15 Temmuz’un bir benzeri mi?

15 Temmuz’un bir benzeri mi?

Ekrem İmamoğlu’na, İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) üzerinden açılan soruşturmalar, ayrıca Remzi Sanver başta olmak üzere masonluk sistemiyle bağlantılı ileri sürülen operasyonlar, siyasi–yönetim güç ağlarının yol açtığı sarsıntıların bir yansıması olarak okunabilir.
Özetle:
• İmamoğlu hakkında “örgüt kurmak ve yönetmek”, “ihaleye fesat karıştırmak”, “rüşvet”, “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek” gibi suçlamalar yöneltildiği; bu çerçevede çok sayıda şüpheli hakkında gözaltı veya tutuklama kararı verildiği bildirildi.
• Remzi Sanver’in, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası Büyük Üstadı ve “masonların lideri” olarak anılması, “Can Holding” soruşturması kapsamında gözaltına alınması gibi gelişmeler kamuoyuna yansıdı.
• Buna ek olarak, çeşitli medya ve sosyal mecralarda “ajanlık”, “yabancı istihbarat”, “gizli veri tabanı kopyalama girişimi”, “seçim sürecinde strateji dış kaynaklı müdahale” gibi güçlü iddialar dolaşıma girdi.
Buna göre, “bir ikinci 15 Temmuz vakâsı mı?” sorusu — yani derin çıkar ağlarının, devlet içi «gizli komite/örgüt» yapılmasının, yabancı istihbarat servislerinin (CIA, MOSSAD, İngiliz servisi vb) devreye girdiği bir senaryonun mu gerçekleştiği sorusu — kamuoyunda yankı bulmuştur.

Olası yapılandırmalar ve dikkat edilmesi gereken hususlar
1. Derin devlet ya da paralel yapı mı?

Türkiye’de tarihi olarak “derin devlet” kavramı; ordudan emniyete, istihbarattan bürokrasiye kadar devlet içi “gizli bağlantılar”, “gölge yapı” ve “arka odalar” fikrini taşımaktadır. Bu noktada:
• İmamoğlu soruşturmasında “örgüt kurmak ve yönetmek” suçlamasının yer alması, “bir yapı içinde faaliyet” imajını destekliyor.
• Masonluk bağlantıları üzerinden yürütülen soruşturma ise sivil–gizli ağların devreye girdirdiği düşüncesini güçlendiriyor.
• Bu tür yapılar genellikle “kamu gücüyle, özel çıkarlara, yabancı çıkarlarla” bağlantılı iddialarla medyaya yansıyor.

2. Yabancı istihbarat servisleri, ajanlık iddiaları

Sözü edilen ‘‘ajanlık’’ iddiaları arasında şunlar yer alıyor:
• İddia edildiği şekilde İmamoğlu’nun seçim sürecine ilişkin “gizli veriler” paylaştığı, yabancı istihbarat elemanlarıyla kriptolu mesajlaşma yaptığı ileri sürülüyor.

3. İBB veri tabanı kopyalama girişimi
“İBB’nin veri tabanını kopyalamaya teşebbüs” gibi bir iddia medya metinlerinde yer alıyor. Örneğin:
“İmamoğlu’nun istanbul’daki bir otelde şüphelilerle görüşmeden önce kameraların bantla kapatıldığı görüntüler soruşturma dosyasına girdi.”
Bu tür iddialar, “bilgi hırsızlığı”, “veri tabanı ele geçirme”, “kişisel verilerin hukuka aykırı ele geçirilmesi” suçlamalarıyla bağdaşabiliyor ki savcılık metninde “kişisel verileri hukuka aykırı ele geçirmek” suçlaması yer alıyor.

4. Masonluk ve kara para aklama ilişkisi

Masonluk kurumunun Türkiye’deki önde gelen ismi Remzi Sanver’in gözaltına alınması, “masonluk + finansal suçlar” bağlantısı konusunda kamuoyunda geniş yankı uyandırdı. Bu, şöyle değerlendirilebilir:
• Masonluk gibi yapıların “sivil topluma açık olmayan”, “gizli bağlantılar ihtiva eden ” üyelik mekanizmaları olması, çıkar ağlarının kolayca devreye girmesine imkân tanıyabilir.
İiddiaların ortaya çıktığı bu vakâ için “şüpheli bağlantılar” söz konusudur.

“15 Temmuz bağlantısı” açısından bakış
15 Temmuz Darbe Girişimi (2016) Türkiye’de büyük bir kırılma noktasıdır: geniş çaplı askeri darbe teşebbüsü, devlet içinde paralel yapılara yönelik değişimler, hukukî ve idari tasfiyeler… Bu açıdan hareketle, “şu anki vakâ 15 Temmuz’un tıpatıp benzeri midir?” sorusuna birkaç bakışla cevap verilebilir:
• Benzer yönleri: Hem 15 Temmuz sonrası süreçte hem de şimdi, “güç odaklarının içerideki yerleşimi”, “devlet ve kurum içi sızıntılar”, “yönetim ve kontrol mekanizmalarının dışında yapılanlar” gibi temalar öne çıkıyor.
• Farklı yönleri: 15 Temmuz askeri-cunta yönelimli bir olaydı; burada öncelikle belediyecilik, ihale, veri güvenliği, sivil kurum bağlantıları görülüyor. “Silahlı askeri darbe” değil; daha çok iddianın “yönetim içi yapılanma + finans + sivil istihbarat” düzeyinde.
• Sonuç çıkarımı: Evet, “büyük çaplı bir yapısal operasyon” izlenimi var; ama “aynı türden askeri darbe” tanımına birebir uymuyor. Yani “ikinci 15 Temmuz” ifadesi mecazi olarak güçlü; ama teknik olarak doğrudan eşleşmiyor.

Makale: “Kanalizasyon Patladı – Gölge Ağların Çatlağı”
Giriş
Devletin muktedir mevkilerinden siyasî yönetime, belediyecilikten finansal sistemlere, sivil topluma ve istihbarata kadar iç içe geçen bir ağızdan damlayan damla gibidir… Şimdilerde Türkiye’nin büyük şehirlerinden birinde göze çarpan bir kırılma var: kira sözleşmelerinden ihale dosyalarına, veri tabanlarından yabancı bağlantılara kadar uzanan bir dizi iddia, “asırlar boyunca süregelen çıkar-bağlantı zinciri”nin çatlağa uğradığını gösteriyor.

Ağın biçimi ve muhtevası

Bu ağın bazı bileşenleri şöyle özetlenebilir:
• Belediye iştirakleri ve bağkurulu şirketleri üzerinden düzenlendiği ileri sürülen “ihale-fesadı”, “vergi ve kazanç kaçırma” gibi mali boyutlar.
• Sadece içerideki kamu görevlileriyle değil; sivil toplum, özel sermaye, uluslararası bağlantılar ve hatta istihbarat teknolojileriyle örülmüş bir sistem.
• Bu sistemin farkında olan ya da olmayan halk tabanı açısından “iyi yönetim”, “şeffaflık”, “hesap verme” gibi temel kavramlar büyük yara alıyor.
Örneğin, İmamoğlu soruşturmasında “kamu kurum veya kuruluşlarının ihalesine fesat karıştırmak”, “hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydetmek” suçlamaları yer aldı. Masonluk soruşturmasında ise “suç işlemek amacıyla örgüt kurma”, “suçtan elde edilen mal varlığı değerlerini aklama” gibi suçlamalar dikkat çekiyor.

Neden şimdi çatladı?
Bu tür ağların bir anda çöktüğü hissi uyandırmasının birkaç nedeni olabilir:
• Dijital çağda “veri” yeni bir güç kaynağı: Belediye veri tabanına müdahale iddiaları, klasik güç ilişkilerinin yerini “bilgi”nin alabileceğini düşündürüyor.
• Siyasî doyum, rakip yapıların tetiklemesi ve iç çekişmeler: Yalnız dış baskı değil, içerideki çıkar gruplarının da birbirine rakip hâle gelmesi, çatışmayı hızlandırıyor.

Masonluk ve siyasal–finansal yapıların birleşim alanı
Masonluk gibi kurumların Türkiye’deki tarihsel aslı, sosyal ağlar, elit bağlantılar ve güç paylaşımı açısından özel bir yer tutar.
Bu kurumların içerisine giren isimler, zamanla yalnızca sosyal değil; ekonomik ve siyasî ağlara da bağlanabilir hâle geliyor. Dolayısıyla “masondur, gizlidir” gibi etiketler değil; önemli soru: bu kurumun çıkar elde etme alanlarına yönelip yönelmediğidir. Burada Remzi Sanver’in gözaltına alınması, “elit bağlantılar”ın da soruşturma kriterine girdiğini gösteriyor.
İşin ciddiyetini ve vahametini gösteriyor.

Sonuç: Fazilet, hesap ve nazar
Bu vakâ, bize birkaç önemli dersi hatırlatıyor:
• Kamu hizmeti yapan kurumların ve yöneticilerin hesap verme kabiliyeti büyük önem taşıyor.
• Her “gizli yapı” illa suç yapmaz; fakat gücü kontrolsüz sınırlar içinde bırakmak, ortak cihan şümul faydaya değil, dar çıkar çevrelerine hizmet etme riski doğurur.
• Toplumun nazar-bakışı, sadece sonucu değil süreci de görmeli: “Hangi veriler, hangi usuller, hangi bağlantılar” üzerinden bu yapı devreye girdi?
• Siyasî arenada “bir sonraki seçim” değil; kurumsal şeffaflık, adil yönetim, erdemli davranış önemsenmeli.

Özet
Türkiye’de ortaya çıkan son yolsuzluk ve istihbarat iddiaları — özellikle İmamoğlu ve masonluk bağlantılı soruşturmalar — “derin yapı”, “yabancı istihbarat”, “masonluk” gibi kavramları bir araya getirerek kamuoyunda büyük bir kırılma olmuştur. Bu durum, klasik bir askeri darbe biçimi olan 15 Temmuz’dan farklıdır; ancak içerideki güç ilişkilerinin, bilgi ağlarının ve çıkar düğümlerinin çözüldüğüne dair bir işaret sayılabilir. Bu vakâ, yönetimde fazilet, şeffaflık ve halkın nazar-bakışı açısından çok önemli bir dönemeçtir.

*******

İşte o haberler:

“İstanbul’da kişisel veri skandalı: Bilgilerimiz yurtdışına çıkarılmış
Ekrem İmamoğlu liderliğinde çıkar amaçlı suç örgütüne yönelik soruşturma kapsamında “İstanbul Senin” isimli mobil uygulama üzerinden yaşanan veri sızıntısına operasyon düzenlendi. Operasyonda 4.7 milyon kullanıcının kişisel verilerinin iki farklı yabancı ülkeye sızdırıldığı, 3.7 milyon kullanıcıya ait verilerin ise dark web üzerinden satışa çıkarıldığı tespit edildi. Yapılan çalışmalarda aynı uygulama içinde yer alan “İBB Hanem” aracılığıyla 11 milyon vatandaşın sandık verilerinin işlenerek dış sistemlere aktarıldığı ortaya çıkarıldı. Operasyon, Murat Ongun ve Serdal Taşkın’ın katıldığı bir toplantıya ait ses kaydının da sırrını çözmüş oldu.[1]

******

Ekrem İmamoğlu’na ‘casusluk’ soruşturması: Operasyonun detayları belli oldu
İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığınca, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevinden uzaklaştırılarak tutuklanan Ekrem İmamoğlu’nun ’casusluk’ suçundan sorgulanmak üzere Savcılığa getirilmesi için bulunduğu cezaevine yazı yazıldı. MASAK raporuna göre, herhangi bir ticari faaliyeti olmamasına rağmen 85 milyon liralık transfer gerçekleştirdiği tespit edilen Gün’ün, FETÖ yöneticisi Mustafa Özcan’la yüz yüze görüştüğü, yabancı istihbarat görevlileriyle kriptolu haberleşme programları üzerinden yazıştığı, Necati Özkan’la Ekrem İmamoğlu’nun seçim sürecine ilişkin gizli bilgiler paylaştığı ve seçim stratejileri hazırladığı belirlendi. Soruşturmada, Merdan Yanardağ’ın da Gün ile iş birliği yaparak casusluk faaliyetine dahil olduğu belirlendi. İmamoğlu ve Özkan soruşturma kapsamında ifade verecek. Öte yandan İBB’ye yönelik yolsuzluk soruşturmasında 15 şüpheli yakalandı.[2]

*******

4 Temmuz’da casusluktan tutuklanan Hüseyin Gün’ün İngiliz bağlantıları çıktı. Gün, İngiliz istihbaratçı C.P.M.’ye gönderdiği mesajda, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı kastederek, “Eğer ‘Sublime’ın İngiltere faaliyetleri hakkında ışık tutabilirsen ya da istihbarat faydalı olur” diyor. Gün, kriptolu haberleşme programı “Wickr” üzerinden İmamoğlu’nun danışmanı Necati Özkan ile de irtibat kurmuş.[3]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

[1] https://www.yenisafak.com/gundem/istanbulda-kisisel-veri-skandali-bilgilerimiz-yurtdisina-cikarilmis-4761988

[2] https://www.yenisafak.com/gundem/son-dakika-ekrem-imamogluna-casusluk-sorusturmasi-4761589

[3] https://www.yenisafak.com/gundem/ingiliz-istihbaratina-erdogani-sordu-4761926




BERCESTE VE İZAHI – 138–

BERCESTE VE İZAHI – 138–

​1. Beyit: Rehber Suretindeki Rehzen (Yol Kesen)
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​ميزانه وور كوردوكك اخوانى الحذر
رهبر تصوّر ايلديكك رهن اولمـاسـيـن

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Mîzâna vur gördüğün ihvânı el-hazer
Rehber tasavvur eylediğin reh-zen olmasın
​Nevres-i Kadîm

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Tanışıp görüştüğün her hangi bir insanı önce bir tart, biç. Sana yol gösterici olarak gördüğün kişi, Allah korusun, yolunu kesen kişi olmasın.

​İzah ve Makale
​Hayat, uzun ve meşakkatli bir yolculuktur. İnsan bu yolculukta tek başına ilerleyemez; kendisine yoldaşlar, dostlar ve en mühimi, yolunu aydınlatacak bir rehber arar. Lakin her yola çıkan yoldaş, her el uzatan dost ve her yol gösteren rehber değildir. Nevres-i Kadîm, bu veciz beytinde, hayat yolculuğunun en kritik imtihanlarından birine, yani insanları tanıma ve doğru rehberi seçme meselesine dikkat çeker. Beytin ilk mısrası, bir ihtiyat ve teyakkuz çağrısıdır: “Mîzâna vur gördüğün ihvânı el-hazer.” Yani, karşılaştığın, dost bildiğin her kişiyi hemen kabullenme; onu bir adalet ve hikmet terazisinde tart. Bu “mîzan,” aklın, tecrübenin, sadakatin ve en önemlisi ahlâkın mîzanıdır. Bir insanın sözleri ile fiillerinin birbirine uyup uymadığı, zor zamanda vefâ gösterip göstermediği, menfaat anında adaletten ayrılıp ayrılmadığı bu terazinin kefelerinde tartılmalıdır.
​Tarih, sahte dostların ve yolunu şaşırtan sözde rehberlerin acı misalleriyle doludur. Nice kabiliyetli insan, etrafını saran dalkavuklar ve menfaatperestler yüzünden helâk olmuş; nice salih niyetlerle yola çıkan kimse, kendisine rehber zannettiği bir yol kesicinin (rehzen) tuzağına düşerek istikametini kaybetmiştir. Rehber, Farsça’da “yol gösteren” demektir. Rehzen ise, “yol kesen, haydut” manasına gelir. Bu iki kelime arasındaki ses benzerliği, tehlikenin ne kadar gizli ve aldatıcı olabileceğine işaret eder. Rehzen, çoğu zaman rehber suretinde görünür. Tatlı diliyle, cazip vaatleriyle ve sahte samimiyetiyle insanın en zayıf noktalarından yaklaşır. Onun derdi, yolcuyu menzile ulaştırmak değil, yolcunun azığını, vaktini, imanını ve nihayetinde istikbalini çalmaktır.
​Bu sebeple insan, kendisine yoldaş edineceği veya bir meselenin halli için fikir danışacağı kişiyi seçerken son derece titiz olmalıdır. Bir kişiyi rehber olarak tasavvur etmek, ona derûnî bir itimat beslemek ve hayatının seyrini onun tavsiyelerine göre şekillendirmek manasına gelir. Bu, büyük bir mesuliyettir. Eğer bu tasavvur, bir yanılgıdan ibaretse, yani rehber zannedilen aslında bir rehzen ise, o yolculuğun sonu hüsrandır. O, sizi yalnızca dünyevî bir zarara uğratmakla kalmaz, aynı zamanda manevî hayatınızı da tehlikeye atar. Sizi hakikatten uzaklaştırır, fazilet yerine rezileti, ilim yerine cehaleti, istikamet yerine dalaleti süslü gösterir.
​Kur’an-ı Kerim’de de Yüce Allah, dost seçimi hususunda müminleri ikaz eder: “Ey iman edenler! Sizden olmayanları sırdaş edinmeyin. Onlar size fenalık etmekten asla geri kalmazlar. Hep sıkıntıya düşmenizi isterler.” (Âl-i İmrân Suresi, 118. Ayet Meali -). Bu ilahî ihtar, Nevres-i Kadîm’in hikmetli mısrasıyla birleştiğinde, hayat yolunda atılacak adımların ne denli bir basiret ve feraset gerektirdiği ortaya çıkar. Nihayetinde, en büyük rehber Allah’ın kitabı ve Resûlü’nün (s.a.v) sünnetidir. Bu iki sarsılmaz ölçüyü mîzan edinen kimse, kimin rehber, kimin rehzen olduğunu Allah’ın izniyle teşhis edebilir.
​Özet
​Nevres-i Kadîm’in beyti, insan ilişkilerinde ve bilhassa rehber seçiminde ihtiyatlı olmayı öğütler. Dost ve yoldaş edineceğimiz kişileri akıl, ahlâk ve sadakat terazisinde tartmamız gerektiğini vurgular. Zira rehber olarak gördüğümüz bir kimsenin, aslında yolumuzu kesen bir haydut (rehzen) olabileceği tehlikesine karşı uyanık olmalıyız. Yanlış bir rehber, insanın sadece dünyasını değil, ahiretini de tehlikeye atabilir. Bu sebeple hakiki rehberi sahtesinden ayıracak bir ferasete sahip olmak, hayat yolculuğunun en mühim vazifelerindendir.

​2. Beyit: Vaktin Kıymeti ve Merhametin Aciliyeti
​İktibas
​Farsça Metin:
​امروز كه در دست توام مرحمتى كن
فردا كه شوم خاک چه سود اشک ندامت

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​İmrûz ki der-dest-i toem merhametî kon
Ferdâ ki şevem hâk çi sûd eşk-i nedâmet
​Hâfız-ı Şirâzî

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Ey sevgili! Bugün senin ellerindeyken bana merhamet et. Yarın toprak olduğumda pişmanlık gözyaşlarının ne faydası olacak!

​İzah ve Makale
​İnsan, zamanın ve fâniliğin mahkûmu olan bir varlıktır. Her an, bir daha geri gelmeyecek şekilde maziye karışır. Büyük Fars şairi Hâfız-ı Şirâzî, bu dokunaklı beytinde, vaktin bu geri dönülmez yapısı ile insanî hisler arasındaki nazik bağlantıyı dile getirir. Beyit, zahirde bir sevgiliden merhamet dileniyor gibi görünse de, derûnî manada hayatın, fırsatların ve anın kıymetini bilmeye dair cihan şümul bir davettir. Şair, “İmrûz ki der-dest-i toem,” yani “Bugün ki senin elindeyim,” diyerek bir fırsat anını tasvir eder. Bu “elinde olmak,” ulaşılabilir olmak, hayatta olmak, bir iyiliğe veya bir merhamete muhatap olabilecek bir vaziyette bulunmak demektir. Merhamet, sevgi, yardım veya af gibi faziletlerin tecelli etmesi için en uygun an, “bugün”dür, yani şimdiki zamandır.
​Lakin insanoğlu, genellikle erteleme gafletine düşer. Yapılması gereken iyilikleri, söylenmesi gereken güzel sözleri ve gösterilmesi gereken merhameti belirsiz bir “yarın”a havale eder. Hâfız, bu yanılgıyı ikinci mısrada sarsıcı bir hakikatle yüzümüze vurur: “Ferdâ ki şevem hâk çi sûd eşk-i nedâmet.” Yani, “Yarın ben toprak olduğumda, senin nedamet gözyaşlarının ne faydası olur?” Bu mısra, ölüm gerçeğini bütün çıplaklığıyla önümüze koyar. “Yarın,” bugünün fırsatı ebediyen kaybolduğunda başlayacaktır. O gün geldiğinde, hayatta iken esirgenen merhametin yerini, artık hiçbir işe yaramayacak olan pişmanlık (nedamet) gözyaşları alacaktır. Toprağın altına girmiş bir bedene ne merhametin sıcaklığı ulaşır ne de pişmanlık gözyaşlarının bir tesiri olur.
​Bu beyit, sadece beşerî aşk münasebetleri için değil, hayatın bütün sahaları için geçerli bir hikmet ihtiva eder. Anne-babasına hayırlı bir evlat olma fırsatı varken bunu erteleyen kişi, onların vefatından sonra dökeceği gözyaşlarıyla neyi geri getirebilir? Bir fakire yardım etme imkânı varken cimrilik edip bunu “sonra”ya bırakan, o fakir vefat ettiğinde veya kendi imkânını kaybettiğinde nedametten başka ne kazanır? Kalbini kırdığı bir dostundan özür dilemeyi enaniyetine yediremeyen, o dostu ebediyete göçtüğünde vicdan azabından nasıl kurtulur?
​Hâfız’ın bu feryadı, tasavvuf düşüncesindeki “ibnü’l-vakt” (anın oğlu) olma prensibini hatırlatır. Sûfî, geçmişin hasretiyle veya geleceğin endişesiyle değil, içinde bulunduğu anın hakkını vererek yaşar. Zira her an, Allah’ın bir tecellisidir ve o an içinde yapılması gereken bir vazife, gösterilmesi gereken bir fazilet vardır. Merhamet de anın vazifesidir; ertelendiğinde kıymetini yitirir, hatta imkânsız hale gelir.
​Dolayısıyla bu beyit, fânilik bilinciyle anı değerlendirmenin, merhamet ve sevgi gibi insanî faziletleri tam zamanında göstermenin lüzumuna dair ebedî bir ihtar niteliğindedir. Hayat, bize “bugün”ü bahşetmiştir; “yarın” ise meçhuldür. Bugünün merhameti, yarının faydasız nedametinden kat kat daha kıymetlidir.
​Özet
​Hâfız-ı Şirâzî, bu beytinde hayatın geçiciliğini ve anın değerini vurgular. “Bugün” hayattayken ve fırsat varken gösterilecek merhametin esas olduğunu, “yarın” yani ölüm geldikten sonra dökülecek pişmanlık gözyaşlarının hiçbir fayda vermeyeceğini dile getirir. Bu hikmet, bizleri sevgiyi, iyiliği ve merhameti ertelememe konusunda uyarır. Fırsatlar anlıktır ve fânilik gerçeği karşısında her güzel fiil, aciliyet kesbeder.

​3. Beyit: Hevâ ve Hevese Uyup Zâyi Olan Ömür
​İktibas
​Osmanlıca Metin:
​دور ايلمدك ير قومادق بر نيجه يللر
اويدق دل ديوانه يه دل اويدى هوايه

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
​Devr eylemedik yer komadık bir nice yıldır
Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya
​Bağdatlı Rûhî

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Yıllardır gezip dolaşıyoruz, görmediğimiz yer kalmadı. Deli gönlümüze uyduk, o da hevasına, benliğine uydu, bizi yoldan çıkardı.

