi: “Ümmetine selâmımı söyle ve onlara haber ver ki; Cennet’in toprağı tertemiz, suyu tatlıdır. Orası (ağaç dikmek için) müthiş bir arazidir. Oraya dikilecek fidanlar ise ‘Sübhânallâhi ve’l-hamdü lillâhi ve lâ ilâhe illallâhü vellâhü ekber’ zikridir.”

Zirve: Sidretü’l-Müntehâ ve İlâhî Huzur

Yedinci semâdan sonra, kâinatın ve mahlûkatın (yaratılmışların) bilgisinin sona erdiği son nokta olan **”Sidretü’l-Müntehâ”**ya (En Son Sınırdaki Ağaç) ulaştılar.
Orası, ilâhî nurların tecelli ettiği, tasviri mümkün olmayan bir makamdı.
İşte o noktada, 600 kanadıyla Vahiy Meleği olan Hz. Cebrail (a.s.) durdu.
Efendimiz (s.a.v.) “Neden durdun, yâ Cebrail?” dediğinde, Vahiy Meleği o meşhur cevabı verdi:
“Yâ Resûlallah! Burası benim hududumdur. Eğer buradan bir parmak ucu dahi ileri geçersem, (ilâhî nurların azametinden) yanarım!”
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o andan itibaren, Cebrail’i (a.s.) geride bırakarak, “Refref” adlı bir vasıta ile (veya o makama mahsus bir keyfiyetle) zamanın ve mekânın bittiği o ilâhî huzura, tek başına yükseldi.
Cenâb-ı Hak ile kulunun (s.a.v.) arasındaki bütün perdeler (hicâblar) kalktı. O (s.a.v.), Rabbinin (c.c.) cemâlini müşahede etti. Kur’ân-ı Kerîm, o anı Necm Suresi’nde şöyle tasvir eder:
“Sonra (ona) yaklaştı derken sarktı. O kadar ki (araları) iki yay arası kadar yahut daha da yakın oldu. Böylece Allah, kuluna vahyedeceğini vahyetti. Gözün gördüğünü kalp yalanlamadı… Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını gördü.” (Necm, 53/8-12, 18 )
Müslümanların her namazda okuduğu “Tahiyyât” duası, Siyer kaynaklarına göre, işte bu ilâhî buluşmadaki selamlaşmanın bir yâdigârıdır.

Mi’râc’ın Hediyeleri

Bu Cihan Şümul yolculuktan, Efendimiz (s.a.v.) ümmetine üç büyük hediye ile döndü:
• Namaz (Beş Vakit): Mi’râc’da, ümmetine günde 50 vakit namaz farz kılındı. Efendimiz (s.a.v.) dönüş yolunda Hz. Mûsâ (a.s.) ile tekrar karşılaştı. Hz. Mûsâ (a.s.), “Rabbin (c.c.) ümmetine ne farz kıldı?” diye sordu. “50 vakit namaz” cevabını alınca, “Yâ Resûlallah! Rabbine (c.c.) dön, azaltmasını iste. Vallahi ben, Benî İsrâil’i tecrübe ettim, senin ümmetin bu ağırlığı kaldıramaz!” dedi.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Mûsâ’nın (a.s.) tavsiyesiyle defalarca ilâhî huzura döndü, her defasında namaz vakti azaltıldı. En son beş vakte (5) indirildi. Hz. Mûsâ (a.s.) yine “azaltmasını iste” dese de, Efendimiz (s.a.v.), “Artık Rabbimden (c.c.) istemeye hayâ ederim, bu beşe razıyım” buyurdu. Bunun üzerine Allah Teâlâ (c.c.) şöyle buyurdu: “Ey Muhammed! Artık hükmüm kesinleşmiştir. O (amelen) beş vakittir, ancak (sevap olarak) elli vakit (değerindedir). Benim katımda söz değişmez.”
İşte bu yüzden Namaz, “Mü’minin Mi’râcı”dır; kulun Rabbine (c.c.) aracısız yükselişidir.
• Âmene’r-Resûlü (Bakara Suresi’nin Son İki Ayeti): Arş’ın altındaki hazinelerden, Efendimiz’e (s.a.v.) Mi’râc hediyesi olarak vahyedildi.
• Tevhid Müjdesi: Ümmetinden, Allah Teâlâ’ya (c.c.) şirk (ortak) koşmadan ölen kimselerin (büyük günahları olsa dahi, cezalarını çektikten sonra) affedileceği ve ebedî Cennet’e girecekleri müjdesi.

İmanın İmtihanı: “Sıddîk”ın Tasdiki

Efendimiz (s.a.v.), o gecenin sabahında Mekke’ye dönmüştü. Yatağı henüz soğumamıştı.
Bu muazzam mucizeyi Kureyş’e anlattığında, inkârları ve alayları zirveye ulaştı. Ebû Cehil ve avanesi kahkahalar atarak: “Akla bak! Biz Kudüs’e develerle bir ayda gider, bir ayda döneriz. Muhammed (s.a.v.) ise oraya bir gecede gidip geldiğini, üstüne bir de göklere çıktığını söylüyor!” dediler.
Bu, imanı zayıf olanlar için bir fitne (imtihan) oldu.
Müşrikler, bu haberi duyup Müslümanlıktan vazgeçeceğini umarak, koşarak Efendimiz’in (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gittiler:
“Ey Ebû Bekir! Duydun mu arkadaşın ne diyor? Bir gecede Mescid-i Aksâ’ya gidip geldiğini iddia ediyor! Buna da mı ‘evet’ diyeceksin?”
Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve sadakatinin isbatı (kanıtı) olan cevabı, tarihe altın harflerle yazıldı:
“O (s.a.v.) mu söyledi bunu?”
“Evet, O (s.a.v.) söyledi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) gürledi:
“Ve lev kâle zâlike fekad sadaka! (Eğer O (s.a.v.) söylemişse, şüphesiz doğrudur!)”
Müşrikler şaşırdı: “Buna nasıl inanırsın?”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) cevabı verdi:
“Ben O’na (s.a.v.) bundan daha ötesinde de inanıyorum! Ben O’na (s.a.v.), sabah akşam gökten (Allah’tan c.c.) haber (Vahiy) getirdiğini söylüyor ve O’nu (s.a.v.) tasdik ediyorum da, buna mı inanmayacağım?”
İşte bu tereddütsüz tasdiki sebebiyle, Resûlullah (s.a.v.) O’na (r.a.) o gün “es-Sıddîk” (En Sadık, Tereddütsüz Tasdik Eden) lakabını verdi.
Müşrikler, Efendimiz’i (s.a.v.) sıkıştırmak için “Madem Kudüs’e gittin, Mescid-i Aksâ’yı bize tasvir et (betimle)!” dediler. O (s.a.v.) daha önce Kudüs’ü görmemişti. O anda Allah Teâlâ (c.c.), Mescid-i Aksâ’yı O’nun (s.a.v.) gözünün önüne getirdi ve Efendimiz (s.a.v.), müşriklere Mescid-i Aksâ’nın kapılarını, pencerelerini, sütunlarını teker teker tasvir etti.
“Yolda gelen kervanımızı gördün mü?” dediler.
“Evet,” dedi, “Falan yerde kervanınızı gördüm, bir develeri kaçmıştı, onu arıyorlardı. Falan yerde bir su kabından sularını içtim. Kervanınız şu vakitte Mekke’de olacak.”
Ve kervan, tam da Efendimiz’in (s.a.v.) haber verdiği vakitte, O’nun (s.a.v.) tasvir ettiği gibi Mekke’ye ulaştı.
Ancak müşrikler, bu apaçık delillere rağmen iman etmediler ve “Bu, apaçık bir sihirdir (büyüdür)” dediler.

BÖLÜM 11: YESRİB’DEN DOĞAN IŞIK VE MEDİNE’YE DAVET
(Hicret Öncesi Hazırlık – Akabe Biatları)

Panayırlarda Tebliğ ve Hüsran

Nübüvvet’in 10. ve 11. yılları, Efendimiz’in (s.a.v.) Mekke dışında bir sığınak arayışıyla geçti. Hac mevsiminde, mukaddes ayların verdiği dokunulmazlıktan istifade ederek, kabilelerin konakladığı çadırları tek tek geziyordu.
O (s.a.v.), Kâbe’nin Rabbi’nin (c.c.) Elçisi olduğunu söylüyor, onları putları bırakıp Tevhid’e davet ediyordu. Karşılığında ise sadece şunu istiyordu: “Beni kavmime (Kureyş’e) karşı kim himaye eder ki, Rabbimin (c.c.) kelâmını tebliğ edebileyim?”
Ancak cevap, ekseriyetle alay, hakaret veya korku oluyordu.
Kindeliler, Hanîfeoğulları ve diğer büyük kabileler, ya Kureyş’in gazabından korktukları için ya da atalarının dinine olan taassupları (bağnazlıkları) sebebiyle O’nu (s.a.v.) reddediyorlardı.
Bu acı manzarayı daha da trajik hale getiren, O’nun (s.a.v.) öz amcası Ebû Leheb’in tavrıydı. Efendimiz (s.a.v.) bir çadıra girip tebliğde bulunduğunda, O (s.a.v.) oradan ayrılır ayrılmaz Ebû Leheb arkasından giriyor ve şöyle bağırıyordu: “Ey ahali! Sakın O’nu (s.a.v.) dinlemeyin! O (s.a.v.) benim yeğenimdir, O (s.a.v.) bir Sâbiî’dir (dinden dönen), bir yalancı ve sihirbazdır (hâşâ). Sizi atalarınızın dininden ayırmak istiyor!”
Resûlullah (s.a.v.), bu ağır hakaretlere sabrederek çadır çadır dolaşmaya devam ediyordu.

Kader Ânı: Akabe’de Bir Grup Genç (Nübüvvet’in 11. Yılı)

Yine böyle bir Hac mevsimi. Gece vakti, Mina yakınlarındaki “Akabe” denilen küçük tepenin/geçidin yanında, Efendimiz (s.a.v.) bir fısıltı duydu. Orada küçük bir grup oturuyordu.
Yanlarına yaklaştı. “Kimlerdensiniz?” diye sordu.
Cevap verdiler: “Yesrib’den (Medine’nin eski adı), Hazrec kabilesindeniz.”
Yesrib… Burası Mekke gibi değildi. Yesrib’de iki büyük Arap kabilesi (Evs ve Hazrec) arasında asırlardır süren kanlı bir savaş (Buâs Savaşları) vardı. Bu savaş onları tüketmişti. Ayrıca şehirde üç büyük Yahudi kabilesi (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) yaşıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yahudilerin müttefiklerinden misiniz?”
“Evet” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) o mübarek davetini sundu: “Oturmaz mısınız? Size birkaç sözüm var.”
“Olur” dediler.
Bu altı (6) genç Hazrecli (Es’ad bin Zürâre, Avf bin Hâris, Râfi’ bin Mâlik vb.) oturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlara İslâm’ı anlattı, Allah’ın (c.c.) birliğini (Tevhid’i) izah etti ve Kur’ân-ı Kerîm okudu.
Yesrib’deki Araplar, Yahudilerden sürekli şu sözü duyarlardı: “Kitaplarda yazılı olan Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi yakındır. O (s.a.v.) geldiğinde, biz O’na (s.a.v.) tâbi olacağız ve O’nunla (s.a.v.) birlikte sizi (Arapları) Âd ve İrem kavmi gibi yeryüzünden sileceğiz!”
Dolayısıyla Yesribliler, bir Peygamberin “beklendiği” fikrine aşinaydılar.
Kur’ân’ı dinleyip, Efendimiz’in (s.a.v.) o nurânî sîmâsını ve davasını gördüklerinde, birbirlerine baktılar ve o tarihî fısıltı döküldü:
“Vallahi! Biliniz ki bu, Yahudilerin sizi korkuttuğu o Peygamber’dir! Sakın ola ki, Yahudiler O’na (s.a.v.) iman etmekte sizden öne geçmesinler!”
Ve o anda, Tâif’in taşladığı, Mekke’nin dışladığı o Yüce Dava, Medine’nin o bereketli toprağında ilk karşılığını buldu. Altı genç, hep birlikte Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldular.
“Yâ Resûlallah!” dediler, “Biz Yesrib’e dönüyoruz. Kavmimiz (Evs ve Hazrec) kan davalarıyla paramparça olmuş durumda. Umulur ki Allah (c.c.), Senin (s.a.v.) vesilenle onları birleştirir. Biz onlara Senin (s.a.v.) dinini anlatacağız. Eğer kavmimiz Senin (s.a.v.) etrafında birleşirse, Senden (s.a.v.) daha aziz (güçlü) kimse olmayacaktır.”
Gelecek yıl aynı yerde buluşmak üzere sözleşip ayrıldılar.

Birinci Akabe Biatı (Nübüvvet’in 12. Yılı – M. 621)

Altı genç, Yesrib’de bir yıl boyunca İslâm’ı anlattı. Ertesi yıl Hac mevsiminde, Akabe’deki aynı gizli buluşma yerine, bu kez 12 kişi geldiler. (10’u Hazrec, 2’si Evs kabilesindendi. Bu, kan davalı iki kabilenin İslâm potasında erimeye başladığının ilk işaretiydi.)
Resûlullah (s.a.v.) onlarla buluştu ve onlardan bir “biat” (söz, bağlılık yemini) aldı. Bu biat, savaş ihtiva etmediği için, daha sonraki Medine dönemindeki kadınlardan alınan biata benzetilerek “Kadınlar Biatı” (Bey’atü’n-Nisâ) olarak da anılmıştır.
Şu esaslar üzerine söz verdiler:
• Allah’a (c.c.) hiçbir şeyi ortak koşmamaya (Şirkten kaçınma),
• Hırsızlık yapmamaya,
• Zina etmemeye,
• Çocuklarını (kız çocuklarını) öldürmemeye,
• Birbirlerine iftira atmamaya,
• “Ma’ruf” olan (Allah’ın c.c. emrettiği) her işte Allah’ın Resûlü’ne (s.a.v.) itaat etmeye.
Bu biatten sonra Efendimiz (s.a.v.) onlara müjdeyi verdi: “Eğer bu ahdinize (sözünüze) sadık kalırsanız, size Cennet vardır.”

Medine’nin Fethi: İlk Muallim Mus’ab bin Umeyr (r.a.)

Biat tamamlanmıştı, ancak Yesrib’de İslâm’ı ve Kur’ân’ı öğretecek bir “Muallim” (Öğretmen) lazımdı. Yesribliler, “Yâ Resûlallah, bize dinimizi öğretecek birini gönder” diye rica ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu en mühim vazife için, Mekke’nin en zengin, en yakışıklı, en asil gençlerinden olup, İslâm uğruna bütün servetini ve ailesini terk eden Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) seçti.
Mus’ab (r.a.), İslâm tarihinin ilk “Muallimi” ve “Sefiri” (Elçisi) olarak Yesrib’e gitti. Es’ad bin Zürâre’nin (r.a.) evine misafir oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) Yesrib’deki bir yılı, İslâm tarihinin en büyük fetihlerinden biridir. Bu, kılıçla değil, “Kalp” ve “Kur’ân” ile yapılan bir fetihti.
O (r.a.), o mübarek Kur’ân’ı o kadar güzel okuyor, İslâm’ı o kadar hikmetle anlatıyordu ki, O’nu (r.a.) dinleyenler iman etmeden duramıyordu.
Bu fethin zirvesi, Yesrib’in en güçlü kabile reislerinden ikisinin Müslüman oluşuydu. Evs kabilesinin liderlerinden Üseyd bin Hudayr ve kabilenin baş reisi Sa’d bin Muâz.
Sa’d bin Muâz, teyzesinin oğlu olan Es’ad bin Zürâre’nin evinde kalan bu “Mekkeli” genci (Mus’ab’ı) durdurması için önce Üseyd’i gönderdi. Üseyd (r.a.), mızrağını eline alıp öfkeyle Mus’ab’ın (r.a.) yanına vardı.
Mus’ab (r.a.), o muazzam vakarıyla dedi ki: “Ey Efendi! Oturup bir an dinlemez misin? Eğer hoşuna giden bir şey duyarsan kabul edersin. Eğer hoşuna gitmeyen bir şey duyarsan, biz de buradan ayrılırız.”
Üseyd (r.a.), “Âdil bir teklif” diyerek oturdu.
Mus’ab (r.a.) Kur’ân okumaya başladığında, Üseyd’in (r.a.) yüzü aydınlandı ve “Bu ne güzel bir kelâm!” diyerek oracıkta Müslüman oldu.
Ardından, Sa’d bin Muâz’ı (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinlemeye ikna etti. Kabile reisi Sa’d (r.a.) da Mus’ab’ı (r.a.) dinledi ve o da Müslüman oldu.
Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) imanı, Yesrib’in kaderini değiştirdi. Derhal kabilesinin (Beni Abdüleşhel) toplandığı yere gitti ve gürledi:
“Ey kavmim! Beni nasıl bilirsiniz?”
“Sen bizim Efendimizsin, reisimizsin, en akıllımızsın!”
“Öyleyse,” dedi Sa’d (r.a.), “Allah’a (c.c.) ve O’nun Resûlü’ne (s.a.v.) iman etmedikçe, sizin kadınlarınızla ve erkeklerinizle konuşmak bana haram olsun!”
O gün, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) bu tavrı üzerine, Beni Abdüleşhel kabilesinden tek bir kişi bile müşrik olarak kalmadı; hepsi o akşam Müslüman oldu.
Mus’ab’ın (r.a.) o bereketli daveti sayesinde, bir yıl içinde Yesrib’de İslâm’ın girmediği, Kur’ân’ın okunmadığı neredeyse tek bir ev kalmamıştı.

İkinci Akabe Biatı (Büyük Biat / Savaş Biatı) (Nübüvvet’in 13. Yılı – M. 622)

Ertesi yıl (Hicretten sadece birkaç ay önce), Hac mevsimi geldi. Bu kez Mus’ab bin Umeyr (r.a.), yanında Yesrib’den muazzam bir cemaatle Mekke’ye döndü. İçlerinde 73 erkek ve 2’si kadın (Hz. Nuseybe bint Ka’b ve Hz. Esmâ bint Amr) olmak üzere 75 Müslüman vardı.
Bu, artık sadece dinlemek değil, Resûlullah’ı (s.a.v.) “davet etmek” ve O’nu (s.a.v.) “korumak” için yapılan bir biatti.
Mekkeli müşriklerden gizli olarak, gecenin ilerleyen bir vaktinde, yine Akabe’de buluşmak üzere sözleştiler.
O gece, Yesribli Müslümanlar (artık “Ensâr” – Yardımcılar olacaklardı) gizlice Akabe’ye süzüldüler. Resûlullah (s.a.v.) da yanına, o güne kadar henüz iman etmemiş olmasına rağmen O’nu (s.a.v.) koruyan amcası Hz. Abbâs’ı (r.a.) alarak geldi.
Toplantıyı ilk açan Hz. Abbâs (r.a.) oldu. Bir kabile reisi olarak, Yesriblilerin niyetinin ciddiyetini ölçmek istiyordu:
“Ey Hazrec cemaati! Biliyorsunuz, Muhammed (s.a.v.) bizdendir, O’nu (s.a.v.) şimdiye kadar kavmimizden (Kureyş’ten) koruduk. O (s.a.v.), bizim aramızda izzetlidir. Fakat O (s.a.v.), size katılmakta ısrar ediyor. Eğer O’nu (s.a.v.), kendi canınızı, kadınlarınızı ve çocuklarınızı koruduğunuz gibi koruyacağınıza yemin ediyorsanız, alın O’nu (s.a.v.) götürün. Ama eğer başınız dara düşünce O’nu (s.a.v.) düşmana teslim edecekseniz, O’nu (s.a.v.) şimdiden burada bırakın!”
Yesribliler gürledi: “Söylediklerini duyduk! Yâ Resûlallah, Sen (s.a.v.) konuş! Bizden kendin için ve Rabbin (c.c.) için ne söz istiyorsan söyle!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) konuştu, Kur’ân okudu ve onlardan şu sözü aldı:
“Kendi kadınlarınızı ve çocuklarınızı nelerden koruyorsanız, beni de onlardan koruyacağınıza; iyi günde ve kötü günde, darlıkta ve bollukta bana itaat edeceğinize biat (yemin) etmenizi istiyorum.”
Bu, “Bey’atü’l-Harb” (Savaş Biatı) idi. Bu, Yesrib’in, Resûlullah (s.a.v.) uğruna bütün Arabistan’ı karşısına almayı göze alması demekti.
İlk biat eden Berâ bin Ma’rûr (r.a.) oldu. Ardından hepsi tek tek Efendimiz’in (s.a.v.) elini tutarak bu büyük yemini ettiler.

Şeytan’ın Feryadı ve Hicret İzni

Tam biat tamamlanmıştı ki, Akabe tepesinden bir ses, gecenin sessizliğini yırttı. Bu, İblis’in (şeytanın) feryadıydı:
“Ey Mina’da konaklayanlar (Kureyş)! Haberiniz var mı? Muhammed (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Sâbiîleri (dinden dönenler), sizinle savaşmak üzere anlaştılar!”
Resûlullah (s.a.v.) “Korkmayın, bu tepenin şeytanıdır” buyurdu. Ensâr kılıçlarına davranıp “Yâ Resûlallah! İstersen şu an Mina’daki Kureyş’e kılıçlarımızla saldıralım!” dedilerse de, Efendimiz (s.a.v.) “Hayır, henüz savaşla emrolunmadım. Şimdi gizlice çadırlarınıza dönün” buyurdu.
Ertesi sabah Kureyş, bu söylentiyi duymuş, öfkeyle Yesriblilerin kampına gelmişti. Ancak Yesribli müşriklerin olan bitenden haberi yoktu, Müslümanlar da inkâr edince Kureyş, bir delil bulamadan geri çekilmek zorunda kaldı.
Artık İslâm’ın yeni vatanı hazırdı. Sığınak bulunmuş, himaye (koruma) yemini alınmıştı.
Mus’ab’ın (r.a.) Kur’ân ile fethettiği Yesrib, Resûlullah’ı (s.a.v.) bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.), Mekke’de zulüm altında inleyen Müslümanlara döndü ve o beklenen müjdeyi verdi:
“Allah Teâlâ (c.c.), size hicret edeceğiniz bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık (Yesrib’e) hicret için hazırlanın. Bölükler halinde oraya gidin!”
İslâm tarihinin en büyük göçü, “Hicret” başlıyordu.

BÖLÜM 12: BÜYÜK HİCRET – “ÜZÜLME, ALLAH (C.C.) BİZİMLEDİR!”
(Mekkî Dönemin Sonu – Medeniyetin Başlangıcı)

Mekke Boşalıyor
İkinci Akabe Biatı’nda o sarsılmaz “koruma yemini” alındıktan sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’deki mü’minlere o Cihan Şümul izni vermişti:
“Allah Teâlâ (c.c.), size (hicret edeceğiniz) bir yurt ve (sığınacağınız) kardeşler lütfetti. Artık Yesrib’e hicret ediniz.”
Mekke’deki Müslümanlar, Kureyş’in zulmünden kurtulmak için, o güne kadar edindikleri ne varsa; evlerini, mallarını, mülklerini, akrabalarını ve vatanlarını terk ederek, gizlice, küçük kafileler halinde Yesrib’e doğru yola çıkmaya başladılar.
Bu hicret, gizli ve meşakkatliydi. Müşrikler fark ettiklerini yakalıyor, işkence ediyor, mallarına el koyuyorlardı. Meselâ, Suheyb-i Rûmî (r.a.) hicret ederken müşrikler yolunu kesmiş, “Sen buraya fakir geldin, zengin oldun. Şimdi hem kendini hem malını götüremezsin!” demişlerdi. Hz. Suheyb (r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) kavuşabilmek için bütün servetini onlara bırakıp, dinini alıp gitmişti. (Efendimiz (s.a.v.) bu haberi duyunca, “Suheyb kârlı bir ticaret yaptı!” buyuracaktı.)
Ancak bu gizli hicretin bir istisnası vardı: Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh).
O (r.a.), gizlenmeyi reddetti. Kılıcını kuşandı, yayını omzuna taktı, oklarını eline aldı. Önce Kâbe’ye gitti, Müşriklerin nazarları (bakışları) altında Kâbe’yi tavaf etti. Makâm-ı İbrahim’de namaz kıldı. Sonra Kureyş’in ileri gelenlerinin oturduğu yere dikildi ve o meşhur meydan okumasını yaptı:
“Ey Kureyş! İşte ben de hicret ediyorum! Kim anasını ağlatmak, evladını yetim, karısını dul bırakmak istiyorsa, şu vadinin ardında karşıma çıksın!”
Kimseden ses çıkmadı. Hz. Ömer (r.a.), izzetle ve alenen Yesrib’e doğru yola çıktı.

Kureyş’in Paniği ve Dârü’n-Nedve’deki Suikast Planı

Mekke’nin günden güne boşalması, Kureyş’i dehşete düşürmüştü. Müslümanlar gidiyordu. Ama daha da tehlikelisi, O’nun (s.a.v.) davasının başı, Muhammed (s.a.v.), henüz Mekke’deydi.
Biliyorlardı ki, eğer O (s.a.v.) da Yesrib’e giderse, orada güçlü bir ordu kurar ve Mekke’nin ticaret yollarını keserek onlardan intikam alırdı.
Çare bulmak için, Kureyş’in meclisi (parlamentosu) olan Dârü’n-Nedve’de “acil” koduyla toplandılar. Ebû Cehil, Ebû Süfyan, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef… Hepsi oradaydı.
Siyer kaynakları, o toplantıya İblis’in (şeytanın), “Necidli bir ihtiyar (yaşlı)” kılığında katıldığını ve onlara akıl verdiğini nakleder.
Üç teklif ortaya atıldı:
• Hapis: “O’nu (s.a.v.) demir bir hücreye atalım, ölene kadar orada tutalım.”
Necidli ihtiyar (İblis) itiraz etti: “Olmaz! Taraftarları (Ashâbı) bunu duyar, bir baskın yapar ve O’nu (s.a.v.) kurtarırlar.”
• Sürgün: “O’nu (s.a.v.) Mekke’den sürelim, nereye giderse gitsin.”
Necidli ihtiyar (İblis) yine itiraz etti: “Bu daha tehlikeli! O’nun (s.a.v.) sözü tatlıdır. Gittiği yerde başka kabileleri ikna eder, topladığı bir orduyla döner, sizi yok eder.”
• Suikast (Öldürmek): En zalim teklif, Ebû Cehil’den geldi: “İçimizde tek bir çare kaldı: O’nu (s.a.v.) öldürmek!”
Ama nasıl? Eğer bir kabile O’nu (s.a.v.) öldürürse, Efendimiz’in (s.a.v.) kabilesi (Beni Hâşim) kan davası güderdi.
Ebû Cehil, o şeytanî planını açıkladı:
“Her kabileden birer tane güçlü, cesur ve asil genç seçeceğiz. Bu gençler (sayıları 10-15 kişi), gece O’nun (s.a.v.) evini saracak ve O (s.a.v.) dışarı çıktığı anda, hepsi birden tek bir adam gibi kılıçlarını vurup O’nu (s.a.v.) öldürecek.”
Plan mükemmeldi. Böylece O’nun (s.a.v.) kanı bütün kabilelere dağılacak, Beni Hâşim kabilesi bütün Kureyş’e savaş açamayacağı için, mecburen “diyet” (kan parası) kabul etmek zorunda kalacaktı.
Necidli ihtiyar (İblis), “İşte en doğru fikir budur!” diyerek planı tasdik etti. Karar alındı. Suikast, o gece icra edilecekti.

İlâhî Müdahale ve Hicret Gecesi

Onlar tuzak kurdular, ancak tuzak kuranların en Hayırlısı olan Allah Teâlâ’nın (c.c.) da bir planı vardı.
O gün, Cebrail (aleyhisselâm) Efendimiz’e (s.a.v.) geldi:
“Yâ Resûlallah! Rabbin (c.c.) sana hicret iznini verdi. Bu gece, her gece yattığın yatağında yatma!”
Emir gelmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal en sadık dostunun, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’ın (r.a.) evine, her zaman gittiği vaktin dışında, öğle sıcağında, başını örterek gitti.
Hz. Ebû Bekir (r.a.), O’nu (s.a.v.) görünce heyecanlandı: “Yâ Resûlallah! Mutlaka mühim bir hadise var!”
“Evet, yâ Ebâ Bekir. Allah (c.c.) bana hicret izni verdi.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevinçle sordu: “es-Sohbet, yâ Resûlallah?” (Yol arkadaşlığı bana mı, ben de Seninle (s.a.v.) miyim?)
Resûlullah (s.a.v.) “Evet” buyurunca, Hz. Ebû Bekir (r.a.) sevincinden ve şükründen ağlamaya başladı. O (r.a.), aylardır iki deve satın almış, onları sırf bu yolculuk için besliyordu.
Plan yapıldı. Gece yola çıkılacaktı.
Ancak bir sorun vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) evinde, Mekkelilerin O’na (s.a.v.) (hâlâ “el-Emîn” dedikleri için) bıraktıkları birçok “emanet” vardı. Ve O’nu (s.a.v.) öldürmeye gelen katillerin, evde O’nun (s.a.v.) yattığını zannetmeleri, O’na (s.a.v.) zaman kazandırması gerekiyordu.
Bu, “ölümüne” bir vazifeydi. Resûlullah (s.a.v.), bu vazife için amcasının oğlu Hz. Ali’yi (r.a.) çağırdı:
“Yâ Ali! Bu gece benim yatağıma yat, benim şu yeşil hırkamı üzerine ört. Korkma! Sana hiçbir zarar erişmeyecektir. Sabah olunca da, şu emanetleri sahiplerine teslim et ve sen de Yesrib’e doğru yola çık.”
Hz. Ali (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) canını kurtarmak için kendi canını hiçe sayarak, o gece o ölüm yatağına tereddütsüz yattı.
Gece yarısı, Kureyş’in seçkin suikastçıları evi sardı. Kapı aralığından baktıklarında, yatakta birinin yattığını (Hz. Ali r.a.) ve üzerinde Efendimiz’in (s.a.v.) yeşil hırkasının olduğunu gördüler. O’nun (s.a.v.) uyuduğunu zannedip, sabah dışarı çıkmasını beklemeye başladılar.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), gecenin o vaktinde, kapıyı açtı, suikastçıların arasından geçti. O (s.a.v.) geçerken, Kur’ân-ı Kerîm’den Yâsîn Suresi’nin ilk ayetlerini okuyordu. O meşhur 9. ayete geldiğinde, bir avuç toprak aldı ve ayeti okuyarak katillerin başlarına serpti:
“Biz, onların önlerine bir set, arkalarına da bir set çekip gözlerini perdeledik. Artık görmezler.” (Yâsîn, 36/9 )
Cenâb-ı Hak, onların gözlerine perde indirmişti. O kadar katil, kapının önünde beklerken, O’nu (s.a.v.) görmediler.
Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) evine gitti ve iki sadık dost, gecenin karanlığında Mekke’den ayrıldılar.

Sevr Mağarası: “Lâ Tahzen”

Sabah oldu. Suikastçılar eve daldı. Hırkayı kaldırdıklarında, karşılarında Hz. Ali’yi (r.a.) buldular. Şok olmuşlardı. “Muhammed (s.a.v.) nerede?”
Hz. Ali (r.a.), “Bilmiyorum, bana bekçilik mi verdiniz?” diye cevapladı.
Kureyş, aldatıldığını anlamıştı. İslâm tarihinin en büyük insan avı başladı. Her yere atlılar, izciler (iz sürenler) gönderdiler. Efendimiz’i (s.a.v.) ölü veya diri getirene 100 deve (muazzam bir servet) ödül vaat ettiler.
Resûlullah (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Kureyş’i şaşırtmak için Yesrib’e (Kuzey’e) değil, tam zıt istikamete, Mekke’nin Güney’indeki Sevr Dağı’na (Sevr Mağarası) tırmandılar.
Üç gün, üç gece bu mağarada gizlendiler.
Bu üç günde, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) ailesi, tarihe geçecek bir istihbarat ve lojistik ağı kurdu:
• Oğlu Abdullah bin Ebî Bekir, geceleri mağaraya gelir, gündüz Mekke’de olan bitenleri (Kureyş’in planlarını) babasına ve Resûlullah’a (s.a.v.) rapor ederdi.
• Kızı Hz. Esmâ (r.anha), geceleri onlara yiyecek ve su taşırdı. (Bir seferinde yiyecek torbasını bağlayacak bir şey bulamayınca, belindeki kuşağı (Nitaq) yırtıp ikiye ayırmış; biriyle torbayı, biriyle belini bağlamıştı. Bu yüzden O’na (r.anha) “Zâtü’n-Nitâkayn” – İki Kuşak Sahibi denildi.)
• Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) azatlısı Âmir bin Füheyre, geceleri koyun sürüsünü mağaranın oraya getirir, hem onlara taze süt sağlar hem de Abdullah ve Esmâ’nın (r.anhümâ) ayak izlerini sürüsüyle kapatarak delilleri yok ederdi.
Mekke’nin en usta izcileri, ayak izlerini takip ede ede, Sevr Mağarası’nın ağzına kadar geldiler.
Mağaranın içinde, Hz. Ebû Bekir (r.a.), dışarıdaki müşriklerin seslerini ve ayaklarını görüyordu. Endişesi kendisi için değil, yanındaki “Emanet” (Resûlullah s.a.v.) içindi.
Fısıldadı: “Yâ Resûlallah! Yakalandık! Eğilip ayaklarının dibine baksalar, bizi görecekler!”
İşte o an, tevekkülün ve imanın zirvesi olan o mübarek söz, Resûlullah’ın (s.a.v.) dilinden döküldü:
“Yâ Ebâ Bekir! Lâ Tahzen! İnnallâhe me’anâ.”
(Ey Ebû Bekir! Üzülme! Şüphesiz Allah (c.c.) bizimledir.)
“Üçüncüsü Allah (c.c.) olan iki kişiye, sen ne zannediyorsun (kim zarar verebilir)?”
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle ebedîleştirmiştir:
“…Hani o ikisi mağarada iken, arkadaşına, ‘Üzülme! Çünkü Allah (c.c.) bizimle beraberdir’ diyordu. Allah (c.c.) da onun üzerine güven duygusu ve huzur indirmiş, sizin görmediğiniz ordularla onu desteklemişti…” (Tevbe, 9/40 )
Müşrikler mağaranın ağzına geldiklerinde, ilâhî bir mucizeyle karşılaştılar: Bir örümcek, mağaranın ağzına mükemmel bir ağ örmüş; bir çift yabani güvercin de oraya yuva yapıp yumurtlamıştı.
İzciler dedi ki: “Buraya giremeyiz. Bu örümcek ağı, Muhammed (s.a.v.) doğmadan eskidir. Güvercinler de burada. İnsan girmiş olsa, bunlar burada durur muydu?”
Ve geri dönüp gittiler.

Sürâka’nın Takibi ve Çölün Mucizesi

Üç günün sonunda, Mekke’deki arama telaşı biraz yatışınca, iki dost ve rehberleri Abdullah bin Uraykıt (henüz müşrikti ama güvenilirdi), develerine binip Yesrib’e doğru, sahil yolundan yola çıktılar.
Ancak 100 develik ödül, Sürâka bin Mâlik adındaki cesur bir savaşçının iştahını kabartmıştı. Atını sürmüş, izlerini bulmuş ve onlara yetişmişti.
Tam yaklaşıp kılıcını çekecekken, atının ön ayakları kuma saplandı, Sürâka yere düştü.
Kalktı, fal oklarına baktı (o günün âdeti), “Zarar verme” oku çıktı. Ödülü düşünerek oku dinlemedi, atına bindi, tekrar sürdü.
İkinci kez yaklaştığında, atının ayakları bu kez dizlerine kadar, sert çöl toprağına, sanki bir bataklıkmış gibi gömüldü.
Sürâka, bunun beşerî (insanî) bir hadise olmadığını, O Zât’ın (s.a.v.) ilâhî bir himaye altında olduğunu anladı.
Bağırdı: “Ey Muhammed! Eman ver! Söz veriyorum, size zarar vermeyeceğim ve arkanızdan gelen herkesi geri çevireceğim!”
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Sürâka’nın atı mucizevî bir şekilde kurtuldu. Sürâka, O’ndan (s.a.v.) bir “eman belgesi” istedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir deri parçasına o belgeyi yazıp verdi.
Sürâka geri dönerken, Efendimiz (s.a.v.) O’na (s.a.v.) baktı ve İslâm tarihinin en büyük müjdelerinden (mucizevî haberlerinden) birini verdi:
“Geri dön, ey Sürâka! Nasıl olursun, Kisrâ’nın (İran/Pers Kralı’nın) bileziklerini kollarında taktığın gün?”
(Yıllar sonra, Hz. Ömer (r.a.) devrinde İran fethedilip Kisrâ’nın hazineleri Medine’ye getirildiğinde, Hz. Ömer (r.a.) Sürâka’yı çağırmış, Kisrâ’nın tacını, elbisesini ve o altın bileziklerini Sürâka’ya giydirmiş ve “Sözünü yerine getiren Allah’a (c.c.) hamdolsun!” diyerek bu mucizenin gerçekleştiğini ilan etmiştir.)

Varış: Kuba ve İlk Mescid

Yolculuk devam etti. Yesrib’de ise nefesler tutulmuştu. Ensâr (Medineli Müslümanlar), her sabah güneş doğarken şehrin dışındaki “Harre” denilen tepelere çıkar, O’nun (s.a.v.) yolunu gözlerlerdi. Öğle sıcağı bastırınca, ümitleri kırılarak evlerine dönerlerdi.
Hicretin 8. günü (Pazartesi, Rebiülevvel ayı), yine böyle umutlu bir bekleyişin ardından evlere dönülmüştü.
Bir Yahudi, kendi kalesinin üzerinden ufka bakarken, çölde, serapların içinde yaklaşan beyaz elbiseli o küçük kafileyi gördü. Anladı. Yesrib’de yankılanan ilk o bağırdı:
“Ey Evs ve Hazrec! Müjde! Beklediğiniz O büyük Misafiriniz, Sahibiniz geliyor!”
Yesrib, o anda bir bayram yerine döndü. Tekbir sesleri (“Allahu Ekber!”) semâyı doldurdu. Erkekler, kadınlar, çocuklar; herkes evlerinden fırladı. O’nu (s.a.v.) karşılamak için şehrin dışına koştular.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Yesrib’e girmeden önce, şehrin güneyinde, Amr bin Avf oğullarının yurdu olan Kuba mevkiinde durdu. Orada birkaç gün (rivayete göre 10-14 gün) misafir kaldı.
O (s.a.v.), bir devlet kurmaya geliyordu ve bir devletin temeli “Mescid” (Secde edilen yer) idi. Kuba’da yaptığı ilk iş, bizzat kendisi de bir işçi gibi taş taşıyarak, İslâm tarihinin ilk Mescidi’ni inşa etmek oldu.
İşte bu Mescid, Kur’ân-ı Kerîm’in övdüğü o mübarek makamdı:
“…İlk günden temeli takvâ (Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınma) üzerine kurulan mescid (Kuba Mescidi)…” (Tevbe, 9/108 )
Mekke’de zulümle geçen 13 yıl bitmiş; Medine’de izzetle ve devletle geçecek 10 yıl başlamıştı.

BÖLÜM 13: MEDİNE’NİN KURULUŞU – MESCİD-İ NEBEVÎ
(Medenî Dönem – I)

Nurlu Şehre Giriş (Cuma Günü)

Bu, bir Cuma günüydü. Efendimiz (s.a.v.), Kuba’dan ayrıldı, mübarek devesi “Kasvâ”nın üzerindeydi. Yanında en sadık dostu Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve etrafını bir hale gibi sarmış olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) ve Muhâcirler (Mekkeli Müslümanlar) vardı.
Yesrib, o gün tarihinin en parlak, en sevinçli gününü yaşıyordu.
O (s.a.v.), şehre girmeden önce, Rânûnâ Vâdi’si denilen yerde, Sâlim bin Avf kabilesinin yurdunda durdu. Öğle vakti girmişti. Orada, Medine’deki ilk Cuma Namazı’nı kıldırdı ve ilk Cuma Hutbesi’ni irad etti. İslâm’ın en mühim şeâirinden (sembollerinden) biri, daha şehre girilmeden icra edilmişti.
Namazdan sonra Kasvâ’ya bindi ve Yesrib’e doğru ilerledi.
Bu, tasviri mümkün olmayan bir manzaraydı.
Yollar, evlerin çatıları, hurma ağaçlarının tepeleri, Âlemlerin Efendisi’ni (s.a.v.) görmek için sabırsızlanan insanlarla doluydu. Kadınlar, erkekler, yaşlılar ve bilhassa çocuklar…
Medineli küçük kız çocukları, ellerinde defler olduğu halde, sevinçle ve neşeyle o meşhur beyti (mısrayı) terennüm ediyorlardı:
“Talea’l-bedru ‘aleynâ,
(Ay doğdu üzerimize,)
Min seniyyâti’l-Vedâ’…
(Vedâ Tepelerinden…)
Vecebe’ş-şükrü ‘aleynâ,
(Şükretmek vâcib oldu bize,)
Mâ de’â lillâhi dâ’…
(Allah’a (c.c.) dua eden oldukça…)”
Yesrib’in adı, O’nun (s.a.v.) mübarek ayaklarının basmasıyla o gün değişmişti; artık orası “Medînetü’l-Münevvere” (Nurlanmış Şehir) idi.

Tatlı Yarış ve Devenin Kararı: Kasvâ

Efendimiz (s.a.v.) şehrin sokaklarından ilerlerken, Medine’nin bütün kabile reisleri (Ensâr), O’nu (s.a.v.) kendi evlerinde misafir edebilmek için büyük bir heyecan ve yarış içindeydi.
Her kabilenin mahallesinden geçerken, o kabilenin reisi Kasvâ’nın yularına yapışıyor ve “Buyur yâ Resûlallah! En güçlü himaye, en kalabalık nüfus, en zengin mal bizdedir! Bizim evimizde kalın!” diye davet ediyordu.
Efendimiz (s.a.v.), kimseyi kırmak, kimseyi diğerine tercih ederek bir gönül kırıklığına sebep olmak istemiyordu.
O (s.a.v.), o mübarek hikmetiyle, yuları tutanlara tebessüm ediyor ve sadece şunu söylüyordu:
“Sebiluha! Fe innehâ me’mûretün.”
(Devenin yolunu açın, onu serbest bırakın! Muhakkak ki o, (nereye çökeceği hususunda) emrolunmuştur!)
Kasvâ, ilâhî bir emirle hareket ediyordu. Bütün Medine’nin nazarı (bakışı) devenin adımlarındaydı. Kimin evinin önünde çökecekse, bu Cihan Şümul şeref o aileye nasip olacaktı.
Deve, sokakları geçti, Neccâroğulları (Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Abdülmuttalib’in dayıları) mahallesine geldi. Bugün Mescid-i Nebevî’nin bulunduğu geniş, boş bir arsaya geldi ve oraya çöktü.
Efendimiz (s.a.v.) deveden inmedi. Deve, bir müddet durdu, sonra tekrar kalktı, biraz ilerledi, döndü dolaştı ve tekrar gelip ilk çöktüğü yere ikinci kez çöktü. Boynunu yere uzattı ve oradan kalkmayacağını belli etti.
Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “İnşallah, menzilimiz (konaklayacağımız yer) burasıdır” buyurdu ve devesinden indi.

En Mübarek Misafir: Ebû Eyyûb el-Ensârî (r.a.)

Efendimiz (s.a.v.), “Bu arsa kimindir?” diye sordu. “Sehl ve Süheyl adında iki yetim çocuğa aittir” dediler.
Sonra sordu: “Bu arsaya en yakın ev kimin evidir?”
Bu şerefin kime nasip olacağını bekleyen kalabalığın içinden bir ses, sevinçle ve heyecanla yükseldi. Bu, Neccâroğullarından Hâlid bin Zeyd idi. Tarihin O’nu (r.a.) tanıyacağı ismiyle: Ebû Eyyûb el-Ensârî (radıyallâhu anh).
Ebû Eyyûb (r.a.), koşarak geldi, Efendimiz’in (s.a.v.) eşyalarını (semerini) yüklendi ve “Benim evimdir, yâ Resûlallah! İşte kapısı burasıdır, buyurunuz!” dedi.
O (r.a.), Resûlullah’ı (s.a.v.) evine davet ediyordu. (Bu davet, asırlar sonra o mübarek sahabenin, İstanbul surları önünde şehit olmasına kadar sürecek bir sevdanın başlangıcıydı.)
Ebû Eyyûb’un (r.a.) evi iki katlı, mütevazı bir Medine eviydi. Ebû Eyyûb (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) üst kata yerleşmesini, zira ev sahibinin yukarıda olmasının edebe daha uygun olduğunu arz etti.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kendisini ziyarete gelecek olan misafirleri (Ashâbı) düşünerek, o eşsiz tevazusuyla şöyle buyurdu:
“Hayır, yâ Ebâ Eyyûb. Alt kat, hem bizim için hem de gelen giden misafirler için daha müsaittir (daha kolaydır).”
Efendimiz (s.a.v.) alt kata yerleşti. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) üst kata çıktılar.
O gece, İslâm tarihinin en nazik hadiselerinden biri yaşandı. Ebû Eyyûb (r.a.) ve zevcesi (r.anha) uyuyamadılar.
“Biz nasıl olur da, Allah’ın Resûlü (s.a.v.) altımızda iken biz O’nun (s.a.v.) üstünde uyuruz? Biz nasıl O’nun (s.a.v.) ile Vahiy Meleği (Cebrail a.s.) arasına gireriz?” diye büyük bir hicap (utanma) ve endişe duydular.
O gece, yatağa girmediler. Odanın, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu hizanın dışındaki bir köşesine çekildiler. Sabah olunca, Efendimiz’e (s.a.v.) yalvararak bu durumu anlattılar ve O’nu (s.a.v.) üst kata çıkmaya ikna ettiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid-i Nebevî’nin inşası tamamlanana kadar, yaklaşık yedi (7) ay boyunca, bu mübarek Sahabî’nin (r.a.) evinde misafir kaldı.

İslâm Medeniyeti’nin Kalbi: Mescid-i Nebevî’nin İnşası

Efendimiz (s.a.v.), misafir olduğu evden, devesinin çöktüğü o arsayı işaret etti. Burası, İslâm Devleti’nin başkenti, karargâhı, meclisi, üniversitesi ve ibadethanesi olacaktı.
Arsa, Neccâroğullarından Sehl ve Süheyl adındaki iki yetim kardeşe aitti. Onların vasisi (koruyucusu) olan Es’ad bin Zürâre (r.a.) idi.
Efendimiz (s.a.v.) arsayı satın almak istedi. Yetimler ve vasileri, “Yâ Resûlallah! Biz onu Sana (s.a.v.) bedelsiz, Allah (c.c.) rızası için hediye ediyoruz!” dediler.
Ancak Rahmet Peygamberi (s.a.v.), yetimlerin malını bedelsiz almayı kabul etmedi. Arsanın bedelinin (10 dinar altın) ödenmesinde ısrar etti ve parasını, Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) malından ödedi.
Arsa satın alınmıştı. İçinde eski müşrik mezarları, yıkıntılar ve hurma ağaçları vardı. Efendimiz (s.a.v.) mezarların nakledilmesini, yıkıntıların temizlenmesini ve ağaçların kesilmesini emretti.
Ve inşaat başladı.
Bu inşaat, bir hükümdarın saray inşaatı değil, bir Peygamberin (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm), omuz omuza vererek kendi mabetlerini kurdukları bir imece (dayanışma) idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir kumandan gibi kenarda durmadı. Bizzat bir işçi gibi çalıştı. Mübarek omuzlarıyla kerpiç ve taş taşıdı.
O’nun (s.a.v.) bu gayretini gören Ashâb (r.anhüm), şevkle ve aşkla çalışıyor, bir yandan da şu beyti (mısrayı) söylüyorlardı:
“Lein ka’adnâ ve’n-Nebiyyü ya’melü / Fezâke minne’l-‘amelü’l-mudallelü”
(“Eğer Peygamber (s.a.v.) çalışırken biz oturursak / Bu, bizce, dalâletten (yanlışlıktan) başka bir şey değildir!”)
Efendimiz (s.a.v.) de onlara katılıyor, onların şevkini artırmak için şöyle dua ediyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah / Ferham (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah”
(“Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır / Ensâr’ı ve Muhâcirler’i Sen (c.c.) bağışla!”)
Mescid, son derece mütevazı, ancak fonksiyonu (vazifesi) muazzam bir yapıydı:
• Temelleri taştan atıldı.
• Duvarları, çamurla karıştırılıp güneşte kurutulmuş kerpiçten yapıldı.
• Tavanı, kesilen hurma ağaçlarının gövdeleri (direk olarak) ve hurma dalları (çatı olarak) ile kapatıldı.
• Zemini kum ve topraktı.
• Kıblesi, o dönemde henüz Mescid-i Aksâ (Kudüs) idi.
• Üç kapısı vardı.
Ancak bu sadece bir “Mescid” (Namaz kılınan yer) değildi.
• Efendimiz (s.a.v.) ve ailesinin (Hz. Aişe r.anha ve Hz. Sevde r.anha) kalması için, Mescid’in bitişiğine, duvarları yine kerpiçten, tavanları hurma dallarından olan iki mütevazı “Hücre-i Saadet” (Oda) inşa edildi.
• Mescid’in bir köşesi, “Suffe” adı verilen bir gölgelikle ayrıldı. Burası, İslâm’ın ilk yatılı üniversitesiydi. Evi, malı mülkü olmayan, hayatını sadece Resûlullah’tan (s.a.v.) ilim öğrenmeye adayan fakir Sahabîler (“Ashâb-ı Suffe”) burada kalırdı. (Ebû Hüreyre (r.a.) gibi en çok hadis rivayet eden sahabeler burada yetişecekti.)
Mescid-i Nebevî’nin inşası yaklaşık 7 ay sürdü.
İnşaat bittiğinde, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ebû Eyyûb el-Ensârî’nin (r.a.) evinden kendi hanesine taşındı.
İslâm Devleti’nin başkenti, orduların sevk edileceği karargâhı, elçilerin kabul edileceği meclisi ve Kıyamete kadar Müslümanların kalbinin atacağı o mübarek merkez (Mescid-i Nebevî) artık kurulmuştu.
Efendimiz’in (s.a.v.) önünde acilen çözülmesi gereken iki mühim içtimaî (sosyal) mesele duruyordu:
• İç Bütünlük: Mekke’den her şeyini (evini, malını, ailesini) terk ederek gelen Muhâcirler (Göç Edenler), Medine’de fakir ve sığınmacı durumundaydılar. Medine’nin yerlisi olan Ensâr (Yardımcılar) ise zengin ve mülk sahibiydi. Bu iki grubun, “zengin-fakir” veya “yerli-göçmen” ayrımına düşmeden, tek bir “Ümmet” potasında eritilmesi gerekiyordu.
• Dış İlişkiler: Medine, homojen (tek tip) bir yapı değildi. Müslümanların yanı sıra, asırlardır orada yaşayan güçlü Yahudi kabileleri (Beni Kaynuka, Beni Nadir, Beni Kurayza) ve henüz İslâm’a girmemiş putperest Arap kabileleri vardı. Bu farklı inanç gruplarıyla “bir arada yaşama” hukukunun tesis edilmesi şarttı.
Nebiyy-i Muhterem (s.a.v.), bu iki meseleyi, Nübüvvet hikmetiyle ve Cihan Şümul bir ferâsetle çözüme kavuşturdu.

