BERCESTE VE İZAHI – 112

BERCESTE VE İZAHI – 112

​1: Nâbî’nin “Usandık” Redifli Gazelinden Bir Mısra
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Ber devlet içün çerhe temennâdan usanduk
Ber vasl içün ağyâre müdârâdan usanduk
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“Bir makam ve hayat bahtiyarlığı için feleğe yalvarmaktan usandık. Bir kavuşma için başkalarına yalandan yüz verip müdara etmekten usandık.”
​Bu mısralar, meşhur hikemî düşünce şairi Nâbî’ye aittir. Nâbî, yaşadığı devrin sosyal ve ahlaki yapısına derin bir nazar ile bakmış, hayatın zahiri ve derûnî bağlantılarını sorgulamıştır. Şairin bu beyitte dile getirdiği usanmışlık, şahsî bir hissiyattan öte, dönemin ahlaki çözülüşüne karşı gösterilen cihan şümul bir tepkidir.
​Bir Makale: Toplumsal Tenkit ve Fazilet Düşüncesi
​Nâbî’nin bu berceste beyti, divan edebiyatındaki hikmet düşüncesinin en güçlü ön plan dışavurumlarından biridir. Şair, bir dize yerine iki mısra ile öylesine geniş bir muhtevayı ihtiva eder ki, okuyan her ferd, o dönemin toplumsal hastalıklarının tasvirine şahit olur. Nâbî, hayatın çarkında bir mevki elde etmek veya bir arzularına kavuşmak için insanların dalkavukluk, riya ve müdara gibi kötü faziletlere ne kadar düştüğünü bir tenkit nazarıyla ele alır. O, bu eylemlerin insan ruhunu nasıl yorduğunu ve enaniyetini nasıl zedelediğini cevap olarak sunar.
​İnsanlık hayatı boyunca her devirde, maddî kazançlar uğruna, bir başkasına yalan yanlış inançlar sergileyerek yahut riyakâr bir tebessümle yanaşarak makam ve mevki elde etme çabası olmuştur. Nâbî’nin tenkidi, bu durumun sadece bir yanılma değil, aynı zamanda insanın aslî yapısı ve faziletlerinden kopuşunun isbatı olarak önümüze serilir. Şairin bu mısraları, tabiatı itibarıyla bir devr-i daim olan hayatta, asıl bahtiyarlığın, başka insanların lütfuna muhtaç olmadan, kendi iradesi ve faziletiyle yaşamak olduğunu hatırlatır. O, feleğe temennadan usanmıştır; çünkü en yüce makamların dahi, Allah’ın takdiri dışında bir müdara ile elde edilemeyeceğinin şuurundadır. Aynı şekilde bir vuslat için başkalarına müdara etmekten usanmıştır; zira saf ve hakiki bir kavuşma ancak saf kalplerin nasibidir. Bu mısralar, maddiyat ve makam hırsı sebebiyle zedelenen ruhlara bir tenkit ve aynı zamanda bir hikmet dersidir.

​2.: Çelebizâde Âsım’ın Aklı ve Güzelliği Ele Alan Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Hüsn olur nâkıs bulunca âdemin aklı tamâm
Çerh eder mi kimsenin âlemde her yanın tamâm
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“İnsanın aklı kâmil bir hâle gelince, zahiri güzelliği eksilir. Felek, dünyanın her yanını bir insan için mükemmel kılar mı?”
​Çelebizâde Âsım Efendi’nin bu beyti, güzellik ile aklın zıt ve aykırı bir bağlantısı olduğunu dile getirir. Beyit, sadece insanı değil, cihanı da bu açıdan ele alır.
​Bir Makale: Hikmet ve Güzellik Arasındaki Zıtlık
​İnsanın yapısı, zahiri bir görüntüden ve derûnî bir muhtevadan ibarettir. Çelebizâde Âsım Efendi, bu mısralar ile zahiri güzelliğin geçiciliğini ve akıl ile hikmetin ise daimi olan hayat bağlantısını tasvir eder. Beyit, bir başka gerçeği daha gözler önüne serer: “Çerh eder mi kimsenin âlemde her yanın tamâm.” Bu mısra, tabiatın ve feleğin, insan için her şeyi mükemmel kılmadığının bir isbatı gibidir. Hayat, eksiklikler ve faziletlerden müteşekkil bir bütündür ve asıl olgunluk, bu eksiklikleri kabul edebilmekten geçer.
​Makul ve hikmet sahibi bir insan, bilmenin ve tecrübenin getirdiği olgunlukla zahiri güzelliğin bir yanılma olduğunu anlar. Çünkü gerçek güzellik, ruhun ve aklın kemalindedir. Çelebizâde’nin bu beyti, bir yandan gençliğin verdiği coşku ve güzelliğin akıl ile nasıl zıt ve aykırı düştüğünü tasvir ederken, bir yandan da cihan şümul bir hakikati dillendirir: Dünyada her şeyin tam ve kâmil olması mümkün değildir. Enaniyetin bir tezahürü olan her şeyi mükemmel isteme arzusu, bu beytin verdiği hikmetli cevap karşısında anlamsız kalır. Bu durum, insanı maddî ve zahiri güzellikler yerine, aklın ve ruhun derûnî muhtevasına yönelmeye sevk eder. Bu makam, insanı kemal mertebesine taşıyan bir fazilettir.

​3.: Bahtî (I. Ahmed)’nin Zikir Hakkındaki Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Zikr eyle Hakk’ı her nefes
Allâh bes bâkî heves
Bes gayrıdan ümmîdi kes
Tekrâr-ı zikrullâh ile
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“Her nefeste Hakk’ı zikret. Allah yeter, geri kalanı boştur. Allah’ın zikrini tekrar ederek başkalarından ümidini kes.”
​Bu beytin sahibi olan Bahtî, Osmanlı padişahı I. Ahmed’dir. Bir mısra yerine dört mısra ile kaleme aldığı bu şiir parçası, bir nasihatnâme muhtevası taşır. Şair, insanı Rabbine yönelmeye ve O’ndan başka her şeyden ümidini kesmeye davet eder.
​Bir Makale: Zikrullah ve Derûnî Huzur
​Bahtî mahlasıyla şiirler yazan I. Ahmed’in bu derin ve hikmetli mısraları, insanın derûnî hayatına bir nazar ve bakışın ön plan dışavurumudur. Şair, insanın tabiatının gereği olan dünyaya ve maddeye yönelik heveslerinin birer yanlış inanç olduğunu ve bu heveslerin ancak Allah’ı zikrederek terk edilebileceğini ifade eder. Zikrullah, ene ve enaniyetin zincirlerini kırıp, kalbi mâsivâdan arındıran bir anahtardır.
​Bu mısralar, modern hayatın karmaşasında kaybolan insan ruhuna bir yol bağlantısı sunar. İnsan, hayatın getirdiği hırs ve endişelerle yorulmuş, kendi varlığının ve tabiatının hakikatini unutmuştur. I. Ahmed’in şiiri, bu yanılmaya düşmüş ruhlara “Allah bes, bâkî heves” diyerek bir cevap verir. Bu ifade, derûnî bir huzur ve faziletin isbatı niteliğindedir. Başkalarından medet ummak, dünyaya bel bağlamak, insanı yoran ve nihayetinde bir hüsrana sürükleyen bir davranıştır. Şairin nasihati, bu kısır döngüden kurtulmanın yolunun, kalbi Allah’ın zikri ile mamur etmek olduğunu gösterir. Zikrin tekrarı, sadece dilin değil, kalbin de Allah’la sürekli bir bağlantı içinde olmasını sağlar. Bu sayede insan, başka şeylerden ümidini keserek, tek ve cihan şümul olan hakikate yönelir ve derûnî bir saadet ve huzur bulur.

​4.: Fitnat Hanım’ın Tevekkül Beyti
​İktibas ve İzahı
​Aslı:
Tevekkül bâdbânın kıl güşâde fülk-i ihlâsa
Eser bahr-i emelde bir müsâ’id rüzgâr elbet
​Günümüz Türkçesiyle İzahı:
“İhlas gemisine tevekkül yelkenini aç. Ümit denizinde elbet uygun bir rüzgâr eser.”
​Bu beyit, Osmanlı şairlerinden Fitnat Hanım’a aittir. Kadın şairlerin en önemlilerinden biri olan Fitnat Hanım, bu beytinde tevekkül ve ihlas düşüncesini alegorik bir tasvir ile anlatmıştır.
​Bir Makale: İhlas ve Tevekkülün Hikmeti
​Fitnat Hanım’ın bu mısraları, bir düşünce ve hikmet şaheseridir. Şair, insan hayatını bir gemi yolculuğuna benzetir. Bu gemi “ihlâs fülkü”, yani samimiyet gemisidir. Bu gemiyi seyir ettiren yelken ise “tevekkül bâdbânı”, yani Allah’a tam bir teslimiyet ve güven yelkenidir. Bu alegorik tasvir, insan hayatının derûnî muhtevasını ihtiva eder. İnsan, hayatta başarılı olmak, hedeflerine ulaşmak için sadece çalışmakla kalmamalı, aynı zamanda kalbini ihlasla doldurmalı ve neticeyi Allah’a bırakarak tevekkül etmelidir.
​Tevekkül, yanlış bir inanç olarak tembellikle karıştırılır, oysa ki tevekkül, gerekli çabayı gösterdikten sonra enaniyet ve gururdan arınarak neticeyi Yaradan’a havale etme faziletidir. Şair, “Eser bahr-i emelde bir müsâ’id rüzgâr elbet” diyerek, bu tevekkül ve ihlasın bir cevap ve karşılığı olacağını söyler. Bu mısra, insanın ümitlerinin denizinde, bir gün mutlaka uygun bir rüzgârın eseceğinin, emeklerin karşılıksız kalmayacağının isbatı niteliğindedir. Bu hikmetli dize, tevekkülün sadece bir inanç değil, aynı zamanda bir hayat biçimi olduğunu gösterir. İhlas ve tevekkül, insanın derûnî hayatını sarsılmaz bir güç ve huzur ile dolduran cihan şümul bir fazilettir. Bu mısralar, sadece o dönemin değil, her devrin insanına yol gösteren, umut aşılayan ve gönül huzurunu öğreten bir nasihattir.

​Makale Özetleri ve Bütünlüğü
​Bu makaleler, Osmanlı edebiyatının farklı şairleri aracılığıyla insan hayatının derinliklerine dair hikmetli bir nazar sunmaktadır. Nâbî, zahiri riyaya ve dalkavukluğa karşı durarak insanın faziletini ve haysiyetini savunur. Çelebizâde Âsım, zahiri güzelliğin geçiciliğini ve asıl kemalin akılda olduğunu vurgulayarak derûnî bir olgunluğun yolunu gösterir. Bahtî (I. Ahmed), Allah’ın zikrinin, hayatın boş heveslerine karşı bir cevap olduğunu ve en büyük huzurun O’na tevekkülde yattığını ifade eder. Fitnat Hanım, ihlas ve tevekkülün birleşimiyle, ümit denizinde mutlaka istenilen rüzgârın eseceğini, bu faziletin bir karşılığı olacağını isbat eder.
​Tüm bu makaleler, insanın derûnî ve zahiri hayatı arasında kurduğu bağlantıları ele alır. Her biri, bireyin iç dünyasındaki huzuru, ahlaki duruşunu, Allah’la olan ilişkisini ve hakiki aşkın muhtevasını ayrı bir açıdan tasvir eder. Birbiriyle zıt ve aykırı gibi görünen temennalar, aslında aynı cihan şümul hakikatlere hizmet eder: Hayat, zahiri değil, derûnî bir muhteva ile yaşandığında anlam kazanır. Makam ve şöhret değil, fazilet ve hikmet peşinde olmak asıldır. Riyakârlık ve dalkavukluktan uzak durup, gönlü ihlas ve tevekkülle mamur etmek, insanı enaniyetten arındırır ve hakiki bahtiyarlığa ulaştırır. Tüm bu şairler, farklı konuları ele alsa da, insanın en kâmil haline erişebilmesi için nefsinin kötü faziletlerinden arınması ve kendini hakikatin peşine bırakması gerektiğini hikmetli bir dille anlatırlar. Bu makaleler, geçmişin edebi mirasından hareketle, günümüz insanına da ışık tutan, düşündürücü bir bütünlük sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




Kur’an’ın Kendi Kendini Tefsiri: Ayetler Arası Bütünlüğün Temsillerle İzahı

Kur’an’ın Kendi Kendini Tefsiri: Ayetler Arası Bütünlüğün Temsillerle İzahı

​Giriş
​Kur’an-ı Kerim, Allah Teâlâ’nın cihanşümul ve ebedî bir hitabıdır. O, lafzı ve manasıyla bir bütün teşkil eden, ayetleri, sureleri ve hatta kelimeleri arasında fevkalade bir insicam ve tenasüp bulunan mucizevî bir kitaptır. Bu bütünlüğün en mühim isbatlarından biri, “القرآن يفسر بعضه بعضا” (Kur’an’ın bir kısmı diğer bir kısmını tefsir eder) kaide-i esasiyesidir. Bu kaide, Kur’an’ın anlaşılmasında haricî kaynaklardan evvel yine Kur’an’ın kendi metnine müracaat edilmesi gerektiğini ifade eder. Allah Teâlâ, kullarının idrak seviyesini nazar-ı itibara alarak, en derin ve mücerret (soyut) hakikatleri, zihinlerde somut ve kalıcı tesirler bırakacak şekilde “temsiller” yani misaller, kıssalar ve teşbihler vasıtasıyla izah etmiştir. Bu temsiller, Kur’an’ın farklı yerlerinde geçen mücmel (özet) ifadeleri tafsil eder, umumî (genel) hükümleri tahsis eder ve müteşabih (manası kapalı) ayetlere bir ışık tutar.
​Bu makale, Kur’an’ın bu kendi kendini tefsir etme hususiyetinin, bilhassa temsil sanatı üzerinden nasıl tezahür ettiğini misallerle ortaya koymayı gaye edinmektedir.
​1. Temel Esas: Ayetlerin Birbirine Şahitliği
​Kur’an-ı Kerim’in ayetleri, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır. Bir ayette kapalı veya kısa bir şekilde ifade edilen bir mana, başka bir suredeki ayetle veya bir temsilî kıssa ile açılır ve vuzuha kavuşur. Bu durum, metnin beşer üstü bir kaynaktan geldiğinin en kuvvetli delillerindendir. Zira yirmi üç senelik bir nüzul sürecinde, farklı hadiselerin ve ihtiyaçların hâsıl olduğu bir zamanda indirilen ayetler arasında bu denli bir ahenk ve bütünlük olması, ancak her şeyi ilmiyle ihata eden bir Zât’ın kelâmı olmakla mümkündür.
​Temsiller, bu ilahî pedagojinin en latif ve en tesirli vasıtalarıdır. Onlar, aklı ikna ederken kalbi de teskin eden, en avam insandan en has alime kadar her tabakaya hitap eden hikmetli pencerelerdir.

​2. Misallerle Temsillerin Tefsir Gücü
​Kur’an’ın külli yapısı içinde temsillerin nasıl birer tefsir vasıtası olduğunu şu misallerle daha yakından görebiliriz:
​a) İman ve Küfrün Mahiyeti: Nur ve Zulûmat Temsili
​Allah Teâlâ, hidayet ve dalalet gibi mücerret hakikatleri, herkesin müşahade ettiği ışık ve karanlık temsiliyle izah eder. “İman” bir nur, “küfür” ise kat kat karanlıklardır. Bu temel temsil, birçok ayetin anlaşılmasında anahtar vazifesi görür.
​Mesela Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur:
​”Allah, iman edenlerin velîsidir; onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Küfredenlerin velîleri ise tâğuttur, onları aydınlıktan karanlıklara çıkarırlar. İşte bunlar cehennemliklerdir, orada devamlı kalırlar.” (Bakara 2:257)

​Bu ayette geçen “karanlıklar” (zulûmat) ve “aydınlık” (nur) ifadelerinin mahiyeti nedir? Bu sorunun cevabını, Kur’an’ın en parlak temsillerinden biri olan Nur Ayeti tefsir eder:
​”Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir sırça içindedir; o sırça, sanki inciden bir yıldızdır. Bu lamba, ne doğuya ne de batıya ait, bereketi bol bir zeytin ağacından yakılır. Neredeyse ateşe değmese de yağı ışık verir. Işığı pırıl pırıldır. Allah dilediği kimseyi nûruna iletir. Allah insanlar için temsiller getirir. Allah her şeyi bilir.” (Nur 24:35)

​Bu ayet, hidayetin ve imanın ne kadar parlak, safi ve katmanlı bir hakikat olduğunu; bir mü’minin kalbinin, ilahî nur ile aydınlanmış bir kandil gibi olduğunu tasvir eder. Böylece Bakara Suresi’ndeki “aydınlığa çıkarma” fiilinin ne manaya geldiği, bu muhteşem temsil ile zihinlerde canlanır. İman, sadece bir inanç değil, kalbi ve hayatı aydınlatan katmanlı bir nurdur.

​b) İnfakın Bereketi: Bir Tohum Temsili
​Kur’an, Allah yolunda yapılan harcamanın (infak) zayi olmayıp, bilakis kat kat fazlasıyla geri döneceğini beyan eder. Bu mücerret vaadi, ziraat hayatından alınan canlı bir temsil ile tefsir eder:
​”Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, her başağında yüz dane olmak üzere yedi başak veren bir danenin durumu gibidir. Allah dilediğine kat kat verir. Allah’ın lutfu geniştir, O her şeyi bilir.” (Bakara 2:261)

​Bu ayet, infakın neticesini bir çiftçinin anlayacağı kesinlikte ve bir yatırımcının göreceği netlikte izah eder. Atılan bir tohumun yedi yüz misliyle geri dönmesi gibi, ihlasla verilen bir sadakanın da Allah katındaki karşılığının ne kadar bereketli olduğu tasvir edilir. Bu temsil, “Allah dilediğine kat kat verir” şeklindeki umumî ifadeyi, somut ve çarpıcı bir misalle tefsir etmiş olur.

​c) Allah’tan Başkasına Güvenmenin Acizliği: Örümcek Evi Temsili
​Tevhid akidesinin zıddı olan şirk, yani Allah’tan başka varlıklara sığınma ve onlardan medet umma fikrinin ne kadar çürük ve temelsiz olduğunu Kur’an, son derece beliğ bir temsil ile izah eder:
​”Allah’tan başka velîler edinenlerin durumu, kendine bir ev edinen örümceğin durumu gibidir. Halbuki evlerin en çürüğü şüphesiz örümcek ağıdır. Keşke bilselerdi!” (Ankebût 29:41)

​Bu ayet, Allah’ın kudreti haricinde bir güce dayanmanın, en hafif bir rüzgârla dahi dağılıp gidecek bir örümcek ağına sığınmaktan farksız olduğunu gösterir. Bu temsil, şirkin mantıksızlığını ve acizliğini ispatlamak için haricî delillere ihtiyaç bırakmaz. Temsilin kendisi, en kuvvetli tefsirdir. Şirkin ne olduğunu anlatan diğer bütün ayetler, bu temsilin sunduğu zihnî çerçeve içinde daha net bir şekilde anlaşılır.

​3. Risale-i Nur Nazarında Temsil Metodu
​Asrımızın idrakine Kur’an’ın imanî hakikatlerini ders veren Risale-i Nur Külliyatı, Kur’an’ın bu temsilî izah metodunu esas almıştır. Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, en derin imanî ve felsefî meseleleri, “temsilî hikâyecikler” vasıtasıyla izah ederek anlaşılmalarını kolaylaştırmıştır. O’na göre temsiller, hakikatlerin dürbünüdür; uzak ve mücerret hakikatleri yakınlaştırıp müşahhas hale getirirler.