​İzah ve Makale
​Bağdatlı Rûhî, terkib-i bendiyle şöhret bulmuş, 16. asrın en mühim şairlerinden biridir. Onun şiirlerinde sosyal tenkit ve derûnî bir hikmet iç içedir. Yukarıdaki beyit, görünüşte basit bir seyahati tasvir eder gibi dursa da aslında gayesiz, hedefsiz ve ziyan edilmiş bir ömrün trajik bir muhasebesidir. “Devr eylemedik yer komadık bir nice yıldır” mısrası, uzun yıllar boyunca dur durak bilmeden gezmeyi, dolaşmayı, zahiren çok şey görüp geçirmeyi ifade eder. Bu, modern insanın sürekli bir meşguliyet ve hareketlilik içinde olmasına benzer; bir yerden bir yere koşturur, sayısız tecrübe biriktirir ama bu koşturmacanın ardındaki gayeyi çoğu zaman sorgulamaz.
​Asıl facia, ikinci mısrada ortaya konur: “Uyduk dil-i dîvâneye dil uydu hevâya.” Bütün bu seyahatin, bu devranın ardındaki itici güç, akl-ı selim veya ilahî bir gaye değil, “dîvâne bir dil” yani deli, aklı başında olmayan, tutarsız bir gönüldür. Şair, ömrünü bu deli gönlün peşine takılarak geçirmiştir. Peki, o deli gönül neyin peşindedir? O da “hevâ”nın, yani gelip geçici arzu ve isteklerin, nefsânî tutkuların peşindedir. “Hevâ,” Kur’anî bir tabir olarak, insanı hakikatten saptıran, sonu gelmez istekler ve bâtıl arzular manasına gelir. Yüce Allah, “Hevâ ve hevesini tanrı edineni gördün mü?” (Furkân Suresi, 43. Ayet Meali) buyurarak, hevânın insanı nasıl esir alıp ilahî bir makama yükselebileceği tehlikesine dikkat çeker.
​İşte Bağdatlı Rûhî’nin beyti, bu esaretin acı bir itirafıdır. Hayat yolculuğu, aklın ve imanın rehberliğinde değil, hevânın kölesi olmuş deli bir gönlün sevk ve idaresiyle geçmiştir. Sonuçta gezilen onca yer, harcanan onca zaman ve tüketilen onca ömür, geriye manevî bir kazanç bırakmamıştır. Çünkü rota, hevâ tarafından çizilmiştir. Hevâ ise insanı asla kalıcı bir huzura ve hakikate ulaştırmaz; onu bir serap gibi peşinden koşturur, yorar ve nihayetinde bir hiçlik çölünde yapayalnız bırakır.
​Bu beyit, aynı zamanda modern hayatın da bir tenkididir. Günümüz insanı, “daha fazlasını isteme” ve “anlık hazları kovalama” üzerine kurulu bir hayat tarzının, yani hevânın esiri durumundadır. Sürekli yeni yerler görme, yeni şeyler deneme, yeni heyecanlar arama tutkusu, aslında derûnî bir boşluğun ve gayesizliğin zahirî bir tezahürüdür. Bağdatlı Rûhî’nin “devr etmesi” gibi, modern insan da dünyayı dolaşır, sayısız tecrübe edinir ama eğer bu seyahatin merkezinde nefsini terbiye etmek, tabiat kitabını okumak ve Yaradan’ı tefekkür etmek gibi ulvî bir gaye yoksa, bu seyahatler ruhu beslemek yerine onu daha da yorar.
​Nihayetinde şair, bir ömrün nasıl ziyan edildiğini iki kelimede özetler: “dil-i dîvâne” ve “hevâ.” Akıl, gönlü; gönül de bedeni idare etmesi gerekirken, burada tam tersi bir hiyerarşi kurulmuştur. Hevâ, gönlü esir almış; esir gönül de aklı ve bedeni peşinden sürükleyerek bir ömrü heba etmiştir. Bu, her insan için ibretli bir muhasebe levhasıdır.
​Özet
​Bağdatlı Rûhî, bu beytinde, aklın ve bir gayenin rehberliği olmaksızın, sadece nefsânî arzuların (hevâ) ve anlık isteklerin (deli gönül) peşinde geçen bir ömrün hazin bir tablosunu çizer. Yıllarca süren ve sayısız yerin gezildiği bu koşuşturmacanın, aslında ruhu beslemeyen, gayesiz ve boş bir çaba olduğunu ifade eder. Beyit, hevâ ve hevesin esiri olmanın, insan hayatını nasıl ziyan edebileceğine dair güçlü bir tenkit ve ibretli bir itiraftır.

​4. Beyit: Gönlün Yakınlığı ve Gāyibânı Yâd Etmek
​İktibas
​Farsça Metin:
​از نزديكى كه دلستان را باشد
من ظن نبرم كه نيز جان را باشد
والله نكنم ياد، من او را هرگز
زان روى كه ياد، غايبان را باشد

​Latin Harfleriyle Okunuşu:
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fâ’
​Ez-nezdîkî ki dil-sitân-râ bâşed
Men zan neberem ki nîz cân-râ bâşed
Vallah nekonem yâd, men û-râ hergiz
Z’ân rûy ki yâd, gāyibân-râ bâşed
​Hz. Mevlânâ

​Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
​Gönüller alan sevgilinin yakınlığı, sanmam ki canda bile bulunsun. Allah’a yemin ederim ki ben, onu asla anmam. Çünkü insan ancak yanında bulunmayanları anar.

​İzah ve Makale
​Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde, beşerî hislerin ve manevî tecrübelerin en ince noktalarına dokunur. Beyit, zahirde basit bir mantık örgüsü sunar gibi görünse de, aslında vahdet (birlik) ve derûnî beraberlik halinin en yüksek mertebesini tasvir etmektedir. İlk iki mısra, sevgilinin yakınlığının mahiyetini ortaya koyar: “Gönüller alan sevgilinin yakınlığı, sanmam ki canda bile bulunsun.” İnsana en yakın olan şey, kendi canıdır. Lakin Mevlânâ’ya göre, hakiki sevgilinin (ki bu hem beşerî hem de ilahî sevgili olabilir) yakınlığı, canın bedene olan yakınlığından bile daha ötedir, daha derindedir. O, “candan içeri” bir mevcudiyete sahiptir. Bu, fizikî veya mekânsal bir yakınlık değil, ruhların birleştiği, varlıkların iç içe geçtiği bir vahdet halidir. Sevgili, artık haricî bir varlık değil, âşığın kendi varlığının bir parçası, hatta ta kendisi haline gelmiştir.
​Bu mutlak birlik ve beraberlik halinin bir neticesi olarak, üçüncü ve dördüncü mısralar, ilk bakışta aykırı gibi görünen fakat son derece derin bir hakikati ifade eder: “Allah’a yemin ederim ki ben, onu asla anmam. Çünkü insan ancak yanında bulunmayanları anar.” Anmak, yani yâd etmek veya hatırlamak eylemi, tanımı gereği, bir ayrılık ve mesafe gerektirir. Bizler, zihnimizden veya yanımızdan “gāib” olanı, yani o an mevcut olmayanı hatırlarız. Mesela, uzaktaki bir dostumuzu, geçmişteki bir hatırayı veya kaybettiğimiz bir eşyayı anarız. Anma fiili, anılan ile anan arasında bir ikilik olduğunu varsayar.
​Hz. Mevlânâ, bu mantıktan yola çıkarak, sevgilinin kendisinden asla gāib olmadığını, dolayısıyla onu “anmasına” gerek kalmadığını söyler. Onu anmak, onun ayrı bir varlık olduğunu ve kendisinden uzakta bulunduğunu kabul etmek olurdu. Hâlbuki sevgili, canından daha yakın olduğu için, artık hatırlanacak bir “öteki” değildir; o, her an yaşanan bir “şimdi” ve “burada”dır. O, nefes gibi, kalp atışı gibi, bilincin kendisi gibi daimi bir mevcudiyettir. Bu sebeple onu “anmamak,” bir unutkanlığın veya vefasızlığın değil, tam aksine, mümkün olan en yüksek sadakatin, en tam vuslatın ve ayrılığın ortadan kalktığı bir vahdet halinin ispatıdır.
​Bu düşünce, tasavvufun “Fenâ fi’l-Mahbûb” (sevgilide yok olma) veya “Fenâ fi’ş-Şeyh” mertebelerinin de bir yankısıdır. Mürid, şeyhinde o kadar fâni olur ki, artık kendi iradesi yerine onun iradesini, kendi bakışı yerine onun bakışını benimser. Aradaki ikilik kalkar. En yüksek mertebede ise bu, “Fenâfillâh” yani kulun kendi beşerî varlığını Allah’ın varlığında yok etmesi halidir. O mertebede kul için Allah, hatırlanacak ayrı bir varlık değil, her an her zerrede tecelli eden mutlak hakikatin kendisidir.
​Dolayısıyla Hz. Mevlânâ, bu rubaisiyle, aşkın ve yakınlığın en ileri derecesini, yani anmaya dahi lüzum bırakmayan bir beraberliği ve birliği dile getirerek, ayrılık üzerine kurulu standart aşk anlayışını aşan bir hikmet kapısı aralamaktadır.
​Özet
​Hz. Mevlânâ, bu rubaide, hakiki sevgilinin yakınlığının, insanın kendi canının yakınlığından bile daha ileri bir seviyede olduğunu belirtir. Bu mutlak birlik halinden dolayı, sevgiliyi “anmasına” veya “hatırlamasına” gerek olmadığını ifade eder. Çünkü anmak, ancak uzakta olan, yani gāib olanlar için geçerli bir eylemdir. Sevgili ise kendisinden bir an bile ayrı veya gāib olmadığından, o bir hatıra değil, yaşanan bir haldir. Bu, unutkanlık değil, vuslatın ve vahdetin en kâmil derecesinin bir ifadesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 137–

BERCESTE VE İZAHI – 137–

​1. Yunus Emre: Hayat Yolculuğu ve Aslî Vatan
​İktibas
​بو دنیایه کلن کیشی آخر یینه کیتسه کرک
مسافردر وطننه بر کون سفر ایتسه کرک
​Bu dünyâya gelen kişi âhir yine gitse gerek
Misâfirdir vatanına bir gün sefer etse gerek
​Yunus Emre
​Bu dünyaya gelen kişi, işin sonunda yine gidecektir.
Dünya gurbetinde misafir olan insan bir gün asli vatanına elbette sefer edecektir.

​İzah ve Açıklama
​Büyük mutasavvıf ve halk şairi Yunus Emre, bu beytinde hayatın en temel hakikatlerinden birini, fâniliği ve insanın bu tabiat âlemindeki yerini tasvir etmektedir. İlk mısrada, dünyaya gelen her canlının, bilhassa insanın, bu âlemde kalıcı olmadığı ve neticede buradan ayrılmak mecburiyetinde olduğu vurgulanır. “Âhir yine gitse gerek” ifadesi, bu ayrılığın kaçınılmaz bir akıbet olduğunu kesin bir dille belirtir.
​İkinci mısra, bu gidişin mahiyetini daha da derinleştirir. İnsan, bu dünyada bir “misafir”dir. Misafirin ise vazifesi, kendisine ikram edilen nimetlerden istifade etmek, ev sahibine hürmet göstermek ve vakti geldiğinde kendi asıl yurduna, “vatanına” dönmektir. Buradaki “vatan” kelimesi, ruhlar âlemini, yani insanın Allah’ın “Elestü bi-Rabbiküm” (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) hitabına “Belâ” (Evet, Rabbimizsin) diye cevap verdiği o ezel meclisini, cenneti ve Allah’ın manevî huzurunu remzeder. Dolayısıyla bu dünyadan ayrılış, bir yok oluş değil, bir “sefer”dir; gurbetten sılaya, fâniden bâkiye bir yolculuktur.
​Makale: Misafirhaneden Ebedî Vatana Hicret
​İnsan, hafızasıyla geçmişin derinliklerine, hayaliyle geleceğin ufuklarına uzanabilen, lakin bedeniyle zaman ve mekânla mukayyet bir varlıktır. Bu zıtlık, onun bu dünyaya ait olmadığının en büyük isbatıdır. O, bu âleme imtihan için gönderilmiş, vazifeleri olan ve süresi mahdut bir yolcudur. Yunus Emre’nin “misafir” teşbihi, bu hakikatin en beliğ tasvirlerinden biridir. Dünya, rengârenk tezyinatıyla, lezzetli nimetleriyle ve aldatıcı meşgaleleriyle süslenmiş bir misafirhanedir. Akıllı misafir odur ki, misafirhanenin fânî süslerine gönül bağlayıp ev sahibini unutmaz ve yol hazırlığını ihmal etmez.
​Tarih sahnesi, bu misafirhaneyi kendi mülkü zanneden nice hükümdarların, servetine güvenen nice zenginlerin ve kuvvetiyle gururlanan nice zorbaların enkazıyla doludur. Nemrutlar, Firavunlar, Karunlar bu dünyanın ebedî sahibi olmak istediler, lakin hepsi de bu handan birer birer ayrılıp hesap vermek üzere aslî vatanlarına sefer ettiler. Onların ibretli hayatları, misafirin ev sahipliği taslamasının ne denli büyük bir yanılma olduğunu gösterir.
​Bu hayat yolculuğunun hikmeti, misafirhanenin Sahibi’ni tanımak, O’nun eserlerindeki sanat ve hikmeti nazar-ı dikkate alarak tefekkür etmek ve O’nun rızasına muvafık bir hayat sürmektir. Kur’ân-ı Kerîm bu hakikati şöyle beyan eder:
​”Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlât sahibi olma isteğinden ibarettir. Tıpkı bir yağmura benzer ki, bitirdiği bitki çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kurur da sen onun sapsarı olduğunu görürsün; ardından da çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir azap, Allah’tan bir bağışlama ve rıza vardır. Dünya hayatı, aldatıcı bir zevkten başka bir şey değildir.” (Hadîd, 57/20)

​İnsan, bu misafirhanede kaldığı müddetçe, kalbini aslî vatanının hasretiyle diri tutmalıdır. Her gün batımı, ömür takviminden bir yaprağın daha düştüğünü; her yeni sabah ise yol hazırlığı için bahşedilmiş yeni bir fırsat olduğunu idrak etmelidir. Zira sefer yakındır ve azıksız yola çıkanın menzile varması müşküldür. En hayırlı azık ise takvadır. Bu fânî misafirhaneden ebedî saadet saraylarına namzet olanlara ne mutlu!
​Özet
​Yunus Emre, insanın dünyada kalıcı olmadığını, bir misafir gibi olduğunu ve aslî vatanı olan ahirete bir gün mutlaka sefer edeceğini hatırlatır. Bu makale, dünyanın aldatıcı ve geçici bir misafirhane olduğu, akıllı insanın bu gerçeği idrak ederek aslî vatanı için hazırlık yapması gerektiği düşüncesini, tarihî ve âyet-i kerîmelerle destekleyerek ele almaktadır.

​2. Kâmî: Kelâmın Ötesinde Bir Dost Arayışı
​İktibas
​طبعم نه منطق و نه بدیع و بیان آرار
بی حرف و صوت سویله‌شه‌جک همزبان آرار
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Tab’ım ne mantık u ne bedî’ ü beyân arar
Bî-harf u savt söyleşecek hem-zebân arar
​Kâmî
​Tabiatım ne kelâm ne etkileyici söz ne de sanatlı söyleyiş arıyor.
O, harfsiz ve sözsüz konuşabileceği bir dost arıyor.

​İzah ve Açıklama
​Divan şairi Kâmî, bu beyitinde zâhirî ilimlerin ve lisanın ifade kabiliyetinin sınırlarına işaret ederek, derûnî ve manevî bir ünsiyet arzusunu dile getirmektedir. “Tab’ım” yani “yapım, fıtratım, tabiatım” diyor şair. Bu tabiat, artık mantık ilminin kuru kaidelerini, belâgat ilminin sanatlı ve süslü ifadeleri olan bedî’ ve beyânı aramıyor. Zira bunlar, aklı ikna etmeye ve nefsi hoşnut etmeye yarasa da ruhun derinliklerindeki ihtiyaca cevap vermekten âcizdir.
​Şairin asıl arayışı ikinci mısrada gizlidir: “Bî-harf u savt söyleşecek hem-zebân arar.” Yani “harfsiz ve sessiz” bir şekilde anlaşabileceği, aynı dili değil aynı hali, aynı kalbi paylaşabileceği bir “hem-zebân” (gönül dostu, yoldaş) aramaktadır. Bu, kelimelerin kifayetsiz kaldığı, manaların kalpten kalbe sükût ile aktığı bir ünsiyet mertebesidir. Tasavvufta bu hâle “hâl diliyle konuşmak” veya “kalbî irtibat” denir.
​Makale: Sükûtun Belâgati ve Gönül Dili
​İnsanlık tarihi, aynı zamanda lisanın ve ifadenin de tarihidir. Mantık, felsefe ve belâgat, hakikati ifade etmek ve muhatabı ikna etmek için geliştirilmiş en mühim vasıtalardır. Ancak hikmet, bu vasıtaların ötesinde bir arayışı daima fısıldamıştır. Zira en sanatlı kelimeler, en muhkem mantıkî deliller dahi, ilahî aşkın bir tecellisini, derûnî bir hüznü veya kalbî bir ferahlığı tam manasıyla tasvir etmekten aciz kalabilir. İşte Kâmî’nin beyti, bu acziyetin ve ötesine duyulan hasretin terennümüdür.
​Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile olan münasebetinde tam da böyle bir “hem-zebân” bulmuştu. Onların arasındaki muhavere, kitapların ve medrese ilminin ötesinde, ruhların sükût içinde anlaşmasıydı. Bu, harflere ve seslere ihtiyaç duymayan bir bilgi ve sevgi alışverişiydi. Zira hakiki dostluk ve manevî yoldaşlık, zihinlerin değil, kalplerin ittifakıdır. Kalpler birleştiğinde, sükût en beliğ lisan hâline gelir.
​Bu arayış, sadece insandan insana değil, insanın Rabbiyle olan münasebetinde de en yüksek seviyesine ulaşır. Kul, dua ve niyazında bazen kelimeleri yetersiz bulur. Gözyaşları, derin bir ah çekiş veya samimi bir sükût, ciltler dolusu kitabın ifade edemeyeceği manaları Allah’ın ilmine arz eder. Allah, kulunun sadece dilinden dökülenleri değil, kalbinden geçen “harfsiz ve sessiz” niyazları da işitendir. Nitekim Zekeriyyâ Peygamber’in (a.s.) duası Kur’ân-ı Kerîm’de, “Rabbim! dedi, kemiklerim zayıfladı, saçım başım ağardı. Ve ben, Rabbim, sana ettiğim dua sayesinde hiç bedbaht olmadım.” (Meryem, 19/4) gibi samimi ve kalbî bir yakarışla başlar. Bu, belâgatten ziyade, samimiyetin ve acziyetin lisanıdır.
​Netice olarak, Kâmî’nin beyti, modern insanın gürültü ve kelime bombardımanı içinde kaybettiği sükûtun hikmetini ve kalbî irtibatın ne denli derin bir ihtiyaç olduğunu hatırlatmaktadır. İnsan, hakiki huzuru ve anlayışı, zâhirî dünyanın lafız kalabalığında değil, ruhunun sessizliğinde kendisiyle ve Rabbiyle konuşabilen bir “hem-zebân” bulduğunda idrak edecektir.
​Özet
​Kâmî, fıtratının artık mantık ve belâgat gibi zâhirî ilimleri değil, harflere ve seslere muhtaç olmadan, sükût ile anlaşabileceği bir gönül dostu aradığını ifade eder. Bu makale, kelimelerin hakikati ifadede yetersiz kalabildiğini, asıl ünsiyetin kalpten kalbe kurulan manevî bir bağ ile mümkün olduğunu, bu durumun hem insanlar arası münasebetlerde hem de kulun Rabbiyle olan irtibatında en yüksek seviyeye ulaştığını anlatmaktadır.

​3. Ârif: Zamanın İzafiyeti ve Ömrün Kısalığı
​İktibas
​ایشبو معنای بدیهی کورینن کون کیبیدر
عمر بیک ییل دخی اولسه یینه بر کون کیبیدر
​Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İşbu ma’nâ-yı bedîhî görünen gün gibidir
Ömr bin yıl dahi olsa yine bir gün gibidir
​Ârif
​Görünen gün kadar açık ve belirgin olan bir mânâ vardır.
İnsanın ömrü bin yıl dahi olsa insana sanki bir günmüş gibi kısa gelir.

​İzah ve Açıklama
​Ârif mahlaslı şair, bu beytinde zaman düşüncesi ve ömrün geçiciliği üzerine “bedîhî” yani apaçık, delile ihtiyaç duymayan bir hakikati dile getirmektedir. İlk mısra, söylenecek sözün herkes tarafından bilinen, güneş gibi âşikâr bir gerçek olduğunu peşinen ifade eder. Bu, beyitin tesirini güçlendiren bir giriştir.
​İkinci mısra ise bu apaçık manayı ortaya koyar: İnsan ömrü, Nûh Peygamber (a.s.) gibi bin yıl veya daha fazla sürse bile, nihayetinde geriye dönüp bakıldığında “bir gün gibi” kısa gelecektir. Bu, zamanın izafî (göreceli) yapısına ve insan hafızasının geçmişi nasıl tek bir an gibi anladığına dair derin bir nazar ve bakıştır. Özellikle ölüm anında veya ahirette, dünyaya ait bütün bir hayatın bir rüya, bir anlık hatıra gibi görüneceği hakikatine işaret eder.
​Makale: Bir Gün Gibi Geçen Bin Yıllık Ömür
​Zaman, modern ilmin dahi sırlarını tam olarak çözemediği, hem zâhirî hem de derûnî boyutları olan muammalı bir mefhumdur. Bizler onu saatlerin tik-taklarıyla, takvim yapraklarıyla ölçeriz; ancak ruhumuzun derinliklerinde zaman, mutlulukla genişleyen, hüzünle daralan, izafî bir akışa sahiptir. Ârif’in beyti, bu izafiyetin en çarpıcı tecrübe edileceği an olan ömrün sonu ve sonrasına dikkat çeker.
​Tarih, binlerce yıl yaşamayı arzulayan, ebedîlik iksirini arayan Gılgamış gibi efsanevî şahsiyetlerden, hayatı uzatmak için modern tıbbın bütün imkânlarını kullanan günümüz insanına kadar bu arayışın sayısız misaliyle doludur. Ancak Kur’ân-ı Kerîm, bu uzun ömür arzusunun ahiret karşısındaki anlamsızlığını çarpıcı bir misalle gözler önüne serer:
​”Allah, ‘Yeryüzünde kaç yıl kaldınız?’ diye sorar. Onlar, ‘Bir gün veya daha az bir süre kaldık. İşte sayanlara sor’ derler. Allah buyurur: ‘Pek az kaldınız, keşke bilmiş olsaydınız!'” (Mü’minûn, 23/112-114)

​Bu âyetler, Ârif’in beytinin tefsiri gibidir. Dünyada geçirilen ister seksen sene, ister bin sene olsun, ebediyetin sonsuzluğu karşısında bir “gün” yahut “bir günden daha az” bir süreye dönüşmektedir. Bu hakikati idrak eden bir insan için mühim olan, ömrün uzunluğu değil, derinliği ve muhtevasıdır. Bir gün yaşayıp da kelebek gibi arkasında rengârenk bir iz bırakan bir hayat, bin yıl yaşayıp da bomboş geçen bir ömürden daha manalıdır.
​Bu açıdan bakıldığında, her an, ebediyeti kazanmak için verilmiş paha biçilmez bir sermayedir. Geçmiş, bir hatıra olarak elden çıkmış; gelecek ise meçhuldür. İnsanın elinde olan tek şey, içinde bulunduğu “an”dır. Bu anı tefekkürle, şükürle, ibadetle ve hayırlı amellerle değerlendirmek, o “bir gün gibi” gelecek olan ömrü, ebedî bir saadet gününe tebdil etmenin yegâne yoludur. Aksi takdirde, bin yıllık bir ömür dahi, sonunda sadece pişmanlık ve hasret dolu bir “ah” ile noktalanan kısa bir rüyadan ibaret kalacaktır.
​Özet
​Ârif, ömrün bin yıl bile olsa, ebediyet karşısında ve geriye bakıldığında bir gün kadar kısa ve geçici olduğu hakikatini vurgular. Makale, zamanın izafî yapısını, Kur’ân-ı Kerîm’deki misallerle birleştirerek, mühim olanın ömrün uzunluğu değil, Allah’ın rızasına uygun bir muhteva ile değerlendirilmesi olduğu fikrini işlemektedir.