*********

BÖLÜM 14: KARDEŞLİK ASRI VE İLK ANAYASA
(Medenî Dönem – II)

1. İç Bütünlük: Muâhât (Kardeşlik Antlaşması)

Hicretin ilk aylarında (yaklaşık 5-8 ay sonra), Resûlullah (s.a.v.), Ensâr ve Muhâcirleri, Medine’nin meşhur simalarından Enes bin Mâlik’in (r.a.) evinde topladı. O gün, Mescid-i Nebevî’de yaklaşık 90 (veya 100) Sahabî vardı (yarısı Ensâr’dan, yarısı Muhâcirler’den).
Efendimiz (s.a.v.), onlara hitap etti ve İslâm tarihinin en muazzam içtimaî (sosyal) projesini ilan etti: “Muâhât” (Kardeşleştirme).
O (s.a.v.), buyurdu ki: “Allah (c.c.) rızası için ikişer ikişer kardeş olunuz!”
Bu, sıradan bir “arkadaş olun” emri değildi. Bu, kan bağının (nesep) ötesinde, “iman bağı” ile kurulan yeni bir aile hukuku tesisiydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), her Muhâcir’i, Medine’deki bir Ensâr ile “kardeş” ilan etti.
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile Hârice bin Zeyd (r.a.) kardeş oldu.
• Hz. Ömer (r.a.) ile İtbân bin Mâlik (r.a.) kardeş oldu.
• Mekke’nin en zenginlerinden olan, ama her şeyini bırakıp gelen Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Medine’nin en zenginlerinden olan Sa’d bin Rebî’ (r.a.) kardeş oldu.
• Ve Efendimiz (s.a.v.), kendisini de bu kardeşliğin dışında tutmadı. Hz. Ali’yi (r.a.) yanına çağırdı ve O’na (r.a.), “Sen de benim dünya ve ahiret kardeşimsin” buyurarak O’nu (r.a.) onurlandırdı.
Bu “Kardeşlik” emri, sadece kâğıt üzerinde kalmadı. Ensâr, bu emri, tarihin kaydettiği en muazzam fedakârlık ve “îsâr” (kendi ihtiyacı varken başkasını tercih etme) ahlâkıyla hayata geçirdi.
Bu kardeşliğin en parlak misali (örneği), Abdurrahman bin Avf (r.a.) ile Sa’d bin Rebî’ (r.a.) arasında yaşandı.
Sa’d (r.a.), Mekkeli kardeşine dedi ki:
“Ey kardeşim Abdurrahman! Ben, Medine’nin malca en zenginlerindenim. İşte malımın yarısı! Al, o senindir. İki tane de hurma bahçem var, bak hangisini beğenirsen onu sana vereyim. İki tane de hanımım var; bak hangisi senin daha çok hoşuna giderse (veya boşanma iddeti bittikten sonra) onunla evlenmen için onu boşayayım.”
Bu, Cihan Şümul tarihte eşi görülmemiş bir cömertlik ve teslimiyetti.
Ancak Muhâcir’in izzeti de Ensâr’ın cömertliğinden aşağı kalmıyordu. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o mübarek iffetiyle şu cevabı verdi:
“Kardeşim! Allah (c.c.) malını da, aileni de sana mübarek kılsın. Benim onlara ihtiyacım yok. Sen bana sadece, çarşınızın (pazar yerinizin) yolunu göster.”
Ensâr, balık vermeyi teklif etmiş; Muhâcir ise balık tutmayı (kendi emeğiyle kazanmayı) tercih etmişti. Abdurrahman bin Avf (r.a.), o gün Medine pazarında küçük bir ticaretle başladı ve kısa sürede Medine’nin en zenginlerinden biri oldu.
Bu “Muâhât” sayesinde, Mekke’den gelen fakir Muhâcirler, Medine’de bir aileye, bir eve, bir işe kavuştu. Yerli-göçmen çatışması riski sıfıra indi. Zekât farz kılınmadan evvel, bu kardeşler birbirine mirasçı dahi oldular (Bedir Savaşı’na kadar).
Kur’ân-ı Kerîm, Ensâr’ın bu eşsiz ahlâkını, şu ayet-i kerîme ile ebedîleştirdi:
“…Onlar (Ensâr), hicret edenleri (Muhâcirleri) severler. Onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir kıskançlık (veya ihtiyaç) duymazlar. Kendileri son derece ihtiyaç içinde bulunsalar bile onları (Muhâcirleri) kendi nefislerine tercih ederler (Îsâr). Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Haşr, 59/9 )

2. Dış İlişkiler: Medine Vesikası (İlk Anayasa)

İç bütünlük sağlanmıştı. Şimdi sıra, Medine’nin diğer unsurlarıyla (bilhassa Yahudilerle) olan hukuku belirlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), sadece Müslümanların değil, Medine’de yaşayan herkesin Peygamberi ve “Devlet Başkanı” idi. O (s.a.v.), bir arada yaşamanın temel şartlarını belirlemek üzere, İslâm tarihinin ve (bazı hukukçulara göre) dünya tarihinin ilk yazılı “Toplumsal Sözleşmesi” veya “Anayasası” olan Medine Vesikası’nı (Sahîfetü’l-Medîne) kaleme aldırdı.
Bu vesika (belge), Cihan Şümul bir hukuk ve adalet metniydi. Yaklaşık 47 (veya 52) maddeden oluşan bu sözleşmenin temel esasları şunlardı:
• Ümmet Kavramı: “Bu vesika, Kureyşli Müslümanlar (Muhâcirler), Yesribli Müslümanlar (Ensâr) ve onlara tâbi olup onlarla birlikte savaşanlar (Yahudiler ve diğerleri) için bir sözleşmedir. Onlar, diğer insanlardan ayrı bir ‘Ümmet’tir (siyasî bir topluluktur).”
• Din Hürriyeti: “Yahudilerin dini kendilerine, Müslümanların dini kendilerinedir.” (İnançta tam bir hürriyet tanınmıştır.)
• Savunma Ortaklığı: “Medine’ye (Yesrib’e) dışarıdan bir saldırı olursa, (Müslümanlar ve Yahudiler) şehri birlikte savunacaklardır. Savaşın masrafları kendi aralarında paylaşılacaktır.”
• Saldırmazlık: “Sözleşmeye imza atan hiçbir taraf, diğer tarafın düşmanıyla (bilhassa Kureyş ile) gizli veya açık bir ittifak yapmayacaktır.”
• Hukukî Mercii: “Bu sözleşmeye imza atanlar arasında herhangi bir anlaşmazlık, bozgunculuk veya cinayet çıkarsa, hüküm merciî Allah (c.c.) ve Resûlü Muhammed’dir (sallallâhu aleyhi ve sellem).”
Bu vesika ile Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Medine’deki bütün grupları “Vatan Savunması” ve “Adalet” paydasında birleştiren bir “Şehir Devleti” kurmuş oluyordu. Bu, kabileciliğe (asabiyete) dayalı Câhiliye düzeninin yıkılıp, “hukuk”a ve “vatandaşlığa” dayalı Medeniyetin başladığının resmî ilanıydı.

3. İslâm’ın Sesi: Ezan’ın Meşrû Kılınışı

Medine Devleti kurulmuş, Mescid-i Nebevî inşa edilmişti. Müslümanlar artık namazlarını cemaatle kılıyorlardı. Ancak bir mesele vardı: Cemaati namaz vaktinde Mescid’e nasıl toplayacaklardı?
Hristiyanlar çan (nâkûs) çalıyordu. Yahudiler boru (şofar) üflüyordu. Mecûsîler ateş yakıyordu.
Efendimiz (s.a.v.) Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti. Bazıları “Çan çalalım”, bazıları “Boru öttürelim”, bazıları “Ateş yakalım” dediyse de, Resûlullah (s.a.v.) bunların hiçbirini, diğer dinlere benzememek için kabul etmedi. “İnsanları ‘es-Salâh! es-Salâh!’ (Namaza! Namaza!) diye çağıran bir tellal (münâdî) olsun” fikri üzerinde duruldu, ancak bu da tam olarak içlerine sinmedi.
O gece, Sahâbeden Abdullah bin Zeyd (radıyallâhu anh), sâdık (doğru) bir rüya gördü.
Rüyasında, elinde bir çan (nâkûs) taşıyan yeşil elbiseli bir adam (melek) gördü. O’na (r.a.) dedi ki: “Bu çanı bana satar mısın?”
Adam sordu: “Ne yapacaksın?”
Abdullah bin Zeyd (r.a.): “İnsanları namaza çağıracağız.”
Yeşil elbiseli zat dedi ki: “Sana bundan daha hayırlısını öğreteyim mi?”
“Nedir o?”
Ve o zat, Abdullah bin Zeyd’e (r.a.) kıyamete kadar semâlarda yankılanacak olan o mübarek “Ezan” kelimelerini okudu:
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… (Allah en büyüktür…)”
“Eşhedü en lâ ilâhe illallah… (Şahitlik ederim ki Allah’tan başka ilâh yoktur…)”
“Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah… (Şahitlik ederim ki Muhammed Allah’ın Resûlüdür…)”
“Hayye ale’s-Salâh… (Haydi namaza…)”
“Hayye ale’l-Felâh… (Haydi kurtuluşa…)”
“Allahu Ekber, Allahu Ekber… Lâ ilâhe illallah.”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), sabah olur olmaz heyecanla Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna koştu ve rüyasını anlattı.
Efendimiz (s.a.v.) tebessüm etti ve buyurdu:
“İnşallah bu, sâdık (hak) bir rüyadır. Kalk, o kelimeleri Bilâl’e (r.a.) öğret. Zira O’nun (r.a.) sesi, seninkinden daha gür ve daha güzeldir (endâ).”
Abdullah bin Zeyd (r.a.), Ezan kelimelerini Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (r.a.) öğretti.
Hz. Bilâl (r.a.), Mescid-i Nebevî’nin yanındaki en yüksek evin damına çıktı ve Medine semâlarına İslâm’ın o ilk Ezan’ını okudu.
O ses, Medine’de yankılandığı anda, evinde olan Hz. Ömer (radıyallâhu anh), sesin tesiriyle hırkasını sürükleyerek evinden fırladı. Koşarak Mescid’e geldi ve “Yâ Resûlallah! Vallahi, bu gece rüyamda ben de bu kelimelerin aynısını işittim!” dedi.
Böylece Ezan, hem sâdık rüya (Abdullah b. Zeyd ve Hz. Ömer r.anhümâ) hem de Resûlullah’ın (s.a.v.) tasdiki (Sünneti) ile İslâm’ın Cihan Şümul çağrısı olarak meşrû kılındı.
O gün, Mekke’de “Ehad! Ehad!” (Bir’dir! Bir’dir!) diye işkence gören o Habeşli köle (Hz. Bilâl r.a.), Medine’de kurulan İslâm Devleti’nin semâlarına “Allahu Ekber!” (Allah En Büyüktür!) nidasını haykıran müezzinlerin efendisi (Reisü’l-Müezzinîn) oluyordu.

BÖLÜM 15: “YEVME’L-FURKÂN”A DOĞRU – BEDİR’İN SEBEPLERİ
(Medenî Dönem – III)

Kureyş Tehdidi ve Cihâd’a İzin (İzn-i Cihâd)

Kureyş müşrikleri, Müslümanların hicret etmesine izin vermekle yetinmemiş, onların Mekke’de bıraktıkları evlerine ve mallarına zorla el koymuşlardı. Bu gasp edilen malları, kendi ticaret kervanlarına sermaye yapmışlardı.
Bununla da kalmayıp, Medine’deki iç işlerine müdahaleye başladılar. Medine’deki Müslüman olmayan unsurlara (bilhassa münafıkların başı olacak olan Abdullah bin Übey bin Selûl’e) tehdit mektupları göndererek, “Muhammed’i (s.a.v.) himaye etmekten vazgeçmezseniz, ordularımızla gelip sizi ve O’nu (s.a.v.) yok edeceğiz!” diyorlardı.
Artık tehlike, Mekke’deki zulmün ötesine geçmiş, Medine Devleti’nin varlığına yönelik bir harp (savaş) tehdidine dönüşmüştü.
Mekke’de 13 yıl boyunca her türlü işkenceye, zulme, hakarete ve boykota sabırla ve pasif direnişle mukabele eden Müslümanlara, Medine’de, Hicret’in 2. yılına doğru, artık kendilerini ve kurdukları devleti “savunma” hakkı tanındı.
İslâm’da “harp” (savaş), asla bir saldırı veya istila değil, daima zulmü durdurmak, adaleti tesis etmek ve din hürriyetini (vicdan hürriyetini) korumak için “son çare” olarak meşrû kılınmıştı.
Cihâd’a (Müdafaaya) izin veren ilk ayetler, bu zulmü şöyle tasvir ediyordu:
“Kendilerine savaş açılan Müslümanlara, zulme uğramaları sebebiyle cihad için izin verildi. Şüphe yok ki Allah’ın onlara yardım etmeye gücü yeter. Onlar, ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden başka bir sebep olmaksızın haksız yere yurtlarından (Mekke’den) çıkarılmış kimselerdir…” (Hac, 22/39-40 )
İzin çıkmıştı. Artık misilleme (mukabele-i bi’l-misil) hakkı doğmuştu.

İlk Seriyyeler (Askerî Keşifler)

Efendimiz (s.a.v.), bu izne binaen, Kureyş’in hareketlerini kontrol etmek, Medine’nin etrafını emniyete almak ve Kureyş’in Şam ticaret yolunu (onların ekonomik can damarıydı) tehdit altında tutmak için “Seriyye” (Efendimiz’in (s.a.v.) bizzat katılmadığı küçük askerî birlikler) ve “Gazve” (Efendimiz’in (s.a.v.) katıldığı seferler) düzenlemeye başladı.
Hz. Hamza (r.a.) komutasındaki Sîfü’l-Bahr Seriyyesi, Hz. Ubeyde bin Hâris (r.a.) komutasındaki Rabîğ Seriyyesi gibi bu ilk hareketler, Kureyş’e “Artık eski himayesiz Müslümanlar yok, karşınızda bir devlet var” mesajını veriyordu.

Kıvılcımı Ateşleyen Kervan (Hicret’in 2. Yılı – Ramazan Ayı)

Hicretin 2. Yılı, Ramazan ayında (M. 624), Resûlullah’a (s.a.v.) mühim bir istihbarat (haber) ulaştı:
Kureyş’in en büyük ticaret kervanlarından biri, Ebû Süfyan bin Harb komutasında, Şam’dan Mekke’ye dönmek üzereydi. Bu kervan, Kureyş’in neredeyse bütün servetini (yaklaşık 1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) taşıyordu.
Daha da mühimi, bu kervanın sermayesinin büyük bir kısmı, Mekke’deki Muhâcirlerin (Müslümanların) gasp edilen mallarından oluşuyordu.
Bu kervana yapılacak bir müdahale, hem Müslümanların haklarını geri alması (Kureyş’ten tazminat alması) hem de Kureyş’in ekonomik bel kemiğini kırması demekti.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) topladı ve durumu arz etti:
“İşte Kureyş’in kervanı… Mallarınızı (veya mallarını) taşıyorlar. Ona doğru yola çıkan (hazırlanan) var mı? Umulur ki Allah (c.c.), onu bize ganimet olarak nasip eder.”
Bu, bir “harp” çağrısı değil, bir “kervan müdahalesi” çağrısıydı.
Bu çağrıya, çoğunluğu Ensâr’dan (230’dan fazla) ve bir kısmı Muhâcirler’den (80 küsur) olmak üzere, Siyer kaynaklarının ittifakla 313 (veya 314-317) kişi icabet etti.
İslâm Ordusu’nun o günkü vaziyeti, bir harbe (savaşa) değil, kervan baskınına hazırlandıklarını açıkça gösteriyordu:
Bütün orduda sadece 2 (veya 3) at vardı. Sadece 70 deve vardı.
Bu 313 Sahabî, bu 70 deveye nöbetleşe biniyorlardı. Bir deveye üç kişi düşüyordu.
Bizzat Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de bu nöbete tâbi idi. O (s.a.v.), devesini, amcaoğlu Hz. Ali (r.a.) ve Mersed bin Ebî Mersed (r.a.) ile paylaşıyordu. Arkadaşları, “Yâ Resûlallah! Biz Senin (s.a.v.) yerine yürürüz, Sen (s.a.v.) deveye bin” dediklerinde, O (s.a.v.) şu muazzam tevazu ve adalet dersini veriyordu:
“Siz, yürümekte benden daha güçlü değilsiniz. (Benden fazla sevaba muhtaç da değilsiniz) Ben de sizin kadar (yürüyerek) ecre (sevaba) muhtacım.”

Plan Değişiyor: Kervan Kaçıyor, Ordu Geliyor!

Ebû Süfyan, kurt bir tüccar ve kurnaz bir idareciydi. Müslümanların Medine’den çıktığını sezip, kervanın yolunu sahil şeridine (deniz kenarına) çevirerek hızla kaçmayı başardı.
Aynı anda, Mekke’ye acil yardım çağrısı için “Damdam bin Amr” adında bir ulak gönderdi. Damdam, Câhiliye âdetlerine göre, devesinin burnunu kulağını kesmiş, gömleğini yırtmış halde Mekke’ye girdi ve feryat etti: “Ey Kureyş! Kervanınız! Servetiniz! Ebû Süfyan’ın elindekiler! Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm) yolunu kesti! Yetişin! Yetişin!”
Mekke, bu feryatla çalkalandı.
Ebû Cehil, bu anı bekliyordu. Derhal “Harp! Harp!” nidalarıyla Kureyş’i topladı. Ebû Leheb hariç (yerine adam gönderdi), Kureyş’in bütün reisleri, kibirle ve öfkeyle yola çıktı.
Yaklaşık 1000 (Bin) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, 100’den fazla atlı, yüzlerce develi, yanlarında şarkıcı kadınlar ve içki tulumları olan muazzam bir ordu toplandı.
Yolda, Ebû Süfyan’dan ikinci bir haber geldi: “Kervan kurtuldu, Mekke’ye dönün!”
Kureyş ordusunda bir duraksama oldu. Ahnes bin Şerîk gibi bazı mutedil (ılımlı) reisler, “Kervan kurtulduysa, artık savaşmanın manası yok. Biz Muhammed (s.a.v.) ile değil, mallarımızı korumak için çıkmıştık. Geri dönelim” dediler.
Fakat ordunun başkomutanı olan Ebû Cehil (Amr bin Hişâm), o Câhiliye kibriyle gürledi:
“Hayır! Vallahi geri dönmeyeceğiz! Bedir kuyularına varacağız. Orada üç gün kalacağız, develer keseceğiz, şaraplar içeceğiz, şarkıcı kadınlar bizi eğlendirecek. Bütün Araplar bizim bu gücümüzü duyacak ve bizden ebediyen korkacaklar! İleri!”
Ebû Cehil, kervanı kurtarmaya değil, “İslâm’ı yok etmeye” gidiyordu.

En Kritik Meşveret (Danışma)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve 313 Sahabîsi (r.anhüm), Bedir yakınlarına gelmişlerdi. Kervan hedefiyle yola çıkmışlardı. Ancak şimdi, ilâhî kader onları, hazırlıksız oldukları muazzam bir orduyla karşı karşıya getirmişti.
Kervan kaçmış, 1000 kişilik Kureyş ordusu üzerlerine geliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) durdu. Bu, bir “Devlet Başkanı” olarak atacağı en kritik adımdı. Ashâbıyla (r.anhüm) “Meşveret” (Danışma) yapmak zorundaydı. Onlara sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin! Ne yapalım?”
Önce Muhâcirler (Mekkeliler) söz aldı:
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) ayağa kalktı, sonuna kadar O’nunla (s.a.v.) olduklarını belirten coşkulu ve sadık konuşmalar yaptılar.
Sonra Muhâcirlerden Hz. Mikdâd bin Amr (r.a.) ayağa kalktı ve o meşhur sözünü söyledi:
“Yâ Resûlallah! Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) neyi emrettiyse, oraya yürü! Vallahi, biz Sana (s.a.v.), Benî İsrâil’in (İsrailoğullarının) Mûsâ’ya (a.s.) dediği gibi, ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz burada oturacağız’ (Mâide, 5/24) demeyeceğiz!
Biz Sana (s.a.v.) deriz ki: ‘Sen (s.a.v.) ve Rabbin (c.c.) gidin savaşın, biz de sizinle beraber sonuna kadar savaşacağız!’
Vallahi, bizi dünyanın öbür ucuna (Berkü’l-Gımâd’a) sürsen, oraya kadar Seninle (s.a.v.) geliriz!”
Resûlullah (s.a.v.), bu sadakat sözlerine tebessüm etti. Ancak aradığı tam olarak bu değildi. O (s.a.v.), tekrar sordu:
“Ey insanlar! Bana rey (görüş) verin!”
O (s.a.v.), Muhâcirleri değil, ordunun üçte ikisini oluşturan Ensâr’ı (Medinelileri) kastediyordu. Çünkü Ensâr, O’na (s.a.v.) İkinci Akabe Biatı’nda “Medine’ye bir saldırı olursa, O’nu (s.a.v.) kendi canları gibi koruyacaklarına” yemin etmişlerdi.
Ancak bu harp, Medine’nin dışında cereyan edecekti. Efendimiz (s.a.v.), onları bu yeminin ötesinde bir harbe zorlamak istemiyordu.
Ensâr’ın reisi ve sancaktarı olan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), Efendimiz’in (s.a.v.) muradını anladı. Derhal ayağa fırladı:
“Yâ Resûlallah! Galiba bizi kastediyorsunuz? (Sanki bizden tereddüt ediyorsunuz?)”
Efendimiz (s.a.v.) “Evet” buyurdu.
İşte o an, Sa’d bin Muâz (r.a.), Ensâr’ın Kıyamete kadar sürecek olan sadakatinin manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Yâ Resûlallah! Biz Sana (s.a.v.) iman ettik, Seni (s.a.v.) tasdik ettik, getirdiğinin hak olduğuna şehâdet ettik. Seni (s.a.v.) dinlemek ve itaat etmek üzere Sana (s.a.v.) yeminler (biatlar) verdik.”
“Emret Yâ Resûlallah! Nereye istersen yürü! Seni (s.a.v.) Hak ile gönderen Allah’a (c.c.) yemin olsun ki, şu denizi (Kızıldeniz’i) gösterip ‘Dalsak mı?’ desen ve dalsan, biz de Seninle (s.a.v.) beraber o denize dalarız! Bizden tek bir kişi bile geri kalmaz!”
“Biz harpte (savaşta) sabırlı, düşmanla karşılaşınca sâdık kimseleriz. Umulur ki Allah (c.c.), bizden, Senin (s.a.v.) gözünü aydın edecek (Seni s.a.v. sevindirecek) kahramanlıklar Sana (s.a.v.) gösterecektir. Haydi, Allah’ın (c.c.) bereketiyle yürüt bizi!”
Arîş’teki Dua ve Sekînet
Bu konuşmalar, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzünü bir ay parçası gibi aydınlattı. Artık ordu, tek bir kalp olmuştu. Efendimiz (s.a.v.) müjdeyi verdi:
“Yürüyün ve sevinin! Vallahi, Allah Teâlâ (c.c.) bana iki taifeden birini (ya kervan ya da Kureyş ordusu) vaat etti. Vallahi, ben şu anda (Bedir’e bakarak) o müşriklerin (Ebû Cehil’in, Utbe’nin, Şeybe’nin) ölüp serilecekleri yerleri görüyor gibiyim!”
Ordu, Bedir’e yürüdü. Hubâb bin Münzir’in (r.a.) stratejik tavsiyesiyle, Kureyş ordusundan önce Bedir kuyularını kontrol edecek şekilde mevzilendiler.

Ramazan ayının 17. gecesiydi (Hicretin 2. Yılı).

Kureyş ordusu, o geceyi kibirle, eğlenceyle ve içkiyle geçirirken; 313 kişilik İslâm ordusu sükûnet içindeydi.
O gece, Cenâb-ı Hak, mü’minlerin üzerine bir “Sekînet” (huzur) ve hafif bir uyku (Enfâl, 8/11) indirdi. Hafif bir yağmur (Rahmet) yağdı. Bu yağmur, Müslümanların bulunduğu kumluk araziyi sertleştirerek ayaklarını sabit kıldı; müşriklerin bulunduğu çamurlu araziyi ise bataklığa çevirdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise, o gece sabaha kadar, kendisi için kurulan “Arîş” (komuta çadırı/gölgelik) içinde, secdede, gözyaşları içinde Rabbine (c.c.) yalvarıyordu. O duası, Arş-ı Âlâ’yı titretiyordu:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin (zafer) yardımını gönder! Allah’ım! Senden ahdini ve vaadini istiyorum!”
Duası o kadar şiddetlendi, o kadar yalvardı ki, mübarek omuzlarındaki ridası (hırkası) düştü. O’nu (s.a.v.) teselli etmek, yine en sadık dostu Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) düşmüştü. Sıddîk (r.a.), Efendimiz’i (s.a.v.) kucakladı, ridasını örttü ve fısıldadı:
“Yâ Resûlallah! Bu kadar dua ve niyaz kâfidir! Vallahi, Rabbin (c.c.) Sana (s.a.v.) vaat ettiğini muhakkak yerine getirecektir!”
Ramazan’ın 17. Cuma sabahı, güneş doğduğunda, İslâm’ın 313 fedaisi ile Câhiliye’nin 1000 kişilik kibirli ordusu, Bedir kuyularının başında karşı karşıya gelmişti.
Bu, sadece bir askerî çarpışma değil; İman ile Küfrün, Tevhid ile Şirkin, Adalet ile Zulmün, Fâtih (Muhammed s.a.v.) ile Firavun’un (Ebû Cehil’in) muharebesiydi.
Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Yevme’l-Furkân” (Hak ile Bâtıl’ın Ayrıldığı Gün) idi.

BÖLÜM 16: YEVME’L-FURKÂN – BEDİR ZAFERİ VE İLÂHÎ YARDIM
(Medenî Dönem – IV)

1. Mübâreze: İman, Kibrin Karşısında

Arap harp (savaş) geleneğine göre, ordular topluca hücum etmeden önce, en cesur ve asil savaşçılar öne çıkar ve “Mübâreze” (teke tek dövüş, düello) isterlerdi.
Kureyş ordusundan, kibirle ve meydan okuyarak üç kişi öne çıktı. Bunlar, Kureyş’in en azılı, en asil ve en güçlü savaşçılarından, aynı ailenin fertleriydi:
• Utbe bin Rebîa (Ebû Süfyan’ın kayınpederi, Hz. Hind’in babası)
• Oğlu Velîd bin Utbe
• Kardeşi Şeybe bin Rebîa
Meydana geldiler ve bağırdılar: “Ey Muhammed! Karşımıza, bizden (Kureyş’ten), kendi kavmimizden dengimiz olanları çıkar!”
Bu meydan okuma üzerine, Medineli Ensâr’dan üç genç kahraman (Avf, Muavviz ve Abdullah bin Revâha r.anhüm) hızla öne atıldı.
Ancak Kureyş reisleri onları görünce kibirle bağırdılar: “Siz kimsiniz? Bizim sizinle bir işimiz yok! Biz, Medine’nin çiftçileriyle savaşmayız! Bize, kendi kanımızdan olan amcaoğullarımızı (Kureyşlileri) çıkar!”
Onlar, bu harbi (savaşı) hâlâ bir “kabile kavgası” zannediyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu meydan okuma üzerine, Ensâr’a “Siz yerinize dönün” buyurdu. Sonra İslâm’ın en yakınlarına, kendi ailesine (Ehl-i Beyt’ine ve Hâşimoğulları’na) döndü ve buyurdu:
“Kalk, yâ Ubeyde! Kalk, yâ Hamza! Kalk, yâ Ali!”
İslâm’ın üç büyük kahramanı, Tevhid sancağı altında kılıçlarını çekerek meydana yürüdü:
• Hz. Hamza (radıyallâhu anh): “Allah’ın Aslanı”.
• Hz. Ali (radıyallâhu anh): “Allah’ın Haydarı (Aslanı)”.
• Hz. Ubeyde bin Hâris (radıyallâhu anh): Efendimiz’in (s.a.v.) akrabası, yaşlı ve tecrübeli bir Sahabî.
Karşılaşmalar başladı:
• Hz. Hamza (r.a.), karşısındaki Utbe bin Rebîa’yı (veya Şeybe’yi) bir hamlede öldürdü.
• Hz. Ali (r.a.) (ki en gençleriydi), karşısındaki Velîd bin Utbe’yi tereddütsüz yere serdi.
• Hz. Ubeyde (r.a.) ile karşısındaki (Utbe veya Şeybe) birbirlerini ağır yaraladılar.
Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Hamza (r.a.), hasımlarını bitirir bitirmez, derhal yaralı kardeşleri Hz. Ubeyde’nin (r.a.) yardımına koştular ve O’nun (r.a.) düşmanını da öldürdüler.
Hz. Ubeyde (r.a.) ağır yaralıydı, bacağı kopmuştu. O’nu (r.a.) alıp Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna getirdiler. Hz. Ubeyde (r.a.), akan kanlarına bakarak “Yâ Resûlallah! Ben şehit miyim?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.), “Evet, sen şehitsin” buyurdu. Hz. Ubeyde (r.a.), “Ah! Keşke Ebû Tâlib (Efendimiz’i s.a.v. koruyan amcası) bugünleri görseydi de, ‘Biz Muhammed’i (s.a.v.) korumak için O’nun (s.a.v.) etrafında öleceğiz’ sözünde ne kadar sâdık olduğumuzu anlasaydı” dedi ve ruhunu teslim etti. O (r.a.), Bedir’in ilk şehitlerindendi.
Mübâreze, İslâm’ın mutlak zaferiyle sonuçlanmıştı. Kureyş, daha harp (savaş) başlamadan en büyük üç komutanını kaybetmişti. Bu, ordularının maneviyatını (moralini) çökertti.

2. Büyük Çarpışma ve “Şâheti’l-Vücûh!”

Ebû Cehil, bu hezimet karşısında çılgına döndü ve “Toplu Hücum!” emri verdi. 1000 kişilik kibir ordusu, 313 kişilik iman ordusunun üzerine saldırdı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Arîş”te (komuta çadırında), Hz. Ebû Bekir (r.a.) ile birlikte, secdede Rabbine (c.c.) yalvarmaya devam ediyordu. O’nun (s.a.v.) tek derdi, İslâm’ın geleceğiydi:
“Allah’ım! Bana vaat ettiğin zaferi ver! Allah’ım! Eğer şu bir avuç (mü’min) topluluk bugün burada helâk olursa, yeryüzünde Sana (c.c.) ibadet edecek kimse kalmayacak!”
O (s.a.v.) duaya devam ederken, Ashâb (r.anhüm) “aslanlar gibi” savaşıyordu.
Tam o esnada, Resûlullah’a (s.a.v.) ilâhî emir geldi. Arîş’ten çıktı, mübarek zırhını giydi ve o bir avuç ordusunun önünde durdu. Savaştan önce buyurmuştu: “Bana yaklaşmadıkça ok atmayın, kılıçlarınızı çekmeyin.”
Şimdi ise düşman ordusuna baktı, yerden bir avuç kum ve çakıl aldı. O bir avuç toprağı, 1000 kişilik Kureyş ordusuna doğru fırlattı ve o meşhur harp (savaş) nidasını haykırdı:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun! / Yüzleri çirkinleşsin!)
Bu, sıradan bir toprak atma değildi. Bu, ilâhî bir mucizeydi. O bir avuç kumdan tek bir zerre bile, Kureyş ordusundaki 1000 askerin tamamının gözüne, burnuna ve ağzına isabet etmedikçe kalmadı. Hepsi, gözlerini oğuşturmaya, neye uğradıklarını şaşırmış bir halde paniklemeye başladılar.
Kur’ân-ı Kerîm, bu mucizevî anı şöyle tasvir eder:
“…(Savaşta) onları siz öldürmediniz, fakat Allah (c.c.) onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah (c.c.) attı…” (Enfâl, 8/17 )

3. Meleklerin Yardımı (İlâhî Müdâhale)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) “Hücum!” emri verdi.
Ve o anda, Bedir meydanı, beşerî (insanî) bir harp (savaş) alanı olmaktan çıktı. Semânın kapıları açılmıştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) duasına cevap gelmişti. Cebrail (aleyhisselâm), Mikâil (a.s.) ve İsrâfil’in (a.s.) de aralarında bulunduğu, Siyer kaynaklarına ve Kur’ân-ı Kerîm’in (Enfâl, 8/9; Âl-i İmrân, 3/124-125) tasdikine göre binlerce melek, başlarında sarı, beyaz, siyah sarıklar olduğu halde, semâdan Bedir’e indiler.
Bu melekler, fiilen harp (savaş) etmediler (veya çok az ettiler). Onların vazifesi, Kur’ân’ın ifadesiyle, “Mü’minlerin kalplerini sağlamlaştırmak (tesbit etmek)” ve kâfirlerin kalplerine “korku” (ru’b) salmaktı.
Sahabeler (r.anhüm) daha sonra o anı şöyle anlatırlardı: “Biz kâfirin üzerine kılıcımızı kaldırırdık, biz vurmadan, O’nun (kâfirin) başı veya kolu yere düşerdi. Bizden olmayan, beyaz elbiseli, sarıklı Savaşçıların, ‘Haydi Hayzûm!’ (Cebrail’in (a.s.) atının adı) diye seslenerek müşriklerin saflarını yardığını duyardık.”
313 kişi, artık 313 kişi değildi. Onlar, meleklerin (a.s.) desteklediği bir “Allah (c.c.) Ordusu” olmuşlardı.

4. Kibrin Sonu: Ebû Cehil’in Ölümü

Kureyş ordusu, gözlerine giren kumların, ne olduğunu anlayamadıkları bu ilâhî gücün ve Müslümanların kahramanca hücumunun karşısında çözülmeye, kaçışmaya başladı.
Harbin (Savaşın) kaderini belirleyen an, bu Ümmet’in Firavun’u olan Ebû Cehil’in öldürülmesiydi.
Onu öldürmek, ne Hz. Hamza’ya (r.a.) ne de Hz. Ali’ye (r.a.) nasip oldu.
Onu öldürmek, Medineli Ensâr’dan iki gencecik delikanlıya; Muaz bin Amr ve Muavviz bin Afrâ (r.anhümâ) kardeşlere (veya amcaoğullarına) nasip oldu.
Bu iki genç, harp (savaş) meydanında, Abdurrahman bin Avf’ın (r.a.) yanına gelmişlerdi. Biri O’na (r.a.) gizlice sordu: “Ey amca! Bize Ebû Cehil’i gösterir misin? Duyduk ki o, Resûlullah’a (s.a.v.) çok eziyet ve hakaret edermiş. Yemin ettim, O’nu (Ebû Cehil’i) görürsem, ya O’nu (Ebû Cehil’i) öldüreceğim ya da bu uğurda şehit olacağım!”
Abdurrahman bin Avf (r.a.) hayret etmişti. O esnada, atının üzerinde bir ordu gibi duran, etrafı adamlarıyla çevrili Ebû Cehil’i gösterdi: “İşte orada!”
İki genç aslan, bir anda müşrik saflarını yararak Ebû Cehil’in üzerine atıldılar. Bir anda indirdikleri kılıç darbeleriyle O’nu (Ebû Cehil’i) ve atını yere serdiler. Ebû Cehil’in bir bacağı kopmuştu (veya ağır yaralıydı).
Harp (Savaş) bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Acaba bu Ümmet’in Firavun’u (Ebû Cehil) ne oldu? Gidin, bakın!” buyurdu.
Abdullah bin Mes’ûd (radıyallâhu anh), O’nu (Ebû Cehil’i) aramaya çıktı. (Hz. Abdullah (r.a.), Mekke’de çobanlık yaparken Ebû Cehil’den çok eziyet görmüş, zayıf ve kısa boylu bir Sahabîydi.)
O’nu (Ebû Cehil’i), can çekişirken, ölülerin arasında buldu. Göğsünün üzerine çıktı.
Ebû Cehil, o haldeyken bile kibrini bırakmamıştı. Gözünü açtı ve “Ey koyun çobanı (Ruveybî)! Ne yüksek bir yere çıkmışsın! Söyle bakalım, bugün zafer kimindir?” dedi.
Abdullah bin Mes’ûd (r.a.) cevap verdi: “Zafer, Allah (c.c.) ve Resûlü’nündür! (s.a.v.)”
Ve o kibrin başını kesti.
Resûlullah’a (s.a.v.) haber geldiğinde, Efendimiz (s.a.v.) şükretti: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, bu ümmetin Firavun’unu helâk etti.”

5. Kesin Zafer ve Esirler Meselesi

Öğle vakti geldiğinde, harp (savaş) bitmişti. Kureyş ordusu, arkasında bir enkaz bırakarak Mekke’ye doğru kaçıyordu.
Zafer, kesindi ve muazzamdı:
• Kureyş’in 70 reisi (Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Velîd, Ümeyye bin Halef gibi İslâm’ın en azılı düşmanları) öldürülmüştü.
• 70 kişi de esir alınmıştı.
• İslâm Ordusu ise sadece 14 şehit (6’sı Muhâcir, 8’i Ensâr) vermişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), öldürülen Kureyş reislerinin cesetlerinin, Bedir’deki kör bir kuyuya (Kalîb-i Bedr) atılmasını emretti. Onlar kuyuya atılırken, Efendimiz (s.a.v.) kuyunun başına geldi ve o meşhur hitabını yaptı. Tek tek isimlerini saydı: “Ey Utbe! Ey Şeybe! Ey Ebû Cehil! …”
“Siz, Rabbinizin (c.c.) size vaat ettiğini (azabı) hak olarak buldunuz mu? Ben, Rabbimin (c.c.) bana vaat ettiğini (zaferi) hak olarak buldum!”
Hz. Ömer (r.a.) sordu: “Yâ Resûlallah! İşitmeyen o leşlere mi sesleniyorsunuz?”
Efendimiz (s.a.v.) cevap verdi: “Vallahi, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Lâkin onlar, cevap veremezler!”
Geriye “Esirler” meselesi kalmıştı.
Efendimiz (s.a.v.), bu 70 esire ne yapılacağı konusunda Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti.
• Hz. Ömer (r.a.), adaletin ve devletin bekâsının celâlli (şiddetli) yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Bunlar Senin (s.a.v.) kavmindir, Seni (s.a.v.) yalanladılar, Seni (s.a.v.) yurdundan çıkardılar, Sana (s.a.v.) harp (savaş) açtılar. Bunlar küfrün (inkârın) reisleridir. Hepsini öldürelim! Herkes kendi akrabasını öldürsün ki, kalbimizde kâfire zerre meyil kalmadığı bilinsin.”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.), merhamet (rahmet) ve hikmet yönünü temsil ederek dedi ki: “Yâ Resûlallah! Onlar ne de olsa Senin (s.a.v.) kavmindir, akrabalarındır. Ben, onları öldürmemizi uygun görmüyorum. Onlardan fidye (kurtuluş akçesi) alalım. Aldığımız bu fidye, bize kâfirlere karşı güç olur. Hem ne biliriz, umulur ki Allah (c.c.), onların kalplerini İslâm’a açar da Müslüman olurlar.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), fıtratı (yapısı) gereği merhamete daha yakındı. Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) reyine (görüşüne) uydu ve esirlerin fidye karşılığı serbest bırakılmasına karar verdi. (Daha sonra nâzil olan Enfâl Suresi 67. ayet, o an için Hz. Ömer’in (r.a.) görüşünün Allah (c.c.) katında daha isabetli olduğunu belirtecek, ancak fidyeyi de meşrû kılacaktı.)
Ancak bu fidye, sadece “para” değildi.
• Zengin olanlar, 1000 ila 4000 dirhem arasında para ödedi.
• Fakir olanlar, bedelsiz serbest bırakıldı.
• Ve en mühimi; okuma-yazma bilen ancak fidye ödeyecek parası olmayan esirlere, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) şu Cihan Şümul şartı koştu:
“Her biriniz, Medine’deki Müslüman çocuklarından on (10) tanesine okuma-yazma öğreteceksiniz. Fidye-i necâtınız (kurtuluş fidyeniz) bu olacaktır!”
Bu, yeryüzü harp (savaş) tarihinde görülmemiş bir karardı. İslâm Peygamberi (s.a.v.), kendisini öldürmeye gelen düşman askerlerini, kurduğu devletin çocuklarına “öğretmen” tayin ediyordu. Bu, İslâm’ın ilme ve eğitime verdiği değerin zirvesiydi.
Bedir Zaferi, İslâm’ın varlığını Medine dışına taşırmış, onu Arabistan yarımadasında sarsılmaz bir siyasî ve askerî güç haline getirmişti. Müslümanlar Medine’ye bir “Fâtih” olarak döndüler.

BÖLÜM 17: BEDİR’İN YANKILARI VE UHUD’UN İNTİKAMI
(Medenî Dönem – V)

1. Mekke’de Mâtem ve İntikam Yemini

Bedir’in hezimet haberi Mekke’ye ulaştığında, şehir bir anda mâtem yerine döndü. Neredeyse her evden bir feryat yükseliyordu. Kureyş, Ebû Cehil, Utbe, Şeybe, Ümeyye bin Halef gibi tam 70 reis’ini (liderini), babasını, kardeşini ve evladını kaybetmişti.
Ancak Ebû Süfyan bin Harb (Bedir’de ölmeyen ve artık Kureyş’in başkomutanı olan zat), bu feryatların intikam ateşini körüklemesi için bir karar aldı:
“Ağlamak, ağıt yakmak, saç baş yolmak yasaktır! Kadınlar, ölülerine ağlamayacak. Önce Muhammed’den (s.a.v.) ve Ashâbından (r.anhüm) intikamımızı alacağız, sonra mâtemimizi tutacağız!”
Ebû Süfyan, Bedir’in intikamı alınıncaya kadar yıkanmamaya, güzel koku sürünmemeye ve zevcelerine yaklaşmamaya yemin etti.
Bu intikam yeminini yerine getirmek için ilk küçük hamlesini (Hicretin 2. Yılı sonları), Bedir’den sadece birkaç ay sonra yaptı. 200 kişilik bir süvari birliğiyle gizlice Medine’ye yaklaştı. Medine’nin dış mahallelerinden olan “Urayz” mevkiine bir gece baskını yaptı. Orada, Ensâr’dan bir Sahabî’yi (r.a.) ve yardımcısını şehit etti, hurma ağaçlarını yaktı, ekinleri talan etti ve hızla Mekke’ye doğru kaçmaya başladı.
Kaçarken ağırlık yapmasın diye, yanlarına azık olarak aldıkları kavrulmuş un (Arapça’da “Sevîk”) çuvallarını yollara ata ata kaçtılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) haberi alır almaz Ashâbıyla (r.anhüm) takibe çıktı. Ancak Ebû Süfyan ve süvarileri, hızlı atları sayesinde izlerini kaybettirmişti. Müslümanlar, Kureyş’in yola attığı o kavrulmuş un (Sevîk) çuvallarını toplayarak geri döndüler.
Bu sefere, bulunan azıktan dolayı tarihte “Gazvetü’s-Sevîk” (Kavrulmuş Un Gazvesi) denildi. Bu hadise, Kureyş’in intikam arzusunun ne kadar taze ve tehlikeli olduğunu Müslümanlara göstermiş oldu.

2. Medine İçindeki İlk İhânet: Benî Kaynukâ’nın Sürgünü

Bedir zaferi, sadece Mekke’deki müşrikleri değil, Medine’deki Yahudi kabilelerini de derinden sarstı.
Efendimiz (s.a.v.) Medine’ye geldiğinde, onlarla “Medine Vesikası” (Anayasa) imzalamıştı. Bu vesikaya göre, Medine’ye bir saldırı olursa şehri “birlikte” savunacaklar ve birbirlerinin düşmanına yardım etmeyeceklerdi.
Ancak Müslümanların Bedir’de, Arapların en güçlü kabilesi olan Kureyş’i yenmesi, Yahudileri (bilhassa Medine’nin en cesur, en zengin ve en savaşçı Yahudi kabilesi olan Benî Kaynukâ’yı) kıskançlığa ve endişeye sevk etti.
“Bu güç yarın bize döner” korkusuyla, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) alenen ihlâl etmeye, Müslümanlarla alay etmeye ve fitne çıkarmaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onları topladı, Bedir’de Kureyş’in başına gelenleri hatırlattı ve onları ahde (sözleşmeye) uymaya davet etti.
Benî Kaynukâ Yahudileri, kibirle ve küstahça şu cevabı verdiler:
“Ey Muhammed! Sen (s.a.v.) bizi Kureyş gibi mi zannettin? Kureyş, harp (savaş) nedir bilmeyen bir topluluktu, onları kolayca yendin. Vallahi, eğer bizimle savaşırsan, bizim nasıl çetin savaşçılar olduğumuzu o zaman göreceksin!”
Bu, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) karşı bir “isyan” ilanıydı.
Bardağı taşıran son damla, Siyer kaynaklarının nakline göre, Kaynukâ Çarşısı’nda yaşanan o çirkin hadise oldu.
Ensâr’dan Müslüman bir hanım, Kaynukâ Çarşısı’ndaki bir Yahudi kuyumcuya alışveriş için gitmişti. Kuyumcu ve etrafındakiler, Müslüman kadından yüzünü açmasını istediler, O’na (r.anha) laf attılar. Kadın (r.anha) direnince, kuyumcu, kadının (r.anha) haberi olmadan, O’nun (r.anha) örtüsünün alt ucunu, sırtındaki bir çengele (veya oturaktaki bir çiviye) bağladı.
Müslüman hanım (r.anha) ayağa kalktığı anda, örtüsü sıyrıldı ve avret mahalli (mahrem yeri) açıldı.
Kaynukâ Yahudileri, bu manzara karşısında kahkahalarla gülmeye ve alay etmeye başladılar.
Kadın (r.anha), namusuna yapılan bu saldırı karşısında “Yetişin ey Müslümanlar!” (Vâ Müslimâ!) diye feryat etti.
O esnada çarşıda bulunan celâlli (öfkeli) bir Müslüman Sahabî (r.a.), feryadı duydu. Durumu görür görmez kılıcını çekti ve o ahlâksız kuyumcuyu oracıkta öldürdü.
Bunun üzerine kuyumcunun etrafındaki Yahudiler de o Sahabî’nin (r.a.) üzerine çullanarak O’nu (r.a.) oracıkta şehit ettiler.
Hadise, bir namus meselesinden, bir cinayete ve toplumsal bir isyana dönüşmüştü. Benî Kaynukâ, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) fiilen yırtmış, Müslümanlara harp (savaş) ilan etmişti. Kendi kalelerine çekildiler ve savaş hazırlığına başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Devleti’nin ve Medine’nin iç emniyetini sağlamak zorundaydı. O (s.a.v.), devlete isyan eden bu kabileye karşı İslâm Ordusu’nu harekete geçirdi. Sancaktarlık vazifesini Hz. Hamza’ya (r.a.) verdi.
Müslümanlar, Benî Kaynukâ Kalesi’ni kuşattı.
Bu kuşatma, on beş (15) gün sürdü.
Dışarıdan hiçbir yardım (ne Kureyş’ten ne de Medine’deki diğer Yahudi kabilelerinden) alamayan Benî Kaynukâ, sonunda “kayıtsız şartsız” teslim oldu.
Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre, vatana ihânetin ve isyanın cezası “ölüm” idi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onlar hakkında bu hükmü vermek üzereyken, Medine’de bir kriz daha patlak verdi. Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, ortaya atıldı.
Benî Kaynukâ, Abdullah bin Übeyy’in Câhiliye devrinden beri “müttefiki” (anlaşmalısı) idi. Abdullah bin Übeyy, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi ve küstahça O’nun (s.a.v.) zırhının yakasına yapıştı:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Benim müttefiklerime iyi davran! Onlar beni Kureyş’in saldırılarından korumuşlardı!”
Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek yüzü öfkeden kızardı: “Bırak beni, ey Abdullah!”
Ancak münafıkların başı ısrar etti: “Vallahi bırakmam! 700 savaşçısı olan bu müttefiklerimi bir günde yok etmene izin vermeyeceğim!”
Efendimiz (s.a.v.), Medine’deki iç barışı (bilhassa Ensâr’ın bir kısmının hâlâ Abdullah bin Übeyy’e olan bağlılığını) dikkate alarak, o münafığın isteğini (zahiren) kabul etti.
Ölüm cezasını, “Sürgün” cezasına çevirdi.
Benî Kaynukâ Yahudileri, bütün silahlarını, zırhlarını ve kuyumcu dükkânlarındaki servetlerini Medine’de bırakacaklar; sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşya ile Medine’yi terk edeceklerdi.
Böylece, Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) ilk ihlâl eden ve Medine’nin huzurunu bozan bu kabile, Suriye (Şam) taraflarına sürgün edildi. Bu, Medine’deki Müslüman otoritesinin perçinlendiği ikinci büyük hadise oldu.

3. İntikam Hazırlığı: Uhud’a Doğru (Hicret’in 3. Yılı)

Bedir’de reislerini, Sevîk’te itibarlarını kaybeden; Benî Kaynukâ’nın sürgünüyle de Medine’deki müttefiklerini yitiren Kureyş, artık son ve büyük darbeyi vurmak için hazırlıklara başlamıştı.
Ebû Süfyan, Bedir’den kurtardığı o büyük kervanın (1000 deve yükü, 50.000 dinar altın) bütün kârını, yeni kurulacak “İntikam Ordusu”na sermaye olarak ayırdı.
Mekke’ye bağlı bütün kabilelere haber saldılar. Muazzam bir ordu topladılar.
Hicretin 3. Yılı, Şevval ayında (M. 625), Kureyş ordusu Mekke’den yola çıktı.
Bu ordu, Bedir’deki orduya hiç benzemiyordu:
• 3.000 (Üç bin) kişilik dev bir orduydu (Bedir’de 1.000 idiler).
• 700’ü zırhlıydı.
• 200 atlı süvarileri vardı (Bedir’de 2 atları vardı). Süvarilerin komutanları, Arapların en usta süvarileri olan Hâlid bin Velîd ve İkrime bin Ebî Cehil idi (ikisi de henüz müşrikti).
• Ordunun maneviyatını (moralini) yüksek tutmak ve kaçmalarını engellemek için, Kureyş’in en asil kadınları da orduya katılmıştı. Bu kadınların başında, Bedir’de babasını (Utbe), kardeşini (Velîd) ve amcasını (Şeybe) kaybeden, Ebû Süfyan’ın karısı Hind bint Utbe vardı.
• Hind ve diğer kadınlar, defler çalarak, Bedir’de ölenlere ağıtlar yakarak ve şu sözlerle askerleri kışkırtarak geliyorlardı: “Ey Kureyş’in evlatları! İleri atılın, kılıçlarınızı vurun! Eğer döner kaçarsanız, sizi kadınlarımız olarak kabul etmeyiz, sizi kucaklamayız!”
Hedefleri tekti: Bedir’in intikamını almak, Hz. Hamza’yı (r.a.) öldürmek ve Muhammed’in (s.a.v.) kurduğu Medine Devleti’ni ebediyen tarihe gömmek.
Bu devasa ordu, Medine’nin kuzeyine, Uhud Dağı’nın eteklerine gelip karargâhını kurdu. Medine’nin ekinlerini biçtiler, hayvanlarını telef ettiler ve Müslümanlara “İşte geldik!” mesajını verdiler.
Haber, Medine’ye ulaştı. İslâm, tarihinin en çetin imtihanlarından birinin eşiğindeydi.