​ Risale-i Nur, Kur’an’ın kendi kendini tefsir etme prensibinin, temsil yoluyla nasıl işlediğini gösteren parlak bir misaldir.
​Netice
​Kur’an-ı Kerim, kendi içinde kapalı, anlaşılmaz bir metin değildir. Bilakis, ayetleri birbirini aydınlatan, mücmelini mufassalıyla, müteşabihini muhkemiyle açıklayan, canlı ve dinamik bir yapıya sahiptir. Bu yapının en mühim unsurlarından biri olan temsiller, ilahî hikmetin birer tecellisi olarak, en derin manaları en sade ve en tesirli surette izah ederler. Bir ayetteki hakikatin kilidini, başka bir suredeki bir temsil açar. Bu durum, Kur’an’ın her bir parçasının, bütünün manasına hizmet ettiğini ve onun Allah kelâmı olduğunu tereddütsüz bir şekilde ispat eder. Kur’an’a bu külli nazarla bakıldığında, her bir temsilin, aslında büyük bir hakikat sarayının kapısını açan hikmetli bir anahtar olduğu görülecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




Sayısal Beşerî Bilimler Işığında Tefsir Geleneğine Bakış

Sayısal Beşerî Bilimler Işığında Tefsir Geleneğine Bakış: Seçilmiş Müfessirlerin Yorumlarının Dijital Bir Platform Üzerinden Mukayeseli Tahlili

​Özet
​Kur’an-ı Kerim tefsir geleneği, on dört asrı aşan zengin birikimiyle İslam düşünce tarihinin en mühim hazinelerinden biridir. Taberî’den Râzî’ye, Zemahşerî’den Elmalılı’ya ve asrımızın ihtiyaçlarına cevap veren Risale-i Nur gibi eserlere kadar her bir tefsir, kendi döneminin ilmî, kelâmî ve içtimaî atmosferini yansıtan bir ayna vazifesi görmüştür. Bu zengin külliyatı geleneksel metotlarla mukayeseli olarak tahlil etmek, bir araştırmacının ömrünü aşabilecek bir gayreti gerektirmektedir. Bu makale, sayısal beşerî bilimlerin sunduğu imkânları kullanarak, tarih boyunca yazılmış temel tefsirlerin dijital bir platform üzerinde nasıl mukayese edilebileceğini ve bu usûlün tefsir tarihindeki metodolojik ayrımları, fikrî devamlılıkları ve özgün yorumları ortaya çıkarmadaki potansiyelini ele almaktadır. Örnek bir vaka tahlili olarak Ayetü’l-Kürsî (Bakara, 255) ayetine getirilen yorumlar merkeze alınarak, bu yaklaşımın sağlayacağı derûnî ve bütüncül bakış açısı tasvir edilecektir.
​1. Giriş
​Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu andan itibaren anlaşılma ve yorumlanma faaliyetlerinin merkezinde yer almıştır. Bu faaliyetler neticesinde ortaya çıkan ve “tefsir” olarak isimlendirilen ilmî gelenek, hem vahyin manasını sonraki nesillere aktarma mesuliyetini üstlenmiş hem de her asrın idrakine uygun cevaplar üreterek İslam düşüncesinin canlılığını temin etmiştir. Tefsirler, sadece ayetlerin lügavî manalarını açıklayan metinler değil, aynı zamanda müfessirin metodolojisini, meşrebini, kelâmî duruşunu ve yaşadığı devrin meselelerine bakış açısını yansıtan çok katmanlı yapıtlardır.
​Tefsir külliyatının bu zenginliği ve hacmi, mukayeseli çalışmalar için ciddi zorluklar barındırmaktadır. Bir müfessirin belirli bir ayete getirdiği yorumu, diğer onlarca müfessirin yorumuyla külli bir şekilde karşılaştırmak, kaynak kullanımındaki ortak ve farklı noktaları tesbit etmek, lafız ve mana tahlillerindeki incelikleri yan yana görmek, muazzam bir emek ve zaman gerektirir. İşte bu noktada, günümüz teknolojisinin sunduğu dijital platformlar ve metin tahlili yazılımları, bu zorluğun üstesinden gelmek için yeni ve kuvvetli bir vasıta sunmaktadır.
​Bu çalışma, önde gelen müfessirlerin (Taberî, Zemahşerî, Fahreddin er-Râzî, Elmalılı M. Hamdi Yazır) ve imanî hakikatleri tefsir eden Risale-i Nur Külliyatı’nın yorumlarını, tasavvur edilen dijital bir zemin üzerinde nasıl bir araya getirip tahlil edebileceğimizi ve bu tahlilin tefsir usûlü araştırmalarına ne gibi yeni açılımlar getirebileceğini incelemeyi gaye edinmektedir.

​2. Mukayeseye Esas Alınan Tefsirler ve Metodolojik Çerçeveleri
​Mukayeseli tahlilin sıhhati, seçilen örneklerin tefsir geleneğindeki farklı ana damarları temsil etme kabiliyetine bağlıdır. Bu açıdan seçilen isimler şu metodolojik ayrımları temsil etmektedir:
• ​İbn Cerîr et-Taberî (ö. 310/923) – Rivayet Tefsirinin Zirvesi: Tefsirlerin “babası” olarak kabul edilen Taberî, Câmi’u’l-Beyân adlı eserinde ayetleri primarily Peygamberimiz (s.a.v), Sahabe ve Tabiin’den gelen rivayetlerle tefsir eder. Metodolojisi, nakle dayalı ve isbatı önceleyen bir yapıdadır.
• ​Zemahşerî (ö. 538/1144) – Dirayet ve Belağat Odaklı Tefsir: el-Keşşâf adlı eseriyle tanınan Zemahşerî, Kur’an’ın i’câzını (mucizevî yönünü) belağat ve lügat ilimleri çerçevesinde tahlil etmiştir. Mu’tezilî kelâm mektebine mensup olması, yorumlarına bu açıyı da yansıtmıştır.
• ​Fahreddin er-Râzî (ö. 606/1210) – Kelâmî ve Felsefî Tefsir: “İmamü’l-müşekkikîn” (şüphecilerin imamı) lakabıyla da anılan Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb (et-Tefsîrü’l-Kebîr) adlı devasa eserinde ayetleri aklî ve kelâmî delillerle, felsefî meselelerle bağlantı kurarak tefsir etmiş, muhtemel bütün sualleri sorup cevaplamaya çalışmıştır.
• ​Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır (ö. 1942) – Modern Dönem Sentezi: Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsiri, klasik tefsir birikimini (hem rivayet hem dirayet) modern bilimsel ve felsefî gelişmelerin ışığında yeniden harmanlayan, Türkçe yazılmış en mühim tefsirlerden biridir. Kapsamlı ve dengeli bir usûle sahiptir.
• ​Bediüzzaman Said Nursî (ö. 1960) – Manevî ve İmanî Tefsir: Risale-i Nur Külliyatı, klasik tefsirler gibi ayetleri sırasıyla tefsir etmek yerine, Kur’an’ın imanî ve tevhidî hakikatlerini asrın getirdiği şüphe ve suallere karşı aklî ve kalbî isbatlarla açıklayan bir manevî tefsirdir. Ayetlerin lafzından ziyade, ruhuna ve gayesine odaklanır.

​3. Dijital Platformun Metodolojisi ve Örnek Tahlil: Ayetü’l-Kürsî
​Tasavvur edilen dijital platform, bu eserleri aynı arayüzde, ayet bazında senkronize bir şekilde sunmalıdır. Kullanıcı, bir ayeti seçtiğinde, ilgili ayetin bu beş farklı kaynaktaki yorumunu yan yana görebilmelidir. Platform, anahtar kelime arama, metin içi karşılaştırma ve tematik etiketleme gibi özelliklere sahip olmalıdır.
​Örnek Vaka: Bakara Suresi, 255. Ayet (Ayetü’l-Kürsî)
​Ayetin meali şöyledir:
​”Allah, O’ndan başka ilah yoktur; diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır. Ne uykusu gelir ne de uyur. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O’nundur. O’nun izni olmadıkça katında kim şefaat edebilir? O, kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir. O’nun bildirdiklerinin dışında insanlar O’nun ilminden hiçbir şeyi tam olarak bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır, onları koruyup gözetmek O’na zor gelmez. O, yücedir, büyüktür.” (Bakara 2:255)

​Bu ayet üzerinden yapılacak mukayeseli tahlil, şu neticeleri ortaya çıkaracaktır:
• ​Taberî: Yorumunu “Allahü lâ ilâhe illâ hû” lafzının tefsirine dair Seleften gelen rivayetlerle başlatacaktır. Bilhassa “el-Hayy” (diri) ve “el-Kayyûm” (her şeyin varlığı O’na bağlı) sıfatlarının manası üzerinde duracak, “Kürsî” kelimesi hakkında İbn Abbas (r.a.) ve diğer Sahabeden gelen farklı rivayetleri (Kürsî’nin Allah’ın ilmi olduğu, Arş’ın önünde bir basamak olduğu vb.) senedleriyle birlikte sıralayacaktır. Yaklaşımı tamamen nakil merkezlidir.
• ​Zemahşerî: Ayetin belağat yönüne odaklanacaktır. Cümle yapısındaki zamirlerin kullanımı, “lâ te’huzühû sinetün velâ nevm” (Ne uykusu gelir ne de uyur) ifadesindeki nefyin (olumsuzlamanın) mükemmelliği ve Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih edişi üzerinde duracaktır. “Kürsî” kelimesini, Mu’tezilî meşrebine uygun olarak, Allah’a mekân isnat etmekten kaçınarak “O’nun ilmi, mülkü ve saltanatı” şeklinde mecazî bir mana ile tefsir etme eğiliminde olacaktır.
• ​Fahreddin er-Râzî: Tahliline kelâmî bir soruyla başlayacaktır: “Allah’ın varlığının ve birliğinin delilleri nelerdir?” Ayetteki her bir sıfatı (“el-Hayy”, “el-Kayyûm”) aklî delillerle ispatlamaya girişecek, felsefecilerin ve diğer kelâm ekollerinin görüşlerini zikredip tenkit edecektir. “Kürsî” bahsinde, Taberî’nin zikrettiği rivayetleri aktardıktan sonra bu rivayetlerin aklî ve felsefî açıdan tahlilini yapacak, muhtemel bütün ihtimalleri (cisim olup olmadığı, mahiyeti vb.) uzun uzadıya tartışacaktır. Onun tefsiri, aklî bir istidlal (delil çıkarma) yöntemidir.
• ​Elmalılı Hamdi Yazır: Önceki üç müfessirin birikimini bir potada eritecektir. Ayetin lügavî ve belağî yönlerini Zemahşerî’den istifade ederek açıklayacak, Taberî’nin naklettiği rivayetlere yer verecek ve Râzî’nin aklî tahlillerini özetleyerek sunacaktır. Bunlara ek olarak, modern felsefedeki panteizm gibi akımlara karşı ayetin tevhid dersini vurgulayacak, “Kayyûmiyet” sıfatının tabiat kanunları ve determinizm karşısındaki manasını asrın idrakine uygun bir dille izah edecektir.
• ​Risale-i Nur (Bediüzzaman Said Nursî): Ayeti baştan sona tefsir etmek yerine, ayetin ruhu olan “Kayyûmiyet” sırrını merkeze alacaktır. Örneğin, Sözler veya Lem’alar gibi bir eserde, bu ayeti zikrederek kâinattaki bütün varlıkların kendi başlarına var olamayacaklarını, her an varlıkta durabilmeleri için bir “Kayyûm-u Bâkî”ye muhtaç olduklarını ispat edecektir. “O’nun kürsüsü gökleri ve yeri içine alır” hakikatini, Allah’ın saltanatının ve hâkimiyetinin mutlak olduğunu, hiçbir şeyin O’nun idaresi haricinde kalamayacağını, dolayısıyla tabiatperestlik ve tesadüf gibi yanlış inançları temelden çürüten bir delil olarak kullanacaktır. Yaklaşımı, lafızdan ziyade imanı kuvvetlendiren mananın isbatı üzerinedir.
​4. Bulgular ve Değerlendirme
​Bu dijital mukayese, şu bulguları net bir şekilde ortaya koyacaktır:
• ​Devamlılık: Bütün müfessirler, ayetin ana mesajı olan Tevhid ve Allah’ın yüce sıfatları konusunda hemfikirdir. Sonraki müfessirler, öncekilerin birikiminden (bilhassa Taberî’nin rivayetlerinden) büyük ölçüde istifade etmiştir.
• ​Metodolojik Farklılaşma: Tefsir metodolojisindeki rivayet, dirayet, kelâmî ve manevî yaklaşımların farkı somut bir şekilde görülmektedir. Rivayetçi için en büyük delil Selef’in sözü iken, Râzî için aklî burhan, Zemahşerî için belağat, Bediüzzaman için ise imanî isbattır.
• ​Kavramsal Derinleşme: “Kürsî” gibi müteşabih bir kavramın, tefsir tarihi boyunca nasıl farklı anlayışlara (somut bir varlık, ilim, mülk) konu olduğu ve her müfessirin kendi meşrebine göre birini nasıl tercih ettiği açıkça izlenebilir.
​5. Sonuç
​Tefsir geleneğinin devasa külliyatını dijital bir platform üzerinde mukayeseli olarak tahlil etme imkânı, bu sahada çalışan araştırmacılar için yeni bir devrin kapısını aralamaktadır. Bu yaklaşım, sadece metinler arasındaki farklılık ve benzerlikleri göstermekle kalmaz, aynı zamanda İslam düşünce tarihinin seyrini, kavramların zaman içindeki yolculuğunu ve her bir alimin Kur’an metniyle kurduğu özgün ve derin münasebeti anlamak için de paha biçilmez bir vasıta sunar. Bu teknolojik imkânlar, asla alimin nazarının ve hikmetinin yerini tutamaz; ancak o nazara daha geniş, daha süratli ve daha külli bir bakış açısı kazandıracak mübarek bir hizmetkâr olabilir. Nihayetinde bu tür çalışmalar, Kur’an’ın her asra ve her idrake hitap eden mucizevî beyanının bir başka isbatı olacaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




Kur’an Metninin Derûnî Yapısının Keşfinde Yeni Bir Ufuk: Büyük Veri Analizi ile Kavram Ağlarının Haritalanması

Kur’an Metninin Derûnî Yapısının Keşfinde Yeni Bir Ufuk: Büyük Veri Analizi ile Kavram Ağlarının Haritalanması

​Özet
​Kur’an-ı Kerim, nazil olduğu günden bu yana sayısız tefsire, şerhe ve tetkike konu olmuş, her asrın idrakine hitap eden mana katmanlarını müfessirlere açmış bir hidayet rehberidir. Geleneksel tefsir usûlleri, metnin lügavî, tarihî ve fıkhî yönlerini derinlemesine incelerken, beşerî hafızanın ve nazarın sınırları dahilinde kalmıştır. Günümüzde teknolojinin sunduğu sayısal imkânlar, bilhassa Büyük Veri (Big Data) analizi ve metin teknikleri, Kur’an metninin bütününe şamil, daha önce mümkün olmayan geniş ölçekli analizler yapma fırsatı sunmaktadır. Bu makale, Büyük Veri analizi kullanılarak Kur’an’daki temel kavramların birbiriyle olan münasebetlerinin bir ağ haritası şeklinde nasıl çıkarılabileceğini, bu yaklaşımın geleneksel ilimlere nasıl yeni bir bakış açısı kazandırabileceğini ve bu sahanın potansiyel faydaları ile muhtemel zorluklarını ele almaktadır. Hususen “iman”, “sabır” ve “adalet” gibi merkezî kavramların metin içindeki diğer kelimelerle kurduğu bağlantı ağları incelenerek, Kur’an’ın derûnî mana örgüsüne dair ölçülebilir ve görsel isbatlar sunma imkânı ele alınacaktır.

​1. Giriş
​Allah kelâmı olan Kur’an-ı Kerim, lafzı ve manasıyla mucizevî bir yapıya sahiptir. Ayetler, sureler ve cüzler arasında zahirî ve derûnî bir tenasüp ve insicam mevcuttur. Müfessirler asırlar boyunca bu tenasübü ortaya çıkarmak için gayret göstermiş, ayetlerin siyak ve sibak (öncesi ve sonrası ile olan bağlantısı) ilişkilerini, kelimelerin etimolojik köklerini ve metin içindeki kullanım sıklıklarını dikkate alarak zengin bir tefsir külliyatı miras bırakmışlardır. Bu çalışmalar, ekseriyetle bir alimin veya bir ekolün nazarî derinliği ve tahkik gücüyle sınırlı kalmıştır.
​Teknolojinin gelişmesiyle ortaya çıkan “Sayısal Beşerî Bilimler” (Digital Humanities), metinleri sayısal veriler olarak ele alıp işlemeye imkân tanımıştır. Kur’an metni gibi İlahi bir metne bu usûllerle yaklaşmak, onun manasını basite indirmek veya haşa, mekanik bir yapıya hapsetmek manasına gelmez. Bilakis, bu usûller, metnin bütününde insan nazarının tek başına ihata edemeyeceği kadar geniş ve karmaşık olan kelime ve kavram münasebetlerini objektif verilerle ortaya koyarak müfessirin yorum gücüne destek olacak yeni bir vasıta sunmaktadır.
​Bu makalenin gayesi, Kur’an’ın yaklaşık 77.000 civarında kelimeden müteşekkil metnini bir “veri denizi” olarak kabul edip, bu denizde yer alan “iman”, “sabır”, “adalet” gibi anahtar kavramların hangi diğer kelime ve kavramlarla ne sıklıkta ve hangi surelerde bir arada zikredildiğini analiz ederek bir “kavram ağı haritası” çıkarmanın usûlünü ve neticelerini tasvir etmektir.