​4. Ziyâ Paşa: Zulmün Âkıbeti ve Adalet-i İlâhî
​İktibas
​ظالم یینه بر ظلمه گرفتار اولور آخر
البته اولور ایوی ییقانك خانه‌سی ویران
​Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân
​Ziyâ Paşa
​Gün gelir insanlara zulmeden bir zalim de zulme uğrar.
Ev yıkanın elbette kendi evi de bir gün viran olur.

​İzah ve Açıklama
​Tanzimat döneminin mühim fikir ve devlet adamı Ziyâ Paşa, bu meşhur beytinde adalet-i ilâhînin tecellisine ve zulmün asla pâyidar olmayacağına dair cihan şümul bir prensibi dile getirmektedir. Birinci mısra, “eden bulur” hakikatinin bir ifadesidir. Başkalarına haksızlık ve eziyet eden “zâlim”, er ya da geç, bizzat kendisinin de bir başka “zulme giriftâr” olacağını, yani zulme uğrayacağını belirtir. “Âhir” kelimesi, bu sonucun kaçınılmaz olduğunu, belki hemen değil ama en sonunda mutlaka gerçekleşeceğini vurgular.
​İkinci mısra, bu genel kaideyi somut ve tesirli bir misalle pekiştirir: “Elbette olur ev yıkanın hânesi vîrân.” Başkasının yuvasını, düzenini, huzurunu bozan bir kimsenin, kendi evinin, yuvasının da eninde sonunda harap ve perişan olacağı kesin bir dille ifade edilir. Bu, hem dünyada görülebilecek bir ilahî adalet tecellisi, hem de ahiretteki mutlak hesaba bir işarettir.
​Makale: Yıkılan Haneler ve Tecellî Eden Adalet
​Tarih, zulüm ile âbâd olmaya çalışanların nasıl berbâd olduklarının sayısız misalleriyle doludur. Firavun, İsrailoğullarına yaptığı zulmün karşılığını denizde boğularak bulmuş, sarayları ve saltanatı viran olmuştur. Nemrut, İbrahim Peygamber’e (a.s.) reva gördüğü zulmün neticesinde, en hakir mahlûklardan biri olan sivrisinekle helak olmuştur. Yakın tarihte dahi, milletlere kan kusturan nice diktatörün sonunun zillet ve perişanlık içinde geldiği, bütün dünyanın nazarları önünde cereyan etmiştir. Ziyâ Paşa’nın beyti, bu tarihî ve ilahî kanunun edebî bir ifadesidir.
​Zulüm, sadece başkasına yapılan bir haksızlık değil, aynı zamanda kâinattaki ilahî nizam ve ahenge karşı bir isyandır. Zira tabiat, adalet üzerine kurulmuştur. Allah, mutlak Âdil’dir ve zâlimleri sevmez. Bu sebeple, bir toplumda zulüm yaygınlaştığında, o toplumun helâkı da hak olur. Kur’ân-ı Kerîm bu hususta şöyle ikaz eder:
​”Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor.” (İbrâhîm, 14/42)

​Bu âyet, Ziyâ Paşa’nın beytindeki “âhir” kelimesinin hikmetini açıklar. İlâhî adalet bazen hemen tecellî etmez; bu, zâlime tövbe etmesi için verilen bir mühlet (süre) veya istidraç, yani azgınlığını daha da artırarak daha büyük bir azabı hak etmesi içindir. Lakin o mühlet bittiğinde, “ev yıkanın hânesi” öyle bir viran olur ki, ne malı ne de evladı ona bir fayda sağlar.
​Bu prensip sadece büyük devletler ve zâlim hükümdarlar için değil, fertlerin birbirleriyle olan münasebetleri için de geçerlidir. Komşusunun hakkını yiyen, işçisine zulmeden, ailesine eziyet eden her fert, ektiği zulüm tohumlarının acı meyvelerini dünyada veya ahirette mutlaka tadacaktır. Başkasının huzurunu yıkarak kendi saadetini inşa edebileceğini zannedenler, en büyük yanılma içindedirler. Çünkü başkasının viran olan hanesinin enkazı üzerine kurulan bir saadet sarayı, er ya da geç sahibinin başına çökmeye mahkûmdur.
​Özet
​Ziyâ Paşa, zulmeden kişinin eninde sonunda zulme uğrayacağını ve başkasının yuvasını yıkanın kendi yuvasının da viran olacağını ifade ederek ilahî adaletin kaçınılmazlığına işaret eder. Makale, bu düşünceyi tarihî misaller ve Kur’ân-ı Kerîm’den âyetlerle destekleyerek, zulmün hem ferdî hem de toplumsal düzeyde daima yıkımla sonuçlanacağını, ilahî adaletin er ya da geç tecellî edeceğini açıklamaktadır.

​5. Selimî (Yavuz Sultan Selim): Aşk Hazinesi İçin Kalp Tasfiyesi
​İktibas
​خواهی که کنج عشق کنی لوح سینه‌را
از دل بشوی آینه سان کرد کینه‌را
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Hâhî ki genc-i aşk konı levh-i sîne-râ
Ez-dil beşûy âyine sân gird-i kîne-râ
​Selimî (Yavuz Sultan Selim)
​Eğer gönül levhasını aşk hazinesi yapmak istiyorsan, aynanın üzerinden toz siler gibi gönlün üzerinden de düşmanlık tozunu sil süpür.

​İzah ve Açıklama
​Padişah şairlerden Yavuz Sultan Selim, “Selimî” mahlasıyla yazdığı bu Farsça beyitte, ilahî aşka nâil olmanın temel şartını tasavvufî bir üslupla ortaya koymaktadır. Birinci mısrada bir hedef konulur: “Hâhî ki genc-i aşk konı levh-i sîne-râ”, yani “Eğer göğsünün levhasını (kalbini) bir aşk hazinesi yapmak istersen…” Burada kalp, üzerine manaların yazıldığı bir “levha”ya, ilahî aşk ise en kıymetli “hazine”ye benzetilmiştir.
​İkinci mısra, bu hedefe ulaşmanın yolunu gösterir: “Ez-dil beşûy âyine sân gird-i kîne-râ.” Bunun manası, “Kin ve düşmanlık tozunu, bir ayna temizler gibi kalbinden yıka, temizle” demektir. Kalp, aynı zamanda parlak bir “ayna” gibidir. Bu aynanın ilahî güzellikleri ve tecellileri yansıtabilmesi için üzerindeki “gird-i kîne”nin, yani kin, nefret, haset gibi kötü ahlâkın tozu ve kirinin temizlenmesi şarttır. Temizleme fiili “beşûy” (yıka) ile ifade edilerek, bu işlemin ne kadar titiz ve köklü yapılması gerektiği vurgulanır.
​Makale: İlâhî Tecellîlere Âyine Olan Kalp
​İnsan, kâinatın bir küçük misali, Cenâb-ı Hakk’ın sanatını ve isimlerinin tecellîlerini en câmi’ şekilde gösteren bir “âyine-i Samed” olarak yaratılmıştır. Bu aynanın en parlak ve merkezi noktası ise kalptir. Kalp, sadece kan pompalayan bir et parçası değil, iman ve marifetin, yani Allah’ı bilme ve sevmenin merkezi olan manevî bir latîfedir. Selimî’nin beyti, bu manevî merkezin nasıl faaliyete getirileceğinin formülünü sunar.
​Bir aynanın üzerine toz, kir ve pas tabakası kaplandığında, artık ne karşısındaki sureti net gösterebilir ne de güneşin ışığını yansıtabilir. Aynı şekilde, kin, haset, kibir, adavet gibi manevî kirlerle paslanan bir kalp de ilahî feyizleri ve rahmet tecellîlerini yansıtma kabiliyetini kaybeder. O kalp, artık “aşk hazinesi” olamaz; bilakis, vesveselerin ve nefsanî arzuların zindanı hâline gelir. Bu sebeple tasavvuf yolunun ilk ve en mühim adımı “tasfiye”, yani kalbi Allah’tan gayrı her şeyden (mâsivâ) ve kötü ahlâktan temizlemektir.
​Bu temizlik, sadece zâhirî bir ibadetle değil, derûnî bir mücahede ile mümkündür. İnsan, affetmeyi öğrenmeli, kendisine kötülük edenlere dahi kin beslemekten kaçınmalıdır. Zira kalpteki bir dirhem kin, tonlarca ibadetin nurunu söndürebilecek manevî bir ateştir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), bir hadîs-i şeriflerinde, “Birbirinize kin tutmayınız, haset etmeyiniz, sırt dönmeyiniz ve ilâhî emirlere aykırı hareket etmeyiniz. Ey Allah’ın kulları, kardeş olunuz!” (Buhârî, Edeb, 57) buyurarak bu tehlikeye dikkat çekmiştir.
​Kalp aynası bu kirlerden arındırıldığında, o artık ilahî aşkın tecellî ettiği bir nazargâh-ı ilâhî olur. O kalbin sahibi, baktığı her şeyde Allah’ın sanatını görür, her hadisede O’nun hikmetini müşahede eder. Gönlü, kin ve nefretin daracık zindanından, bütün mahlûkatı Yaradan’dan ötürü sevmenin enginliğine ve huzuruna kavuşur. İşte o zaman “levh-i sîne”, yani gönül levhası, paha biçilmez “genc-i aşk”a, yani aşk hazinesine dönüşür.
​Özet
​Yavuz Sultan Selim, bir kişinin kalbini ilahî aşkın hazinesi yapabilmesi için, öncelikle o kalbi bir ayna gibi kin, nefret ve düşmanlık gibi manevî kirlerden tamamen arındırması gerektiğini ifade eder. Makale, kalbin Allah’ın tecellîlerini yansıtan bir ayna olduğu tasavvufî düşüncesinden hareketle, bu aynanın manevî kirlerden temizlenmesinin (tasfiye) ilahî aşka ulaşmanın temel şartı olduğunu, bu temizliğin de affetmek ve kötü ahlâktan uzak durmakla mümkün olacağını anlatmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 136–

BERCESTE VE İZAHI – 136–

​1. Hayatın Lezzetine Aldananlar ve Mezardaki Kandilin Korkusuzluğu
​İktibas
​چون زندگی به کام بود مرگ مشکل است
پروای باد نیست چراغ مزار را
​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest
Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ
​Sâ’ib-i Tebrizî
​Hayat istediğin gibi olunca ölüm insana zor gelir.
Oysa mezardaki mumun rüzgârda korkusu yoktur.

​İzah ve Tahlil
​İranlı büyük şair Sâ’ib-i Tebrizî’nin bu hikmet dolu beyiti, hayat ile ölüm arasındaki derûnî bağlantıyı çarpıcı bir tasvir ile ortaya koymaktadır. Mısralar, insanın dünyaya olan bağlılığı nisbetinde ölümden korktuğu hakikatini dile getirir.
​İlk mısrada, “Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest” yani “Hayat, arzuya ve isteğe uygun olduğunda, ölüm zordur, müşkildir” denilmektedir. Buradaki “kâm,” yani arzu, lezzet ve heves, insanın dünyaya olan tamahını ve bağlılığını ifade eder. Hayatın zevkleri, makamları, malı ve mülkü insanın etrafını bir koza gibi sardığında, bu konfor alanından ayrılma fikri olan ölüm, ona bir “müşkil” yani aşılması zor bir engel gibi görünür. Dünya, onun için o kadar tatlıdır ki, ayrılık acısı da o nispette şiddetli olur.
​İkinci mısra ise bu fikri isbat eden muazzam bir misal sunar: “Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ.” Yani, “Mezarın kandilinin rüzgârdan bir korkusu, bir endişesi yoktur.” Bu mısra, ilk mısradaki halin zıddını tasvir eder. Mezar, dünyadan elini eteğini çekmiş, fani lezzetlerle alakasını kesmiş bir insanın son durağıdır. Oradaki kandil, yani o insanın ruhu veya geride bıraktığı hali, artık “bâd” yani rüzgâr metaforuyla ifade edilen dünyevi hadiselerden, kayıplardan, fırtınalardan etkilenmez. Çünkü o, zaten en büyük fırtınanın koptuğu yerden, yani dünya hayatından ayrılmıştır. Onun için artık kaybedecek bir şey kalmamıştır. Rüzgârın tehdit edebileceği bir çiçeği, bir yaprağı, bir dünyevi varlığı yoktur. Dolayısıyla korkusu da yoktur.
​Makale
​”Çün zindegî be-kâm boved merg muşkilest / Pervâ-yı bâd nîst çerâğ-ı mezâr-râ”

​Hayat, insanın önüne serilmiş imtihanlarla dolu bir sofradır. Bu sofranın nimetleri, lezzetleri ve cazibesi, insanın nazarını kendine celbeder. Sâ’ib-i Tebrizî’nin yukarıda iktibas edilen beyitinde tasvir ettiği gibi, insan bu sofranın lezzetlerine kendini ne kadar kaptırırsa, hesabı ve sofradan kalkma vaktini düşünmekten o kadar uzaklaşır. “Hayat arzuya uygun olduğunda,” yani her şey yolunda giderken, sıhhat, servet ve makam insanın etrafında pervane olurken, ölüm fikri bir kâbus gibi gelir. Bu, enaniyetin ve dünyaya olan şiddetli bağın tabii bir neticesidir. Ene, fani olanı baki görmek ister; elindeki oyuncakların ebediyen kendisinin kalacağını zanneder. Bu yanılma, ölümü en büyük “müşkil,” en çetin düşman haline getirir.
​Halbuki hikmet nazarı, hadiselerin zahirî yüzünden derûnî manasına nüfuz eder. İnsan, bu dünyaya sadece lezzet almak ve “kâm” sürmek için değil, daha yüksek bir gaye için gönderilmiştir. Bu gayeyi idrak eden bir ruh için dünya, bir tarla, bir mektep, bir kışladır. Buradaki vazifesini tamamladıktan sonra asıl vatanına dönecektir. İşte bu şuur, insanı ikinci mısradaki “mezardaki kandil” mesabesine yükseltir.
​Mezardaki kandil, ne muazzam bir istiğna ve teslimiyet halini tasvir eder! O, artık rüzgârın insafına kalmış değildir. Fırtınalar onu söndüremez, çünkü onun ışığının kaynağı bu fani âlemden değildir. Dünyadan ve onun aldatıcı parıltısından yüz çevirmiş, kalbini sadece Bâkî olan Rabbine bağlamış bir mü’minin hali de böyledir. O, “ölmeden evvel ölünüz” sırrına mazhar olmuştur. İhtiyarî bir ölümle, yani heva ve hevesini, enaniyetini terk etmekle, büyük ve ızdırari olan ecel gelmeden evvel kendini hazırlamıştır. Onun için ölüm, bir son değil, bir vuslattır; bir yok oluş değil, sevdiklerine kavuştuğu bir başlangıçtır. Dünyanın fırtınaları, musibetleri ve kayıpları onu sarsmaz. Çünkü o, sarsılmaz bir kaleye, yani imana sığınmıştır.
​Tarih, bu iki insan tipinin misalleriyle doludur. Bir yanda, mülküne ve gücüne aldanıp “Ben sizin en yüce rabbinizim!” (Nâziât Suresi, 24) diyen Firavun gibi, hayatı “kâm” üzereyken ölümle yüzleştiğinde acziyet içinde kalanlar vardır. Diğer yanda ise, ateşe atılırken dahi “Allah bize yeter, O ne güzel vekildir!” (Âl-i İmrân Suresi, 173) diyen Hz. İbrahim (a.s.) gibi, dünyevi hadiseler karşısında “mezardaki kandil” misali sarsılmaz bir teslimiyet gösterenler vardır. Bu beyit, bize hangi zümreye dahil olmak istediğimizi soran hikmetli bir sualdir.
​Özet
​Sâ’ib-i Tebrizî, bu beyitinde dünyaya ve onun lezzetlerine olan bağlılığın, ölümü insan için korkunç ve zor bir hadise haline getirdiğini ifade eder. Buna karşılık, dünyadan ve onun geçici fırtınalarından alakasını kesmiş bir ruhun, tıpkı mezarda rüzgârdan korkmayan bir kandil gibi, ölüm karşısında mutmain ve korkusuz olduğunu beliğ bir misalle anlatır.

​2. Malı Saklamanın Hikmeti ve Dosta Muhtaç Olmamanın Fazileti
​İktibas
​ای برادر دینله پندم وارسه مالك صاقلا پك
دشمانه قالسين قاليرسه دوسته محتاج اولماتك
​Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
​Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek
Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek
​Lâedrî
​Ey birader! Sana bir nasihatim var. Eğer malın mülkün varsa onu sıkıca sakla.
Eğer malın miras olarak kalacaksa da düşmanlarına kalsın. Aman dostuna muhtaç olma da!

​İzah ve Tahlil
​Kimin tarafından söylendiği bilinmeyen (Lâedrî) fakat hikmetiyle asırlardır dilden dile dolaşan bu beyit, mal, mülk, dostluk ve izzet-i nefis (benlik saygısı) üzerine söylenmiş veciz bir nasihattir. Şair, okuyucuya “Ey birader!” diyerek samimi bir hitapla başlar ve ona tecrübeyle sabitlenmiş bir “pend” yani öğüt verir.
​İlk mısra, “Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek,” malın ve mülkün korunması, israf edilmemesi ve ihtiyatla idare edilmesi gerektiğini vurgular. Bu, mal sevgisinden ziyade, insanın başkasına el açma zilletinden korunması için bir tedbirdir. “Sakla pek” ifadesi, bu korumanın ciddiyetini ve titizlikle yapılması gerektiğini belirtir.
​İkinci mısra ise bu öğüdün ardındaki derin hikmeti ortaya koyar: “Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek.” Bu mısra, alışılmışın dışında, çarpıcı bir zıtlık barındırır. İnsan, malının dostuna kalmasını arzu ederken, şair burada “gerekirse düşmanına kalsın, yeter ki dostuna muhtaç olma” demektedir. Buradaki mana şudur: Dostluk, o kadar kıymetli ve hassas bir cevherdir ki, maddiyatın ve muhtaçlığın gölgesi altına sokulmamalıdır. Bir dosta maddi bir taleple gitmek, aradaki sevgi ve hürmete dayalı saf ilişkiyi bir borç-alacak ilişkisine dönüştürme riski taşır. Bu durum, dostun gözünde mahcup olmaya, izzet-i nefsin zedelenmesine ve dostluğun o saf halini kaybetmesine sebep olabilir. Şair, dostluğun bu ulviyetini korumak adına, en kötü senaryoyu, yani malın bir düşmanın eline geçmesini dahi tercih edilecek bir durum olarak görür. Düşmandan bir zarar görmek beklenir bir şeydir, lakin dostluktan bir zeval görmek, ruhta daha derin bir yara açar.
​Makale
​”Ey birâder dinle pendim varsa mâlın sakla pek / Düşmana kalsın kalırsa dosta muhtâc olma tek”

​İnsan hayatında denge, en temel faziletlerden biridir. Maddiyat ile maneviyat, dünya ile ahiret, şahsi menfaat ile içtimai münasebetler arasındaki bu dengeyi kurabilenler, hikmetin kapısını aralamış sayılırlar. Lâedrî’nin bu ölümsüz beyiti, tam da bu denge üzerine, bilhassa mal ve dostluk arasındaki hassas terazi hakkında söylenmiş hikmetli bir sözdür.
​Beyitin ilk nazarda telkin ettiği şey, malı korumanın ehemmiyetidir. Bu, cimrilik veya dünyaya tamah etmek manasında değil, insanın kendi kendine yeterli olmasının, yani “istiğna” faziletinin bir gereğidir. Başkasına el açmak, istemek zorunda kalmak, insanın onurunu ve şahsiyetini rencide eden ağır bir yüktür. Hadis-i şerifte buyurulduğu gibi, “Veren el, alan elden üstündür.” Kendi emeğiyle geçinen ve kimseye muhtaç olmayan bir insanın hali, hem Allah katında hem de insanlar nazarında daha makbuldür. Malı “pek saklamak,” bu izzeti ve bağımsızlığı muhafaza etmek için alınacak bir tedbirdir.
​Ancak beyitin asıl can alıcı noktası, ikinci mısrada düğümlenir. Şair, dostluk mefhumunu o kadar yüce bir mertebeye koyar ki, onun en ufak bir leke almaması için en büyük maddi kaybı dahi göze alınabilir görür. Bir dosta muhtaç olmak, dostluğun seyrini değiştirebilecek potansiyel bir tehlikedir. İhsan ve yardım, taraflar arasında manevi bir hiyerarşi oluşturabilir. Alan el, veren elin altında kaldığında, o eski eşitliğe dayalı samimiyetin yerini bir minnet veya mahcubiyet duygusu alabilir. Tarihte nice sağlam dostlukların, araya giren para, borç ve maddi beklentiler yüzünden zedelendiğine dair sayısız ibretli hikâye mevcuttur.
​Şair, “gerekirse malın düşmanına miras kalsın” derken, aslında bir öncelik sıralaması yapmaktadır. Ona göre izzet-i nefis ve lekesiz bir dostluk, fani olan maldan ve mülkten çok daha değerlidir. Düşman, tabiatı gereği insana zarar vermeye çalışır; onun eline geçen bir mal, beklenen bir kayıptır. Fakat dostun vereceği en ufak bir sıkıntı veya dostlukta yaşanacak bir kırılma, beklenmedik ve ruhu yaralayan bir hadisedir. Bu sebeple şair, beklenen bir maddi kaybı, beklenmedik manevi bir çöküntüye tercih eder. Bu beyit, bize sadece malımızı değil, aynı zamanda dostluklarımızı ve onurumuzu nasıl korumamız gerektiğine dair de eşsiz bir ders vermektedir.
​Özet
​Bu beyit, insanın kendi kendine yeterli olmasının ve kimseye, özellikle de dostlarına muhtaç olmamasının ehemmiyetini vurgulayan bir nasihattir. Şaire göre dostluk, maddi beklentilerle zedelenemeyecek kadar kıymetli bir cevherdir. Bu cevheri korumak için, gerekirse malın bir düşmana kalması dahi, bir dosta el açma zilletinden daha iyidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 135–

BERCESTE VE İZAHI – 135–

​1. Kalp Hânesinin Biricik Sâhibi: Hak
​İktibas
​Bu misâfirhânenin fâniliğin fehmeyleyen
Hâne-i kalbinde Hak’dan gayrı mihmân istemez.
​Kuşadalı İbrahim Halvetî
​İzahı: Bir misafirhaneye benzeyen bu dünyanın fani olduğunu idrak eden insan, kalp evinde Allah’tan başka bir misafirin olmasını istemez.

​Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
​Hayat, derûnî bir nazarla bakıldığında, sonu belli bir seferden ibarettir. İnsan bu sefere bir misafir olarak gönderilmiş, dünya ise onun muvakkat bir müddet konaklayacağı bir misafirhane olarak döşenmiştir. Kuşadalı İbrahim Halvetî Hazretleri’nin bu hikmetli beyti, bu temel hakikati idrak etmenin, insanın bütün bir manevî hayatını nasıl şekillendirdiğini tasvir eder. Beytin ilk mısraı, bir idrak ve fehmetme eylemine işaret eder: “Bu misafirhanenin fâniliğini fehmeyleyen.” Bu fehmetme, kuru bir bilgi değil, bütün zerreleriyle hissedilen bir şuur halidir. Bu şuur, insana, etrafını saran aldatıcı parıltıların, geçici heveslerin ve sonu olan sahipliklerin ötesine bakma basiretini kazandırır.
​Misafir olduğunu bilen bir kimse, konakladığı hanın duvarlarını altınla kaplamaya, temellerini ebedî kılmaya çalışmaz. Bilir ki az bir zaman sonra oradan ayrılacaktır. Onun bütün gayesi, bu handa kendisine verilen vazifeleri ifa etmek ve asıl vatanına en güzel şekilde avdet etmektir. İşte bu şuur, ikinci mısrada zikredilen o ulvî neticeyi doğurur: “Hâne-i kalbinde Hak’dan gayrı mihmân istemez.”
​Kalp, insanın hakiki hanesidir; ceset ise o hanenin dış duvarlarıdır. Kalp, Cenâb-ı Hakk’ın nazar ettiği, imanın ve marifetin merkezi olan bir arş-ı Rahman’dır. Böylesine mükerrem bir makama, fâni, geçici ve kıymetsiz “mihmanları” yani misafirleri doldurmak, o hanenin asıl sahibine karşı en büyük hürmetsizliktir. Nedir bu misafirler? Makam sevgisi, mal hırsı, fâni şahıslara duyulan aşırı muhabbet, haset, kin, kibir gibi gelip geçici ama kalbi işgal eden her türlü duygu ve düşüncedir. Bunlar, kalbi hem yoran hem de kirleten, asıl sahibinin tecellisine perde çeken davetsiz misafirlerdir.
​Tarih, bu hakikatin sayısız misaliyle doludur. Mülküne güvenen nice hükümdarlar, servetiyle övünen nice zenginler, bu misafirhaneden elleri boş ayrılmışlardır. Onların handa biriktirdikleri, kendilerine yoldaş olmamıştır. Lâkin kalbini sadece Hakka tahsis edenler, o hanenin sahibinin rızasını kazanarak ebedî saadet yurduna göçmüşlerdir. Onlar, fâni olanı terk ederek Bâkî olanı bulmuşlardır. İnsan, kalbini masivadan, yani Allah’tan gayrı her şeyden temizlediği ölçüde, o kalpte marifet nurları parlamaya başlar. Zira iki zıt bir arada bulunmaz. Bir kalpte hem dünya sevgisi hem de Allah sevgisi kemâliyle barınamaz. Biri diğerine galebe çalar. Ârif insan, bu tercihi en başta yapan ve kalbini sadece sahibine açan kişidir.
​Hülâsa
​Bu beyit, dünyanın geçici bir misafirhane olduğunu idrak eden kâmil bir insanın, kalbini fâni sevgilerden ve geçici arzulardan temizleyerek sadece mutlak sahip olan Cenâb-ı Hakk’ın sevgisine ve zikrine tahsis ettiğini anlatır. Kalp, Allah’ın evi kabul edildiğinde, oraya O’ndan başka hiçbir “misafir” kabul edilmez. Bu, manevî arınmanın ve hakiki imanın en üst mertebesidir.