********

BÖLÜM 18: UHUD İMTİHANI VE MÜNAFIKLARIN İHÂNETİ
(Medenî Dönem – VI)

1. Harp (Savaş) Meclisi: “Savunma” mı, “Meydan” mı?

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu 3.000 kişilik düşman ordusuna karşı atılacak adımı belirlemek için derhal Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) ile “Meşveret” (Harp/Savaş Divanı) topladı. Mescid-i Nebevî’de iki temel görüş (rey) ortaya çıktı:
• Birinci Görüş (Savunma Stratejisi): Bu görüş, bizzat Resûlullah’a (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) gibi tecrübeli, yaşlı Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Efendimiz (s.a.v.), o gece gördüğü bir rüyayı da (kılıcının ağzının kırıldığını, bir ineğin boğazlandığını ve kendisinin sağlam bir zırha girdiğini) anlatarak, bu görüşünü destekledi:
“Görüşüm (reyim) odur ki, Medine’de kalalım. Şehirden çıkmayalım. Medine’nin sokakları dardır, evleri bir kale gibidir. Onlar (düşman) dışarıda kalırlarsa, en kötü yerde konaklamış olurlar. Eğer şehre girmeye cüret ederlerse, erkeklerimiz sokak başlarında onlarla savaşır; kadınlarımız ve çocuklarımız da evlerin damlarından onlara taş ve ok atarak bize yardım ederler.”
Bu, bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisiydi.
• İkinci Görüş (Meydan Muharebesi): Bu görüş ise, bilhassa Bedir Savaşı’na katılamamış, o şereften mahrum kalmış, içleri şehâdet aşkıyla yanan genç Sahabîlere (r.anhüm) aitti. Onlar için Medine’ye kapanıp beklemek, düşmanın ekinlerini yakmasına göz yummak bir “zül” (alçaklık, korkaklık) olarak görülüyordu. Ayağa kalktılar ve hararetle dediler ki:
“Yâ Resûlallah! Biz Bedir’de yoktuk, Cennet’i kaçırdık! Vallahi, düşmanlarımızı Medine’nin duvarları dibine kadar gelmişken içeride bekleyemeyiz! Bizi dışarı çıkar, Uhud’da, açık bir meydanda onlarla çarpışalım! Onlara kılıçlarımızı göstermedikçe, bizim korktuğumuzu zannederler! Kimin Cennet’e, kimin Cehennem’e gideceği o meydanda belli olsun!”
Gençlerin bu hararetli ısrarı, mecliste çoğunluğu oluşturdu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bir Devlet Başkanı olarak, her ne kadar kendi görüşü (reyi) farklı olsa da, “Meşveret”in (istişarenin) kararına, yani çoğunluğun arzusuna uydu. Karar verilmişti: Düşman, Medine dışında, Uhud’da karşılanacaktı.

2. Münafıkların İhâneti: 1000 Kişiden 700’e
Bu karar üzerine Efendimiz (s.a.v.), Mescid’de Cuma Namazı’nı kıldırdı, Ashâbına (r.anhüm) “Sabır ve Sebat” tavsiye eden bir hutbe irad etti. Sonra hücresine (odasına) girdi. Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.) yardımıyla zırhını giydi. O (s.a.v.), tedbir olarak iki kat zırhı (üst üste) giymişti.
O (s.a.v.) içeride hazırlanırken, dışarıdaki o hararetli gençler, yaptıklarından pişman olmaya başladılar. Tecrübeli Sahabîler (r.anhüm) onları tenkit (eleştiri) etmişti: “Siz ne yaptınız? Resûlullah’a (s.a.v.) semâdan vahiy gelirken ve O (s.a.v.) Medine’de kalmayı işaret ederken, siz O’nu (s.a.v.) dışarı çıkmaya zorladınız!”
Gençler, büyük bir nedâmet (pişmanlık) içinde, “Biz hata ettik, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)” demeye karar verdiler.
Efendimiz (s.a.v.), kılıcını kuşanmış, zırhlarını giymiş, tam bir Başkomutan heybetiyle dışarı çıktığında, O’na (s.a.v.) dediler ki:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz hata ettik. Sana (s.a.v.) muhalefet ettik. Sen (s.a.v.) nasıl dilersen öyle yap. İstersen Medine’de kalalım.”
Ancak karar verilmiş, zırh giyilmişti. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o meşhur ve kati (kesin) sözünü buyurdu:
“Bir Peygamber zırhını giydikten sonra, Allah (c.c.) onunla düşmanları arasında hüküm verinceye kadar, onu (zırhı) çıkarması o Peygamber’e yakışmaz. Şimdi Allah’ın (c.c.) adıyla yürüyün, sabrederseniz zafer sizindir!”
İslâm Ordusu, 1.000 (Bin) kişi olarak, Cuma günü ikindiden sonra Medine’den Uhud’a doğru yola çıktı.
Ancak ordunun içinde, kalbi imanla değil, fitneyle dolu bir grup vardı: Münafıklar.
Münafıkların başı olan Abdullah bin Übeyy bin Selûl, Bedir’den beri Müslümanların başarısını kıskanıyordu. O (münafık), Efendimiz’in (s.a.v.) “Savunma Harbi (Savaşı)” görüşünü (reyini) desteklemişti. Şimdi, bu karara uyulmamasını bahane ederek, ordunun Medine dışındaki ilk konaklama yeri olan “Şavt” mevkiine geldiklerinde, o büyük ihânetini gerçekleştirdi.
“O (s.a.v.) beni dinlemedi!” dedi. “O (s.a.v.), Medine’deki ihtiyarları değil, tecrübesiz gençleri dinledi. Biz, ne için kendimizi ölüme atalım? Neden savaşacağımızı bile bilmiyoruz!”
Bu fitne sözleriyle, kendisine bağlı olan 300 (Üç yüz) münafığı (veya Yahudi müttefiklerini) kandırdı ve ordunun tam üçte birini alarak, gece karanlığında Medine’ye geri döndü.
Sabah olduğunda, İslâm Ordusu 1.000 kişiden 700 kişiye düşmüştü.
Bu, 3.000 kişilik düşmanın karşısında, harp (savaş) başlamadan alınan ilk büyük darbeydi. Kalan 700 Sahabî’nin (r.anhüm) imanı ise sarsılmazdı. Onlar, münafıklardan kurtuldukları için Allah’a (c.c.) hamd ederek Uhud’a doğru yürüyüşe devam ettiler.

3. Uhud’a Yerleşme ve Okçuların Emri (7 Şevval, Hicret 3)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o eşsiz harp (savaş) dehasıyla, 700 kişilik ordusunu Uhud Dağı’nın eteklerine yerleştirdi.
Stratejisi mükemmeldi:
Ordunun arkasını Uhud Dağı’na verdi. Böylece ordu, arkadan kuşatılma tehlikesinden (zâhiren/dışsal olarak) kurtulmuş oldu.
Ancak bir zafiyet (zayıf) noktası vardı: Müslümanların sol kanadında, Uhud Dağı’ndan ayrı, küçük, stratejik bir tepe (veya geçit) bulunuyordu. Bu tepenin adı “Ayneyn Tepesi” idi (Bugün “Okçular Tepesi” – Cebel-i Rumât).
Düşmanın 200 atlı süvarisinin (Hâlid bin Velîd komutasında) bu tepenin arkasından dolaşarak İslâm Ordusu’nu arkadan vurma riski vardı.
Efendimiz (s.a.v.), bu noktayı kapatmak için, Medine’nin en usta okçularından 50 (Elli) Sahabî’yi seçti. Onların başına da komutan olarak Abdullah bin Cübeyr’i (r.a.) tayin etti.
Ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu 50 okçuya, harbin (savaşın) kaderini belirleyecek olan o meşhur, kati (kesin) ve asla yanlış anlaşılmaya müsait olmayan emrini verdi:
“Sizin vazifeniz, düşman süvarilerini (Hâlid bin Velîd’in birliğini) ok atışıyla bizden uzak tutmaktır. Onları bize yaklaştırmayın!”
Ve emrin en kritik kısmını ekledi:
“Bizim onları yendiğimizi görseniz bile, biz (aşağıda) ganimet toplarken dahi, sakın yerinizden ayrılmayın!”
“Velev ki bizim yenildiğimizi, paramparça olduğumuzu, cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile; ben size ‘Gelin!’ diye haber göndermedikçe, yerinizden KESİNLİKLE kıpırdamayın!”
Emir, “ne pahasına olursa olsun” o tepeyi terk etmemekti.

4. Harp (Savaş) Başlıyor: İlk Zafer Rüzgârı

İki ordu karşı karşıya geldi. 3.000’e karşı 700.
Harp (Savaş), yine Mübâreze (teke tek dövüş) ile başladı. Kureyş’in sancaktarı (bayraktarı) olan, Kureyş’in en güçlü savaşçılarından Talha bin Ebî Talha, öne çıktı ve “Karşıma kim çıkacak?” diye meydan okudu.
O kadar güçlüydü ki, Sahâbe (r.anhüm) O’ndan (Talha’dan) çekinmişti.
Karşısına, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Aslanı” Hz. Ali (kerremallâhu vecheh) çıktı. Hz. Ali (r.a.), tek bir kılıç darbesiyle o kibirli sancaktarı yere serdi.
Kureyş’in sancağı yere düşmüştü.
Sancağı, Talha’nın kardeşi aldı. O’nu (Talha’nın kardeşini) Hz. Hamza (radıyallâhu anh) öldürdü. Sancağı bir başkası aldı, o da öldürüldü… Sancağı taşıyan Abdüddâroğulları’ndan tam on (10) kişi, birer birer Müslüman kahramanlar (Hz. Ali, Hz. Hamza, Hz. Zübeyr, Hz. Âsım bin Sâbit r.anhüm) tarafından öldürüldü.
Kureyş’in sancağı, yerde kalmıştı.
Bu, Kureyş ordusunun maneviyatını (moralini) daha harbin (savaşın) başında çökertti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), elindeki kılıcı (Zülfikâr’ı) göstererek, “Bu kılıcın hakkını kim verir?” diye sormuş, o kılıcı alan Ebû Dücâne (radıyallâhu anh), başına kırmızı sarığını sarmış, çalımla (gururla) düşman saflarının arasına bir kasırga gibi dalmıştı.
Ve “Allah’ın (c.c.) Aslanı” Hz. Hamza (radıyallâhu anh)…
O (r.a.), iki elinde iki kılıçla (veya elinde bir kılıçla), göğsünde devekuşu tüyü takılı olduğu halde, Kureyş saflarını bir sağa bir sola biçiyordu. O’nun (r.a.) karşısına çıkan hiçbir müşrik ayakta kalamıyordu.
Harp (Savaş) başlamış, ancak bir muharebeden çok, Müslümanların tek taraflı kahramanlığına dönüşmüştü.
Kureyş’in 3.000 kişilik ordusu, 700 kişilik iman ordusu karşısında dayanamadı. Saflar bozuldu, askerler kaçışmaya başladı.
Mekke’den def çalarak, “Kaçarsanız sizi kucaklamayız!” diye gelen Hind ve Kureyşli kadınlar, can havliyle eteklerini toplamış, dağa doğru kaçıyorlardı.
Meydan, tamamen Kureyş’in bıraktığı eşyalarla, zırhlarla, kılıçlarla ve mallarla (Ganimet) dolmuştu.
Zafer, mutlak görünüyordu. Müslümanlar, Bedir’de olduğu gibi, büyük bir zafer daha kazandıklarını düşünerek “Allahu Ekber!” nidalarıyla kaçan düşmanı kovalıyor ve ganimetleri toplamaya başlıyorlardı.
Her şey mükemmel görünüyordu. Ancak bir yer hariç: Ayneyn Tepesi (Okçular Tepesi).

BÖLÜM 19: UHUD – İMTİHAN, SABIR VE ŞEHÂDET
(Medenî Dönem – VII)

1. O Kati (Kesin) Emrin Unutuluşu: Okçuların Hatası

Aşağıda, harp (savaş) meydanında Müslümanların düşmanı kovaladığını ve Kureyş kadınlarının dahi kaçıştığını gören Ayneyn Tepesi’ndeki 50 okçunun bir kısmı, zaferin kazanıldığından ve harbin (savaşın) bittiğinden emin oldular.
Gözleri, meydanda parlayan ganimetlere (terk edilmiş zırhlar, kılıçlar, mallar) takıldı. Kendi aralarında konuşmaya başladılar: “Harp (Savaş) bitti! Düşman kaçtı! Ne duruyoruz? Biz de aşağı inip ganimetten payımızı alalım! Eğer burada kalırsak, Resûlullah (s.a.v.) ganimeti sadece savaşanlara paylaştırır!”
Bu ganimet sevdası, o kati (kesin) emri onlara unutturmuştu.
Okçuların kumandanı Abdullah bin Cübeyr (radıyallâhu anh), bu durumu dehşetle fark etti. Tepeyi terk etmeye kalkan yaklaşık 40 okçunun önüne dikildi ve Resûlullah’ın (s.a.v.) emrini haykırdı:
“Nereye gidiyorsunuz! Allah’tan (c.c.) korkun! Resûlullah’ın (s.a.v.) size ne emrettiğini unuttunuz mu? ‘Cesetlerimizi kuşların didiklediğini görseniz bile benden emir gelmedikçe yerinizden ayrılmayın!’ buyurmamış mıydı?”
Ancak o 40 okçu, kumandanlarını dinlemedi. “Hayır, harp (savaş) bitti, O (s.a.v.) bunu kastetmemişti” diyerek, emre itaatsizlik ettiler ve ganimet toplamak için o stratejik tepeyi terk edip meydana indiler.
Abdullah bin Cübeyr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine harfiyen sadık kalan 10 (On) (veya daha az) fedakâr Sahabî (r.anhüm) ile birlikte, o hayati tepeyi müdafaa etmek için tek başlarına kaldılar.

2. Hâlid bin Velîd’in Dehası ve Kuşatma

Kureyş ordusunun sağ kanat süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd (ki henüz müşrikti ve dâhi bir askerî stratejistti), kaçar gibi yaparken dahi gözü hep o Ayneyn Tepesi’ndeydi.
İslâm Ordusu’nu arkadan vurabilmek için harp (savaş) boyunca o tepeye birkaç kez hamle yapmış, ancak 50 okçunun yoğun atışları yüzünden geri çekilmek zorunda kalmıştı.
Şimdi ise Hâlid, o tepenin bir anda boşaldığını, üzerindeki okçu sayısının 10’a düştüğünü fark etti. Bu, harbin (savaşın) kaderini değiştirecek olan “an” idi.
Derhal, emrindeki 200 atlı süvariye emir verdi. Uhud Dağı’nın etrafından tam bir yay çizerek, o savunmasız kalan Ayneyn Tepesi’ne doğru dörtnala hücuma kalktı.
Tepede kalan Abdullah bin Cübeyr (r.a.) ve o 10 kahraman Sahabî (r.anhüm), üzerlerine gelen 200 atlıyı görünce neye uğradıklarını şaşırdılar. Son nefeslerine kadar ok attılar, kılıç salladılar. Ancak 200 süvariye karşı 10 kişinin yapabileceği bir şey yoktu. Başta komutanları Abdullah bin Cübeyr (r.a.) olmak üzere, hepsi orada şehit edildiler.
Tepe düşmüştü. İslâm Ordusu’nun sırtı artık tamamen savunmasızdı.
Hâlid bin Velîd, süvarileriyle birlikte, ganimet toplamakla meşgul olan ve zafer sarhoşluğu içindeki İslâm Ordusu’na tam arkadan saldırdı.

3. Büyük Panik ve Bozgun

Aynı anda, kaçmakta olan Kureyş piyadeleri (Ebû Süfyan ve İkrime komutasında), Hâlid’in başarılı kuşatmasını gördüler. Zafer nidası attılar ve geri dönüp önden saldırmaya başladılar.
700 kişilik İslâm Ordusu, bir anda 3.000 kişilik düşman ordusu tarafından, iki ateş (önden piyadeler, arkadan Hâlid’in süvarileri) arasında bir “kapan”a kısıldı.
Zafer, saniyeler içinde tam bir hezimete ve paniğe dönüştü.
Saflar bozuldu, kimin kim olduğu anlaşılamaz hale geldi. O kargaşada, Müslümanlar birbirlerini tanıyamayıp, yanlışlıkla birbirlerine kılıç sallamaya başladılar. Hz. Huzeyfe’nin (r.a.) babası olan yaşlı Sahabî Yemân (r.a.), bu kargaşada yanlışlıkla Müslüman kılıçlarıyla şehit edildi.

4. Şehitlerin Efendisi: Hz. Hamza’nın (r.a.) Şehâdeti

Harbin (Savaşın) o ilk kahramanlık anlarında, Hz. Hamza (r.a.) meydanda bir aslan gibi dövüşüyordu. Ancak O’nun (r.a.) Bedir’de öldürdüğü Kureyş reislerinin intikamını almak isteyenler vardı.
Kureyş reisi Cübeyr bin Mut’im, Bedir’de öldürülen amcası Tuayma’nın intikamı için, Habeşli ve mızrak atmakta usta olan kölesi Vahşî bin Harb’e bir vaatte bulunmuştu: “Eğer Muhammed’in (s.a.v.) amcası Hamza’yı (r.a.) öldürürsen, hürsün!”
Vahşî, harbin (savaşın) başından beri sadece Hz. Hamza’yı (r.a.) gözetliyordu. Büyük bir kayanın arkasına saklandı.
Hz. Hamza (r.a.), müşriklerden Siba’ bin Abdüluzza adında birine hücum etmek üzereyken, bir anlığına Vahşî’nin mızrağının menziline girdi.
Vahşî, o anda mızrağını fırlattı. Mızrak, “Allah’ın (c.c.) Aslanı”nın (r.a.) böğründen girip mübarek bedenini delip geçti.
Hz. Hamza (r.a.), o yaralı haliyle Vahşî’nin üzerine yürüdü, ancak gücü yetmedi, yere yığıldı ve oracıkta Şehitlerin Efendisi (Seyyidü’ş-Şühedâ) mertebesine ulaştı.
Harp (Savaş) bittikten sonra, Bedir’de babasını, amcasını ve kardeşini kaybeden Hind bint Utbe (Ebû Süfyan’ın karısı), Hz. Hamza’nın (r.a.) mübarek naaşının başına geldi. Câhiliye vahşetinin en korkunç misallerinden (örneklerinden) birini sergileyerek, O’nun (r.a.) mübarek bedenini parçaladı, burnunu ve kulaklarını kesti, göğsünü yardı ve mübarek ciğerini (karaciğerini) çıkardı. İntikam hırsıyla ciğeri ağzına alıp çiğnedi, ancak yutamadı ve geri çıkardı.
(Bu yüzden O (Hind), tarihe “Ciğer Yiyen Hind” (Âkiletü’l-Ekbâd) olarak da geçecekti.)

5. “Resûlullah (s.a.v.) Öldü!” Şâyiası ve Peygamber’in (s.a.v.) Yaralanması

Düşmanın asıl hedefi Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmekti. Kuşatma yarmış, Müslümanlar dağılmıştı. Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç fedakâr Sahabî (r.anhüm) kalmıştı.
Düşman ordusundan İbn Kamia adında bir müşrik, Efendimiz’e (s.a.v.) benzetilen ve İslâm sancağını (bayrağını) taşıyan Mus’ab bin Umeyr’i (r.a.) (Medine’nin ilk muallimi) hedef aldı.
Bir kılıç darbesiyle Mus’ab’ın (r.a.) sancağı tutan sağ elini kesti. Mus’ab (r.a.) sancağı sol eline aldı. İbn Kamia, sol elini de kesti. Mus’ab (r.a.), İslâm sancağı yere düşmesin diye, onu kesik kollarıyla göğsüne bastırdı. Müşrik, son bir hamleyle mızrağını Mus’ab’ın (r.a.) göğsüne sapladı ve O’nu (r.a.) şehit etti.
İbn Kamia, şehit ettiği Mus’ab’ı (r.a.), görünüşü benzediği için Resûlullah (s.a.v.) zannetti. Ve Kureyş ordusuna dönerek, harbin (savaşın) seyrini tamamen değiştiren o yalanı haykırdı:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürdüm! Muhammed (s.a.v.) öldü!”
Bu “şâyia” (asılsız haber), İslâm Ordusu’nun maneviyatını (moralini) tamamen çökertti. Kılıçlar ellerden düştü. Bazıları “Resûlullah (s.a.v.) ölmüşse artık niye savaşıyoruz?” diyerek Medine’ye doğru kaçmaya başladı. Bazıları dağa çekildi. Hatta münafıklardan bazıları, “Gidip Ebû Süfyan’dan eman dileyelim” deme cüretini gösterdi.
(O esnada Enes bin Nadr (r.a.) gibi kahramanlar ise, “Muhammed (s.a.v.) ölmüşse, O’nun (s.a.v.) uğrunda ölmek bize yakışmaz mı?” diyerek müşriklerin arasına dalıp şehit oluyordu.)
Bu şâyia, müşriklerin hücumunu ise tek bir hedefe, Resûlullah’ın (s.a.v.) bulunduğu o küçük gruba yöneltti.
Efendimiz (s.a.v.), o anda müşriklerin hedefindeydi ve ağır yaralar alıyordu:
• Atılan bir taş, mübarek alt dudağını yardı.
• Atılan bir başka taş, O’nun (s.a.v.) mübarek rubâiyye dişini (sağ alt ön kesici dişlerinden birini) kırdı.
• Utbe bin Ebî Vakkâs’ın attığı bir taş, mübarek yüzünü (vech-i şerîf) yaraladı.
• İbn Kamia’nın (Mus’ab’ı (r.a.) şehit eden adam) vurduğu bir kılıç darbesi, Efendimiz’in (s.a.v.) miğferine isabet etti. Miğfer parçalandı ve miğferin iki halkası, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına (elmacık kemiğine) saplandı.
• Efendimiz (s.a.v.), aldığı bu darbelerin tesiriyle, müşriklerin kazdığı çukurlardan birine düştü.

6. O Bir Avuç Fedakâr: Etrafındaki Kalkan

Resûlullah’ın (s.a.v.) öldüğü haberi yayılırken, O (s.a.v.) yaralı halde çukurdaydı. O’nun (s.a.v.) etrafında sadece 10-12 kişilik bir fedakâr Sahabî (r.anhüm) grubu kalmıştı. Bu grup, İslâm tarihinin gördüğü en büyük kahramanlık destanını yazdı.
• Talha bin Ubeydullah (radıyallâhu anh):
Efendimiz’e (s.a.v.) yönelen bir kılıç darbesine, zırhı veya kalkanı olmadığı için, çıplak elini siper etti. Eli, o darbeyle parçalandı ve kolu çolak kaldı. Aldığı sayısız ok ve mızrak yarasıyla Efendimiz’in (s.a.v.) önünde bir kalkan oldu. (Resûlullah (s.a.v.) O’nun (r.a.) için yıllar sonra, “Uhud gününde yeryüzünde gezen bir Şehit (Yaşayan Şehit) görmek isteyen, Talha bin Ubeydullah’a baksın!” buyuracaktı.)
• Ebû Dücâne (radıyallâhu anh):
Efendimiz (s.a.v.) çukurdayken, O’nu (s.a.v.) korumak için üzerine kapaklandı. Sırtı, atılan oklarla bir kirpiye dönmüştü, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) tek bir okun isabet etmesine izin vermedi.
• Nuseybe bint Ka’b (r.anha) (Ümmü Umâre):
Ordunun arkasında su dağıtmakla görevli bu kahraman Ensârî hanım, Resûlullah’ın (s.a.v.) düştüğünü görünce su kırbasını attı, eline bir kılıç aldı ve bir aslan gibi Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında dönerek O’nu (s.a.v.) yaralayan İbn Kamia’ya saldırdı, ağır yaralar aldı ama O’nu (s.a.v.) korumaktan bir an geri durmadı.
• Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Ebû Bekir (r.a.):
O’nu (s.a.v.) çukurdan çıkardılar. Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yanağına saplanan miğfer halkalarını kendi dişleriyle çekerek çıkardı (bu esnada kendisinin de ön dişleri kırıldı).
Efendimiz (s.a.v.), yaralı halde Uhud Dağı’nın yamacındaki güvenli bir sığınağa çekildi. O’nun (s.a.v.) hayatta olduğunu gören Müslümanlar (yaklaşık 70-80 kişi), O’nun (s.a.v.) etrafında toplandılar.
Uhud harbi (savaşı), İslâm Ordusu’nun zaferiyle başlamış; ancak bir emre itaatsizlik yüzünden büyük bir bozguna, 70 büyük şehidin (Hz. Hamza, Mus’ab bin Umeyr, Abdullah bin Cübeyr, Enes bin Nadr r.anhüm) verildiği acı bir derse dönüşmüştü.
Ebû Süfyan, harbin (savaşın) sonunda Uhud Dağı’nın eteklerine geldi ve bağırdı: “Aranızda Muhammed (s.a.v.) var mı? Ebû Bekir (r.a.) var mı? Ömer (r.a.) var mı?”
Efendimiz (s.a.v.) “Cevap vermeyin” buyurdu.
Ebû Süfyan, cevap alamayınca kibrinin zirvesine çıktı: “Yaşasın (putumuz) Hübel! Hübel yüceldi!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’e (r.a.) “O’na (Ebû Süfyan’a) cevap ver, yâ Ömer!” buyurdu.
Hz. Ömer (r.a.) gürledi:
“Allah (c.c.) en Yüce’dir, en Ulu’dur! (Allahü A’lâ ve Ecell!)”
Ebû Süfyan: “Bizim (putumuz) Uzzâ var, sizin Uzzâ’nız yok!”
Hz. Ömer (r.a.): “Allah (c.c.) bizim Mevlâ’mızdır, sizin mevlânız yoktur!”
Ebû Süfyan: “Bugün, Bedir’e karşılıktır! Harp (Savaş) nöbetleşedir (Bir siz yendiniz, bir biz yendik)!”
Ve son sözünü söyledi: “Seneye sizinle Bedir’de tekrar buluşmak üzere!” (Bedrü’s-Suğrâ).
Kureyş ordusu, Müslümanları tamamen yok edememiş olsa da, intikamını (Hz. Hamza’yı r.a. öldürerek) almış, ağır bir yara vermiş olarak Mekke’ye doğru çekildi.
Meydanda, Resûlullah (s.a.v.), 70 şehidinin, bilhassa amcası Hz. Hamza’nın (r.a.) parçalanmış mübarek bedeninin başında gözyaşı döküyordu.
Uhud Dağı’nın etekleri, 70 mübarek şehidin, bilhassa Şehitlerin Efendisi Hz. Hamza’nın (radıyallâhu anh) mübarek kanıyla sulanmıştı. İslâm Ordusu, bir emre itaatsizlik neticesinde, zaferle başladığı bir harpten (savaştan) ağır yaralar alarak ve Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek dişinin kırıldığı, yüzünün yaralandığı bir imtihanla Medine’ye dönmüştü.
Müslümanların kalbi hüzünlü, bedenleri yaralıydı. Medine’de ise münafıklar (Abdullah bin Übeyy ve taraftarları) fitneyi körüklüyor, “Gördünüz mü, bizi dinlemeyip Uhud’a çıktılar, başlarına neler geldi!” diyerek Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaya çalışıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp dehasıyla biliyordu ki; eğer Kureyş, Müslümanların bu kadar zayıf düştüğünü fark ederse, “İşlerini tam bitiremedik” pişmanlığıyla Mekke yolundan geri dönebilir ve Medine’ye son, ölümcül baskını yapabilirdi.
Düşmana asla “zayıf” görünmemek gerekiyordu.

BÖLÜM 20: YENİLGİDEN DOĞAN DİRAYET VE İHÂNET TUZAKLARI
(Medenî Dönem – VIII)

1. Düşman Takibi: Hamrâü’l-Esed Gazvesi (Hicret 3)

Uhud harbinin (savaşının) ertesi sabahı, Hicretin 3. Yılı, 8 Şevval Pazar günü… Medine’de herkes şehitlerinin yasını tutuyor, yaralarını sarmaya çalışıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o sabah müezzinine (Hz. Bilâl r.a.) şu Cihan Şümul emri verdi:
“Derhal ilan et! Düşmanı (Kureyş’i) takibe çıkıyoruz! Ancak, takibe SADECE dün Uhud’da bizimle birlikte olanlar (savaşa katılanlar) gelecektir!”
Bu, inanılmaz bir emirdi. Ordu yorgundu, yaralıydı. Hatta bazı Sahabîler (r.anhüm) yürüyemeyecek haldeydi, birbirlerine yaslanarak ayakta duruyorlardı.
Ama emir katiydi (kesindi). Uhud’un o zorlu imtihanına katılan 700 kişilik o yaralı ve hüzünlü ordu, Resûlullah’ın (s.a.v.) emrine tereddütsüz itaat etti. Uhud’a katılmayıp Medine’de kalanların (münafıklar hariç) katılmasına ise izin verilmedi.
O yaralı aslanlar ordusu, Efendimiz’in (s.a.v.) komutasında derhal silahlandı ve Medine’den çıktı. Hedef, Mekke’ye dönmekte olan Ebû Süfyan ordusuydu.
İslâm Ordusu, Medine’ye yaklaşık 13 km mesafedeki “Hamrâü’l-Esed” mevkiine kadar ilerledi.
Tam da Efendimiz’in (s.a.v.) öngördüğü gibi olmuştu. Yolda, Ebû Süfyan ve Kureyş ordusu duraklamış, kendi aralarında “Müslümanlar ağır yara aldı. Muhammed’i (s.a.v.) (hâşâ) öldüremedik. Geri dönüp Medine’ye baskın mı yapsak?” diye istişare ediyorlardı.
Ancak İslâm Ordusu’nun, o yaralı haliyle, Uhud’dan sadece 24 saat sonra, kendilerini takibe çıkacak kadar cesur ve diri olduğunu öğrenince dehşete kapıldılar.
Ebû Süfyan, “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbında (r.anhüm), bizim bilmediğimiz bir güç kalmış olmalı. Başımıza Bedir’deki gibi yeni bir felaket gelmesin” diyerek, bu takipten korktu ve ordusuna “Süratle Mekke’ye yürüyün!” emrini verdi.
Efendimiz (s.a.v.) ve o yaralı ordusu, Hamrâü’l-Esed’de üç gün (veya beş gün) konakladı. Gece vakti, Kureyş ordusuna gözdağı vermek için, yüzlerce ayrı noktada ateş yaktırdı. Uzaktan bu ateşleri gören düşman casusları, Müslümanların ordusunun ne kadar kalabalık ve zinde olduğunu zannederek korkuya kapıldılar.
Bu gazve (sefer), bir “harp (savaş)” değil, bir “psikolojik harp (savaş)” idi. Bu, Uhud’daki askerî yenilginin, manevî bir zafere ve stratejik bir üstünlüğe dönüştürülmesiydi.
Kur’ân-ı Kerîm, o yaralı halde Allah’ın (c.c.) ve Resûlü’nün (s.a.v.) emrine uyan o kahraman Sahabîleri (r.anhüm) şu ayet-i kerîme ile övmüştür:
“Onlar, o kimselerdir ki, yaralandıktan sonra yine Allah’ın ve Peygamber’in çağrısına uydular. İçlerinden iyilik yapanlara ve Allah’a (c.c.) karşı gelmekten sakınanlara büyük bir mükâfat vardır.” (Âl-i İmrân, 3/172 )

2. İhânet Tuzakları: Recî’ ve Bi’r-i Maûne Fâciaları (Hicret 4)

Uhud, Müslümanların yenilebileceğini (zâhiren) göstermişti. Bu durum, Medine etrafındaki müşrik bedevî kabilelerini ve Medine’deki Yahudileri cesaretlendirmişti. Hicretin 4. yılı, İslâm tarihinin en acı “ihânet” ve “fâcia” yıllarından biri oldu.

a) Recî’ Fâciası (10 Şehit):

Adal ve Kare kabilelerinden bir heyet Medine’ye geldi. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim kabilelerimiz İslâm’ı kabul etti. Ancak bize Kur’ân’ı ve dini öğretecek muallimlere (öğretmenlere) ihtiyacımız var. Bize rehberler gönder” dediler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu davete çok sevindi. Ashâbının (r.anhüm) en seçkinlerinden, çoğu Suffe ehli olan 10 (On) Kur’ân muallimi seçti. Başlarına da tecrübeli Sahabî Mersed bin Ebî Mersed’i (r.a.) (veya Âsım bin Sâbit’i r.a.) komutan tayin etti.
Muallimler (r.anhüm) kafilesi, “Recî'” denilen su başına geldiklerinde, o heyetin tuzağı ortaya çıktı. Adal ve Kare kabileleri onlara ihânet etmişti. Etrafları, Lihyânoğulları kabilesinden yüzlerce müşrik savaşçı tarafından sarıldı.
10 Sahabî (r.anhüm) derhal kılıçlarına sarılıp bir tepeye çekildiler. Müşrikler “Teslim olun, size eman veriyoruz, öldürmeyeceğiz!” dediler.
Komutan Âsım bin Sâbit (r.a.) gürledi: “Ben, bir müşriğin emanına (güvencesine) asla güvenmem!”
Ve şu duayı etti: “Allah’ım! Hâlimizi Resûlüne (s.a.v.) ulaştır!”
Âsım (r.a.) ve 7 Sahabî (r.anhüm), o tepede son oklarına, son kılıç darbelerine kadar dövüştüler ve kahramanca şehit oldular.
Geriye 3 Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Hubeyb bin Eret (r.a.), Zeyd bin Desinne (r.a.) ve Abdullah bin Tarık (r.a.).
Onlar (r.anhüm), müşriklerin “eman” sözüne (belki bir kurtuluş olur ümidiyle) inanarak teslim oldular. Abdullah bin Tarık (r.a.), yolda ihâneti anlayıp kaçmak isterken orada şehit edildi.
Hubeyb (r.a.) ve Zeyd’i (r.a.) ise, Kureyş’e sattılar. Çünkü bu ikisi, Bedir’de Kureyş’in ileri gelenlerinden bazılarını öldürmüşlerdi.
Kureyş, bu iki Sahabî’yi (r.anhüm), Uhud’un intikamını almak için Mekke’de, “Ten’im” mevkiinde halka açık bir alanda, işkenceyle “çarmıha gererek” şehit etmeye karar verdi.
Hz. Hubeyb (r.a.), darağacına (çarmıha) çıkarılmadan önce, “Bana izin verin, iki rekât namaz kılayım” dedi. İzin verdiler. Hz. Hubeyb (r.a.), süratle iki rekât namaz kıldı. Sonra müşriklere döndü: “Vallahi, eğer ölümden korktuğumu zannetmeyecek olsaydınız, bu namazı çok daha uzun kılardım.”
(Böylece Hz. Hubeyb (r.a.), “İdamdan önce iki rekât namaz kılma” sünnetini (geleneğini) başlatan Sahabî (r.a.) oldu.)
O’nu (r.a.) çarmıha gerdiklerinde, mübarek yüzü Medine’ye (Kıbleye) dönüktü. Ve o anda, şu meşhur bedduasını etti: “Allah’ım! Onları bir bir say! Onları teker teker helâk et! Hiçbirini sağ bırakma!”
Müşrikler bu bedduadan o kadar korktular ki, çocuklarını bile yüzüstü yere kapattılar.
Hz. Zeyd bin Desinne’ye (r.a.) de aynı işkence yapıldı. Ebû Süfyan, O (r.a.) tam ölmek üzereyken O’na (r.a.) sordu: “Ey Zeyd! Allah (c.c.) aşkına söyle! İster miydin ki, şu an senin yerinde (çarmıhta) Muhammed (s.a.v.) olsaydı da, sen evinde ailenle rahatça otursaydın?”
Hz. Zeyd’in (r.a.) o sarsılmaz imanının ve Resûl (s.a.v.) aşkının cevabı, Ebû Süfyan’ı dondurdu:
“Vallahi! Değil O’nun (s.a.v.) burada benim yerimde olmasını, şu an Medine’de yürürken O’nun (s.a.v.) mübarek ayağına bir diken batmasına bile benim canım feda olsun!”
Ebû Süfyan, hayretle yanındakilere döndü: “Ben, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’i (s.a.v.) sevdiği kadar, bir başkasını seven kimse görmedim!”
Ve iki kahraman Sahabî (r.anhüm) de Mekke’de şehit edildi.

b) Bi’r-i Maûne Fâciası (70 Şehit):

Recî’ Fâciasından sadece birkaç gün sonra, daha büyük bir felaket yaşandı.
Necid (Orta Arabistan) bölgesinin en güçlü reisi olan Ebû Berâ (Âmir bin Mâlik), Medine’ye geldi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Ebû Berâ’ya) İslâm’ı anlattı. Ebû Berâ, Müslüman olmadı ama “Eğer kavmime muallimler (öğretmenler) gönderirsen, İslâm’ı kabul edebilirler. Ben, onları himayeme (korumama) alıyorum, onlara eman veriyorum” dedi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (Recî’ hadisesinden henüz haberi olmadığı için) bu teklifi kabul etti.
Ancak Necid bölgesi tehlikeliydi. Efendimiz (s.a.v.) bu kez 10 değil, Suffe Ehli’nden, tamamı Kur’ân hâfızı (Kurrâ) olan 70 (Yetmiş) seçkin Sahabî’yi (r.anhüm) gönderdi. Başlarına da Münzir bin Amr’ı (r.a.) tayin etti.
Bu 70 Kurrâ (r.anhüm), gündüzleri odun kesip satarak geçinir, geceleri ise sabahlara kadar Kur’ân okuyup namaz kılan, İslâm’ın en âbid (ibadet eden) ve en âlim (bilen) kadrosuydu.
Kafile, “Bi’r-i Maûne” (Maûne Kuyusu) denilen yere vardığında, ihânet ortaya çıktı. Ebû Berâ’nın verdiği eman (güvence) sözü yalandı (veya yeğeni Âmir bin Tufeyl, amcasının sözünü çiğnemişti).
Âmir bin Tufeyl’in komutasındaki Süleym, Usayye ve Ri’l kabileleri, o 70 silahsız Kur’ân mualliminin (r.anhüm) etrafını sardılar.
Sahabîler (r.anhüm), ihanete uğradıklarını anladılar. Kılıçlarına sarıldılar (çok az silahları vardı). Son nefeslerine kadar dövüştüler. Biri (Ka’b bin Zeyd r.a.) hariç (ki O’nu (r.a.) da öldü zannedip bıraktılar), 70 (veya 69) Sahabî’nin (r.anhüm) tamamı orada hunharca şehit edildi.
Recî’ (10 şehit) ve Bi’r-i Maûne (70 şehit) haberleri Medine’ye aynı günlerde ulaştı.
80 seçkin evladını, İslâm’ın en güzide muallimlerini (öğretmenlerini), hain tuzaklarda kaybeden Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hayatı boyunca Uhud’da bile hissetmediği kadar derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu.
O (s.a.v.), o kadar müteessir (üzgün) oldu ki, tam bir ay (30 veya 40 gün) boyunca, sabah namazlarında o kabilelere (Lihyânoğulları, Ri’l, Zekvân, Usayye) isimlerini anarak beddua etti (Kunût okudu).

3. İkinci Yahudi İhâneti: Benî Nadîr Gazvesi (Hicret 4)

Uhud’daki sarsıntı ve bu fâcialar, Medine’deki ikinci büyük Yahudi kabilesi olan Benî Nadîr’i (Nadiroğulları) cesaretlendirmişti. Onlar da zengin, güçlü ve kaleleri olan bir kabileydi.
Efendimiz (s.a.v.), Bi’r-i Maûne’de tuzağa düşürülenlerin diyetine (kan parasına) katkıda bulunmaları için (Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) göre müttefik oldukları için) onlarla konuşmak üzere kalelerine gitmişti.
Benî Nadîr Yahudileri, O’nu (s.a.v.) çok iyi karşıladılar. “Elbette yâ Ebâ’l-Kâsım! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) yardım edeceğiz. Sen (s.a.v.) şuracıkta, kale duvarımızın dibinde otur, biz de kendi aramızda parayı toplayıp gelelim” dediler.
Efendimiz (s.a.v.), yanlarında Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.) ve Hz. Ali (r.a.) olduğu halde, o kale duvarının dibine oturdu, beklemeye başladı.
O (s.a.v.) beklerken, Yahudi reisleri gizli bir odaya çekildiler ve o şeytanî planı yaptılar:
“Muhammed’i (s.a.v.) öldürmek için bundan daha büyük bir fırsat elimize geçmez! O (s.a.v.) tam duvarın dibinde oturuyor. İçimizden kim, şu büyük değirmen taşını kalenin tepesinden O’nun (s.a.v.) üzerine atıp başını ezecek?”
İçlerinden Amr bin Cihâş adında bir Yahudi, “Ben yaparım!” dedi ve taşı atmak için kalenin damına çıktı.
Plan yapılmıştı. Ancak onlar tuzak kurarken, Vahiy Meleği Cebrail (aleyhisselâm) derhal Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) nazil oldu ve O’na (s.a.v.) bu alçakça suikast planını haber verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), hiçbir şey belli etmeden, sanki bir ihtiyacı (hâceti) için kalkıyormuş gibi, sâkin (sessizce) oturduğu yerden kalktı ve Ashâbına (r.anhüm) da bir şey demeden, süratle Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye doğru yürüdü.
Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer (r.a.), Efendimiz’in (s.a.v.) geciktiğini görünce endişelendiler. Kalkıp Medine’ye döndüklerinde, O’nu (s.a.v.) Mescid’de buldular. Efendimiz (s.a.v.), Benî Nadîr’in ihanetini ve suikast planını onlara anlattı.
Bu, Benî Kaynukâ’nın yaptığı gibi, Medine Vesikası’nın (Anayasa’nın) açık bir ihlâli ve Devlete (ve Devlet Başkanı’na) karşı bir suikast (harp/savaş ilanı) demekti.
Efendimiz (s.a.v.), derhal onlara bir ültimatom (kesin uyarı) gönderdi:
“Mademki ahdinizi (sözünüzü) bozdunuz ve bana suikast planladınız. Size on (10) gün mühlet! Medine’yi terk edin! Bu on günden sonra kim sizden burada görülürse, boynu vurulacaktır!”
Benî Nadîr, önce korkup hazırlanmaya başladı. Ancak Medine’deki münafıkların başı Abdullah bin Übeyy, onlara gizlice şu haberi gönderdi: “Sakın kalelerinizi terk etmeyin! Direnin! Benim 2.000 kişilik ordum (Ensâr’dan ve Gatafân kabilesinden) size yardıma gelecek. Sizinle beraber savaşacağız!”
Bu yalana kanan Benî Nadîr, Efendimiz’e (s.a.v.) “Terk etmiyoruz! Elinden geleni yap!” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm Ordusu’nu topladı (Sancaktar Hz. Ali r.a. idi) ve Benî Nadîr kalelerini kuşattı.
Benî Nadîr, münafıkların yardımını bekledi. Ancak ne Abdullah bin Übeyy ne de Gatafânlılar yardıma gelmedi. Münafıklar, yine sözlerinde durmamışlardı.
Kuşatma 15 (veya 21) gün sürdü. Dışarıdan yardım alamayan ve kalelerinde mahsur kalan Benî Nadîr Yahudileri, sonunda Benî Kaynukâ gibi teslim oldular.
Efendimiz (s.a.v.), onlara Benî Kaynukâ’ya tanıdığından daha ağır bir şartla sürgün cezası verdi: Sadece develerinin taşıyabildiği kadar eşyayı alabilecekler, ancak hiçbir silah, zırh veya askerî malzeme götüremeyeceklerdi.
Benî Nadîr Yahudileri, Medine’deki o muazzam evlerini, hurma bahçelerini ve servetlerini geride bıraktılar. Evlerini, Müslümanlara kalmasın diye kendi elleriyle yıkarak (tahrip ederek) Medine’den ayrıldılar. (Bu hadise, Kur’ân-ı Kerîm’de Haşr Suresi’nde detaylıca anlatılır).
Bir kısmı Suriye’ye (Ezriât’a), en tehlikeli ve zengin reisleri (Huyey bin Ahtab, Kinâne bin Rebî’ gibi) ise Medine’nin kuzeyindeki “Hayber” Kalesi’ne yerleştiler.
Onların Hayber’e gitmesi, ileride İslâm Devleti’nin başına gelecek en büyük fitnenin ve en büyük harbin (savaşın) (Hendek/Ahzâb Savaşı’nın) tohumlarını ekmiş oldu.

BÖLÜM 21: İTİBARIN YENİDEN TESİSİ VE EN BÜYÜK TEHDİT: AHZÂB
(Medenî Dönem – IX)

1. “Bedir Randevusu” (Gazvetü Bedri’s-Suğrâ / Küçük Bedir)

Uhud harbinin (savaşının) sonunda, Kureyş’in başkomutanı Ebû Süfyan, Uhud Dağı’nın tepesinden İslâm Ordusu’na meydan okumuştu: “Bugün, Bedir’in karşılığıdır! Harp (Savaş) nöbetleşedir! Gelecek yıl, sizinle yine Bedir’de buluşmak (savaşmak) üzere randevulaşıyoruz!”
Hz. Ömer (r.a.) da Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle gürlemişti: “İnşallah! O, bizimle sizin aranızda bir randevudur!”
Uhud’un üzerinden tam bir yıl geçmişti (Hicret 4, Şâban ayı). Randevu vakti gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’in bu meydan okumasına cevap vermek ve İslâm’ın Uhud’da sarsılan (zâhiren) itibarını tamamen geri kazanmak için Ashâbına (r.anhüm) “Bedir’e!” emrini verdi.
Uhud’un acısını unutmayan 1.500 (Bin beş yüz) kişilik sarsılmaz bir ordu toplandı. Bu ordu, Bedir’e doğru yola çıktı.
Mekke’de ise durum farklıydı. O yıl Mekke’de kuraklık ve kıtlık baş göstermişti. Ebû Süfyan, Bedir’de yaşadığı o ilk hezimeti unutamamıştı ve İslâm Ordusu’nun 1.500 kişilik bu güçlü hali karşısında dehşete kapılmıştı. Harbe (Savaşa) gitmek istemiyor, ancak “randevu”dan kaçarsa Kureyş’in itibarının yerle bir olacağını da biliyordu.
Ebû Süfyan, kurnazca bir “psikolojik harp (savaş)” yolunu seçti. Henüz Müslüman olmamış olan (veya gizli anlaşmalı olduğu) Nuaym bin Mes’ud adında birini Medine’ye casus olarak gönderdi. Görevi, Müslümanların maneviyatını (moralini) bozmaktı.
Nuaym, Medine’ye geldi ve feryat etmeye başladı: “Ey Medineliler! Nereye gidiyorsunuz? Ebû Süfyan ve Kureyş, sizin hayal bile edemeyeceğiniz, dağlar gibi bir ordu topladı! Hepinizi yok edecekler! Sakın Bedir’e gitmeyin!”
Bu haber, Medine’deki münafıkların yüreğine korku saldı. Ancak mü’minlerin yüreğine zerre kadar korku vermedi. Onların cevabı, Kur’ân-ı Kerîm’in ölümsüzleştirdiği o tevekkül nidası oldu:
“Hasbünallâhu ve ni’me’l-vekîl!”
(Allah (c.c.) bize yeter! O (c.c.) ne güzel Vekil’dir!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ise o Cihan Şümul kararlılığıyla buyurdu:
“Vallahi! Onlar gelmese bile, ben tek başıma kalsam dahi, o randevu yerine gideceğim!”
İslâm Ordusu (1.500 kişi) Bedir’e vardı. Orada tam sekiz (8) gün Kureyş ordusunu beklediler.
Ebû Süfyan ise, 2.000 kişilik bir orduyla Mekke’den çıkmış, “Mecenne” denilen yere kadar gelmişti. Orada durdu ve askerlerine döndü: “Ey Kureyş! Bu yıl kıtlık yılıdır. Develerimiz zayıf, azığımız yok. Böyle bir ‘Kavut Ordusu’ (Ceyşü’s-Sevîk) ile savaşmak akıl kârı değildir. Geri dönüyoruz!”
Ve Kureyş ordusu, savaşmadan, randevu yerine gelme cesaretini gösteremeden, Mekke’ye geri döndü.
Müslümanlar ise, Bedir’de bekledikleri sekiz gün boyunca, orada kurulan panayırda ticaret yaptılar. Yanlarında getirdikleri malları 1’e 2 kârla satarak, hem askerî hem de ekonomik bir zaferle Medine’ye döndüler.
Bu “Küçük Bedir Gazvesi”, İslâm’ın itibarına vurulan Uhud lekesini tamamen temizledi. Kureyş’in korkaklığı ve Müslümanların cesareti bütün Arabistan’a ilan edildi.

2. Çölün Disiplini: Zâtü’r-Rikâ’ Gazvesi ve Korku Namazı

Medine’nin itibarı yükselince, Necid çöllerinde (Orta Arabistan) yaşayan ve yağmacılıkla geçinen bedevî kabileleri (Gatafân, Beni Muhârib, Beni Sa’lebe) bundan rahatsız oldu. Müslümanların Recî’ ve Bi’r-i Maûne’de muallimlerini (öğretmenlerini) kaybetmesinden cesaret alarak, Medine’ye büyük bir baskın yapmak için ordu toplamaya başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Düşmanı Medine’de beklemeyeceğiz, O’nun (düşmanın) vatanına bizzat gideceğiz” stratejisiyle, 400 (veya 700) kişilik seçkin bir birlikle derhal Necid çöllerine, Gatafân yurduna doğru yola çıktı (Hicret 4 veya 5).
Bu sefer, son derece meşakkatliydi. Çöl arazisi o kadar sarp ve kayalıktı ki, Sahabîlerin (r.anhüm) ayakkabıları (nalınları) parçalandı, ayakları kan revan içinde kaldı. Yürüyemeyecek hale geldiklerinde, ayaklarına bez ve kumaş parçaları (“paçavralar” – Rikâ’) sardılar. Bu yüzden bu sefere “Zâtü’r-Rikâ'” (Paçavralar Gazvesi) denildi.
İslâm Ordusu, Gatafân yurdunun kalbine kadar ilerledi. Bedevîler, Müslümanların kendi evlerine kadar gelme cüretine şaşırdılar. Büyük bir harp (savaş) olmadı, çünkü bedevîler savaşı göze alamayıp dağlara kaçtılar.
Ancak bu sefer sırasında, İslâm fıkhı (hukuku) için çok mühim bir hadise yaşandı.
Namaz vakti gelmişti. İslâm Ordusu namaza durmak istiyor, ancak dağların tepesindeki düşman (Gatafân), Müslümanların secdeye vardığı o “savunmasız” anı kolluyordu. “Hepsi birden secdeye varınca, üzerlerine baskın yapalım” diye plan yapıyorlardı.
Tam o anda, Cebrail (aleyhisselâm), Resûlullah’a (s.a.v.) “harp (savaş) anında” dahi namazın nasıl eda edileceğini öğreten “Salâtü’l-Havf” (Korku Namazı) ayetlerini (Nisâ, 4/101-102) getirdi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) iki safa ayırdı:
• Birinci saf, Efendimiz’in (s.a.v.) arkasında bir rekât kıldı. Efendimiz (s.a.v.) ikinci rekât için ayakta beklerken, onlar (birinci saf) kendi başlarına ikinci rekâtı hızla kılıp selam verdiler ve geri çekilip nöbet yerine geçtiler.
• İkinci saf (nöbette olanlar) ileri geldi, Resûlullah’a (s.a.v.) uydular. Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte ikinci rekâtı kıldılar. Efendimiz (s.a.v.) Tahiyyât’ta otururken, onlar (ikinci saf) kalkıp kaçırdıkları ilk rekâtı kıldılar ve Efendimiz (s.a.v.) ile birlikte selam verdiler.
Böylece, harp (savaş) anında dahi cemaatle namaz terk edilmemiş oldu. Bu manzarayı (bir grubun namaz kılıp diğer grubun nöbet tuttuğunu) gören Gatafânlı bedevîler, “Bunlar, ilâhî bir koruma altındalar” diyerek korkuya kapıldılar ve Medine’ye saldırma planlarından tamamen vazgeçtiler.