​2. Metodoloji: Kavram Ağlarının Sayısal Analizi
​Bu tür bir çalışma, birkaç temel teknolojik adımdan oluşur:
• ​Veri Hazırlığı (Metin Derlemi Oluşturma): Kur’an metninin harekelendirilmiş, güvenilir bir dijital versiyonu temel alınır. Metin; sure, ayet ve kelime bazında yapılandırılmış bir veri tabanına aktarılır. Her kelimenin kök (morfolojik) bilgisi de bu aşamada veriye eklenebilir. Bu, aynı kökten türeyen farklı kelimelerin (örneğin, ‘alim’, ‘ilim’, ‘malûm’) aynı kavramsal küme içinde değerlendirilmesine imkân tanır.
• ​Metin ve Doğal Dil İşleme (NLP): Belirlenen anahtar kavramların (düğüm noktaları) metnin tamamında geçtiği yerler tespit edilir. Ardından, bu kavramların geçtiği her ayette veya belirli bir kelime penceresi (örneğin, 5 kelime öncesi ve sonrası) içinde yer alan diğer bütün kelimeler ve bunların frekansları (tekrarlanma sayısı) hesaplanır. Bu işleme “birlikte kullanım analizi” (co-occurrence analysis) denir.
• ​Ağ Teorisi ve Görselleştirme: Elde edilen veriler, bir ağ grafiğine dönüştürülür.
• ​Düğümler (Nodes): Her bir kelime veya kavram bir düğüm olarak temsil edilir. Kavramın metindeki genel sıklığı veya merkezîliği, düğümün büyüklüğü ile orantılı olabilir.
• ​Bağlantılar (Edges): İki kavram arasındaki birlikte kullanım sıklığı, aralarındaki bağlantının kalınlığı ile temsil edilir. Sık sık birlikte kullanılan kavramlar arasında daha kalın ve güçlü bir bağlantı çizgisi bulunur.
​3. Uygulama Örneği: “İman”, “Sabır” ve “Adalet” Kavram Ağları
​Bu metodolojiyi varsayım olarak uyguladığımızda ortaya çıkması muhtemel haritaları tasvir edelim:
• ​”İman” Kavram Ağı:
• ​Haritanın merkezinde büyük bir “iman” düğümü yer alacaktır.
• ​Bu düğüme en kalın bağlantılarla bağlı olanlar muhtemelen “amel-i salih” (güzel iş), “Allah”, “ahiret”, “takva”, “mü’min” ve “hidayet” gibi kavramlar olacaktır. Bu durum, Kur’an’ın imanı sadece kalbî bir tasdik olarak değil, salih amellerle bütünleşen ve takvayı netice veren bir hayat biçimi olarak sunduğunu sayısal olarak isbat eder.
• ​Daha ince bağlantılarla “gaib”, “kitap”, “resûl”, “infak” gibi kelimelere uzanan kollar görülecektir. Bu da imanın gayba, kitaplara ve peygamberlere inanma şartlarını ve infak gibi pratik tezahürlerini gösterir.
• ​Zıt kutupta ise “küfür”, “nifak”, “zulüm”, “fısk” gibi kavramlarla zayıf veya menfi bir ilişki içinde olduğu görülecektir.
• ​”Sabır” Kavram Ağı:
• ​Merkezdeki “sabır” düğümünün en güçlü bağlantıları “musibet”, “imtihan”, “namaz”, “dua”, “sevap” ve “müjde” kelimeleriyle olacaktır. Bu, sabrın özellikle zorluklar ve imtihanlar karşısında tavsiye edildiğini ve namaz gibi ibadetlerle desteklenmesi gerektiğini nicel olarak ortaya koyar.
• ​ Bakara Suresi 155. ayette geçen, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” ifadesi, bu ağdaki “imtihan”, “mal”, “can” ve “müjde” bağlantılarını doğrudan isbatlayan mükemmel bir misaldir.
• ​”Cennet”, “ecir” ve “felah” gibi kavramlara olan bağlantıları ise sabrın uhrevî karşılığını gözler önüne serer.
• ​”Adalet” (Adl ve Kıst) Kavram Ağı:
• ​”Adalet” düğümü, “hüküm”, “şahitlik”, “ölçü”, “terazi” (mizan), “emanet” ve “hak” gibi kavramlarla çok güçlü bir ilişki içinde olacaktır.
• ​Bu ağ, adaletin sadece mahkemelerdeki bir hükümden ibaret olmadığını; ticaret hayatındaki ölçüden, sosyal hayattaki şahitliğe ve emanete riayete kadar hayatın bütün sahalarını kuşatan bir fazilet olduğunu görselleştirir.
• ​”Zulüm”, “haddi aşma” (tuğyan) ve “heva” (nefsî arzular) gibi kelimelerle olan zıt bağlantısı, adaletin zıddının ne olduğunu net bir şekilde tanımlar.
​4. Potansiyel Faydalar ve Yeni Açılımlar
• ​Külli Bakış: Bu yaklaşım, Kur’an’ı lineer bir okumanın ötesinde, bütün sure ve ayetleriyle birbiriyle konuşan, yaşayan ve bütünleşik bir metin olarak görmeyi sağlar.
• ​Objektif Tespitler: Beşerî yorum ve meyil unsurlarını en aza indirerek, metnin kendi yapısından kaynaklanan kavramsal yakınlıkları ve uzaklıkları doğrudan gösterir. Bu, tefsir ve meal çalışmalarında bir nevi “sağlama” veya “isbat” vasıtası olarak kullanılabilir.
• ​Gizli Münasebetlerin Keşfi: İlk bakışta birbiriyle alakasız gibi görünen iki kavramın, üçüncü bir kavram üzerinden aslında ne kadar yakın bir münasebet içinde olduğu bu ağ haritaları sayesinde ortaya çıkarılabilir.
• ​Eğitimde Kolaylık: Kur’an’daki temel kavramları ve bunların birbirleriyle olan münasebetlerini öğretmede son derece etkili bir görsel eğitim materyali sunar.
​5. Zorluklar ve Tenkit Edilebilecek Yönler
​Bu yaklaşım ne kadar güçlü potansiyeller ihtiva etse de, bazı zorlukları ve sınırları da mevcuttur:
• ​Sayıların Manayı İhata Edememesi: Sayısal analiz, kelimelerin kullanım sıklığını ve birlikteliğini ölçebilir ancak bir kelimenin o bağlantı (kontekst) içindeki ince manasını, mecazî veya istiareli kullanımını tam olarak kavrayamaz. Belağat ve üslûp gibi unsurlar bu analizlerin dışında kalır.
• ​Teknik Kısıtlılıklar: Arapçanın morfolojik (sarf) ve sentaktik (nahiv) yapısının zenginliği, doğal dil işleme algoritmaları için ciddi bir zorluk teşkil etmektedir. Köklerin doğru tesbiti ve kelime anlamlarının ayırt edilmesi (polisemi) hassas bir çalışma gerektirir.
• ​İnsan Faktörünün Zarureti: Bu teknoloji, asla bir müfessirin veya alimin yerini alamaz. O, sadece ham veri ve görselleştirilmiş haritalar sunar. Bu haritaları mana ve hikmet süzgecinden geçirerek yorumlayacak, ayetlerin nüzul sebepleri ve tarihî arka plan gibi haricî bilgilerle birleştirecek olan yine de ilim sahibi insandır. Bu araçlar bir gaye değil, hakikate ulaşmada kullanılan birer vasıtadır.
​6. Sonuç
​Kur’an metnine Büyük Veri ve sayısal teknolojilerle yaklaşmak, geleneksel tefsir ilmine bir alternatif değil, onu tamamlayan ve yeni ufuklar açan mütemmim bir cüzdür. Kavram ağlarının haritalanması, Kur’an’ın kendi kendini tefsir eden mucizevî yönünü, kelimeler ve kavramlar arasındaki derûnî ahengi, insan nazarının ihata etmekte zorlanacağı bir genişlikte gözler önüne serme imkânı sunar. Bu metot, metnin lafız dokusunun arkasındaki mana örgüsünü daha objektif ve külli bir bakış açısıyla anlamak için güçlü bir başlangıç noktasıdır.
​Bu teknolojiler, soğuk ve ruhsuz birer sayı yığınından ibaret görülmemelidir. Bilakis, doğru bir niyet ve usûl ile kullanıldığında, Allah’ın kelâmındaki sonsuz hikmet ve insicamı daha derinden tefekkür etmek için akla ve kalbe birlikte hitap eden yeni pencereler açabilir. Nihai hedef, teknolojinin ışığında, Kur’an’ın hidayet nurundan daha fazla istifade etmenin yollarını aramaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

Kur’ân-ı Kerîm’de Kelime Seçiminin Derûnî Manaları ve Bağlantılı İncelikleri: Bir Kelime Denemesi

​Özet
​Bu çalışma, Kur’ân-ı Kerîm’in lafzındaki mucizevî vechi tasvir etmeyi hedeflemektedir. Kur’ân, manalarının derinliği kadar, o manaları ifade için seçtiği kelimelerle de eşsiz bir yapıya sahiptir. Birbirine yakın manalar taşıyan kelimelerden (müteradifât) birinin, muayyen bir ayette neden özellikle tercih edildiği meselesi, tefsir ilminin en mühim bahislerinden biridir. “Kelime Arkeolojisi” olarak isimlendirdiğimiz bu usûl ile, kelimelerin kök manalarına, kullanıldıkları ayetin evveli ve ahiri (siyak ve sibak) ile olan derûnî bağlantısına ve bu seçimin ayetin umumî mesajına kattığı inceliklere odaklanılacaktır.
Bu makalede, havf/haşyet, ce’ale/halaka ve nazar/basar kelime çiftleri üzerinden tahliller yapılacak ve Kur’ân’ın kelime seçimindeki ilahî hikmet isbat edilmeye çalışılacaktır.

​Giriş
​Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ’nın sonsuz ilim ve hikmetini yansıtan, hem manası hem de lafzıyla mucize olan bir kelamdır. Onun her bir ayeti, her bir kelimesi, hatta her bir harfi, en münasip yerde ve en latîf manayı ifade edecek şekilde yerleştirilmiştir. Bu sebeple, Kur’ân metnini sathî bir okuyuşla anlamak mümkün değildir; onun derûnî manalarına nüfuz edebilmek için lafızların arkasındaki hikmetleri aramak gerekir.
​İşte bu noktada “Kelime Arkeolojisi” adını verdiğimiz bir tefekkür ve tahlil usûlü devreye girer. Bu usûl, bir arkeoloğun toprağın katmanlarını dikkatle kaldırarak altındaki tarihî eseri ve o eserin bulunduğu tabaka ile olan alakasını keşfetmesi gibi, ayetteki bir kelimenin etimolojik aslından başlayarak, Kur’ân’ın bütünlüğü içindeki kullanımına ve bulunduğu ayetin bağlantısındaki hususi vazifesine kadar inen bir incelemeyi ifade eder. Müteradif (eş anlamlı) gibi görünen kelimeler arasındaki ince mana farklılıkları, bu incelemenin en kıymetli bulgularıdır. Zira bu farklılıklar, ayetin mesajını nasıl şekillendirdiğini ve ilahî muradın ne denli hassas bir beyan ile bizlere ulaştığını gösterir.
​Bu makalede, bu usûlü üç misal üzerinden tatbik edeceğiz.

​1. Tahlil: Korku ve Saygının İki Vechini Tasvir Eden Kelimeler: Havf (خوف) ve Haşyet (خشية)
​Arap lisanında “korku” manasına gelen pek çok kelime bulunmakla birlikte, Kur’ân’da en sık kullanılanlardan ikisi havf ve haşyettir. İlk nazarda aynı manaya geldikleri zannedilse de, aralarında mühim bir fark vardır ve Kur’ân bu farkı hassasiyetle gözetir.
• ​Havf (خوف): Genellikle zayıflıktan, bir zarara uğrama endişesinden veya sevilen bir şeyi kaybetme korkusundan kaynaklanan, daha umumî ve fıtrî bir korku halini ifade eder. Bu korku, kişinin kendisini korumaya yönelik tabii bir refleksidir. Azaptan, düşmandan, fakirlikten korkmak gibi durumlar için kullanılır. ​Mesela, Bakara Suresi’nde şöyle buyrulur: ​”Andolsun ki sizi biraz korku (şey’in mine’l-havfi) ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155) ​Burada kullanılan havf kelimesi, hayatın bir parçası olan, insanın fıtratında bulunan ve imtihanın bir unsuru olan umumî korku, endişe ve belirsizlik halini tasvir eder.

• ​Haşyet (خشية): Bu kelime ise, korkulan varlığın azametini, celalini ve büyüklüğünü bilmekten ve idrak etmekten neş’et eden, hürmet ve saygı ile karışık bir korkuyu ifade eder. Haşyet, cehaletten değil, marifetten (bilgiden) doğar. Bir âlimin, ilminin derinliği nisbetinde Allah’ın azametini idrak ederek O’na karşı duyduğu derin saygı ve titreme hali, haşyetin en güzel misalidir. ​Bu mananın en açık isbatı Fâtır Suresi’ndeki şu ayet-i kerimedir: ​”Göklerden ve yerden nice ürünler indirdiğimizi görmüyor musun? İnsanlardan, hayvanlardan ve davarlardan da yine böyle türlü renkte olanlar var. Kulları içinden ancak âlimler Allah’a karşı derûnî bir saygı ve korku (yahşa’llâhe) duyarlar. Şüphesiz Allah mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Fâtır, 35/28) ​
Ayette havf değil, haşyet kökünden gelen yahşâ fiilinin kullanılması fevkalade manidardır. Zira Allah’tan hakkıyla korkmanın, O’nun kudretini ve ilmini tefekkür eden “âlimler”e mahsus olduğu bildirilmektedir. Demek ki haşyet, ilim ve marifetle artan, sahibini daha yüksek bir kulluk mertebesine taşıyan faziletli bir korkudur. Havf ise daha ziyade nefsi korumaya yönelik fıtrî bir duygudur. Kur’ân’ın bu iki kelimeyi farklı bağlantılarda kullanması, korkunun dahi mertebeleri olduğunu ve imanın kemâliyle alakalı bir derinlik taşıdığını bizlere ders verir.

​2. Tahlil: Yaratmanın İki Ayrı Fiili: Halaka (خلق) ve Ce’ale (جعل)
​Kur’ân-ı Kerîm’de “yaratmak, yapmak, var etmek” gibi manalara gelen fiillerden en dikkat çekici ikisi halaka ve ce’aledir. Bu iki fiilin kullanımı asla rastgele değildir; her biri, var etmenin farklı bir mertebesine veya keyfiyetine işaret eder.
• ​Halaka (خلق): Bir şeyi yoktan, örneksiz ve benzersiz bir şekilde var etmeyi, icat etmeyi ifade eder. Halaka fiilinde, daha önce var olmayan bir şeyin, bir takdir ve ölçü ile, bir plan dahilinde vücuda getirilmesi manası vardır. Kâinatın, insanın ve canlıların ilk yaratılışı bu fiil ile anlatılır. ​Mesela, Alak Suresi’nin başlangıcında şöyle buyrulur: ​”Yaratan (halaka) rabbinin adıyla oku! O, insanı “alak”tan yarattı (halaka).” (Alak, 96/1-2) ​Burada insanın hiç yokken, bir kan pıhtısından başlayarak mükemmel bir surette vücuda getirilmesi, yani temelden, eşsiz bir şekilde icat edilmesi halaka fiiliyle ifade edilmiştir.

• ​Ce’ale (جعل): Bu fiil ise, genellikle var olan bir şeyden başka bir şey yapmak, bir şeyi bir halden başka bir hale dönüştürmek, tayin etmek veya bir şeye yeni bir vazife ve fonksiyon yüklemek manalarına gelir. Ce’ale fiilinde, bir yoktan var etme değil, bir dönüştürme, düzenleme ve görevlendirme manası hâkimdir. ​Furkan Suresi’ndeki şu ayet, bu farkı çok net bir şekilde ortaya koyar: ​”O, geceyi size bir örtü, uykuyu istirahat zamanı, gündüzü de hareket ve çalışma vakti yapmıştır (ce’ale).” (Furkan, 25/47) ​Ayette gece veya gündüz “yaratıldı” (halaka) denmiyor; “yapıldı, kılındı” (ce’ale) deniyor. Çünkü gece ve gündüz, zaten yaratılmış olan dünyanın ve güneşin hareketlerinden hasıl olan durumlardır. Allah, bu mevcut durumlara insanlar için hususi fonksiyonlar (örtü, dinlenme, çalışma zamanı) tayin etmiştir. İşte bu tanzim ve vazifelendirme fiili ce’ale ile beyan edilmiştir. ​Netice olarak, halaka bir şeyin aslını ve zatını icat etmeyi, ce’ale ise o mevcut olan şeye yeni bir şekil, vazife veya mahiyet vermeyi ifade eder. Kur’ân’ın bu ayrımı yapması, Allah’ın yaratmasındaki (halk) ve kâinattaki her şeye bir vazife ve hikmet yüklemesindeki (ca’l) sonsuz sanatını ve nizamını gözler önüne serer.

​3. Tahlil: Bakmak ve Görmenin Ötesi: Nazar (نظر) ve Basar (بصر)
​Bakmak ve görmek fiilleri de Kur’ân’da farklı kelimelerle ifade edilir. Nazar ve basar kelimeleri, bu sahanın en mühim iki kavramıdır.
• ​Nazar (نظر): Genellikle gözü bir şeye çevirme, bakma, göz atma gibi fizikî bir eylemi ifade eder. Ancak Kur’ân’da sıkça, bu fizikî bakışın tefekkür ve ibret alma maksadıyla yapılması gerektiğine işaret etmek için kullanılır. Nazar, bir hedefe yönelmiş bir bakıştır; lakin bu bakışın kalbe ve akla ulaşması şart değildir. ​Gâşiye Suresi’nde bu kullanıma çarpıcı bir misal verilir: ​”Bakmıyorlar mı (efelâ yenzurûne) o deveye, nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara, nasıl dikildi? Yeryüzüne, nasıl yayıldı?” (Gâşiye, 88/17-20) ​Burada insan, kâinattaki harikalara bakmaya (nazar etmeye) davet edilir. Bu, sadece bir göz gezdirme değil, üzerinde düşünülmesi ve ibret alınması gereken bir bakıştır. Nazar, basirete giden yolun ilk adımıdır.

• ​Basar (بصر) / Basîret (بصيرة): Basar, gözün görme gücü ve fiilidir. Ancak Kur’ân’da bu kelime, fizikî görmenin ötesinde, bir şeyin hakikatini idrak etme, anlama, yani “kalp gözüyle görme” manasında kullanılır. Basîret ise bu idrakin ve hikmetli görüşün ismidir. Asıl körlük, gözlerin görmemesi değil, kalplerin hakikati görememesidir. ​Bu manayı en veciz şekilde Hac Suresi’ndeki şu ayet ifade eder: ​”Yeryüzünde gezip dolaşmadılar mı ki, düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun? (Dolaştılar, ama ibret almadılar). Gerçek şu ki, gözler (el-ebsâru) kör olmaz; fakat göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46) ​Ayette, fizikî görme organı olan ebsârın (basarların) değil, asıl kalplerin körleştiği vurgulanarak, hakiki “görme”nin manevî bir idrak fiili olduğu belirtilir. Demek ki nazar bir vasıta, basar ve basîret ise o vasıtayla ulaşılması gereken bir gayedir. Kur’ân, insanları kâinata nazar etmeye çağırır ki, bu sayede kalplerinde basîret penceresi açılsın ve hakikati görsünler.

​Netice
​Yapılan bu kısa tahliller dahi göstermektedir ki, Kur’ân-ı Kerîm’de hiçbir kelime tesadüfen veya gelişigüzel seçilmemiştir. Her bir kelime, bulunduğu ayetin manasını en hassas şekilde dokuyan, ona derinlik ve çok boyutluluk katan ilahî bir tercihtir. Havf ve haşyet arasındaki fark, imanın mertebelerini; halaka ve ce’ale arasındaki fark, yaratılışın keyfiyetini ve ilahî nizamı; nazar ve basar arasındaki fark ise bilginin (malumat) idrake (irfan) dönüşme sürecini bizlere öğretir.
​Bu “Kelime Arkeolojisi” metodu, Kur’ân’ın sadece bir mesajlar mecmuası değil, aynı zamanda lafzıyla da eşsiz bir sanat harikası ve bir belağat mucizesi olduğunu isbat eder. Müteradif kelimelerin derinliklerine inmek, Kur’ân’ın i’câzını (aciz bırakıcılığını) daha derinden hissetmemize ve ayetlerin ruhumuza daha tesirli bir şekilde hitap etmesine vesile olur. Bu sebeple Kur’ân’ı anlamak isteyen her akıl, onun kelime hazinesine bir arkeolog titizliğiyle yaklaşmalı ve her bir lafzın arkasındaki ilahî hikmet definelelerini aramalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




KÂİNATTAN ÖNCE ALLAH VARDI

KÂİNATTAN ÖNCE ALLAH VARDI
Amâ”nın (عمَاء) Hakikati

Muhyiddin İbn Arabî bir sözünde;
“Allah mahlukatı yaratmadan önce bir ‘AMA’da idi. Ama’nın ne altında hava vardı ne de üstünde (Yani, altında ve üstünde hava olmayan ama’da idi).” (bk. El-Futuhatu’l-Mekkiye, I, 148).
Bunu ise Hadiste gelen bir rivayete dayandırır. şöyledir: Ashap’tan Ebu Rezîn anlatıyor:

“Ben: “Ey Allah’ın Resulü! Rabbimiz, mahlukatı yaratmadan önce neredeydi?” diye sordum. “Allah mahlukatı yaratman önce bir ‘AMA’da idi. Amanın altında da hava yoktu, üstünde de hava yoktu. Sonra Arşını su üzerinde yarattı.” diye cevap verdi.”[1]

Bu, İslam düşünce ve hikmet tarihinde, özellikle Kelâm (İslam teolojisi) ve Tasavvuf (İslam mistisizmi) alanlarında derin münakaşalara konu olmuş mühim bir meseledir. Muhyiddin İbn Arabî Hazretleri’nin (k.s.) Fütûhât-ı Mekkiyye eserinde zikrettiği bu söz, aslında doğrudan Ebu Rezîn el-Ukaylî’den (r.a.) rivayet edilen hadis-i şerife dayanmaktadır.
Bu rivayet ve İbn Arabî’nin iktibası (alıntısı), Allah-alem (kainat) münasebeti, Allah’ın ezeliyeti ve yaratılıştan önceki durumu gibi en derin Tevhid meselelerine temas etmektedir.
Aktarılan hadis, Ehl-i Sünnet’in temel hadis kaynaklarında yer almaktadır.
* İmam Tirmizî (ö. 279/892), bu rivayeti Sünen’inde (Tefsir, Hûd Suresi) nakletmiş ve “Bu, hasen bir hadistir” diyerek sıhhat derecesini belirtmiştir.
* İmam Ahmed b. Hanbel (ö. 241/855) Müsned’inde (IV, 11-12) ve İbn Mâce (ö. 273/887) Sünen’inde (Mukaddime, 13) de bu rivayet mevcuttur.
Dolayısıyla rivayet, Ehl-i Sünnet hadis alimlerince kabul görmüş, en azından “Hasan” (iyi) mertebesinde, yani delil getirmeye elverişli bir rivayettir.
İbn Arabî gibi bir alimin bu hadisi esas alması, onun hadis ilmindeki vukufiyetini de gösterir.
Bununla beraber evvela;
“Evet, Muhyiddin, kendisi hâdî ve makbuldür. Fakat her kitabında mühdî ve mürşid olamıyor. Hakaikte çok zaman mizansız gittiğinden, kavâid-i Ehl-i Sünnete muhalefet ediyor ve bazı kelâmları zâhirî dalâlet ifade ediyor.”[2]

Zira kendisi kendisi için şunu söylüyor:
“Yani,”Bizden olmayan ve makamımızı bilmeyen, kitaplarımızı okumasın, zarar görür.” Evet, bu zamanda Muhyiddin’in kitapları, hususan vahdetü’l-vücuda dair meselelerini okumak zararlıdır.”