​2. Mülkün Hakiki Sâhibi ve Aldatıcı Sahiplenme Hırsı
​İktibas
​Ârif-i ma’nâ isen kılma tehâlük âleme
Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine.
​Leskofçalı Gâlib
​İzahı: Manevi ilimlere vâkıf bir ârif isen bu âleme büyük bir arzu ile bağlanma. Bu dünyanın mülkü kimseye ebedi olarak mal olmamış, yine olmaz.

​Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
​Leskofçalı Gâlib, bu veciz beytinde, insanın dünya ile olan münasebetinin nasıl olması gerektiğine dair cihan şümul bir ölçü koymaktadır. Beytin anahtar kavramları “ârif-i ma’nâ” ve “tehâlük”tür. “Ârif-i ma’nâ”, eşyanın ve hadiselerin zahirî suretinin ardındaki derûnî manayı kavrayan, hikmet nazarıyla bakan kimsedir. “Tehâlük” ise, basit bir istek veya arzu değil, sonu gelmez bir hırsla, açgözlülükle, helak olcasına bir şeye bağlanmaktır. Şair, mananın ârifi olan kişiye seslenerek, onu âleme karşı bu helak edici hırstan men etmektedir.
​Neden? Çünkü ikinci mısra, tarih boyunca değişmeyen bir hakikati haykırmaktadır: “Mülk-i dünyâ kimseye mâl olmamış olmaz yine.” Dünya mülkü, el değiştiren bir gölge gibidir. Ne kadar sıkı tutulursa tutulsun, avuçlardan kayıp gitmeye mahkûmdur. Tarih sahnesi, bu gerçeğin en büyük ispatıdır. İskenderler, Sezarlar, Firavunlar ve Karunlar, yeryüzünün hazinelerine ve saltanatlarına sahip olduklarını zannettiler. Ordularıyla, saraylarıyla ve biriktirdikleriyle ebedî kalacaklarını sandılar. Lâkin ölüm meleği kapılarını çaldığında, kefenden başka bir şeyi yanlarına alamadılar. Onların “benim” dedikleri her şey, geride kalanlar için yeni bir sahiplenme mücadelesine dönüştü.
​Bu hakikat, Kur’an-ı Kerim’de de defaatle vurgulanır. Mülk Suresi’nin ilk ayetinde buyrulduğu gibi:
​“Mutlak hükümranlık elinde olan Allah, her türlü övgüye lâyıktır. O, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Mülk, 67/1)

​Mülkün hakiki sahibi Allah’tır. İnsana verilenler ise birer emanettir. Ârif insan, bu emanet şuuruna sahip olan kişidir. O, kendisine verilen mülkü, rütbeyi veya imkânı, bir imtihan vesilesi olarak görür. Onu, sahibinin rızası doğrultusunda kullanmaya gayret eder. Gafil ise, emanete hıyanet ederek ona sahip çıkmaya çalışır, onu putlaştırır ve bu uğurda helak olur. Tehâlük, bu gaflet halinin en tehlikeli tezahürüdür. İnsanı doyumsuz yapar, şükrü unutturur ve kalbini katılaştırır.
​Dünya mülküne karşı tehâlük göstermemek, ondan tamamen el çekmek, bir lokma bir hırka ile yaşamak manasına gelmek zorunda değildir. Asıl olan, kalbin bu fâni mülke bağlanmamasıdır. Elin işte, gönlün ise Yâr’da olmasıdır. İnsan, dünyanın imkânlarını kullanarak hayırlı işler yapabilir, medeniyetler kurabilir, ilim üretebilir. Ancak bütün bunları yaparken, bir gün bu misafirhaneden ayrılacağını ve bütün bu “mülk”ü geride bırakacağını bir an bile hatırından çıkarmamalıdır. İşte bu şuur, insanı tehâlükten koruyan en sağlam kalkandır.
​Hülâsa
​Beyit, mananın ârifi olan bilge kişilerin, dünyanın geçici mülküne karşı hırslı ve açgözlü bir tutum sergilemeyeceğini, çünkü tarihin ve aklın, dünya mülkünün kimseye ebediyen kalmadığını ve kalmayacağını açıkça gösterdiğini ifade eder. Hakiki mülk sahibinin Allah olduğu şuurunda olan insan, kendisine verilen emanetlere kalbini bağlamaz ve aldatıcı bir sahiplenme hırsına kapılmaz.

​3. Kâderin Mechûliyeti ve İnsana Hürmet
​İktibas
​Görme ahkar kimseyi cânâ kader meçhûldür
Hakk’ın ednâ bir kulu a’lâ olur âlem bu ya.
​Mustafa Safvet Efendi
​İzahı: Ey benim canım! Sen kimseyi kendinden küçük ve hakir görme, çünkü kader meçhuldür. Alem bu ya, Hakk’ın sıradan, hakir bir kulu gün gelir yüce bir mevkiye ulaşıverir.

​Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
​Mustafa Safvet Efendi’nin bu beyti, insani münasebetlerin temeline yerleştirilmesi gereken en temel faziletlerden birini, tevazuu ve mahlûkata şefkatle bakmayı telkin eder. İnsan, tabiatı icabı, kendisini başkalarıyla mukayese etme meylindedir. Bu mukayese, nefs ve enaniyetin tesiriyle kolayca bir üstünlük vehmine, yani kibre dönüşebilir. Kibir ise, başkalarını “ahkar görmek”, yani küçük ve değersiz görmek hastalığını doğurur. Şair, “cânâ” diye seslenerek, bu tehlikeli hastalığa karşı samimi bir ikazda bulunur.
​Bu ikazın temel dayanağı ise sarsılmaz bir hakikattir: “kader meçhûldür.” Kimin yarın ne olacağını, hangi mertebelere ulaşacağını veya hangi imtihanlarla karşılaşacağını bilen yegâne varlık Cenâb-ı Hak’tır. Bugün hor ve hakir görülen, fakir veya makamsız bilinen bir kimsenin, yarın ilahî bir takdirle en yüksek mevkilere çıkmayacağının hiçbir garantisi yoktur. Tarih, çobanlıktan hükümdarlığa, kölelikten vezirliğe yükselen sayısız insanın ibretli hayat hikâyeleriyle doludur. Hz. Yusuf (a.s.), köle olarak satıldığı Mısır’a sultan olmuş; Kâbe’nin üzerine çıkıp ezan okuma şerefi, bir zamanların kölesi olan Hz. Bilâl-i Habeşî’ye nasip olmuştur.
​İkinci mısra bu durumu, “âlem bu ya” diyerek hayatın değişmez bir kanunu olarak sunar. Yani dünyanın yapısı, nizamı böyledir; inişler ve çıkışlarla, tecellilerle doludur. Allah, izzeti de zilleti de dilediğine verir. Bugün “ednâ” (en aşağı) görünen bir kul, yarın Allah katında veya insanlar nazarında “a’lâ” (en yüce) olabilir. Bu durumun tersi de mümkündür. Bugün makam ve servetinin zirvesinde olan bir kibirli, yarın her şeyini kaybederek en aşağı duruma düşebilir.
​Bu beyitteki asıl hikmet, insanlara zahirî durumlarına, yani giyimlerine, servetlerine veya sosyal statülerine göre değer vermenin ne kadar büyük bir yanılma olduğunu göstermesidir. İnsanın hakiki değeri, Allah katındaki takvası, ihlası ve ahlakıdır. Dışarıdan bakıldığında toz toprak içinde görünen nice Allah dostları, aslında maneviyat âleminin sultanlarıdır. Onları hor gören bir göz, aslında kendi manevî körlüğünü ortaya koymuş olur.
​Bu sebeple, mü’mine yakışan tavır, kim olursa olsun, hiçbir insanı hor görmemek, kınamamak ve her yaratılana Yaradan’dan ötürü bir hürmet nazarıyla bakmaktır. Zira hor görülen o kişinin içinde, Allah’ın saklı bir velisi yatıyor olabilir. Veya o anki günahkâr hali, samimi bir tövbe ile yerini büyük bir makama terk edebilir. Kısacası, kaderin sırrına vâkıf olamayan biz aciz kullara düşen, haddimizi bilmek ve herkese karşı mütevazı olmaktır.
​Hülâsa
​Bu beyit, kibrin en çirkin tezahürü olan başkalarını küçük görme hastalığına karşı bir uyarıdır. Kaderin sırlarla dolu ve bilinmez olduğu, dünyanın ise sürekli bir değişim içinde bulunduğu hatırlatılır. Buna göre, bugün en aşağıda görünen bir kimse, Allah’ın takdiriyle yarın en yüce mertebelere ulaşabilir. Bu yüzden akıllı insana düşen, kimseyi hor görmeden, herkese tevazu ve hürmetle muamele etmektir.

​4. Can Kafesi ve Çürük Diş Istırabı
​İktibas
​Bu elem yurdu denî dünyânın
Derdine mihnetine gāyet yok
Bir çürük diş gibidir bence bu cân
Çıkmadan sâhibine râhat yok.
​Ferîd Kam
​İzahı: Elem, sıkıntı yurdu olan bu alçak dünyanın derdinin mihnetinin bir sonu yok. Bence bu can, bir çürük dişe benziyor. Çıkmadan sahibine rahat yok.

​Hikmet, İbret ve Tefekkürle Donanmış Bir Makale
​Ferîd Kam, modern dönem düşünce ve edebiyatımızın mühim simalarından biri olarak, bu dörtlüğünde dünyanın yapısına ve insanın bu yapı içindeki konumuna dair son derece sarsıcı ve düşündürücü bir teşbihte bulunur. Dörtlüğün ilk iki mısrası, dünyanın temel vasfını ortaya koyar: “elem yurdu” ve “denî” (alçak, aşağı) bir mekan. Bu yurtta dert ve mihnetin bir sonu, bir sınırı (“gāyet”) yoktur. Bu, bir karamsarlık ifadesinden ziyade, bir durum tespitidir. Zira imtihan dünyasının yapısı, eksiklik, fânilik ve meşakkat üzerine kuruludur. Mutlak ve sonsuz rahatlık, ancak ebediyet yurdunda mümkündür.
​Bu tespitten sonra şair, asıl vurucu teşbihini üçüncü mısrada yapar: “Bir çürük diş gibidir bence bu cân.” Canın, yani bedene hapsolmuş ruhun veya bu bedendeki hayatın, çürük bir dişe benzetilmesi son derece orijinal ve güçlüdür. Bu teşbihin hikmetleri üzerinde durmak gerekir:
• ​Sürekli Istırap Kaynağı: Çürük bir diş, ara ara kendini hatırlatan, sızısıyla insanın bütün huzurunu kaçıran, yediğinden içtiğinden lezzet almasını engelleyen sinsi bir ağrı kaynağıdır. Tıpkı bunun gibi, bu bedendeki hayat da, hastalıklar, kayıplar, endişeler ve ayrılıklar gibi sürekli bir ızdırap potansiyeli taşır. Tam “rahat ettim” denilen anda, yeni bir dert, yeni bir sızı ortaya çıkar.
• ​Geçici Çözümlerin Yetersizliği: Çürük dişin ağrısı, bazen ilaçlarla, geçici pansumanlarla dindirilmeye çalışılır. Ancak kökteki çürüme devam ettiği müddetçe, bu çözümler kalıcı bir rahatlık sağlamaz. Dünyadaki dertler için bulduğumuz çözümler de böyledir. Zenginlik, makam, eğlence gibi dünyevi pansumanlar, varoluşsal sancıları ve temel ızdırapları sadece bir süreliğine unutturur, ama ortadan kaldırmaz.
• ​Tek Gerçek Çözüm: Şair, bu ızdırabın nihai çözümünü son mısrada açıkça ifade eder: “Çıkmadan sâhibine râhat yok.” Çürük bir dişten kurtulmanın ve tam bir rahata ermenin tek yolu, onun çekilip çıkarılmasıdır. Benzer şekilde, bu “elem yurdu” olan dünyanın ve “çürük diş” misali ızdırap veren bu fâni bedenin sıkıntılarından kurtulup hakiki rahata kavuşmanın tek yolu da, ruhun bu bedenden “çıkması”, yani ölümle birlikte asıl sahibine, Rabbine dönmesidir.
​Bu şiir, ölümü bir son, bir yok oluş olarak değil; bir kurtuluş, bir rahata kavuşma kapısı olarak tasvir eden İslâmî ve tasavvufî bakış açısının bir yansımasıdır. Bu, hayattan bezginlik arzusu değil, dünyanın fâni ve meşakkatli yapısını idrak ederek, asıl huzurun ancak Allah’a kavuşmakla mümkün olacağı şuuruna ermektir. Bu şuur, insana dünyadaki sıkıntılara karşı bir sabır ve tahammül gücü verir.
​Hülâsa
​Ferîd Kam, bu dörtlüğünde dünyayı sonu gelmez dert ve sıkıntıların olduğu bir “elem yurdu” olarak tasvir eder. Bu dünyadaki fâni hayatı, sahibine sürekli ızdırap veren bir “çürük dişe” benzetir. Nasıl ki çürük dişin ağrısından kurtulmanın tek kesin yolu onun çekilmesi ise, bu dünyanın ve bedenin getirdiği sıkıntılardan kurtulup mutlak rahata ermenin tek yolu da ölümle ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu, ölümü bir kurtuluş ve hakiki huzura açılan bir kapı olarak gören derin bir tefekkürün ürünüdür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
26/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 134–

BERCESTE VE İZAHI – 134–

​1. Adl-i İlahînin Yüce Tezahürü
​İktibas:
​Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu.
​Mehmet Akif Ersoy

​İzah ve Açıklaması:
​Bu mısra ve beyit, Mehmet Akif’in adalet mefhumuna verdiği yüksek kıymeti ve hassasiyeti gözler önüne serer. Dicle kenarında, uzak bir coğrafyada bir kurdun bir koyunu telef etmesi hadisesi, adaletin ve mesuliyetin ne denli geniş bir açıya sahip olduğunu anlatmak için kullanılmıştır. Akif, bu hadiseyi Hz. Ömer’in adaletinin cihan şümul bir ispatı olarak zikreder. Bu, adaletin sadece idare edilenleri değil, bilhassa idarecileri mesul kıldığını gösterir.
​Hz. Ömer’in (ra) adaleti, sadece Medine’de değil, tüm İslam beldelerinde hâkimdi. Bu beyit, o adaletin o denli hassas ve incelikli olduğunu tasvir eder ki, bir koyunun bile hakkı, Hz. Ömer’in uhdesinde bir mesuliyet olarak telakki edilirdi. Adalet-i İlahiyenin yeryüzündeki gölgesi olan adaletin, en küçük canlıya dahi ulaşması gerektiği vurgulanır. Eğer bir canlıya zerre kadar bir zulüm vaki olursa, onun dahi hesabı, en yüksek makamda, yani idarecide aranacaktır. Bu durum, adaletin sadece bir kanun maddesi değil, aynı zamanda idarecinin vicdanında bir emanet, bir mesuliyet olduğunu hikmetle tasvir eder. Bu da adalet-i ilahiyenin bir nevi yansıması, tecellisidir.

​2. İnsanın Kadr-i Kıymeti ve Hikmeti
​İktibas:
​Âsaf’ın mikdârını bilmez Süleymân olmayan
Bilmez insân kadrini âlemde insân olmayan.
​Ziyâ Paşa

​İzah ve Açıklaması:
​Ziyâ Paşa’nın bu mısra ve beyti, insan ve kıymet kavramları üzerine derin bir hikmet sunar. Beyitin ilk kısmı, Kur’an’da ve dini kaynaklarda zikredilen Hz. Süleyman’ın (as) veziri Âsaf’ın hikmetli ve âlim bir şahsiyet olmasına atıf yapar. Âsaf gibi bir arif ve vezirin kıymetini ancak Hz. Süleyman gibi hikmetli bir idareci bilebilir. Bu, insanın kıymetinin, onu gerçekten anlayabilecek, onun seviyesinde veya ondan daha yüksek bir konumda olan biri tarafından bilinebileceği anlamına gelir.
​İkinci mısra, bu fikri cihan şümul bir boyuta taşır. Âlemde hakiki mânâda insan olmayan, yani insanlığın derin manasını idrak edemeyen kişi, diğer insanların kadrini ve kıymetini bilmez. Bu, ahlaki ve manevi faziletlerden nasibini almamış, ruhunu tekamül ettirememiş kişilerin, diğer insanların değerini anlamaktan aciz olduklarını belirtir. İnsan olmak, sadece biyolojik bir gerçek değil, aynı zamanda manevi bir statüdür. Bu statünün farkında olan, ancak başkasının kıymetini bilebilir. Aksi halde, kendini insan zanneden fakat insanlık mefhumundan uzak olan kişi, ne kendi kıymetini ne de başkasının kıymetini takdir edebilir.
​Makale Özeti

• ​Mehmet Akif’in Beyiti: Adalet-i İlahiyenin bir yansıması olan adalet, idarecilerin uhdesinde bir mesuliyet olarak telakki edilmelidir. Hz. Ömer’in adaleti, en küçük canlıya dahi ulaşacak kadar hassas ve geniş kapsamlıdır.
• ​Ziyâ Paşa’nın Beyiti: İnsanın kadrini ve kıymetini ancak insan olmanın derin manasını idrak edenler bilebilir. Ahlaki ve manevi faziletlerden nasibi olmayanlar, ne kendi ne de başkasının kıymetini takdir edebilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 133–

BERCESTE VE İZAHI – 133–

​Nâbî’nin Beyti Hakkında Makale
​Beyit:
​Güç neşâtın kademin kalbe alıştırmaktadır
Yoksa gam her ne zamân istese hâzır bulunur

​Beytin İzahı ve Açıklaması:
Bu mısralar, Nâbî’nin hayat ve insan tabiatı hakkındaki derin nazarını tasvir eder. Beyit, sevincin ve neşenin kalbe yerleşmesinin güç, meşakkatli bir iş olduğunu, buna karşı keder ve gamın ise her an hazır ve nazır bir misafir gibi kolayca gönle konduğunu tasvir eder. Hayatın zahiri zorlukları, insanların gam ve kederle dolmasının ne kadar kolay olduğunu; lakin mutluluğun, huzurun ve sevinçli bir gönülün daimi bir gayret ve sabırla elde edilebileceğini gösterir. Bu durum, insan enaniyetinin gam ve keder gibi olumsuz duygulara daha yatkın olmasına ve onlarla daha kolay bağlantı kurmasına bir tenkit niteliğindedir. Sevinç ve neşeyi hayatın daimi bir unsuru kılmak, kişinin kendisi ile iç bir mücadele vermesini gerektirir.
​Geniş Makale:
Enaniyetin Gam ve Neşe ile İmtihanı
​İnsan hayatı, gam ve neşenin zıt ve aykırı dalgaları arasında seyreden bir gemiye benzer. Gemi, kimi zaman neşenin rüzgarlarıyla şevkle ilerlerken, çoğu zaman gam ve kederin şiddetli fırtınalarıyla sarsılır. Nâbî, bu beyitinde, hayatın bu derûnî yapısını ustaca tasvir ederek bize önemli bir ders verir: Neşenin kademini kalbe alıştırmak meşakkatli bir uğraşma iken, gamın davetsiz bir misafir gibi her an hazır bulunduğunu gösterir.
​Bu beyit, insan enaniyetinin yapısına dair derin bir hikmet ihtiva eder. Enaniyet, tabiatı gereği olumsuzluklara, kaygılara ve endişelere karşı daha hassastır. Bir musibetin haberi, bir anda insanın bütün huzurunu kaçırabilir. Bir hayal kırıklığı, günlerce süren bir hüzne sebep olabilir. Gam, bir tohum gibi ekildiği anda süratle büyüyen ve gönlü saran bir sarmaşık gibidir. Zira insan, acz ve fakr ile yoğrulmuş bir yapıda olduğundan, her an bir şeylerin eksikliğini, yitirilmişliğini yahut olumsuz ihtimalleri düşünme eğilimindedir. Bu durum, enaniyetin kaygı ve korku ile beslenen, güvensiz bir yönünü ön plana çıkarır.
​Buna karşılık, neşenin gönüle yerleşmesi ve orada kök salması zorlu bir süreçtir. Neşe, sadece dış olaylara bağlı bir his değildir; bilakis, derûnî bir kanaat ve şükür hissiyatının neticesidir. Neşe, tabiatın getirdiği zorluklara ve kederlere rağmen, hayatın güzelliklerini, nimetlerini ve manasını görebilme faziletidir. Bu fazilet, bir anlık hazlardan başka, kalıcı ve daimi bir huzurun isbatıdır. Neşeyi kalbe alıştırmak, enaniyetin olumsuz eğilimlerine karşı şuurlu bir direnç göstermeyi ve tabiatın getirdiği sıkıntılara karşı sabır ve metanetle durmayı gerektirir. Bu durum, kişinin kendi içinde bir nefis terbiyesi ve manevi yükseliş çabasıdır.
​Tarihî ve edebî açıdan bu mısralar, sadece bir şairin şahsî bakışı değil, aynı zamanda tasavvuf ve hikmet düşüncesinin de bir yankısıdır. Hakiki neşe, fani dünyanın gelip geçici zevklerinden ziyade, marifetullaha ve hakikate olan yakınlıktan doğan bir haldir. Gam ise, kişinin kendi benliği, eksikliği ve fani dünyanın sınırlılıkları içinde sıkışıp kalmasının neticesidir. Bu makamda, Nâbî’nin mısrası, insana bir çağrıda bulunur: Gamın kolayca yerleştiği bir gönül ile yetinme; neşeyi, ancak çaba ve gayretle elde edilecek bir fazilet olarak gör.
​Özet:
Nâbî’nin bu beyiti, gamın insanın enaniyetine ne kadar kolay bir şekilde yerleştiğini, neşenin ise çaba ve irade gerektirdiğini tasvir eder. Gam ve keder, insanın acz ve fakrından beslenirken, neşe ve huzur, ancak derûnî bir şükür, sabır ve manevi gayretin neticesinde elde edilebilir. Bu mısralar, hayatın olumlu yönlerini kalıcı kılmak için şahsın kendi içinde bir mücadele vermesi gerektiğini ve hakiki huzurun dış olaylara bağlı olmadığını, bilakis bir fazilet ve irade işi olduğunu gösterir.