3. Bütün Fitnelerin Birleşmesi: Ahzâb’a Giden Yol (Hicret 5)

Bedir Randevusu’nda Kureyş yenilmiş (itibaren), Zâtü’r-Rikâ’da Gatafân sindirilmiş, Benî Nadîr ise Medine’den sürülmüştü.
İslâm’ın düşmanları (müşrikler, bedevîler ve Yahudiler), Resûlullah (s.a.v.) ile “ayrı ayrı” baş edemeyeceklerini anlamışlardı.
İşte bu noktada, Medine’den sürülüp Hayber’e yerleşen Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab, İslâm’ı yeryüzünden silmek için o şeytanî “Büyük Koalisyon” planını devreye soktu.
Bu, İslâm’a karşı kurulan en büyük Câhiliye ittifakıydı.

1. Adım: Mekke (Kureyş):

Huyey bin Ahtab, bir Yahudi heyetiyle Mekke’ye, Ebû Süfyan’ın huzuruna çıktı. Dedi ki: “Ey Kureyş! Biz (Hayber Yahudileri), bütün servetimizle ve savaşçılarımızla sizinleyiz. Gelin, Muhammed’i (s.a.v.) Medine’de kuşatalım ve bu işi kökünden bitirelim!”
Ebû Süfyan, bu teklife sevindi ancak Ehl-i Kitap olan Yahudilere güvensizliğini belirtti: “Ey Yahudiler! Siz Kitap sahibisiniz. Bize dürüstçe söyleyin: Bizim dinimiz (putperestlik) mi daha hayırlıdır, yoksa Muhammed’in (s.a.v.) dini (Tevhid) mi?”
Huyey bin Ahtab ve yanındaki Yahudi hahamları, sırf İslâm düşmanlığında birleşebilmek için, kendi kitaplarını inkâr pahasına o korkunç cevabı verdiler:
“Vallahi! Sizin dininiz (putlara tapmanız), O’nun (s.a.v.) dininden daha doğrudur ve daha hayırlıdır!”
(Kur’ân-ı Kerîm, Nisâ Suresi 51. ayette, Ehl-i Kitab’ın bu “Cibt’e ve Tâğût’a (Puta) inanma” ihanetini lanetleyecekti.)
Bu söz üzerine Kureyş, 4.000 (Dört bin) kişilik ordusuyla ittifaka katıldı.

2. Adım: Necid (Gatafân):

Huyey bin Ahtab, Kureyş’in desteğini aldıktan sonra, Necid çöllerine, Zâtü’r-Rikâ’da sindirilen Gatafân kabilelerine (Beni Fezâre, Beni Murre, Beni Eşca’) gitti.
Bedevîler dine değil, paraya (ganimete) bakarlardı. Huyey, onlara şu teklifi yaptı: “Kureyş’le birleştik. Siz de bize katılın. Eğer Medine’yi düşürürsek, Hayber’in bir yıllık hurma mahsulünün tamamı sizin olacaktır!”
Bu muazzam rüşvet karşısında Gatafân kabileleri de ittifaka katıldı. Onlar da yaklaşık 6.000 (Altı bin) kişilik bir ordu çıkardılar.
Sonuç: “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) Ordusu
Kureyş (Mekke Müşrikleri), Gatafân (Necid Bedevîleri) ve Benî Nadîr (Hayber Yahudileri – Finansör ve Provokatör) birleşmişti.
Arap yarımadasının o güne dek gördüğü en büyük ordu: Toplam 10.000 (On bin) (bazı rivayetlerde 12.000) kişilik muazzam bir “Koalisyon Ordusu” (Ahzâb).
Ordunun Başkomutanı Ebû Süfyan idi.
Hicretin 5. Yılı, Şevval ayında (M. 627), bu devasa ordu, tek bir hedef için Medine’ye doğru yürüyüşe geçti:
Medine’yi kuşatmak, Resûlullah’ı (s.a.v.) öldürmek ve İslâm’ı tarihten silmek.

BÖLÜM 22: HENDEK – AKIL, SABIR VE MUCİZE
(Medenî Dönem – X: Ahzâb Gazvesi)

1. Korkunç Haber ve Harp (Savaş) Meclisi

Düşman ordusunun yola çıktığı haberi, müttefik kabilelerden Huzâalıların süratli habercileri (ulakları) vasıtasıyla Medine’ye ulaştı. Haber, şehre bir bomba gibi düştü. Münafıklar derhal fitneye başladı, “İşte sonunuz geldi!” diyerek korku yaydılar. Mü’minlerin kalpleri ise, Kur’ân-ı Kerîm’in tasviriyle, (korkudan) “gırtlaklara dayanmıştı.” (Ahzâb, 33/10)
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu topyekûn imha (yok etme) tehdidi karşısında derhal Harp (Savaş) Meclisi’ni (Meşveret) topladı.
Durum vahametini koruyordu. 10.000 kişilik bu ordunun, bilhassa Hâlid bin Velîd ve Gatafânlıların meşhur süvarilerinin, Medine’nin açık meydanlarına girmesine izin verilirse, bu 3.000 kişilik İslâm Ordusu’nun dayanma şansı yoktu. Uhud’daki gibi bir meydan muharebesi, intihar demekti. Uhud’daki “Savunma Harbi (Savaşı)” teklifi de bu kez yetersizdi, zira düşman şehri kuşatacak ve evleri tek tek yıkacak kadar kalabalıktı.
Mecliste derin bir sessizlik vardı. Arapların bildiği bütün harp (savaş) taktikleri bu tehdit karşısında aciz kalıyordu.

2. Fars Diyarından Gelen Çözüm: Selmân-ı Fârisî (r.a.) ve “Hendek”

Tam bu çaresizlik anında, mecliste bulunan, aslen Fars (İran) diyarından olan, hakikati aramak için uzun ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Medine’ye gelip İslâm’la şereflenen ve kölelikten yeni kurtulmuş olan Selmân-ı Fârisî (radıyallâhu anh) söz aldı.
O (r.a.), Arapların hiç bilmediği, ancak Fars (İran) ve Sâsânî ordularının iyi bildiği bir “Savunma Harbi (Savaşı)” stratejisini ortaya koydu. O mübarek teklif, tarihin akışını değiştirecekti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Biz Fars diyarındayken, böyle kalabalık süvari ordularının baskınından korktuğumuz zaman, şehrin etrafına ‘Hendek’ (Farsça ‘Kandak’tan gelir; derin ve geniş siper/çukur) kazar, şehri savunurduk.”
Bu, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, dâhiyane bir fikirdi.
Medine şehri, zaten üç cihetten (taraftan) tabii (doğal) bir korumaya sahipti: Doğuda “Harretü Vâkım” ve batıda “Harretü’l-Vebere” denilen volkanik, kayalık, atların ve develerin geçişine asla izin vermeyen sarp araziler. Güneyde ise sık, bitişik nizam hurma bahçeleri ve evler (adeta bir kale duvarı gibi) bulunuyordu.
Medine’nin tek bir zayıf, savunmasız noktası vardı: Kuzey cephesi. Burası, Uhud Dağı’na bakan, süvari hücumuna tamamen açık, düz bir araziydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Selmân’ın (r.a.) bu teklifini derhal kabul etti. Plan şuydu: Düşman ordusu gelmeden önce, Medine’nin bu açık olan kuzey cephesi, boydan boya derin ve geniş bir Hendek ile kapatılacaktı.

3. Zamanla Yarış: Hendek’in Kazılması

Emir verildi. 3.000 kişilik İslâm Ordusu, derhal bir “amele” ordusuna dönüştü. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), araziyi bizzat teftiş etti ve Hendek’in nereden başlayıp nerede biteceğini planladı.
3.000 Sahabî’yi (r.anhüm), onar (10) kişilik takımlara ayırdı. Her takıma, kazmaları gereken (yaklaşık 40 arşın / 20 metre) bir mesafe tayin etti.
Bu, tarihin gördüğü en meşakkatli ve en hızlı inşaatlardan biriydi. Düşman yoldaydı, zaman yoktu.
• Hava: Medine’nin en soğuk, en ayazlı kış günleriydi.
• Yiyecek: Medine’de kıtlık vardı. Uhud’un yaraları, bedevîlerin tacizleri ve yaklaşan harp (savaş) haberi yüzünden yiyecek stokları tükenmişti.
• Durum: Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o soğuk havada, açlıktan karınlarına (mide kramplarını bastırmak için) taş bağlıyorlardı.
Ama onların en büyük motivasyonu (gayreti), Başkomutanları ve Peygamberleri olan Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bizzat kendileriyle birlikte çalışmasıydı.
Efendimiz (s.a.v.), bir komutan gibi kenarda durmuyor; bir işçi gibi kazma sallıyor, mübarek omuzlarında toprak taşıyordu. O (s.a.v.) o kadar çalışıyordu ki, mübarek karınlarının tozu toprağa karışmıştı.
Sahâbe (r.anhüm), O’nun (s.a.v.) bu gayretini gördükçe şevke geliyor ve hep bir ağızdan şu şiiri (beyitleri) söylüyorlardı:
“Vallahi, Allah (c.c.) olmasaydı, hidayet bulamazdık,
Namaz kılmaz, zekât vermezdik…
Ey Rabbimiz! Üzerimize sekînet (huzur) indir,
Düşmanla karşılaşırsak, ayaklarımızı sabit kıl!”
“Bizler, Muhammed’e (s.a.v.) biat edenleriz,
Hayatta kaldıkça, Cihâd’dan dönmemeye yeminlileriz!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de, onların bu coşkusuna o mübarek duasıyla karşılık veriyordu:
“Allâhümme! Lâ ‘ayşe illâ ‘ayşü’l-Âhirah!
(Allah’ım! (Gerçek) hayat, ancak Ahiret hayatıdır!)
Fe’n-sur (Fagfir) li’l-Ensâri ve’l-Muhâcirah!
(Ensâr’a ve Muhâcirler’e yardım eyle (veya onları bağışla)!)”

4. Hendek’teki Mucizeler (Mü’minlerin Moralinin Yükselişi)

Bu meşakkatli kazı sırasında, Allah Teâlâ (c.c.), o aç ve yorgun ordunun imanını ve moralini yükselten iki büyük mucize gösterdi:

Mucize 1: Bereketlenen Azık (Hz. Câbir’in Ziyafeti)

Hz. Câbir bin Abdullah (radıyallâhu anh), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek karnına açlıktan taş bağladığını ve dudaklarının kuruduğunu fark etti. O’nun (s.a.v.) bu hâli yüreğini dağlamıştı.
Gizlice evine koştu, hanımına sordu: “Evde bir şey var mı? Resûlullah’ı (s.a.v.) çok aç gördüm.”
Hanımı, “Evde sadece bir sa’ (yaklaşık 3 kg) arpa ve küçük bir oğlak (keçi yavrusu) var” dedi.
Hz. Câbir (r.a.) oğlağı kesti, hanımı da arpayı öğütüp ekmek yapmaya başladı. Akşama doğru, gizlice Efendimiz’in (s.a.v.) yanına geldi ve fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Az bir yemeğimiz var. Sen (s.a.v.) ve yanındaki birkaç (3-5) Sahabî (r.anhüm) ile bize buyurun.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Câbir’in (r.a.) bu davetini duyunca, o küçük fısıltıyı, Cihan Şümul (Evrensel) bir davete çevirdi. Derhal Hendek’in üzerine çıktı ve gür sesiyle haykırdı:
“Ey Hendek Ehli! (Ey 3.000 kişi!) Hepiniz Câbir’in ziyafetine davetlisiniz! Haydi, kalkın!”
Hz. Câbir (r.a.) dehşete kapılmıştı. Evde 3-5 kişilik yemek vardı, 3.000 kişi geliyordu. Telaşla evine koştu, hanımına “Mahvolduk! Resûlullah (s.a.v.) bütün orduyu çağırdı!” dedi.
Hanımının (r.anha) teslimiyeti ve imanı tamdı: “Telaşlanma! Resûlullah’a (s.a.v.) yemeğin az olduğunu söyledin mi?”
“Evet, söyledim.”
“Öyleyse O (s.a.v.) bilir. Bırak, gelsinler.”
Efendimiz (s.a.v.) orduyla birlikte eve geldi. Hz. Câbir’in (r.a.) hanımına, “Ben gelmeden tencereyi ateşten indirmeyin, ekmeği de fırından çıkarmayın” diye tenbih (uyarı) etmişti.
Efendimiz (s.a.v.) o küçük tencerenin ve hamurun başına geçti. Mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) yemeği bereketlendirdi.
“Onar (10) kişilik gruplar halinde içeri alın” buyurdu.
3.000 kişi, onar onar Hz. Câbir’in (r.a.) o küçücük evine girdiler. O tek tencereden et yediler, o az arpadan yapılan ekmekten doydular.
Bütün ordu (3.000 kişi) doyduktan sonra, Hz. Câbir (r.a.) tencereye baktığında, tencere hâlâ ilk konulduğu gibi dolu ve kaynıyordu. Hamur da hâlâ pişirilmeyi bekliyordu.
Bu mucize, o aç ordunun karnını doyurmuş ve maneviyatını (moralini) arşa (göğe) yükseltmişti.

Mucize 2: Parçalanan Kaya (Geleceğin Fethi Müjdesi)

Kazı devam ederken, Sahâbe (r.anhüm), bir bölgede devasa bir “Küdye” (kaya kütlesi) ile karşılaştılar. Bütün kazmalar, balyozlar o kayanın üzerinde kırılıyor, ancak kaya bir zerre oynamıyordu. Hendek’in ilerlemesi durmuştu.
Durumu Resûlullah’a (s.a.v.) arz ettiler.
Efendimiz (s.a.v.), mübarek karnına taş bağlamış halde, o kayanın başına geldi. Balyozu (veya kazmayı) eline aldı.
“Bismillâh!” (Allah’ın (c.c.) adıyla!) diyerek ilk darbeyi vurdu.
Kayadan müthiş bir şimşek (kıvılcım) çaktı ve kayanın üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Şam’ın (Suriye/Bizans) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Şam’ın kırmızı köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek ikinci darbeyi vurdu.
Yine müthiş bir şimşek çaktı, kayanın ikinci üçte biri (1/3) parçalandı.
Efendimiz (s.a.v.) tekrar gürledi: “Allahu Ekber! Bana Fârs’ın (İran/Sâsânî) anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan Medâin’in beyaz köşklerini görüyorum!”
“Bismillâh!” diyerek üçüncü ve son darbeyi vurdu.
Kayadan bir şimşek daha çaktı ve o devasa kaya kütlesi kum gibi dağıldı.
Efendimiz (s.a.v.) gürledi: “Allahu Ekber! Bana Yemen’in anahtarları verildi! Vallahi, şu an buradan San’a’nın kapılarını görüyorum!”
Bu mucize, 10.000 kişilik bir ordu tarafından yok edilme tehdidi altında olan o 3.000 kişiye, sadece Medine’yi savunmayacaklarını; bilakis, gelecekte Bizans’ı, Sâsânî’yi ve Yemen’i fethedecek Cihan Şümul (Evrensel) bir gücün temellerini attıklarını müjdeliyordu.

5. Düşmanın Şoku: “Bu, Arap Hilesi Değil!”

Hendek, rivayetlere göre 6 ila 20 gün arasında değişen, rekor bir süratle tamamlandı.
Tam o esnada, Ebû Süfyan komutasındaki 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu, Uhud tarafından Medine’nin önüne ulaştı.
Planları basitti: Süvarileriyle (Hâlid bin Velîd ve Gatafân) o açık ovadan Medine’ye dalmak ve 3.000 Müslümanı ezip geçmek.
Ancak karşılaştıkları manzara karşısında donakaldılar.
Medine’nin önünde, atların veya insanların geçmesinin imkânsız olduğu, kilometrelerce uzunlukta, yaklaşık 5-6 metre genişlikte ve 4-5 metre derinlikte devasa bir “Hendek” (Siper) vardı.
Ebû Süfyan, Hâlid bin Velîd ve Gatafân reisleri atlarını sürdüler, ancak Hendek’i görünce şaşkınlıkla geri çekildiler. Araplar, hayatlarında böyle bir savunma stratejisi görmemişlerdi.
Ebû Süfyan, öfkeyle bağırdı: “Vallahi! Bu, Arapların bildiği bir harp (savaş) hilesi değildir! Bu, Farslıların hilesidir! (Bunu onlara Selmân’ın r.a. öğrettiğini biliyorlardı.)”
Ahzâb Ordusu’nun bütün “Meydan Muharebesi” planı çökmüştü. Hendek’i geçemiyorlardı.
Mecburen, planlarını değiştirdiler ve Medine’yi “Kuşatma” (Muhasara) altına aldılar.
İslâm tarihinin en zorlu, en soğuk ve en kritik kuşatması başlamıştı.

BÖLÜM 23: AHZÂB – İHÂNET, SABIR VE İLÂHÎ ZAFER
(Medenî Dönem – XI: Hendek Gazvesi)

1. Kuşatma Günleri ve Hendek’i Geçen Tek Kahraman(!)

Kuşatma, yaklaşık yirmi günden (20) fazla (bazı rivayetlere göre 27 güne yakın) sürdü.
Bu, topyekûn bir harp (savaş) değil, bir “sinir harbi (savaşı)” ve “yıpratma mücadelesi” idi.
Hendek’in iki yakasına mevzilenen ordular, gün boyu birbirlerine ok atışları yapıyor, laf atarak maneviyatı (morali) bozmaya çalışıyorlardı. Müslümanlar, 3.000 kişiyle, o kilometrelerce uzunluktaki Hendek’i gece gündüz, dondurucu soğukta ve açlık içinde nöbetleşe savunuyorlardı.
Kureyş’in en kibirli savaşçıları, bu “Hendek” tuzağına düşmekten ve Araplara “korkak” görünmekten dolayı öfkeliydiler. Birkaç kez, Hendek’in en dar olduğu bir noktadan atlarıyla karşıya geçmeyi denediler.
İçlerinden, Arabistan’ın “Bin (1000) Askere Bedel” denilerek korkuyla anılan en meşhur savaşçısı Amr bin Abd-i Vüdd, yanında İkrime bin Ebî Cehil ve birkaç kişiyle birlikte, atını zorlayarak Hendek’in dar bir yerinden karşıya, Müslümanların tarafına geçmeyi başardı.
Müslümanların saflarının içine dalan Amr, atının üzerinde kibirle durdu ve Câhiliye âdetince bağırdı:
“Ey Müslümanlar! Hani nerede o ‘Ölürseniz Cennet’e, kalırsanız gâzi olursunuz’ dediğiniz yer? Karşıma çıkacak, benimle mübâreze (dövüş) edecek bir er yok mu içinizde?”
Amr o kadar heybetli ve korkunç bir savaşçıydı ki, Müslüman saflarında bir anlık tereddüt ve sessizlik yaşandı.
O sessizliği bozan tek bir ses, İslâm’ın en genç aslanının sesi oldu. Hz. Ali bin Ebî Tâlib (kerremallâhu vecheh) ayağa fırladı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, ben çıkarım O’nun (Amr’ın) karşısına!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’na (Hz. Ali’ye r.a.) “Otur, yâ Ali. O (Amr), Amr bin Abd-i Vüdd’dür” diyerek, düşmanın tehlikesini hatırlattı.
Amr, ikinci kez meydan okudu: “Karşıma çıkacak kimse yok mu?”
Hz. Ali (r.a.) ikinci kez fırladı: “Ben varım, Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Efendimiz (s.a.v.) yine “Otur” buyurdu.
Amr, üçüncü kez alay ederek bağırdı: “Sesim kısıldı size meydan okumaktan!”
Artık Hz. Ali’yi (r.a.) tutmak mümkün değildi. Üçüncü kez kalktığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) müsaade etti. Kendi mübarek Zülfikâr kılıcını O’na (Hz. Ali’ye r.a.) verdi, zırhını giydirdi ve O’nun (Hz. Ali’nin r.a.) için dua etti: “Allah’ım! O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) koru, O’na (Hz. Ali’ye r.a.) yardım et!”
Hz. Ali (r.a.), o devasa Amr’ın karşısına dikildi. Amr, bu genç delikanlıyı görünce güldü: “Sen kimsin? Ben, senin babanın (Ebû Tâlib’in) eski dostuyum. Senin gibi bir gencin kanını dökmek istemem. Geri dön!”
Hz. Ali (r.a.) gürledi: “Ama ben, Allah (c.c.) adına senin kanını dökmek istiyorum! Ey Amr! Sana üç teklifim var:
• Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in (s.a.v.) O’nun (c.c.) Resûlü olduğuna şehâdet et, Müslüman ol, kurtul.
• Bunu kabul etmezsen, ordunu al ve Mekke’ye geri dön.
• Bunu da kabul etmezsen, atından in ve benimle dövüş!”
Amr, öfkeyle kahkaha attı: “Bu ne cüret! Bütün Araplar beni bilir. Üçüncüsünü kabul ediyorum!”
Atından indi, atının bacaklarını kesti (geri dönmeyeceğine yemin etti) ve Hz. Ali’nin (r.a.) üzerine saldırdı.
Müthiş bir kılıç dövüşü başladı. Meydan toz duman içinde kalmıştı.
Bir ara Amr, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanını parçaladı, O’nu (Hz. Ali’yi r.a.) başından hafifçe yaraladı. Ancak Hz. Ali (r.a.), o meşhur Zülfikâr kılıcıyla öyle bir hamle yaptı ki, o “Bin (1000) Askere Bedel” denilen Amr bin Abd-i Vüdd’ün zırhını ve bedenini parçalayarak O’nu (Amr’ı) yere serdi.
Toz duman dağıldığında, Müslüman saflarından tek bir nida yükseldi:
“Allahu Ekber!”
Hendek’i geçmeyi başaran o kibir âbidesi, İslâm’ın Haydar’ı (Aslanı) tarafından öldürülmüştü. Bu hadise, Hendek’in dışındaki 10.000 kişilik ordunun maneviyatını (moralini) yerle bir etti. Bir daha hiçbiri, Hendek’i geçmeye cüret edemedi.

2. En Büyük İhânet: Benî Kurayza’nın Ahdi Bozması

Kuşatma uzuyordu. Ahzâb Ordusu, Hendek’i geçemiyordu. Ebû Süfyan ve Kureyş çaresizdi.
İşte o anda, İslâm düşmanlığının mimarı, Hayber’deki Benî Nadîr Yahudilerinin reisi Huyey bin Ahtab (ki Uhud’da Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek dişinin kırılmasına sebep olan Utbe’nin kayınpederiydi), son ve en şeytanî planını devreye soktu.
Planı şuydu: Medine’nin içinde hâlâ bir Yahudi kabilesi vardı: Benî Kurayza (Kurayzaoğulları).
Benî Kurayza, Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) imza atmıştı. Onların kaleleri, Müslümanların kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin sığındığı Medine’nin güney cephesindeydi. Müslümanlar, Hendek’te (Kuzey’de) savaşırken, ailelerini Benî Kurayza’ya “emanet” etmiş, “müttefik” (anlaşmalı) oldukları için onlara güvenmişlerdi.
Huyey bin Ahtab, gecenin karanlığında gizlice Benî Kurayza Kalesi’ne gitti ve reisleri Ka’b bin Esed’in kapısını çaldı.
Ka’b, önce kapıyı açmadı: “Git buradan, Huyey! Sen (Huyey) uğursuz bir adamsın! Bizim Muhammed (s.a.v.) ile ahdimiz (anlaşmamız) var. Biz O’ndan (s.a.v.) sadakatten ve iyilikten başka bir şey görmedik. Senin (Huyey’in) yüzünden ahdimizi (anlaşmamızı) bozamayız!”
Huyey, saatlerce dil döktü, yalvardı, tehdit etti ve sonunda o zehirli vaadi yaptı:
“Ey Ka’b! Aklını başına al! Ben sana ne getirdim, biliyor musun? Ben sana Kureyş’in tamamını, Ebû Süfyan’ı, Gatafân’ın tamamını; Arap’ın denizler gibi ordusunu getirdim! 10.000 kişi! Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm) kurtuluşu yok! Bu, son şansın! Gel, sen de bize katıl. Muhammed’in (s.a.v.) işini içeriden bitirelim!”
Ka’b bin Esed, bu güce ve vaade aldandı. Kalesinin kapısını Huyey’e açtı. Ve Benî Kurayza kabilesi, o gece, Medine’nin en kritik anında, Resûlullah (s.a.v.) ile yaptıkları Medine Vesikası’nı (Anayasa’yı) yırttılar (bozdular). Ahzâb Ordusu’na katıldıklarını ilan ettiler.

3. İki Ateş Arasında Kalan Müslümanlar

Bu “ihânet” haberi, Hendek’te nöbet tutan Müslümanların üzerine bir yıldırım gibi düştü.
Durum, artık bir “felaket” idi.
Müslümanlar, şimdi iki ateş arasındaydılar:
• Önlerinde (Kuzey’de): Hendek’in ardında 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu (Kureyş ve Gatafân).
• Arkalarında (Güney’de): Kendi kadınlarının, çocuklarının ve ailelerinin bulunduğu sığınakların hemen yanındaki kalelerde, silahlanmış, ihânet etmiş ve saldırı anını bekleyen Benî Kurayza Yahudileri.
Kur’ân-ı Kerîm, o anın dehşetini ve Müslümanların yaşadığı o sarsıntıyı şöyle tasvir eder:
“Hani onlar (düşman orduları) size hem üst tarafınızdan (Hendek’ten) hem alt tarafınızdan (Benî Kurayza’dan) gelmişlerdi. Hani gözler kaymış, yürekler ağızlara gelmişti ve siz Allah (c.c.) hakkında türlü türlü zanlara kapılıyordunuz. İşte orada mü’minler (zorlu bir imtihanla) sınanmış ve çok şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardı.” (Ahzâb, 33/10-11 )
Münafıklar, bu haberi duyunca derhal fitneye başladılar: “Gördünüz mü? Muhammed (s.a.v.) bize Kisrâ’nın (İran’ın) ve Kayser’in (Bizans’ın) saraylarını vaat ediyordu; bugün ise biz, korkudan tuvalete (helâya) bile gidemiyoruz! Evlerimiz savunmasız! Kaçalım!” diyerek Hendek’ten kaçmaya başladılar.
Mü’minler ise, o sarsıntıya rağmen sabrettiler. Efendimiz (s.a.v.), derhal ailelerin bulunduğu güney cephesini korumak için Zeyd bin Hârise (r.a.) ve Seleme bin Eşlem (r.a.) komutasında 500 kişilik bir birliği Hendek’ten çekip oraya göndermek zorunda kaldı. Hendek’teki savunma gücü 2.500’e düşmüştü.

4. İlâhî Yardım (1): Nifak (Ayrılık) Tohumları (Nuaym bin Mes’ud r.a.)

Bütün kapılar kapanmış, insanî (beşerî) tedbirler tükenmişti.
İşte tam o anda, gecenin karanlığında, Hendek’i gizlice geçen bir adam, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna geldi. Bu adam, Gatafân kabilesinin reislerinden Nuaym bin Mes’ud (radıyallâhu anh) idi.
Ve o müjdeyi fısıldadı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben, gizlice Müslüman oldum! Kavmim (Gatafân) ve müttefikler (Kureyş ve Yahudiler) benim Müslüman olduğumu bilmiyorlar. Emret, Senin (s.a.v.) için ne yapabilirim?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek yüzü aydınlandı. Bu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği bir yardımdı. O’na (Nuaym’a r.a.), İslâm harp (savaş) stratejisinin en mühim kaidelerinden birini söyledi:
“Yâ Nuaym! Sen (Nuaym) bizim içimizde sadece bir kişisin. Git, (düşman) saflarına dön. Gücün yettiğince onların arasını aç (Onları birbirine düşür). Zira ‘Harp (Savaş), hiledir (taktiktir)’.”
Nuaym (r.a.), o Cihan Şümul planı aldı ve derhal harekete geçti:
• Önce Benî Kurayza’ya (Yahudilere) Gitti: (Onlar Nuaym’a r.a. güveniyorlardı.) Dedi ki: “Ey Kurayza! Kureyş ve Gatafân size benzemez. Onlar buraya savaşa geldi. Eğer zafer kazanamazlarsa, ganimet bulamazlarsa, çekip vatanlarına (Mekke ve Necid’e) dönerler. Ama siz, Muhammed (s.a.v.) ile burada, Medine’de baş başa kalırsınız. Muhammed (s.a.v.) de bu ihânetinizden dolayı sizden korkunç bir intikam alır. Aklınızı başınıza alın! Kureyş’ten ve Gatafân’dan ‘Rehineler’ (reislerinin çocuklarını) almadıkça, onlarla birlikte savaşa girmeyin. Rehineler elinizde olursa, sizi bırakıp kaçamazlar.”
Benî Kurayza, “Vallahi, bu çok akıllıca bir fikir!” dedi.
• Sonra Kureyş’e (Ebû Süfyan’a) Gitti: Dedi ki: “Ey Kureyş! Benî Kurayza Yahudileri, Muhammed (s.a.v.) ile yaptıkları ihânetten pişman oldular. Muhammed’e (s.a.v.) gizlice haber gönderdiler: ‘Eğer bizi affedersen, sana Kureyş ve Gatafân reislerinden bazılarını yakalayıp rehin olarak teslim edelim, sen de (s.a.v.) onları öldür.’ Şimdi sizden ‘rehineler’ isteyecekler. Sakın ha! Onlara tek bir adam bile vermeyin! Onlar size ihânet edecekler!”
Ebû Süfyan, “Bu Farslı (Selmân r.a.) bize Hendek’le, bu Yahudiler de ihânetle mi gelecek!” diyerek Nuaym’a (r.a.) inandı.
• Son Olarak Gatafân’a Gitti: (Kendi kabilesi) Onlara da Kureyş’e söylediğinin aynısını söyledi.
Nuaym’ın (r.a.) ektiği “Nifak (Ayrılık)” tohumları, ertesi gün meyvesini verdi.
Ebû Süfyan, (plan gereği) Benî Kurayza’ya “Yarın sabah topyekûn saldırıya geçiyoruz, siz de güneyden saldırın!” diye haber gönderdi.
Benî Kurayza, (Nuaym’a r.a. inandıkları için) şu cevabı verdi: “Siz bize reislerinizden ‘rehineler’ vermedikçe, biz yarın savaşmayız!”
Bu cevabı alan Ebû Süfyan ve Gatafân, gürledi: “Nuaym (r.a.) doğru söylemiş! Yahudiler bize ihânet ettiler! Bizi Muhammed’e (s.a.v.) satacaklar!”
Böylece, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun o sarsılmaz ittifakı, tek bir adamın (Nuaym bin Mes’ud’un r.a.) zekâsı ve Resûlullah’ın (s.a.v.) stratejisiyle, tek bir kılıç çekilmeden, içeriden çökmüş oldu.

5. İlâhî Yardım (2): Semâvî Ordu (Rüzgâr ve Melekler)

İttifak çökmüş, kuşatma uzamış, Ahzâb Ordusu’nun yiyeceği ve hayvanlarının yemi tükenmişti. Tam o esnada, o dondurucu soğuk kış gecelerinden birinde, Allah’ın (c.c.) “Semâvî Orduları” (İlâhî Yardımı) devreye girdi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o gece secdede Rabbine (c.c.) yalvarıyordu: “Ey Kitab’ı (Kur’ân’ı) indiren, hesabı pek çabuk gören Allah’ım! Bu Ahzâb’ı (Hizipleri/Grupları) hezimete uğrat! Allah’ım! Onları sars!”
Ve Allah (c.c.), o duaya icabet etti.
O gece, Şark (Doğu) tarafından, daha önce benzeri görülmemiş, dondurucu, uğultulu ve şiddetli bir “Kasırga” (Fırtına) koptu.
Bu, sıradan bir rüzgâr değildi. Bu, Kur’ân’ın deyimiyle “Görmediğiniz Ordular” (Melekler a.s.) tarafından desteklenen ilâhî bir kasırgaydı (Ahzâb, 33/9).
• Rüzgâr, 10.000 kişilik Ahzâb Ordusu’nun bütün çadırlarını yerlerinden söktü, havada uçurdu.
• Yaktıkları ateşleri söndürdü.
• İçinde yemek pişirdikleri kazanları ve tencereleri devirdi.
• Atları ve develeri birbirine kattı.
• Askerlerin gözüne kum ve çakıl doldurdu.
(Efendimiz (s.a.v.), o gece Huzeyfetü’l-Yemân’ı (r.a.) casus olarak göndermiş, O (r.a.) da Ebû Süfyan’ın o panik içindeki “Vallahi burası durulacak yer değil! Çadırlar uçtu, ateşler söndü! Herkes devesine binsin, Mekke’ye dönüyoruz!” feryadını bizzat işitmişti.)
Sabah olduğunda, Medine’nin ufkunda, Hendek’in karşısında, ne 10.000 kişilik o devasa ordudan, ne çadırlardan, ne de ateşlerden geriye hiçbir şey kalmamıştı.
Allah Teâlâ (c.c.), mü’minleri, açlıkla, soğukla ve ihânetle imtihan etmiş; sonunda onları, görünmez ordularıyla (Rüzgâr ve Melekler a.s.) kurtarmış ve İslâm’ı mutlak bir zafere ulaştırmıştı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sabah Hendek’ten dönerken, o mübarek müjdeyi verdi:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Hendek (Ahzâb) Savaşı, Kureyş’in ve müttefiklerinin Medine’ye saldırma cesaretini gösterdiği “SON” harp (savaş) olmuştu. Savunma dönemi bitmiş, “Feth” dönemi başlamıştı.
Hendek’te (Ahzâb) kazanılan o ilâhî zafer, Medine’nin ufkunu düşmandan temizlemişti. 10.000 kişilik muazzam “Ahzâb” (Hizipler/Gruplar) ordusu, Allah’ın (c.c.) gönderdiği o dondurucu kasırga (fırtına) ve melek (a.s.) ordularının yardımıyla, bir gecede darmadağın olmuş ve arkalarına bakmadan kaçmışlardı.
Müslümanlar, 20 küsur gündür süren o açlık, soğuk ve dehşet dolu kuşatmadan, Allah’ın (c.c.) lütfuyla, tek bir kılıç darbesi almadan (Hendek’i geçen Amr bin Abd-i Vüdd’ün öldürülmesi hariç) kurtulmuşlardı. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah olduğunda, o boşalan düşman karargâhına bakmış ve o Cihan Şümul müjdesini vermişti:
“Artık bundan sonra, onlar (Kureyş) bize saldırmayacak. Biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!”
Savunma dönemi bitmiş, Fetih dönemi başlamıştı.
Ancak, Hendek’ten zaferle dönülmüş olsa da, Medine’nin içindeki en büyük yara hâlâ kanıyordu. Müslümanların can düşmanlarıyla, 10.000 kişilik orduyla işbirliği yapan; Müslümanların kadınlarının ve çocuklarının sığındığı güney cephesine saldırmayı planlayan ve Medine Vesikası’na (Anayasa’ya) ihânet eden son Yahudi kabilesi Benî Kurayza, hâlâ kalelerinde ve silahlıydı.

********

BÖLÜM 24: İHÂNETİN TASFİYESİ: BENÎ KURAYZA’NIN HÜKMÜ
(Medenî Dönem – XII)

1. İlâhî Emir: “Zırhları Çıkarmayın!”

Hendek zaferinin kazanıldığı gün (Hicret 5, Zilkade ayı), Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Ashâb (r.anhüm), o uzun nöbetin yorgunluğuyla Medine’ye döndüler. Efendimiz (s.a.v.), hanesine (Hz. Ümmü Seleme’nin r.anha evine) geldi, zırhını ve silahlarını çıkardı, omuzlarındaki Hendek tozunu silkelemek için yıkanmaya (gusletmeye) hazırlanıyordu.
Tam o esnada, Vahiy Meleği Hz. Cebrail (aleyhisselâm), başında miğferi, üzerinde zırhı, toza toprağa bulanmış bir Savaşçı suretinde, atının üzerinde dörtnala geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Siz zırhınızı çıkardınız mı? Vallahi, biz Melekler (a.s.) zırhlarımızı henüz çıkarmadık!”
Efendimiz (s.a.v.) “Nereye, yâ Cebrail?” diye sordu.
Cebrail (a.s.), Medine’nin güneyindeki kaleleri işaret etti:
“Allah Teâlâ (c.c.), Sana (s.a.v.) Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor! Ben de şimdi, kalplerini sarsmak (korku salmak) için onların üzerine gidiyorum!”
Emir, ilâhî ve katiydi (kesindi). İhânetin hesabı, derhal sorulacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o yorgun Ashâbına (r.anhüm), zırhlarını çıkarmadan derhal şu Cihan Şümul (Evrensel) emri verdi:
“Her kim (Allah’a c.c. ve Resûlü’ne s.a.v.) itaat ediyorsa, İkindi Namazını (Salâtü’l-Asr) Benî Kurayza yurdundan başka bir yerde kılmasın!”

2. Ashâbın (r.anhüm) İtaati ve İctihadı

Bu emir, “derhal ve süratle” hareket edilmesi gerektiğinin bir parolasıydı.
3.000 kişilik İslâm Ordusu, Hendek yorgunluğunu unutup, “İtaat ettik!” diyerek derhal silahlandı. Medine’de sancağı Hz. Ali’ye (r.a.) verdiler ve Benî Kurayza kalelerine doğru dörtnala yola çıktılar.
Yolda İkindi namazı vakti girdi. Ashâb (r.anhüm) arasında bir “ictihad” (hukukî yorum) farkı oluştu:
• Bir grup Sahabî (r.anhüm): “Resûlullah’ın (s.a.v.) maksadı bize ‘acele etmemizi’ emretmekti, ‘namazı terk etmemizi’ değil” diyerek, yolda durup namazlarını kıldılar.
• Diğer grup Sahabî (r.anhüm): “Hayır! Emir katidir (kesindir). ‘Benî Kurayza yurdunda kılıncaya kadar kılmayın!’ dedi. Biz, o yurda vardıktan sonra (vakit geçmiş olsa bile) kılarız” diyerek yollarına devam ettiler.
Durum daha sonra Efendimiz’e (s.a.v.) arz edildiğinde, her iki grubun da “niyeti” Resûlullah’a (s.a.v.) itaat olduğu için, O (s.a.v.) her iki ictihadı da tebessümle karşıladı ve hiçbir grubu kınamadı.

3. Kuşatma ve Teslimiyet

İslâm Ordusu, Benî Kurayza’nın o müstahkem kalelerini kuşattı.
Benî Kurayza, Müslümanları görünce dehşete kapıldı. Ahzâb Ordusu’nun kaçıp gittiğini anlamışlardı. İhânetleriyle baş başa kalmışlardı.
Kalelerinin damlarına çıktılar ve Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) hakaretler ve küfürler yağdırmaya başladılar.
Kuşatma, tam 25 (Yirmi beş) gün sürdü.
Münafıkların başı Abdullah bin Übeyy’in veya Gatafân’ın onlara yardım etme ihtimali yoktu. Hendek’te onlara ihâneti telkin eden Huyey bin Ahtab da (Benî Nadîr reisi) verdiği sözü tutmuş, onlarla birlikte kalenin içinde mahsur kalmıştı.
Yiyecekleri tükendi, maneviyatları (moralleri) çöktü. Müslümanların kararlılığını gördüler. Sonunda, Benî Nadîr veya Benî Kaynukâ gibi “sürgün” edilme ümidiyle, teslim olmaya karar verdiler.
Ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), onların teslim şartını kabul etmedi. Onların ihaneti, diğer iki kabilenin ihanetinden çok daha büyüktü; bu, harp (savaş) esnasında bütün Medine’nin, bütün kadın ve çocukların canına kastetmek demekti. Bu, “Vatana İhânet”in en ağır şekliydi.
Efendimiz (s.a.v.), onların “Kayıtsız Şartsız Teslim” olmalarını ve kendisi (s.a.v.) haklarında ne hüküm verirse ona razı olmalarını şart koştu.
Benî Kurayza, çaresizce bu şartı kabul etti.

4. Hakem Talebi: Sa’d bin Muâz (r.a.)

Benî Kurayza teslim olduğunda, Medine’deki eski müttefikleri olan Evs kabilesi (Ensâr’dan) harekete geçti. (Benî Kaynukâ, Hazrec’in müttefikiydi; Benî Kurayza ise Evs’in müttefikiydi.)
Evs kabilesinden bazıları, Resûlullah’a (s.a.v.) geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Kaynukâ’yı, müttefikleri olan Hazrec’in hatırına (ve Abdullah bin Übeyy’in ısrarına) bağışlayıp sürgün etmiştiniz. Bunlar (Kurayza) da bizim müttefikimizdir. Ne olur, onlara merhamet edin!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Evs kabilesinin bu ricası üzerine, onlara Cihan Şümul bir adalet dersi verecek şu teklifi yaptı:
“Ey Evs cemaati! Sizin müttefikleriniz (Kurayza) hakkında, sizden birinin, sizin reisinizin vereceği ‘Hakem’liğe razı olur musunuz?”
Evs kabilesi ve Benî Kurayza, bu teklifi sevinçle kabul ettiler. Zira akıllarında, kendilerini kurtaracak tek bir isim vardı: Evs kabilesinin Reisi Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh).
Sa’d bin Muâz (r.a.), onların Câhiliye’den kalma en büyük dostu ve koruyucusuydu. “Sa’d (r.a.) bizi mutlaka kurtarır” diye düşündüler.
Ancak unuttukları bir şey vardı: Sa’d bin Muâz (r.a.), aynı zamanda İslâm’ın en büyük kahramanlarından biriydi. Ve Sa’d (r.a.), Hendek siperinde savaşırken, Benî Kurayza’nın ihânet haberini duyduğu anda, koluna isabet eden bir okla (koldaki ana atardamarı ‘Ekhal’ damarı parçalanmıştı) ağır yaralanmıştı.
Sa’d (r.a.), o anda Mescid-i Nebevî’de, kendisi için kurulan bir hasta çadırında, kan kaybından ölmek üzere yatıyordu.
Ve O (r.a.), yaralandığı gün şu duayı etmişti: “Allah’ım! Eğer Kureyş ile aramızda bir harp (savaş) daha olacaksa, beni yaşat. Ama eğer bu (Hendek) son ise, bana şehâdeti nasip et. Ancak, şu ihânet eden Benî Kurayza hakkında benim gözümü aydınlatacak (adaletin sağlandığını gösterecek) bir hüküm görmeden benim canımı alma!”

5. Sa’d’ın (r.a.) Hükmü: “Allah’ın (c.c.) Hükmü”

Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle, ağır yaralı olan Sa’d bin Muâz (r.a.), Mescid’den alındı ve bir merkebe bindirilerek Benî Kurayza yurduna, o büyük “Mahkeme” yerine getirildi.
Yolda, kendi kabilesi olan Evs’in adamları, O’nun (r.a.) merkebinin etrafını sardılar ve yalvarmaya başladılar: “Ey Sa’d! Müttefiklerine merhamet et! Onları koru! Resûlullah (s.a.v.) seni hakem yaptı ki, sen onları kurtarasın!”
Sa’d (r.a.), o solgun ve yaralı yüzüyle, bu ısrarlara hiç cevap vermedi.
Israrlar dayanılmaz bir noktaya gelince, durdu ve o Cihan Şümul sözünü söyledi:
“Artık Sa’d için, Allah (c.c.) yolunda, hiçbir kınayıcının kınamasının (hiçbir hatırın, hiçbir dostluğun) tesir etmeyeceği an gelmiştir!”
Evs kabilesi, bu sözü duyunca, hükmün “adalet” olacağını, “hatır” olmayacağını anladı ve sustu.
Sa’d (r.a.) mahkeme yerine geldi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm), “Reisiniz (Seyyidiniz) için ayağa kalkın!” buyurdu.
Sa’d’a (r.a.) döndü: “Ey Sa’d! Bu insanlar (Benî Kurayza), senin vereceğin hükme kayıtsız şartsız teslim oldular.”
Sa’d (r.a.), önce Benî Kurayza’ya ve kendi kabilesi Evs’e döndü: “Ben her ne hüküm verirsem, Allah (c.c.) adına yemin eder misiniz ki, bu hükmü kabul edeceksiniz?”
Hepsi bir ağızdan “Evet! Yemin ederiz!” dediler.
Sonra Sa’d (r.a.), o mübarek yüzünü, hürmetinden dolayı doğrudan bakamadığı Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) bulunduğu tarafa çevirdi ve sordu:
“Ve burada bulunan Zât (Efendimiz’i s.a.v. kastederek) da bu hükme razı mıdır?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), “Evet, yâ Sa’d” buyurdu.
Bütün taraflardan yemini alan Sa’d bin Muâz (radıyallâhu anh), o tarihî ve âdil hükmünü açıkladı:
“Öyleyse, ben onlar (Benî Kurayza) hakkında hükmümü veriyorum:

1. Savaşabilecek yaştaki bütün erkeklerinin (muhariplerin) öldürülmesine,
2. Kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına,
3. Mallarının, mülklerinin ve arazilerinin Müslümanlar arasında taksim (pay) edilmesine…
Hükmettim!”
Bu, “Vatana İhânet”in en ağır cezasıydı.
Bu hükmü duyan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), derhal ayağa kalktı ve o sarsılmaz adaleti tasdik etti:
“Vallahi, yâ Sa’d! Sen (Sa’d), onlar hakkında, yedi kat semânın üzerinden Allah’ın (c.c.) verdiği hükmün aynısıyla hükmettin!”
Bu hüküm, aynı zamanda, Benî Kurayza’nın kendi Kitapları olan Tevrat’ın (Tesniye, 20. Bâb) kuşatılan bir şehre isyanı halinde verdiği cezanın da aynısıydı. Hüküm derhal infaz edildi.
Medine’ye, Müslümanların ailelerine ve Resûlullah’a (s.a.v.) ihânet eden, Hendek’teki o korkunç kuşatmanın en büyük sorumlularından olan Benî Kurayza ve onlara fitneyi getiren Huyey bin Ahtab, bu dünyadaki cezalarını buldular.
Medine şehri, o gün, içerideki son “İhânet Odağı”ndan da tamamen temizlenmiş oldu.
Hükmünü veren ve duası kabul olan Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) ise, o anda kolundaki yarası tekrar açıldı ve kanı fışkırdı. Birkaç gün sonra Mescid’deki çadırında ruhunu teslim ederek “Şehîd” oldu.
Cenazesi taşınırken, münafıklar “Ne kadar da hafif” dediler. Efendimiz (s.a.v.) ise şöyle buyurdu: “Siz hafif zannedersiniz! Vallahi, Sa’d’ın (r.a.) cenazesini (teberrüken/şereflenmek için) Melekler (a.s.) taşıyordu!”
Ve O’nun (r.a.) vefatıyla ilgili şu müjdeyi verdi:
“Rahmân’ın (Allah’ın c.c.) Arş’ı, Sa’d bin Muâz’ın (r.a.) vefatıyla (O’nun r.a. ruhunun gelişine sevinerek) titremiştir!”
Hendek (Ahzâb) Gazvesi’nde kazanılan o muazzam ilâhî zafer ve ardından Medine’nin içindeki en büyük ihânet odağı olan Benî Kurayza’nın tasfiyesi, Arabistan yarımadasındaki bütün siyasî ve askerî dengeleri altüst etmişti.
Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) “Artık onlar bize saldırmayacak, biz onlara (Mekke’ye) gideceğiz!” müjdesi, yeni bir devrin başladığını ilan ediyordu. Artık inisiyatif (üstünlük) tamamen Medine Devleti’ne geçmişti.
Bu askerî ve siyasî gücün zirvesindeyken, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hicret’in 6. Yılında (Zilkade ayı), bütün dünyayı hayrete düşürecek, kılıca değil akla ve imana dayalı Cihan Şümul bir hamle yapmaya karar verdi.

BÖLÜM 25: BARIŞ YOLCULUĞU VE “RIDVÂN BİATI”
(Medenî Dönem – XIII: Hudeybiye Seferi)

1. Mekke’ye Hasret ve Rüyâ-yı Sâdıka

Muhâcirlerin (Mekke’den göç edenlerin) yüreğinde altı yıldır dinmeyen bir hasret vardı: Doğdukları şehir Mekke, büyüdükleri Kâbe-i Muazzama… Altı yıldır ne Kâbe’yi tavaf edebilmişler ne de yurtlarını görebilmişlerdi.
Hicretin 6. Yılında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sâdık (doğru) bir rüyâ gördü. Rüyâsında, Ashâbıyla (r.anhüm) birlikte emniyet içinde Mescid-i Harâm’a girdiklerini, bazılarının saçlarını tıraş ederek, bazılarının kısaltarak “Umre” ibadetini yerine getirdiklerini müşahede etti.
Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) rüyâsı, Vahyin bir parçasıdır (Vahy-i Zımnî).
Bu rüyâ üzerine Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) müjdeyi verdi: “Kâbe’ye, Umre yapmaya gidiyoruz!”
Bu bir “harp (savaş) ilanı” değil, bir “barış yolculuğu” ve “ibadet” çağrısıydı. Bu çağrıya, Muhâcir ve Ensâr’dan yaklaşık 1.400 – 1.500 Sahabî (radıyallâhu anhüm) icabet etti.
Hazırlıklar, niyetin harp (savaş) olmadığını gösterecek şekilde yapıldı:
• Herkes, Hac ibadeti için giyilen o dikişsiz, beyaz elbiselere, yani **”İhram”**lara büründü.
• Yanlarına, yolcu kılıçları (sadece kınına sokulmuş meşru müdafaa silahları) dışında hiçbir harp (savaş) silahı (mızrak, zırh, miğfer) almadılar.
• Kâbe’de kurban etmek üzere yanlarına 70 (Yetmiş) kurbanlık deve aldılar ve bu develeri (haram aylarda olduklarını ve niyetlerinin ibadet olduğunu göstermek için) gerdanlıklarla işaretlediler.
İslâm Ordusu, tepeden tırnağa “barış” ve “ibadet” niyetiyle, o meşhur telbiyeyi (Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk…) getirerek, Mekke’ye doğru yola çıktı.