*********

“Amâ”nın (عمَاء) Hakikati:
Hadisin hakikati, yani “Amâ” kelimesinin ne manaya geldiği, meselenin kilit noktasıdır.
* Lügat (Dil) Manası: “Amâ” (عمَاء), Arap dilinde genellikle “ince bulut”, “sis” veya “gözün görmesine engel olan duman” gibi manalara gelir. Kelimenin aslı (kökü) “amâ” (عمى), yani “körlük, görememek, gizlilik” manasındadır.
* Mecazî Manası: Bu kelime, bir mekân bildirmekten ziyade, mahlukatın (yaratılmışların) idrakinden gizli olma halini ifade eder. Yani, “Neredeydi?” sorusu, mahlukatın zihnindeki “mekân” (yer) tasavvuruna göre sorulmuş bir sorudur. Verilen cevap (“Amâ’da idi”) ise, mekânın henüz yaratılmadığı bir durumu tasvir eder.
Hadisin devamındaki “Altında da hava yoktu, üstünde de hava yoktu” ifadesi, bu “Amâ”nın bildiğimiz manada fizikî bir bulut veya hava katmanı olmadığını, mekânsal boyutların (alt-üst) ve mahlukatın (hava) bulunmadığı bir hali ifade ettiğini güçlendirir.

2. Ehl-i Sünnet Alimlerinin Bu Konudaki Tenkit ve Yorumları Nelerdir?
Bu hadisin yorumlanmasında Ehl-i Sünnet alimleri arasında temel olarak iki ana yaklaşım belirginleşir:
A. Selef (İlk Dönem) ve Mütekaddimîn (Önceki Alimler) Yorumu:
Bu yaklaşım, başta İmam Ahmed b. Hanbel olmak üzere, hadisi olduğu gibi kabul edip mahiyeti (keyfiyeti) hakkında derin felsefî yorumlara girmemeyi esas alır.
* Onlara göre “Amâ”, Allah’ın mahlukatı yaratmadan önce var olan, mahiyetini bilemediğimiz yaratılmış bir “ince bulut” veya “sistir”.
* Allah, mekândan münezzehtir (mekâna muhtaç değildir). Ancak Allah, Zatı ile mahlukatından ayrıdır ve üstündedir.
* Bu hadis, Allah’ın Arş’ı, suyu ve havayı yaratmadan önceki durumunu haber verir. O “Amâ”nın ne olduğunu, nasıl olduğunu (keyfiyetini) Allah bilir. Biz metne iman eder ve manasını Allah’a havale ederiz (Tefviz) veya “istivâ” gibi, manasını anlarız ama keyfiyetini bilemeyiz (Selef’in genel metodu).
* Onların tenkidi, daha çok bu hadisi kullanarak Allah’a mekân isnat etmeye çalışan Müşebbihe (Allah’ı yaratılmışlara benzetenler) veya Allah’ın mahlukatıyla iç içe olduğunu iddia eden Hulûl (bir şeye girme) ve İttihad (birleşme) akımlarına yöneliktir.
B. Müteahhirîn (Sonraki Dönem) Kelamcıları (Eş’arî ve Mâtürîdî) Yorumu:
Bu alimler, Allah’ın mekândan ve zamandan mutlak surette münezzeh (aşkın) olduğu (Tenzih) akidesini esas alırlar.
* Onlara göre, “Allah neredeydi?” sorusu, esasen Allah’ın Zatı için geçersizdir. Çünkü “nerede” (eyn) sorusu, mekânı varsayar. Allah ise mekânı yaratandır.
* Bu hadis, te’vil edilmelidir (mecazî veya sembolik manası anlaşılmalıdır).
* “Amâ” (gizlilik, bulut), Allah’ın mekânı değil, mahlukatın O’nu idrak edemediği mutlak gizlilik halinin veya yaratılış öncesi hiçlik durumunun bir tasviridir.
* Yani “Amâ’da idi” demek, “mahlukata nisbetle mutlak bir gizlilik (gayb) içindeydi, O’nu idrak edecek hiçbir varlık yoktu” demektir.
C. Muhyiddin İbn Arabî ve Tasavvufî Yorum (Tenkide Uğrayan Nokta):
İbn Arabî’nin yorumu, yukarıdaki Ehl-i Sünnet yorumlarından daha farklı bir düşünce ve hikmet açısı taşır. Onun Vahdet-i Vücud (Varlığın Birliği) meşrebinde:
* “Amâ”, sadece “yaratılmış bir bulut” veya “yokluk” değildir.
* O, “Mutlak Zat” (Hiçbir sıfat ve isimle kayıtlanmamış Mutlak Varlık) ile “tecelli” (manifesto olma, görünür aleme çıkma) arasındaki ilk mertebedir.
* İbn Arabî’ye göre “Amâ”, Hakk’ın Nefesi (Nefes-i Rahmânî) olarak da tabir edilen, bütün varlıkların “potansiyel” (bilkuvve) olarak bulunduğu, henüz zahire (dışa) çıkmadığı ilk taayyün (belirginleşme) sahasıdır. Varlık, bu “Amâ” (sis) içinden zuhur etmiştir.
Tenkit (Eleştiri):
Ehl-i Sünnet kelamcılarının ve bazı Selef alimlerinin İbn Arabî’nin bu yorumuna yönelik tenkitleri şu noktada toplanır:
* Hulûl ve İttihad Endişesi: İbn Arabî’nin “Amâ”yı, Allah’ın Zatı’ndan ayrı mahluk bir varlık değil de, Zat’ın tecellisinin ilk mertebesi olarak görmesi, Yaratan (Hâlık) ile yaratılanın (mahluk) arasındaki kesin ayrımı (mübâyenet) muğlaklaştırdığı iddiasıyla tenkit edilmiştir.
* Yaratılmışlık (Hudûs): Ehl-i Sünnet’e göre Allah’tan başka her şey (Arş, su, Amâ, hava) sonradan yaratılmıştır (hâdistir). İbn Arabî’nin “Amâ” yorumunun, onu kadîm (ezelî) bir mertebe gibi gösterdiği düşünülmüştür. (Bu, İbn Arabî’nin düşüncesinin incelikli bir yorumudur ve İbn Arabî’nin kendisi de Allah’ın Zat’ının mahlukattan ayrı olduğunu savunur, ancak ifadesi tenkide açık bulunmuştur).
3. Bundan Kasıt Nedir?
Hadis-i şeriften ve İbn Arabî’nin iktibasından (alıntısından) anlaşılan kasıt (maksat), insanoğlunun aklına gelebilecek en temel sorulardan birine cevap vermektir: “Her şeyden önce ne vardı?”
Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bu soruya, soruyu soran insanın (Ebu Rezîn) anlayış seviyesine ve dilin imkanlarına göre cevap vermiştir:
* Mekânın Reddi: “Altında ve üstünde hava yoktu” diyerek, bildiğimiz fizikî boyutları ve mahlukatı (hava) nefyetmiştir (reddetmiştir).
* Mutlak Öncelik: Allah’ın Arş’tan, sudan ve havadan önce var olduğunu (Kıdem) beyan etmiştir.
* İdrakin Sınırı: “Amâ” (Gizlilik/Bulut) tabirini kullanarak, o halin insan idraki tarafından tam olarak kuşatılamayacağını, “gizli” (gayb) bir keyfiyette olduğunu ifade etmiştir.
Kasıt, Allah’ın mutlak ezeliyetini ve yaratılıştan önceki idrak edilemez aşkınlığını (münezzeh oluşunu) tasvir etmektir.
4. Ayet ve Muradifleri ve de Müfessirlerin Yorumları Hangi Çerçevededir?
Bu hadisin doğrudan bağlantılı olduğu ve müfessirlerin (tefsir alimlerinin) birlikte ele aldığı ayet, hadisin son cümlesinde de zikredilen “Arş’ın su üzerinde olması” meselesidir.
Allah Teâlâ, Hûd Suresi’nin 7. ayetinde şöyle buyurur:
> “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için gökleri ve yeri altı günde (evrede) yarattı. O’nun Arş’ı ise (bundan önce) su üzerinde idi. Eğer onlara, “Ölümden sonra şüphesiz diriltileceksiniz” desen, inkâr edenler mutlaka, “Bu, apaçık bir sihirden başka bir şey değildir” derler.”
> (Hûd Suresi, 11:7)
>
Müfessirlerin Yorum Çerçevesi:
* Yaratılışın Sırası: Müfessirler (Taberî, Kurtubî, İbn Kesîr, Râzî vb.), bu ayeti tefsir ederken Ebu Rezîn’in “Amâ” hadisini delil getirirler. Bu ayet ve hadisten yola çıkarak yaratılışın bir sırasını tesbit etmeye çalışırlar.
* Arş ve Sudan Önce: “Amâ” hadisi, ayette zikredilen “Arş ve Su” yaratılmadan önceki bir durumu haber verir. Yani Ehl-i Sünnet’in genel kabulüne göre:
* Önce Allah vardı ve O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu.
* Sonra Allah, “Amâ”yı (keyfiyetini bilmediğimiz o bulutu/sisi) yarattı.
* Sonra Arş’ı ve Suyu yarattı. Arş, su üzerindeydi.
* Sonra Kalem’i yarattı (başka rivayetlere göre).
* Sonra gökleri ve yeri altı günde (evrede) yarattı.
* Çerçeve (Bağlantı): Müfessirlerin çerçevesi, “Amâ”yı, Arş ve Su’dan (yani bilinen ilk yaratılmışlardan) daha önce var olan ve mahiyeti müphem (belirsiz) olan “ilk mahluk” veya “yaratılış öncesi hal” olarak konumlandırmaktır.
Özetle:
* Hadis, sıhhat bakımından “Hasan” derecesindedir ve muteberdir.
* “Amâ”, Ehl-i Sünnet’in cumhuruna (çoğunluğuna) göre, Allah’ın mekânı değil, yaratılıştan önceki durumu veya ilk yaratılmış (mahiyeti bilinmeyen) bir sis/bulut halini tasvir eder.
* İbn Arabî’nin yorumu, bunu tasavvufî bir mertebe (Vahdet-i Vücud’daki ilk taayyün) olarak görmüş; bu yorum, Allah’ın Zatı ile mahlukatın münasebeti konusunda Ehl-i Sünnet kelamcılarının tenkitlerine (bu yorumun Hulûl ve İttihad’a kapı aralama ihtimali nedeniyle) konu olmuştur.
* Ayetlerdeki (Hûd 7) çerçeve ise, Arş ve Su’yun yaratılışın başlangıcındaki yerini belirtirken, bu hadis o başlangıçtan da önceki “Amâ” halini haber vermektedir.

*Peygamber Efendimiz (asm.)
“Allah vardı; beraberinde başka bir şey yoktu.” Buyurur.
Buhârî, Megâzî, 67, 74, Bed’u’l-Halk 1, Tevhid 22; Tirmizî, Menâkıb, 3946.
*“Allah göklerin ve yerin nurudur.” (Nur, 24/35)
“Yer Rabb’inin nuru ile parladı.” (Zümer, 39/69),
“Görmediniz mi Allah nasıl yeri, göğü birbiri üstünde tabaka tabaka yarattı ve ayı bunların içinde nur yaptı, güneşi de bir lamba yaptı.” (Nuh, 71/15-16)[3]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 

[1] Ahmed b. Hanbel; IV, 11-12; Tirmizî, Tefsir, 12; İbn Mace, Mukaddime, 13)
Bak: https://sorularlaislamiyet.com/muhyiddin-arabi-allaha-buluta-benzer-bir-duman-seklinde-olmasidir-demis-bu-dogru-mu-allahin-onceki

[2] https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-sekizinci-lem-a/272
http://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/arama/Muhyiddin

https://kulliyat.risaleinurenstitusu.org/lemalar/yirmi-sekizinci-lem-a/273

[3] Bak: https://tesbitler.com/2025/10/19/varligin-hakikati-nur-unsuru/




RUHUN BEKASI VE NEFSİN FENASI

RUHUN BEKASI VE NEFSİN FENASI

İnsan, kâinatın küçük bir misâlidir. Kâinat nasıl ki bir “emir âlemi” (emr-i kün fe yekûn) ile bir “halk âlemi”nin birleşmesinden ibaret ise, insanın mahiyeti de ruh ile nefsin terkibinden ibarettir.
Ruh, “varlık, vücûd ve Vacibü’l-Vücûd” cihetini temsil eder; nefs ise “mümkinat ve mâsivâ” cihetini…

RUH: BEKAYA NAMZET BİR NUR

Ruh, ezelî bir kaynaktan üflenen bir emirdir. Cenâb-ı Hak, “Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir” (İsrâ Sûresi, 17/85) buyurmakla, ruhun kaynağını beyan eder.
Demek ki ruh, mahlûk olsa da emr âlemine dâhildir; onun mahiyeti, nuranî ve bekâya namzettir.
Ruh, “Bekâ cihetini temsil ettiği” için adem ile zıttır. Belâ ve musibetler ona yöneldiğinde, beka ve Bâkî ile irtibatı dolayısıyla yokluğa gitmez; bilakis, saflaşır, arınır ve yücelir.
Nitekim Kur’an buyurur:
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürüleceksiniz.”
(Ankebût, 29/57 )
Burada “nefs”in ölümü tatacağı, fakat ruhun rücû ile asıl menziline döneceği bildirilmiştir. Ölüm, ruh için bir yokluk değil, bir bekâ kapısıdır.
Ruh, “Bâkî olan Zât’a” nisbetle bâkîdir. Çünkü “Allah’ın zatından başka her şey fânidir.” (Kasas, 28/88) âyetiyle fânilik hükmü, Allah’tan gayrısına verilmiştir. Lâkin o gayr içinde, Bâkî’ye nisbetle beka sırrına mazhar olan ruh, “fena içinde bekâ” bulur.

NEFS: FENAYA MAHKÛM BİR GÖLGE

İnsanın diğer yüzü, yani nefs tarafı ise, mümkünat âlemine bağlıdır. Tabiatın değişkenliği, nefsin aslına sinmiştir. Onun için Kur’an, “Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratana andolsun ki; sonra ona fücurunu ve takvâsını ilham etti.” (Şems, 91/7-8) buyurur.
Demek ki nefis, hem aşağıya meyleder hem de yücelmeye kabiliyeti vardır.
Ancak fenâ ve zevâl onun yapısına dercedilmiştir. O, sürekli değişir; dünün arzusu bugüne yetmez, bugünün hevesi yarına kalmaz.
Nefsin bu geçiciliği, cihanın da geçiciliğidir. Zira her ikisi de halk âlemindendir. Bu yüzden Kur’an buyurur:
“Sizin yanınızdaki tükenir, Allah katındaki ise bâkîdir.”
(Nahl, 16/96 )
İnsanın nefsî ciheti “sizin yanınızdaki”dir; geçici, değişken, fânî…
Ruh ciheti ise “Allah katındaki”dir; bâkî, sâbit, ebedî…

CENNET VE RUHUN BENZERLİĞİ

Nitekim Cennet de “ruh âleminden” bir tecellidir. Onun içindekiler, dünyadaki gibi çürüme, çözülme, dağılma ve yoklukla yüz yüze değildir. Kur’an buyurur:
“Onlara ne bir yorgunluk dokunur, ne de oradan çıkarılırlar.”
(Hicr, 15/48 )
Bu beyan, beka âleminin sıfatıdır.
Ruh da Cennet gibidir; çünkü her ikisi de Bâkî’ye bağlıdır.
Nefs ise dünya gibidir; sürekli bir değişim, çözülme ve fenâ halindedir.
İnsan, bu iki kutbun arasında bir denge noktasıdır. Ruh, insana ebediyet hissini verir; nefis ise faniliği tattırır. Ruhun sesi “ben Rabbime döneceğim” derken, nefsin sesi “ben var olacağım” diye direnir.
İşte bu direniş, imtihanın özüdür.

RUHUN BELÂ İLE ARINMASI

Belâlar, musibetler ve ıztıraplar, nefsin kabuğunu çatlatır; içinden ruhun nuru görünür.
Yani Belâlar, musibetler, imtihanlar birer tazyiktir ki, nefsi kırar, ruhu serbest bırakır.”
Yani belâ, ruhun bekâya meyli için bir fırsattır. Çünkü o, Bâkî’ye dönmek ister. Nefis ise belâdan kaçar; çünkü o, fenaya mahkûmiyetinin farkındadır.

EBEDÎ YURDA HAZIRLIK

İnsan, iki âlem arasında duran bir varlıktır. Nefisle aşağıya, ruhla yukarıya bakar.
Kur’an bu gerçeği şöyle dile getirir:
“Kim Rabbine mülâkî olmayı arzu ederse bilsin ki, o buluşmanın vakti mutlaka gelecektir.”
(Kehf, 18/110 )
O buluşma, fânînin Bâkî’ye vuslatıdır.
İnsan, ruh cihetiyle beka âlemine, nefsiyle ise fenâ sahasına aittir.
Fakat ruhun üstünlüğü sebebiyle, insan bütünüyle bekaya namzettir.
Bu namzetlik, imanla tahakkuk eder.
İman, ruhun gıdası; ibadet, ruhun fiilidir.

HÜLÂSA

İnsanın ruhu, varlık ve Vacibü’l-Vücûd cihetini temsil eder; bu yüzden beka ile irtibatlıdır, yokluğa gitmez.
Nefsi ise mümkinat ve masivayı temsil eder; fani, değişken ve dağılmaya mahkûmdur.
Ruh, “Bâkî ile bağlantılı” olduğu için belâ ve musibetlerden yokluk değil, kemal bulur.
Cennet gibi ruh da bekâ âlemindendir; çözülme ve ayrışma kabul etmez.
İnsan, bu iki zıt cevherin birleşimidir: Ruhuyla ebediyetin yolcusu, nefsiyle faniliğin misafiridir.
O halde insana düşen, ruhunu beslemek; nefsini ise terbiye etmektir. Çünkü ruh, bekaya gidecek, nefis ise fenada eriyecektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




NEFSİN TERBİYESİNE DAİR KUR’ANÎ BİR TAHLİL

NEFSİN TERBİYESİNE DAİR KUR’ANÎ BİR TAHLİL

İnsanın yaratılışında iki zıt kutup vardır: Ruh ve nefs. Ruh, “emr âleminden” gelen nuranî bir latîfe; nefis ise “halk âleminden” gelen karanlık bir cevherdir.
Ruh, Bâkî’ye yönelirken; nefis, fanî olana meyleder. Bu sebeple insan, bir terbiye ve tezkiye sahnesidir. Nefsin terbiyesi, kâinatın en derin davasıdır.