​Nâilî’nin Beyti Hakkında Makale
​Beyit:
​Dünyâyı müsta’idd-i bekâ anladın gönül
Sehv eyledin savâbı hatâ anladın gönül

​Beytin İzahı ve Açıklaması:
Nâilî, bu beyitinde insanın enaniyetinin en büyük yanılmasını dile getirir. Gönlün, yani iç âlemin, bu fani dünyayı ebedi bir mesken zannetmesini eleştirir. “Müsta’idd-i bekâ” tabiri, “bekaya, yani ebediliğe, ebedi kalmaya müsait” anlamındadır. Şair, gönüle seslenerek der ki: “Sen bu dünyayı ebedi kalacak bir yer zannettin, bu büyük bir yanılma oldu.” İkinci mısra ise bu yanılmayı daha da derinleştirir: “Doğruyu, yani savabı, yanlış olarak anladın.” Bu durum, insanın hayatı anlamlandırma ve doğru ile yanlış arasındaki bağlantıları kurma hususundaki yanlışlarını tasvir eder. Fani olanı baki, zahiri olanı hakiki görmek, enaniyetin bir yanılmasıdır ve bu yanılma, enaniyetin hayatı yanlış bir açıdan değerlendirmesine yol açar.
​Geniş Makale:
Zahir ile Hakikatin Zıt ve Aykırı Açıları: Enaniyetin Yanılması
​İnsan enaniyetinin en büyük cihan şümul dramı, fani olanı baki, geçici olanı kalıcı zannetmesidir. Nâilî’nin beyiti, bu derin insanlık durumunu veciz bir şekilde ifade eder. Gönül, yani insanın derûnî idraki, bu dünyayı “ebedi kalmaya müsait” bir yer olarak telakki etmiştir. Bu yanlış inanç, enaniyetin tabiatındaki bir boşluktan ve hayatın gerçek manasını idrak edememesinden kaynaklanır. Dünya, her ne kadar türlü güzellikleri, hazları ve nimetleri barındırsa da, onun asıl yapısı, geçicilik ve fena üzre kurulmuştur. Gönlün bu gerçeği nazar etmemesi, onun hayat hakkındaki bağlantılarını yanlış kurmasına sebep olur.
​İnsanoğlu, bu fani hayata o kadar bağlanır ki, onun zevklerini, mevkilerini ve mallarını ebedi zanneder. Bu durum, onu sadece bu dünyaya has bir hayat yaşama saplantısına sürükler. Oysa gerçek, yani “savab”, bu dünyanın geçiciliğindedir ve asıl ebedi hayatın ahirette olduğudur. Nâilî’nin işaret ettiği “savabı hatâ anladın” mısrası, enaniyetin hakikate karşı olan perdesini açığa çıkarır. Kişi, doğru olan şeyi (hayatın fani oluşu ve ahiretin baki oluşu), yanlış olarak görür ve bu yanlış inanç doğrultusunda bir hayat kurar. Bu durum, yanlış bir başlangıçla kurulan bir yapının, zamanla yıkılmasına ve enaniyetin büyük bir hayal kırıklığına uğramasına sebep olur.
​Bu bağlamda, Nâilî’nin bu tenkidi, sadece edebî bir tenkit değil, aynı zamanda manevi ve ibretli bir ders de ihtiva eder. İnsan, kendi enaniyetini ve onun bu dünyaya olan bağlılığını tenkit ederek, hakikati görmeye yönelmelidir. Hayatın gerçek manası, dünyanın zahiri güzelliklerinin ötesinde aranmalıdır. Bu, bir nefis muhasebesi ve bir manevi uyanışın başlangıcıdır. Bu makamda kişi, fani olanın peşinden koşmayı bırakıp, ebedi olanın yolunda ilerlemeyi seçer.
​Bu beyit, geçmişten günümüze kadar bütün insanlığın yaşadığı bir yanılmaya işaret eder. Modern hayatın getirdiği maddi hazlar ve hızlı tüketim kültürü, bu yanılmayı daha da derinleştirmiştir. İnsanlar, fani olan şeylere daha çok kıymet vererek, asıl baki olan manevi değerleri ve ahiret hayatını göz ardı etmektedirler. Nâilî’nin beyiti, bu yanlış inanca karşı bir uyarı ve hakikate dönüş için bir davettir.
​Özet:
Nâilî’nin bu beyiti, insanın bu fani dünyayı baki zannetmesinin büyük bir yanılma olduğunu tasvir eder. Gönlün bu yanlış inancı, doğruyu (hayatın geçiciliğini ve ahiret gerçeğini) yanlış olarak anlamasına ve hayatını buna göre kurmasına sebep olur. Bu durum, enaniyetin en büyük zıt ve aykırılığıdır ve bu zıt ve aykırılığın neticesinde kişi, hakikatten uzaklaşır. Beyit, bu yanlış inançtan vazgeçip hakikate yönelme çağrısıdır.

​Sa’dî-i Şîrâzî’nin Beyti Hakkında Makale
​Beyit:
​Be-deryâ der-menâfi’ bî-şomâr est
Ve ger hâhî selâmet der-kenâr est

​Beytin İzah ve Açıklaması:
Sa’dî-i Şîrâzî’nin bu Farsça beyiti, hayat ve tehlikeler hakkındaki bir hikmet ve düşünceyi tasvir eder. “Deryada, yani denizde, sayısız fayda ve nimet vardır,” der ilk mısra. Deniz, hayatın kendisini veya dünyayı simgeler. Orada büyük kazançlar, bilgiler ve zenginlikler vardır. Lakin ikinci mısra, bu nimetlerin bedelini ve onlara ulaşmanın şartını belirtir: “Eğer selamet istiyorsan, kenarda, sahilde durmalısın.” Bu durum, büyük kazançların ve faydaların daima büyük riskler ve tehlikelerle birlikte geldiğini gösterir. Emniyet ve huzur, genellikle tehlikelerden uzak durmayı gerektirir. Bu beyit, insanların risk alma ve emin bir hayat sürme hususundaki zıt ve aykırı düşüncelerini yansıtır.
​Geniş Makale:
Deryanın Nimeti ile Sahilin Selameti Arasındaki Zıt ve Aykırı Bağlantı
​Sa’dî-i Şîrâzî’nin bu hikmetli mısraları, hayatın iki temel gerçeğini tasvir eder: Büyüklük ve kazanç arayışının getirdiği riskler ile emniyet ve huzurun getirdiği sınırlılıklar. Derya, cihan şümul bir sembol olarak, büyük gayretlerin, cesaretin ve riskin olduğu bir alanı temsil eder. Orada, sayısız menfaat, bilgi ve fırsat vardır. Bir gemi, okyanusları aştıkça yeni kıtalar keşfeder, yeni bilgiler edinir ve büyük zenginlikler kazanır. Hayatın bu yönü, insanın hırsını, arayışını ve büyük hedeflere ulaşma arzusunu ön plana çıkarır. Bu durum, kişinin konfor alanından çıkıp, risk almayı göze alması ile mümkün olur.
​Ancak, deryada büyük menfaatler olduğu kadar, fırtınalar, tehlikeler ve meçhuliyet de vardır. Bu durum, deryanın nimetlerini elde etme çabasının, emniyeti kaybetme riski taşıdığını gösterir. İşte burada, beyitin ikinci mısrasının hikmeti ortaya çıkar: “Eğer selamet istiyorsan, sahilde dur.” Sahil, emniyetin, huzurun ve tehlikelerden uzak durmanın sembolüdür. Orada, deryanın getirdiği fırtınalar ve dalgalar yoktur. Lakin orada, deryanın getirdiği büyük nimetler ve keşifler de yoktur.
​Bu beyit, insan hayatının bir tenkit ve tercihler manzumesi olduğunu anlatır. Bazı insanlar, büyük riskler alarak büyük menfaatler elde etmeyi tercih ederken, bazıları da emniyet ve huzuru her şeyin üstünde tutarak sınırlı bir hayatı yeğler. Bu tercihin doğru ya da yanlış olması, kişinin kendi yapısına, hedeflerine ve dünya görüşüne bağlıdır. Bu durum, bir zıt ve aykırılık teşkil eder: Ya büyük kazanımlar için risk alacaksın ya da huzurlu bir hayat için sınırlı kalacaksın.
​Bu beyit, aynı zamanda manevi bir açıdan da yorumlanabilir. Derya, cihanın çalkantılı hayatını temsil ederken, sahil manevi huzur ve sükûneti, yani hakikate yakınlığı ifade edebilir. Dünyanın zahiri nimetlerine dalmak, kişiyi manevi tehlikelerle karşı karşıya bırakabilir. Manevi selamet isteyenler ise, bu zahiri denizden uzak durup, bir nevi “nefsinin sahilinde” durmayı tercih edebilirler. Bu durum, Risale-i Nur Külliyatı’nda sık sık geçen “enaniyetin putu” ve “dünyanın fani yüzü” kavramlarına benzer bir açı ihtiva eder.
​Özet:
Sa’dî-i Şîrâzî’nin beyiti, hayatın iki zıt ve aykırı yönünü tasvir eder: Deryanın getirdiği sayısız faydalar ve riskler ile sahilin getirdiği selamet ve sınırlılıklar. Bu beyit, büyük kazançların daima büyük risklerle birlikte geldiğini ve emniyetin, risklerden uzak durmayı gerektirdiğini anlatır. Bu durum, kişinin hayatında tercih yapması gereken bir bağlantıyı ortaya koyar: Ya büyük hedefler için risk alacaksın ya da huzurlu bir hayat için sınırlı kalacaksın. Bu durumun manevi bir boyutu da vardır; dünyevî nimetlere dalmak manevi tehlikeleri beraberinde getirebilir.

​Fu’âdî’nin Beyti Hakkında Makale
​Beyit:
​Gitdi cismim geldi bir cân yerine
Gitdi cânım geldi cânân yerine

​Beytin İzah ve Açıklaması:
Fu’âdî’nin bu mısraları, tasavvuf edebiyatının en yüksek makamlarından birini tasvir eder. İlk mısra, âşığın, kendi maddi varlığını, yani “cismim”i feda ederek, bu feda karşılığında bir “can” kazandığını anlatır. İkinci mısra ise bu durumu bir adım daha ileri taşır: “Canımı da feda ettim, onun yerine sevgili (cânân) geldi.” Bu beyit, âşığın kendi benliğinden ve varlığından vazgeçerek, kendini tamamen sevgiliye teslim etmesini ve bu teslimiyetin neticesinde sevgiliyle bir olmasını anlatır. Burada, “cânân” kelimesi, Allah’a işaret eder. Bu durum, tasavvuftaki “fenâ fi’l-lâh” (Allah’ta yok olma) halini tasvir eder.
​Geniş Makale:
Fenâdan Bekâya: Aşkın En Üst Makamı
​İnsan enaniyetinin en büyük bağlarından biri, kendi varlığına, kendi “cisim” ve “can”ına olan bağlılığıdır. Bu bağlılık, kişinin kendini dünyanın merkezine koymasına sebep olur. Fu’âdî’nin beyiti ise, aşkın bu bağları nasıl çözdüğünü ve insanı nasıl bir manevi yükseliş yoluna soktuğunu tasvir eder. Âşık, önce maddi varlığından, yani cisminden vazgeçer. Bu, dünyanın zahiri meselelerinden, bedenî hazlardan ve dünyevî bağlardan uzaklaşmayı ifade eder. Bu feda karşılığında âşık, bir “can” kazanır. Bu can, manevi bir hayatı, uyanık bir kalbi ve yüksek bir idraki temsil eder. Bu durum, kişiyi dünyanın fani bağlarından kurtararak, daha yüksek bir manevi seviyeye taşır.
​Ancak, beyit burada durmaz. Âşık, bu manevi canını da feda eder. “Gitdi cânım geldi cânân yerine.” Bu, en yüksek teslimiyet makamıdır. Âşık, sadece maddi varlığından değil, kendi manevi kimliğinden, kendi “benliğinden” de vazgeçer. Bu durum, Risale-i Nur’da “ene”nin terki olarak ifade edilen bir bağlantıyı ön plana çıkarır. Kişi, kendi varlığını, iradesini, hatta kendi manevi kimliğini bile yok sayarak, kendini tamamen Allah’a teslim eder. Bu teslimiyetin neticesi, “cânân”ın, yani Allah’ın, onun yerine gelmesidir. Bu, fenâ fi’l-lâh makamıdır; kulun, kendi varlığını Allah’ın varlığında yok etmesidir.
​Bu beyit, bir ibret dersi olarak da ele alınabilir. Hakiki manevi ilerleme, sadece zahiri ibadetlerle değil, aynı zamanda derûnî bir teslimiyet ve vazgeçişle mümkündür. İnsanın kendi enaniyetinden, kendi iradesinden ve hatta kendi “can”ından vazgeçebilmesi, ancak aşkın kudretiyle gerçekleşebilir. Bu durum, bir nevi manevi bir yeniden doğuştur.
​Bu mısralar, bize, aşkın sadece bir duygu olmadığını, bilakis bir manevi yolculuk, bir terakki ve bir fedakârlık olduğunu anlatır. Enaniyetin, kendini bırakıp, hakikate bağlanmasının hikâyesidir.
​Özet:
Fu’âdî’nin bu beyiti, âşığın önce kendi maddi varlığından (cisminden), sonra da kendi manevi varlığından (canından) vazgeçerek, kendini tamamen sevgiliye (cânâna, yani Allah’a) teslim etmesini tasvir eder. Bu durum, tasavvuftaki fenâ fi’l-lâh makamını ifade eder ve aşkın en yüksek derecesidir. Beyit, hakiki manevi ilerlemenin, enaniyetin fedakârlığı ve mutlak teslimiyetiyle mümkün olduğunu gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 132

BERCESTE VE İZAHI – 132

​1. Ferâmûş Et Gam-ı Ferdâyı Bâkî
​Beyit ve Mefhumu
​Ferâmûş et gam-ı ferdâyı Bâkî
Bugün sıhhatdeyiz minnet Hudâ’ya

​Bu mısralar, Bâkî’ye aittir. Beyitte, şairin yarın için duyulan endişe ve kederden uzak durması, bu günün kıymetini bilmesi gerektiği tavsiye edilir. Yanılgı ve endişe ile yaşanacak olan yarınların kederi yerine, içinde bulunulan anın huzur ve sıhhatini idrak edip Cenab-ı Hakk’a şükretmek gerektiği izah edilir.
​Bâkî, divan edebiyatının en büyük üstadlarından biridir. Beyitlerinde, hayata dair derin bir tefekkür ve hikmet bulunur. Bu beyit de onun bu yönünü tasvir eder. Yarının getireceği bilinmezlikler ve sıkıntılar, insanın içinde bulunduğu anın bereketini ve huzurunu görmesine mani olabilir. Oysa hakikat, içinde bulunulan anın bir lütuf olduğu, sıhhatin ve selâmetin Cenab-ı Hakk’ın bir ihsanı olduğudur.
​”Ey Bâkî! Gelmesi muhtemel sıkıntıları unut. Bugün sıhhatliyiz, Allah’a hamd olsun.”

​Bu izah, beyitin manasını teyid eder. İnsan tabiatı icabı, yarın hakkında kurduğu kuruntularla bugünü zehir edebilir. Ancak mümin bir kişi, tevekkül ehli olup bu türden vesveseleri aklından çıkarır. Hayatın her nefesi bir emanettir ve bu emaneti huzur içinde, şükür ile yaşamak büyük bir fazilettir. Bu beyit, bize bu hakikati hatırlatır. Yarın ne olacağını düşünmek yerine, sıhhat ve afiyet içinde olduğumuz için hamd etmemiz gerektiğini ifade eder. Bu, aynı zamanda insanın hayatla bağlantısını kurarken, maddî olanın ötesinde manevî bir huzuru araması gerektiğini de anlatır.

​2. Tut Simâh-ı Kalbini Seyyid Rızâ Zerrîn-Nitâk
​Beyit ve Mefhumu
​Tut simâh-ı kalbini Seyyid Rızâ zerrîn-nitâk
Mahv eder âşık vücûdun dilde mi‘mârın arar

​Bu mısralar, Hasan Rızâ’ya aittir. Bu beyitte, şair tasavvufi bir düşünceyi dile getirir. Beyit, maddî olanın ötesinde manevî bir terakkiyi ve manevî bir mürşide olan ihtiyacı tasvir eder.
​Şair, kalbin kulağının altın bir kemerle bağlanması gerektiğini söyler. Bu, kalp kulağının dünya gürültülerine ve malayani sözlere kapalı tutulması gerektiği manasına gelir. Gönül gözünün açık olması, yani basiret sahibi olmak gerektiği vurgulanır. Gerçek ârif, yani Allah’a ve hakikate yönelen kişi, kendi maddî varlığını ve enaniyetini yok eder. Böyle bir kişi, kalbini imar edecek, onu doğru yola sevk edecek bir mürşid arar. Bu, tasavvuf yolunun temel prensiplerinden biridir: Mürşidsiz yol alınamaz.
​”Ey Seyyid Rızâ! Kalbinin kulağını altın kemerle bağla. Gönül gözüne mukayyet ol. Ârif olan kişi vücudunu, maddî varlığını yok eder, gönlünü imar edecek mürşidini arar.”

​Bu izah, beyitteki tasavvufî terimleri ve manayı aydınlatır. Beyit, insanın kendi enaniyetini yok etmesi, yani fânî varlıktan kurtulup bâkî olana yönelmesi gerektiğini ifade eder. Bu yönelişin yolu, kalbin gözünü ve kulağını açmaktan ve bu yolda kendisine rehberlik edecek bir mi‘mâr, yani mürşid bulmaktan geçer. Bu beyit, ruhsal ve manevî hayatın önemini ve bu hayatı inşa etmek için bir rehbere olan ihtiyacı vurgular.

​3. Hulûsî Merhem Ur Zahmına Yârin Hâk-i Pâyini
​Beyit ve Mefhumu
​Hulûsî merhem ur zahmına yârin hâk-i pâyini
Bu derde çâre ancak var ise bil kim o yâr eyler

​Bu mısralar, Osman Hulûsî-i Dârendevî’ye aittir. Bu beyit de tasavvufî bir muhteva ihtiva eder. Şair, sevenin sevgilisine olan teslimiyetini ve onun makamını yüceltmesini tasvir eder.
​Beyitte, Ey Hulûsî! diye seslenerek, sevgiliye olan bağlılık ve onun her şeyden üstün tutulması tavsiye edilir. Şair, insanın içinde duyduğu dertlere ve yaralara, sevgilinin ayağının değdiği toprağı merhem olarak sürmesi gerektiğini söyler. Bu, zahiri bir fiil olmaktan ziyade, manevî bir teslimiyetin ve tevazuun ifadesidir. Âşık için sevgilinin makamı o kadar ulvîdir ki, onunla bağlantılı olan her şey kutsal sayılır ve derde deva olur.
​”Ey Hulûsî! Sevgilinin ayağının bastığı toprağı kendi yarana merhem olarak sür. Senin bu derdine bir çare varsa onu da ancak o yâr verebilir.”

​Bu izah, beyitin manasını teyid eder. Şair, aşığın içinde bulunduğu dert ve sıkıntıya, ancak ve ancak sevginin kendisinin deva olabileceğini dile getirir. Bu, tasavvufta müridin mürşidine olan bağlılığını, bazen de kulun Cenab-ı Hakk’a olan teslimiyetini tasvir eden bir durumdur. Bu beyit, manevî bir arayışta olan kişinin, çareyi dışarıda değil, sevdiği makamın yakınında bulabileceğini anlatır.

​4. Ne Devletdir Yumup Aşkınla Göz Râhında Cân Vermek
​Beyit ve Mefhumu
​Ne devletdir yumup aşkınla göz râhında cân vermek
Nasîb olmaz mı sultânım haremgâhında cân vermek
Sönerken gözlerim âsân olur âhında cân vermek
Cemâlinle ferahnak et ki yandım yâ Resûlallâh

​Bu mısralar, Yaman Dede’ye aittir. Bu beyitler, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin bir aşkın ve bağlılığın en kuvvetli tasvirlerinden biridir. Bu beyit, bir naat olup, tasavvufî aşkın zirvesini ihtiva eder.
​Yaman Dede, bu mısralarda Allah Resûlü’nün yolunda can vermenin büyük bir devlet olduğunu ifade eder. O’na olan aşkla, gözünü yumup hayatını feda etmenin eşsiz bir lütuf olduğunu dile getirir. İkinci mısrada ise bu aşkın zirvesine, Hz. Peygamber’in haremgâhında can vermeyi talep ederek ulaşır. Bu, şairin en büyük arzusudur. Üçüncü mısrada, gözleri sönerken, yani vefatı yaklaşırken bile O’nun (s.a.v.) aşkının ateşiyle can vermenin kolay olacağını belirtir. Son mısra, bu aşkın getirdiği hasret ve yanışın bir ifadesidir. Şair, Resûlullah’ın cemali ile ferahlamayı talep eder, zira bu aşkla tutuşup yanmıştır.
​”Ey Efendim ﷺ Senin yolunda göz yumup can vermek ümmetin için ne büyük bir devlettir. Ey Sultanım ﷺ Senin kabrinin bulunduğu yerde can vermek bize nasip olmaz mı? Ey Efendim ﷺ Gözlerim seni anarak ah ettiğim zaman sönerse, can vermek benim için kolaydır. Ey Allah’ın resûlü ﷺ Çok yandım, beni cemalinle ferahlandır.”

​Bu izah, beyitlerin manevî derinliğini ve şairin aşkını tasvir eder. Bu beyitler, imanî ve derûnî bir aşkın, maddî olanın üstünde bir makam olduğunu gösterir. Bir insan için en büyük şeref, sevdiği uğruna her şeyini feda edebilmesidir. Bu beyitler, cihan şümul bir sevginin, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) duyulan aşkın bir nişanesidir. Şair, bu aşkın verdiği yanışla, O’nun nuruyla ferahlamayı temenni eder. Bu, imanın ve aşkın ne kadar yüce bir mertebe olduğunu gösteren ibretli bir tablodur.
​Makalenin Özeti
​Bu makalede, farklı Osmanlı şairine ait beyitler üzerinden derinlemesine bir tahlil yapılmıştır. Bâkî’nin beyiti, insanı yarın endişesinden uzaklaşıp içinde bulunduğu anın bereketini idrak etmeye davet ederken, Hasan Rızâ’nın mısraları, tasavvufi bir düşünce ile maddî varlıktan sıyrılarak manevî bir rehber arayışını tasvir eder. Osman Hulûsî’nin beyiti, sevenin sevgilisine olan teslimiyetini ve bu teslimiyetin derde deva olabileceğini ifade eder. Son olarak, Yaman Dede’nin naatı, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) duyulan derin aşkın ve bu aşk uğruna can vermenin ne kadar yüce bir mertebe olduğunu gösterir. Her bir beyit, kendi içinde ayrı bir hikmet, fazilet ve ibret ihtiva ederek, insana hayat, tabiat ve enaniyet gibi konulara dair farklı bir bakış açısı sunar. Bu beyitler, sadece birer mısra değil, aynı zamanda derin manalar barındıran düşünce ve ibret dersleridir.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 131–

BERCESTE VE İZAHI – 131–

​Berces­te Beyitler Işığında Hayat ve Sanatın Derûnî Bağlantıları
​Edebiyat, kalbin tercümanı, hikmetin aynası, hayatın zahirî ve derûnî hakikatlerinin tasviridir. Bu beyitler, bize sadece birer mısra değil, aynı zamanda derin düşünceler, ince duygular ve cihan şümul hakikatler sunmaktadır. Her biri kendi mevzuunda eşsiz bir ifadeye malik olan bu beyitleri, tasavvufî, edebî ve tarihî bir açıdan ele alarak, insana, hayata ve sanatın özüne dâir düşündürücü bir bakış açısı sunabiliriz.
​Koca Râgıb Paşa: “Sedd-i İskender” Hususunda Hayret
​Eger maksûd eserse mısra’-ı berceste kâfîdir
Aceb hayretdendeyım ben Sedd-i İskender husûsunda
(Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün)
Eger gaye eser vermekse seçkin bir mısra söylemek bu hususta yeterlidir. İskender’in seddi gibi uzun, büyük, ihtişamlı eserler yapılmasına hayret ediyorum.