2. Kureyş’in Paniği ve Hâlid bin Velîd’in Engellemesi

Efendimiz’in (s.a.v.) 1.500 kişilik bu ordusuyla Mekke’ye yaklaştığı haberi, Kureyş’e ulaştığında, Mekke’de büyük bir panik ve öfke yaşandı.
Ebû Süfyan ve Kureyş reisleri, bunu bir “baskın” veya “onur meselesi” olarak algıladılar. Dediler ki: “Muhammed (s.a.v.) ve Ashâbı (r.anhüm), Bedir’de, Uhud’da ve Hendek’te bize yaptıklarından sonra, şimdi zorla, kılıçla mı Kâbe’mize girecekler? Vallahi, sağ olduğumuz müddetçe O’nu (s.a.v.) Mekke’ye sokmayacağız!”
Kureyş, derhal harp (savaş) kararı aldı. Arapların en dâhi süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd komutasında 200 (İki yüz) atlı süvari birliğini hazırladılar. Hâlid’in görevi, Müslümanların Mekke’ye geliş yolunu (Gamîm mevkiinde) kesmek ve onları gerekirse kılıçla geri püskürtmekti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kureyş’in bu harp (savaş) hazırlığı haberini aldı. O (s.a.v.), harp (savaş) için gelmemişti. Haram aylarda (Zilkade) ve ihramlıyken kan dökmek istemiyordu.
Hâlid bin Velîd’in ordusuyla çatışmamak için, o eşsiz stratejisiyle, normal Mekke yolunu terk etti. Kimsenin bilmediği, son derece sarp, kayalık ve zorlu bir dağ yoluna (“Seniyyetü’l-Murâr”) saptı.
O zorlu yoldan ilerleyerek, Hâlid’in ordusunun arkasından dolaştı ve Mekke’nin hemen girişindeki “Hudeybiye” denilen mevkie (bugünkü Şümeyşî) ulaştı.
Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek devesi Kasvâ, Hudeybiye’deki (suyu çekilmiş olan) kuyunun başında aniden çöktü. Sahâbe (r.anhüm) “Kalkmıyor!” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) “O’na (Kasvâ’ya) bu âdet verilmemiştir. Ancak O’nu (Kasvâ’yı), (Ebrehe’nin) filini (Mekke’ye girmekten) meneden (Allah c.c.) menetmiştir” buyurdu. Ve karargâhın buraya kurulmasını emretti. (O (s.a.v.) mübarek elini kuyuya sokunca, o kurak kuyudan su fışkırmış ve 1.500 kişi o sudan istifade etmişti.)
Hâlid bin Velîd, Müslümanların ihramlı ve silahsız halde o sarp yoldan geçerek Hudeybiye’ye ulaştıklarını görünce, hem hayrete hem de dehşete kapıldı. “Bunların niyeti harp (savaş) değil, ancak önlerinde durulmaz bir güç var” diyerek durumu rapor etmek için hızla Mekke’ye döndü.

3. Elçiler ve Müzakereler

Hudeybiye’de konaklayan Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e niyetlerinin harp (savaş) olmadığını anlatmak için elçiler göndermeye başladı.
Kureyş de kendi elçilerini gönderdi:
Önce Budeyl bin Verkâ geldi, durumu gördü, döndü.
Sonra Urve bin Mes’ud es-Sekafî (Tâif’in reisi) geldi. Urve, kibirli bir adamdı. Resûlullah (s.a.v.) ile konuşurken, Câhiliye âdetince Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek sakalına dokunmaya yeltendi. Efendimiz’in (s.a.v.) yanında kılıcıyla nöbet tutan Muğîre bin Şu’be (r.a.) (Urve’nin öz yeğeniydi), kılıcının kabzasıyla Urve’nin eline sertçe vurdu: “Elini Resûlullah’tan (s.a.v.) çek! Yoksa o el sana geri dönmez!”
Urve, bu konuşma sırasında, Ashâbın (r.anhüm) Resûlullah’a (s.a.v.) olan bağlılığını hayretle izledi:
• Resûlullah (s.a.v.) konuştuğunda, herkes nefesini tutuyordu.
• Resûlullah (s.a.v.) abdest aldığında, O’nun (s.a.v.) abdest suyundan tek bir damlayı yere düşürmemek için kapışıyorlar, o mübarek suyu yüzlerine gözlerine sürüyorlardı (Teberrük).
• O’nun (s.a.v.) mübarek ağzından bir tükürük çıksa, onu kapıp bereket sayıyorlardı.
• O’nun (s.a.v.) huzurunda gözlerinin içine dahi bakamıyorlardı.
Urve, Kureyş’e döndüğünde o meşhur raporunu verdi:
“Ey Kureyş! Vallahi ben, nice Kralların huzuruna çıktım. Bizans Kayser’inin (İmparatorunun), Fars Kisrâ’sının, Habeş Necâşî’sinin saraylarını gördüm. Ama vallahi, yeryüzünde, Muhammed’in (s.a.v.) Ashâbının (r.anhüm) Muhammed’e (s.a.v.) bağlı olduğu (O’nu s.a.v. tâzim ettiği/yücelttiği) kadar, hiçbir kralın adamlarının krallarına bağlı olduğunu görmedim! Bu adamlar, O’nun (s.a.v.) abdest suyunu yere düşürmüyorlar! Aklınızı başınıza alın, bu adamlarla baş edemezsiniz!”

4. “Osman (r.a.) Öldürüldü!” Şâyiası (Asılsız Haberi)

Müzakereler tıkanmıştı. Efendimiz (s.a.v.), Kureyş’e son ve en resmî elçi olarak, Mekke’de güçlü bir himayesi olan (Ümeyyeoğullarından), yumuşak huylu ve diplomatik bir lisanı olan Hz. Osman bin Affân’ı (radıyallâhu anh) göndermeye karar verdi.
Hz. Osman (r.a.), Mekke’ye gitti. Ebû Süfyan ve Kureyş reislerine, “Biz harp (savaş) için değil, sadece Umre (Kâbe ziyareti) için geldik” mesajını iletti.
Kureyş, inat etti: “Siz giremezsiniz! Ama sen (r.a.), madem buraya kadar geldin, istersen tek başına Kâbe’yi tavaf et!”
Hz. Osman’ın (r.a.) o mübarek cevabı, sadakatin zirvesiydi:
“Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) tavaf etmedikçe, ben (Osman r.a.) de tek başıma Kâbe’yi tavaf etmem!”
Kureyş, bu cevap üzerine sinirlendi ve Hz. Osman’ı (r.a.) Mekke’de göz hapsine aldı. O’nun (r.a.) Hudeybiye’ye dönmesine izin vermediler.
Mekke’de kalış süresi uzadıkça, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına, o korkunç şâyia (asılsız haber) ulaştı:
“Kureyş, elçimiz Osman’ı (r.a.) öldürdü! Osman (r.a.) şehit edildi!”

5. “Ölüm Yemini”: Bey’atü’r-Rıdvân (Rıdvân Biatı)

Arap geleneğinde, “elçiye zeval olmaz” (elçi öldürülmez) kaidesi vardı. Elçinin öldürülmesi, en büyük “harp (savaş) ilanı” ve en büyük “hakaret” idi.
Hz. Osman’ın (r.a.) şehit edildiği haberi, 1.500 kişilik o ihramlı ve silahsız ordunun üzerine bir bomba gibi düştü. Barış için gelen Müslümanların niyeti, o anda “intikam”a dönüştü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu ihânet karşısında, Ashâbının (r.anhüm) kararlılığını görmek istedi. O (s.a.v.), Hudeybiye’deki bir “Semûre” (Sakız) ağacının altına oturdu. Ve o Cihan Şümul (Evrensel) yemini başlattı:
“Ashâbım (r.anhüm)! Kureyş ahdini (sözünü) bozdu, elçimizi öldürdü! Kureyş ile sonuna kadar savaşmadan, ölsek de kaçmamak üzere (Ölüm Yemini) bana biat (yemin) etmeyecek misiniz?”
Bu çağrıyı duyan 1.500 Sahabî (r.anhüm), o ağacın altında bir sel gibi coştu. Tek tek, Resûlullah’ın (s.a.v.) mübarek elini tuttular ve “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ya Kâbe’ye gireceğiz ya da bu uğurda son damla kanımıza kadar şehit olacağız! Asla kaçmayacağız!” diye “Ölüm Yemini” ettiler. (Sadece münafık olduğu bilinen Ced bin Kays, devesinin arkasına saklanıp biat etmedi.)
Efendimiz (s.a.v.), biat (yemin) tamamlanınca, sağ elini kaldırdı ve “Bu da, Mekke’de elçi olarak görevde olan kardeşim Osman’ın (r.a.) biatıdır” diyerek, sol elinin üzerine koydu ve Hz. Osman (r.a.) adına da biat (yemin) etmiş oldu.
Bu, ihramlı, zırhsız, sadece yolcu kılıçları olan 1.500 kişinin, Mekke’nin tamamına ve Kureyş’in ordusuna karşı yaptığı bir “ölümüne meydan okuma” yeminiydi.
Bu biat (yemin), Arş-ı Âlâ’yı titretti.
Cenâb-ı Hak, o ağacın altında, o zor anda Peygamber’ine (s.a.v.) bağlılık yemini eden o 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) tamamından “razı” olduğunu, Kur’ân-ı Kerîm’de şu ayet-i kerîme ile ilan etti:
“Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur. Kalplerinde olanı (sadakati) bilmiş, onlara bir sekîne (güven duygusu, huzur) indirmiş ve onlara yakın bir fetih (Hayber’in Fethi) ve elde edecekleri birçok ganimetler bahşetmiştir…” (Fetih, 48/18-19)
Allah’ın (c.c.) “Razı Olduğu” bu yemine, tarihte “Bey’atü’r-Rıdvân” (Rıdvân / Razılık Biatı) denildi.
Bu biatın (yeminin) haberi, Mekke’ye ulaştığında Kureyş dehşete kapıldı. 1.500 kişinin, ölümü göze alarak yemin ettiğini duydular. Hz. Osman’ı (r.a.) öldürmenin ne büyük bir felakete yol açacağını anladılar.
Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) masasına oturmak için acil olarak elçileri Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.
O “Rıdvân Ağacı”nın (Şeceretü’r-Rıdvân) altında, 1.500 Sahabî’nin (radıyallâhu anhüm) “Ölüm Yemini” etmesi, Kureyş’in bütün inadını kırmıştı. İhramlı ve silahsız olan bu insanların, elçilerinin (Hz. Osman r.a.) öldürüldüğü zannıyla ölüme biat (yemin) etmeleri, Mekke’ye harp (savaş) istemediklerini ancak harptan (savaştan) da asla kaçmayacaklarını ispat etmişti.
Kureyş, paniğe kapıldı. Derhal Hz. Osman’ı (r.a.) serbest bıraktılar ve barış (sulh) antlaşması yapmak üzere en güvendikleri, en çetin diplomatları olan Süheyl bin Amr’ı Hudeybiye’ye gönderdiler.

BÖLÜM 26: ZÂHİREN ZİLLET, HAKİKATTE “FETH-İ MÜBÎN”
(Medenî Dönem – XIV: Hudeybiye Muahedesi/Antlaşması)

1. Müzakerelerin Zorluğu: Süheyl bin Amr

Süheyl bin Amr, Hudeybiye’ye geldiğinde, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) O’nu (Süheyl’i) görünce Ashâbına (r.anhüm) tebessüm etti ve “İşiniz kolaylaştı (‘Sehl’ oldu)” buyurdu (Süheyl’in ismiyle tevriye yaparak).
Ancak Süheyl, Kureyş’in onurunu kurtarmak ve Müslümanları zâhiren (dışsal olarak) ezmek için çok katı şartlarla gelmişti. Müzakereler çetin geçiyordu. Efendimiz (s.a.v.) barışı (sulhu) tesis etmek için muazzam bir sabır ve hikmet gösteriyordu.
Antlaşma metnini yazmak üzere kâtip olarak Hz. Ali (radıyallâhu anh) çağrıldı.

2. Mü’minlerin İmtihanı: “Resûlullah” (s.a.v.) Sıfatı

Efendimiz (s.a.v.), Hz. Ali’ye (r.a.) “Yaz, yâ Ali!” dedi, ” Bismillâhirrahmânirrahîm ” (Rahmân ve Rahîm olan Allah’ın (c.a.) adıyla).
Süheyl bin Amr, derhal itiraz etti. Küstahça dedi ki:
“Dur! Biz, ‘Rahmân’ nedir bilmeyiz! Bizim âdetimiz üzere, sadece ‘ Bismike Allâhümme ‘ (Allah’ım! Senin isminle) yazarsın.”
Ashâb (r.anhüm) öfkelendi, ancak Resûl-i Ekrem (s.a.v.), barış (sulh) bozulmasın diye, o Cihan Şümul (Evrensel) sabrıyla Hz. Ali’ye (r.a.) döndü: “Peki, yâ Ali. ‘Bismike Allâhümme’ yaz.”
Metin devam etti. Efendimiz (s.a.v.) yazdırdı: “Bu, Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed (sallallâhu aleyhi ve sellem) ile Süheyl bin Amr’ın üzerinde anlaştığı maddelerdir…”
Süheyl, ikinci ve daha büyük itirazını yaptı:
“Dur! Vallahi, eğer biz senin ‘Allah’ın (c.c.) Resûlü’ (s.a.v.) olduğuna inansaydık, seninle harp (savaş) etmez, Kâbe’yi sana (s.a.v.) bırakırdık! ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını sil! Sadece kendi ismini ve babanın ismini, ‘ Muhammed bin Abdullah ‘ (Abdullah oğlu Muhammed) yazarsın!”
Bu, bardağı taşıran son damlaydı. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) öfkesi zirveye çıktı.
Ancak en büyük imtihanı, metni yazan Hz. Ali (r.a.) yaşıyordu. O (r.a.), o mübarek eliyle, “Resûlullah” (s.a.v.) sıfatını silmeyi reddetti: “Vallahi, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ali r.a.) senin (s.a.v.) isminin yanından ‘Resûlullah’ (s.a.v.) sıfatını silemem!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anda Peygamberlik Nübüvvet’ini değil, barışın (sulhun) selametini düşünüyordu. Hz. Ali’ye (r.a.) sordu: “Yâ Ali! O (s.a.v.) kelimenin yerini bana göster.”
Hz. Ali (r.a.), o kelimeyi gösterdi. Efendimiz (s.a.v.), (Ümmî olmasına/okuma-yazma bilmemesine rağmen) o kelimeyi bizzat mübarek eliyle sildi (veya Hz. Ali’ye r.a. sildirtti) ve yerine “Abdullah oğlu Muhammed” yazılmasını emretti.
Ve Süheyl’e döndü: “Siz beni (s.a.v.) yalanlasanız da (inkâr etseniz de), ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.).”

3. Zâhiren Ağır Şartlar ve Ebû Cendel’in (r.a.) Feryadı

İsimlerde anlaşıldıktan sonra, Kureyş’in (Süheyl’in) o ağır şartları masaya geldi:
• Müslümanlar, bu yıl Umre yapmadan, Kâbe’yi görmeden Hudeybiye’den Medine’ye geri dönecekler.
• Gelecek yıl Umre yapabilirler; ancak Mekke’de sadece üç (3) gün kalacaklar ve yanlarında sadece yolcu kılıçları olacak.
• Antlaşma süresi on (10) yıl olacak. Bu 10 yıl boyunca iki taraf birbiriyle savaşmayacak. (Bu, İslâm Devleti’nin Kureyş tarafından “resmen tanınması” demekti.)
• Ve en ağır, en adaletsiz, Müslümanların kanını donduran o son iki madde:
• (Madde A): Medine’den bir kimse (Müslümanlıktan dönerek) Kureyş’e sığınırsa, Kureyş onu Medine’ye geri vermek zorunda olmayacak.
• (Madde B): Mekke’den bir kimse (Müslüman olarak), velisinin izni olmadan Medine’ye, Muhammed’e (s.a.v.) sığınırsa, Müslümanlar o kişiyi Kureyş’e geri iade etmek zorunda olacak.
Bu, zâhiren (dışsal olarak) tam bir zillettı (aşağılanmaydı). Müslümanlar, Mekke’deki o zulümden kaçan bir mü’mini, nasıl olur da tekrar o işkenceye, o müşriklere teslim edebilirlerdi?
Tam bu madde imzalanmak üzereyken, o acı imtihanın zirvesi yaşandı.
Mekke’de işkence altında olan ve babası bizzat Kureyş elçisi Süheyl bin Amr olan Ebû Cendel (radıyallâhu anh), bir yolunu bulmuş, zincirlerini sürükleyerek, kan revan içinde, Hudeybiye’deki İslâm karargâhına kendini atmıştı.
Feryat ediyordu: “Yetişin yâ Resûlallah! (s.a.v.) Yetişin ey Müslümanlar! Beni (Ebû Cendel’i r.a.) bu müşriklerin işkencesinden kurtarın!”
Bu manzarayı gören 1.500 Sahabî’nin (r.anhüm) yüreği parçalandı.
Ancak Kureyş elçisi Süheyl bin Amr (Ebû Cendel’in r.a. babası), oğlunu (r.a.) gördü. Resûlullah’a (s.a.v.) döndü ve antlaşmayı işaret etti:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) İşte bu, seninle aramızdaki antlaşmanın yürürlüğe girdiği ilk maddedir! Bu adamı (oğlunu r.a.) bana geri vereceksin!”
Efendimiz (s.a.v.) rica etti: “Yâ Süheyl! Antlaşma henüz tam imzalanmadı. Ne olur, bu bir kişiyi (Ebû Cendel’i r.a.), benim hatırım için bana bağışla.”
Süheyl, o katı kalbiyle gürledi: “Asla! Eğer O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) geri vermezsen, ben (Süheyl) de bu 10 yıllık barış (sulh) antlaşmasını yırtarım!”
Ebû Cendel (r.a.) feryat ediyordu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Cendel r.a.) size Müslüman olarak sığınmışken, beni (Ebû Cendel’i r.a.) tekrar o müşriklere, o işkenceye mi teslim edeceksiniz?”
Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek gözleri dolmuştu. Ancak O (s.a.v.), bir kişinin feryadına değil, 10 yıllık “Barış (Sulh)”a, o Cihan Şümul (Evrensel) davetin geleceğine bakıyordu. O acı kararı verdi.
Ebû Cendel’e (r.a.) döndü ve o mübarek teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Cendel! Sabret! Mükafatını Allah’tan (c.c.) bekle. Muhakkak ki Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundaki zayıflara (Müslümanlara) bir çıkış kapısı (ferec ve mahrec) yaratacaktır. Biz bu kavimle bir antlaşma yaptık. Onlara Allah (c.c.) adına ahid (söz) verdik. Biz, ahdimizi (sözümüzü) bozamayız (gadr edemeyiz).”
Süheyl bin Amr, oğlu Ebû Cendel’i (r.a.) zincirlerinden tuttu, O’nu (Ebû Cendel’i r.a.) yerlerde sürükleyerek Kureyş karargâhına, o işkenceye geri götürdü.

4. Hz. Ömer’in (r.a.) İtirazı ve Ashâbın (r.anhüm) Hüznü

Bu manzara, Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) için dayanılmaz bir noktaydı. Bilhassa “Fâruk” (Hak ile Bâtıl’ı Ayıran) Hz. Ömer (radıyallâhu anh), imanın verdiği o celâlle (hiddetle) yerinde duramıyordu.
Doğruca Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna gitti. O güne kadar Resûlullah’a (s.a.v.) hiç sormadığı bir tonda, o meşhur sorgulamayı yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) hak Peygamberi değil misin?”
Efendimiz (s.a.v.) sâkince: “Evet, öyleyim” buyurdu.
“Biz hak üzere, onlar (Kureyş) bâtıl (yanlış inanç) üzere değil mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, öyledir” buyurdu.
“Öyleyse, biz neden dinimiz uğrunda bu ‘Zeniyye’yi (Zilleti/Aşağılanmayı) kabul ediyoruz?”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Nübüvvet’in o sarsılmaz vakarıyla cevap verdi:
“Yâ Ömer! (r.a.) Ben (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm (s.a.v.) ve O’na (c.c.) asla âsi olmam! O (c.c.), benim Yardımcımdır. O (c.c.), beni (s.a.v.) zâyi etmeyecektir.”
Hz. Ömer (r.a.) tatmin olmamıştı: “Peki, Sen (s.a.v.) bize rüyânda Kâbe’ye gireceğimizi, tavaf edeceğimizi vaat etmedin mi?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet, vaat ettim. Ama bu yıl gireceğimizi vaat ettim mi?”
Hz. Ömer (r.a.): “Hayır…”
Efendimiz (s.a.v.): “Elbet oraya girecek ve tavaf edeceksin.”
Hz. Ömer (r.a.), hırsını alamamış, aynı sualleri sormak için Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) yanına gitmişti.
Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” makamıyla, Resûlullah’ın (s.a.v.) cevaplarının tıpatıp aynısını Hz. Ömer’e (r.a.) vermiş ve O’nu (Hz. Ömer’i r.a.) şöyle uyarmıştı:
“Ey Ömer! (r.a.) O (Muhammed s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlü’dür (s.a.v.)! O’nun (s.a.v.) emrine (eteğine) yapış! Vallahi, O (s.a.v.) hak üzeredir!”
Antlaşma imzalanmıştı. Zâhiren tam bir yenilgiydi.
Efendimiz (s.a.v.), Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Kalkın! Kurbanlarınızı (70 deveyi) burada, Hudeybiye’de kesin! Saçlarınızı tıraş edin ve ihramdan çıkın!”
Ancak Ashâb (r.anhüm), o hüzün, o şok ve o kırgınlıkla, yerinden kıpırdayamadı. Kimse kalkmıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), emrini üç kez tekrarladı. Kimse itaat etmedi (edemedi).
Hayatı boyunca emri bir kez bile ikiletilmeyen Efendimiz (s.a.v.), bu duruma çok müteessir (üzgün) oldu. Üzgün bir halde çadırına, zevcesi Hz. Ümmü Seleme’nin (radıyallâhu anhâ) yanına girdi.
Hz. Ümmü Seleme (r.anha), o ferâsetli hanımefendi, durumu gördü ve o tarihî tavsiyeyi yaptı:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ashâbın (r.anhüm) helâk olmasını istemiyorsan, dışarı çık. Hiç kimseyle tek bir kelime konuşma. Kendi deveni (kurbanını) kendin kes. Ve berberini çağır, herkesin içinde kendi saçını tıraş et (ihramdan çık).”
Efendimiz (s.a.v.), zevcesinin (r.anha) bu dâhiyane tavsiyesine uydu.
Çadırdan çıktı, hiç konuşmadan kurbanını kesti ve berberini çağırıp tıraş oldu.
O’nun (s.a.v.) ihramdan çıktığını gören Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), “Emri kaçırdık, helâk olacağız!” korkusuyla, o hüzün içinde, hep birlikte ayağa fırladı. Birbirlerinin saçlarını, o keder ve pişmanlıkla, neredeyse birbirlerini yaralayacak bir telaşla tıraş etmeye ve kurbanlarını kesmeye başladılar.

5. İlâhî Müjde: “Biz Sana (s.a.v.) Apaçık Bir Fetih Verdik!”

Ordu, zâhiren (dışsal olarak) yenilmiş, Umre yapamamış, Ebû Cendel’i (r.a.) bırakmış, hüzün ve keder içinde Medine’ye doğru geri dönüyordu. Hz. Ömer’in (r.a.) deyişiyle, “Kalbimizdeki hüzün dağı” ile yürüyorlardı.
Tam bu esnada, Medine yolu üzerinde, Cebrail (aleyhisselâm) nazil oldu.
Ve Cenâb-ı Hak, o hüzünlü Peygamber’ine (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) kederli Ashâbına (r.anhüm), bu “Zillet” gibi görünen antlaşmanın, aslında İslâm tarihinin en büyük “Zaferi” olduğunu müjdeleyen o Cihan Şümul Sûreyi indirdi:
“İnnâ Fetehnâ Leke Fethan Mübînâ!”
“Şüphesiz biz sana (Hudeybiye Antlaşması ile) apaçık bir fetih (zafer) sağlamışızdır. (Ey Muhammed!) (s.a.v.)…
…Allah (c.c.), O (c.c.) hakkında besledikleri kötü zandan dolayı münafık erkeklere ve münafık kadınlara, Allah’a (c.c.) ortak koşan erkeklere ve Allah’a (c.c.) ortak koşan kadınlara azap edecektir…
…Andolsun ki o ağacın altında sana biat ederlerken Allah (c.c.), o mü’minlerden razı olmuştur…” (Fetih, 48/1, 6, 18 )
Ashâb (r.anhüm) hayret etti: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu bir Fetih midir?”
Efendimiz (s.a.v.): “Evet! Vallahi, bu Apaçık bir Fetihtir!” buyurdu.
Bu nasıl bir Fetihti?
• Kureyş, İslâm Devleti’ni 10 yıllık bir antlaşma ile resmen tanımıştı.
• “Harp (Savaş) durmuştu” (Emniyet gelmişti). Artık Müslümanlar, Kureyş’in kılıç tehdidi olmadan, bütün Arap kabilelerine serbestçe gidebilecek, onlarla konuşabilecek, ticaret yapabilecek ve İslâm’ı (Kur’ân’ı) tebliğ edebileceklerdi.
• Zâhiren aleyhte görünen “iade” maddesi, hakikatte lehe (iyiye) dönecekti (Ebû Basîr r.a. hadisesinde görüleceği gibi).
• Hudeybiye’den sonraki 2 yıl içinde Müslüman olanların sayısı, Nübüvvet’in (Peygamberliğin) ilk 19 yılında (Hudeybiye’ye kadar) Müslüman olanların sayısından kat kat fazla olacaktı.
• Ve bu antlaşma, İslâm’ın en büyük düşmanlarından birini, Hayber Yahudilerini, müttefikleri olan Kureyş’ten “izole” etmiş (yalnız bırakmış) ve bir sonraki büyük fethin, **”Hayber’in Fethi”**nin kapısını açmıştı.
Hudeybiye’de imzalanan o zâhiren ağır antlaşma, Ashâbın (r.anhüm) kalbinde bir hüzün bırakmış olsa da, Medine’ye dönüş yolunda nâzil olan “Fetih Suresi”, bunun “Apaçık bir Fetih” (Feth-i Mübîn) olduğunu ilâhî bir mühürle tasdik etmişti.
Artık harp (savaş) durmuş, “Tebliğ” ve “Strateji” dönemi başlamıştı. Ve bu “Feth-i Mübîn”in meyveleri, hiç beklenmedik yerlerden, çok hızlı bir şekilde toplanmaya başlandı.

BÖLÜM 27: FETH-İ MÜBÎN’İN MEYVELERİ: HAYBER’İN FETHİ
(Medenî Dönem – XV)

1. Ahdin (Sözün) Stratejik Zaferi: Ebû Basîr (r.a.) Hadisesi

Hudeybiye Antlaşması’nın en acı veren maddesi, “Mekke’den Müslüman olup Medine’ye sığınanların, Kureyş’e geri iade edilmesi” şartıydı. Bu madde, Ebû Cendel’in (r.a.) feryatlarıyla Müslümanların yüreğini dağlamıştı.
Antlaşmadan hemen sonra, Ebû Cendel’den (r.a.) daha beter bir imtihan yaşandı. Mekke’de ağır işkence gören Müslümanlardan Ebû Basîr Utbe bin Esîd (radıyallâhu anh), bir yolunu bulup Mekke’den kaçtı ve Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) huzuruna sığındı.
Daha nefes alamamıştı ki, arkasından O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) geri götürmek için Kureyş’in gönderdiği iki elçi (bir müşrik ve O’nun (müşriğin) hizmetlisi) Medine’ye geldi.
Antlaşmayı gösterdiler: “Ey Muhammed! (s.a.v.) Ahid (Söz) ortadadır. Adamımızı (Ebû Basîr’i r.a.) bize geri ver!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâsıyla, “Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız (gadr edemeyiz)” buyurdu.
Ebû Basîr (r.a.), Ebû Cendel’den (r.a.) daha hiddetliydi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Ebû Basîr r.a.) Müslüman olarak geldim! Beni (Ebû Basîr’i r.a.) tekrar o dinimden döndürmek isteyen müşriklere mi teslim edeceksiniz?”
Efendimiz (s.a.v.), O’na (Ebû Basîr’e r.a.) da aynı teselliyi verdi:
“Yâ Ebâ Basîr! Sabret! Allah Teâlâ (c.c.), sana ve senin durumundakilere (Ebû Cendel r.a.) muhakkak bir çıkış yolu (ferec) yaratacaktır. Biz ahdimizi (sözümüzü) bozmayız.”
Ebû Basîr (r.a.), çaresizce, o iki Kureyşli muhafızla birlikte Mekke’ye doğru yola çıktı.
Ancak Ebû Basîr’in (r.a.) niyeti teslim olmak değildi. Medine’den epeyce uzaklaştıktan sonra, “Zülhuleyfe” mevkiinde, muhafızlarla birlikte mola verdiler. Ebû Basîr (r.a.), muhafızın (müşriğin) belindeki kılıca iltifat etti: “Ne güzel kılıcın var!”
Müşrik, kibirle kılıcını çekti: “Evet, çok iyidir, nice yiğitleri bununla doğradım!”
Ebû Basîr (r.a.), “Bir bakabilir miyim?” diyerek kılıcı eline aldı. Aldığı gibi, bir hamlede o müşrik muhafızın başını uçurdu.
Diğer muhafız (hizmetli), bunu görünce can havliyle kaçtı ve durmaksızın Medine’ye, Resûlullah’ın (s.a.v.) Mescidi’ne kadar koştu. Mescid’e daldı ve “Canımı kurtarın!” diye bağırdı.
Az sonra, elinde kanlı kılıçla Ebû Basîr (r.a.) Mescid’e geldi:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) ahdini (sözünü) yerine getirdin, beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlara teslim ettin. Allah (c.c.) da beni (Ebû Basîr’i r.a.) onlardan kurtardı. Artık senin (s.a.v.) üzerinde bir mesuliyet (sorumluluk) kalmamıştır!”
Efendimiz (s.a.v.), O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu gözü kara cesaretini görünce, hem harp (savaş) dehasını fark etti hem de Hudeybiye Antlaşması’na sadık kalmak zorundaydı. Şöyle buyurdu:
“Veyl ümmihî! Mis’aru harbin!” (Anası ağlayasıca! Bu adam, bir harp (savaş) ateşleyicisi/kışkırtıcısıdır! Yanında adamları olsaydı, neler yapardı!)
Ebû Basîr (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) bu sözünden, O’nu (Ebû Basîr’i r.a.) Medine’de tutmayacağını, yine iade etmek zorunda kalacağını anladı.
Ancak O (Ebû Basîr r.a.) Mekke’ye de dönmedi. Medine’ye de girmedi.
Hudeybiye Antlaşması’na göre O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) Medine’ye girmesi yasaktı. O (Ebû Basîr r.a.) da Medine’ye girmedi. Kureyş’in Şam ticaret kervanlarının geçtiği sahil yoluna, “Îs” mevkiine gitti ve oraya yerleşti.
O’nun (Ebû Basîr’in r.a.) bu hareketi, Mekke’deki diğer mazlum Müslümanlara (Ebû Cendel r.a. dahil) ilham oldu. Mekke’den kaçan, ancak Medine’ye girmesi yasak olan herkes, Ebû Basîr’in (r.a.) yanına, “Îs” mevkiine gelmeye başladı.
Orada, yaklaşık 70 (yetmiş) (bazı rivayetlerde 300) kişilik, Medine Devleti’ne bağlı olmayan, ancak Resûlullah’a (s.a.v.) âşık, “bağımsız” bir Müslüman “Ordu Birliği” kurulmuş oldu.
Bu birlik, Kureyş’in Şam’a giden ne kadar kervanı varsa, hepsine baskın yapmaya, mallarına el koymaya ve müşrikleri öldürmeye başladı.
Hudeybiye’nin o zâhiren aleyhteki maddesi, Kureyş’in aleyhine dönmüştü:
• Resûlullah (s.a.v.), antlaşmaya uyarak Medine’ye kimseyi almıyor, ahdini (sözünü) bozmuyordu.
• Ancak Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşları (r.anhüm) da Medine’de olmadıkları için, Kureyş, Resûlullah’a (s.a.v.) “Antlaşmayı bozuyorsun!” diyemiyordu.
Ebû Basîr’in (r.a.) bu baskınları, Kureyş’in can damarı olan Şam ticaret yolunu tamamen kesti. Kureyş, ekonomik olarak iflas etme noktasına geldi.
Sonunda Kureyş, Ebû Süfyan’ın ağzından, bizzat Medine’ye yalvarmak zorunda kaldı.
Kureyş elçileri Medine’ye geldiler ve Resûlullah’a (s.a.v.) yalvardılar:
“Ey Muhammed! (s.a.v.) Allah (c.c.) aşkına ve akrabalık (rahim) bağı aşkına! Ne olur, o maddeyi (iade maddesini) kaldıralım! Ebû Basîr (r.a.) ve arkadaşlarına (r.anhüm) haber sal, Medine’ye gelsinler, onları (Ebû Basîr r.a. ve arkadaşlarını r.anhüm) yanına al! Yeter ki bizim ticaret yolumuzu açsınlar!”
Böylece, Müslümanların aleyhine görünen o madde, bizzat Kureyş’in yalvarmasıyla kaldırıldı. Ebû Basîr (r.a.) ve Ebû Cendel (r.a.) gibi kahramanlar, izzetle Medine’ye kabul edildiler. Bu, Hudeybiye’nin “diplomatik” bir zafer olduğunun ilk isbatı idi.

2. “Yakın Fetih” Müjdesi: Hayber’in Fethi (Hicret 7, Muharrem Ayı)

Fetih Suresi (48/18), Hudeybiye’deki o “Rıdvân Biatı”nı (Yeminini) yapan Sahabîlere (r.anhüm) (1.400-1.500 kişi), Allah’ın (c.c.) onlardan razı olduğunu müjdelemiş ve onlara “Fethan Karîbâ” (Yakın bir Fetih) vaat etmişti.
Bu “Yakın Fetih”, Hudeybiye’den sadece birkaç ay sonra, Hicretin 7. Yılında (M. 628) gerçekleşecekti.
Hedef, Hayber idi.
Hayber neden hedefti?
• Benî Nadîr (Medine’den sürülen Yahudiler), Huyey bin Ahtab gibi reisleriyle oraya yerleşmişti.
• Hendek (Ahzâb) Savaşı’nın finansörü, provokatörü ve mimarı Hayber Yahudileriydi.
• Gatafân gibi bedevî kabileleri parayla kiralayıp Medine’ye saldırtanlar onlardı.
• Hayber, Arap yarımadasının en zengin, en verimli topraklarına ve en müstahkem, en sarsılmaz kalelerine (Kamûs, Naîm, Şıkk, Ketîbe kaleleri vb.) sahip olan İslâm düşmanı bir fitne merkeziydi.
Hudeybiye’de Kureyş ile 10 yıllık saldırmazlık antlaşması yapan Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Arabistan’ın güneyini (Mekke’yi) emniyete almıştı. Artık sıra, kuzeydeki o en büyük fitne merkezini (Hayber’i) temizlemeye gelmişti.
Efendimiz (s.a.v.), Fetih Suresi’nin (48/20) bir emri olarak, “Bu sefere sadece ganimet için değil, Allah (c.c.) rızası için katılanlar gelsin” buyurdu ve orduyu, Hudeybiye’ye katılan o 1.500 kişilik “Rıdvân Ehli”nden (r.anhüm) oluşturdu.
İslâm Ordusu, Hayber’e doğru yola çıktı. Hayber, 8 (veya daha fazla) ayrı kaleden oluşan bir şehir devletiydi. Fethedilmesi imkânsız görünüyordu.
Hayber Yahudileri, Müslümanların geldiğini görünce kalelerine çekildiler ve müttefikleri olan 6.000 kişilik Gatafân Ordusu’na “Yardıma gelin!” haberi gönderdiler.
Ancak Gatafânlılar yola çıktıklarında, geride kalan ailelerinin çadırlarından “Baskına uğruyoruz!” feryatları (ilâhî bir vesvese/korku) duydular ve ailelerini korumak için Hayber’e yardıma gitmeden geri kaçtılar.
Hayber, en büyük müttefikini kaybetmiş, İslâm Ordusu ile tek başına kalmıştı.

3. Sancağın Verilişi ve Hayber’in Kapısı (Hz. Ali r.a.)

Kuşatma başladı. Kaleler birer birer düşüyor, ancak en büyük, en müstahkem kale olan Kamûs Kalesi (içinde reisleri Kinâne bin Rebî’ ve en güçlü savaşçıları Merhab vardı) bir türlü düşmüyordu. Kuşatma uzamıştı.
Ashâb (r.anhüm) yorulmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o günlerde şiddetli bir göz ağrısı (aşûb) çekiyordu.
Bir akşam, o mübarek müjdeyi verdi:
“Vallahi, yarın sancağı (İslâm Ordusu’nun komutasını) öyle bir adama vereceğim ki; O (Ali r.a.), Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) sever; Allah (c.c.) ve Resûlü (s.a.v.) de O’nu (Ali r.a.) sever. O (Ali r.a.), ‘Kerrâr’dır (Döne döne hücum eden), ‘Ferrâr’ değildir (Asla kaçmaz). Allah (c.c.), Fethi O’nun (Ali r.a.) eliyle müyesser (kolay) kılacaktır!”
O gece, Sahâbe (r.anhüm) uyuyamadı. Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Hayatımda komutanlığı (sancaktarlığı) o gece arzuladığım kadar hiç arzulamadım. ‘Acaba yarın o adam ben (Ömer r.a.) mi olacağım?’ diye bekledim.”
Sabah oldu. Bütün Sahâbe (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) nazarı (bakışı) kendisine dönsün diye bekliyordu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Ali bin Ebî Tâlib (r.a.) nerededir?”
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) O’nun (Ali’nin r.a.) gözleri şiddetle ağrıyor, neredeyse görmüyor” dediler.
“Getirin O’nu (Ali’yi r.a.) bana!”
Hz. Ali’yi (r.a.), gözlerini tutarak, Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna getirdiler.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), mübarek tükürüğünden (veya duasıyla) Hz. Ali’nin (r.a.) o ağrıyan gözlerine sürdü.
Hz. Ali (r.a.) der ki: “O anda gözlerimdeki ağrıdan ve sızıdan eser kalmadı; sanki hayatımda hiç göz ağrısı çekmemiş gibi oldum.”
Efendimiz (s.a.v.), Sancağı O’na (Ali’ye r.a.) verdi ve emretti: “Onları (Yahudileri) önce İslâm’a davet et. Kabul etmezlerse, Cizye’yi (vergi/haraç) teklif et. Onu da kabul etmezlerse, Allah’tan (c.c.) yardım dile ve savaş!”
Hz. Ali (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Onlar da bizim gibi (Müslüman) oluncaya kadar mı savaşayım?”
Efendimiz (s.a.v.): “Yâ Ali! (r.a.) Senin (Ali’nin r.a.) vesilenle tek bir kişinin hidayete ermesi, senin (Ali’nin r.a.) için (en kıymetli mal olan) kırmızı develere sahip olmandan daha hayırlıdır.”
Hz. Ali (r.a.), Sancağı aldı ve Kamûs Kalesi’nin önüne dikildi.
Kalenin içinden, Hayber’in en kibirli, en güçlü ve “Bin (1000) Askere Bedel” sayılan devi Merhab, tepeden tırnağa zırhlı halde, kılıcını sallayarak ve şiirler (recez) okuyarak meydana çıktı.
Hz. Ali (r.a.) de O’na (Merhab’a) şiirle (recez) cevap verdi.
İki kahraman birbirine girdi. Hz. Ali (r.a.), Zülfikâr ile öyle bir darbe vurdu ki, Merhab’ın miğferini, zırhını ve başını ikiye biçerek O’nu (Merhab’ı) oracıkta öldürdü.
Merhab’ın ölümü, Yahudilerin maneviyatını (moralini) çökertti.
Savaş kızıştığında, Siyer kaynaklarının nakline göre, Hz. Ali’nin (r.a.) kalkanı elinden düştü. O (r.a.), o anda, harbin (savaşın) verdiği o ilâhî güçle, Kamûs Kalesi’nin o devasa, rivayetlere göre 40 (kırk) kişinin ancak kaldırabileceği o ağır demir (veya ahşap) kapısını menteşelerinden söktü ve onu “Kalkan” olarak kullanarak dövüşmeye devam etti.
Bu kahramanlıklar ve Merhab’ın ölümü üzerine Hayber Kalesi düştü.
Hayber, fethedilmişti. Yahudiler, canlarının bağışlanması ve topraklarında “kiracı” (yarıcı) olarak kalıp, mahsulün yarısını Medine Devleti’ne “vergi” (haraç/cizye) olarak ödemeleri şartıyla barış (sulh) istediler. Efendimiz (s.a.v.) kabul etti.
Hayber’in o muazzam zenginlikleri (altın, gümüş, silahlar, araziler) Müslümanların eline geçti. Fetih Suresi’nin (48/19) vaat ettiği “elde edecekleri birçok ganimetler” müjdesi de gerçekleşmiş oldu.

4. İki Mutluluk Bir Arada: Hz. Ca’fer’in (r.a.) Dönüşü

Tam Hayber Fethi’nin tamamlandığı, ganimetlerin toplandığı o sevinçli anda, ufukta bir kafile daha belirdi.
Bunlar, yıllar önce (Nübüvvet’in 5. yılında), Kureyş’in zulmünden kaçarak Habeşistan’a hicret eden Müslümanların son kafilesiydi.
Ve o kafilenin başında, Resûlullah’ın (s.a.v.) amcasının oğlu, Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Necâşî’nin huzurunda İslâm’ı o muhteşem hitabetle savunan Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) vardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllardır görmediği o mübarek amcaoğlu Hz. Ca’fer’i (r.a.) karşısında görünce, sevinçten ne yapacağını şaşırdı. Koştu, O’nu (Hz. Ca’fer’i r.a.) kucakladı ve alnından öptü.
Ve o gün, o mübarek dudaklardan şu tarihî söz döküldü:
“Bilemiyorum, bugün şu iki sevinçten hangisi benim için daha mühimdir: Hayber’in Fethi’ne mi (sevineyim), yoksa Ca’fer’in (r.a.) (Habeşistan’dan) gelişine mi?”
(Hz. Ca’fer (r.a.), fakirlerin babası (Ebû’l-Mesâkîn) olarak bilinirdi. Efendimiz (s.a.v.) O’na (Hz. Ca’fer’e r.a.) Hayber ganimetlerinden büyük bir pay ayırdı.)
Hudeybiye’de imzalanan ve zâhiren Müslümanların aleyhine görünen o muahede (antlaşma), bizzat Allah Teâlâ (c.c.) tarafından “Feth-i Mübîn” (Apaçık Fetih) olarak isimlendirilmişti. Bu antlaşmanın hikmeti, kısa sürede hem diplomatik alanda (Ebû Basîr r.a. hadisesi) hem de askerî alanda (Hayber’in Fethi) apaçık ortaya çıkmıştı.
Artık Kureyş ile 10 yıllık bir “saldırmazlık” (sulh) dönemi başlamıştı. İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) davetinin önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidi (zâhiren/dışsal olarak) ortadan kalkmıştı. Sıra, bu “Feth-i Mübîn”in (Apaçık Fethin) manevî meyvelerini toplamaya gelmişti.

BÖLÜM 27: FETHİN TASDİKİ VE CİHAN ŞÜMUL (EVRENSEL) DAVET
(Medenî Dönem – XVI)

1. “Umretü’l-Kazâ” (Kazâ Umresi) – Yedi Yıllık Hasretin Sonu (Hicret 7)

Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) en mühim maddelerinden biri şuydu: Müslümanlar, antlaşmanın yapıldığı o yıl (Hicret 6) Umre yapamayacak, ancak tam bir yıl sonra (Hicret 7) Mekke’ye gelip, Kâbe’yi ziyaret (Umre) edebileceklerdi.
Hudeybiye’nin üzerinden tam bir yıl geçmişti. Hicretin 7. Yılı, Zilkade ayı.
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), Hudeybiye’de O’nunla (s.a.v.) birlikte “Rıdvân Biatı”na (Yeminine) katılan ve Hayber’in Fethi’ne şahit olan Ashâbına (r.anhüm) seslendi. Efendimiz’in (s.a.v.) o sâdık (doğru) rüyâsının tahakkuk etme vakti gelmişti.
Yaklaşık 2.000 (İki bin) Müslüman (Hudeybiye’ye katılamayan diğer Sahabîler r.anhüm de iştirak etmişti), yedi yıllık hasretin ardından Kâbe’ye kavuşmak için, yine ihramlarına büründüler. Antlaşma gereği, yanlarına sadece “yolcu kılıçları”nı alarak Medine’den yola çıktılar.
Mekke’de ise Kureyş’i bir telaş sarmıştı. Antlaşmaya uymak zorundaydılar, ancak yedi yıl önce “sihirbaz, mecnûn, sâbiî” (hâşâ) diyerek kovdukları, öldürmek için ordular topladıkları Muhammed’in (s.a.v.) ve Ashâbının (r.anhüm), şimdi 2.000 kişilik muazzam bir cemaatle, izzetle Mekke’ye girmesini hazmedemiyorlardı.
Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye ve Kureyş’in diğer reisleri, o manzarayı görmeye tahammül edemediler. Bütün Mekkelilere “Şehri boşaltın!” emri verdiler. Kureyş’in tamamı, Mekke’nin etrafındaki dağlara (bilhassa Ebû Kubeys Dağı’na) çekildiler. Oradan, hüzün, öfke ve hayretle, Müslümanların Kâbe’ye girişini seyretmeye başladılar.
Ve o an geldi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Ashâbı (r.anhüm) O’nun (s.a.v.) etrafında pervaneydi. 2.000 Müslüman, yedi yıllık ayrılığın ardından, hep bir ağızdan “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk!” (Buyur Allah’ım (c.c.) buyur!) nidalarıyla Mescid-i Harâm’a girdiler.
Müşrikler dağlardan, “Müslümanlar Medine’nin sıtmasından zayıf düşmüşler, bitkin haldeler” diye şâyia (asılsız haber) yayıyorlardı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu şâyiayı (asılsız haberi) kırmak için Ashâbına (r.anhüm) emretti: “Allah (c.c.), bugün müşriklere karşı kuvvetini gösteren kuluna rahmet etsin!”
Müslümanlar, tavafın ilk üç şavtını (dönüşünü) “Remel” (hızlı ve çalımlı adımlarla koşar adım yürüme) yaparak; ihramlarını sağ omuzlarını açacak şekilde (“Iztıbâ”) giyerek, dağlardaki Kureyş’e ne kadar zinde ve güçlü olduklarını gösterdiler.
Tavaf bittikten sonra, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yedi yıl önce Medine semâlarını “Ezan” ile tanıştıran o mübarek müezzinini çağırdı: Hz. Bilâl-i Habeşî (radıyallâhu anh).
Efendimiz’in (s.a.v.) emriyle Hz. Bilâl (r.a.), o gün, putların gölgesindeki Kâbe-i Muazzama’nın üzerine çıktı.
Ve yedi yıl sonra, İslâm’ın Cihan Şümul daveti, “Allahu Ekber!” nidalarıyla, bizzat Kâbe’nin üzerinden, Mekke dağlarında yankılandı.
Dağlardan bu manzarayı izleyen müşrikler, atalarının putlarının üzerinde okunan bu Ezan karşısında öfkeden ve çaresizlikten yerlerinde duramıyorlardı. Ancak antlaşma, ellerini kollarını bağlamıştı.
Bu, “Kazâ Umresi” idi. Bu, kan dökülmeden kazanılmış, Hudeybiye’nin “Apaçık Fetih” olduğunun manevî bir ispatı (kanıtı) idi.

2. Mekke ile Kurulan Akrabalık: Hz. Meymûne (r.anha) Evliliği

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşma gereği Mekke’de kaldığı bu üç (3) gün içinde, Kureyş ile olan buzları tamamen eritecek, barışı (sulhu) perçinleyecek bir adım daha attı.
O (s.a.v.), amcası Hz. Abbâs’ın (r.a.) (ki o esnada gizli Müslüman’dı) baldızı olan, Kureyş’in en asil hanımlarından Meymûne bint Hâris (radıyallâhu anhâ) ile nikahlandı (evlendi).
Bu evlilik, son derece mühim bir stratejik hamleydi. Zira Hz. Meymûne (r.anha), Mekke aristokrasisinin tam merkezindeydi:
• O’nun (r.anha) bir kız kardeşi, Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Habeşistan’dan dönen kahraman) Hz. Ca’fer (r.a.) ile evliydi.
• Diğer kız kardeşi, (Şehitlerin Efendisi) Hz. Hamza (r.a.) ile evliydi.
• Ve en mühimi, Hz. Meymûne’nin (r.anha) (anne bir) kız kardeşi, Kureyş’in en büyük süvari komutanı olan Hâlid bin Velîd’in annesiydi (veya teyzesiydi).
Bu evlilikle Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hâlid bin Velîd gibi Kureyş’in en sert komutanlarıyla dahi “akrabalık (sıhriyet)” bağı kurmuş oluyordu.
Efendimiz (s.a.v.), bu barış (sulh) havasını pekiştirmek için, Mekkelilere bir “düğün ziyafeti (velîme)” vermeyi teklif etti.
Ancak Kureyş’in inadı ve kibri (enaniyeti) buna müsaade etmedi. Üçüncü günün sonunda Süheyl bin Amr geldi ve sert bir dille dedi ki: “Mühletin (süren) doldu, ey Muhammed! (s.a.v.) Artık şehrimizden çık!”
Efendimiz (s.a.v.), o Cihan Şümul nezaketiyle, “Ne olurdu acele etmeseydiniz? Burada evlendim. Size bir ziyafet verseydik, hep birlikte yeseydik…” dediyse de, Süheyl “Bizim senin (s.a.v.) yemeğine ihtiyacımız yok! Derhal çık!” diye ısrar etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), antlaşmaya harfiyen uyarak, Ashâbına (r.anhüm) “Çıkıyoruz” emrini verdi. Düğün ziyafeti (velîme), Mekke’nin hemen dışındaki “Serif” mevkiinde yapıldı.