NEFSİN MAHİYETİ VE İMTİHANIN ESASI

Kur’an-ı Kerim, insanın içindeki bu zıtlığa dikkat çeker:
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde yaratana andolsun ki, sonra ona fücurunu ve takvâsını ilham etti.”
(Şems, 91/7-8 )
Bu âyet, nefsi hem fücura (sapkınlığa) hem de takvâya (korunmaya) meyyal olarak tanımlar. Yani nefis, hem şerre hem hayra kabiliyeti olan bir varlıktır.
Cenâb-ı Hak, nefsi insanın hizmetine vermiştir; ancak terbiye edilmezse insanın efendisi olur.
Nefsin özü itibariyle meyli, emniyet ve hazza doğrudur. O, sıkıntıdan kaçar, sabrı sevmez; kolaylığı ister, meşakkate tahammül etmez. Bu yüzden Kur’an buyurur:
“Doğrusu insan azar; kendini müstağnî gördüğünde.”
(Alak, 96/6-7 )
İşte bu istigna hâli, nefsi firavunlaştırır. Terbiye edilmezse nefis, ene ve enaniyet şeklinde büyür, kendini Rab gibi görmeye başlar.

TERBİYE: NEFSİN DİZGINLENMESİ

Kur’an, nefsi ıslahın yolunu “tezkiye” kavramıyla ifade eder:
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kirleten de ziyana uğramıştır.”
(Şems, 91/9-10 )
Burada “tezkiye” yalnızca günahları bırakmak değil, nefsin kendini merkeze alma alışkanlığını kırmak demektir.
Nefsin terbiyesi, kalbin hâkimiyetini yeniden kurmaktır.
Nitekim Nefis, kendini daima haklı görür, kusurunu görmez. Terbiyesi, o körlüğü açmakladır.
Demek ki nefsi terbiye etmek, onun gözünü açmak, hakikati görmesini sağlamaktır.
Bu da, marifetullah ve murakabe ile olur. Çünkü nefis, kendi varlığını Allah’a nisbetle idrak ettiğinde, kibrin yerini tevazu alır.

KUR’AN’DA NEFS MERTEBELERİ

Kur’an, nefsin terbiyesini mertebelerle anlatır. Bu mertebeler, insanın iç dünyasında yükseliş basamakları gibidir:
• Nefs-i Emmâre (Emreden Nefis)
“Nefis elbette kötülüğü emreder.” (Yûsuf, 12/53 )
Bu mertebede nefis, arzularının esiridir; haz, hırs, şehvet ve öfke hükmeder.
Terbiyesi için sabır, oruç, zikir ve ibadet gerekir.
• Nefs-i Levvâme (Kendisini Kınayan Nefis)
“Kendisini kınayan nefse yemin ederim.” (Kıyâme, 75/2 )
Artık vicdan uyanmıştır; insan kötülüğünün farkındadır.
Bu safha, tevbe ve murakabe devridir.
• Nefs-i Mutmainne (Tatmin Bulmuş Nefis)
“Ey itminan bulmuş nefis! Rabbine dön, O’ndan razı ve O da senden razı olarak!”
(Fecr, 89/27-28 )
Artık nefis, Rabbine teslim olmuş, huzura ermiştir.
Bu, nefsin en yüce terbiyesi ve insanın nihai gayesidir.

TERBİYEDE KUR’AN’IN METODU

Kur’an, nefsi ıslah için üç temel usul kullanır:
• Tefekkür (Düşünme):
Kâinatın hikmetle dolu düzeni, nefse kendi aczini ve sınırlılığını gösterir.
“Yeryüzünde dolaşmazlar mı ki düşünebilsinler?” (Hacc, 22/46 )
Tefekkür, nefsin kibir perdesini yırtar.
• Tezkiye (Arınma):
Günahlardan temizlenmek, nefsin karanlık tabakasını inceltir.
“Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizleyesin.” (Tevbe, 9/103 )
• Tefvîz (Teslimiyet):
“De ki: Benim namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm âlemlerin Rabbi Allah içindir.”
(En‘âm, 6/162 )
Teslimiyet, nefsi terbiye eden en kuvvetli ilaçtır.

NEFSİN İMTİHANI VE RAHMETİN SIRRI

Nefsin isyanı, aslında insanın yükselme vesilesidir. Çünkü nefis olmasaydı, sabır, tevazu, şükür, istiğfar ve muhabbet bilinmezdi.
Zira Nefsin varlığı, ubudiyetin inkişafı içindir; nefis olmazsa kulluk bilinmez.
Yani nefis, düşman gibi görünse de aslında imtihanın anahtarıdır.
Nefsin terbiyesi, onu yok etmek değil; onu emir altına almaktır.
Bir at nasıl dizginsizken tehlikeli, fakat biniciyle faydalıysa; nefis de terbiye ile insanın yükselişine hizmet eder.

BEKAYA GÖTÜREN TERBİYE

Ruhun bekâya, nefsin fenâya meyli vardır. Lâkin nefsin terbiyesiyle insan, fena içinde bekâ sırrına mazhar olur.
Kur’an bu mertebeye şöyle işaret eder:
“Onlar, inananlar ve kalpleri Allah’ı anmakla huzura kavuşanlardır. Biliniz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur.”
(Ra‘d, 13/28 )
Kalp, nefsin arınmış hâlidir.
Zikir, tefekkür ve ibadetle nefis, kalp olur; kalp, ruhla birleşir; ruh, Rabbine döner.

HÜLÂSA

Nefis, insanın içinde var edilmiş bir imtihan mihveridir.
Fıtraten hem fücur hem takvâ kabiliyetine sahiptir.
Kur’an, onu tezkiye ve terbiye etmeyi emreder.
Tezkiye; sabır, tefekkür, teslimiyet ve ibadetle olur.
Nefsin terbiyesi, onun varlığını yok etmek değil; emir altına almak, ruha hizmetkâr kılmaktır.
Terbiye edilmiş bir nefis, insanı mutmainne mertebesine taşır ve beka yolculuğunun kapısını açar.
Çünkü “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.” (Şems, 91/9)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




RUH VE NEFS ARASINDAKİ DENGE: İNSANIN İÇ ÂLEMİNDEKİ CİHAD-I EKBER

RUH VE NEFS ARASINDAKİ DENGE: İNSANIN İÇ ÂLEMİNDEKİ CİHAD-I EKBER

İnsanın iç âleminde sessiz ama kesintisiz bir muharebe vardır.
Bir tarafında Ruh – ki o, Bâkî olan Zât’tan bir nefhadır; diğer tarafında Nefs – ki o, arzın ve hevânın toprağından yoğrulmuştur.
İşte bu iki kutbun arasındaki mücadeleye Kur’ân ve hikmet nazarıyla bakıldığında, karşımıza “Cihad-ı Ekber” çıkar.

CİHAD-I EKBERİN MAHİYETİ

Peygamber Efendimiz (s.a.s.) bir gazadan dönerken ashâbına şöyle buyurmuştur:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
“—Ya Resûlallah, büyük cihad nedir?” diye sorulduğunda buyurdu ki:
“O, insanın kendi nefsiyle mücadelesidir.”
(Hadis: Beyhakî, Zühdü’l-Kebîr, c.2, s. 165)
Demek ki asıl savaş, kılıçla değil; insanın kendi içinde, ruh ile nefis arasında cereyan eder.
Dış düşman yenildiğinde muharebe biter; fakat iç düşman olan nefis daima diridir.

RUH: BEKAYA MEYLETTİREN IŞIK

Ruh, Vacibü’l-Vücûd’un emrinden bir nefhadır.
“Sana ruhtan soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir.”
(İsrâ, 17/85 )
Ruh, ezelî bir kaynaktan geldiği için beka ve kemale yönelir.
Onun istikameti, nurun kaynağına doğrudur.
İyilik, ihsan, sabır, şükür, teslimiyet gibi faziletler hep ruhun sesidir.
Ruh, insanı “ulvî” âleme çağırır; fıtratı gereği Allah’a meyillidir.

NEFS: FENAYA VE HEVÂYA MEYLETTİREN GÖLGE

Nefis ise arzın unsurlarından yaratılmıştır; meyli aşağıya, hevâya ve keyfe doğrudur.
“Nefis, elbette kötülüğü emreder.”
(Yûsuf, 12/53 )
Nefis, varlığını korumak ve arzularını tatmin etmek ister.
Ama bu istek, terbiye edilmezse insanı esarete sürükler.
Ruh, Allah’a kul olmak ister; nefis ise kendi hevesine ilah olmak ister.
Kur’ân bu hâli şöyle anlatır:
“Hevâsını kendisine ilah edinen kimseyi gördün mü?”
(Câsiye, 45/23 )
İşte insanın asıl cihadı, ruh ile nefis arasındaki bu hâkimiyet mücadelesidir.

İÇ DENGE: NEFSE ZİNCİR, RUHA KANAT

İnsandaki denge, bu iki kuvvetin nizâmına bağlıdır.
Nefis tamamen öldürülmez, fakat terbiye edilir; ruh tamamen serbest bırakılmaz, hikmetle yönlendirilir.
Kur’ân, bu dengeye şöyle işaret eder:
Allah, iki yolu da gösterdi.
“Biz ona eğri ve doğru iki yolu da göstermedik mi?”
(Beled, 90/10 )
Yani insana hem hayır hem şer yolu gösterilmiştir.
Ruh, hayra çağırır; nefis, şerre iter.
İnsanın büyüklüğü, bu iki davet arasında doğru tercihte bulunmasıdır.
Nefis, daima şeytana kul olmak ister; ruh ise Rahman’a abd olmayı ister. Bu iki zıt kuvvet, insanda imtihanın mihveridir.

CİHAD-I EKBERİN SAFHALARI

Cihad-ı ekber, bir seferdir; nefisten kalbe, kalpten ruha doğru bir seyir.
Bu yolculukta insan, üç mertebeden geçer:
• Muhasebe:
İnsan, her gün kendini hesaba çeker.
“Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve herkes yarına ne hazırladığına baksın.”
(Haşr, 59/18 )
Muhasebe, cihadın ilk adımıdır.
• Mücahede:
Nefsin arzularına karşı durmak, sabırla direnmek.
“Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştiririz.”
(Ankebût, 29/69 )
Mücahede olmadan terbiye olmaz.
• Müşahede:
Nefis kırılıp ruh parladığında, insan artık “Allah ile olma” hâline erişir.
“Allah’ın zikriyle kalpler huzur bulur.”
(Ra’d, 13/28 )
Bu hâl, cihad-ı ekberin zaferidir.

RUH VE NEFSİN DENGESİNDE AKIL VE KALBİN ROLÜ

Ruhun rehberi kalp, nefsin dizgini ise akıldır.
Kalp, Allah’a yönelir; akıl, doğruyu araştırır.
Kalp kör olursa ruh sükût eder; akıl zayıflarsa nefis azgınlaşır.
Kur’an buyurur:
“Kalpleri vardır, onunla anlamazlar; gözleri vardır, onunla görmezler.”
(A’râf, 7/179 )
Demek ki insanın en büyük vazifesi, kalbini nurlandırmak ve aklını kullandırmaktır.
Zira ruhun sesi kalpte, nefsin sesi hevada yankılanır.
Kalp galip gelirse, ruh parlayan bir güneş olur; nefis onun önünde gölgeye çekilir.

NEFSİN DİZGİNİ: SABIR VE ZİKİR

Nefsin en güçlü terbiyesi sabır ve zikirdir.
Sabır, nefsin taşkınlığını durdurur; zikir ise ruhun gıdasıdır.
“Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”
(Bakara, 2/153 )
Sabır, ruhun direncidir; zikir, ruhun neşvesi.
Her zikirde ruh parlar, nefis silinir.
Her sabırda ruh genişler, nefis daralır.

RUHUN GALİBİYETİ VE BEKAYA YÜKSELİŞ

Cihad-ı ekberin zaferi, nefsin itaat, ruhun hâkimiyet kazanmasıdır.
O zaman insan, Kur’an’ın övdüğü o hitaba mazhar olur:
“Ey itminan bulmuş nefis! Rabbine dön, O senden razı, sen de O’ndan razı olarak!”
(Fecr, 89/27–28 )
Bu hitap, ruhun bekâ âlemine giriş iznidir.
Artık o insanın iç âleminde barış hâkimdir: Ruh sultan, nefis hizmetkâr olmuştur.
Ve işte o an, cihad-ı ekberin fethi gerçekleşmiştir.

HÜLÂSA

Ruh, beka âleminden gelen bir nur; nefis, fena âleminden gelen bir gölgedir.
İnsan bu iki kutup arasında bir denge arar.
Cihad-ı ekber, işte bu iç savaşın adıdır.
Terbiye edilmiş bir nefis, ruha hizmet eder; azgınlaşmış nefis ise insanı mahveder.
Ruhun rehberi kalp, nefsin dizgini akıldır.
Sabır, zikir ve muhasebe bu dengeyi sağlar.
Sonunda ruh galip gelir, nefis teslim olur.
Ve insan, “mutmainne” mertebesine erişerek beka kapısına girer.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




MAHŞERİN DEHŞETİ

MAHŞERİN DEHŞETİ

يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ (Yevme yefirrul mer’u min ehîh) ayeti, Kur’ân’da mahşer gününün dehşetini tasvir eden en sarsıcı sahnelerden biridir.
📜 Ayet:
“يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِۙ وَأُمِّهِ وَاَبِيهِۙ وَصَاحِبَتِهِ وَبَنِيهِۙ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُمْ يَوْمَئِذٍ شَأْنٌ يُغْن۪يهِۜ”
(Abese, 34-37):
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar.
O gün onların her birine, kendine yetecek kadar işi vardır.”
🌋 Ayetin Tasviri:
Bu ayetlerde mahşer meydanının öyle bir dehşetle tasvir edildiğini görüyoruz ki,
insan kendi nefsinden başka hiçbir şeyi düşünemez hale gelir.
Kardeş, ana-baba, evlat, eş…
Dünya hayatında insanın en yakınları olan bu kimselerden, mahşer günü herkes kaçar, uzaklaşır.
• “يَفِرُّ” (yefirrü) kelimesi, kaçmak, uzaklaşmak, sığınacak yer aramak mânâsına gelir.
• Kökü ف ر ر (ferre) olup; korkudan kaçmak, yüz çevirmek, ürküp uzaklaşmak anlamlarını taşır.
• Bu kelimenin muradifleri (eş anlamlıları) arasında şunlar vardır:
• هرب (he-re-be) → kaçmak, firar etmek, kurtulmak
• نَجَا (neca) → kurtulmak, sıyrılmak
• وَلَّى vella) → yüz çevirmek, uzaklaşmak
• تَوَلَّى (tevellâ) → dönüp gitmek, geri çekilmek
Bu fiillerin tümü, insanın dehşet karşısında çaresiz kalışını ve nefsine yönelişini anlatır.

Mahşer Gününün Dehşetini Tasvir Eden Diğer Ayetler:
1. Hac Sûresi 1-2
يَا أَيُّهَا النَّاسُ اتَّقُوا رَبَّكُمْ اِنَّ زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ شَيْءٌ عَظ۪يمٌۜ يَوْمَ تَرَوْنَهَا تَذْهَلُ كُلُّ مُرْضِعَةٍ عَمَّا أَرْضَعَتْ وَتَضَعُ كُلُّ ذَاتِ حَمْلٍ حَمْلَهَا وَتَرَى النَّاسَ سُكَارٰى وَمَا هُمْ بِسُكَارٰى وَلٰكِنَّ عَذَابَ اللّٰهِ شَد۪يدٌ:
“Ey insanlar! Rabbinizden korkun! Şüphesiz kıyametin sarsıntısı büyük bir şeydir.
Onu gördüğünüz gün, her emzikli kadın emzirdiğini unutur, her hamile kadın yükünü düşürür, insanları sarhoş görürsün; halbuki onlar sarhoş değildir. Fakat Allah’ın azabı çok şiddetlidir.”
• Burada “زَلْزَلَةَ السَّاعَةِ” (zelzeletü’s-sâa) — kıyametin sarsıntısı — tabiri,
mahşerin fizikî ve psikolojik dehşetini bir arada anlatır.
• Muradifleri: رجفة (recfe), صاخة (sâhha), قارعة (kâria) — hepsi “şiddetli sarsıntı, çarpış, dehşet veren ses” anlamına gelir.

2. Tekvîr Sûresi 1-14
“İzâ’ş-şemsu kuvviret…”
(Güneş dürülüp karardığında, yıldızlar döküldüğünde, dağlar yürütüldüğünde…)
Bu sûre, kıyametin tabiatın düzeninin çözülmesiyle başlayan safhasını anlatır.
• “كُوِّرَتْ (kuvvirat)” → dürülmek, toplanmak, sönmek
• “انْتَثَرَتْ (inteserât)” → saçılmak, dağılmak
• “سُيِّرَتْ (suyyiret)” → yerinden yürütülmek, kaldırılmak
Bu fiillerin muradifleri:
• طُمِسَتْ (tumiset) → silinmek, yok olmak
• تَبَدَّلَتْ (tebeddelat) → yer değiştirip
başka hâle gelmek

3. Kâria Sûresi 1-5
اَلْقَارِعَةُۙ مَا الْقَارِعَةُۙ وَمَا اَدْرٰيكَ مَا الْقَارِعَةُۜ
“Kâria (çarpan, sarsan felaket)! Kâria nedir, bilir misin? O gün insanlar etrafa saçılmış pervaneler gibi olurlar, dağlar da atılmış yün gibi olur.”
• Kâria kelimesi “şiddetle çarpan, yürekleri sarsan felaket” mânâsına gelir.
• Muradifleri: الصَّاخَّةُ (sâhha), الطَّامَّةُ (tâmme), الزَّلْزَلَةُ (zelzele).

4. İnfitâr Sûresi 1-5
“İzâ’s-semâu’nfatarat…”
(Gök yarıldığı, yıldızlar dağıldığı, denizler fışkırdığı, kabirler alt üst edildiği zaman…)
Burada kozmik düzenin çözülüşü, ölüm sonrası hesap bilincine geçiş anlatılır.
• “اِنْفَطَرَتْ” → yarılmak, çatlamak (muradifi: اِنْشَقَّتْ (inşakkat))
• “اِنْتَثَرَتْ” → saçılmak (muradifi: تَبَدَّدَتْ
(tebeddedet)
💠 Sonuç:
Mahşer ve kıyamet sahneleri Kur’ân’da:
• dehşet (şiddetli korku),
• çözülüş (tabiatın dağılması),
• yalnızlık (herkesin kendi nefsiyle baş başa kalması)
temalarıyla anlatılır.
“يَوْمَ يَفِرُّ الْمَرْءُ مِنْ أَخِيهِ” ayeti ise bu sahnelerin en derûnîsidir;
çünkü orada artık ne sevgi, ne şefkat, ne de merhamet kalır; herkes amellerinin hesabıyla baş başadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025




KIYAMETİN O DEHŞET ANI

KIYAMETİN O DEHŞET ANI

Kur’ân-ı Kerîm, kıyametin dehşetli kopuşunu hem tasvirî (manzaralı) hem de ikaz edici bir üslûpla anlatır. Bu tasvirler, insanın idrakine hitap eden sarsıcı, düşündürücü ve derûnî beyanlardır.

🌩️ 1. Zilzâl Sûresi (Yer sarsıntısı)
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman,
ve yer, ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman,
ve insan, ‘Ona ne oluyor?’ dediği zaman…”
(Zilzâl, 99/1-3 )
🔹 Muradifler ve İzah:
• Zilzâl (زلزال): Şiddetli sarsıntı, zelzele. Kıyametin dehşetini ifade eder.
Muradifleri: Sarsılma, deprem, titreme.
• Esgaleha (أثقالها): Yükler, ağırlıklar. Yerin içindekileri (ölüleri, madenleri, sırları) dışarı atması.
Bu, dünyanın “emanetini boşaltması” gibidir.
• İnsân (إنسان): Bütün insanlık, şaşkınlık içinde “ne oluyor” diyecek.
Bu ifade, kıyametin beklenmedik anlığını ve dehşetini gösterir.

🌪️ 2. Tekvîr Sûresi (Karanlığa bürünen Güneş)

“Güneş dürülüp karardığı zaman,
yıldızlar dökülüp karardığı zaman,
dağlar yürütüldüğü zaman,
vahşi hayvanlar bir araya toplandığı zaman…”
(Tekvîr, 81/1-5 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• Kuvviret (كُوِّرَتْ): “Dürülmek” anlamında.
Muradifleri: Kapanmak, bükülmek, sönmek.
Güneşin enerjisinin sönmesi, sistemin çöküşü.
• İnkederat (انكدرَت): Yıldızların dökülmesi.
Muradifleri: Sönmek, dağılmak, düşmek.
• Suyyirat (سُيِّرَت): Dağların yürütülmesi.
Muradifleri: Yerinden kopmak, savrulmak, kaymak.
Bu, dünyanın düzeninin bozulduğunu gösterir.