​Bu mısralar, sanatın ve faziletin niceliği yerine niteliğini öne çıkaran bir tenkit ihtiva eder. Koca Râgıb Paşa, bir eserin kıymetini, onun hacmiyle değil, içindeki derin mana ve tesirle ölçüldüğünü vurguluyor. Hayatın özü, tabiatın cihan şümul sırları bazen bir mısrada, bazen bir kelimede, bazen de bir nefesteki sessizlikte saklıdır. Bir mısra-ı berceste, yani seçkin bir mısra, İskender’in aşılmaz denilen seddi gibi cüsseli eserlerden daha kalıcı ve tesirlidir. Bu, aynı zamanda sanatın enaniyetten âzâde, tevazu sahibi bir yapıya malik olması gerektiği hakikatini de ortaya koyar. İskender’in seddi, insan enaniyetinin zahirî bir göstergesi iken, Koca Râgıb Paşa’nın bu mısraı, o enaniyetin aslında ne kadar beyhude olduğunu, hakiki sanatın ne denli derûnî ve özlü olduğunu tasvir eder. Bu beyit, sanatkâra eserini uzun ve gösterişli yapmak yerine, kalbine hitap eden, vicdana dokunan özlü sözler söylemeyi tavsiye eder.

​Fatih Sultan Mehmed (Avnî): Avnî’nin Dergâhından Tahtlara Bakış
​Verseler mülk-i cihânın tâc u tahtı devletin
Avnî koyun terkin itmez başına sultân olup
(Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün)
Ey sevgili! Bu cihan mülkünün tacını, saltanatını verseler bile Avnî senin mahallini terk edip de başına sultan olup gitmez.

​Bu beyitte, Fatih Sultan Mehmed’in devletli, cihan şümul duruşunun yanı sıra, enaniyetten arınmış, derûnî bir aşka olan sadakati ön plana çıkmaktadır. Cihanın mülküne sahip olan bir şahsiyetin, bu mülkü bir kenara bırakarak manevî bir sevdaya sadakatini beyan etmesi, enaniyetin terki ve asıl hayatın manevî varlıkta olduğu hikmetini gösterir. Zira devlet ve saltanat, zahirî ve gelip geçici iken, hakiki aşk ve maneviyat, baki kalacak olandır. Fatih, bu mısra ile hem bir sultan hem de bir derviş olabileceğini, taç ve tahtın ancak manevî faziletin bir vasıtası olabileceğini, asıl maksadın ise Hakk’a yakın olmak olduğunu tasvir etmiştir. Bu, bir hükümdarın dahi tahtından daha kıymetli bir “mahalli” olduğunu, yani kalbinin derinliklerindeki manevî makamın, dış kudretten üstün olduğunu isbat eder.

​Yenişehirli Avnî: Kaybolmakla Bulunan Kıymet
​Avnî o cevheriz ki bu sûk-ı fürûhta
Tâ zâyi’ olmayınca bilinmez ayarımız
(Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün)
Ey Avnî! Biz öyle bir cevhere, kıymete sahibiz ki alışveriş yapılan bu dünya pazarında zayi olup gözden kaybolmadıkça değerimiz bilinmez.

​Bu beyit, insanın kendi içindeki kıymetli cevheri bulması ve bu cevherin ancak fani dünya pazarının zahirî değerlerinden uzaklaşmakla anlaşılabileceği fikrini ortaya koyar. İnsan, kendi hakikatini, yani derûnî cevherini, ancak nefsini terk ettiğinde, fani arzuların zahirî pazarında zayi olduğunda idrak edebilir. Bu, tasavvuftaki “hiçlik” makamına bir atıftır. Bir cevherin kıymeti, ancak zahirî alıcılardan ve pazarın gürültüsünden uzaklaştığında, yani kendi özüne döndüğünde ortaya çıkar. Bu, “dünyada garip ve yolcu gibi ol” hikmetini destekler. Bu mısralar, insanın değerinin, toplumsal konum veya maddi kazanç gibi dış etkenlerle değil, derûnî bir tevazu ve iç bir yolculukla belirleneceğini ifade eder.

​Makale Özeti
​Bu makale, Osmanlı edebiyatının mümtaz şahsiyetinin beyitleri üzerinden, hayatın ve sanatın temel hakikatlerini ele almaktadır. Koca Râgıb Paşa’nın mısrası, sanatın nicelikten ziyade nitelikle değer bulduğunu ve özün, hacimden daha kıymetli olduğunu vurgular. Fatih Sultan Mehmed’in (Avnî) beyiti, zahirî kudretin, manevî aşka olan sadakatin yanında zayıf kaldığını ve asıl mülkün kalpte olduğunu beyan eder. Yenişehirli Avnî’nin mısraı, insanın kendi içindeki kıymetin, ancak fani dünyanın dış değerlerinden uzaklaşarak, yani zahirî olarak kaybolduğunda anlaşılabileceği hikmetini işler. Son olarak, Bâkî’nin beyiti, zahirî ve derûnî âlem arasındaki zıtlığı ortaya koyarak, gerçek mananın zahirî gözle değil, kalp gözüyle idrak edilebileceğini vurgular. Bu beyitler, genel olarak, asıl kıymetin ve hakikatin, dış ve fani olanın değil, derûnî ve baki olanın içinde bulunduğunu, sanatın, aşkın ve varoluşun özünün bu manevî yolculukta saklı olduğunu tasvir etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 130–

BERCESTE VE İZAHI – 130–

​1. Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû
​Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû
Hâb görmez bir dahi olur ebed bîdâr-ı Hû
— İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte, bir sâlikin (yolcu) veya ârifin (Allah’ı bilen) derûnî (iç) bir tecrübesi tasvir edilmektedir. Beyit, Allah Teâlâ’nın tecellîsinin yani kendisini bir şekilde göstermesinin, kulun kalp gözüne (çeşm-i dil) yansıması durumunu ele alır. Bu tecellî bir kere vuku bulduğunda, kulun mânevî uykusundan (hâb) ebediyen uyandığı ve artık O’nun sevgisiyle, vuslatıyla ve marifetiyle her daim uyanık (bîdâr) kaldığı anlatılmaktadır. Bu, şahsî bir tecrübe olup, sâlikin derûnî bir dönüşüm geçirmesini ve kalbî bir idrak seviyesine erişmesini ifade eder.
​Makale:
​Marifet ve Aşkın Ebedî Uyanıklığı
​Hayatın zahirî meşgaleleri içinde, insanoğlu çoğu zaman gaflet uykusunda bir ömür sürer. Maddî olanın peşinde, enaniyet ve arzularıyla yoğrulmuş bir hayat sürenler için bu durum, tabiatın bir parçası gibi görünür. Fakat hakikat ehli, tasavvuf yolunun sâlikleri için bir başka hayat, bir başka uyanıklık söz konusudur. İşte İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî hazretlerinin mısraları, bu derin hakikate bir nazar ve bakış sunmaktadır: “Çün tecellî eyleye çeşm-i dile dîdâr-ı Hû / Hâb görmez bir dahi olur ebed bîdâr-ı Hû.”
​Bu beyitteki “kalp gözü” (çeşm-i dil) tâbiri, dış âlemi gören gözden başka, basiret ve idrakin merkezi olan derûnî bir duyuya işaret eder. Bu göz, madde perdesinin arkasındaki hakikati, yani Allah Teâlâ’nın varlığını ve tecellîlerini görmeye kabiliyetlidir. Bu makam, kuru bir akıl yürütme veya mantıkî isbat (delil) ile elde edilemez; ancak kalbî bir temizlikle ve mânevî bir gayretle ulaşılabilir. Kalp gözü açılan ârif için dünya, bir aynalar âlemi haline gelir. Her bir zerrede, her bir hadisede, Cenâb-ı Hakk’ın isim ve sıfatlarının tecellîsini müşahede eder.
​Beyitteki “dîdâr-ı Hû” ise, bu tecellînin en yüce mertebesidir. Bu, Hakk’ın varlığının kalpteki idrakine ve manevî şuhûduna işaret eder. Bu tecellî bir kez gerçekleştiğinde, sâlikin önceki gaflet hali tamamen zail olur. O artık, dünyevî arzuların, şüphelerin ve vesveselerin uykusundan uyanmıştır. Bu uyanıklık hali, ölümle dahi sona ermeyen, ebedî bir hale tekâbül eder. “Ebed bîdâr-ı Hû” olmak, O’nunla olmak, O’nunla yaşamak ve O’nun aşkıyla her dâim diri kalmaktır. Bu, sadece bir şuur hali değil, aynı zamanda hayata bakış açısını temelden değiştiren bir dönüşümdür. Gönül artık dünya ile değil, daima aşk ile meşgul olur. Bu hal, insana sonsuz bir huzur ve sükûnet bahşederken, aynı zamanda onu daha fazla kulluğa ve hizmete yöneltir.
​Özet: İsmâ’îl Hakkı-ı Bursevî’nin beyiti, Allah’ın tecellîsinin kalp gözüne yansımasıyla yaşanan mânevî uyanıklığı tasvir eder. Bu uyanıklık, sâlikin gaflet uykusundan ebediyen kurtulmasını ve O’nun sevgisiyle daima uyanık kalmasını ifade eder. Bu tecrübe, kuru bilgiyle değil, kalbî bir arınmayla elde edilir ve insanın hayatını kökten dönüştürerek, onu ebedî huzura ve Hakk’a yöneltir.

​2. Ne sâl iledir ne mâl iledir
​Ne sâl iledir ne mâl iledir
Beyim ululuk kemâl iledir
— Es’ad Muhlis Paşa

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insanın kıymetini belirleyen unsurları tartışmaya açmaktadır. Paşa, insanı yüceltenin yaş (sâl) veya maddî varlıklar (mâl) olmadığını, asıl ululuğun ve kemâlin (olgunluk) “bey”lik makamına erişmekle yani fazilet, ahlâk ve manevîyatla kazanılacağını beyan etmektedir. Burada kullanılan “beyim” kelimesi, hem bir hitap şekli hem de bu beyitin muhatabının rütbesini veya makamını ifade etmesi bakımından manidardır. Hakikî yücelik, maddî makam ve mevki ile değil, manevî bir olgunlukla elde edilir.
​Makale:
​Hakikî Olgunluğun Kaynağı: Fazilet ve Ahlâk
​İnsanoğlu, varoluşundan bu yana yücelik, kuvvet ve üstünlük arayışı içerisindedir. Bu arayış, kimi zaman maddî birikimlerle, kimi zaman da dünya hayatının geçici makamlarıyla tatmin edilmeye çalışılmıştır. Birçok insan için yaşlılık (sâl) tecrübe ve hikmetin bir göstergesi sayılırken, servet (mâl) ise hayattaki başarı ve kudretin bir isbatı olarak görülmüştür. Oysa Es’ad Muhlis Paşa, bu yaygın yanlış inancı temelinden sarsarak, hakiki bir duruşu ve faziletli bir düşünceyi tasvir eder: “Ne sâl iledir ne mâl iledir / Beyim ululuk kemâl iledir.”
​Bu mısralar, bize insanlık onurunun ve yüceliğinin kaynağının dış (zahiri) unsurlar değil, bilakis derûnî (iç) bir birikim olduğunu hatırlatır. Yaş, tek başına bir fazilet ölçüsü değildir. Zira nice yaşlı kimse vardır ki, hayat tecrübesini doğru değerlendirememiş, ham ve olgunlaşmamış kalmıştır. Aynı şekilde, mal ve mülk de geçici ve aldatıcı birer ziynettir. Nitekim hayatın fâni tabiatı gereği, servet bir anda elden gidebilir, makamlar kaybolabilir. Bu yüzden, mal ve mevki ile kazanılan yücelik, bir rüzgarın önündeki yaprak gibi sallanmaya mahkûmdur.
​Asıl ululuk, yani “beylik” makamı, kişinin ahlâkî olgunluğuyla, yani “kemâl” ile elde edilir. Kemâl, insanın nefsini terbiye etmesi, faziletli bir hayat sürmesi ve Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmaya gayret etmesidir. Bu, bir insanın doğruluk, dürüstlük, merhamet ve adalete olan bağlılığıyla isbat edilir. İnsanın bu değerleri hayatına tatbik etmesi, onun başkaları nazarında değil, öncelikle Allah katında yücelmesine vesile olur. Bu kemâl seviyesine ulaşan bir insan, servetinin olmaması veya yaşının genç olması nedeniyle kıymetsiz sayılmaz. Zira onun kalbi, dünya malı ile değil, hakikat ve hikmet ile doludur. O, nefsine kul olmaktan kurtulmuş ve Rabbine yönelmiş, bu sayede gerçek bir yücelik kazanmıştır.
​Özet: Es’ad Muhlis Paşa’nın beyiti, insanî kıymetin yaş veya maddî zenginliklerle ölçülemeyeceğini vurgular. Asıl yüceliğin, ahlâkî olgunluk ve manevî kemâlle elde edileceğini ifade eder. Bu makalede, bu beyit üzerinden, hakikî faziletin zahiri değil, derûnî bir mesele olduğu ve insanın asıl değerinin mal, mevki ve yaş gibi geçici unsurlarla değil, ahlâkî ve manevî duruşuyla ortaya konduğu izah edilmiştir.

​3. Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de
​Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de
Hüner bir kalb-i mahzûnu sevindirmekdir âlemde
— Fennî

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, ibadet ve insanlık hizmeti arasındaki derin bağlantıyı ortaya koyar. Fennî, en büyük hünerin (beceri, meziyet) Hristiyan mabedi olan kilisede (sahn-ı kenîsâ) olsun, ya da İslam’ın kutsal mabedi olan Kâbe’de (beyt-i Mükerrem) olsun, hüzünlü bir kalbi (kalb-i mahzûn) sevindirmek olduğunu ifade eder. Bu, dinî mekan ve ritüellerin ötesinde, asıl gayenin insanlara faydalı olmak ve onların derûnî kederlerine derman olmak olduğunu vurgular. İnsan sevgisi, ibadetin özüdür.
​Makale:
​Hakikat Yolunun En Yüce İbadeti: İnsan Kalbine Dokunmak
​Tarih boyunca, farklı din ve düşünce akımları, kendi ibadet usullerini ve kutsal mekanlarını belirlemiştir. İnsanlar, bu kutsal mekanlarda ve ritüellerde Allah’a yaklaşmanın yollarını aramışlardır. Ancak bu zahiri ibadetler, eğer derûnî bir sevgi ve merhametle desteklenmezse, kuru birer hareketten ibaret kalabilir. İşte Fennî’nin bu hikmet dolu beyiti, ibadetin en mühim gayesini aydınlatır: “Gerek sahn-ı kenîsâda gerek beyt-i Mükerrem’de / Hüner bir kalb-i mahzûnu sevindirmekdir âlemde.”
​Bu beyit, dinler arası barış ve cihan şümul bir merhamet düşüncesinin derin bir tasviridir. Şair, ibadetin kutsal mekanını, yani kilise ve Kâbe’yi zıt bir bağlantı içinde zikrederek, insanlık ve merhamet faziletinin dinî ayrımların ötesinde bir değer olduğunu gösterir. Bu, hangi dine mensup olunursa olunsun, esas olanın yaratılmışa olan sevgi ve saygı olduğunu anlatır. En büyük hüner ve marifet, bu ibadethanelerde kılınan namaz veya yapılan dualardan önce, hüzünle dolu bir kalbe neşe ve ümit aşılayabilmektir.
​Hüzünlü bir kalbi sevindirmek, sadece maddî bir yardım sunmak değildir. Bu, bir teselli sözüyle, bir tebessümle, bir dert dinlemekle veya sadece bir gönül alarak da gerçekleşebilir. Bu fiil, insanın enaniyetinden sıyrılıp, başka bir insanın acısını kendi acısı gibi hissetme ve ona derman olma arzusudur. Bu, kalbin temizliğinin ve mânevî olgunluğunun bir göstergesidir. Nitekim Hazret-i Peygamber (sav) bir hadis-i şerifinde “Allah katında en sevimli amel, bir müslümanın kalbini sevindirmektir” buyurarak bu hakikate işaret etmiştir. Bu anlayış, kuru bir dinî ritüelden ziyade, hayatın her anına sirayet eden bir merhamet ve sevgi düşüncesini ön plana çıkarır. Bu, ibadet ve hayatın birbiriyle bütünleştiği bir noktadır.
​Özet: Fennî’nin beyiti, hakiki ibadetin ve en büyük faziletin, herhangi bir dine veya inanca bağlı olmaksızın, hüzünlü bir kalbi sevindirmek olduğunu ifade eder. Bu makalede, bu mısralar üzerinden, dinî ritüellerin ve kutsal mekanların ötesinde, insanlık için asıl olanın merhamet, sevgi ve başkasının derdine ortak olma düşüncesi olduğu izah edilmiştir. Bu, ibadetin sadece şekilsel değil, aynı zamanda derûnî bir muhteva taşıdığını gösterir.

​4. Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok
​Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok
İçinde nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok
— Muhibbî

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, çağının (zamâne) derûnî ve zıt (aykırı) durumunu tenkit etmektedir. Muhibbî, içinde binlerce insanın yaşadığı bu cihan şümul dünyada, zamanın hakiki yapısını ve özünü anlayan kimsenin olmadığını ve aynı zamanda bu binlerce insan arasında, gerçekten samimî bir şekilde gülebilen, bahtiyar olabilen kimsenin de bulunmadığını ifade eder. Bu beyit, insanların maddî refaha erişse bile, mânevî bir boşluk ve mutluluk arayışı içinde olduklarına dair bir bakış sunar.
​Makale:
​Gaflet Çağında Kayıp Mutluluk
​Hayatın karmaşık ve hızla akan akışı içinde, insanlık her çağda kendi meseleleriyle boğuşmuştur. Muhibbî’nin bu beyiti, çağlar ötesi bir hakikate işaret eder: “Zamâne hâlini hergiz cihânda kimse bilmiş yok / İçinde nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok.” Bu beyit, modern insanın da içinde bulunduğu derin bir mânevî buhrana bir ayna tutmaktadır.
​Şairin “zamâne hâli” dediği şey, sadece siyasî veya sosyal bir durum değildir; daha çok, insanların derûnî hallerini, hayat karşısındaki duruşlarını ve dünya ile olan bağlantılarını ihtiva eder. Bu hâli anlayan kimsenin olmaması, insanların sadece zahiri olanla meşgul olup, hayatın ve varoluşun hakikatini gözden kaçırdığını gösterir. İnsanlar, maddî bilgi ve teknikte ilerlese de, kendi ruhlarının derinliklerini, bu dünyanın gayesini ve kendi varoluşlarının hikmetini idrak etmekten uzaktır.
​İkinci mısradaki “nice bin âdem velî bir kimse gülmüş yok” ifadesi, bu mânevî boşluğun en açık ön planıdır. İnsanlar kalabalıklar içinde yaşasa da, sosyal bağları zayıflamış, enaniyet ve rekabet duygularıyla dolup taşmıştır. Bu durum, samimî ve derûnî bir mutluluğu, yani “gülmeyi” ortadan kaldırmıştır. Gülmek, sadece fiziksel bir tepki değil, aynı zamanda kalbin neşesidir. Bu neşe, ancak kişinin kendiyle, başkalarıyla ve Yaradanıyla barışık olduğu bir durumda ortaya çıkar. Oysa modern çağın insanı, daima daha fazlasını isteyerek, bir tatminsizlik ve huzursuzluk içinde yaşamaktadır. Bu durum, ona maddî refah verse bile, kalbî bir hüzne ve yalnızlığa sebep olmaktadır. Beyit, bu zıt (aykırı) durumu en güzel şekilde tasvir eder: kalabalıklar içinde yalnız, mal ve mülk içinde fakir, bilgi içinde cahil…
​Özet: Muhibbî’nin beyiti, çağın hakikatinin idrak edilmediği ve kalabalıklar içinde dahi gerçek mutluluğun bulunamadığına dair bir düşünce ortaya koyar. Bu makalede, bu beyit üzerinden, insanoğlunun maddî ilerlemeye rağmen mânevî bir buhran ve tatminsizlik içinde olduğu, samimî mutluluğun zahiri koşullarda değil, derûnî bir huzurda aranması gerektiği anlatılmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 129–

BERCESTE VE İZAHI – 129–

​Hayatın İncisi ve Gönül Bağı: Şeyhülislâm Yahyâ’nın Bakışından İnsan ve Enaniyet
​”Bahr isen de katre-i nâ-çiz göster kendini / Gönlüne gir ey gönül ol goncanın şeb-nem gibi”
​Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin bu beyiti, hayatın denizinde kaybolmuş olan ene ve enaniyetin insana verdiği zararı, zarif bir tasvirle ortaya koyar. İnsan, cihan şümul bir deniz kadar büyük ve kudretli olsa da, kendi enaniyetini bırakıp, aciz bir damla gibi kendini göstermelidir. Çünkü hakiki büyüklük ve fazilet, tevazu ile tecelli eder. Bu mısra, aslında bir tebliğ ve nasihattir. İnsana, kendini büyük sanma, zira hakiki büyüklük, Hakk’ın nazarında küçüklüğünü idrak etmekle başlar, der.
​İkinci mısrada ise, bu tevazuun gönül üzerindeki tesiri tasvir edilir: “Gönlüne gir ey gönül ol goncanın şeb-nem gibi.” Burada gönül, hem insanın iç âlemini hem de bir başkasının gönlünü temsil eder. Gonca, henüz açılmamış, saf ve temiz bir ruhu simgelerken, şeb-nem (çiğ tanesi) ise o saflığa dokunan, nazik ve latif bir tesiri temsil eder. Şeyhülislâm Yahyâ, bir başkasının gönlüne girebilmenin sırrını, bir çiğ tanesinin gonca yaprağına dokunuşu gibi incelikli ve hafif olmaya bağlar. Bu, adeta bir düşünce ve hikmet dersidir. Karşısındakine enaniyetle değil, tevazu ve alçak gönüllülükle yaklaş ki, onun kapalı olan gönlü sana açılsın. Tarihi açıdan bakıldığında, bu beyitlerin Osmanlı’nın fazilet ve edep anlayışını ne kadar derûnî bir şekilde ihtiva ettiğini görürüz. Devlet adamlarının ve ilim ehlinin, halk ile olan münasebetlerinde bu tarz bir inceliği esas aldıkları bilinir. Bu beyit, hem bireyin kendi iç muhasebesi için bir ölçü, hem de insan ilişkileri için cihan şümul bir prensip sunar. Kısacası, bir damla ol ki, deryaya dönüşesin.

​Aşkın Kaza ve Kaderi: Şeyh Gâlib’den Ebedi Bağlılık
​”Fârığ olmam eylesen yüz bin cefâ sevdim seni / Böyle yazmış alnıma kilk-i kazâ sevdim seni”
​Şeyh Gâlib’in bu beyiti, tasavvufi aşkın ve kulun Rabbine olan bağlılığının en güçlü tasvirlerinden biridir. Bu mısra, maşukun (sevgili) binlerce cefa etmesine rağmen, âşıkın ondan vazgeçmeyeceğini dile getirir. Bu sevda, iradi bir seçimden ziyade, bir kader ve yazgı olarak beyan edilir. “Alnıma kilk-i kazâ yazmış” ifadesi, bu aşkın ilahi bir takdirin neticesi olduğunu, kaleme alınmış bir yazı gibi alın yazısında mevcut olduğunu isbat eder. Bu durum, insanı düşündürür; acaba hayatımızdaki büyük sevdalar, ayrılıklar ve kavuşmalar ilahi bir yazgının tecellisi midir? Bu mısra, zorluklar karşısında sabır göstermenin, sevginin bir imtihanı olduğunu vurgular.
​”Ben bu sözden dönmezem devr eyledikçe nüh-felek / Şâhid olsun aşka arz u semâ sevdim seni”
​İkinci mısra, bu bağlılığın cihan şümul boyutunu gözler önüne serer. Dokuz kat göğün dönmesi ve kâinatın devam etmesi müddetince bu sözden dönülmeyeceği beyan edilir. Bu, bir ant içme, bir ahittir. Bu bağlılığın şahitleri ise yer ve göktür. Bu beyit, sıradan bir beşeri aşktan öte, ilahi bir aşka ve bağlılığa işaret eder. Şeyh Gâlib’in bu sözü, hakiki aşkın, dünya meşgaleleri ve zahiri dertleri aşarak ebedi ve baki olacağını tasvir eder. İnsan için ibretli bir ders vardır; eğer bir sevdaya düşersen, ona kâmil manada sadık kal. En büyük delilin ise, içinde bulunduğun tabiat ve kâinat olsun. Bu beyit, bir yanılma değil, kâmil bir inanışın dışavurumudur.