3. Cihan Şümul Davet: Krallara Mektuplar (Hicret 7)

Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ın önündeki en büyük engel olan Kureyş tehdidini ortadan kaldırmıştı. Hayber’in Fethi ise kuzeydeki fitne odağını yok etmişti. Medine Devleti, artık Arabistan’ın en büyük ve en itibarlı gücüydü.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), İslâm’ın sadece Araplara değil, bütün insanlığa (Cihan Şümul/Evrensel) gönderildiğini biliyordu.
Hicretin 7. Yılında (Hayber Fethi’nden hemen sonra veya Kazâ Umresi’nden hemen önce), o Cihan Şümul davetini başlattı. O günün “Süper Güçleri” olan İmparatorlara ve Krallara, onları İslâm’a davet eden “Mektuplar” gönderdi.
Bu mektupların resmî (devlet mektubu) olması için, üzerinde “Muhammed Resûlullah” (Allah’ın (c.c.) Elçisi Muhammed) yazan mübarek gümüş mührünü yaptırdı.
Bu mektuplar ve elçilerin (r.anhüm) aldıkları cevaplar, İslâm’ın gelecekteki yayılışının da bir habercisiydi:
• Bizans (Doğu Roma) İmparatoru Herakliyus’a:
Elçi: Dihye bin Halîfe el-Kelbî (r.a.).
Herakliyus, mektubu aldığında Kudüs’teydi. O esnada ticaret için orada bulunan Ebû Süfyan’ı (henüz müşrikti) huzuruna çağırdı. Ebû Süfyan’a, Resûlullah (s.a.v.) hakkında (soyu, ahlâkı, yalan söyleyip söylemediği, kimlerin O’na (s.a.v.) tâbi olduğu) sualler sordu. Ebû Süfyan, o an “en büyük düşmanı” olmasına rağmen, kabile onuru (enaniyeti) gereği yalan söyleyemedi ve Efendimiz’in (s.a.v.) bütün vasıflarının “Peygamber” vasıfları olduğunu itiraf etti.
Herakliyus, Ebû Süfyan’a şu tarihî sözü söyledi: “Eğer bu anlattıkların doğruysa, O (Muhammed s.a.v.), muhakkak ki bir Peygamberdir. Ve O’nun (s.a.v.) ayakları, şu an benim oturduğum bu topraklara (Kudüs/Suriye) bir gün muhakkak hâkim olacaktır!”
Herakliyus, iman etmeye meyletti, ancak etrafındaki papazların ve komutanların “Krallığını kaybedersin!” tehdidi üzerine korktu ve iman etmedi. Mektuba hürmet etti.
• Sâsânî (İran) İmparatoru Kisrâ II. Hüsrev Pervîz’e:
Elçi: Abdullah bin Huzâfe es-Sehmî (r.a.).
İran Kisrâsı Hüsrev, mektubu okuduğunda, kendi isminden önce “Allah’ın (c.c.) Resûlü Muhammed’in (s.a.v.)” isminin yazılmış olmasına kibirlendi (enaniyet gösterdi). O Cihan Şümul (Evrensel) davet mektubunu yırtıp parçaladı.
Haber, Medine’ye Resûlullah’a (s.a.v.) ulaştığında, Efendimiz (s.a.v.) o meşhur bedduasını etti:
“Allâhümme mezzik mülkehu!” (Allah’ım! O’nun (Hüsrev’in) krallığını (mülkünü) paramparça et!)
Çok geçmeden Hüsrev, bizzat kendi oğlu Şîrûye tarafından öldürüldü ve o muazzam Sâsânî İmparatorluğu, Hz. Ömer (r.a.) devrinde paramparça olarak tarihe karıştı.
• Mısır Valisi (Bizans’a bağlı) Mukavkıs’a:
Elçi: Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.).
Mukavkıs, mektuba hürmet etti. İman etmedi, ancak “Ben (Mukavkıs) de bir peygamber (s.a.v.) bekliyordum, ama Şam’dan (Suriye’den) çıkacağını sanıyordum” diye cevap verdi. Elçiye (r.a.) çok iyi davrandı ve Resûlullah’a (s.a.v.) çok kıymetli hediyeler gönderdi.
Bu hediyelerin içinde, Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek oğlu İbrahim’in (r.a.) annesi olacak olan Hz. Mâriye (radıyallâhu anhâ) ve O’nun (r.anha) kız kardeşi Sîrin (r.anha) de vardı.
• Habeşistan (Etiyopya) Kralı Necâşî Ashame’ye:
Elçi: Amr bin Ümeyye ed-Damrî (r.a.).
Necâşî (ki zaten Hz. Ca’fer’in (r.a.) tebliğiyle kalbi yumuşamıştı), mektubu alır almaz tahtından indi, yere oturdu, mektubu hürmetle gözlerine sürdü ve elçinin (r.a.) önünde Kelime-i Şehâdet getirerek Müslüman oldu.
Resûlullah’a (s.a.v.) bir cevap mektubu yazarak, “Şehâdet ederim ki Sen (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) Resûlüsün (s.a.v.) ve Îsâ’nın (a.s.) haber verdiği Zâtsın! (s.a.v.)” dedi.
(Hicretin 9. Yılında Necâşî vefat ettiğinde, Cebrail (a.s.) O’nun (Necâşî’nin) vefat haberini Medine’ye getirmiş ve Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ashâbını (r.anhüm) toplayarak, Arabistan dışında, gıyâbında (görmeden) cenaze namazı kıldığı tek kişi olan Necâşî Ashame’nin (r.a.) gıyâbî cenaze namazını kıldırmıştır.)
Hudeybiye Barışı (Sulhu), İslâm’ı Medine’den çıkarmış; Mekke’nin kapılarını (Umre), Hayber’in kalelerini (Fetih) ve dünyanın saraylarını (Davet Mektupları) açmıştı.
Hudeybiye Barışı (Sulhu), Kureyş tehdidini bertaraf etmişti. Hayber’in Fethi, Yahudi fitnesinin kuzeydeki merkezini kırmıştı. “Kazâ Umresi”, Müslümanların manevî itibarını ve Kâbe’ye olan bağlılıklarını perçinlemişti.
Artık İslâm’ın Cihan Şümul daveti, Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek mührünü taşıyan mektuplarla, Arabistan yarımadasının dışına, o devrin süper güçlerinin (Bizans, Sâsânî, Mısır) saraylarına ulaşmıştı.
Habeş Necâşî’si (r.a.) iman etmiş, Mısır Mukavkıs’ı hürmet göstermiş, İran Kisrâ’sı ise mektubu yırtarak kendi mülkünün (krallığının) parçalanmasına beddua almıştı.
Ancak en kritik ve en tehlikeli cevap, Kuzey’den, dünyanın en büyük gücü olan Bizans (Doğu Roma) İmparatorluğu’nun sınırından gelecekti.

*********

BÖLÜM 28: İLK BÜYÜK İMTİHAN – BİZANS’A KARŞI MÛTE
(Medenî Dönem – XVII)

1. Harp (Savaş) İlanı: Elçinin Şehit Edilmesi (Hicret 8)

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul davet mektuplarından birini de, Bizans’ın Suriye (Şam) valilerinden biri olan Busrâ Emîri’ne göndermişti. Bu vazife için elçi olarak Hâris bin Umeyr el-Ezdî (radıyallâhu anh) tayin edilmişti.
Elçi Hâris (r.a.), Medine’den yola çıktı. Medine ile Şam arasındaki “Mûte” (Bugünkü Ürdün’de) mevkiine geldiğinde, Bizans İmparatoru Herakliyus’a bağlı Gassânî Emîri (Bölge Valisi) olan Şurahbîl bin Amr tarafından durduruldu.
Şurahbîl, O’na (Hâris’e r.a.) “Nereye gidiyorsun? Yoksa sen Muhammed’in (s.a.v.) elçilerinden misin?” diye sordu.
Hâris (r.a.) cesaretle, “Evet, ben (Hâris r.a.) Allah’ın Resûlü’nün (s.a.v.) elçisiyim!” dedi.
O devrin bütün Cihan Şümul örfünde (teamülünde) ve devletler hukukunda tek bir kaide vardı: “Elçiye zeval olmazdı.” Elçiyi öldürmek, en büyük hakaret ve en açık “Harp (Savaş) İlanı” demekti.
Ancak Gassânî Emîri Şurahbîl, bu Cihan Şümul hukuku hiçe sayarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) elçisi Hz. Hâris’i (r.a.) oracıkta yakalattı ve O’nu (Hâris’i r.a.) hunharca şehit etti.
Bu, İslâm Devleti’nin gönderdiği elçilerden şehit edilen ilk ve tek elçiydi.

2. Ordu Toplanıyor: 3.000 (Üç Bin) Kişi

Şehâdet haberi Medine’ye ulaştığında, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) derin bir hüzne (üzüntüye) boğuldu ve bu cüreti gösterenlere derhal cevap verilmesi gerektiğine karar verdi. Bu, sadece bir elçinin intikamı değil, İslâm Devleti’nin onurunu (izzetini) ve Cihan Şümul davetinin ciddiyetini koruma meselesiydi.
Efendimiz (s.a.v.), derhal ordu toplanmasını emretti.
Bu ordu, Kureyş’e veya bedevîlere değil, dünyanın en büyük ve en disiplinli ordusu olan Bizans (Roma) ordusuna ve O’nun (Bizans’ın) müttefiklerine karşı gidiyordu. Bu emri duyan Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), tereddütsüz toplandı.
3.000 (Üç bin) kişilik, o güne kadar Medine’den çıkan en kalabalık İslâm Ordusu hazırlandı.

3. Üç Sancaktar ve Peygamber (s.a.v.) Mucizesi

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu zorlu sefere bizzat katılmadı (Bu, bir “Seriyye” idi, ancak ehemmiyeti (önemi) sebebiyle “Gazve” olarak anılır).
Medine’den ayrılmadan önce, orduya o meşhur ve mucizevî komuta zincirini tayin etti. Bu, aynı zamanda Nübüvvet’inin (Peygamberliğinin) bir isbatı olacaktı.
Mübarek Sancağı (Livâü’l-Beyzâ) eline aldı ve buyurdu:
“Sancağı, Zeyd bin Hârise (radıyallâhu anh) taşıyacaktır!”
(Bu, O’nun (s.a.v.) azatlı kölesi, evlatlığı ve en sevdiklerinden biriydi. Efendimiz (s.a.v.), bir kez daha, bir orduya komutan olarak kabile asaletine (enaniyetine) değil, liyâkate ve sadakate (Zeyd’e r.a.) kıymet verdiğini gösteriyordu.)
Sonra, olacakları görür gibi, ilâve etti:
“Eğer Zeyd (r.a.) şehit olursa, Sancağı Ca’fer bin Ebî Tâlib (radıyallâhu anh) alsın!”
(Amcasının oğlu, Hayber Fâtihi Hz. Ali’nin (r.a.) ağabeyi, Habeşistan kahramanı.)
Sonra tekrar ilâve etti:
“Eğer Ca’fer (r.a.) de şehit olursa, Sancağı Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) alsın!”
(Medineli Ensâr’ın reisi, Akabe Biatı’nın kahramanı, İslâm’ın büyük şâiri.)
Orada bulunan Yahudilerden biri bu sıralamayı duyunca, “Eğer O (s.a.v.) gerçekten bir Peygamber ise, bu üçü de muhakkak ölecektir” diye fısıldamıştı.
Efendimiz (s.a.v.), orduyu Medine’nin dışındaki “Seniyyetü’l-Vedâ” (Vedâ Tepesi) mevkiine kadar bizzat uğurladı. Onlara (ordusuna) harp (savaş) ahlâkını bir kez daha hatırlattı: “Sakın bir kadını, bir çocuğu veya bir mâbede (kilise/havra) çekilmiş bir din adamını öldürmeyin! Ağaçları yakmayın, binaları yıkmayın!”

4. Ma’ân’daki Harp (Savaş) Meclisi: “Zafer veya Şehâdet!”

3.000 (Üç bin) kişilik İslâm Ordusu, kuzeye doğru yürüdü ve Mûte’ye yakın “Ma’ân” denilen (bugünkü Ürdün’de) yerde karargâh kurdu.
İşte o anda, İslâm tarihinin en sarsıcı askerî istihbarat (haberi) geldi:
Elçiyi (Hâris’i r.a.) öldüren Şurahbîl, yalnız değildi. Bizans İmparatoru Herakliyus, İslâm’ın bu cüretkâr ilerleyişini kökünden ezmek için, kardeşi Theodorus komutasında muazzam bir ordu göndermişti.
Siyer kaynakları, düşman ordusunun sayısını şöyle tasvir eder:
100.000 (Yüz bin) Bizans (Roma) askeri.
100.000 (Yüz bin) Bizans’a bağlı Hristiyan Arap (Gassânî, Lahm, Cüzâm) askeri.
Toplam: 200.000 (İki yüz bin) (En mutedil rivayetlerde dahi 100.000) kişilik, tepeden tırnağa zırhlı, dünyanın en güçlü ve en profesyonel ordusu.
Karşılarındaki güç: 3.000 (Üç bin) kişilik, çoğunluğu yaya, az zırhlı İslâm Ordusu.
Oran, 1’e 66 (altmış altı) idi. Bu, bir harp (savaş) değil, bir “imha (yok oluş)” harekâtıydı.
Ordu, Ma’ân’da iki gün durdu. Harp (Savaş) Meclisi toplandı.
• Görüş 1 (Mutediller): “Durum, tahmin ettiğimizin çok ötesindedir. Biz (3.000 kişi) 200.000 (İki yüz bin) kişiye karşı koyamayız. Derhal Resûlullah’a (s.a.v.) bir ulak gönderelim. Ya O’ndan (s.a.v.) takviye (yardımcı) kuvvet isteyelim ya da O’nun (s.a.v.) yeni emrini (Medine’ye dönme) bekleyelim.”
• Görüş 2 (Abdullah bin Revâha r.a.): Ordu bu görüşe (rey) meylederken, Sancağı üçüncü sırada alacak olan o büyük şâir ve kahraman Abdullah bin Revâha (radıyallâhu anh) ayağa fırladı. O (r.a.), o Cihan Şümul imanın ve şehâdet aşkının manifestosunu (ilanını) haykırdı:
“Ey Kavmim! Vallahi, şu an korktuğunuz ve çekindiğiniz o ‘ölüm’ (Şehâdet), zaten sizin (Medine’den) yola çıkarken arzuladığınız şeyin ta kendisidir!”
“Biz (Müslümanlar), düşmanlarımızla sayımızın çokluğuyla, silahımızın gücüyle veya atlarımızın fazlalığıyla savaşmayız! Biz, sadece ve sadece, Allah Teâlâ’nın (c.c.) bizi (Müslümanları) şereflendirdiği bu DİN (İslâm) ile savaşırız!”
“Haydi, yürüyün! Önümüzde sadece iki (2) güzellikten (Hüsnâ) biri var: Ya ‘Zafer’ (Galibiyet) ya da ‘Şehâdet’!”
Bu ateşli hitabe, 3.000 (Üç bin) kişilik ordunun kalbine çöken o zâhirî (dışsal) korkuyu söküp attı. Hepsi bir ağızdan gürledi: “Vallahi, İbn Revâha (r.a.) doğru söyledi! İleri!”
Ve 3.000 (Üç bin) kişilik ordu, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans denizine doğru “Mûte” meydanına yürüdü.

5. Mûte Harbi (Savaşı) ve Üç Şehit (Hicret 8, Cemâziyelevvel)

Harp (Savaş) başladı (M. 629). Bu, tarihin gördüğü en orantısız ve en kahramanca çarpışmalardan biriydi.
• Hz. Zeyd bin Hârise (r.a.): Resûlullah’ın (s.a.v.) Sancaktarı ve ilk komutanı. O (Zeyd r.a.), o devasa düşman saflarının arasına bir aslan gibi daldı. O (Zeyd r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sancağını (bayrağını) bir an bile düşürmedi. Çarpışa çarpışa, Bizans mızrakları arasında vücudu delik deşik oldu ve ilk komutan olarak şehit düştü.
• Hz. Ca’fer bin Ebî Tâlib (r.a.): Sancak yere düşerken, ikinci komutan Hz. Ca’fer (r.a.) atından atladı (düşmanın atını ele geçirmemesi için), Sancağı kaptı. O (Ca’fer r.a.) da düşman saflarını yarmaya başladı. Düşmanlar O’nun (Ca’fer’in r.a.) etrafını sardı. Bir kılıç darbesiyle Sancağı tutan sağ kolu kesildi. O (Ca’fer r.a.), Sancağı derhal sol eline aldı. Düşmanlar sol kolunu da kestiler. O (Ca’fer r.a.), İslâm Sancağı yere düşmesin diye, onu iki kesik kolunun (pazularının) arasına, göğsüne bastırdı. Tam o esnada, bir Bizans askeri O’nu (Ca’fer’i r.a.) mızrakla vurdu ve ikinci komutan da şehit düştü.
(Harp (Savaş) bittikten sonra, O’nun (Ca’fer’in r.a.) mübarek bedeninde 90’dan (doksandan) fazla kılıç, mızrak ve ok yarası saydılar ve hepsi de vücudunun ön tarafındaydı; sırtında tek bir yara yoktu. O (Ca’fer r.a.), asla arkasını dönmemişti.)
• Hz. Abdullah bin Revâha (r.a.): Sancağı üçüncü komutan Hz. Abdullah (r.a.) aldı. O (Abdullah r.a.), atının üzerindeyken, bir anlık beşerî (insanî) bir tereddüt yaşadı. (Siyer kaynakları, o an nefsine (kendi kendine) şöyle bir şiir okuduğunu nakleder: “Ey nefsim! İleri atıl! Neden Cennet’e gitmekten çekiniyorsun? Yemin ederim, ya savaşacaksın ya da (korkaklık edersen) zorla savaştırılacaksın!”) Bu derûnî muhasebeden sonra atından indi, o da düşman saflarına daldı ve üçüncü komutan olarak şehit düştü.

6. Medine’deki “Canlı Yayın” Mucizesi

Bütün bunlar Mûte’de (Ürdün’de) olurken, yüzlerce kilometre uzakta, Medine’de Mescid-i Nebevî’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Ashâbına (r.anhüm) bir hutbe (konuşma) irad ediyordu.
Aniden sustu. Mübarek gözleri yaşlarla doldu. Sesi titreyerek, Mûte’deki harp meydanını sanki canlı izliyormuş gibi, o Cihan Şümul mucizesini gösterdi:
“Sancağı Zeyd (r.a.) aldı… Zeyd (r.a.) çarpıştı ve şehit oldu!”
(Mescid’deki Ashâb (r.anhüm) ağlamaya başladı.)
“Sonra Sancağı Ca’fer (r.a.) aldı… Ca’fer (r.a.) de çarpıştı ve şehit oldu!”
(Ağlamalar hıçkırıklara dönüştü.)
“Sonra Sancağı Abdullah bin Revâha (r.a.) aldı… O (Abdullah r.a.) da çarpıştı ve şehit oldu!”
(Efendimiz (s.a.v.) bir an durakladı ve gözyaşları içinde müjdeyi verdi:)
“Sonra Onlar (üçü), bana (s.a.v.) Cennet’e yükseltildiler. Yakuttan tahtlar üzerinde oturuyorlardı…”
Ve Hz. Ca’fer (r.a.) için şu hususi müjdeyi verdi: “Allah Teâlâ (c.c.), Ca’fer’e (r.a.) o kesilen iki koluna bedel, Cennet’te meleklerle (a.s.) birlikte uçacağı iki kanat (Tayyâr) ihsan etti.” (Bu yüzden O’na (Ca’fer’e r.a.) “Ca’fer-i Tayyâr” / Uçan Ca’fer denildi.)

7. Allah’ın (c.c.) Kılıcı: Hâlid bin Velîd (r.a.)

Efendimiz (s.a.v.) Medine’de gözyaşı dökerken, Mûte’de İslâm Sancağı yere düşmek üzereydi. Ordu komutansız kalmış, 200.000 (İki yüz bin) kişilik düşman çemberinde imha (yok) olmak üzereydi.
Sahâbeden (r.anhüm) Sâbit bin Erkam (r.a.), Sancağı kaptı ve bağırdı: “Ey Müslümanlar! Başınıza bir komutan seçin!”
Bütün gözler, o Cihan Şümul askerî dehâya, Uhud’da İslâm Ordusu’nu arkadan vuran, ancak Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Hâlid bin Velîd’e (radıyallâhu anh) döndü.
Hâlid (r.a.), “Ben (Hâlid r.a.) yeni Müslüman oldum, bu şeref Ensâr’a (Medinelilere) veya eski Muhâcirlere (Mekkelilere) aittir” dediyse de, ordu “Komutan sensin, yâ Hâlid!” (r.a.) diye gürledi.
Hâlid bin Velîd (r.a.), Sancağı eline aldı. O (Hâlid r.a.), Resûlullah (s.a.v.) tarafından tayin edilmemişti, ancak ordunun icmâsı (oy birliği) ile komutan olmuştu.
Hâlid (r.a.), bir askerî dâhiydi. Baktı ve gördü: 3.000 (Üç bin) kişiyle 200.000 (İki yüz bin) kişiyi yenmek mümkün değildi. Tek bir hedef vardı: İslâm Ordusu’nu imha (yok) olmaktan kurtarmak.
O gün, harbin (savaşın) ilk günü, Hâlid (r.a.) Sancağı aldığında, o kadar şiddetli savaştı ki, Siyer kaynakları O’nun (Hâlid’in r.a.) elinde tam dokuz (9) kılıcın parçalandığını nakleder. Orduyu o gün dağılmaktan kurtardı.
Gece olduğunda, o meşhur harp (savaş) hilesini (taktiğini) devreye soktu:
• Ordunun sağ kanadındaki (sağ cenah) askerleri sola (sol cenah), soldakileri sağa aldı.
• Öndeki (öncü) askerleri arkaya, arkadakileri öne aldı.
• Bir gruba, gece vakti uzakta tepelerde durmaksızın toz kaldırmalarını emretti (Sanki takviye/yardımcı kuvvet geliyormuş süsü vermek için).
Sabah oldu. 200.000 (İki yüz bin) kişilik Bizans Ordusu, karşılarındaki 3.000 (Üç bin) kişiye baktı. Ancak gördükleri yüzler, dün savaştıkları yüzler değildi. Sağda gördükleri, dün soldaydı. Önde gördükleri, dün arkadaydı. Uzaktan da toz bulutları geliyordu.
Bizans komutanları dehşete kapıldı: “Medine’den takviye (yardımcı) ordu gelmiş!”
Hâlid (r.a.), düşmanın bu şaşkınlığından istifade etti. Önce ani bir hücumla düşmanı şaşırttı, sonra da “taktiksel bir geri çekilme (ric’at)” ile İslâm Ordusu’nu o devasa çemberden, o imha (yok olma) tehlikesinden kurtararak, salimen Medine’ye doğru yola çıkardı.
Medine’de, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’de o “canlı yayını” bitirirken, mübarek yüzü tebessüm etti ve son haberi verdi:
“Nihayet Sancağı, Allah’ın (c.c.) Kılıçlarından bir Kılıç (Seyfullah) eline aldı ve Allah (c.c.), O’nun (Hâlid’in r.a.) eliyle Müslümanlara (kurtuluş) fethini müyesser (kolay) kıldı.”
Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh), o gün, bizzat Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) lisanıyla “SEYFULLAH” (Allah’ın (c.c.) Kılıcı) unvanını aldı.
Ordu Medine’ye döndüğünde, bazı Medineliler (bilhassa çocuklar veya münafıklar), 3 (üç) komutanın şehit olduğunu ve ordunun (zafer kazanmadan) geri çekildiğini görünce, onları “Yâ Ferrârûn!” (Ey Kaçaklar! Ey Firariler!) diyerek taşlamaya (toz atmaya) başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ordusunu müdafaa etti:
“Hayır! Onlar ‘Ferrârûn’ (Kaçaklar) değil! Onlar, ‘Kerrârûn’dur (İnşallah, tekrar tekrar hücum edecek olanlardır)!”
Mûte, zâhiren bir zafer değildi; ancak 3.000 (Üç bin) kişinin, 200.000 (İki yüz bin) kişilik Roma İmparatorluğu’na meydan okuyup, O’nun (Roma’nın) kalbinden “sağ çıkması”, İslâm’ın adını Arap yarımadasının dışına, Cihan Şümul bir “Süper Güç” adayı olarak yazdırmıştı.
Hicretin 8. Yılı… İslâm Ordusu, Mûte’de, 200.000 (iki yüz bin) kişilik Bizans (Doğu Roma) ordusunun karşısına 3.000 (üç bin) kişiyle dikilmiş, üç sancaktarını (Zeyd, Ca’fer, Abdullah r.anhüm) şehit vermiş, ancak Hâlid bin Velîd’in (radıyallâhu anh) o Cihan Şümul askerî dehasıyla, o imha (yok oluş) çemberinden “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) unvanıyla çıkmıştı.
Bu sefer, İslâm Devleti’nin adını Arabistan yarımadasının dışına, dünyanın en büyük süper gücünün (Bizans) kapılarına dayamıştı. Medine artık sarsılmaz bir devletti. Güneyde (Mekke) ise, Hicretin 6. Yılında imzalanan Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması) sayesinde zâhiren bir sulh (barış) ve sükûnet hâkimdi.
Ancak bu sulh (barış), İslâm’ın Cihan Şümul davetinin önünü açtığı gibi, Kureyş’in içindeki intikam ateşini de söndürmemişti. Ve Kureyş, İslâm tarihinin en büyük fethine (Mekke’nin Fethi) kapı aralayacak o son, o ölümcül hatayı yapmak üzereydi.

BÖLÜM 29: AHDİN (SÖZÜN) İHLÂLİ VE 10.000 KİŞİLİK FETİH ORDUSU
(Medenî Dönem – XVIII)

1. Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) İhlâli

Hudeybiye Muahedesi’nin (Antlaşmasının) mühim şartlarından biri, “Diğer Arap kabileleri, isterlerse Muhammed’in (s.a.v.) himayesine (ittifakına), isterlerse Kureyş’in himayesine (ittifakına) girebilir. Hangi kabile hangi tarafa katılırsa, o tarafın bir parçası sayılacak ve onlara yapılan saldırı, asıl müttefike (Kureyş’e veya Medine’ye) yapılmış sayılacaktır” maddesiydi.
Bu maddeye binaen;
• Huzâa Kabilesi (ki Câhiliye devrinden beri Efendimiz’in (s.a.v.) dedesi Hâşimoğulları ile müttefikti), Resûlullah’ın (s.a.v.) ittifakına katıldı.
• Benî Bekir Kabilesi (ki Huzâa’nın kadim düşmanıydı), Kureyş’in ittifakına katıldı.
Antlaşma gereği, Benî Bekir ve Huzâa kabilesi de birbirine 10 yıl boyunca saldırmamakla yükümlüydü.
Ancak Hicretin 8. Yılı, Şâban ayında (Mûte’den kısa bir süre sonra), Kureyş, bu 10 yıllık sulhu (barışı) paramparça etti.
Benî Bekir kabilesi, Kureyş’in korumasına güvenerek, aralarındaki eski bir kan davasını canlandırmak istedi. Bir gece vakti, “Vetîr” denilen bir su başında, antlaşmaya (Muahedeye) güvenerek silahsız ve emniyet içinde bulunan Huzâa kabilesine âni bir baskın yaptılar.
Bu, bir katliamdı. Huzâalılar gafil avlanmıştı.
Ancak ihânetin en büyüğü, bu baskında Kureyş’in oynadığı roldü:
• Kureyş, müttefiki Benî Bekir’in bu saldırısını durdurmakla yükümlüyken, durdurmadı.
• Bilakis, Kureyş’in en azılı İslâm düşmanlarından olan Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil (Ebû Cehil’in oğlu) ve Süheyl bin Amr (Hudeybiye’yi imzalayan elçi), bu baskına gizlice silah ve at desteği verdiler.
• Hattâ bazı rivayetlere göre, bu Kureyş reisleri, gece karanlığından istifade ederek, yüzlerini gizleyip, bizzat Benî Bekir kabilesiyle birlikte Huzâalı Müslümanların katliamına iştirak ettiler (katıldılar).
Huzâalılar, canlarını kurtarmak için Mekke’ye, Mescid-i Harâm’ın (Harem Bölgesi) dokunulmazlığına sığındılar. Ancak Benî Bekir’in lideri Nevfel, o kadar Câhiliye kiniyle doluydu ki, Harem’de bile onları (Huzâalıları) takip etti ve “Bugün Harem falan yok! İntikam!” diye bağırdı.

2. “Yardım Sana Erişti, Yâ Amr!” (Medine’den Feryat)

Bu alçakça ihânet ve katliam üzerine, Huzâa kabilesinin reisi Amr bin Sâlim el-Huzâî, kırk (40) atlıyla birlikte, durmaksızın Medine’ye, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna geldi.
Mescid-i Nebevî’de, Resûlullah’ın (s.a.v.) ve Ashâbın (r.anhüm) önünde ayağa kalktı. Başına gelen felaketi, Benî Bekir’in zulmünü ve Kureyş’in bu ihânetini, son derece dokunaklı ve meşhur bir şiir (mersiye) ile feryat etti:
“Yâ Rab! Muhammed’e (s.a.v.) hatırlat, Seninle (s.a.v.) bizim aramızdaki o kadim ahdi (sözü)!”
“Kureyş sana (s.a.v.) verdiği sözden döndü, ahdini (sözünü) bozdu!”
“Bizi (Huzâalıları) Vetîr’de, uykumuzda, hattâ secdede (rükû halinde) iken katlettiler!”
“Yardım et, ey Allah’ın (c.c.) Resûlü! (s.a.v.) Bize yardım et!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), müttefikinin (Huzâa’nın) bu feryadını ve uğradığı ihâneti duyunca, mübarek yüzü hiddetten kızardı. O (s.a.v.) ahde (söze) vefânın (sadakatin) timsaliydi.
Mübarek ridasını (hırkasını) toplayarak ayağa kalktı ve gürledi:
“Nusirte, yâ Amr bin Sâlim!” (Yardım sana erişti / Yardım göreceksin, ey Amr bin Sâlim!)
Ve o Cihan Şümul yeminini etti:
“Vallahi, kendi nefsimi ve ailemi (Ehl-i Beytimi) neden (nasıl) koruyorsam, Huzâa kabilesini de onlardan (o şeylerden) korumazsam, Allah (c.c.) da bana (Muhammed’e s.a.v.) yardım etmesin!”
Artık karar verilmişti. Hudeybiye Muahedesi (Antlaşması), bizzat Kureyş’in eliyle yırtılmıştı.

3. Kureyş’in Paniği ve Ebû Süfyan’ın Zelil Yolculuğu

Kureyş, bu saldırıyı yaptığında, Mûte’nin neticesini (sonucunu) henüz tam bilmiyordu. Ancak İslâm Ordusu’nun (Hâlid r.a. komutasında) Bizans’tan “sağ kurtulduğunu” ve Medine’nin hâlâ dimdik ayakta olduğunu öğrendiklerinde, ne kadar büyük bir hata yaptıklarını anladılar.
Muhammed’in (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun, müttefiklerinin (Huzâa’nın) intikamını almak için Mekke’ye yürüyeceğinden emindiler.
Korku ve panik içinde, derhal bir “zarar kontrolü” (hasar tespiti) yapmaya karar verdiler. Liderleri Ebû Süfyan bin Harb’i, Medine’ye “acil” koduyla gönderdiler.
Ebû Süfyan’ın vazifesi: “Hudeybiye Muahedesi’ni (Antlaşmasını) yenilemek” ve “saldırıdan haberimiz yoktu” diyerek özür dilemekti.
Ebû Süfyan, Medine’ye geldi. Ancak 8 yıl önceki Ebû Süfyan değildi; Hendek’in mağrur (kibirli) komutanı değil, korku içindeki bir elçiydi.
İlk gittiği kapı, kendi öz kızının, Mü’minlerin Annesi (Ümmü’l-Mü’minîn) Hz. Ümmü Habîbe’nin (radıyallâhu anhâ) (ki Efendimiz’in s.a.v. zevcesiydi) kapısı oldu.
İçeri girdi. Tam Resûlullah’ın (s.a.v.) her zaman oturduğu mübarek mindere (sergiye) oturacaktı ki, Hz. Ümmü Habîbe (r.anha) bir hamleyle minderi çekti ve topladı.
Ebû Süfyan, şok oldu: “Kızım! Bu minderi mi benden esirgiyorsun, yoksa beni mi bu mindere lâyık görmüyorsun?”
Öz kızının (r.anha) cevabı, Câhiliye bağlarını (enaniyetini) parçalayan o Cihan Şümul iman cevabıydı:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) mübarek sergisidir. Sen (Ebû Süfyan) ise müşriksin, necissin (manen kirlisin). Bir müşriğin, Resûlullah’ın (s.a.v.) sergisine oturmasına asla izin vermem!”
Ebû Süfyan, “Kızım, vallahi sen (Ebû Süfyan’dan) ayrıldıktan sonra çok değişmişsin!” diyerek öfkeyle oradan ayrıldı.
İkinci olarak Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıktı. Yalvardı, Muahedeyi (Antlaşmayı) yenilemeyi teklif etti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) yüzüne baktı, ancak tek bir kelime dahi cevap vermedi.
Üçüncü olarak, Resûlullah’ın (s.a.v.) en yakın dostu Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk’a (r.a.) gitti. Yalvardı: “Ne olur, Resûlullah (s.a.v.) ile konuş, O’nu (s.a.v.) ikna et.”
Hz. Ebû Bekir (r.a.) net cevap verdi: “Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’a (s.a.v.) karşı bir işe asla aracılık etmem!”
Dördüncü olarak, Hz. Ömerü’l-Fâruk’a (r.a.) gitti. Hz. Ömer (r.a.), o celâlli (hiddetli) imanıyla gürledi:
“Ben (Ömer r.a.) mi sizin için şefaat (aracılık) edeceğim? Vallahi, (savaşacak) bir çakıl taşından başka bir şey bulamasam dahi, o taşla bile sizinle (Kureyş ile) harp (savaş) ederim!”
Ebû Süfyan, çaresiz ve zelil (aşağılanmış) bir halde, son kapı olarak Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Fâtıma’nın (r.anha) evine gitti. (Hz. Ali r.a., Ebû Süfyan’ın amcaoğluydu.)
Onlara (Hz. Ali r.a. ve Hz. Fâtıma r.anha) yalvardı. Hz. Ali (r.a.) “Resûlullah (s.a.v.) bir karar vermişse, biz (Hz. Ali r.a.) O’nu (s.a.v.) döndüremeyiz” dedi.
Ebû Süfyan, o kadar çaresizdi ki, Hz. Fâtıma’nın (r.anha) kucağındaki küçük Hz. Hasan’ı (r.a.) işaret etti: “Ne olur, şu oğlun (Hasan r.a.) kalksın, ‘Ben (Hasan r.a.) Kureyş’i himayeme (korumama) aldım’ desin. O (Hasan r.a.) ‘Arapların Efendisi’ olur!”
Hz. Fâtıma (r.anha) hiddetle cevap verdi: “O (Hasan r.a.) daha çocuktur! Hem Resûlullah’ın (s.a.v.) kararına karşı kim himaye (koruma) verebilir?”
Ebû Süfyan, Medine’de kimseden yüz bulamamıştı. Kendi öz kızı (r.anha) bile O’nu (Ebû Süfyan’ı) reddetmişti. Zelil (aşağılanmış) bir halde Mekke’ye döndü ve Kureyş’e raporunu verdi: “Muhammed (s.a.v.) kararını vermiş. Harp kaçınılmaz!”

4. “Allah’ım (c.c.), Gözlerini Bağla!”: 10.000 (On Bin) Kişilik Fetih Ordusu

Ebû Süfyan Medine’den ayrılır ayrılmaz, Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul emrini verdi: “Sefere Hazırlık!”
Ancak bu sefer, O’nun (s.a.v.) bir hedefi vardı: Kan dökmemek.
O (s.a.v.), doğduğu şehri, Kâbe’yi seviyordu. Eğer Kureyş, O’nun (s.a.v.) geldiğini bilirse, harp hazırlığı yapar; Mekke sokakları (Harem Bölgesi) kan gölüne dönerdi.
Bunun olmaması için, “Baskın” (Sürpriz Saldırı) stratejisini seçti.
• Hedefi Gizledi: Ashâbına (r.anhüm) “Hazırlanın” dedi, ancak nereye gidileceğini (Mekke’ye mi, Tâif’e mi, kuzeye mi) sadece en yakın kumandanlarına (Hz. Ebû Bekir r.a. gibi) söyledi.
• Bütün Yolları Tuttu: Medine’den Mekke’ye haber sızmasın diye, bütün yollara nöbetçiler dikti.
• Bütün Müttefikleri Çağırdı: Sadece Medineliler (Ensâr ve Muhâcirler) değil; Hudeybiye’den sonra Müslüman olan Gıfâr, Eşlem, Müzeyne, Cüheyne, Süleym, Gatafân gibi bütün müttefik kabilelere “Silahlanan, Medine’ye gelsin!” emri gönderdi.
Ve İslâm tarihinin, o güne kadar gördüğü en muazzam, en kalabalık ve en disiplinli ordusu Medine’de toplandı: 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu!
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu büyük orduyla Mekke’ye doğru yola çıkmadan önce, planının (kansız fetih) başarılı olması için Rabbine (c.c.) şu duayı etti:
“Allâhümme! Huz ‘ani’l-‘uyûne ve’l-ahbâra ‘an Kureyşin hattâ ebğatehâ fî bilâdihâ!”
(Allah’ım! Kureyş’in casuslarını (gözlerini) ve habercilerini bizden al (onların gözlerini bağla, haber almalarını engelle)! Tâ ki, biz onların yurduna (Mekke’ye) aniden (baskınla) varalım!)
(Bu duaya rağmen, Ashâbdan (r.anhüm) Hâtıb bin Ebî Beltea (r.a.) adında bir Sahabî (r.a.) (Bedir ehlindendi), Mekke’deki ailesini korumak için, Kureyş’e ordunun geldiğini haber veren bir mektup yazıp bir kadına verdi. Cebrail (a.s.), bu ihâneti Resûlullah’a (s.a.v.) vahiyle bildirdi. Efendimiz (s.a.v.) derhal Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Zübeyr’i (r.a.) gönderdi, kadını yolda yakalattı ve mektuba el koydurdu. Böylece baskın planı, ilâhî bir müdahaleyle korunmuş oldu.)

Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 10. Günü (10 Ramazan 8 H.).

10.000 (On bin) kişilik o muazzam ordu, oruçlu (bazıları seferî/yolcu olduğu için oruçsuz) halde, Kureyş’in haberi olmadan, Mekke’ye doğru yürüyüşe geçti.
Sekiz (8) yıl önce, gecenin karanlığında, bir mağaraya sığınarak, ağlayarak terk ettiği şehrine (Mekke’ye), şimdi 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak dönüyordu.

BÖLÜM 30: EL-FETHU’L-A’ZAM – MEKKE’NİN FETHİ (KANSIZ ZAFER)
(Medenî Dönem – XIX)

1. Merrü’z-Zahrân: 10.000 (On Bin) Ateşin Dehşeti

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) ve 10.000 (On bin) kişilik ordusu, akşam karanlığı çöktüğünde Mekke’ye çok yakın bir vadi olan **”Merrü’z-Zahrân”**a (bugünkü Fâtıma Vadisi) ulaştı ve orada konakladı.
Kureyş hâlâ gaflet içindeydi.
Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kureyş’in kalbine, kılıçtan daha keskin bir “korku” ve “heybet” salarak, onların harp etme azmini tamamen kırmak istiyordu. Tâ ki, kan dökülmesin.
O gece, o Cihan Şümul askerî dehasıyla ordusuna şu emri verdi:
“Ordudaki herkes, ayrı ayrı ateş yaksın!”
O gece, Merrü’z-Zahrân vadisi, Mekke’nin ufkunda, 10.000 (On bin) ayrı ateşin alevleriyle aydınlandı. Vadi, bir ateş denizine dönmüştü.
Mekke’de, bu dehşet verici manzarayı fark eden Kureyş reisleri (Ebû Süfyan, Hakîm bin Hizâm, Budeyl bin Verkâ) dehşete kapıldılar.
“Bu da ne? Vallahi, yeryüzünde böyle bir ordu, böyle bir ateş görmedik! Hangi kabile bu? Gatafân mı? Huzâa mı?”
Ebû Süfyan, titreyerek, “Bu, Huzâa’nın ateşinden çok daha büyük bir felaket!” dedi.
Kureyş’in lideri Ebû Süfyan, bu ateşlerin ne olduğunu öğrenmek için, yanına birkaç adamını alarak, gecenin karanlığında Mekke’den gizlice çıktı ve o ateş denizine doğru ilerledi.

2. Ebû Süfyan’ın Yakalanışı ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Himayesi

Aynı esnada, İslâm Ordusu’nun içinde, kalbi Mekke için çarpan biri vardı: Efendimiz’in (s.a.v.) amcası Hz. Abbâs (radıyallâhu anh). (Hz. Abbâs r.a., Kazâ Umresi’nden sonra Medine’ye hicret etmişti ve artık ordudaydı.)
Hz. Abbâs (r.a.) düşündü: “Eğer Resûlullah (s.a.v.) yarın bu orduyla Mekke’ye girerse ve Kureyş direnirse, bu, Kureyş’in sonu olur!”
Kavminin (Kureyş’in) kanının dökülmesini istemiyordu. Resûlullah’ın (s.a.v.) katırı (Düldül) üzerine atladı ve gecenin karanlığında, “Belki Mekke’den gelen bir oduncu veya sütçü bulurum da, Kureyş’e haber gönderirim; ‘Muhammed (s.a.v.) geldi, teslim olun!’ desin” diye karargâhtan ayrıldı.
İki taraf da (Ebû Süfyan keşif için, Hz. Abbâs r.a. haberci aramak için) karanlıkta ilerlerken, birbirlerinin seslerini duydular.
Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın sesini tanıdı!
“Ebû Hanzala (Ebû Süfyan’ın künyesi) sen misin?”
Ebû Süfyan, dehşetle sordu: “Ebû’l-Fadl (Hz. Abbâs’ın r.a. künyesi) sen misin? Nedir bu felaket? Bu gördüğümüz ateşler kimindir?”
Hz. Abbâs (r.a.) o Cihan Şümul gerçeği söyledi:
“Bu, Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) 10.000 (On bin) kişilik ordusudur! Kureyş için felaket kapıdadır!”
Ebû Süfyan donakaldı: “Peki, çare nedir? Ne yapmalıyız?”
Hz. Abbâs (r.a.): “Tek çare var! Gel, benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) terkime (katırımın arkasına) bin! Seni (Ebû Süfyan’ı) Resûlullah’tan (s.a.v.) ’eman’ (güvence/af) dilemek üzere O’nun (s.a.v.) huzuruna götüreyim. Yoksa sabah olduğunda Kureyş’in kökü kazınır!”
Ebû Süfyan, çaresizce, Kureyş’in Başkomutanı olarak, Hz. Abbâs’ın (r.a.) katırının terkisine bindi ve İslâm karargâhına doğru yola çıktılar.
Karargâha yaklaştıklarında, o gece nöbet tutan komutanın ateşini gördüler. O komutan, Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) idi.
Hz. Ömer (r.a.), karanlıkta gelen katırı durdurdu. Terkideki adamı görünce gözleri parladı. O adam, İslâm’ın en azılı düşmanı, Uhud’un ve Hendek’in komutanı Ebû Süfyan’dı!
Hz. Ömer (r.a.) kılıcına davrandı ve gürledi:
“Elhamdülillah! (Allah’a c.c. hamdolsun!) Allah (c.c.), seni (Ebû Süfyan’ı) bize ahidsiz (anlaşmasız) ve amansız (güvencesiz) teslim etti! Ey Allah’ın (c.c.) düşmanı!”
Hz. Ömer (r.a.), O’nu (Ebû Süfyan’ı) oracıkta öldürmek için hamle yaptı.
Ancak Hz. Abbâs (r.a.) atıldı: “Dur yâ Ömer! (r.a.) O (Ebû Süfyan), benim (Hz. Abbâs’ın r.a.) himayemdedir (emanımdadır)!”
Hz. Ömer (r.a.), “Himaye (Eman) falan tanımam!” diyerek Resûlullah’ın (s.a.v.) otağına (çadırına) doğru koştu. Hz. Abbâs (r.a.) da katırını mahmuzlayarak Efendimiz’in (s.a.v.) otağına (çadırına) ulaştı.

3. Ebû Süfyan’ın İslâm’a Girişi ve “Eman” Vaadi

Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) otağında (çadırında) o gece tarih yeniden yazılıyordu.
Hz. Ömer (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) İzin ver, şu Allah’ın (c.c.) düşmanı Ebû Süfyan’ın boynunu vurayım!”
Hz. Abbâs (r.a.): “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Hz. Abbâs r.a.) O’na (Ebû Süfyan’a) eman (güvence) verdim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ömer’i (r.a.) durdurdu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) “O’nu (Ebû Süfyan’ı) sabah bana (s.a.v.) getir” buyurdu.
Sabah oldu. Otağ (Çadır) yeniden kuruldu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yıllarca kendisine (s.a.v.) zulmeden, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen o mağrur (kibirli) Kureyş Reisi’ne baktı. Ve o mübarek suali sordu:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! ‘Lâ ilâhe illallah’ (Allah’tan c.c. başka ilâh yoktur) hakikatini anlamanın vakti hâlâ gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, kekeledi: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Ne kadar yumuşak huylu, ne kadar şereflisin! Vallahi, eğer Allah’tan (c.c.) başka bir ilâh (putlar) olsaydı, Hendek’te, Uhud’da bize yardım ederlerdi. Evet, Allah’tan (c.c.) başka ilâh olmadığına kani oldum.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), ikinci suali sordu:
“Peki, benim (Muhammed’in s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlü olduğumu anlamanın vakti gelmedi mi?”
Ebû Süfyan, tereddüt etti: “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun! Bu konuda… Bu konuda benim (Ebû Süfyan’ın) içimde hâlâ biraz şüphe var.”
İşte o an, Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ın kulağına eğildi ve kükredi:
“Ey Ebû Süfyan! Aklını başına al! Şu an kılıcın ucundasın! Derhal ‘Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah’ (Şahitlik ederim ki Muhammed s.a.v. Allah’ın c.c. Elçisidir) de, yoksa boynun vurulacak!”
Ebû Süfyan, 10.000 (On bin) kişilik ordunun Başkomutanının (s.a.v.) karşısında, otağda (çadırda) can korkusuyla, tereddüt içinde Kelime-i Şehâdet’i getirdi.
Zâhiren Müslüman olmuştu. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ebû Süfyan’ın) kalbini biliyordu, ancak O’nun (s.a.v.) maksadı Ebû Süfyan’ın imanı değil, Mekke’nin “Kansız Fethi” idi.
Hz. Abbâs (r.a.) araya girdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Süfyan, ‘Fahr’i (övünmeyi, itibarı) seven bir adamdır. O’na (Ebû Süfyan’a) bir şeref, bir imtiyaz (ayrıcalık) ver ki, kavmine (Kureyş’e) bununla övünebilsin.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul harp psikolojisi ve siyâset dehasıyla, hem kan dökülmesini engelleyecek hem de Kureyş’in liderinin enaniyetini (kibrini) okşayacak o meşhur “Genel Af” (Eman) ilanını yaptı:
“Git, yâ Abbâs! (r.a.) Ebû Süfyan’ı vadinin en dar yerine, İslâm Ordusu’nun geçit törenini göreceği yere götür. O (Ebû Süfyan), Allah’ın (c.c.) ordusunun heybetini görsün!”
Ve Ebû Süfyan’a döndü:
“Git, kavmine (Kureyş’e) söyle! Kim Ebû Süfyan’ın evine sığınırsa, O (sığınan) emniyettedir (güvendedir)!”
(Ebû Süfyan’ın evi, Kureyş reisinin evi olarak “eman” bölgesi ilan edilmişti.)
“Kim, kendi evine kapanır, kapısını kilitlerse, O (sığınan) da emniyettedir!”
“Ve kim, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınırsa, O (sığınan) da emniyettedir!”

4. İslâm Ordusu’nun Heybeti (Geçit Töreni)

Hz. Abbâs (r.a.), Ebû Süfyan’ı vadinin en dar boğazına götürdü. Ve 10.000 (On bin) kişilik Fetih Ordusu, kabile kabile, sancak sancak, o boğazdan geçmeye başladı.
Gıfâr geçti… Cüheyne geçti… Süleym geçti… Ebû Süfyan, “Bunlar kim?” diye sordukça, Hz. Abbâs (r.a.) “Bunlar Gıfâr, bunlar Süleym…” diye cevaplıyordu.
Ebû Süfyan, “Benim (Ebû Süfyan’ın) onlarla ne işim olur…” diye mırıldanıyordu.
En son, yeşil zırhlara bürünmüş, sadece gözleri görünen, sayıları binlerce olan o en heybetli birlik geldi. Bu, Resûlullah’ın (s.a.v.) “Hadrâ” (Yeşil) Taburu, yani Ensâr ve Muhâcirlerin (r.anhüm) çekirdek ordusuydu.
Ebû Süfyan, bu heybet karşısında titredi: “Sübhânallah! (Allah c.c. ne yücedir!) Bunlar kim, yâ Abbâs? (r.a.)”
Hz. Abbâs (r.a.) cevap verdi: “İşte bu, Resûlullah’tır (sallallâhu aleyhi ve sellem)! Ensâr (Medineliler) ve Muhâcirler (Mekkeliler) ile birlikte!”
Ebû Süfyan, o anda teslim oldu:
“Yâ Ebâ’l-Fadl! (Hz. Abbâs r.a.) Vallahi, kardeşinin oğlunun (Muhammed’in s.a.v.) mülkü (krallığı) ne kadar da büyümüş!”
Hz. Abbâs (r.a.), o Câhiliye (yanlış inanç) bakışını (açısını) düzeltti:
“Yazık sana, ey Ebû Süfyan! O (s.a.v.) ‘Mülk’ (Krallık) değil, O (s.a.v.) ‘Nübüvvet’tir (Peygamberliktir)!”

5. “Bugün Merhamet Günüdür!”: Mekke’ye Giriş (20 Ramazan 8 H.)

Ebû Süfyan, bu heybeti gördükten sonra, Resûlullah’ın (s.a.v.) emriyle Mekke’ye koştu. Kâbe’nin önüne çıktı ve Kureyş’e nefesi kesilerek bağırdı:
“Ey Kureyş! İşte Muhammed (s.a.v.), sizin karşı koyamayacağınız bir orduyla geldi! (Gördüklerimi anlattı).”
“Kurtulmak isteyen, benim (Ebû Süfyan’ın) evime sığınsın!”
“Kurtulmak isteyen, kendi evine kapansın!”
“Kurtulmak isteyen, Mescid-i Harâm’a (Kâbe’ye) sığınsın!”
Kureyş’in harp (savaş) etme azmi, o anda tamamen kırıldı. Mekke, kansız bir fethe hazırlanıyordu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik ordusunu dört (4) kola ayırdı:
• Sağ Kanat: Hâlid bin Velîd (Seyfullah) (r.a.) (Mekke’nin alt tarafından/Lît’ten girecek).
• Sol Kanat: Zübeyr bin Avvâm (r.a.) (Mekke’nin üst tarafından/Kedâ’dan girecek ve Sancağı Kâbe’nin yanına dikecek).
• Piyadeler: Ebû Ubeyde bin Cerrâh (r.a.) (Vadinin içinden/Batn-ı Vâdi’den girecek).
• Ensâr ve Muhâcirler: Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Sa’d bin Ubâde (r.a.) (En arkadan ve merkezden girecek).
Efendimiz’in (s.a.v.) bütün komutanlarına tek bir emri vardı:
“Size saldıranlar (mukâbele edenler) dışında, KESİNLİKLE kimseyle savaşılmayacak! Kan dökülmeyecek!”
Ordu ilerlerken, Ensâr’ın Sancaktarı (Bayraktarı) olan Sa’d bin Ubâde (r.a.), Câhiliye’den kalma bir hamasetle (kahramanlık coşkusuyla), Ebû Süfyan’ın yanından geçerken gürledi:
“Ey Ebû Süfyan! El-yevme yevmü’l-melhame!” (Bugün, en büyük harp (savaş) ve katliam günüdür!)
Ebû Süfyan, dehşetle Resûlullah’a (s.a.v.) koştu: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sa’d (r.a.) ne diyor? Bize (Kureyş’e) eman (güvence) vermedin mi? O (Sa’d r.a.) bugün katliam yapacağını söylüyor!”
Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), Sa’d’ın (r.a.) bu sözüne hiddetlendi. Fethin, intikam değil, rahmet olmasını istiyordu.
Derhal Sancağı Sa’d bin Ubâde’den (r.a.) aldı ve O’nun (Sa’d’ın r.a.) oğlu Kays bin Sa’d’a (r.a.) (veya Hz. Ali’ye r.a.) verdi. Ve o Cihan Şümul af ilanını haykırdı:
“Hayır, yâ Ebâ Süfyan! Sa’d (r.a.) yanlış söyledi!”
“Bel, el-yevme yevmü’l-merhame!” (Bilakis, bugün Merhamet Günüdür!)
“El-yevme yevmün tu’azzamu fîhi’l-Ka’be!” (Bugün, Kâbe’nin azametinin (şerefinin) yüceltileceği gündür!)