🌊 3. İnfitar Sûresi (Yarılma)

“Gök yarıldığı zaman,
yıldızlar dökülüp dağıldığı zaman,
denizler kaynatıldığı zaman,
kabirler altüst edilip açıldığı zaman…”
(İnfitar, 82/1-4 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• İnfeṭarat (انفطرت): Yarılmak.
Muradifleri: Parçalanmak, çatlamak, açılmak.
• İnteserat (انتثرت): Dağılmak.
Muradifleri: Savrulmak, saçılmak.
• Füccirat (فُجِّرَت): Kaynatılmak, taşmak.
Muradifleri: Kabarma, coşma, fışkırma.
Bu, denizlerin birbirine karışıp taşmasını anlatır.
• Buʿsiret (بُعْثِرَتْ): Altüst edilmek.
Muradifleri: Devrilmek, ters çevrilmek, boşaltılmak.
Kabirlerin açılması, haşir sahnesine işarettir.

🔥 4. İnşikak Sûresi (Yarılma)

“Gök yarıldığı,
ve Rabbine boyun eğip gereğini yaptığı zaman…”
(İnşikak, 84/1-2 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• İnşakkat (انشقت): Yırtılmak, parçalanmak.
Muradifleri: Yarılmak, bölünmek, çatlamak.
• Ezinet (أذنت): İtaat etmek, dinlemek.
Göğün, Allah’ın emrine boyun eğmesi mecazîdir; tabiat unsurlarının bile emre râm olduğunu gösterir.

5. Hâkka Sûresi (Gerçekleşen Olay)

“O vakit Sur’a bir defa üfürülür.
Yeryüzü ve dağlar yerlerinden kaldırılır,
bir defada birbirine çarpılıp darmadağın edilir.”
(Hâkka, 69/13-14 )

🔹 Muradifler ve İzah:

• Nufiha (نُفِخَ): Üflenmek.
Muradifleri: Üflemek, seslenmek, çağrılmak.
İsrafil’in sura üflemesi, kıyametin başlangıç alametidir.
• Dükketa (دُكَّتَا): Parçalanmak, un ufak olmak.
Muradifleri: Ezilmek, ufalanmak, kırılmak.

💥 6. Târiḳ Sûresi ve Kâria Sûresi (Sarsan Çarpış)

“Kâria! O sarsıcı çarpış!
Kâria nedir bilir misin?
O gün insanlar, etrafa dağılmış kelebekler gibi olacak,
dağlar da atılmış yün gibi olacak.”
(Kâria, 101/1-5 )

🔹 Muradifler ve İzah:
• Kâria (القارعة): Vurucu, çarpıcı, sarsıcı olay.
Muradifleri: Tokmak, darb, çarpış.
• Menfuş (منفوش): Atılmış, savrulmuş yün.
Dağların pamuk gibi dağılmasını anlatır; hafiflik ve dağılma mecazıdır.

🌠 7. Tefcîr ve Tasvirin Manası

Kur’an’ın bu sahnelerdeki tasvir gücü, kıyameti sanki bir “göz önüne serilmiş hâdise” gibi anlatır.
Bu ayetler:
• Korku (havf),
• Dehşet (şiddetli korku),
• Sarsıntı (zilzâl),
• Çözülme (infitar, inşikak)
gibi kelimelerle kozmik çöküşü haber verir.

🔹 Netice:

Kur’an’ın kıyameti tasvir eden ayetleri, sadece korkutma gayesi taşımaz;
aynı zamanda inkârı iskat, imanı isbat eder.
İnsana der ki:
“Ey insan! Bu kâinat fânîdir;
seni de, arzı da, göğü de yaratan Allah, onları da seni de yeniden diriltecektir.”

*******

Kur’an-ı Kerîm’de kıyametin dehşetli kopuşunu anlatan ayetlerdeki kelimelerin Arapça kök tahlili (sarf ve asıl kökleri) ve edebî sanat yönleri..
Bu, hem lafızdaki hikmeti, hem de mana derinliğini gösterecektir.

🌋 1. Zilzâl Sûresi (99/1-3)
إِذَا زُلْزِلَتِ الْأَرْضُ زِلْزَالَهَا
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• زُلْزِلَتْ (zulzilet) → kökü: ز ل ز ل (zelzele)
Bu kök, “tekrarlanan sarsıntı, titreme” anlamındadır.
Arapçada tekit (şiddet ve süreklilik) manası taşır.
Aynı kökten “zelzele” (deprem) kelimesi gelir.
Bu tekrarlı yapı, sarsıntının sürekliliğini ve korkunçluğunu gösterir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tecânüs (ses benzerliği): zulzilat zilzâlehâ kelimelerindeki ses tekrarı,
titreme hissini kulakta uyandırır — bu, sesle mananın birleştiği bir belâgat örneğidir.
• Tasvir sanatı: Yerin canlı gibi “sarsılması” ve “ağırlıklarını dışa atması” teşhis (kişileştirme)dir.

🌠 2. Tekvîr Sûresi (81/1-3)

إِذَا الشَّمْسُ كُوِّرَتْ
“Güneş dürülüp karardığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• كُوِّرَتْ (kuvvirat) → kökü: ك و ر (k-v-r)
“Dürmek, sarmak, toparlamak” anlamındadır.
Araplar sarığı başa dolamaya “tekvîr” derdi.
Burada “güneşin ışığının dürülmesi”, yani nurunun sönmesi, görevini tamamlaması mecazîdir.
🔹 Edebî Sanat:
• İstiare : Güneşin “dürülmesi” bir sarık gibi sarmak benzetmesiyle anlatılmıştır.
• Teşbih: Güneşin son hâli, bir “sönen kandil”e benzetilir.

🌌 3. İnfitar Sûresi (82/1-3)

إِذَا السَّمَاءُ انْفَطَرَتْ
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• انْفَطَرَتْ (infatarat) → kökü: ف ط ر (f-t-r)
“Yarmak, çatlatmak, bölmek” anlamındadır.
Aynı kökten fıtrat gelir; “yaratılış” demektir.
Burada gök, ilk yaratılışın tersi olarak yeniden parçalanıyor.
🔹 Edebî Sanat:
• Mecaz-ı mürsel: Gök “yarılıyor” ifadesi, düzenin bozulmasını mecazla anlatır.
• Teşhis: Gök adeta bir “canlı gibi” Allah’ın emrine boyun eğiyor.
• “Yıldızlar dökülüp etrafa saçıldığı zaman,” (82/2).

🌊 4. İnşikâk Sûresi (84/1-2)

إِذَا السَّمَاءُ انشَقَّتْ
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• انشَقَّتْ (inşakkat) → kökü: ش ق ق (ş-q-q)
“Yarmak, ikiye bölmek, parçalamak.”
Aynı kökten şakka (zahmet çekmek), meşakkat (sıkıntı) gelir.
Yani kıyamet ânında göğün parçalanması, büyük bir sıkıntı ve sarsıntı hâlidir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tezat (zıtlık): Gök, düzenin sembolüyken burada “yarılması” düzenin bozulmasını gösterir.
• Tashbih: Parçalanan gök, “yırtılmış perde”ye benzetilir.

🔥 5. Hâkka Sûresi (69/13-14)

فَإِذَا نُفِخَ فِي الصُّورِ نَفْخَةٌ وَاحِدَةٌ
“Sur’a bir defa üfürüldüğü zaman.”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• نُفِخَ (nufiha) → kökü: ن ف خ (n-f-h)
“Üflemek, nefes vermek.”
Burada “üflemek”, İsrafil’in sura üflemesiyle hayatın son bulmasını anlatır.
Aynı kökten “nefeha” (nefes) ve “nefes” kelimeleri gelir.
🔹 Edebî Sanat:
• İltifat (hitap değişimi): Önce “yeryüzü” ve “dağlar” anlatılırken, birden “Sur”a geçilir. Bu geçiş, sarsıcı bir etki oluşturur.
• Tecsim (somutlaştırma): Kıyamet, “bir üfleme” gibi kısa ama kudretli bir fiille tasvir edilir.

🌩️ 6. Kâria Sûresi (101/1-5)

الْقَارِعَةُ مَا الْقَارِعَةُ
“O sarsıcı çarpış! Kâria nedir, bilir misin?”
🔹 Kelime Kökü ve Tahlil:
• قَارِعَة (kâria) → kökü: ق ر ع (q-r-ʿ)
“Vurmak, çarpmak, kapıya tokmakla vurmak.”
Kıyametin bu isimle anılması, sarsan ve titreten çarpışma mânâsınadır.
Aynı kökten “kar‘u’l-bâb” (kapı çalmak) gelir.
🔹 Edebî Sanat:
• Tekrar sanatı (tekrir): Kâria, mâ’l-kâria, ve mâ edrâke mâ’l-kâria dizilişi,
dehşet ve bilinmezliği vurgular.
• İstifham (soru üslubu): “Kâria nedir bilir misin?” — bu, tehekküm (şiddetli uyarı) maksadı taşır.

🌌 7. Edebî ve Belâgatî Tablonun Özeti
Edebî Sanat / Ayet Örneği / Mana Etkisi
Teşbih (benzetme) /Dağlar, atılmış yün (Kâria 101/5) /Hafiflik, dağılma, çöküş
İstiare (mecaz) / Güneşin dürülmesi (Tekvîr 81/1) /Kozmik son, kapanış
Tecânüs (ses uyumu) / zulzilat / zilzalehâ / Sarsıntının ses etkisi
Tekrir (tekrar) / mâ’l-kâria /
Dehşeti pekiştirme
Teşhis (canlandırma) / Yerin ağırlıklarını atması (Zilzâl 99/2) / Canlı bir tasvir
İltifat / Gökten yere geçiş (İnfitar, İnşikak) / Dramatik anlatım geçişi

🔹 Netice:
Kur’an’ın kıyamet tasvirleri, sadece bir dehşet sahnesi değil;
tefekkür, ikaz ve imanî bir tecellîdir.
Her kelimesi seçilmiş, ses olarak da mana olarak da insanın ruhunda yankılanır.

******

Şimdi kıyamet sahnelerini Kur’an’ın tabiat unsurları üzerinden — yani güneş, gök, dağ, deniz ve arz (yeryüzü) unsurlarının bilimsel ve hikmetî değişim süreciyle Kur’anî açıdan inceleyelim.
Bu, hem ayetlerin zahirî (dış) hem de derûnî (iç) manasını ortaya koyar.

🌞 1. Güneşin Kararması – (Tekvîr 81/1)

“Güneş dürülüp karardığı zaman.”
(Tekvîr, 81/1 )

🔹 Kur’anî Tasvir:
Güneşin “dürülmesi” (كُوِّرَتْ – kuvvirat) kelimesiyle anlatılır.
Bu, ışığının söndürülmesi, nurlarının toplanması demektir.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Güneş’in içinde hidrojen – helyum füzyonu vardır.
Kıyamet vakti geldiğinde, bu enerji dengesi bozulacak ve yıldız kendi içine çökecektir (astrofizikte “white dwarf” veya “black hole” süreci).
• Kur’an’ın “dürülmesi” tabiri, bu çökme (collapse) hâlini tam manasıyla anlatır.
Adeta bir lamba sönmesi gibi nur perdelenir.

• Güneşin sönmesi, zamanın perdesinin kapanmasıdır.
Çünkü “gündüz” güneşle, “gece” onun gizlenmesiyle bilinir.
O kaybolunca, vakit kavramı da yok olur.
Yani ebediyet âleminin başlangıcı olur.

🌌 2. Göklerin Yarılması – (İnfitar 82/1, İnşikak 84/1)
“Gök yarıldığı zaman.”
🔹 Kur’anî Tasvir:
• İnfitar (yarılma) ve inşikak (çatlama) fiilleriyle, semavî düzenin bozulması anlatılır.
• Gökyüzü “itaat eder” (İnşikak 84/2), yani Allah’ın emrine râm olur.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Kozmolojide, kâinatın yapısı genişleme üzerinedir (Big Bang).
• “Göğü, gücümüzle Biz kurduk; şüphesiz biz onu genişleticiyiz.” Zâriyât Sûresi(51) 47. Ayet
Kur’an, Enbiyâ 21/30’da “gök ile yer bitişikti, Biz ayırdık” buyurur.
Kıyamet ise bunun tersi, yani çöküş ve kapanma (Big Crunch) sürecidir.
• Semanın “yarılması”, uzay dokusunun parçalanması, çekim alanlarının dağılması manasına gelir.
🔹 Hikmetî Yön:
• Gök, insan için emniyet kubbesidir (Enbiyâ 21/32).
Onun yarılması, bu emniyetin kalkmasıdır.
Böylece mahlûkat, İlâhî kudretin çıplak tecellîsiyle karşılaşır.

🏔️ 3. Dağların Yürütülmesi – (Tekvîr 81/3, Tâhâ 20/105-107)
“Dağlar yürütüldüğü zaman.”
(Tekvîr, 81/3)
“Dağlar savrulup toz duman hâline gelir, yeryüzü dümdüz olur.”
(Tâhâ, 20/105-107 )
🔹 Kur’anî Tasvir:
• Dağlar önce yerlerinden koparılır, sonra savrulur.
• Kimi ayette “atılmış yün gibi” (Kâria 101/5), kimi ayette “duman gibi” (Vâkia 56/5) olur.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Dağlar, yer kabuğunun sabitleyicileridir (Nebe 78/6-7).
Yer sarsıntısını dengeler.
Kıyamet anında yer kabuğu kırılacağı için bu denge unsurları da uçucu toz hâline gelir.
• Dağların “yürütülmesi”, tektonik tabakaların tamamen yer değiştirmesi ve kabuk yapısının çözülmesi demektir.
🔹 Hikmetî Yön:
• Dağların kalkması, dünya misafirhanesinin kapatılmasıdır.
Çünkü dağ, istikrar sembolüdür; o gidince fânilik mutlaklaşır.

🌊 4. Denizlerin Kaynatılması – (İnfitar 82/3, Tekvîr 81/6)
“Denizler kaynatıldığı zaman.”
(İnfitar, 82/3 )
🔹 Kur’anî Tasvir:
“Füccirat” fiili kullanılır; fışkırmak, taşmak, kaynamak demektir.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Denizlerin kaynaması, yerin ısısının artması, magma tabakasının yüzeye çıkması anlamına gelir.
Bu, jeotermal dengenin tamamen bozulmasıdır.
• Aynı zamanda kutup buzlarının çözülmesi, suların birbirine karışması olarak da yorumlanır.
🔹 Hikmetî Yön:
• Deniz, hayatın kaynağıdır; onun kaynaması, hayatın bitmesidir.
Yani suyun tabiatı (rahmet), artık azaba dönüşmüştür.

🌍 5. Yeryüzünün Devrilmesi ve Ağırlıklarını Atması – (Zilzâl 99/1-2)
“Yeryüzü şiddetle sarsıldığı zaman, ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman.”
🔹 Kur’anî Tasvir:
Yerin “ağırlıkları” (eskâlehâ) — yani ölüler, madenler, sırlar — dışarı atılır.
🔹 Hikmet ve Bilimsel Yön:
• Bu, yerkürenin merkezinde bir enerji patlaması veya çekirdek dengesinin bozulması demektir.
• Depremler, kıyametin küçük misalleridir;
Zilzâl Sûresi, bu “küçük kıyametlerin” bir numûne-i kübrâya dönüşeceğini bildirir.
Büyük kıyamet başlar.
🔹 Hikmetî Yön:
• Dünya, insanı barındıran bir rahim gibidir;
kıyamet günü onu doğurur ve ahirete teslim eder.

🌟 Sonuç:

Kur’an’ın kıyamet tasvirleri, hem fizikî çöküşü hem de metafizik uyanışı anlatır.
Bu sahneler:
• Bilimsel olarak evrenin termodinamik sonunu,
• İmanî olarak ise dünyanın fânîliğini ve ahiretin ebedîliğini gösterir.
“O gün yer, haberlerini anlatır.” (Zilzâl 99/4)
Çünkü o da Allah’ın emriyle konuşur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
23/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 111

BERCESTE VE İZAHI – 111

​1. Laedri’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Devlet istersen kana’at, rahat istersen ölüm”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısra, insan hayatındaki iki temel arayışı, yani devlet (mutluluk, zenginlik, manevi yücelik) ve rahatı, birbirine zıt iki kavramla ilişkilendirir. Şair, gerçek mutluluğun ve zenginliğin dış şeylerde değil, kanaatte yattığını tasvir eder. Kanaat, elindekine razı olmak, hırstan ve aşırı dünya sevgisinden uzak durmak demektir. Bu mısraya göre, gönül zenginliği ve iç huzuruna ancak bu yolla erişilebilir. Diğer yandan, mutlak rahatı arayanların varacağı yerin ölüm olduğunu belirtir. Çünkü bu dünyada tam bir rahat, zahmetsiz ve sıkıntısız bir hayat mümkün değildir. Her hayatın içinde imtihanlar, dertler ve meşakkatler vardır. Ölüm ise bu dünya hayatının tüm zahmetlerinden kurtuluştur. Bu sebeple, şair, hayatın gerçek yapısını ortaya koyarak insana bir tercihte bulunmasını cevap verir: ya kanaat ile hayatın içindeki zorluklara rağmen bahtiyar olmak ya da mutlak rahatı arayarak ölüme varmak.
​—
​Makale: Kanaatin Kutsal Zenginliği ve Rahatın Yanıltıcı Yüzü
​Hayat, enaniyet ve arzuların sonsuz bir yarış alanı gibidir. İnsan, tabiatı gereği daima daha fazlasını ister; daha fazla servet, daha fazla şöhret, daha fazla kudret… Bu bitmek bilmeyen arayış, çoğu zaman insanı yorgun düşürür ve arzuladığı bahtiyarlığa bir türlü ulaştırmaz. Oysa ki, hikmet ehli Laedri’nin de tasvir ettiği gibi, gerçek devlet ve bahtiyarlık, maddenin değil, mananın kucağında, yani kanaatte saklıdır.
​Kanaat, sadece elindekine razı olmak değil, aynı zamanda kalbin maldan, mülkten ve dünya hırslarından azade olmasıdır. Bu, bir nefis terbiyesi, bir gönül zenginliğidir. Kanaat eden bir kimse, malı çok olmasa da kalbi daima müstağnidir. Zira o, sahip olduğu her şeyin geçici olduğunu bilir ve gerçek zenginliğin Rabbin ona bahşettiği nimetlere şükretmekte olduğunu idrak eder. Bu fazilet, insana dünya telaşının ve koşturmacasının üstünde bir sükunet bahşeder. Tarihe nazar ettiğimizde, bu gerçeği en iyi anlayanların, en büyük bahtiyarlığı bulanların, çoğu zaman dünya malına meyletmeyen alimler, dervişler ve salih kimseler olduğunu görürüz. Onlar, dünya rahatını değil, ahiret bahtiyarlığını öncelemişlerdir.
​Diğer yandan, insan, dünya hayatında mutlak bir rahat arayışına girdiğinde, bu arayışın onu bir yanılgıya sürüklediği aşikârdır. Zira dünya, zıtlıkların, zıtların ve aykırılıkların yurdudur. İmtihanlar, hastalıklar, musibetler, meşakkatler, hayatın ayrılmaz bir cüzüdür. Hiçbir insan, hayatı boyunca tek bir zahmet çekmeden yaşayamaz. Bu sebeple, tam bir rahatı beklemek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Asıl ibret, insanın bu zorluklar karşısındaki duruşudur. Bu zahmetler, insanın ahireti kazanması için birer imtihan ve olgunlaşma vesilesidir. Tam bir rahat, ancak dünya hayatının sona ermesiyle, yani ölümle mümkün olur. Bu sebeple, mısra, mutlak rahat arayışının fani olduğunu, asıl bahtiyarlığın, bu dünyanın zorlukları içinde bile bulunabilecek kanaat ve şükürde olduğunu hatırlatır. Kanaat, bu dünyanın fırtınaları içinde sığınılacak bir liman gibidir. İnsan, ancak bu limanda huzur bulabilir.
​Özet: Bu makalede, Laedri’nin mısrasından hareketle, gerçek bahtiyarlığın ve zenginliğin dış şeylerde değil, iç bir fazilet olan kanaatte bulunduğu tasvir edilmiştir. Tam bir rahatın ise dünya hayatında bulunamayacağı, bu arayışın ancak ölümle sona ereceği vurgulanmıştır. Makalede, kanaatin gönül zenginliği olarak insanın ruhuna bahşettiği sükunete işaret edilmiş ve dünya hayatının imtihanlarla dolu yapısı ele alınmıştır.