​Canın İmtihanı: Şeyh Gâlib’in Hikmetli Bakışı
​”Cân helâk-ülfet zebân hâmûş dil hoşnûd-ı gam / Merg ü sıhhat gûyiyâ şükr ü şikâyetdir bana”
​Şeyh Gâlib, bu beyitte insanın maddi ve manevi varlığı arasındaki zıt ve aykırı durumu, derin bir düşünce ile ortaya koyar. “Cân helâk-ülfet” (can helak olmaya alışkın), ruhun bu fanî hayatta çektiği sıkıntıları ve yok olmaya olan meylini ifade ederken, “zebân hâmûş” (dil suskun), insanın şikayet etmeyişini ve tevekkülünü tasvir eder. “Dil hoşnûd-ı gam” (gönül dertten hoşnut), ise bu zıtlığın en dikkat çekici yönüdür. Canı helak olan ve dili suskun olan bir insanın gönlü, çektiği dertten dolayı mesut ve memnun olabilmektedir. Bu, bir yanlış inanç değil, tasavvufun derin hikmetidir; dertler ve sıkıntılar, insanın Rabbine olan yakınlığını artırır, bu yüzden gönül o dertlerden hoşnuttur.
​İkinci mısra bu durumu daha da açıklar: “Merg ü sıhhat gûyiyâ şükr ü şikâyetdir bana.” Burada ölüm ve sağlık, sanki bir şükür ve şikayet vesilesi olmuştur. Fakat bu kelimeler, alışılagelmiş anlamlarından başka bir açıdan ele alınmıştır. Şeyh Gâlib için ölüm, sevgilisine (Rab’bine) kavuşmanın vesilesi olduğu için bir şükür sebebidir. Sağlık ise, bu kavuşmayı geciktirdiği için bir şikayet sebebidir. Bu, hayatın ve ölümün tabiatına dair ezber bozan, zıtlıklarla dolu bir bakıştır. İnsana, dertleri birer imtihan ve Hakk’a ulaşma vesilesi olarak görmeyi ve bu nazarla hayatı tasavvur etmeyi öğretir. Bu mısralar, sadece edebi değil, aynı zamanda derûnî bir muhteva ihtiva eder.

​Aşkın İmtihanı ve Aşk Ehlinin Sükûtu: Niyâzî-i Mısrî’nin Nazarında
​”Dil bekâsın dost fenâsın istedi mülk-i tenin / Bir devâsız derde düşdüm âh ki Lokmân bî-haber”
​Niyâzî-i Mısrî, bu beyitte aşığın içinde bulunduğu zıtlık dolu durumu tasvir eder. “Dil bekâsın dost fenâsın istedi mülk-i tenin” mısrası, bu zıtlığın ana kaynağını gösterir. Aşıkın gönlü, ebedi ve baki olmayı, yani fani dünyadan kurtulmayı isterken, maşuku (dost) ise onun bu fani bedenin (mülk-i ten) yok olmasını istemiştir. Bu, aşık için büyük bir imtihandır. Fenafillâh mertebesine ulaşmak, yani fani varlığını bırakıp Allah’ın varlığında yok olmak, bir dert gibi görünse de, aşıkın hedefidir. Aşık, bu derdi öylesine derûnî yaşar ki, bu mısrada da geçtiği üzere, “Lokman hekim bile bu dertten habersizdir.” Bu durum, aşk derdinin, bilinen maddi dertlerden başka, zahiri bir ilaç veya çareyle tedavi edilemeyecek kadar derin ve gizli bir hastalık olduğunu gösterir.
​Bu beyit, bir düşünce ve hikmet dersi sunar. Aşk, sadece lezzetlerden ibaret değildir, bilakis çile ve dertlerle yoğrulmuş bir yoldur. Bu yolun yolcusu, kendisinden geçmeyi, yani enaniyetini bırakıp dostun varlığında fani olmayı arzu eder. Makalenin sonunda da belirtileceği gibi, bu durum, aşkın cihan şümul bir tabiatı olduğunu ve bu yolun yolcularının, tabipten veya zahiri sebeplerden medet ummayacağını gösterir.

​Hayatın Sermayesi ve Hakiki Kâr: Şeyh Gâlib’in İdrâki
​”Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın / Eger ser-mâye-i ömrümde kârım varsa sendendir”
​Şeyh Gâlib, bu beyitte, hayatının bereketinin ve kazancının yegâne kaynağını, sevdiği kişide (Hakikat’te) bulduğunu ifade eder. “Feyz-i hayâtım” ifadesi, sadece maddî bir bereketten değil, manevi bir feyizden, ilahi bir lütuftan bahseder. Hayatın özü, neticesi ve ruhu, maşuktur. Bu, sıradan bir beyit olmaktan başka, insanın hayatını ne üzerine kurması gerektiğine dair ibretli bir nasihattir. Hayatın maddî kazançlardan, mal ve mülkten ibaret olmadığı, asıl kazancın, ruha hayat veren bir sevdanın olması gerektiği düşüncesini vurgular.
​İkinci mısrada ise bu düşünce daha da kuvvetlenir: “Eger ser-mâye-i ömrümde kârım varsa sendendir.” Hayatın sermayesi olan ömrün içindeki kazançlar, yani faziletler, iyi işler ve hayırlar hep maşuktan gelen bir lütuf olarak görülür. Bu, kulun tevazusunu ve her şeyin Allah’tan geldiği inancını tasvir eder. Bir diğer açıdan, bu beyit, bir insan için en büyük kazancın, hayatına yön veren, onu anlamlandıran ve ruhuna hayat katan bir aşka sahip olmak olduğunu da düşündürür.
​Makalelerin Özeti
​Bu makaleler, beş farklı beyitin muhtevasını ele alarak, insana, hayata ve maneviyata dair derin dersler ihtiva eder.
• ​Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyiti, tevazuun ve alçakgönüllülüğün faziletini, enaniyetin ise insana engel teşkil ettiğini anlatır. Asıl büyüklüğün bir damla gibi acziyetini bilmekten geçtiğini tasvir eder.
• ​Şeyh Gâlib’in ilk beyiti, ilahi aşkın bir yazgı olduğunu, binlerce cefaya rağmen bu aşktan vazgeçilmeyeceğini ve bu bağlılığa arz ve semanın şahit olduğunu beyan eder. Bu, aşkın ebedî tabiatını vurgular.
• ​Şeyh Gâlib’in ikinci beyiti, insanın dertler karşısındaki duruşunu ele alır. Can ve gönül arasındaki zıtlık, ölümün bir şükür, sağlığın ise bir şikayet vesilesi olabileceği gibi derin bir hikmeti tasvir eder.
• ​Niyâzî-i Mısrî’nin beyiti, aşk derdinin, zahiri dertlerden başka, Lokman Hekim’in bile bihaber olduğu derin bir dert olduğunu ve bu derdin kaynağının fenafillâh mertebesine ulaşma arzusu olduğunu anlatır.
• ​Şeyh Gâlib’in son beyiti, hayatın asıl sermayesinin ve kazancının maddiyattan öte, ruha hayat veren ilahi bir aşktan geldiğini, hayattaki tüm güzellik ve bereketin bu aşktan hasıl olduğunu vurgular.
​Tüm bu makaleler, birbirinden bağımsız konuları ele alsa da, insanın manevî yolculuğunda ene, aşk, tevekkül ve tevazu gibi derûnî meselelere derin bir bakış açısı sunarak bir bütünlük arz eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 128–

BERCESTE VE İZAHI – 128–

​İtrî’nin Kaleminden Tevbe ve Af Ümidi: “Dâmen”
​”El benüm dâmen senün ey rahmeten li’l-âlemîn
Şöhretüm isyân benüm sen afv ile meşhûrsun”
​Bu beyit, Osmanlı müziğinin büyük üstadı, aynı zamanda şair ve hattat olan İtrî’ye aittir. Onun bu mısraları, bir kulun sonsuz bir acziyet içinde, Rabbine ve O’nun rahmet olarak gönderdiği Resûlullah’a (sav) olan teslimiyetini ve ümidini dile getirir.
​İzah ve Açıklama:
​İtrî, bu beyitte kendi isyanını ve günahkâr yapısını itiraf ederken, buna karşılık Hazreti Peygamber’in (sav) af ve rahmetle meşhur olduğunu beyan eder. “Dâmen” kelimesi, etek manasına gelir ve bir kimsenin eteklerine sığınmak, ona iltica etmek, yardım ve şefaat ummak anlamını taşır. Şair, kendi günahkâr kimliğine rağmen, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Peygamber Efendimiz’in (sav) şefaatine sığınarak kurtuluş arar. Bu ifade, sadece bir edebî sanattan öte, derin bir imanî hakikatin dışavurumudur. İnsan, kendi kusurlarının farkına vardığında ve bu kusurların ağırlığı altında ezildiğinde, Rabbine iltica eder ve O’nun sonsuz merhametini dile getiren Resûlü’ne yönelir. Bu, bir kulun mutlak acziyetinin ve Allah’ın sonsuz rahmetinin bir araya geldiği, samimi bir dua ve niyaz halidir. Tarih boyunca, pek çok mümin, İtrî gibi, kendi isyanlarını bilerek ve itiraf ederek, Allah’ın affına ve Peygamber’in şefaatine tutunmuştur. Bu durum, insan olmanın bir parçası olan yanılma ve tevbe etme tekrarının en güzel tasvirlerinden biridir.

​Alvarlı Muhammed Lutfi’den Fena ve Beka Aşkı: “Hâk-i Pây”
​”Ey kerem-şân lutf u ihsândır kerîmler pîşesi
Hâk-i pâyın zerresi her derde dermândır bana”
​Bu mübarek mısra, gönül erlerinin piri, ilim ve hikmet ehli Alvarlı Muhammed Lutfi’ye aittir. Şiirlerinde ilahi aşkı ve Peygamber sevgisini işleyen Alvarlı Efe, bu beyitle de bu derin sevginin bir tezahürünü ortaya koyar.
​İzah ve Açıklama:
​Beyit, sevilenin, yani Hazreti Peygamber’in (sav) keremini, lütfunu ve ihsanını tasvir ederek başlar. “Kerem-şân” ifadesi, yüce şanlı, kerem sahibi manasına gelir. Bu mısrada şair, sevdiği zâtın, yani Resûl-i Ekrem’in (sav) “ayak bastığı toprağın zerresinin” bile kendi derdi için derman olduğunu ifade eder. Bu, lafzî bir manadan ziyade, mânevi bir sembolizmi ihtiva eder. Bir âşık için, sevdiğinin izi, gölgesi, ona ait olan her şey kutsaldır ve şifadır. Burada şairin kastettiği, Peygamber Efendimiz’e (sav) duyduğu derin sevginin ve bağlılığın, kendi manevi dertlerine bir şifa olacağıdır. Bu sevgi, bir gönül dermanıdır, bir nevi ruhsal tabibdir. Bu sevgi, yalnızca şairin kendine mahsus bir hissiyatı değil, aynı zamanda tarih boyunca milyonlarca müminin kalbinde yer etmiş, ilahi aşka giden yolda bir köprü vazifesi görmüştür. Bu durum, sevginin maddi olana değil, manevi olana yöneldiğinde nasıl bir derman kaynağına dönüştüğünün en güzel tasviridir.

​Halîlî’den Aşık ile Zâhid’in İki Ayrı Dünyası
​”Âşık-ı hak-bîn sürer dîdâr zevkin dâ’imâ
Zâhid-i hod-bîn oturmuş gussa-i ferdâ çeker”
​Bu beyit, ilahi aşka ve hakikate odaklanan şair Halîlî’ye aittir. Bu mısralar, dinî yaşantının iki farklı yönünü, yani hakikati gören âşık ile zahid’i karşılaştırır.
​İzah ve Açıklama:
​Halîlî, bu beyitte “hakikati gören âşık” ile “kendini beğenmiş zâhid” arasındaki temel farkı ortaya koyar. Âşık-ı hak-bîn, yani hakikati gören âşık, Allah’ın tecellilerini ve O’nun varlığını her an hisseder, bu sayede hayatın her anından zevk alır. Onun için hayat, bir tecelliler manzumesidir ve o, bu manevi hazzı kesintisiz olarak yaşar. Buna karşılık, zâhid-i hod-bîn, yani kendini beğenmiş, nefsine düşkün olan kişi, geleceğe ait kaygılarla ve kuruntularla yaşar. O, sadece şeklî ibadetlere odaklanmış, kalbindeki hakiki aşkı ve huzuru yakalayamamıştır. Bu zâhidin hali, kuru bir dindarlıktır; korku ve kaygı üzerinedir. O, ibadetlerini adeta bir borç edasıyla yapar ve sürekli gelecekte ne olacağını düşünerek üzülür. Bu beyit, dindarlığın sadece zahiri kurallardan ibaret olmadığını, asıl mananın kalpteki aşk ve tefekkürle elde edileceğini vurgular. Hakiki ibadet, bir görev değil, bir aşk ve huzur kaynağıdır.

​Nâbî’den Fânî Dünya ve İbret Dersi
​”Ekser olur kemâl zevâle karîbter
Vakt-i gurûb sâyesi şahsın mezîd olur”
​Bu hikmetli beyit, XVII. asır divan şairlerimizden Nâbî’ye aittir. O, şiirlerinde hayatın gerçeklerine, ahlâkî ve sosyal konulara değinir ve öğüt verici, hikmetli bir üslup kullanır.
​İzah ve Açıklama:
​Nâbî, bu beyitte hayatın geçiciliğine ve fânîliğine bir benzetme ile dikkat çeker. İlk mısrada, “kemâlin, yani en yüksek olgunluk ve doruk noktasının, zevâle, yani alçalmaya ve düşüşe daha yakın olduğunu” ifade eder. Bu, bir insanın hayatının en parlak döneminde bile çöküşün, yaşlılığın ve ölümün ona en yakın olduğu gerçeğine bir göndermedir. Bu durumu, ikinci mısrada bir örnekle izah eder: “Güneş batmaya yakın olduğu vakitlerde, insanın gölgesi uzar ve ziyadeleşir.” Gün içinde en kısa olan gölge, güneş batmaya yaklaştıkça en uzun halini alır. Bu, insan ömrünün de benzer bir yapıda olduğunu gösterir. İnsan, hayatının sonuna yaklaştıkça, geride bıraktığı izler, yani gölgesi, daha bir belirgin ve uzun hale gelir. Bu durum, bir nevi kişinin ömrünün son demlerinde, bıraktığı eserler ve manevi mirasıyla daha çok anılacağı manasını da ihtiva edebilir. Ancak, asıl manasıyla bu beyit, fani hayatın sonunun yakın olduğu ve bu gerçekliğe karşı daima uyanık olunması gerektiğini hatırlatır. İbret alınması gereken asıl nokta, kemale ulaşıldığı anın, aynı zamanda bir zeval habercisi olduğudur.

​Genel Özet:
​Bu beyitler, farklı şairlerin kaleminden çıkmış olsa da, hepsi ortak bir manevi düşünce zemininde buluşur. İtrî, kulun acziyetini ve ilahi rahmete olan sarsılmaz ümidini tasvir ederken, Alvarlı Muhammed Lutfi, manevi dertlerin yegâne dermanının, Peygamber sevgisi olduğunu beyan eder. Halîlî ise, zahiri dindarlığın ve kuru kuralların ötesinde, hakiki imanın kalpteki aşk ve tefekkürden geçtiğini anlatır. Son olarak Nâbî, hayatın fânîliğini ve kemalin zevale yakınlığını, ibretlik bir benzetme ile dile getirir. Bu beyitlerin her biri, İslâm düşüncesinin ve edebiyatının derinliğini, manevi hayatın zenginliğini ve insanın iç yolculuğunun farklı boyutlarını tasvir eden eşsiz birer hazinedir. Hepsi, okuyucuyu düşünceye, tefekküre ve hikmet aramaya davet eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

 

Evet hakikat-i halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır.

Ya istidat lisanıyladır. Bütün nebatatın duaları gibi ki her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcat-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki her birisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırarıyla bir duadır ki muztar kalan her bir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve halî; diğeri, kalbî ve kālîdir. Mesela, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile kalp ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi ‎ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ‎ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.”
23. Söz. Sözler

*******

1. Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti
Metin, her şeyin Allah’ı tesbih ettiği, O’na secde ettiği ve ibadette bulunduğu hakikatiyle başlar. Bu, duanın zeminidir. Dua, bu küllî ibadetin bir cüz’üdür.
Muradif Ayetler:
* Secde ve Tesbihin Küllîliği:
> “Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.”
> (Hac Suresi, 22:18)
>
* Tesbihi Anlayamamak:
> “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
> (İsrâ Suresi, 17:44)
>
2. Birinci Nevi Dua: İstidat Lisanıyla Dua
Bu, varlıkların “potansiyel” ve “kabiliyet” lisanıyla yaptığı duadır. Bir çekirdeğin, ağaç olma kabiliyetiyle Allah’ın Musavvir (Şekil Veren) ve Feyyaz (Bol Bol Veren) isimlerine yönelmesidir. “Bütün nebatatın duaları” budur. Onlar, istidatlarıyla kendilerine mahsus sureti (şekli) ve esmâ tecellisini talep ederler.
Muradif Ayetler:
* Her Şeyin Yaratılış Gayesi (İstidat):
> “O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.”
> (Secde Suresi, 32:7)
>
* İsimlerin Tecellisi (Şekil Verme):
> “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> (Haşr Suresi, 59:24)
>
3. İkinci Nevi Dua: İhtiyac-ı Fıtrî Lisanıyla Dua
Bu, canlıların (zîhayat) kendi güçlerinin (iktidarlarının) yetmediği zarurî ihtiyaçlarını “fıtrî” (doğal) bir lisanla talep etmeleridir. Hayvanatın rızık talebi gibi. Bu dua, Allah’ın Cevvad (Cömert) ve Rezzâk (Rızık Veren) isimlerine yöneliktir.
Muradif Ayetler:
* Rızkın Allah’a Ait Olması:
> “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) dır.”
> (Hûd Suresi, 11:6)
>
* İktidar Dışı İhtiyaçların Karşılanması:
> “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyeceklerini biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
> (Ankebût Suresi, 29:60)
>
4. Üçüncü Nevi Dua: Iztırar Lisanıyla Dua
Bu, “muzfar” (çaresiz, zorda) kalanın duasıdır. Bütün sebeplerin sustuğu, aczin tam hissedildiği anda, fıtratın yöneldiği kat’î iltica halidir. Kişi, o anda “hâmi-i meçhul” (bilinmeyen bir koruyucu) zannetse de, aslında doğrudan Rabb-i Rahîm’e yönelir. Metin, bu üç duanın (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar) “bir mani olmazsa daima makbul” olduğunu belirtir.
Muradif Ayetler:
* Muzfar Kalanın Duasına İcabet:
> “Yahut (onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana (muztarra), kendisine dua ettiği zaman icabet eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz!”
> (Neml Suresi, 27:62)
>
* Tehlike Anındaki Yakarış:
> “De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli ve alçak gönüllüce ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa, andolsun şükredenlerden olacağız’ diye dua edersiniz.”
> De ki: “Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.””
> (En’âm Suresi, 6:63-64)
>
5. Dördüncü Nevi Dua: Bizim Duamız (Beşerin Duası)
Bu, en meşhur dua türüdür ve ikiye ayrılır:
A. Fiilî ve Halî Dua (Eylem ve Durum Diliyle Dua):
Bu, “esbaba teşebbüs” yani sebeplere müracaat etmektir. Metne göre, çift sürmek, rızkı topraktan değil, Hazine-i Rahmet’ten talep etmektir; çift sürmek o rahmet kapısını “çalma” fiilidir. Sebepler, neticeyi (müsebbebi) yaratmak için değil, Allah’tan o neticeyi istemek için bir “vaziyet-i marziye” (Allah’ın razı olduğu bir duruş) almaktır. Bu dua, Allah’ın isim ve unvanlarına (mesela, rızık için Rezzâk ismine) yöneldiği için kabulü “ekseriyet-i mutlakadır” (neredeyse kesindir).
Muradif Ayetler:
* Fiil (Çalışma) ve Netice:
> “Şüphesiz insan için ancak çalıştığının (sa’y) karşılığı vardır.”
> (Necm Suresi, 53:39)
>
* Fiilî Tevekkül:
> “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter…”
> (Talâk Suresi, 65:3)
> (Burada tevekkül, sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek manasında fiilî duanın tamamlayıcısıdır.)
>
B. Kalbî ve Kālî Dua (Kalp ve Söz Diliyle Dua):
Bu, lisan ile (sözlü) ve kalp ile yapılan, “eli yetişmediği bir kısım metalibi (talepleri) istemek”tir. Metin, bu duanın asıl gayesinin, maddi bir talep elde etmekten çok, manevî bir idrak olduğunu vurgular.
Duanın En Mühim Ciheti (Meyvesi):
Metnin bu kısmına göre duanın en tatlı meyvesi şudur: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”
Yani dua, taleplerin elde edilmesi vesilesiyle, Allah’ın Semi’ (İşiten), Basîr (Gören), Kadîr (Kudretli), Rahîm (Merhamet Eden) ve Ganiyy (Zengin, Meded Eden) olduğunu idrak etme faaliyetidir. Dua, bir marifet (Allah’ı tanıma) eylemidir.
Muradif Ayetler:
* Allah’ın Yakınlığı ve İcabeti:
> “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (icabet ederim). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
> (Bakara Suresi, 2:186)
>
* Dua Emri ve İcabet Vaadi:
> “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.””
> (Mü’min Suresi, 40:60)
>
Netice: Duanın İnsanı Yükseltmesi
Metin, insanı “âciz” ve “fakir” olarak tanımlar. Bu acz ve fakirlik, insanın en büyük zaafları değil, Hazine-i Rahmet’in anahtarı ve Tükenmez Bir Kuvvet’in medarı olan duaya yapışması için bir vesiledir.
İnsan, bu dua ile “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete” (insanlığın en yüce mertebesine) çıkar. Kendi cüz’î (parçaya ait) duasıyla yetinmez; “bir abd-i küllî” (küllî bir kul) ve “vekil-i umumî” (genel bir vekil) gibi, bütün kainatın dualarını (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar dualarını) kendi duasına dahil eder.
Bunu yaparken de Fâtiha Suresi’ndeki o küllî beyana müracaat eder:
> “اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ”
> “(Yalnız) Senden yardım dileriz.”
> (Fâtiha Suresi, 1:5)
>
Bu “Biz” (نَسْتَعٖينُ) ifadesiyle, dua eden kişi sadece kendisi namına değil, bütün o tesbih eden, ihtiyaçlarını arz eden ve ıztırar içinde kıvranan mahlukat namına Allah’tan yardım talep etmiş olur. Böylece insan, varlığın anlamını üzerinde toplayan “kâinatın güzel bir takvimi” (özeti, fihristesi) haline gelir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

“Kur’ân-ı Hakîmin baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’âniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı olmakla, envâr-ı Kur’âniye ve hakikat-i Furkaniye eyyâm-ı şer’iye ile altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, izahlı bir cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: “Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevap ver.” Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

Birinci esas: Nasıl ki nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Miracta kat’i bir surette ispat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de, hakikat-i Kur’âniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüplerinde nurlarını neşrederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan Kur’ân-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.

Bütün enbiyanın usul-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem’den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i İslâmın sırrını neşreden hakikat-i Kur’âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

İkinci esas: Malûmdur ki, küre-i arzın mihveri üstündeki hareketiyle, gece gündüzler ve medâr-ı senevîsi üstündeki hareketiyle, seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber herbir seyyarenin, belki sevâbitin ve Şemsü’ş-Şümusun dahi, herbirinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medârı üzerinde deveranı dahi, bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-ı Hakîmde,

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetler ispat ediyor.

Evet, kış günlerinde ve şimal taraflarında, gurup ve tulû mâbeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre, tâ “Rabbü’ş-Şi’râ” tâbiriyle Kur’ân’da nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’râ” namında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şemsü’ş-Şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyâm-ı Rabbâniye vardır.

İşte semâvât ve arzın Rabbi, o Şemsü’ş-Şümus ve Şi’râ’nın Hâlıkı hitap ettiği vakit, o semâvât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyâmın lisan-ı şer’îde böyle ıtlâkatı vardır. İlmü’t-tabakatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca, nev-i beşerin yedi bin sene değil, belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir” 5 olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin altı yüz altmış altı sene, Nur-u Kur’ân hükümfermâ olduğuna münâfi olamaz, cerh edemez. Çünkü eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefsü’l-emirdeki eyyâmın hakikati, o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil.