20 Ramazan 8 H. (M. 630), Cuma günü (veya Pazartesi).

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce ağlayarak çıktığı mübarek şehrine (Mekke’ye), 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı olarak, devesi Kasvâ’nın üzerinde, Fetih Suresi’ni okuyarak giriyordu.
Ama O (s.a.v.), bir Kral veya İmparator gibi kibirle (enaniyetle) girmiyordu. O (s.a.v.), Allah’ın (c.c.) kendisine (s.a.v.) lütfettiği bu fetih karşısında, o kadar büyük bir tevazu (alçakgönüllülük) ve şükür içindeydi ki;
Mübarek başını, devesinin hörgücüne değecek kadar öne eğmişti.
O (s.a.v.), Mekke’ye, bir “Fâtih” olarak değil, bir “Kul” olarak giriyordu.
(Sadece Hâlid bin Velîd’in (r.a.) girdiği güney kolunda, İkrime ve Safvân’ın (r.anhüm) komuta ettiği küçük bir müşrik grubu direniş göstermiş, Hâlid’in (r.a.) ordusu o direnişi kırmış, 12-13 müşrik öldürülmüş, Müslümanlardan ise sadece 2 şehit verilmişti. Bunun dışında Mekke’ye tek bir damla kan dökülmeden girilmişti.)
Hicretin 8. Yılı, Ramazan ayının 20’si, Cuma günü… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), sekiz (8) yıl önce gizlice terk ettiği şehrine, 10.000 (On bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun başında, bir Fâtih olarak giriyordu. Ancak bu Fâtih, diğer krallara ve imparatorlara zıt (aykırı) olarak, kibir (enaniyet) ve intikamla değil, Allah’a (c.c.) olan şükrü ve tevazusuyla, mübarek başını devesinin hörgücüne değecek kadar eğerek ilerliyordu.
O (s.a.v.), Mekke sokaklarından geçerken, evine gitmedi. O’nun (s.a.v.) ve O’nun (s.a.v.) ordusunun tek bir hedefi vardı: Câhiliye’nin (yanlış inançların) merkezi olan Kâbe-i Muazzama’yı, atası Hz. İbrahim’in (a.s.) inşa ettiği o Tevhid kalesini, ait olduğu asıl gayesine, yani sadece Allah’a (c.c.) ibadet edilen bir mâbede (ibadethaneye) döndürmek.

BÖLÜM 31: KÂBE’NİN TATHÎRİ (TEMİZLENMESİ) VE “GENEL AF”
(Medenî Dönem – XX: Mekke’nin Fethi’nin Tamamlanışı)

1. Kâbe’nin Putlardan (Sanam) Temizlenmesi

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Mescid-i Harâm’a ulaştı. O’nun (s.a.v.) mübarek lisanında (dilinde), O’na (s.a.v.) bu “Apaçık Feth”i (Feth-i Mübîn) vaat eden Fetih Suresi vardı.
Hacerü’l-Esved’i devesinin üzerinden, elindeki asâ (değnek) ile selamladı (İstilâm etti) ve tekbir (“Allahu Ekber!”) getirdi. 10.000 (On bin) kişilik ordu, O’nunla (s.a.v.) birlikte tekbir getirdi; Mekke dağları “Allahu Ekber!” nidalarıyla yankılandı.
Devesinin üzerinde, o mahşerî kalabalığın içinde, Kâbe’yi tavaf etti.
Tavafını tamamlarken, Kâbe’nin etrafına ve içine Câhiliye (yanlış inanç) devrinde yerleştirilmiş olan 360 (Üç yüz altmış) putu (sanem) gördü. Bunların en büyüğü Hubel, İsaf ve Naile idi.
O (s.a.v.), elindeki asâ (değnek/yay) ile, o kurşunla (veya harçla) sabitlenmiş putlara (sanemlere) tek tek işaret etmeye başladı.
O (s.a.v.) mübarek asâsıyla (değneğiyle) hangi puta (saneme) dokunsa (veya işaret etse), o put (sanem) yüzüstü yere devriliyordu.
O (s.a.v.) bu Cihan Şümul temizliği yaparken, lisanından da Kur’ân-ı Kerîm’in o Cihan Şümul hakikati dökülüyordu:
“De ki: ‘Hak geldi, bâtıl (yanlış inanç) yok oldu. Şüphesiz bâtıl (yanlış inanç), yok olmaya mahkûmdur.'” (İsrâ, 17/81)
Hak gelmişti; 360 (Üç yüz altmış) putun (sanemin) tamamı, tek bir balyoz darbesine gerek kalmadan, o ilâhî heybet karşısında devrilmiş, Kâbe’nin avlusu şirkten (yanlış inançtan) temizlenmişti.

2. Kâbe’nin Anahtarı ve Emanetin Ehline (Sahibine) Verilmesi

Sıra, Kâbe’nin içini temizlemeye gelmişti. Kâbe’nin kapısı kilitliydi. Kâbe’nin anahtarı (Sidâne vazifesi), Câhiliye’den (yanlış inançtan) beri Kureyş’in Benî Abdüddâr kolundan Osman bin Talha’daydı.
Efendimiz (s.a.v.), Osman bin Talha’yı çağırttı ve O’ndan (Osman’dan) anahtarı istedi.
(Osman bin Talha, henüz imanında tereddüt yaşayan biriydi. Rivayete göre, anahtarı vermekte tereddüt edince veya “Annemdedir” deyince, Hz. Ali (r.a.) o Cihan Şümul celâliyle (hiddetiyle) anahtarı O’ndan (Osman’dan) (veya annesinden) aldı.)
Anahtar, Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) elindeydi.
Kâbe’nin kapısı açıldı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), yanına sadece vefâkâr dostu Hz. Bilâl-i Habeşî’yi (r.a.), “evlatlığı” Hz. Usâme bin Zeyd’i (r.a.) ve (anahtarı getiren) Osman bin Talha’yı (r.a.) alarak içeri girdi.
Kâbe’nin içi de putlarla (sanemlerle) ve tasvirlerle (resimlerle) doluydu. Müşrikler, duvarlara meleklerin (a.s.), Hz. İbrahim’in (a.s.) ve Hz. Meryem’in (r.anha) tasvirlerini (resimlerini) çizmişlerdi.
Efendimiz (s.a.v.), içerideki bütün putların (sanemlerin) derhal kırılmasını ve bütün o tasvirlerin (resimlerin) silinmesini emretti.
Atası Hz. İbrahim’in (a.s.) Tevhid Mâbedi (İbadethanesi), her türlü şirk (yanlış inanç) unsurundan tamamen tathîr edildi (temizlendi).
Ardından Rahmet Peygamberi (s.a.v.), Kâbe’nin içinde, o mübarek duvarların arasında iki rekât şükür namazı kıldı.
Namazdan sonra dışarı çıktı. Kâbe’nin anahtarı mübarek elindeydi.
Amcası Hz. Abbâs (r.a.) (Kâbe’nin ‘Sikâye’ (hacılara su temini) vazifesini elinde tutuyordu) ve Hz. Ali (r.a.) (Hâşimoğulları’nın reisi), Fâtih’in (Muhammed’in s.a.v.) huzuruna geldiler. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Artık harp bitti. Hem Sikâye (su temini) hem de Sidâne (Kâbe anahtarı/perdedarlığı) vazifesini şeref olarak bize (Hâşimoğulları’na) verin” diye talepte bulundular.
Bu, siyâsî açıdan çok mantıklı bir talepti.
Ancak tam o esnada, Cebrail (aleyhisselâm), Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) o Cihan Şümul adalet ve emanet (güvence) ayetini getirdi:
“Şüphesiz Allah (c.c.), size emanetleri mutlaka ehline (sahiplerine) vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder…” (Nisâ, 4/58)
Bu, ilâhî bir emirdi. “Emanet” (Kâbe’nin anahtarı), ehli (sahibi) olan Osman bin Talha’ya (r.a.) iade edilmeliydi.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Ali (r.a.) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) talebini reddetti. Osman bin Talha’yı (r.a.) çağırdı ve anahtarı O’na (Osman’a r.a.) geri uzattı. Ve o Cihan Şümul adalet sözünü söyledi:
“Al, yâ Osman! (r.a.) Bugün ‘Vefâ ve İyilik’ günüdür. Bu anahtar, ebediyen sizin ailenizde (Benî Abdüddâr’da) kalacaktır. Bu anahtarı sizden, ancak zâlim (haksız) olanlar alır!”
(Resûlullah’ın (s.a.v.) bu eşsiz adaleti ve vefâsı, Osman bin Talha’nın (r.a.) ve ailesinin kalbini tamamen İslâm’a bağladı.)

3. “Gidiniz, Hepiniz Serbestsiniz!” (Genel Af)

Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Kâbe’nin kapısının eşiğinde durdu. Mübarek elini kapının pervazına koydu.
Aşağıda, Mescid-i Harâm’ın avlusunda, sekiz (8) yıl boyunca O’na (s.a.v.) ve Ashâbına (r.anhüm) en ağır zulümleri yapan, O’nu (s.a.v.) yurdundan çıkaran, O’nu (s.a.v.) öldürmek için Uhud’a ve Hendek’e ordularla gelen Kureyş’in tamamı; erkekler, kadınlar, reisler (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime) toplanmıştı.
Korku içinde, başları öne eğik, kaderlerini bekliyorlardı.
O (s.a.v.), 10.000 (On bin) kişilik Fâtih ordunun Başkomutanıydı. O (s.a.v.), bir Fâtih’in, mağlup ettiği düşmanına yapabileceği her şeyi (intikam, katliam, sürgün, köleleştirme) yapma hakkına zâhiren sahipti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), kaderini bekleyen o kalabalığa baktı ve o meşhur hutbesine (konuşmasına) başladı. “Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur, O’nun (c.c.) ortağı yoktur…” diye Tevhid’i ilan ettikten sonra, Kureyş’e döndü ve o tarihî suali sordu:
“Ey Kureyş cemaati! Bugün, benden (Muhammed’den s.a.v.) size nasıl bir muamele yapacağımı umuyorsunuz? (Mâ tezunnûne ennî fâ’ilün biküm?)”
Kureyş, O’nun (s.a.v.) “el-Emîn” (Güvenilir) olduğunu, O’nun (s.a.v.) “Rahmet” Peygamberi (s.a.v.) olduğunu biliyordu. O’nun (s.a.v.) merhametine sığındılar. Hep bir ağızdan, Hz. Yûsuf’a (a.s.) kardeşlerinin söylediği o sözle cevap verdiler:
“Hayr (İyilik) umuyoruz! Sen (s.a.v.), ‘Ahun Kerîm’ (Çok şerefli ve asil bir Kardeş) ve ‘İbnü Ahin Kerîm’sin! (Çok şerefli ve asil bir Kardeşin Oğlusun!)”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu cevabı duyunca, O (s.a.v.) da onlara (Kureyş’e), kardeşi Hz. Yûsuf’un (a.s.) Mısır’da kardeşlerine verdiği o Cihan Şümul affı ilan etti (Bkz: Yûsuf, 12/92):
“Bugün size hiçbir kınama (serzeniş) yoktur! Allah (c.c.) sizi affetsin! O (c.c.), merhametlilerin en Merhametlisidir.”
Ve ardından, “Merhamet Günü”nü (Yevmü’l-Merhame) ilan eden o Cihan Şümul “Genel Af” cümlesini kurdu:
“İzhebû fe entüm et-Tulakâ’!”
(Gidiniz! Hepiniz serbestsiniz!)
Bu, bir Fâtih’in, bir intikamcının değil; bir Peygamber’in (s.a.v.) gösterebileceği en yüce faziletti (erdemdi). Harp (Savaş) bitmiş, kalplerin fethi başlamıştı.

4. Kâbe’nin Damındaki Muzaffer (Galip) Nidâ: Ezan

Fetih tamamlanmış, putlar (sanemler) kırılmış, canlar bağışlanmıştı.
Öğle namazı vakti girmişti.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), sekiz (8) yıl önce Mekke sokaklarında, Kureyş reislerinin (Ümeyye bin Halef) kızgın kumlara yatırıp göğsüne kaya koyduğu ve “İnkâr et!” diye işkence ettiği o mübarek Sahabî’ye (r.a.) döndü.
O’na (s.a.v.), İslâm’ın o ilk “Sesi”ne, Hz. Bilâl-i Habeşî’ye (radıyallâhu anh) emretti.
Hz. Bilâl (r.a.), o Habeşli, o eski köle, o gün, İslâm’ın muzaffer (galip) Fâtih’inin (Muhammed’in s.a.v.) Baş Müezzini olarak, Kureyş’in bütün reislerinin (Ebû Süfyan, Attâb bin Esîd vb.) gözleri önünde, o Câhiliye (yanlış inanç) kibirlerinin (enaniyetlerinin) üzerine basarak, Kâbe-i Muazzama’nın damına (tavanına) çıktı.
Ve o gür, o muzaffer (galip) sesiyle, Fetih Ezanı’nı Mekke semâlarına haykırdı:
“Allahu Ekber! Allahu Ekber! … Eşhedü enne Muhammeden Resûlullah!”
Aşağıda, o sesi duyan Kureyş’in yeni iman etmiş (veya etmekte tereddüt eden) reisleri, Câhiliye (yanlış inanç) damarlarıyla fısıldaşıyorlardı:
Ebû Süfyan: “Ben (Ebû Süfyan) bir şey demem. Desem, şu çakıl taşları bile O’na (Muhammed’e s.a.v.) haber verir!”
Attâb bin Esîd: “Allah’a (c.c.) hamdolsun ki, babam (Esîd) bugünü (bu siyah kölenin Kâbe’nin damına çıktığını) görmeden öldü!”
Hâris bin Hişâm: “Vallahi, O’nun (Muhammed’in s.a.v.) hak olduğunu bilsem, O’na (s.a.v.) tâbi olurdum!”
(Daha sonra hepsi samimi Müslümanlar olacaklardı.)
Ancak o Ezan, Câhiliye’nin (yanlış inancın) bittiğini, şirk (yanlış inanç) devrinin kapandığını ve Kâbe’nin, Kıyamete kadar “Tevhid”in merkezi olarak kalacağını ilan ediyordu.
Mekke fethedilmiş, Kureyş “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) olarak İslâm’ın Cihan Şümul merhametine sığınmıştı. Kâbe, 360 (üç yüz altmış) puttan (sanem) tathîr edilmiş (temizlenmiş), Hz. Bilâl’in (r.a.) muzaffer (galip) Ezan’ı Mekke semâlarında yankılanmıştı. İslâm, Arabistan yarımadasının en büyük gücü olduğunu, sadece kılıçla değil, “Af” ve “Merhamet” ile de ispat (kanıt) etmişti.
Ancak bu kansız fetih, Mekke’nin hemen güneydoğusundaki dağlarda yaşayan, Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) ve en zengin kabilelerini (Hevâzin ve Sakîf) dehşete düşürmüştü.
Bu kabileler, bilhassa Tâif’te yaşayan Sakîf kabilesi, Kureyş’ten sonra sıranın kendilerine geleceğini biliyorlardı. Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) yıllar önce Tâif’e sığındığında O’nu (s.a.v.) nasıl taşladıklarını unutmamışlardı. Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir “zillet” (aşağılanma) olarak gördüler ve İslâm’a karşı, Câhiliye’nin o son büyük ordusunu toplamaya karar verdiler.

BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)

1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)

Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye (yanlış inanç) âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp (savaş) ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.

2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi

Hevâzin ve Sakîf’in bu harp (savaş) hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.

3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)

Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )

4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun

Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.

5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı

Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”

6. Bozgunun Zafere Dönüşü

Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp (savaş) meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.
.
Mekke’nin Fethi tamamlanmış, Kureyş’in 20 yıllık mücadelesi İslâm’ın Cihan Şümul (Evrensel) merhameti karşısında son bulmuştu. Ancak bu “kansız fetih”, Mekke’nin komşuları ve Arabistan’ın en savaşçı, en kibirli (enaniyetli) kabileleri olan Hevâzin ve (Tâif’te yaşayan) Sakîf kabilelerini dehşete düşürmüştü.
Onlar, Kureyş’in bu kadar kolay teslim olmasını bir zillet (aşağılanma) saydılar ve “Kureyş bittiyse, sıra bizdedir. Muhammed (s.a.v.) bize saldırmadan, biz O’na (s.a.v.) saldıralım!” diyerek, Câhiliye’nin (yanlış inancın) son büyük ordusunu topladılar.

*********

BÖLÜM 32: EN BÜYÜK ORDU, EN BÜYÜK İMTİHAN: HUNEYN GAZVESİ
(Medenî Dönem – XXI)

1. Câhiliye’nin Son Ordusu: Hevâzin ve Sakîf (Tâif)

Mekke’nin Fethi’nden sadece on beş (15) gün sonraydı.
Hevâzin kabilesinin genç ve kibirli (enaniyetli) reisi Mâlik bin Avf en-Nasrî, İslâm’a karşı birleşmek için bütün müttefik kabilelere (Sakîf, Nasr, Cüşem vb.) haber saldı.
“Kureyş bitti!” dedi. “Muhammed (s.a.v.) Mekke’yi aldı, şimdi O’nun (s.a.v.) gücü zirvedeyken O (s.a.v.) bize gelmeden, biz O’nun (s.a.v.) üzerine gidelim!”
Bu çağrıya, Arap kabilelerinden 20.000 (Yirmi bin) (bazı rivayetlerde 30.000) kişilik devasa bir ordu icabet etti.
Mâlik bin Avf, ordusunun “kaçma” ihtimalini ortadan kaldırmak için, Câhiliye âdetince, akıl almaz bir karar aldı:
Orduya, bütün kadınlarını, çocuklarını, bütün koyun, keçi ve deve sürülerini ve bütün altın ve gümüş servetlerini de yanlarına almalarını emretti.
Ordu, bir harp ordusu değil, bir “göç” kafilesi gibiydi.
Planı şuydu: Savaşçılar, arkalarında ailelerinin ve servetlerinin olduğunu bilirlerse, onları (ailelerini ve servetlerini) korumak için “ölümüne” savaşacaklar, asla kaçmayacaklardı.
(Hevâzin’in tecrübeli ve yaşlı reisi Düreyd bin Sımme, bu plana “Bu bir felakettir! Kaçan adamı (savaşçıyı) ailesi veya malı durduramaz. Eğer yenilirsek, hem canımızdan hem de bütün namusumuzdan ve servetimizden oluruz!” diye itiraz ettiyse de, kibirli (enaniyetli) Mâlik bin Avf O’nu (Düreyd’i) dinlemedi.)
Bu 20.000 (Yirmi bin) kişilik “her şeyini ortaya koyan” ordu, Mekke ile Tâif arasındaki **”Huneyn Vâdisi”**ne gelip karargâh kurdu ve Müslümanları beklemeye başladı.

2. İslâm’ın En Kalabalık Ordusu: 12.000 (On İki Bin) Kişi

Hevâzin ve Sakîf’in bu harp hazırlığı haberi, Mekke’deki Resûl-i Ekrem’e (s.a.v.) ulaştı.
Efendimiz (s.a.v.), derhal Fetih Ordusu’na “Hazırlık!” emri verdi.
Bu ordu, İslâm’ın o güne kadar gördüğü en büyük orduydu:
• Medine’den gelen 10.000 (On bin) kişilik Fâtih Ordu (Ensâr ve Muhâcirler r.anhüm).
• Mekke’nin Fethi’nde yeni Müslüman olan 2.000 (İki bin) kişilik Kureyşli “Tulakâ” (Serbest Bırakılanlar) birliği. (Ebû Süfyan, Safvân bin Ümeyye, İkrime bin Ebî Cehil gibi reisler de, henüz imanları tam kalplerine yerleşmemiş olsa da, bu orduya katıldılar.)
Toplam: 12.000 (On iki bin) kişilik muazzam bir İslâm Ordusu.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mekke’ye (Fetihten sonra) Vâli olarak Attâb bin Esîd’i (r.a.) bıraktı ve Hicretin 8. Yılı, 6 Şevval günü, bu büyük orduyla Huneyn’e doğru yola çıktı.
Ordu o kadar kalabalıktı ki, bu İslâm tarihinin ilk “büyük” ordusuydu. Bedir’de 313, Uhud’da 700, Hendek’te 3.000 olan Müslümanlar, şimdi 12.000 kişiydiler.

3. İlk İmtihan: “Sayı Çokluğu” Kibri (Enaniyeti)

Ancak bu sayı çokluğu, ordunun içine, farkında olmadan, Câhiliye’den kalma bir “kibir (enaniyet)” (veya özgüven) sızmasına sebep oldu.
Ashâbdan (r.anhüm) bazıları (veya yeni Müslüman olan Kureyşliler), ordunun bu heybetini görünce, o imtihan cümlesini fısıldadılar:
“Len nuğlebe’l-yevme min kılletin!”
(Biz, bugün, ‘azlık’ (sayı azlığı) yüzünden asla yenilgiye uğramayız!)
O güne kadar Müslümanlar zaferleri hep Allah’ın (c.c.) yardımıyla (“Nusret” ile), azlıklarına (sayı azlıklarına) rağmen kazanmışlardı (Bedir gibi). İlk defa zaferin sebebini Allah’ın (c.c.) yardımından değil, kendi “sayı çoklukları”ndan (Kemmiyet/Sayı) beklemeye başlamışlardı.
Bu “kibir (enaniyet)”, Allah’a (c.c.) olan tevekkülü (güveni) bir anlığına zedelemişti. Ve İslâm Ordusu, bu zedelenmenin bedelini, tarihinin en büyük bozgunlarından birini yaşayarak ödeyecekti.
Kur’ân-ı Kerîm, o anı şöyle tasvir eder:
“Andolsun ki Allah (c.c.), birçok yerde ve Huneyn gününde size yardım etmişti. Hani o gün çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş (sizi kibre/enaniyete sevk etmiş), fakat (bu çokluk) size hiçbir fayda sağlamamıştı. Yeryüzü, o genişliğine rağmen size dar gelmiş, sonra da (düşmana) arkanızı dönüp kaçmıştınız.” (Tevbe, 9/25 )

4. Huneyn Vâdisi: Büyük Pusu ve Bozgun

Hevâzin komutanı Mâlik bin Avf, sinsi bir harp (savaş) planı hazırlamıştı.
Huneyn Vâdisi, son derece dar, derin, kayalık ve pusuya elverişli bir vadiydi. Mâlik, 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordusunu, vadiye inen yamaçlara, kayalıkların ve dar geçitlerin ardına gizledi. Okçularını ve mızraklılarını en stratejik yerlere yerleştirdi.
Emri şuydu: “İslâm Ordusu’nun tamamı vadiye inene kadar kimse kıpırdamayacak. Tamamı vadiye indiğinde, tek bir adam gibi üzerlerine ok ve taş yağdırıp, hep birlikte hücuma kalkacağız!”
İslâm Ordusu (12.000 kişi), sabahın alacakaranlığında (Fecirden hemen sonra) Huneyn Vâdisi’ne inmeye başladı.
Ordunun en önünde (öncü birlik/Vanguard), Kureyş’in en cesur süvari komutanı ve yeni “Seyfullah” (Allah’ın c.c. Kılıcı) olan Hâlid bin Velîd (radıyallâhu anh) ve O’nun (Hâlid’in r.a.) komutasındaki Süleymoğulları ve yeni Kureyşliler (Tulakâ) vardı.
Onlar (Hâlid’in r.a. birliği), vadinin en dar yerine geldiklerinde, tuzağın farkında değillerdi.
Tam o anda, Mâlik bin Avf hücum emrini verdi.
Vadinin her iki yamacından, binlerce Hevâzinli okçu, Müslümanların üzerine (zifiri karanlıkta) bir “yağmur” gibi ok yağdırmaya başladı. Ardından o 20.000 (Yirmi bin) kişilik ordu, gürültüyle ve çığlıklarla yamaçlardan aşağı hücuma geçti.
Bu âni, beklenmedik ve dehşet verici baskın, İslâm Ordusu’nun öncü kolunu (Hâlid’in r.a. birliğini) tam bir paniğe sevk etti.
Öncü birlik (Hâlid’in r.a. birliği), neye uğradığını şaşırdı. Zırhlarını delip geçen ok yağmuru karşısında geriye, “Kaçın! Bozgun!” diye bağırarak kaçmaya başladılar.
Öncülerin bu paniği, arkadan gelen ana orduya (10.000 kişi) çarptı. Arkadakiler, öndekilerin neden kaçtığını bilmeden, “Bozgun var!” nidalarıyla, birbirlerini ezerek, geriye (Mekke’ye doğru) kaçışmaya başladılar.
12.000 (On iki bin) kişilik o muazzam ordu, o “Bugün yenilmeyiz!” diyen ordu, dakikalar içinde, tek bir kılıç dahi çekemeden, tam bir “Bozgun” (Hezimet) yaşıyordu.

5. Peygamber’in (s.a.v.) Sebatı (Kararlılığı) ve Hz. Abbâs’ın (r.a.) Nidâsı

Bozgun o kadar büyüktü ki, herkes kaçışıyordu.
Ancak Huneyn Vâdisi’nin ortasında, o ok yağmurunun altında, o 20.000 (Yirmi bin) kişilik düşman hücumunun tam karşısında, yerinden bir adım bile geri atmayan Biri (s.a.v.) vardı:
Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem).
O (s.a.v.), mübarek beyaz katırı (Düldül) üzerinde, tek başına düşmana doğru ilerlemeye çalışıyor ve o Cihan Şümul sebat (kararlılık) ve cesaret nidasını haykırıyordu:
“Ene’n-Nebiyyü lâ kezib! Ene’bnü Abdilmuttalib!”
(Ben (Muhammed s.a.v.) Peygamberim, yalan değil! Ben (Muhammed s.a.v.), (Kureyş’in Reisi) Abdülmuttalib’in torunuyum!)
“İleyye ‘ibâdallâh! İleyye ene Resûlullah!”
(Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin ey Allah’ın (c.c.) kulları! Bana (Muhammed’e s.a.v.) gelin! Ben (Muhammed s.a.v.) Allah’ın (c.c.) Resûlüyüm!)”
O (s.a.v.) hücum etmek istiyor, ancak katırının yularını tutan amcası Hz. Abbâs (r.a.) ve Ebû Süfyan bin Hâris (r.a.) (amcasının oğlu), O’nu (s.a.v.) durdurmaya çalışıyorlardı.
Bozgun anında, Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında sadece bir avuç (10 ila 100 kişi arası rivayet edilir) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) kalmıştı: Başta Hz. Ebû Bekir (r.a.), Hz. Ömer (r.a.), Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve Ensâr’dan (Medinelilerden) birkaç fedakâr…
Efendimiz (s.a.v.), bu bozgunun ancak İman ile durdurulacağını biliyordu. Amcası Hz. Abbâs’a (r.a.) (ki O’nun r.a. sesi çok gür ve tesirliydi) emretti:
“Yâ Abbâs! (r.a.) Nidâ et (Seslen)! Çağır onları (Ashâbı r.anhüm) geri!”
Hz. Abbâs (r.a.), o gür sesiyle, kaçmakta olan orduya doğru avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. O (r.a.), onların (Ashâbın r.anhüm) “sayı çokluğu” kibrini (enaniyetini) değil, “iman” ahidlerini (sözlerini) hatırlattı:
“Yâ Ma’şera’l-Ensâr!” (Ey Ensâr Cemaati! – Siz ki Medine’de bize kucak açtınız!)
“Yâ Ehle Bey’ati’r-Rıdvân!” (Ey Rıdvân Biatı’nın (Yemininin) Ehli! – Siz ki Hudeybiye’de o ağacın altında ‘Ölüm Yemini’ etmiştiniz!)
“Yâ Ehle Sûreti’l-Bakara!” (Ey Bakara Suresi (Âlimleri) Ehli!)”

6. Bozgunun Zafere Dönüşü

Hz. Abbâs’ın (r.a.) bu sesi, kaçmakta olan Ensâr’ın (Medinelilerin) ve Muhâcirlerin (Mekkelilerin) (Rıdvân Ehli’nin r.anhüm) kulaklarına ulaştığında, o Cihan Şümul imanın ve sadakatin ne demek olduğunu gösterdiler.
Sanki bir rüyadan uyanmış gibiydiler. Resûlullah’ı (s.a.v.) tek başına, düşmanın ortasında bıraktıklarını fark ettiler.
“Lebbeyk! Yâ Resûlallah! (s.a.v.) (Buyur Yâ Resûlallah! s.a.v.)” nidalarıyla, atlarını ve develerini geriye döndürdüler.
Öyle bir telaşla geri dönüyorlardı ki, sıkışıklıktan atını döndüremeyenler, atından atlıyor, kalkanını, zırhını atıyor, “Resûlullah’a (s.a.v.) ulaşmak için” yaya olarak düşman saflarına dalıyorlardı.
Önce 100 (Yüz) kişilik bir fedâi grubu Efendimiz’in (s.a.v.) etrafında toplandı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu imanın geri dönüşünü görünce, Bedir’deki mucizeyi tekrarladı. Yerden bir avuç toprak aldı, Hevâzin Ordusu’na doğru fırlattı ve buyurdu:
“Şâheti’l-Vücûh!” (Yüzleri kara olsun!)
O (s.a.v.), o bir avuç toprağı attıktan sonra harp (savaş) bitmişti. Buyurdu ki:
“Kâbe’nin Rabbine (c.c.) yemin ederim ki, Onlar (Hevâzin) artık hezimete (yenilgiye) uğradılar!”
Ve o bir avuç toprak, Hendek’te ve Bedir’de olduğu gibi, ilâhî bir emirle o 20.000 (Yirmi bin) kişilik Hevâzin Ordusu’nun tamamının gözlerine isabet etti.
Aynı anda, semâdan, gözle görülmeyen (veya beyaz elbiseli görülen) Melekler (a.s.) Ordusu nazil oldu (Tevbe, 9/26).
Müslümanların o fedâî hücumu ve bu ilâhî yardım (Nusret) karşısında, Hevâzin ve Sakîf Ordusu, o günün en büyük bozgununu yaşadı.
Bütün komutanları (Düreyd bin Sımme dahil) öldürüldü. Liderleri Mâlik bin Avf, canını zor kurtardı.
Savaş meydanını terk edip kaçtılar.
Ancak kaçarken, geride, harp meydanına “kaçmayalım” diye getirdikleri her şeyi;
Bütün kadınlarını (yaklaşık 6.000 kişi),
Bütün çocuklarını,
Bütün develerini (24.000 deve),
Bütün koyunlarını (40.000’den fazla koyun),
Ve bütün altın ve gümüş servetlerini (4.000 ukiyye gümüş)
…İslâm Ordusu’na “ganimet” olarak bırakmışlardı.
Huneyn Gazvesi, o “sayı çokluğu” kibri (enaniyeti) yüzünden, İslâm tarihinin en büyük “Bozgun”u (Yenilgisi) ile başlamış; ancak Resûlullah’ın (s.a.v.) o Cihan Şümul sebatı (kararlılığı) ve Ashâbının (r.anhüm) o sarsılmaz “iman” sadakati sayesinde, İslâm tarihinin en büyük “Ganimet”inin (Hazinesinin) kazanıldığı en büyük “Zafer”lerinden birine dönüşmüştü.

BÖLÜM 33: TÂİF KUŞATMASI VE KALPLERİN FETHİ (MÜELLEFE-İ KULÛB)

Huneyn’deki zafer muazzamdı, ancak Câhiliye’nin son kalesi henüz düşmemişti. Bozguna uğrayan Hevâzin ordusunun kalıntıları ikiye ayrıldı:
• Bir kısmı “Evtâs” vadisine kaçtı (Bunlar üzerine küçük bir birlik gönderildi ve mağlup edildiler).
• Ordunun asıl savaşçı kısmı olan Sakîf kabilesi ve komutanları Mâlik bin Avf, süratle kaleleri olan Tâif’e sığındı.

1. Yıllar Sonra Yeniden Tâif (Tâif Kuşatması – Hicret 8)

Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o Cihan Şümul zaferi Tâif’in fethiyle taçlandırmak istedi.
Bu, O’nun (s.a.v.) Tâif’e ikinci gelişiydi.
İlk gelişi (Hicretin 10. yılında), “Hüzün Yılı”nda, himayesiz, yalnız ve yardım arayan bir Peygamber (s.a.v.) olarak olmuş; Tâif’in çocukları O’nu (s.a.v.) taşlamış, mübarek ayaklarını kanlar içinde bırakmışlardı.
İkinci gelişi (Hicretin 8. yılında), 12.000 (On iki bin) kişilik muzaffer (galip) bir ordunun Başkomutanı, Mekke’nin Fâtihi olarak oluyordu.
Ancak Tâif’liler, Kureyş gibi değildi. Onlar, kalelerine ve okçuluktaki maharetlerine güveniyorlardı. Teslim olmaya niyetleri yoktu. Yıllarca yetecek erzakı kalelerine doldurdular ve kapıları kapattılar.
İslâm Ordusu, Tâif Kalesi’ni kuşattı.
Ancak Tâif Kalesi, müstahkem (sağlamlaştırılmış) bir kaleydi. Sakîf kabilesi, kalenin surlarından Müslümanların üzerine kızgın ok yağmurları yağdırıyordu. Müslümanlar bu ok yağmuru karşısında kayıplar (şehitler) vermeye başladılar.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu kuşatmada, Arap harp (savaş) geleneğinde olmayan, yeni harp teknolojilerini kullandı:
• Mancınık (Catapult): Düşman surlarını (kale duvarlarını) dövmek ve gedik açmak için (Selmân-ı Fârisî’nin r.a. tavsiyesiyle) mancınıklar kuruldu.
• Debbâbe (Zırhlı Araç): Kale duvarına yaklaşmak ve duvarı alttan delmek (lağım kazmak) veya yakmak için, üzeri derilerle kaplı, tekerlekli, zırhlı ahşap bir yürüyüş kulesi (Debbâbe) inşa edildi.
Ancak Sakîf kabilesi, bu hamlelere hazırlıklıydı. Debbâbe’nin üzerine surlardan kızgın demir parçaları ve alevli oklar atarak o ahşap kalkanı yaktılar. Mancınık atışları ise o kalın surlarda tesirli (etkili) olamadı.
Kuşatma, 20 (Yirmi) günden fazla sürdü. Müslümanlar şehitler veriyor, ancak kale düşmüyordu.
Kuşatma uzadıkça, Haram aylar (Zilkade) da girmişti (Harp/Savaş yapmanın yasak olduğu aylar). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), (muhtemelen ilâhî bir işaretle veya stratejik bir kararla) bu kalenin fethinin o gün nasip olmayacağını anladı.
Ashâbıyla (r.anhüm) istişare etti ve o Cihan Şümul emri verdi: “Kuşatmayı kaldırıyoruz. Medine’ye dönüyoruz.”
Bu karar, Huneyn’in galibi olan orduda bir hayal kırıklığı yarattı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu kadar geldik, Tâif’i fethetmeden mi döneceğiz?” dediler.
Efendimiz (s.a.v.) onlara (Ashâbına r.anhüm) “Öyleyse yarın hücum edin” buyurdu. Ertesi gün yapılan hücumda, Müslümanlar Tâiflilerin yoğun ok atışı altında daha çok yaralı verince, kuşatmayı kaldırma emrine razı oldular.
O (s.a.v.), yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif’e beddua etmemişti; şimdi de etmedi. Kuşatmayı kaldırırken, ellerini (ellerini) açtı ve o mübarek duayı etti:
“Allâhümme’hdi Sakîfe ve’ti bihim!”
(Allah’ım! Sakîf kabilesine hidayet ver! (İman nasip et) ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!)
(Bu dua, bir yıl sonra kabul olacak ve Tâif (Sakîf) kabilesi, bizzat Medine’ye heyet göndererek topluca Müslüman olacaklardı.)

2. Kalplerin Fethi: Ganimetlerin Taksimi (Müellefe-i Kulûb)

İslâm Ordusu, Tâif kuşatmasını kaldırarak, Huneyn’de ele geçirilen o muazzam ganimetlerin (6.000 esir, on binlerce hayvan ve gümüş) toplandığı “Ci’râne” mevkiine geri döndü.
Artık “Ganimet Taksimi” (Paylaşımı) yapılacaktı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu taksimde (paylaşımda), İslâm’ın Cihan Şümul siyâsetinin ve “Kalp Fethi”nin en büyük misallerinden (örneklerinden) birini gösterdi.
O (s.a.v.), ganimetin en büyük, en aslan payını; Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te O’nunla (s.a.v.) birlikte aç kalan, savaşan sadık (sadakatli) Ashâbına (Ensâr ve Muhâcirler’e r.anhüm) değil;
Mekke’de yeni Müslüman olmuş, imanları henüz kalplerine tam yerleşmemiş, Câhiliye kibri (enaniyeti) ve şerefi hâlâ taze olan Kureyş reislerine (Tulakâ) verdi.
Bu siyâsetin adı, Kur’ân-ı Kerîm’de de geçen “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacak Olanlar) siyâsetiydi.
• Ebû Süfyan’a (Kureyş’in Baş Reisi) 100 (yüz) deve ve bir miktar gümüş verdi. Ebû Süfyan, “Peki ya oğlum Yezîd?” dedi. O’na (Yezîd’e) da 100 (yüz) deve verdi. “Peki ya diğer oğlum Muâviye?” dedi. O’na (Muâviye’ye) da 100 (yüz) deve verdi. (Tek bir aileye 300 deve!)
• Safvân bin Ümeyye’ye (Mekke’nin Fethi’nde Müslüman olmamış, kaçmıştı, sonra emanla/güvenceyle gelmişti) bir vadi dolusu deve ve koyun verdi.
• İkrime bin Ebî Cehil, Hâris bin Hişâm, Süheyl bin Amr gibi… Düne kadar İslâm’ın en azılı düşmanı olan bütün Kureyş reislerine ve Gatafân’ın (bedevîlerin) reislerine yüzlerce deve ve yüklüce gümüşler verdi.
Bu Cihan Şümul cömertlik, o kalpleri katı reislerin buzlarını çözdü. Safvân bin Ümeyye (r.a.) daha sonra şöyle diyecekti: “Vallahi, Resûlullah (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) verdiğinde, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevimsizi (en buğz edileni) idi. O (s.a.v.) bana (Safvân’a r.a.) vermeye devam etti, vermeye devam etti… Tâ ki, O (s.a.v.) benim (Safvân’ın r.a.) gözümde insanların en sevileni (en mahbûbu) oluncaya kadar!”

3. Ensâr’ın (Medinelilerin) Hüznü ve Resûlullah’ın (s.a.v.) Gözyaşları

Ancak bu taksim (paylaşım), İslâm’ın bel kemiği olan Ensâr (Medineli Müslümanlar) arasında derûnî bir hüzne (üzüntüye) ve beşerî (insanî) bir kırgınlığa sebep oldu.
Çünkü Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o muazzam Huneyn ganimetinden, Kureyş’e (Mekkelilere) yüzlerce deve dağıtırken;
Ensâr’a (Medinelilere) tek bir deve, tek bir koyun, tek bir dirhem gümüş dahi vermemişti. Sıfır!
Ensâr’ın (Medinelilerin) gençleri, bu durumu hazmedemedi. Kalpleri kırılmıştı. Kendi aralarında fısıldaşmaya başladılar:
“Allah (c.c.), Resûlü’nü (s.a.v.) affetsin! Bu ne iştir?”
“Kılıçlarımızdan hâlâ onların (Kureyş’in) kanı damlarken, O (s.a.v.) bütün ganimeti kendi kavmine (Kureyş’e) verdi, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu!”
“Demek ki, zor gün bitince, (Resûlullah s.a.v.) vatanını (Mekke’yi) ve akrabalarını (Kureyş’i) hatırladı, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) bıraktı!”
Bu sitem ve kırgınlık dolu fısıltılar, Ensâr’ın (Medinelilerin) Reisi Sa’d bin Ubâde’nin (radıyallâhu anh) kulağına geldi. Sa’d (r.a.), derhal Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) çadırına gitti:
“Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bu ganimet taksiminden (paylaşımından) dolayı, kavmim Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbinde Sana (s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) var.”
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Peki, yâ Sa’d! (r.a.) Senin (Sa’d’ın r.a.) kalbin (görüşün/reyin) nicedir?”
Sa’d (r.a.), dürüstçe cevap verdi: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ben (Sa’d r.a.) de kavmimden (Ensâr’dan r.anhüm) bir ferdim (Benim de kalbim kırık).”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu Cihan Şümul imtihanın, kılıçla değil, “sevgi” ve “gözyaşı” ile çözüleceğini biliyordu. Emretti:
“Yâ Sa’d! (r.a.) Derhal git! Kavmini (Ensâr’ı r.anhüm) şu çadırda (veya üstü kapalı alanda) topla! Aralarına sizden (Ensâr’dan r.anhüm) olmayan HİÇ KİMSE (ne Muhâcir, ne Kureyşli) girmesin!”
Sadece Ensâr (Medineliler) toplandı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o hüzünlü ve sitemkâr (kırgın) Ashâbının (r.anhüm) karşısına dikildi. Ve Siyer tarihinin en dokunaklı, en Cihan Şümul hitabelerinden (konuşmalarından) birini yaptı:
O (s.a.v.) söze başladı: “Ey Ensâr (Medineliler) cemaati! İşittiğime göre, kalbinizde (nefsinizde) bana (Muhammed’e s.a.v.) karşı bir kırgınlık (hüzün) duymuşsunuz?”
“Duydum ki, ‘Muhammed (s.a.v.) kavmine (Kureyş’e) kavuştu, bizi (Ensâr’ı r.anhüm) unuttu’ demişsiniz?”
“Ey Ensâr! (Medineliler) … Siz (Ensâr r.anhüm) dalâlette (sapıklıkta/putperest) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) hidayete (İslâm’a) erdirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) fakir (yoksul) değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla sizi (Ensâr’ı r.anhüm) zenginleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
“Ey Ensâr! (Medineliler) Siz (Ensâr r.anhüm) birbirinize (Evs ve Hazrec) düşman değil miydiniz de, Allah (c.c.) benim (Muhammed s.a.v.) vasıtamla kalplerinizi (gönüllerinizi) birleştirmedi mi?”
Ensâr (r.anhüm) hep bir ağızdan: “Evet! Lütuf ve minnet Allah’a (c.c.) ve Resûlü’nedir (s.a.v.)!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) durdu ve sesini değiştirdi:
“Ey Ensâr! (Medineliler) Vallahi, isteseydiniz, siz (Ensâr r.anhüm) de (bana Muhammed’e s.a.v.) şöyle diyebilirdiniz ve sonuna kadar haklı olurdunuz:
‘Yâ Muhammed! (s.a.v.) Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’de) yalanlanmış (tekzîb edilmiş) olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) inandık (tasdik ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) (Mekke’den) kovulmuş olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) kucak açtık (himaye ettik)!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) fakir olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Sana (Muhammed’e s.a.v.) mallarımızı paylaştırdık!’
‘Sen (s.a.v.) bize (Ensâr’a r.anhüm) yardımsız olarak geldin; biz (Ensâr r.anhüm) Seni (Muhammed’i s.a.v.) koruduk!’
“Eğer bunları (bu sözleri) söyleseydiniz, vallahi doğru söylemiş olurdunuz!”
Sonra o Cihan Şümul suali sordu (hitabetin zirvesi):
“Ey Ensâr! (Medineliler) … O (Kureyş) insanların kalplerini (gönüllerini) İslâm’a ısındırmak (Müellefe-i Kulûb) için, fâni (geçici) dünyanın o değersiz mallarından (ganimetlerinden) onlara (Kureyş’e) biraz pay (hisse) verdim diye mi kalbinizde (gönlünüzde) bana (Muhammed’e s.a.v.) kırıldınız?”
Ve o Cihan Şümul teklifi yaptı. O (s.a.v.) teklif ki, Ensâr’ın (Medinelilerin) kalbini (gönlünü) paramparça etti:
“Ey Ensâr Cemaati!
O (Mekkeliler) insanlar, evlerine (yurtlarına) develerle, koyunlarla, altın ve gümüşlerle dönerken;
Siz (Ensâr r.anhüm), evlerinize (yurtlarınıza) bizzat Allah’ın (c.c.) Resûlü (s.a.v.) ile (Muhammed s.a.v. ile) dönmeye razı değil misiniz?”
Bu söz, çadıra bir bomba gibi düştü.
Bütün Ensâr (Medineliler), o koca koca Sahabîler (r.anhüm), hüngür hüngür ağlamaya başladılar. O çadırdan sadece gözyaşı ve hıçkırık sesleri geliyordu. Sakalları gözyaşlarıyla sırılsıklam olmuştu.
Hep bir ağızdan, o gözyaşları içinde feryat ettiler:
“Radînâ bi-Resûlillâhi (s.a.v.) kısmen ve hazzâ!”
(Biz (Ensâr r.anhüm), pay (hisse) ve ganimet olarak Allah’ın (c.c.) Resûlü’ne (s.a.v.) razı olduk! Razı olduk Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bize (Ensâr’a r.anhüm) Sen (Muhammed s.a.v.) yetersin!)
Resûl-i Ekrem (s.a.v.) de onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte ağlıyordu. Ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul vefâ (sadakat) yeminini etti ve duasını yaptı:
“Vallahi, eğer Hicret (fazileti) olmasaydı, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’dan (Medinelilerden) bir fert olmak isterdim!”
“Vallahi, bütün insanlar bir vadiye (yola) gitse, ben (Muhammed s.a.v.) muhakkak Ensâr’ın (Medinelilerin) gittiği vadiye (yola) giderdim!”
“Ey Allah’ım! (c.c.) Ensâr’a (Medinelilere) rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) çocuklarına rahmet et! Ensâr’ın (Medinelilerin) torunlarına rahmet et!”
Huneyn Gazvesi, “sayı çokluğu”nun (kemmiyetin) değil, “iman”ın (keyfiyetin) zaferi olmuştu.
Ganimet taksimi (paylaşımı) ise, Kureyş’in “kalbini (gönlünü)” fethetmiş; Ensâr’ın (Medinelilerin) ise Resûlullah’a (s.a.v.) olan “Aşkı”nı (sevgisini) tazelemişti.
Efendimiz (s.a.v.), Ci’râne’de ihrama girerek Umre yaptı ve Medine’ye, Ensâr’ın (Medinelilerin) yurduna, onlarla (Ensâr’la r.anhüm) birlikte döndü.

Mekke’nin Fethi, Câhiliye’nin bel kemiğini kırmıştı. Huneyn Zaferi ve Tâif’in (Sakîf’in) teslimiyeti ise, Arabistan’daki son büyük müşrik direnişini de sona erdirmişti. Resûl-i Ekrem’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Huneyn ganimetlerini (hazinelerini) “Müellefe-i Kulûb” (Kalpleri İslâm’a Isındırılacaklar) siyasetiyle Kureyş’in yeni Müslüman olan reislerine (Ebû Süfyan, Safvân r.a. vb.) dağıtması, onların (Kureyş reislerinin) kalplerini (gönüllerini) tamamen İslâm’a bağlamıştı.
Ensâr’ın (Medinelilerin) o Cihan Şümul (Evrensel) vefâsı (sadakati) ise, “Ganimet olarak bize (Ensâr’a r.anhüm) Allah’ın Resûlü (s.a.v.) yeter!” sözleriyle, Medine’nin içtimaî (sosyal) bütünlüğünü zirveye taşımıştı.
Artık İslâm’ın karşısında duracak bir Arap gücü kalmamıştı.

BÖLÜM 34: “ZORLUK ORDUSU” (CEYŞÜ’L-USRE) VE SON GAZVE: TEBÜK
(Medenî Dönem – XXII)

1. “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) – Hicretin 9. Yılı

Hicretin 9. Yılı (M. 630-631), Medine için bir “Hasat” yılı oldu. Mekke’nin Fethi’ni ve Huneyn Zaferi’ni gören Arap kabileleri, İslâm’ın sadece manevî bir güç değil, aynı zamanda Arabistan’ın en büyük siyasî ve askerî gücü olduğunu da idrak ettiler (anladılar).
Artık direnmenin bir manası kalmamıştı. Arabistan’ın dört bir yanından (Yemen’den, Umman’dan, Bahreyn’den, Necid’den), kabile reisleri (liderleri) ve temsilcileri (elçileri), Medine’ye, Mescid-i Nebevî’ye akın etmeye başladılar.
Bu heyetler (vüfûd), Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) huzuruna çıkıyor, O’nun (s.a.v.) Peygamberliğini (s.a.v.) tasdik ediyor ve kabilelerinin topluca İslâm’a girdiğini ilan ediyorlardı.
Bu heyetlerin (heyetlerin) en mühimi, şüphesiz Sakîf (Tâif) Heyeti idi.
Yıllar önce Resûlullah’ı (s.a.v.) taşlayan, Huneyn’de O’na (s.a.v.) karşı savaşan ve Tâif Kalesi’ne sığınan Sakîf kabilesi, Efendimiz’in (s.a.v.) kuşatmayı kaldırırken yaptığı o mübarek duanın (“Allah’ım! Sakîf’e hidayet ver ve onları (Müslüman olarak) bana (Muhammed’e s.a.v.) getir!”) bereketiyle, artık direnemeyeceklerini anlamışlardı.
Bizzat Medine’ye geldiler. İslâm’ı kabul ettiler. Tek bir şartları vardı: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Tâif’teki en büyük putumuz (sanemimiz) olan ‘Lât’ı (putunu) kırmamıza izin ver, O’nu (Lât’ı) üç (3) yıl (veya bir/1 yıl) daha tutalım.”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Tevhid (Allah’ın c.c. birliği) akidesinde (inancında) asla taviz vermedi. Bu teklifi kati olarak reddetti.
“Peki, o (Lât) zaman O’nu (Lât’ı) kendi ellerimizle kırmayalım, bize (Sakîf’e) ağır geliyor. Sen (s.a.v.) birini gönder, O (gönderilen) kırsın” dediler. Efendimiz (s.a.v.) bunu kabul etti. (Ve Tâif’teki o meşhur putu (sanemi) kırma vazifesini, ironik bir şekilde, eski bir putperest (müşrik) komutan olan Muğîre bin Şu’be’ye (r.a.) verdi.)
Medine’ye o yıl o kadar çok heyet (elçi) geldi ki, Mescid-i Nebevî bir diplomasi (elçilik) merkezine döndü. Bu yüzden Hicretin 9. Yılı, İslâm tarihinde “Senetü’l-Vüfûd” (Heyetler Yılı) olarak anıldı.
Cenâb-ı Hak, bu manzarayı Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle tasvir (betimleme) edecekti:
“Allah’ın (c.c.) yardımı ve fetih (Mekke’nin Fethi) geldiğinde ve insanların bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girdiklerini gördüğünde, Rabbine (c.c.) hamd ederek tesbihte bulun ve O’ndan (c.c.) bağışlama dile. Şüphesiz O (c.c.), tevbeleri (tövbeleri) çok kabul edendir.” (Nasr, 110/1-3 )

2. Kuzeyden Gelen Tehdit: Bizans (Roma) Ordusu

Arabistan yarımadası (Cezîretü’l-Arap) tamamen İslâm’ın sancağı altında birleşmişti. Ancak İslâm’ın Cihan Şümul davet mektupları, Kuzey’deki o devasa gücü (Bizans/Roma) rahatsız etmişti.
Mûte Savaşı’nda (Hicret 8), 3.000 (Üç bin) Müslümanın 200.000 (İki yüz bin) (veya 100.000) kişilik Bizans (Roma) ordusuna kafa tutması ve Hâlid bin Velîd’in (r.a.) o orduyu salimen geri çekmesi, Bizans (Roma) İmparatoru Herakliyus’u şaşırtmış ve korkutmuştu.
Herakliyus, Arabistan’da doğan bu yeni “Süper Güç”ü (İslâm Devleti’ni), daha fazla büyümeden, kökünden ezmeye karar verdi.
Hicretin 9. Yılı, Receb ayında (M. 630), Medine’ye korkunç bir istihbarat (haber) ulaştı:
“Herakliyus, Şam (Suriye) sınırına, Bizans (Roma) askerleri ve O’na (Herakliyus’a) bağlı Hristiyan Arap (Gassânî) kabilelerinden oluşan 40.000 (Kırk bin) kişilik muazzam bir ordu yığmıştır. Ordu, Medine’ye yürümeye hazırlanmaktadır!”
Bu, Hendek’ten (10.000 kişi) bile daha büyük, dünyanın en profesyonel ordusunun (Bizans/Roma) topyekûn bir istila (işgal) tehdidiydi. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu tehdide derhal ve en üst seviyede karşılık verilmesi gerektiğine karar verdi.