​2. Mir’âti’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Mir’âti sözlerin gizli mu’ammâ / Ulu’l-ebsâr olanlara hüveydâ / Elsiziz belsiziz dilsiziz ammâ / Gezeriz âlemde erkekçesine”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Mir’âti’nin hikmet ve mana dolu sözlerinin derinliğini tasvir eder. Şair, sözlerinin sıradan bir kimse için kapalı, bir muammâ olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr yani derin ve basiretli bir bakışa sahip olanlar için apaçık ve aşikar olduğunu belirtir. Bu, zahiri bakışın ötesinde, iç bir idrak gerektiren bir hakikatle ilgilidir. İkinci beyitte ise zıt bir tasvirle, kendilerini “elsiz, belsiz ve dilsiz” olarak nitelendirirler. Bu sıfatlar, onların dünya işlerinden, maddi güçten ve gösterişli konuşmalardan uzak olduklarını gösterir. Ancak, bu hallerine rağmen, yani bu zahiri eksikliklere rağmen, “âlemde erkekçesine gezdiklerini” ifade ederler. Burada geçen “erkekçesine” kelimesi, cinsiyetten öte, yiğitlik, cesaret, doğruluk ve vakarlı bir duruşu tasvir eder. Bu, onların manevi kuvvetinin, zahiri güçlerinin üstünde olduğunu, kalben sağlam ve kararlı olduklarını gösterir.
​—
​Makale: Kalbin Dili ve Basiretin Yürüyüşü
​Söz, bir dilin en mühim vasıtasıdır; lakin her söz, aynı ağırlığı ve derinliği taşımaz. Bazı sözler, sadece kuru birer harf yığınıyken, bazıları hikmet ve mananın ta kendisidir. Mir’âti’nin mısraları, sözün bu derin yapısını, basiret ve idrakin ehemmiyetini gözler önüne serer. O, hakikat ehlinin sözünün, alelade bir kula kapalı olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr, yani kalp gözü açık olanlar için bir aydınlık ve isbat olduğunu beyan eder. Bu tasvir, Kur’an-ı Kerim’in ve diğer kutsal kitapların muhtevasına benzer. Onların ayetleri de zahirde okunsa bile, gerçek manası ancak derin düşünce, tefekkür ve basiretle idrak edilebilir. Bu nedenle, hakikatin kapısını aralamak isteyen bir kimse, kuru ezberden ziyade, kalbinin gözünü açmakla yükümlüdür.
​Mısraların ikinci kısmı, bu manevi derinliğin, zahiri bir acziyetle nasıl bütünleştiğini gösterir. Şair, kendilerini “elsiz, belsiz, dilsiz” olarak tasvir eder. Bu, onların dünya hayatının karmaşasından, maddeye olan meylinden ve fani şeylere olan tutkusundan uzak durduklarını gösterir. El, eylem ve kudreti; bel, güç ve iktidarı; dil ise boş sözü tasvir eder. Onlar, bu dünya hırslarından azade olarak, asıl güç ve kudretin Allah’a ait olduğunu idrak etmişlerdir. Lakin bu zahiri acziyet, onları zayıf kılmaz. Aksine, “âlemde erkekçesine gezerler.” Bu kelime, sadece erkek cinsiyetini değil, yiğitlik, cesaret, hak yolunda kararlılık ve izzetli bir duruşu ihtiva eder. Bu hal, onların asıl kuvvetinin, zahiri değil, manevi olduğunu gösterir. Tıpkı kılıcı olmayan lakin sözüyle nice gönülleri fethedebilen İslâm alimleri ve tasavvuf büyükleri gibi. Onların sözü, kuvvetten ve iktidardan daha tesirli olmuştur. Bu, bize, gerçek kuvvetin enaniyetten, kibrin ve maldan değil, hak yolunda yürümekten ve kalbin safiyetinden geldiğini hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Mir’âti’nin mısraları üzerinden, hakikat ehlinin sözlerinin derinliği ve basiret sahibi kimseler tarafından idrak edilebileceği ele alınmıştır. Aynı zamanda, zahiri kuvvetten uzak, lakin manevi bakımdan güçlü ve izzetli bir duruşa sahip olan hak yolcularının hikmetli hayatları tasvir edilmiştir. Makalede, gerçek gücün maddi değil, manevi bir kaynaktan geldiği vurgulanmıştır.

​3. Tâhirü’l-Mevlevî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Olanlar gevher-i îmân ile gencûr-ı rûhânî / Ya illetden ya zilletden ya kılletden değil hâlî”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, imanın mü’mine bahşettiği manevi zenginliği ve bu zenginliğe rağmen dünya hayatının zahmetlerinden tamamen kurtulamayacağını tasvir eder. Şair, iman cevherine sahip olan kimseleri, manevi bir hazineye, yani “gencûr-ı rûhânî”ye sahip olanlara benzetir. Bu benzetme, imanın ne denli kıymetli ve korumaya değer bir hazine olduğunu ortaya koyar. Ancak, ikinci mısrada bu kimselerin dahi dünya hayatının üç temel sıkıntısından yani illetten (hastalıktan), zilletten (hor ve hakir görülmekten), veya kılletten (yoksulluk ve darlıktan) hali olmadığını, yani bu musibetlerden kurtulamayacağını ifade eder. Bu, imanın insanı dünyevi dertlerden tamamen azade etmediği, aksine bu dertlerin imtihanın bir parçası olduğunu vurgular. İnsan, imanla bu zorluklara karşı durabilme kuvveti bulur, lakin bu zorluklardan tamamen uzak kalamaz.
​—
​Makale: İmanın Kalkanı ve Hayatın İmtihanları
​İman, bir kalp için en kıymetli hazinedir. O, sadece bir inanç değil, aynı zamanda hayatın bütün zorluklarına karşı durabilen manevi bir kudrettir. Tâhirü’l-Mevlevî’nin mısraları, bu hakikati en güzel şekilde tasvir eder. İman sahibi bir kimse, adeta “ruhanî bir hazine”ye sahip gibidir. Bu hazine, fani dünyanın gelip geçici ziynetlerinden üstündür. Tıpkı bir padişahın hazinesi gibi, bu hazine de sahibine izzet, kuvvet ve şeref bahşeder. İnsanı ahiret yolculuğuna hazırlarken, bu dünya hayatındaki imtihanlara karşı da bir kalkan görevi görür.
​Ancak, imanın bu üstün faziletine rağmen, şair, iman sahibinin dahi bu dünyanın zahmetlerinden tamamen azade olmadığını belirtir. Hayatın üç ana musibeti; hastalık (illet), hor görülme (zillet) ve fakirlik (kıllet), her insan gibi iman sahibinin de karşısına çıkar. Bu gerçeğe nazar ettiğimizde, en büyük iman ehillerinin, en şiddetli imtihanlarla karşılaştığını görürüz. Hz. Eyyüb’ün (a.s) hastalığı, Hz. Yusuf’un (a.s) zindandaki zilleti ve Efendimiz (s.a.v.)’in yaşadığı kıtlık ve mahrumiyetler bu duruma ibretli birer isbattır. Bu zorluklar, iman cevherini koruma ve yüceltme vesilesi olmuştur. Hastalık, günahların affına, zillet, enaniyetin kırılmasına ve yoksulluk, sabır ve tevekkül faziletinin artmasına vesile olmuştur. Bu, bize, imanın amacının dünyevi dertlerden kurtulmak değil, dertler karşısında sabır, tevekkül ve rıza göstermek olduğunu öğretir. İnsan bu zorluklar karşısında imanının gücüyle ayakta kalır ve bu zorlukları manevi terakkinin birer basamağı haline getirir.
​Özet: Bu makalede, Tâhirü’l-Mevlevî’nin beyitleri üzerinden imanın manevi bir hazine olduğu ve bu hazineye sahip olanların dahi dünya hayatının dertlerinden, yani hastalık, hor görülme ve yoksulluktan azade olamayacakları tasvir edilmiştir. Bu musibetlerin iman sahipleri için birer imtihan ve manevi yükseliş vesilesi olduğu vurgulanmıştır.

​4. Basîrî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Zen merde civân pîre kemân tîrine muhtâc / Eczâ-yı cihân cümlesi birbirine muhtâc”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tabiatın ve cihanın temel bir kaidesini, yani karşılıklı ihtiyaç ve bütünleşmeyi tasvir eder. Şair, ilk mısrada bu gerçeği somut örneklerle destekler: kadın erkeğe, genç yaşlıya, yay oka muhtaçtır. Bu örnekler, hayatın zıtlıklarının ve farklılıklarının aslında birer bütünleyici unsur olduğunu gösterir. Bir bütünün parçaları gibi, her biri diğerinin varlığına muhtaçtır. İkinci mısrada ise bu kaidenin sadece insan ve nesneler için değil, “eczâ-yı cihân cümlesi” yani dünyanın bütün parçaları için geçerli olduğunu beyan eder. Bu mısra, cihan şümul bir hakikati tasvir eder: Hiçbir şey tek başına var olamaz, her şey birbiriyle bir bağlantı ve uyum içinde mevcudiyetini sürdürür. Bu, aynı zamanda kâinatın yaratılışındaki ince dengeyi ve tevhidi gösterir.
​—
​Makale: Cihanın Dokusu: Karşılıklı Muhtaçlık ve Uyum
​Hayat, tek başına var olabilen müstakil unsurlardan müteşekkil değildir. Aksine, her şey birbirine bağlı, birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Basîrî’nin beyitleri, bu cihan şümul hakikatin en zarif tasvirlerinden biridir. O, “kadının erkeğe, gencin yaşlıya, yayın oka muhtaç” olduğunu söylerken, aslında hayatın en temel zıtlıklarının ve ayrılıklarının, birer bütünleyici unsur olduğunu dile getirir. Kadın ve erkek, farklı yapı ve özelliklere sahip olmalarına rağmen, hayatı birlikte inşa ederler. Gençliğin enerjisi ve dinamizmi, yaşlılığın tecrübe ve hikmetiyle bütünleştiğinde bir toplumun varlığı ve gelişimi sağlanır. Bir yay, tek başına bir anlam ifade etmezken, bir okla birleştiğinde faaliyetini yerine getirir. Bu örnekler, bize her şeyin birbiriyle olan bağlantısını ve uyumunu gözler önüne serer.
​Bu bütünlük sadece insanlık ve nesnelerle sınırlı değildir. Şairin de ifade ettiği gibi, “cihanın bütün parçaları birbirine muhtaçtır.” Gökteki bulut, toprağın suyuna; güneşin ışığı, bitkinin büyümesine; bir hayvan, bir başka hayvanın yiyeceğine muhtaçtır. Bu zincirleme muhtaçlık, kâinatın mükemmel bir sistem içinde yaratıldığının isbatıdır. Hiçbir unsurun gereksiz olmadığı, her birinin kendi vazifesini icra ettiği ve diğerine hizmet ettiği bir ahenk mevcuttur. Bu hakikat, insanı enaniyetten ve kibrin yanlış inancından kurtarır. Zira insan, ne kadar kudretli olursa olsun, bir başkasına muhtaçtır. Bu durum, insanı acziyetini idrake ve yaratılışındaki hikmeti anlamaya sevk eder. Bütünleşme ve uyum, hayatın devamlılığı için zaruri bir kaidedir.
​Özet: Bu makalede, Basîrî’nin mısralarından hareketle, kainattaki her şeyin birbirine muhtaç olduğu ve karşılıklı uyum içinde varlığını sürdürdüğü ele alınmıştır. Makalede, insan ilişkilerinden başlayarak, tabiatın ve evrenin bütün unsurları arasındaki bu muhtaçlık ve bütünleşme tasvir edilmiştir. Bu durumun yaratılıştaki mükemmel ahenk ve hikmetin bir isbatı olduğu vurgulanmıştır.

​5. Aziz Mahmud Hüdâyî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Nefse uyup râh-ı Hak’dan taşra çıkmak yol mudur / Kibr ü ucb ile adın derviş takmak yol mudur / Matlabın a’lâ iken ednâya akmak yol mudur / Yâr-ı bâkî var iken ağyâra bakmak yol mudur”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin hikmet ve irşad dolu nasihatleridir. Şair, insana dört ayrı soru sorarak, hayatın temel yanlışlarını ve doğru yolun ne olduğunu tasvir eder. İlk olarak, nefsin isteklerine uyarak hak yolundan sapmanın doğru bir yol olmadığını belirtir. İkinci olarak, kalbinde kibir ve kendini beğenmişlik (ucb) varken zahirde dervişlik iddia etmenin, yani derviş adını taşımanın yanlış inancını dile getirir. Üçüncü soru, insanın maksadı ve hedefi en yüce olan Allah iken, geçici ve fani olan dünyaya yönelmesinin akıllıca bir hareket olmadığını vurgular. Son olarak, ebedi olan ve tek dost olan “Yâr-ı Bâkî”ye (Allah’a) iman ve gönül bağlamak varken, fani olan “ağyâra” (başkalarına, dünya sevgisine) yönelmenin yanlışlığını tasvir eder. Bu mısralar, insanın kalbine yönelerek, nefsini terbiye etmesi ve gerçek hedefine odaklanması gerektiğini anlatır.
​—
​Makale: Hakikat Yolunun Taşları ve Yanıltıcı Yokuşlar
​Hayat, insanı daima bir tercih ve imtihanla karşı karşıya bırakır. Her an, bir yol ayrımıdır: hakikat ve nefs, iman ve yanlış inanç, ebediyet ve faniyet arasında bir tercih yapmak durumundayız. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bu derin ve hikmetli mısraları, bu tercihlerde doğru yolu bulmak için bir pusula vazifesi görür. Şairin sorduğu her soru, insanı kendi iç dünyasına bir bakış atmaya, yaptıklarını ve hedeflerini sorgulamaya davet eder.
​İlk soru, nefsin tehlikeli yapısını tasvir eder. Nefs, daima insana kolay olanı, haz veren fani şeyleri fısıldar. Ancak bu fısıltılara kulak verenler, Hak’tan uzaklaşır ve yollarını kaybederler. Gerçek manada hayat bulan, nefsine kul olan değil, nefsini terbiye eden, onu Hak’ka tabi kılanlardır. Bu nedenle, Hak yolunda yürümek, nefsanî arzulara karşı bir cihadı ihtiva eder.
​İkinci soru, kalbin en büyük illetlerinden biri olan kibir ve ucb yanlış inancını ele alır. İnsan, nefsini terbiye etmeye başladığında, kendini üstün görme yanlışına düşebilir. Aziz Mahmud Hüdâyî, zahirde derviş gibi görünmenin, lakin kalpte kibir taşımanın bir yanılgı olduğunu belirtir. Dervişlik, alçakgönüllülük ve acziyetin idrakidir. Kibirle dolu bir kalbin, dervişlik makamına erişmesi imkânsızdır. Gerçekten de tarihe baktığımızda, Hak’ka en yakın olanların, enaniyetten en uzak olanlar olduğunu görürüz.
​Üçüncü ve dördüncü mısralar, insanın hayat gayesini sorgular. İnsanın yaratılış gayesi, en yüce olan Allah’ı tanımak ve ona yakınlaşmaktır. Ancak insan, çoğu zaman bu yüce gayeyi unutarak, “ednâya,” yani dünyaya ve geçici olan şeylere meyleder. Bu, bir hazineyi bir değersiz taşla takas etmek gibidir. Zira dünya, fani ve geçicidir. Asıl olan, ebedi hayatı kazanmaktır. Bu nedenle, “Yâr-ı Bâkî”ye yani ebedi olan Allah’a yönelmek varken, fani ve gelip geçici olan “ağyâra” gönül vermek, en büyük ziyanlardan biridir. Zira dünya sevgisi, kalbi paslandırır ve onu asıl gayesinden uzaklaştırır. Bu mısralar, bize, hayatın anlamının, fani olanı bırakıp baki olana yönelmekten geçtiğini bir kez daha hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin mısraları ele alınarak, nefsin arzularına uymanın, kibir taşımanın, fani dünyaya yönelmenin ve Allah’tan gayrı şeylere gönül vermenin yanlış inanç ve davranışlar olduğu tasvir edilmiştir. Makalede, doğru yolun, nefs terbiyesinden, tevazudan ve asıl hedef olan Allah’a yönelmekten geçtiği vurgulanmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 110

BERCESTE VE İZAHI – 110

​Aziz – “Ehl-i İrfân Söylemez Her Hâlini”
​İktibas:
​Ehl-i irfân söylemez her hâlini
Hâl olur izhârı var ihfası var

​İzah ve Açıklama:
​Aziz, bu iki mısralık beyitinde, hakiki irfan sahiplerinin, yani manevi bilgeliğe erişmiş kişilerin yapısını tasvir eder. “Ehl-i irfân söylemez her hâlini” diyerek, irfan sahibi olan ariflerin, içine doğan her şeyi, yaşadıkları her manevi tecrübeyi ve derûnî hallerini herkese açıp dökmediklerini ifade eder. Bu, bir nevi sır perdesi altında yaşamak, manevi tecrübeyi yüzeysel bakışlardan korumak demektir. Hakiki hikmet, zahiri gösterişten uzaktır.
​İkinci mısra, bu durumun bağlantısını ve sebebini açıklar: “Hâl olur izhârı var ihfası var.” Bazı haller, bazı manevi tecrübeler vardır ki, bunların bazen açıklanması (izhârı) gerekirken, bazen de gizlenmesi (ihfası) zaruridir. Bu, manevi yolculuktaki inceliklerden biridir. Herkesin her manevi hale hazır olmadığı, bazı gerçeklerin ancak belirli bir olgunluğa erişmiş olanlara beyan edilebileceği düşüncesi burada yatar. Arif, bu dengeyi kurabilen, neyi ne zaman ve kime anlatacağını bilen faziletli kişidir. Bu beyit, hakikat yolundaki bir kişinin yahut arifin, maneviyatın inceliklerine nasıl riayet etmesi gerektiği hususunda derin bir nazarı ve bakışı ihtiva eder.

​İbrahim Tennûri – “Hoşdur Bana Senden Gelen”
​İktibas:
​Hoşdur bana senden gelen
Yâ hil’at ü yâhud kefen
Yâ tâze gül yâhud diken
Kahrın da hoş lutfun da hoş

​İzah ve Açıklama:
​İbrahim Tennûri, bu dört mısradan müteşekkil şiirinde, tasavvufi aşkın ve Allah’a tam teslimiyetin zirvesini tasvir eder. Şair, Rabbinden gelen her şeyin kendisine hoş geldiğini beyan eder. Bu, kulun, Rabbinin takdirine tam bir rıza göstermesidir. “Yâ hil’at ü yâhud kefen” mısraı, bu rızanın ne denli cihan şümul olduğunu gösterir. Hil’at, padişahların kendilerine yakın gördükleri vezirlerine giydirdikleri kaftan veyahut en kıymetli bir giysidir. Kefen ise hayatın zahiri sonudur. Şair, Rabbinden gelenin bir nimet de olsa, bir ölüm haberi de olsa, her ikisine de aynı gönül rahatlığıyla razı olduğunu söyler. Bu, dünya hayatının gelip geçici hallerine takılmadan, her şeyin Rabbinin iradesinden geldiğini bilmenin verdiği iç huzurun isbatıdır.
​”Yâ tâze gül yâhud diken” mısraı da aynı manayı güçlendirir. Gül, güzelliği, sevinci ve nimeti temsil ederken, diken ise acıyı, mihneti ve zorlukları temsil eder. Arif, Rabbinden gelenin bir sevinç vesilesi de olsa, bir sıkıntı da olsa, her ikisini de aynı şekilde kabul eder. Zira bilir ki, her şeyin hikmetli bir bağlantısı vardır. Son mısra olan “Kahrın da hoş lutfun da hoş” ise bu teslimiyetin özetidir. Kahır, gazap ve celal tecellisidir; Lütuf ise rahmet ve cemal tecellisidir. Gerçek arif, Rabbinden gelen celal ve cemal tecellilerinin her ikisine de rıza gösterir ve her ikisinde de bir güzellik, bir hikmet arar. Bu beyit, kâmil bir kulun Allah’a olan tam teslimiyetini, her türlü hal ve şarta karşı duyduğu rızayı ve bu rızadan neşet eden derûnî huzuru tasvir eden muazzam bir örnektir.