Şu meselede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeâyı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Şu dünyanın bir ömrü, ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü, ve küre-i arzda yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlûkatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, küre-i arzın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyamla olduğu gibi, zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan şemsin hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyamla olması hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-Şümusun hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyâm iledir.

Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i arziyeyle olsa, küre-i arzın hayata menşe olduğu zamandan, harabiyetine kadar, eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şemsü’ş-Şümusa tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü -Şemsü’ş-Şümusun işarât-ı Kur’âniyeyle herbir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla- yedi bin sene, o eyyâmla yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek, eyyâm-ı şer’iye tâbir ettiğimiz eyyâm-ı Kur’âniyede bunlar dahil olabilirler.

Evet, semâvât ve arzın Hâlıkı, semâvât ve arza bakan bir kelâmıyla semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhatabın kemâline yakışır ve ayn-ı belâgattir.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْناَ

Said Nursî

• • •
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/barla-lahikasi/250/250

*****

YUKARIDAKİ MEKTUBUN İZAHI:

🌙 I. Genel Muhteva ve Özeti
Bediüzzaman, bir suale cevap verirken Kur’ân’ın 6666 ayetinin, onun nurlu hükmünün 6666 “ilâhî yıl” boyunca yeryüzünde süreceğine işaret ettiğini söyler.
Bu iddiayı açıklamak için üç esas ortaya koyar:
1. Esas: Hakikat-i Muhammediye ve Hakikat-i Kur’âniye’nin zinciri
• Nur-u Muhammedî (a.s.m.) ilk yaratılış nurudur; tüm peygamberler ondan feyiz almıştır.
• Kur’ân hakikati de, Hz. Âdem’den beri gelen bütün suhuf (sayfalar) ve kitapların özüdür.
• Yani Kur’ân, önceki bütün semavî kitapların bir hulâsası, en mükemmel nüshasıdır.
• Bu sebeple, hakikat-i Kur’âniye Hz. Âdem’den kıyamete kadar çeşitli perdeler altında (yani değişen şeriatlar ve peygamberler vasıtasıyla) yayıla yayıla gelmiştir.
• Fetret-i mutlak (vahyin tamamen kesildiği ara dönem) çıkarıldığında, bu nurun yaklaşık 6666 yıl boyunca dünyada hüküm süreceğini bildirir.
2. Esas: “Eyyâm-ı Şer’îye”nin farklı boyutları
Burada “eyyâm” (günler) kelimesinin Allah katındaki anlamı açıklanır:
• Kur’ân’da geçer:
“…Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselirler.” (Meâric, 4)
• Yani “gün” kavramı, sadece dünya ölçüsündeki 24 saat değildir.
• Dünyanın kendi ekseninde dönüşü → 1 gün (dünya günü)
• Dünyanın güneş etrafında dönmesi → 1 yıl (dünya yılı)
• Güneşin kendi ekseninde dönüşü → “güneş günü” (yaklaşık 25 gün)
• Şemsü’ş-Şümus (güneşlerin güneşi) olarak anılan merkez yıldızın dönüşü → 50.000 yıllık “ilâhî gün” olabilir.
Dolayısıyla, eyyâm-ı şer’îye dediğimiz ilâhî günler, birkaç saatten elli bin seneye kadar uzanabilir.
Bu yüzden “Âdem’den kıyamete kadar 7000 yıl” hadisi, bizim zaman ölçümüzle değil, Allah katındaki farklı “eyyâm” ölçüsüyle olabilir.
3. Esas: İnsan, Dünya ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman burada üç katlı bir zaman ölçüsü ortaya koyar:
• İnsanın ömrü, dünyanın kendi hareketleriyle ölçülür (yani bize göre gün ve yıl).
• Dünyanın ömrü, güneşin mihveri (ekseni) üzerindeki dönüşüyle ölçülür.
Bu da yaklaşık 200.000 yıl eder.
• Kâinatın ömrü, Şemsü’ş-Şümus’un (galaksiler merkezindeki büyük yıldızlar sisteminin) hareketiyle ölçülür.
Her bir günü elli bin yıl kabul edilirse, kâinatın ömrü yaklaşık 126 milyar yıl kadar olabilir.
Bu, kozmik ölçekte zamanın farklı işlediğini gösterir.
Her bir “gün”, bağlı bulunduğu sistemin büyüklüğüne göre farklı bir uzunlukta olur.

🌟 II. “Rabbu’ş-Şi’râ” Nedir?
Kur’ân’daki Ayet:
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm, 49 )
İzahı:
• Şi’râ, Arapların Sirius adını verdiği çok parlak bir yıldızdır.
• Gökyüzündeki en parlak yıldızdır.
• Bizim Güneşimizden yaklaşık 25 kat daha parlaktır.
• Eski cahiliye Arapları Şi’râ yıldızına taparlardı.
Bu ayet, onların şirk inancını reddederek, “O yıldızın Rabbi de Allah’tır” buyurur.
• Bediüzzaman, bu yıldızın Kur’ân’da anılmasını “şemsimizden büyük bir yıldız olduğu” için önemli görür.
Ve “Şi’râ” gibi büyük yıldızların da kendi mihverlerinde devrettiklerini, onların her bir “gün”ünün binler, milyonlar sene olabileceğini söyler.
Yani “Rabbu’ş-Şi’râ” tabiri, hem tevhidin ilanı (tapınmayı reddeder) hem de kâinatın genişliğine bir işaret olarak zikredilmiştir.
Kur’ân bu tarz ifadelerle, zamanın ve varlığın genişliğini bildirmektedir.

🌌 III. Netice (Bediüzzaman’ın vardığı mana)
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, onun cihanşümul hükmünün 6666 “ilâhî yıl” süreceğini ima eder.
Yani, İslâmiyet ve Kur’ân’ın nuru, farklı perdeler altında uzun çağlar boyunca sürecektir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye”, bizim bildiğimiz günlerle sınırlı değildir; Allah katında çok farklı “zaman boyutları” vardır.
• İnsanın ömrü – dünyanın ömrü – kâinatın ömrü arasında, saatin içindeki dişliler gibi orantılı bir düzen vardır.
• İnsan: birkaç bin yıl,
• Dünya: yüzbinler yıl,
• Kâinat: milyarlarca yıl.
• Bu düzen, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü ve Kur’ân’ın hitabının ulviyetini gösterir.

🕊️ Son Cümle (Bediüzzaman’ın duası)
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
Bu ifadeyle Bediüzzaman, bu kozmik sırların tam açıklığının ancak Allah’a ait olduğunu, kendisinin sadece bir tefekkür penceresi açtığını belirtir.
🔹 Kısaca:
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine bir remizdir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye” (ilâhî günler), bizim ölçümüzle değil, Allah katındaki ölçülerle anlaşılır.
• “Rabbu’ş-Şi’râ”, Sirius yıldızının Rabbi, yani en büyük yıldızların bile Allah’ın emrinde olduğunu ilan eder.
• Dünya, insan ve kâinatın ömürleri, birbirine bağlı zaman dişlileri gibidir.
• Son hüküm: Zamanın da mülkün de sahibi Allah’tır.

********

Eyyâm-ı Şer’îye – İlâhî Günler ve Kâinatın Ömrü

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’daki ayetlerin sayısı olan altı bin altı yüz altmış altı (6666) adedinin, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine işaret ettiğini ifade eder. Bu işaret, Kur’ân’ın nurlarının altı bin altı yüz altmış altı “ilâhî gün” müddetince, yani çok uzun zamanlar boyunca, yeryüzünde farklı perdeler altında hüküm süreceğini gösterir.
Bu mesele anlaşılabilmek için, “eyyâm-ı şer’îye” yani “ilâhî günler” kavramını doğru anlamak gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “gün” kelimesi, yalnızca bizim bildiğimiz yirmi dört saatlik zaman dilimini ifade etmez. Allah katındaki “gün”ler, mahlûkatın büyüklüğüne ve kâinatın düzenine göre farklı uzunluklarda olabilir.

İnsanın, Dünyanın ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman, kâinattaki zaman tabakalarını bir saat misaliyle açıklar. Nasıl bir saatte saniye, dakika ve saat dişlileri birbirine bağlı olarak dönüyorsa; insanın, dünyanın ve kâinatın ömürleri de birbirine nispetli şekilde birbirine bağlıdır.
Birinci olarak, insanın ömrü dünya günleriyle ölçülür. Hz. Âdem’den kıyamete kadar olan insanlık tarihi, rivayetlere göre yedi bin sene civarındadır. Bu, bizim bildiğimiz yedi bin dünya yılı demektir.
İkinci olarak, dünyanın ömrü güneşin kendi ekseni üzerindeki dönüşüyle ölçülür. Yani dünya, hayatın başladığı zamandan kıyamete kadar geçen zamanı, “güneş günleri”ne göre yaşar. Güneşin bir günü, yaklaşık yirmi beş dünya gününe denktir. Bu ölçüyle dünyanın ömrü, iki yüz bin dünya yılı kadar olabilir.
Üçüncü olarak, kâinatın ömrü, “Şemsü’ş-Şümus” yani güneşlerin güneşi hükmünde olan merkezî yıldız sistemlerinin hareketiyle ölçülür. Kur’ân’da “Bir gün, sizin saydığınız elli bin sene gibidir” (Meâric, 4) buyurulur. Bu ölçüye göre, kâinatın ömrü yüz yirmi altı milyar dünya yılı kadar sürebilir.
Bu üç tabaka, yani insan, dünya ve kâinat zamanı; birbiri içinde dönen dişliler gibidir. Her biri, bir üstündekine bağlı şekilde devreder.

Eyyâm-ı Şer’îye’nin (İlâhî Günlerin) Mahiyeti
“Eyyâm-ı Şer’îye”, yani “şer’î günler” tabiri, yalnız dünya zamanına mahsus değildir. Kur’ân’da geçen şu ayetler, bu hakikati beyan eder:
“Sonra Allah’a, sizin saydığınız bin yıl kadar bir günde yükselir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselir.” (Meâric, 4)
Bu ayetler gösteriyor ki, Allah katında bir “gün”, bizim ölçülerimizle binlerce, hatta on binlerce seneye denk gelebilir. O hâlde, “Âdem’den kıyamete kadar yedi bin sene” rivayeti de bu ilâhî günlerin bir ifadesidir; bizim takvimimize göre değil, Allah katındaki “eyyâm” ölçüsünedir.
Bediüzzaman, bu hakikati şöyle açıklar:
“Eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü vardır.”
Yani “ilâhî günler”, mahlûkatın seviyesine göre genişleyen zaman daireleridir.

Rabbu’ş-Şi’râ – Sirius Yıldızının Rabbi
Kur’ân-ı Kerîm, Necm Sûresi’nin 49. âyetinde şöyle buyurur:
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.”
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Şi’râ”, bugünkü astronomi ilmine göre Sirius yıldızıdır. Göklerin en parlak yıldızıdır ve güneşimizden yaklaşık yirmi beş kat daha parlaktır. Cahiliye devrinde bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. Bu ayet, onların yanlış inançlarını reddederek, o büyük yıldızın dahi Allah’ın kudreti altında olduğunu beyan eder.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın bu ifadeyi kullanışındaki hikmete dikkat çeker. Ona göre Şi’râ yıldızı, “Şemsü’ş-Şümus” türünden yani güneşlerden daha büyük yıldızlardan biridir. Kur’ân’da bu yıldızın zikredilmesi, hem Allah’ın yüceliğini, hem de kâinatın büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda zamanın farklı boyutlarda işlediğine de bir işarettir. Çünkü o yıldızların bir “günü”, bizim binlerce yılımız kadar olabilir.

6666 Ayet ve 6666 İlâhî Yılın İşareti
Bediüzzaman’a göre Kur’ân’daki 6666 ayet, yalnız sayısal bir bilgi değildir. Bu sayı, Kur’ân’ın **nurlarının yeryüzünde hüküm süreceği 6666 “ilâhî yıl”**a da işaret eder. Yani Kur’ân, farklı devirlerde, farklı suretlerde ve perdeler altında hakikatini neşretmeye devam edecektir.
Bu 6666 yıl, bizim takvimimizle değil, “eyyâm-ı şer’îye” denilen Allah katındaki zaman ölçüsüyledir. O hâlde bu işaret, Kur’ân’ın nurunun, kıyamete kadar sürecek olan uzun mânevî hâkimiyetine bir remizdir.
Sonuç ve Hikmet
Netice olarak, insanın ömrü, dünyanın ömrü ve kâinatın ömrü birbiriyle bağlantılıdır. Her biri, Allah’ın kudretine göre tayin edilmiş zaman daireleri içinde döner. Kur’ân-ı Kerîm, yalnız dünya merkezli bir kitap değildir; bütün kâinatı kuşatan bir kelâm-ı ezelîdir.
Kur’ân’da geçen “Rabbu’ş-Şi’râ” gibi ifadeler, hem tevhidin yüceliğini hem de kâinatın büyüklüğünü beyan eder. Zaman, Allah katında izafîdir; mahlûkata göre değişir. Bu sebeple “eyyâm-ı şer’îye” kavramı, bizim sınırlı ölçülerimizi aşan bir mânâ taşır.
Bediüzzaman, bu derin hakikatleri beyan ettikten sonra şu cümleyle meseleyi tamamlar:
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
Bu ifadeyle, böyle yüksek meselelerin tam mahiyetini yalnız Allah’ın bileceğini, insanların ise ancak işaretlerden bir kısmını idrak edebileceğini bildirir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




Yıldızlara Kur’ânî Bakış ve Bilimsel Nazarla Tahlili

Yıldızlara Kur’ânî Bakış ve Bilimsel Nazarla Tahlili


Aşağıda, Kur’ân‑ı Kerîm’de geçen yıldızlardan ve gök cismlerinden bazıları ile ilgili “âyetlerin muhtevası” ile “bilimsel izah”ları birlikte ele alınmıştır.

1. Kur’ân’daki Yıldız Terimleri ve Bazı Temel Ayetler
• Kur’ân’da نجم (necm, yıldız) kelimesi “yıldız” anlamında, “kâinatta görünen parlak gök cisimleri” şeklinde geçer.
• Ayrıca كَوْكَب (kevkeb) kelimesi de kullanılır; bu terim bazen “gezegen”, bazen “yıldız” gibi gök cismi anlamında yorumlanır.
• Öne çıkan ayetlerden bazıları:
“Ve O’dur Şi‘râ’nın Rabb’i.” (Necm, 53:49)
Göğe büyük yıldızlar koyduk…
“Gökte burçları var eden, onların içine ışık kaynağı bir güneş ile aydınlatıcı bir ay yerleştiren Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.”.(Furkân, 25:61)
“İndinde yıldızlar bulunan göğü (yani en yakın gökleri) süsledik…” (Mülk, 67:5)
Bu ifadelerde “yıldızlar” yalnız gökyüzünün muhteşem yaratılışına dikkat çeken semboller değil; aynı zamanda saygı, Rabbül âlemîn’in kudretine delil olarak zikredilmiştir.

2. Özel Bir Yıldız: Sirius (Ar. Şi‘râ)

• Kur’ân’da açıkça adıyla geçen tek yıldızdır: “Ve O’dur Şi‘râ’nın Rabb’i.” (53:49)
• Sirius, gökyüzünde çıplak gözle görülebilen en parlak yıldızlardan biridir.
• Bilimsel olarak Sirius bir çift yıldız sistemidir: Sirius A (parlak ana yıldız) ve Sirius B (yakınında dönen beyaz cüce).
• Bazı yorumlarda, Kur’ân’daki “iki yay mesafesi kadar” anlamına gelen âyet (53:9) ile bu iki yıldızın birbirine yakın yörüngede dönmesi arasında bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.
“Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” Necm Sûresi(53) 9. Ayet
• Yorumlarında dikkat edilen husus: Bu ayet, putperest Arapların bu yıldız ile ilgili hurafelerini reddeder şekilde “O’nun Rabbi” ifadesiyle tevhidi hatırlatır.

3. Yıldızların Fonksiyonları ve Bilimsel Gerçeklerle Uyumu

a) Kur’ânî fonksiyonlar
• Kur’ân’da yıldızlar hem “göklerin ziyneti” (süsleyicisi) olarak zikredilir. (Furkân 25:61)
• Bazı âyetlerde yıldızların “şahitlik” veya “razı olma” gibi mecazî anlamları vardır. (Necm 53:1)
• Yıldızların, “şeytanların kulaklarını dinlemeye çalıştığı göklerden kovulmasına dair bir engel” olarak kullanıldığı şeklinde yorumlar mevcuttur. (Mülk 67:5)
b) Bilimsel gerçekler
• Yıldızlar, hidrojen ve helyumdan oluşan dev termonükleer reaktörler gibidir; kendi ışığını üretir.
• Yıldızlar, sonsuz sabit parçalar değildir: oluşur, değişim geçirir, sonunda ömrünü tamamlayıp batar (“yıldız ölümü”).
• Yıldızlardan gelen ışık, Dünya’ya ulaşırken zaman alır; yani gökyüzünde gözlediğimiz bazı “yıldız görüntüleri”, geçmişteki hâllerine aittir. Bu durum Kur’ân’daki “müşahede edilen” ifadesiyle ilişkilendirilmektedir.
c) Uyumluluk ve yorum hususları
• Kur’ân’daki “nucm/nücum” terimi, genel anlamıyla gök cisimlerini ifade edebilir; modern bilimle doğrudan her âyeti eşlemek zor olabilir.
• Örneğin “yıldızlar şeytanlara karşı korunma için fırlatılan alevlerdir” şeklindeki yorumlar, bilimsel açıdan doğrudan bir eşdeğer göstermez.
• Bilimsel açıklamalar zamanla değişebilir; Kur’ân’ı sadece “bilimsel mucize” temelli okumak yerine, onun hem mânevî hem de yaratılıştan bir delil olarak değerlendirilmesi tercih edilir.

4. Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
• Kur’ân ayetleri, çoğu zaman edebî, mecazî ve sembolik dil ihtiva eder; dolayısıyla “bilimsel gerçek” okuması inanç açısından dikkatli bir tavır gerektirir.
• “Yıldız” kelimesi her zaman modern astronomideki “yıldız”la birebir örtüşmeyebilir; açı dikkate alınmalıdır.
• Kur’ân’da gök cisimleriyle ilgili âyetler, insanın tefekkür etmesi için verilmiş delillerdir; bilimin güncel durumu ile tam paralellik şartı yoktur.

*********

Bu liste üç bölümdür:
1️
Yıldız (نجم / نُجوم) geçen âyetler
2️
Kevkeb (كوكب) yani “yıldız / gezegen” anlamında geçen âyetler
3️
İşaret yoluyla yıldızlara temas eden âyetler (yemin, kıyamet tasvirleri, kozmik âyetler)

🌟 1️ “نجم / نجوم” – Yıldız
kelimesinin geçtiği âyetler

📖 Mülk Sûresi, 67/5
“Andolsun, biz en yakın göğü kandillerle süsledik; onları şeytanlar için taşlama vasıtası yaptık ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.”

🪐 Açıklama:
Buradaki “kandiller”, yıldızlardır. Gök kubbenin süsü ve nizamının nişanesidir.
Klasik tefsirlerde “şeytanların taşlanması” mecazîdir; Kur’ân’a kulak kabartan bâtıl fikirlerin geri çevrilmesini temsil eder.
Bilim nazarıyla bu yıldızlar, enerji saçan dev gaz kütleleridir.

📖 Sâffât Sûresi, 37/6
“Biz en yakın göğü yıldızlarla donattık.”

🪐 Açıklama:
Bu, “dünya seması”nın, yani gözle görülen evrenin yıldızlarla süslenmesi anlamındadır.
Bunlar;kâinatın haşmetli bir saray, yıldızların onun kandilleri olduğu hakikatini gösterir.

📖 Nahl Sûresi, 16/16
Yine yıldızları da, insanlar karada ve denizde yollarını bulsunlar diye (yarattı).
“Bunların dışında yol gösterecek daha nice işaretler var etti. İnsanlar geceleyin de yıldızlarla yönlerini ve yollarını bulurlar.”

🪐 Açıklama:
Yıldızlar hem kozmik bir süs, hem de yön bulma vasıtası olarak zikredilir.
Eski denizciler kutup yıldızıyla yön bulur, modern astronomi de hâlâ yıldız konumlarını referans alır.

📖 Vâkıa Sûresi, 56/75–76
“Hayır! Yıldızların yerlerine andolsun – eğer bilseniz, bu büyük bir yemindir.”

🪐 Açıklama:
Yemin edilen “mevâkıʿu’n-nücûm” yıldızların konumları, yörüngeleri, doğuş ve batış noktalarıdır.
Bu, kâinattaki ilâhî nizam ve ölçü”ye yemindir.
Modern astronomide bu, yıldız kümelerinin ve galaksilerin ölçülü hareketini hatırlatır.

📖 Necm Sûresi, 53/1–2
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı.”

🪐 Açıklama:
“Necm” kelimesi burada “batan yıldız” manasındadır.
Yemin, Hz. Peygamber’in vahyinin hakikatine yapılan bir temkindir.
Ayrıca yıldızın batışı, geçici olan varlığın faniliğini de sembolize eder.

🌠 2️ “كوكب / كواكب” – Yıldız /
gezegen anlamındaki âyetler
📖 En‘âm Sûresi, 6/76
“Gece bastırınca bir yıldız gördü, ‘İşte Rabbim budur’ dedi.
Yıldız batınca dedi ki: ‘Ben batanları sevmem.’”

🪐 Açıklama:
Hz. İbrahim’in tevhid arayışını anlatan bu sahne, yıldızlara tapınmayı reddetmektedir.
Yıldız, güneş ve ayın batışıyla geçiciliği vurgulanır; bu, Allah’ın ezeliyetine delildir.
Bilimsel açıdan yıldızlar da ölümlüdür; bu da tevhidi destekler.

📖 Yûsuf Sûresi, 12/4
“Hani Yûsuf babasına demişti: ‘Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldız, Güneş ve Ay gördüm; onların bana secde ettiklerini gördüm.’”

🪐 Açıklama:
Buradaki “on bir yıldız” (أحد عشر كوكبًا) Yûsuf’un kardeşlerini temsil eder.
Yıldızlar burada birer rüya sembolü, aynı zamanda manevî derece işaretidir.

📖 Sâffât Sûresi, 37/88–89
“Yıldızlara bir nazar attı. Dedi ki: ‘Ben hastayım.’”

🪐 Açıklama:
Hz. İbrahim’in kavmine karşı manevra olarak söylediği bu söz, yıldızların konumuna bakarak kehanette bulunan putperestleri tenkit eder.
Burada da yıldız tapıcılığına bir reddiye vardır.

🌌 3️ Yıldızlarla İlgili İşaret Âyetleri
Sûre / Âyet / İşaret Edilen Husus
Kısa Açıklama /
Tekvîr 81/1–2“Güneş dürüldüğü, yıldızlar döküldüğü zaman…”Kıyamet sahnesi
Yıldızların sönmesi, modern tabirle yıldız ölümü veya sistem çöküşü gibidir.
İnfitâr 82/1–2“Gök yarıldığı, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman.”
Kozmik çözülme / Kâinatın nizamının bozulmasını anlatır.
Furkân 25/61“Göklerde yıldızlar koyan, onda bir kandil (güneş) ve ışık saçan ay yaratan ne yücedir.”
Kozmik sistemin hikmeti / Yıldızların enerji ve ışık kaynağı olduğu, Kur’ân diliyle ifade edilmiştir.

💫 Bilimsel ve Hikmetli Sonuç
• Yıldızlar, hem “tefekkür delili” hem de “cihanı süsleyen kandiller”dir.
• Kur’ân, yıldızları putlaştırmayı reddeder; onların da yaratılmış, fani varlıklar olduğunu bildirir.
• Astronomiyle tam uyumlu olarak, yıldızların yön tayini, ışık saçması, doğuşu ve batışı vurgulanır.
• Kıyamet sahnelerinde yıldızların sönmesi, modern bilimdeki “yıldız ölümü” gerçeğiyle örtüşür.
• En parlak yıldız olan Şi‘râ (Sirius)’ın ismen zikri, Kur’ân’ın kâinatın derinliklerine nazar ettiğini gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025