3. “Ceyşü’l-Usre” (Zorluk Ordusu) ve İman İmtihanı

Efendimiz (s.a.v.), bu kez hedefi gizlemedi. Bütün Müslümanlara ve müttefik Arap kabilelerine “Açık Çağrı” (Nefîr-i Âmm) yaptı:
“Bizans (Roma) üzerine, Tebük’e yürüyoruz! Hazırlanın!”
Bu çağrı, İslâm Ümmeti’nin o güne kadar karşılaştığı en ağır “İman İmtihanı” idi. Bu yüzden bu sefere “Zorluk Gazvesi” (Gazvetü’l-Usre) denildi.
Zorluk şuydu:
• Mevsim: Arabistan’ın en kavurucu, en sıcak yaz aylarıydı (Temmuz/Ağustos).
• Mesafe: Tebük, Medine’ye 700-800 km uzakta, çölün ortasındaydı.
• Zamanlama: Tam hurmaların olgunlaştığı “Hasat” zamanıydı. Medine’nin bütün bir yıllık ekonomisi (nafakası) bu hasata bağlıydı. Sefere gitmek demek, o yılın bütün gelirini (hurmaları) ağaçlarda çürümeye terk etmek demekti.
• Düşman: Karşıdaki düşman, Kureyş veya Hevâzin gibi bedevîler (çöl Arapları) değil, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) idi.
Bu sefer, “Gerçek Mü’min” ile “Münafık”ı (sahtekârı), “Cömert” ile “Cimri”yi ayıracak olan son “Furkân” (ayırma) imtihanıydı.
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), bu muazzam orduyu (Ceyşü’l-Usre’yi) teçhiz etmek (donatmak) için “İnfâk” (Malî Yardım) seferberliği başlattı.
O gün, Sahâbe (r.anhüm), imanın ve fedakârlığın ne demek olduğunu Cihan Şümul âleme (dünyaya) gösterdi:
• Hz. Osman’ın (r.a.) Cömertliği (Zenginlerin İmtihanı):
Hz. Osman bin Affân (radıyallâhu anh) (Zinnûreyn/İki Nur Sahibi), bu ordunun (Ceyşü’l-Usre’nin) neredeyse üçte birini (1/3) tek başına donattı. Rivayete göre; 900 (Dokuz yüz) deve, 100 (Yüz) at (tam teçhizatlı) ve 1.000 (Bin) dinar altın (muazzam bir servet) bağışladı. Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Hz. Osman’ın (r.a.) getirdiği o altınları mübarek elleriyle karıştırırken, o kadar sevinmişti ki, O’na (Osman’a r.a.) şu müjdeyi verdi: “Bugünden sonra Osman’a (r.a.) yaptığı (yapacağı) hiçbir şey (günah) zarar vermez!”
• Hz. Ebû Bekir (r.a.) ve Hz. Ömer’in (r.a.) Yarışı:
Hz. Ömer (r.a.), “Hayatımda hep Ebû Bekir’i (r.a.) geçmek istedim. Bugün, malımın yarısını getiriyorum. Bugün O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) geçeceğim!” (r.a.) diyerek malının tam yarısını (1/2) Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ömer! (r.a.) Ailene (Ehline) ne bıraktın?”
Hz. Ömer (r.a.): “Malımın yarısını (1/2), Yâ Resûlallah! (s.a.v.)”
Az sonra Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) geldi. O (Ebû Bekir r.a.), bir bohça içinde malının TAMAMINI Efendimiz’in (s.a.v.) önüne koydu.
Efendimiz (s.a.v.) sordu: “Yâ Ebâ Bekir! (r.a.) Sen (Ebû Bekir r.a.) ailene (ehline) ne bıraktın?”
O (Ebû Bekir r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi), o Cihan Şümul (Evrensel) iman cevabını verdi:
“Onlara (Ehline) Allah’ı (c.c.) ve Resûlü’nü (s.a.v.) bıraktım!”
Hz. Ömer (r.a.) o anda ağlamaya başladı ve “Anladım ki, ben (Ömer r.a.) seni (Ebû Bekir’i r.a.) hiçbir zaman geçemeyeceğim” dedi.
• “el-Bekkâûn” (Ağlayanlar) (Fakirlerin İmtihanı):
Bu zenginlerin (mal sahiplerinin) yanında, bir de fakir (yoksul) Ashâb (r.anhüm) vardı. Onlar (Bekkâûn r.anhüm) da bu sefere (Cihâd’a/Gazâya) katılmak, şehit olmak istiyorlardı. Efendimiz’in (s.a.v.) huzuruna geldiler: “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Bekkâûn’un r.anhüm) ne kılıcımız ne de binecek devemiz var. Bize (Bekkâûn’a r.anhüm) de binecek (hayvan) ver, biz (Bekkâûn r.anhüm) de gelelim!”
Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o anki imkânsızlık içinde, hüzünle cevap verdi: “Vallahi, sizi (Bekkâûn’u r.anhüm) bindirecek hiçbir şey (hayvan) bulamıyorum.”
Bu Sahabîler (r.anhüm) (el-Bekkâûn r.anhüm), Cihâd’a (Gazâya) katılamadıkları için, hıçkıra hıçkıra ağlayarak geri döndüler. Onların (Bekkâûn’un r.anhüm) bu ihlaslı (samimi) gözyaşları üzerine, Cenâb-ı Hak, Tevbe Suresi’nde (9/92) Onları (Bekkâûn’u r.anhüm) överek teselli etti.

 

 

  • Münafıkların İhâneti (Sahtekârların İmtihanı):

    Bu “Zorluk” (Usre) imtihanı, Münafıkların (sahtekârların) son maskesini de düşürdü. Onlar (Münafıklar), Resûlullah’a (s.a.v.) gelip yalan mazeretler (bahaneler) sundular:
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) ‘Bu sıcakta sefere mi çıkılır?’ Bize (Münafıklara) izin ver, Medine’de kalalım.” (Allah c.c. onlara r.anhüm cevap verdi: “De ki: Cehennem ateşi, bu sıcaktan çok daha şiddetlidir!” – Tevbe, 9/81)
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizim (Münafıkların) evlerimiz savunmasız (Avret).” (Allah c.c., “Onların (Münafıkların) evleri savunmasız değildi, onlar (Münafıklar) sadece kaçmak istiyorlardı” – Ahzâb, 33/13 dedi.)
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Bizans (Roma) kadınları (kızları) çok güzeldir. Biz (Münafıklar) gidersek, fitneye (günaha) düşeriz. Bize (Münafıklara) izin ver, fitneye (günaha) düşmeyelim.” (Allah c.c. cevap verdi: “Haberiniz olsun ki, onlar (Münafıklar) zaten fitnenin (günahın) tam içine düşmüşlerdir!” – Tevbe, 9/49)
    Ve Medine’nin en büyük münafığı (sahtekârı) Abdullah bin Übeyy bin Selûl, en büyük ordusuyla Medine’nin dışında karargâh kurdu, ancak “Bizans’la (Roma’yla) savaşılmaz” diyerek, İslâm Ordusu’ndan ayrılıp Medine’ye geri döndü.

    4. Tebük’e Varış ve Kılıçsız Zafer

    İslâm Ordusu, geride kalan münafıklara (sahtekârlara) ve imanı zayıflara (inancı güçsüzlere) aldırmadan, 30.000 (Otuz bin) kişilik o muazzam kuvvetle (10.000’i atlı) yola çıktı.
    Bu, İslâm tarihinin o güne kadar gördüğü en büyük orduydu.
    Ancak yolculuk, “Zorluk” (Usre) ismine lâyık bir meşakkatle (zorlukla) doluydu. Sıcaklık dayanılmazdı. Su kaynakları (kuyular) kurumuştu. Açlık o raddeye gelmişti ki, Sahabîler (r.anhüm) develerinin içindeki suyu (işkembelerindeki) içmek veya su bulmak için develerini kesmek zorunda kalmışlardı.
    Ancak bu 30.000 (Otuz bin) sâdık (sadakatli) Mü’min (inanan), o imkânsız çöl yolculuğunu tamamladı ve Tebük’e ulaştı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.) karargâhı kurdu ve 40.000 (Kırk bin) kişilik Bizans (Roma) Ordusu’nu beklemeye başladı.
    Ancak meydanda kimse yoktu!
    Bizans (Roma) casusları, Müslümanların o kavurucu çölde, hasat mevsimini terk ederek 30.000 (Otuz bin) kişilik bir orduyla, bu imkânsız yolculuğu yaptıklarını (iman gücünü) İmparator Herakliyus’a bildirince;
    Herakliyus, Mûte’de (Hicret 8) 3.000 (Üç bin) kişiden korktuğu gibi, bu 30.000 (Otuz bin) “imanlı” ordudan daha çok korkmuştu. “Bunlar (Müslümanlar) sıradan insanlar (beşer) değil. Bunlarla (Müslümanlarla) savaşılmaz” diyerek, ordusunu Şam’ın (Suriye’nin) içlerine (Hıms’a) geri çekmişti.
    Tebük Gazvesi, İslâm’ın, dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında, tek bir kılıç çekilmeden, “iman gücü” ve “caydırıcılık” ile kazandığı en büyük psikolojik zaferdir.
    Efendimiz (s.a.v.) Tebük’te 20 (yirmi) gün kalır. Kuzeydeki Hristiyan Arap emirlerini (reislerini) (Eyle, Dûme vb.) İslâm’a davet eder, onlarla “Cizye” (vergi) antlaşmaları (muahedeleri) yapar. İslâm’ın kuzey sınırlarını Bizans (Roma) sınırına kadar emniyete alır.

    5. “Sadakatin” İmtihanı: Ka’b bin Mâlik (r.a.) ve İki Arkadaşı (r.anhüm)

    İslâm Ordusu, bu “kılıçsız” zaferle Medine’ye döndü.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Mescid’e oturdu. Sefere katılmayan Münafıklar (sahtekârlar) (80 küsur kişi) birer birer geldiler. Hepsi, yalan mazeretler (bahaneler) sundular (“Hastaydım”, “İşim vardı” vb.). Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nların (münafıkların) zâhirlerini (dışlarını) kabul etti, onlar (münafıklar) için istiğfar (af) diledi, ancak derûnlarını (içlerini) Allah’a (c.c.) havale etti.
    En son, üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî (r.anhüm) geldi: Ka’b bin Mâlik (r.a.), Hilâl bin Ümeyye (r.a.) ve Mürâre bin Rebî’ (r.a.).
    Bunlar (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.), münafık (sahtekâr) değillerdi. Sadece, o günlerde bahçeleri (hurmaları) çok güzel olduğu için, “Nasılsa ordu yavaş gider, yarın hazırlanır yetişirim… Ertesi gün yetişirim…” diyerek “Tembellik” (Tesvîf/Erteleme) yapmışlar ve orduyu kaçırmışlardı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), Ka’b’a (r.a.) sordu: “Yâ Ka’b! (r.a.) Sen (Ka’b r.a.) neden gelmedin? Binek (hayvan) almamış mıydın?”
    Ka’b (r.a.), o Cihan Şümul (Evrensel) “sadakat” dersini verdi:
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, Senin (s.a.v.) huzurunda değil de, bir dünya sultanının huzurunda olsaydım, bir yalan uydurur (mazeret/bahane bulur), O’nun (sultanın) gazabından (öfkesinden) kurtulurdum. Benim (Ka’b’ın r.a.) hitabetim (konuşmam) kuvvetlidir.”
    “Ama biliyorum ki, bugün Sana (s.a.v.) yalan söylesem, Sen (s.a.v.) benden (Ka’b’dan r.a.) razı olsan bile, Allah (c.c.) yarın Sana (s.a.v.) (vahiyle) hakikati (gerçeği) bildirir ve Sen (s.a.v.) bana (Ka’b’a r.a.) gazap (öfke) edersin.”
    “Ama bugün Sana (s.a.v.) ‘doğruyu’ söylersem, belki bana (Ka’b’a r.a.) kızacaksın (darılacaksın). Lâkin (ancak) ben (Ka’b r.a.), bu sadakatim (doğruluğum) hürmetine, Allah’ın (c.c.) affını (bağışlamasını) ümit ediyorum.”
    “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Vallahi, benim (Ka’b’ın r.a.) (sefere katılmamak için) hiçbir mazeretim (bahanem) yoktu!”
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), O’nun (Ka’b’ın r.a.) ve diğer iki (2) arkadaşının (r.anhüm) da (Hilâl r.a., Mürâre r.a.) aynı şeyi söylediğini öğrenince, buyurdu ki:
    “İşte bu (Ka’b r.a.) doğru söyledi. Kalkın ve hakkınızda Allah’tan (c.c.) bir hüküm gelinceye kadar bekleyin!”
    Ve ilâhî bir emirle, bu üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’ye (r.anhüm) “Boykot” (Tecrit) başlar.
    • Resûlullah (s.a.v.) da dahil, Medine’deki HİÇ KİMSE bu üç (3) kişiyle (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmayacaktı.
    • Bu boykot tam 50 (Elli) gün sürer.
    • Kırkıncı (40.) gün, imtihan daha da ağırlaşır: “Zevcelerinizden (eşlerinizden) de ayrılın (onlara yaklaşmayın)!” emri gelir.
    • Elli (50) gün boyunca, o üç (3) Sahabî (r.anhüm) Medine sokaklarında birer “hayalet” gibi dolaşırlar. Selam verirler, kimse selamlarını almaz. Mescid’e gelirler, kimse onlarla (Ka’b r.a., Hilâl r.a., Mürâre r.a.) konuşmaz.
    • Ka’b (r.a.) der ki: “Yeryüzü, o (bildiğim) yeryüzü değildi. O (bildiğim) insanlar, o (bildiğim) insanlar değildi. Yeryüzü o genişliğine rağmen bana (Ka’b’a r.a.) dar gelmişti.”
    Tam 50. (ellinci) günün sabah namazında, Ka’b (r.a.) evinin damında ağlayarak dua ederken, Medine’deki Sel’ Dağı’nın tepesinden bir Sahabî’nin (r.a.) (Ebû Bekir’in r.a. veya bir başkasının) o Cihan Şümul müjde nidâsı (sesi) yankılanır:
    “Müjde, yâ Ka’b bin Mâlik! (r.a.) Müjde! Tevben (Tövben) kabul oldu!”
    Cenâb-ı Hak, o üç (3) sâdık (sadakatli) Sahabî’nin (r.anhüm) “sadakatlerinin” (doğruluklarının) bedelini ve “tevbelerinin” (tövbelerinin) kabulünü, bizzat Kur’ân-ı Kerîm’de (Tevbe, 9/117-118) vahiyle ilan eder.
    Tebük Gazvesi, İslâm Ümmeti’nin son büyük imtihanı olmuş; Bizans’ı (Roma’yı) dize getirmiş ve “Münafık (Sahtekâr)” ile “Sâdık (Sadakatli)” olanı ebediyen ayırmıştır.
    Tebük Seferi (Hicret 9), İslâm’ın o “Zorluk Ordusu”nun (Ceyşü’l-Usre), dünyanın süper gücü (Bizans/Roma) karşısında kılıç çekmeden kazandığı Cihan Şümul bir psikolojik zafer olmuştu. Bu sefer, mü’min ile münafığı (sahtekârı) kesin bir çizgiyle ayırmıştı.
    Artık Arabistan yarımadasında (Cezîretü’l-Arap) İslâm’a karşı duracak ne bir müşrik (putperest) ordusu ne de bir Yahudi fitnesi kalmıştı. Hicretin 9. Yılı, “Heyetler Yılı” (Senetü’l-Vüfûd) olmuş, Arabistan’ın dört bir yanından gelen kabileler, bölük bölük Allah’ın (c.c.) dinine girmişlerdi. Yıllar önce kendisini (s.a.v.) taşlayan Tâif (Sakîf) kabilesi dahi, Medine’ye heyet (elçi) göndererek İslâm’ı kabul etmişti.
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 22 yıllık o meşakkatli (zorlu) Nübüvvet (Peygamberlik) vazifesinin (görevinin) sonuna yaklaştığını hissediyordu. Din, Arabistan’a hâkim olmuştu. Sıra, bu Cihan Şümul davanın esaslarını 100.000 (Yüz bin) kişiyi aşan muazzam bir cemaate, son bir kez, en mukaddes (kutsal) mekânda ilan etmeye ve onlarla (Ashâbıyla r.anhüm) vedalaşmaya gelmişti.

    BÖLÜM 35: HÜCCETÜ’L-VEDÂ (VEDA HACCI) VE DİNİN İKMÂLİ (TAMAMLANMASI)
    (Medenî Dönem – XXIII)

    1. Medine’den Son Yolculuk: 100.000 (Yüz Bin) Kişilik Nur Kervanı (Hicret 10)
    Hicretin 10. Yılı, Zilkade ayı… Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), (Hicret’ten sonraki) ilk ve son Hacc’ını (Farz olan Hac) edâ (yerine getirme) edeceğini ilan etti.
    Bu haber, İslâm dünyasında bir şimşek gibi çaktı. Hayatı boyunca Resûlullah’ı (s.a.v.) bir kez olsun görmek, O’nunla (s.a.v.) birlikte namaz kılmak ve Hac yapmak isteyen on binlerce Müslüman, Arabistan’ın her köşesinden Medine’ye akın etti.
    100.000 (Yüz bin) (bazı rivayetlere göre 124.000) kişilik, o güne kadar görülmemiş, tamamı Müslümanlardan oluşan muazzam bir “Nur Kervanı” toplandı.
    Efendimiz (s.a.v.), Medine’den yola çıktı. “Zülhuleyfe”de (Mikât sınırı) ihrama girdi.
    O (s.a.v.), 10 (on) yıl önce, bir gece vakti, bir mağaraya sığınarak, tek bir dostuyla (Hz. Ebû Bekir r.a.) terk ettiği Mekke’ye; şimdi, 100.000 (Yüz bin) kişilik muazzam bir Ümmet’in (Müslüman toplumun) Lideri (Peygamberi s.a.v.) ve Fâtihi olarak, gündüz vakti, izzetle giriyordu.
    O (s.a.v.) ve 100.000 (Yüz bin) Sahâbîsi (r.anhüm), hep bir ağızdan Tevhid’in (Allah’ın c.c. birliğinin) o Cihan Şümul nidasını haykırıyordu:
    “Lebbeyk Allâhümme Lebbeyk! Lebbeyke lâ şerîke leke Lebbeyk! İnne’l-hamde ve’n-ni’mete leke ve’l-mülk! Lâ şerîke lek!”
    (Buyur Allah’ım (c.c.) buyur! Emrindeyim! Senin (c.c.) ortağın yoktur. Hamd (Övgü) Sana (c.c.) mahsustur, nimet de mülk de Senindir (c.c.)! Senin (c.c.) ortağın yoktur!)
    Mekke ve etrafındaki vâdiler, “Tevhid” (Allah’ın c.c. birliği) ile yankılanıyordu.

    2. Arafat Vakfesi ve “Vedâ Hutbesi” (Zilhicce 9, Cuma Günü)

    Hacc’ın zirvesi, Zilhicce ayının 9. Günü, Cuma günü, Arafat Dağı’ndaydı (Cebel-i Rahme).
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), devesi Kasvâ’nın üzerinde, Arafat Vâdisi’nin ortasında (Urene Vâdisi’nde) durdu.
    O’nun (s.a.v.) karşısında, ufuk çizgisine kadar uzanan, ihramlara bürünmüş 124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), huşû (derin saygı) içinde, O’nun (s.a.v.) mübarek lisanından (dilinden) dökülecek o son Cihan Şümul (Evrensel) vasiyeti (nasihati) dinlemek için nefeslerini tutmuşlardı.
    Efendimiz (s.a.v.), o mahşerî kalabalığa, İslâm Medeniyeti’nin Kıyamete kadar sürecek olan “Temel İnsan Hakları Beyannâmesi”ni ve “İslâm Anayasası”nı ilan etti:

    Vedâ Hutbesi.
    (Sesi gür olan Rabîa bin Ümeyye r.a. gibi Sahâbîler r.anhüm, Efendimiz’in (s.a.v.) cümlelerini yüksek sesle tekrarlayarak, hutbenin (konuşmanın) en arkadakilere kadar ulaşmasını sağlıyorlardı.)
    Efendimiz (s.a.v.) hamd (övgü) ve senâdan (yüceltmeden) sonra söze başladı:

    “Ey İnsanlar! Sözümü iyi dinleyiniz! Zira bilmiyorum, belki de bu seneden sonra sizinle burada ebedî olarak bir daha buluşamayacağım.”
    Bu, bir “Vedâ” hitabıydı.
    O (s.a.v.) devam etti:
    • Can ve Mal Emniyeti (Dokunulmazlığı):
    “Ey İnsanlar! Bu gününüz (Arefe Günü) nasıl mukaddes (kutsal) bir gün ise, bu ayınız (Zilhicce Ayı) nasıl mukaddes (kutsal) bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes (kutsal) bir belde ise; kanlarınız (canlarınız), mallarınız ve ırzlarınız (namusunuz) da (birbirinize karşı) aynı şekilde mukaddestir (kutsaldır), her türlü tecâvüzden (saldırıdan) korunmuştur!”
    • Câhiliye’nin Kaldırılması:
    “Dikkat ediniz! Câhiliye’den kalma bütün âdetler (batıl/yanlış inançlar, âdetler), ayaklarımın altındadır, kaldırılmıştır!”
    “Câhiliye devrinde güdülen kan davaları (dâvâü’d-dem) tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası, (amcam Hâris’in oğlu) Rabîa bin Hâris’in kan davasıdır!”
    “Faizin (Ribâ’nın) her türlüsü kaldırılmıştır, ayaklarımın altındadır. Kaldırdığım ilk faiz (ribâ) ise, (amcam) Abbâs bin Abdilmuttalib’in (r.a.) faizidir (alacağıdır)!”
    • Kadın Hakları ve Emanet:
    “Ey İnsanlar! Kadınların haklarına riayet etmeniz ve bu hususta Allah’tan (c.c.) korkmanızı (Takvâ’yı) tavsiye ederim!”
    “Sizin (erkeklerin) kadınlar üzerinde hakkınız (hukukunuz), kadınların da sizin (erkeklerin) üzerinizde hakkı (hukuku) vardır.”
    “Onlar (Kadınlar), size (erkeklere) Allah’ın (c.c.) bir emanetidir. Allah (c.c.) adına (nikahla) onları (kadınları) kendinize (erkeklere) helâl kıldınız. Onlara (kadınlara) karşı şefkatli ve merhametli olunuz, yiyecekleri ve giyecekleri hususunda (onlara r.anha) iyilikle (ihsanla) muamele ediniz!”
    • Cihan Şümul Eşitlik ve Kardeşlik:
    “Ey Mü’minler ! Rabbiniz (c.c.) birdir, babanız (Atanız Âdem a.s.) da birdir. Hepiniz Âdem’in (a.s.) çocuklarısınız, Âdem (a.s.) ise topraktandır.”
    “Arab’ın Acem’e (Arap olmayana), Acem’in (Arap olmayanın) Arab’a; kırmızının (beyaz tenlinin) siyaha, siyahın da kırmızıya (beyaz tenliye) takvâdan (Allah’tan c.c. korkmaktan/O’na c.c. itaatten) başka hiçbir üstünlüğü yoktur!”
    “Şüphesiz, Allah (c.c.) katında en kerîm (üstün/şerefli) olanınız, O’na (c.c.) karşı takvâsı (itaati/korkusu) en ziyade (fazla) olanınızdır!”
    • İki Cihan Şümul Emanet:
    “Ey İnsanlar! Size (Ashâbıma r.anhüm) iki emanet bırakıyorum. Onlara (iki emanete) sımsıkı sarıldığınız müddetçe, yolunuzu asla şaşırmazsınız:
    1. Allah’ın (c.c.) Kitabı (Kur’ân-ı Kerîm).
    2. Nebî’sinin (Peygamberinin s.a.v.) Sünneti (veya Ehl-i Beytim r.anhüm).”

    3. Şâhitlik (Tanıklık) ve Dinin İkmâli (Tamamlanması)
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o Cihan Şümul hitabenin (konuşmanın) sonunda, o 124.000 (Yüz yirmi dört bin) kişilik mahşerî (çok kalabalık) cemaate sordu:
    “Ey İnsanlar! Yarın (Ahirette) beni (Muhammed’i s.a.v.) sizden (Ashâbımdan r.anhüm) soracaklar. Ne diyeceksiniz?”
    124.000 (Yüz yirmi dört bin) Sahâbî (r.anhüm), tek bir gür sesle Arafat Vâdisi’ni titretti:
    “Şehâdet (Şahitlik) ederiz ki, Sen (Muhammed s.a.v.) (Allah’ın c.c. Risâletini) tebliğ ettin! Vazifeni (görevini) (eksiksiz) ifâ (yerine getirme) ettin! Ve bize (Ashâbına r.anhüm) (sonuna kadar) nasihat ettin!”
    Bu Cihan Şümul şehâdet (şahitlik) üzerine, Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), mübarek şehâdet (şahitlik) parmağını önce semâya (gökyüzüne) kaldırdı, sonra o muazzam cemaate çevirdi ve üç kez gürledi:

    “Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab! Eşhed (Şâhit ol), yâ Rab!”
    (Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.) Şâhit ol (Tanık ol), ey Rabbim! (c.c.))
    Ve tam o anda, o Cuma günü, Arafat Vâdisi’nde, o muazzam cemaatin (topluluğun) şâhitliğinde (tanıklığında), 23 (Yirmi üç) yıllık Risâlet (Elçilik) vazifesinin (görevinin) tamamlandığını, İslâm Dini’nin “kemâle erdiğini” (olgunlaştığını/tamamlandığını) ilan eden o Cihan Şümul (
    ayet-i kerîme nâzil (indi) oldu:
    “…Bugün kâfirler (inkârcılar) sizin dininizden (dininizi yok etmekten) ümitlerini (ümitlerini) kesmişlerdir. Artık onlardan (kâfirlerden) korkmayın, benden (Allah’tan c.c.) korkun. Bugün sizin için dininizi kemâle (tamama) erdirdim. Size (Müslümanlara) olan nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim (İslâm’dan razı oldum).” (Mâide, 5/3)
    Din, kemâle (tamama) ermişti.
    Bu ayet-i kerîme indiğinde, Ashâbın (r.anhüm) çoğu sevinirken, Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (radıyallâhu anh) ve Hz. Ömerü’l-Fâruk (radıyallâhu anh) hıçkırıklarla ağlamaya başladılar.
    “Neden ağlıyorsunuz?” diye soranlara (r.anhüm) şu cevabı verdiler: “Bir şey (vazife/görev) kemâle (tamama) ererse, artık zevâle (yok olmaya/gitmeye) yüz tutar (azalmaya başlar). Bu ayet (ayet-i kerîme), Resûlullah’ın (sallallâhu aleyhi ve sellem) vazifesinin (görevinin) bittiğini ve O’nun (s.a.v.) aramızdan ayrılma (vefât) vaktinin (zamanının) yaklaştığını haber veriyor.”

    4. Medine’ye Dönüş ve Son Hazırlık: Refîk-i A’lâ (En Yüce Dost’a c.c.)

    Efendimiz (s.a.v.), Hacc’ın (Hac ibadetinin) kalan vazifelerini (görevlerini) (Müzdelife, Mina, Şeytan taşlama, Kurban, Vedâ Tavafı) tamamladı ve Medine’ye döndü.
    Artık Hicretin 11. Yılı, Safer ayıydı (M. 632).
    Efendimiz (s.a.v.), son günlerinde Uhud Şehitlerini (r.anhüm) ve Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etti. Uhud Şehitleri’ne (r.anhüm), sanki onlarla (Uhud Şehitleri’yle r.anhüm) vedalaşır gibi bir cenaze namazı kıldı (veya onlar r.anhüm için dua etti).
    Bir gece yarısı, hizmetkârı (hizmetlisi) Ebû Müveyhibe (r.a.) ile Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına) gitti ve oradaki ehl-i kubûra (kabirdekilere) şöyle seslendi: “Selâm (Esenlik) size (ehl-i kubûra r.anhüm), ey kabir ehli (sahipleri)! İçinde bulunduğunuz hâl (durum), insanların içinde bulunduğu hâlden (durumdan) (fitnelerden/kargaşalardan) daha hayırlıdır (iyidir)…”
    Ve onlar (ehl-i kubûr r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) diledi (bağışlanma diledi).
    Bu ziyaretten dönerken, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştıkça, Mescid’e çıkamaz oldu. Zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, son günlerini geçirmek üzere, en çok sevdiği zevcesi (eşi r.anha) ve Sıddîk’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) kızı (r.anha) olan Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasına (Hücre-i Saadet’e) geçti.
    O (s.a.v.) artık İmamet (namaz kıldırma) yapamayacak kadar ağırlaşmıştı. Ashâbına (r.anhüm) o Cihan Şümul ve siyasî işareti (sinyali) verdi:
    “Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
    (Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
    Hz. Aişe (r.anha), “Babam (Ebû Bekir r.a.) çok yufka (hassas) yüreklidir, Senin (s.a.v.) makamında (yerinde) ağlar, cemaate (topluluğa) sesini duyuramaz. Ne olur, Ömer’i (r.a.) emret” dediyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle emrini üç kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
    Böylece, Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) yerine (mihrabına) geçen “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) oldu.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) boyunca, kızı Hz. Fâtıma (radıyallâhu anhâ) yanından ayrılmadı. Bir gün, O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) yanına çağırdı, kulağına (kulağına) bir şey fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Efendimiz (s.a.v.) O’nu (Hz. Fâtıma’yı r.anha) tekrar çağırdı, bir şey daha fısıldadı; Hz. Fâtıma (r.anha) bu kez tebessüm etti (gülümsedi).
    Hz. Aişe (r.anha) “Nedir bu?” diye sorunca, Hz. Fâtıma (r.anha) (O an sırrı açıklamadı, ancak vefâttan (vefâttan) sonra açıkladı):
    “İlkinde, Babam (Muhammed s.a.v.) bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Bu hastalığından (rahatsızlığından) kurtulamayıp vefât edeceğini’ söyledi, O’nun (s.a.v.) için ağladım. İkincisinde ise, bana (Fâtıma’ya r.anha) ‘Ailesinden (Ehl-i Beyt’inden r.anhüm) O’na (s.a.v.) ilk kavuşacak olanın ben (Fâtıma r.anha) olduğumu’ müjdeledi, O’nun (s.a.v.) için sevindim (gülümsedim).”
    Artık son anlar yaklaşıyordu. O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık vazifesini (görevini) tamamlamış, Dini (İslâm’ı) ikmâl etmiş (tamamlamış), Ümmet’i (Müslüman toplumu) hazırlamıştı. O (s.a.v.), artık Âlemlerin Rabbi’ne (c.c.), o “En Yüce Dost”a (Refîk-i A’lâ’ya) kavuşmayı bekliyordu.

    BÖLÜM 36 (SON BÖLÜM): VUSLAT – “ER-REFÎKA’L-A’L”YA (EN YÜCE DOST’A C.C.)
    (Medenî Dönem – XXIV)

    1. Hastalığın (Rahatsızlığın) Başlangıcı ve Son Emir (Hicret 11)

    Hicretin 10. Yılında, o muazzam “Vedâ Haccı” tamamlanmış, Arafat’ta “Din’in kemâle (tamama) erdiği” (Mâide, 5/3) ayet-i kerîmesiyle ilan edilmişti. Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), 23 (yirmi üç) yıllık Cihan Şümul vazifesini (görevini) eksiksiz tamamlamanın huzuruyla Medine’ye dönmüştü.
    Hicretin 11. Yılı, Safer ayının son günleri…
    Efendimiz (s.a.v.), bir gece yarısı Bakî’ Kabristanlığı’nı (Mezarlığını) ziyaret etmiş, oradaki Ashâbına (r.anhüm) selam verip, onlar (Ashâbı r.anhüm) için uzun uzun istiğfar (af) dilemişti. Bu ziyaret, bir “Vedâ” ziyareti gibiydi.
    Bu ziyaretten döndükten sonra, mübarek hastalığı (rahatsızlığı), şiddetli bir baş ağrısı ve yüksek ateş (humma) ile başladı.
    Hastalığı (Rahatsızlığı) ağırlaştı. Artık Mescid-i Nebevî’ye çıkıp Ashâbına (r.anhüm) namaz kıldıramayacak hâle (duruma) gelmişti. Bütün zevcelerinden (eşlerinden r.anha) izin alarak, o son ve en kritik günlerini, mübarek kalbinin (gönlünün) en sevdiği yerde, Hz. Aişe’nin (radıyallâhu anhâ) odasında (Hücre-i Saadet) geçirmeye karar verdi.
    O (s.a.v.), cemaatine (topluluğuna) İmamet (namaz kıldırma) edemeyince, o Cihan Şümul emri verdi. Bu emir, sadece bir namaz emri değil, aynı zamanda kendisinden (s.a.v.) sonra Ümmet’in (Müslüman toplumun) kime tâbi olacağına (uyacağına) dair siyasî bir işaretti (sinyaldi):
    “Mürû Ebâ Bekrin fe’l-yusalli bi’n-nâs.”
    (Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, insanlara (cemaate) namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!)
    Hz. Aişe (r.anha), babasının (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) ne kadar yufka (hassas) yürekli olduğunu, Resûlullah’ın (s.a.v.) makamına (yerine) geçtiğinde ağlamaktan kendini (Hz. Ebû Bekir’i r.a.) alamayacağını bildiği için, “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ebû Bekir (r.a.) çok rikkatlidir (incedir/hassastır). Bu vazifeyi (görevi) Ömer’e (r.a.) verseniz?” diye rica ettiyse de, Efendimiz (s.a.v.) hiddetle (öfkeyle) emrini üç (3) kez tekrarladı: “Ebû Bekir’e (r.a.) söyleyin, namazı o (Ebû Bekir r.a.) kıldırsın!”
    Böylece Hz. Ebû Bekir es-Sıddîk (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) sağlığında (hayatında), O’nun (s.a.v.) mihrabında 17 (on yedi) vakit namaz kıldırarak, “İlk Halîfe” (Vekil/Devlet Başkanı) olacağının en büyük işaretini (sinyalini) taşımış oldu.

    2. Son Pazartesi: O Son Tebessüm (12 Rebiülevvel)

    Vefât (Vefât) günü, Hicretin 11. Yılı, 12 Rebiülevvel, Pazartesi günüydü.
    O sabah, Efendimiz’in (s.a.v.) üzerindeki o ağır ateş (humma) hafiflemiş gibiydi. Mübarek yüzünde (vech-i şerîfinde) bir sükûnet (dinginlik) vardı.
    Sabah Namazı vaktiydi. Mescid-i Nebevî, İmamları (İmam) Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) arkasında, safları (sıraları) sıkıca kenetlenmiş, huşû (derin saygı) içinde namaza durmuştu.
    Resûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem), o anda, son bir kuvvetle (güçle) doğruldu. Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) Mescid’e açılan perdesini mübarek eliyle araladı.
    Ve o Cihan Şümul manzaraya baktı…
    O (s.a.v.), 23 (yirmi üç) yıllık mücadelesinin (mücadele) neticesini (sonucunu) görüyordu: Birbirine düşman olan kabileler (Evs ve Hazrec), Mekke’den kovulanlar (Muhâcirler) ve Medine’de kucak açanlar (Ensâr)… Hepsi, tek bir safta (sırada), tek bir İmam’ın (Hz. Ebû Bekir’in r.a.) arkasında, tek bir Allah’a (c.c.) secde ediyorlardı.
    Ümmet (Müslüman toplum) birleşmişti. Vazife (Görev) tamamlanmıştı.
    Bu manzarayı gören Âlemlerin Rahmeti Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek yüzü (vech-i şerîfi), ayın on dördü (dolunay) gibi parladı ve O (s.a.v.), o Cihan Şümul (Evrensel) “Tebessüm” (Gülümseme) ile gülümsedi.
    O’nu (s.a.v.) perde aralığında gören Ashâb (r.anhüm), Efendimiz’in (s.a.v.) iyileştiğini ve namaza çıkacağını zannederek sevinçten saflarını (sıralarını) bozdular. Hz. Ebû Bekir (r.a.), Resûlullah’ın (s.a.v.) geldiğini sanarak geri çekilmek istedi.
    Efendimiz (s.a.v.), onlara (Ashâbına r.anhüm) “Namazınıza devam edin” diye işaret (sinyal) etti. Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) “Yerinde (Mihrapta) kal” diye işaret (sinyal) etti.
    Ve o mübarek perdeyi kapattı.
    Bu, Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) O’nu (s.a.v.) sağ (canlı) olarak gördüğü son andı.

    3. Son Anlar ve O Son Söz: “Refîk-i A’lâ” (En Yüce Dost’a c.c.)

    O (s.a.v.) tebessümden (gülümsemeden) sonra tekrar Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağına (kucağına) yattı. Ancak hastalığı (rahatsızlığı) öğleye doğru tekrar şiddetlendi. Artık “Sekerâtü’l-Mevt” (Ölüm anının zorlukları) başlamıştı.
    Hz. Aişe’nin (r.anha) kardeşi Abdurrahman (r.a.), elinde (taze) bir misvak (diş temizleme çubuğu) ile odaya (Hücre-i Saadet’e) girdi. Efendimiz (s.a.v.), o ağır hâline (durumuna) rağmen, gözlerini (gözlerini) o misvaktan (diş temizleme çubuğundan) ayırmadı.
    Hz. Aişe (r.anha), o Cihan Şümul ferâsetle (sezgiyle) anladı. “Yâ Resûlallah! (s.a.v.) Sana (s.a.v.) o misvağı vereyim mi?” diye sordu. Efendimiz (s.a.v.) mübarek başıyla “Evet” işareti (sinyali) verdi.
    Hz. Aişe (r.anha), misvağı aldı, mübarek ağzıyla (dişleriyle) onu (misvağı) yumuşattı ve Efendimiz’e (s.a.v.) uzattı.
    Resûl-i Ekrem (s.a.v.), o son anlarında dahi, Rabbine (c.c.) “tertemiz” bir ağızla kavuşmak için, hayatında hiç misvak kullanmamış gibi bir iştiyakla (arzuyla) mübarek dişlerini temizledi.
    Artık vuslat (kavuşma) anıydı.
    Odasında (Hücre-i Saadet’te) bulunan su kabına (su kabına) mübarek elini (elini) batırıyor, o ateşli yüzüne (vech-i şerîfine) sürüyor ve şöyle söylüyordu:
    “Lâ ilâhe illallah… İnne li’l-mevti le-sekerât…” (Allah’tan (c.c.) başka ilâh yoktur… Şüphesiz, ölümün (vefâtın) zorlukları (sekerâtı) vardır…)
    Hz. Aişe (r.anha) biliyordu; her Peygamber’e (a.s.) vefât (vefât) anında “Dünya” ile “Ahiret” (Rabbine c.c. kavuşmak) arasında bir “seçim” (tercih) hakkı verilirdi.
    Efendimiz’in (s.a.v.) mübarek nazarı (bakışı) odanın (Hücre-i Saadet’in) tavanına (tavanına) dikildi.
    Artık bu dünyadan ayrılıyordu. O (s.a.v.), Cebrail (a.s.) ve Azrâil’in (a.s.) (Melekü’l-Mevt’in) sunduğu o Cihan Şümul tercihi yapıyordu.
    Mübarek lisanından (dilinden) şu kelimeler döküldü:
    “…Ma’a’l-lezîne en’amte ‘aleyhim mine’n-Nebiyyîne ve’s-Sıddîkîne…” (…(Rabbim! c.c.) Beni (Muhammed’i s.a.v.), Peygamberler (a.s.), Sıddîklar (r.anhüm) gibi nimet (ihsan) verdiklerinle beraber kıl…)
    Ve o son, o net, o Cihan Şümul vuslat (kavuşma) cümlesi:
    “Allâhümme… er-Refîka’l-A’lâ…”
    (Allah’ım! (c.c.) … (Artık dünyayı/dünyayı değil,) En Yüce Dost’u (c.c.) (Seni c.c.) istiyorum…)
    Bu cümleyi üç kez tekrarladı.
    Hz. Aişe’nin (r.anha) kucağında, mübarek eli yana düştü. Mübarek ruhu, 23 (yirmi üç) yıllık çilenin (zorluğun), mücadelenin ve zaferin ardından, yaratıldığı o yüce makama (yere), Refîk-i A’lâ’ya (c.c.) (En Yüce Dost’a c.c.) kavuşmuştu.
    (Hicret 11, 12 Rebiülevvel Pazartesi, Kuşluk Vakti).

    4. Medine’deki Sarsıntı: “O (s.a.v.) Ölmedi!”

    Haber, Mescid-i Nebevî’ye ulaştığında, Medine’nin üzerine bir kıyamet kopmuş gibi oldu.
    Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm) neye uğradığını şaşırdı. O (s.a.v.) sarsılmaz Lider (Peygamber s.a.v.), o (s.a.v.) şefkatli Baba (s.a.v.), o (s.a.v.) Vahyin kaynağı gitmişti.
    Hz. Osman (r.a.) olduğu yere yığıldı, dili tutuldu. Hz. Ali (r.a.) kederden (hüzünden) hareket edemez hâle (duruma) geldi.
    Münafıklar (Sahtekârlar) ise, “Gördünüz mü? O (s.a.v.) da öldü!” diye fitne (kargaşa/bozgunculuk) çıkarmaya başlamıştı.
    Bu Cihan Şümul şokun ve kederin (hüznün) en şiddetlisi, O’nu (s.a.v.) en çok sevenlerden birinde, Hz. Ömerü’l-Fâruk’ta (radıyallâhu anh) tezâhür (ortaya çıkma) etti.
    Hz. Ömer (r.a.), O’nun (s.a.v.) vefâtını kabullenemiyordu. İmanın verdiği o celâlle (hiddetle) kılıcını çekti ve Mescid-i Nebevî’nin ortasında gürledi:
    “Kim ‘Muhammed (s.a.v.) öldü!’ derse, kılıcımla O’nun (diyenin) boynunu vururum!”
    “O (s.a.v.) ölmedi! Vallahi ölmemiştir! O (s.a.v.), Mûsâ’nın (a.s.) Rabbine (c.c.) gittiği gibi Rabbine (c.c.) gitmiştir! Münafıkların (sahtekârların) kökünü kazımadan geri dönmeyecektir!”
    Ümmet, Peygamber’inin (s.a.v.) vefât acısı (kederi) ile Hz. Ömer’in (r.a.) bu Cihan Şümul tehdidi arasında felç olmuştu.

    5. “Sıddîk”ın (Sadakatin Zirvesinin) Sebatı (Kararlılığı): Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Hutbesi (Konuşması)

    O anda, İslâm’ın ikinci adamı, “Yâr-ı Gâr”ı (Mağara Arkadaşı r.a.), “Sıddîk”ı (Sadakatin zirvesi) Hz. Ebû Bekir (radıyallâhu anh), Medine dışındaki evinden (Sünh’ten) haber alır almaz atına atladı ve Mescid’e geldi.
    Kimseyle konuşmadı. Hz. Ömer’e (r.a.) bakmadı. Doğruca Hz. Aişe’nin (r.anha) odasına (Hücre-i Saadet’e) girdi.
    En sadık (sadakatli) dostunun (s.a.v.), mübarek Peygamber’inin (s.a.v.), vefât etmiş, yüzü (vech-i şerîfi) örtülmüş mübarek naaşının (naaş-ı mübarek) başına geldi.
    Yüzündeki (Vech-i şerîfindeki) örtüyü kaldırdı. O (s.a.v.) nurlu alnına eğildi ve O’nu (s.a.v.) gözyaşları içinde öptü.
    Ve o Cihan Şümul vedâ cümlesini fısıldadı:
    “Anam babam Sana (s.a.v.) feda olsun, yâ Resûlallah! (s.a.v.) Ne kadar güzelsin! Hayattayken (Sağlığında) de güzeldin, vefât (vefât) ettiğinde de güzelsin!
    “Vallahi, Allah (c.c.) Sana (s.a.v.) iki ölümü tattırmayacaktır. Sana (s.a.v.) yazılmış olan o tek ölümü (vefâtı) tatmış bulunuyorsun!”
    Sonra dışarı çıktı. Hz. Ömer (r.a.) hâlâ kılıcıyla bağırıyordu.
    Hz. Ebû Bekir (r.a.), o sarsılmaz “Sıddîkıyet” (Sadakat) vakarıyla (ağırbaşlılığıyla) Mescid’in minberine (veya yüksek bir yerine) çıktı ve gür sesiyle haykırdı: “Ey İnsanlar! (Eyyühe’n-nâs!)”
    (İnsanlar, o sarsılmaz sese döndüler.)
    Ve İslâm Ümmeti’ni (Müslüman toplumu) o ilk ve en büyük fitneden (kargaşadan/bozgunculuktan) kurtaran o Cihan Şümul hutbesini (konuşmasını) irad etti (söyledi):
    “Ey İnsanlar! Her kim Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Muhammed (s.a.v.) ölmüştür!”
    “Her kim Allah’a (c.c.) tapıyorsa (ibadet ediyorsa), bilsin ki Allah (c.c.) Hayy’dır (Diri’dir) ve Lâ-yemûttur (Ölümsüzdür)!”
    Ve ardından, o şok anında herkesin unuttuğu, ancak O’nun (Ebû Bekir’in r.a.) “Sıddîk” (Sadakatin zirvesi) hafızasının hatırladığı o ayet-i kerîmeyi gürledi:
    “Muhammed (s.a.v.), ancak bir peygamberdir (elçidir). O’ndan (s.a.v.) önce de nice peygamberler (a.s.) gelip geçmiştir. Şimdi O (s.a.v.) ölür veya öldürülürse, siz (Ashâb r.anhüm) ökçeleriniz üzerine (eski Câhiliye’ye/yanlış inanca) geri mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah’a (c.c.) hiçbir zarar veremez. Allah (c.c.), şükredenleri mükâfatlandıracaktır.” (Âl-i İmrân, 3/144 )
    Hz. Ömer (r.a.) der ki: “Vallahi, Ebû Bekir (r.a.) o ayet-i kerîmeyi okuyunca, sanki onu (ayet-i kerîmeyi) ilk defa duyuyormuşum gibi oldum. Dizlerimin bağı çözüldü, kılıcım elimden düştü ve O’nun (s.a.v.) gerçekten vefât (vefât) ettiğini o an idrak ettim (anladım).”
    Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) bu Cihan Şümul sebatı (kararlılığı), Ümmet’i o büyük sarsıntıdan kurtarmış, fitneyi (kargaşayı/bozgunculuğu) engellemişti.

    6. Son Vazifeler (Tağsîl, Tekfîn ve Defn)
    O (s.a.v.) Cihan Şümul Peygamber’in (s.a.v.) vefâtı, devletin başsız (lidersiz) kalması demekti. Ashâb-ı Kirâm’ın (r.anhüm) büyükleri (Hz. Ebû Bekir r.a., Hz. Ömer r.a., Ensâr’ın r.anhüm reisleri), derhal “Sakîfetü Benî Sâide” (Benî Sâide Gölgeliği) denilen yerde toplanarak, İslâm Devleti’nin bekâsı (sürekliliği) için “Hilâfet” (Devlet Başkanlığı) meselesini çözdüler ve Hz. Ebû Bekir’e (r.a.) biat (yemin) ederek O’nu (Ebû Bekir’i r.a.) “İlk Halîfe” (Devlet Başkanı) seçtiler.
    Bu Cihan Şümul siyasî vazife (görev) yerine getirilirken, Resûl-i Ekrem’in (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından son yolculuğuna (Ahiret’e) hazırlanıyordu.
    • Tağsîl (Yıkanma): Hz. Ali (r.a.), Hz. Abbâs (r.a.) ve oğulları (r.anhüm) tarafından, mübarek elbiseleri çıkarılmadan, su elbisenin üzerinden dökülerek yıkandı.
    • Tekfîn (Kefenlenme): O (s.a.v.), krallar gibi süslü (gösterişli) değil, bir “Kul” gibi, üç parça sade, beyaz pamuklu (Suhûliyye) beze (kefene) sarıldı.
    • Defn (Defnedilme): Ashâb (r.anhüm), O’nu (s.a.v.) nereye defnedeceklerini (gömeceklerini) tartıştılar (konuştular). Kimi “Mekke’ye”, kimi “Bakî’ Kabristanlığı’na (Mezarlığına)” dedi. Hz. Ebû Bekir (r.a.), bir kez daha Ümmet’in imdadına yetişti ve Resûlullah’tan (s.a.v.) duyduğu şu hadîs-i şerîfi nakletti:
    “Ben (Ebû Bekir r.a.), Resûlullah’tan (s.a.v.) işittim: ‘Her Peygamber (a.s.), ruhunun kabzedildiği (alındığı) yere defnedilir.'”
    • Bu emir üzerine, mübarek ruhunu teslim ettiği yatağı (döşeği) kaldırdılar. Vefât ettiği o mübarek noktaya, Hz. Aişe’nin (r.anha) odasının (Hücre-i Saadet’in) içine kabir-i şerîfi (Lâhd şeklinde/Lâhd tarzında) kazıldı.
    • Ashâb-ı Kirâm (r.anhüm), o Cihan Şümul Peygamber’e (s.a.v.) olan son vazifelerini (görevlerini) yapmak için, o daracık odaya (Hücre-i Saadet’e) İmam’sız , cemaatsiz (topluluksuz), onar (10) kişilik küçük gruplar halinde girdiler. Her grup , kendi başına, O’nun (s.a.v.) mübarek naaşı (naaş-ı mübarek) başında cenaze namazı (dua) kıldılar. (Vefât Pazartesi günü olmuş, bu Cihan Şümul vedâlaşma Salı günü sürmüş, defn (gömme) işlemi Çarşamba gecesi (Salı’yı Çarşamba’ya bağlayan gece) tamamlanmıştır.)
    Ve o mübarek beden (beden-i şerîf), ailesi (Ehl-i Beyt’i r.anhüm) tarafından, Kıyamete kadar Ümmeti’ne “Nur” saçacağı o mübarek makama, “Kabir-i Saadet”e (Ravza-i Mutahhara’ya) tevdi edildi (emanet edildi).
    Rahmetullahi aleyh.

 

  

Hazırlayan: Mehmet Özçelik

www.tesbitler.com
02/11/2025