​Özet
​Bu makalede ele alınan beyitler, Osmanlı şiirinin derin ve zengin muhtevasını tasvir etmektedir.

​Aziz’in beyti, manevi yolda ilerleyen ariflerin yapısını tasvir eder. Hakiki hikmetin ve manevi hallerin, her daim zahiri olarak beyan edilmediğini, bazı sırların gizlenmesinin fazilet olduğunu ifade eder.
​İbrahim Tennûri’nin beyti ise, tasavvufi aşkın en üst mertebesini, yani Allah’ın celal ve cemal tecellilerine tam bir rıza ile teslimiyeti işler. Hakiki kulun, Rabbinden gelen her şeye, iyi veya kötü görünen her duruma aynı gönül rahatlığıyla razı olması gerektiğini vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 109

BERCESTE VE İZAHI – 109

​Âyine ve Hakk’ın Tecellisi: Lâedri’ye ait Beyit
​Beyit:
​Âyine der bu âlem her şı Hak ile ka’im
Mir’ât-ı Muhammed’den dâim Allâh görünür

​Bu beyit, cihan şümul bir hakikati dile getirir. Beyitte “âyine” kelimesi, kâinatın bir ayna olduğunu tasvir eder. Bu ayna, her şeyin Hak ile kâim olduğunu, yani Hak Teâlâ’nın varlığı ve kudretiyle ayakta durduğunu bize gösterir. Kâinatın her zerre-i mevcudatı, O’nun san’atının, O’nun kudretinin ve esmasının bir tezahürüdür. Tıpkı bir aynanın, kendisine akseden sureti göstermesi gibi, bu âlem de, kendisinde tecelli eden Hak’kı bize gösterir.
​Mısranın ikinci kısmında ise “Mir’ât-ı Muhammed” ifadesiyle, Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah’ın en parlak ve en cemiyetli aynası olduğu belirtilir. Bu beyitte, Mir’ât-ı Muhammed (Muhammed’in aynası) tabiriyle, Resûlullah’ın bütün kemalât ve faziletleriyle Allah’ın isim ve sıfatlarının en mükemmel bir şekilde tecelli ettiği bir ayna olduğu vurgulanır. Kâinatın diğer aynaları bu tecelliyi cüz’i bir şekilde gösterirken, O’nun zatı ve şahsiyeti, Allah’ın isim ve sıfatlarının küllî bir şekilde göründüğü en büyük aynadır. Dolayısıyla, bu beyit bize, tabiata ve varlıklara bakarak Allah’ı bulma yolunda, en açık ve parlak aynanın Hazret-i Muhammed olduğunu hatırlatır. O’nun hayatı, ahlâkı ve Sünneti, bize Rabbimizi tanıma yolunda en doğru yolu gösteren bir ışık ve bir delildir. Bu beyit, hem tevhidin derin bir tasviri hem de nübüvvetin ulviyetine dair edebi bir nazardır.

​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün: Yahya Kemal Beyatlı’ya ait Beyit
​Beyit:
​Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın

​Yahya Kemal Beyatlı’nın bu mısraları, bizi tabiatın ve hayalin iç içe geçtiği bir dünyaya davet eder. Bu beyitteki derinlik, suyun ve ay ışığının, şairin iç dünyasındaki bir hayal âlemiyle nasıl bağlantı kurduğunu tasvir etmesindedir. “Âheste çek kürekleri” ifadesiyle, şairin bir kayıkla su üzerinde süzülürken yaşadığı o nazik anı anlatır. Bu hareketin yavaş olması, dış âlemdeki sükûnetin, iç âlemdeki hayal ile bütünleştiğini gösterir.
​”Mehtâb uyanmasın” ve “âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın” mısraları, bu iç ve dış sükûnetin nedenini açıklar. Şair, o anki mistik halden ve hayal dünyasından uyanmak istemez. Sanki suyun yüzeyinde duran mehtap, o hayal âleminin bir parçasıdır ve kürek sesleriyle uyanıp bu büyülü anı bozabilir. Bu beyitteki asıl vurgu, dışarıdaki huzurun, insanın derûnî bir tefekkür ve hayal âlemine dalmasına imkan sağladığıdır. Şair, dış dünyayı oluşturan unsurların (kürekler, mehtap, su) ahengiyle, kendi hayal dünyasını birleştirir. Böylece, şiir, hem bir tabiat tasviri hem de insan ene’sinin derinliklerine yapılan bir yolculuk haline gelir. Yahya Kemal, bu mısralarla, tabiata olan hayranlığını, estetik bir hassasiyet ve derûnî bir tefekkürle birleştirir.

​Fâni Sebeplerden Yaratıcıya İltica: Münif’e ait Beyit
​Beyit:
​Demem ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun
Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun

​Bu beyit, insan ene’sinin fani dünya malına ve gücüne olan zaafını tenkit eder ve tevekkül faziletinin hikmetini dile getirir. “Ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun” mısrası, bir insanın gayesini, arzusunu ve maksadını, maddi varlıklardan (mal ve can) beklemesini reddeder. Bu, dünya hırsının ve mal mülk edinme arzusunun insanı nasıl yanılmalara sürükleyebileceğini vurgular. Maddi sebepler, insanın istek ve arzularını yerine getirmede tek başına yetersizdir ve insanı, asıl maksattan yani yaratıcısından uzaklaştırır.
​İkinci mısra olan “Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun” ise bu düşüncenin en temelini oluşturur. “Esbâb” kelimesi, sebepleri, yani fani dünyanın vesilelerini ve vasıtalarını temsil eder. Kalp, gerçek amacına ulaşmak için fani sebeplere ve vasıtalara sığınmaz, onlara bel bağlamaz. Bunun yerine, doğrudan sebepleri de yaratan, mutlak kudret sahibi olan Allah’a yönelir ve her şeyi O’ndan ister. Bu mısra, bir yandan tevekkülün, diğer yandan ise tevhidin en veciz tasviridir. Bu beyit, bize, insanı aldatan dünya malına ve geçici sebeplere tutunmak yerine, asıl kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’a ilticâ etmenin faziletini öğretir.

​Hakiki İsteğin Yönü: Azmi’ye ait Beyit
​Beyit:
​Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste
Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste

​Bu beyit, bir önceki beyitle zıt bir bağlantı içinde olmakla birlikte, aynı manevi düşünceyi farklı bir açıdan ele alır. Şair, insanın istek ve ihtiyaçlarını hangi merciden talep etmesi gerektiğini açıkça beyan eder. “Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste” mısrası, bu talebin yönünü belirlerken, manevi veya dünyevi hiçbir fani makam ve insana yönelmemeyi öğütler. “Dervîş” ve “zâhid” manevi mertebeleri, “mîr” ve “şâh” ise dünyevi gücü ve saltanatı temsil eder. Şair, ne manevi bir üstaddan ne de dünyevi bir otoriteden medet umulmaması gerektiğini söyler.
​Bu beyitteki hikmet, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak asıl mercinin, fâni varlıklar değil, onları da yaratan mutlak kudret sahibi olduğudur. “Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste” mısrası, bu hakikatin en kuvvetli isbatını sunar. Bu mısra, Allah’ın mutlak yaratıcılık sıfatına vurgu yapar. İnsan, “yokluktan” yaratılmış bir varlıktır ve onu “var” eden Allah’tır. Öyleyse, varlığını O’na borçlu olan insanın, ihtiyaçlarını da O’ndan istemesi en doğru yoldur. Bu beyit, aynı zamanda İslam düşüncesindeki tevhid inancının ve kulluk makamının bir yansımasıdır.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede incelenen beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, ortak bir düşünce ve hikmet zemininde buluşmaktadırlar. Lâedri’nin beyiti, kâinatı bir ayna olarak tasvir ederken, Allah’ın bu aynadaki en parlak tecellisinin Hazret-i Muhammed olduğunu vurgular. Yahya Kemal’in mısraları, dış tabiatın sükûnetiyle iç dünyanın hayal âleminin nasıl bütünleşebileceğini gösterir. Münif’in beyiti, insanı fâni sebeplere bel bağlamaktan men ederek, tevekkülün ve mutlak kudrete ilticâ etmenin faziletini dile getirir. Son olarak Azmi’nin beyiti, ihtiyaçların fâni derviş, zâhid, bey veya şahtan değil, doğrudan “yoktan var eden” Allah’tan istenmesi gerektiğini öğreterek tevhid inancının temel bir kaidesini bize hatırlatır. Bütün bu beyitler, insana, dünya hayatının geçiciliği, hakiki maksadın ne olduğu ve mutlak kudretin kimde bulunduğu gibi konularda derin bir tefekkür ve ibret kapısı aralamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 108

BERCESTE VE İZAHI – 108

​1. Hâzık’tan Bir Beyit: Hırs ve Kanaatsizlik Yanılması
​İktibas:
​İlâc ancak gûrişne-çeşm müşt-i hâk-i lahdîdir
Halâs olmaz hezârân gence mâlik olsa zilletden

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, meşhur şair Hâzık’a aittir ve enaniyet, hırs ve kanaatsizlik konusundaki derin bir hakikati tasvir eder. Gözü doymayan, her şeye malik olmak isteyen bir kişinin derdinin yegâne dermanı, ancak kabrinin bir avuç toprağıdır. Zira hayattayken mal ve mülk peşinde koşan bu şahsın açgözlülüğü, onu daima bir zillet hâlinde bırakır. Ne kadar servete sahip olursa olsun, kanaatsizlik ve doyumsuzluk sebebiyle asla hakiki bir huzura ve kurtuluşa kavuşamaz.
​Makale:
​Hayat, insan enaniyetinin ve tabiatının zahiri ve derûnî tecellilerini gösteren bir ayna gibidir. Hâzık’ın bu beyti, enaniyetin en tehlikeli ve en yanıltıcı tezahürlerinden biri olan hırsı, çarpıcı bir surette gözler önüne serer. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız padişah, hakan ve zengin, mal ve mülklerini artırma arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Lakin bu uğurda sarf ettikleri çabalar, onları hakiki bir fazilete ve mutluluğa ulaştırmaktan ziyade, daha büyük bir zillet ve mutsuzluğa sevketmiştir.
​Bu beyitteki “gûrişne-çeşm” (açgözlü) tabiri, sadece maddi varlıklara karşı duyulan bir hırsı değil, aynı zamanda makam, şöhret ve kudrete olan doyumsuzluğu da tasvir eder. Bu doyumsuzluk, insanı daima bir koşuşturma ve yanılma tekrarına hapseder. Oysa ki, hakiki huzur ve kurtuluş, maddi varlıkların çokluğunda değil, kalbin kanaatle mutmain olmasında gizlidir. İnsanoğlunun son durağı olan kabir toprağı, bu dünyevi hırs ve koşuşturmanın anlamsızlığını isbat eden nihai bir hakikattir. Toprak, en fakir ile en zengini, en kudretli ile en acizi eşitler. Hırsla biriktirilen hazineler, orada hiçbir kıymet ifade etmez. Hâzık’ın bu mısraları, tarihin bize anlattığı ibretli hadiselerle de bağlantılıdır. Nice zenginler, hırs sebebiyle dostlarını kaybetmiş, nice krallar doyumsuzluk yüzünden memleketlerini harabeye çevirmiştir. Bu, insanın tabiatındaki açgözlülükle mücadele etmesi gerektiğine dair cihan şümul bir tenkittir.

​2. Yunus Emre’den Bir Beyit: Amelin Temelinde Marifetullah
​İktibas:
​Okudum bildim deme çok ta’at kıldım deme
Eri Hak bilmez isen abes yere yelmekdir

​İzah ve Açıklama:
​Yunus Emre, bu mısralarda zâhiri ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın “Hak”ı bilmek, yani Allah’a gerçek manada vâsıl olmak olduğunu belirtir. Çok ibadet etmek, çok ilim tahsil etmek zahiri amellerdir. Eğer insan bu amellerle enaniyetinden sıyrılamıyor ve Cenab-ı Hakk’ı hakiki manada tanımıyorsa, bütün bu çabaları boş ve faydasızdır.
​Makale:
​Anadolu hikmetinin en müstesna şahsiyetlerinden olan Yunus Emre, eserlerinde derûnî ve zâhirî hayatın zıtlık ve aykırılıklarını incelikle tasvir eder. Bu beyit, o zıtlık ve aykırılıklardan birini, yani şekilcilik ve öz arasındaki farkı açıkça ortaya koyar. İlim ve ibadet, İslam düşüncesinde hayati bir öneme sahiptir; lakin Yunus Emre, bu eylemlerin tek başına bir fazilet olmadığını vurgular. Hakiki manada bir fazilet, bunların Allah’ı bilmek ve tanımak (marifetullah) maksadıyla yapılmasıyla tahakkuk eder.
​Bu beyit, İslâm tasavvufundaki “İnsan-ı Kâmil” düşüncesinin de bir tezahürüdür. İlim tahsili ve ibadet, insanı Hak’ka yaklaştıran bir vasıtadır. Ancak eğer bu vasıtalar, insanı kendi enaniyetine hapseder ve onu Hak’tan uzaklaştırırsa, o zaman bu çabalar sadece kuru birer laftan ve boş birer gayretten ibaret kalır. Bu durum, tarihteki nice din âliminin ve zâhidin, ilimleri veya ibadetleriyle kibirlenip sapkınlığa düştüğü, hatta bu sebeple zilletle baş başa kaldığı vakalarla da bağlantılıdır. Yunus Emre, bu beytiyle okuyucuyu derûnî bir tefekküre davet eder: “Gerçekten kime ve niçin ibadet ediyorsun? İlmin ve amelin seni Yaradan’a mı, yoksa enaniyetine mi yaklaştırıyor?” Bu sualler, insanı Hak’ka doğru giden yolda daima uyanık tutmayı amaçlar. Bu düşünce, sadece felsefi bir bakış açısı değil, aynı zamanda mümin için hayatî bir uyarıdır.

​3. Ziya Paşa’dan Bir Beyit: Sırlar ve Nazar

​İktibas:
​En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnûn
Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın

​İzah ve Açıklama:
​Ziya Paşa, bu mısrada insanın derûnî sırlarının hiç ummadığı kişiler tarafından fark edilebileceği ve hatta açığa çıkabileceği hakikatini anlatır. İnsan, çevresindeki herkesi gaflette ve kör zannederken, aslında kendi sırlarının başkalarının bakışı ve nazarı altında olduğunu unutmamalıdır.
​Makale:
​Ziya Paşa’nın bu beyti, insan ilişkilerinin karmaşık yapısını ve enaniyetin bir başka veçhesi olan kibir ve aldanmayı tasvir eder. İnsan tabiatı, zaman zaman başkalarının kendisinden daha az akıllı veya daha az dikkatli olduğunu sanma eğilimindedir. Bu yanlış inanç, kişinin kendi sırlarını ve kusurlarını saklayabileceği yanılmasına sebep olur. Lakin hayatın bağlantıları ve hikmeti, bazen en beklenmedik anda en derûnî sırların açığa çıkmasına vesile olur.
​Beyitteki “kör âlem” ifadesi, insanın kendini diğerlerinden üstün görme ve herkesin kendi zaaflarına karşı kör olduğunu düşünme hatasını tasvir eder. Bu durum, psikolojik bir olgu olmasının yanı sıra, sosyolojik ve ahlaki bir tenkiti de ihtiva eder. Tarih boyunca nice hükümdar, vezir ve diplomat, başkalarını küçümseyerek gizli planlar yaparken, en ummadığı bir kişi tarafından ifşa edilmiş ve zilletle karşı karşıya kalmıştır. Bu beytin muhtevası, sadece tarihi vakalarla değil, aynı zamanda gündelik hayattaki ilişkilerle de bağlantılıdır. Söylediklerimiz, yaptıklarımız, hatta suskunluğumuz bile başkaları tarafından dikkatle nazara alınır ve biz farkında olmasak da derûnî yapımız dışa vurur. Bu, insanın her an bir nazar ve bakış altında olduğu ve bu sebeple hal ve hareketlerine dikkat etmesi gerektiği hususunda ibret verici bir derstir.

​4. Hz. Mevlânâ’dan Bir Beyit: Gönül Yarası
​İktibas:
​Hâr der-pâ şod çonîn duşvâr yâb
Hâr der-dil çon beved v-â-deh cevâb

​İzah ve Açıklama:
​Hz. Mevlânâ, bu Farsça mısralarda insanın gönül yaralarını, ayağa batan bir diken örneği üzerinden tasvir eder. “Ayağa batan bir dikenin bile bulunması bu kadar güç oluyorken, gönüle batan diken nasıl bulunur?” diye sorar. Bu beyit, gönül yarasının ne kadar derûnî, görünmez ve bulunması zor bir şey olduğunu izah eder.
​Makale:
​Hz. Mevlânâ, düşünce ve hikmetinin merkezine insanı ve onun derûnî alemini koyar. Bu beyit de, onun bu derin bakış açısının bir numunesidir. İnsanın ayağına batan bir diken, zahiri bir acıdır ve bir süre sonra yeri bulunur ve çıkarılır. Lakin gönüle batan bir diken, yani kalp yarası, ne bir gözle görülebilir ne de bir el ile tutulabilir. Bu yara, derûnî âlemde saklı kalır ve kişinin hayatını derinden etkiler.
​Bu mısra, edebiyatta ve tasavvufta sıkça işlenen “gönül sırrı” temasının en etkileyici tasvirlerinden biridir. İnsan, etrafındakilere ne kadar neşeli ve huzurlu görünse de, derûnî âleminde taşıdığı kederler ve acılar onu derinden etkilemeye devam eder. Bu durum, Hz. Mevlânâ’nın hikmetinin ve düşüncesinin en önemli unsurlarından biri olan insan ruhunun derinliği ve karmaşıklığı ile bağlantılıdır. Gönül yaralarının tedavisi, zahiri ilaçlarla değil, ancak derûnî bir tefekkür ve manevi bir terakki ile mümkündür. Beyitteki “Cevabını sen ver” ifadesi, okuyucuyu kendi gönül âlemine dönmeye ve kendi yaralarını keşfetmeye davet eder. Bu, herkesin derûnî âleminde gizli olan ve ancak kişinin kendisinin farkına varabileceği sırlar ve acılar bulunduğunun bir isbatıdır.
​Makale Özeti
​Bu makalede, farklı şairin hikmetli beyitleri üzerinden insan enaniyetinin ve tabiatının farklı veçheleri ele alınmıştır. Hâzık’ın beyitiyle, hırs ve kanaatsizliğin insanı zilletten kurtaramayacağı ve hakiki huzurun maddi varlıkta değil, kanaatle mutmain olmakta olduğu vurgulanmıştır. Yunus Emre’nin beyti, ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın Hak’kı bilmek ve marifetullah olduğunu tasvir etmiştir. Ziya Paşa’nın beyti, derûnî sırların en umulmadık şekilde açığa çıkabileceği ve insanın kendisini başkalarından üstün görme yanılgısından sakınması gerektiği uyarısını taşır. Son olarak, Hz. Mevlânâ’nın beyti, gönül yarasının zahiri yaralardan daha derûnî ve görünmez olduğunu, bu yaranın ancak derûnî bir nazarla bulunabileceğini anlatır. Bütün bu mısralar, insanın derûnî ve zâhirî âlemi arasındaki zıtlık ve aykırılıkları ve bu iki âlemin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu hikmetli bir şekilde tasvir eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025