Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti

 

Evet hakikat-i halde âyât-ı beyyinatın beyanıyla sabit olan: Bütün mevcudat, her birisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibadet, birer has secde ettikleri gibi bütün kâinattan dergâh-ı İlahiyeye giden, bir duadır.

Ya istidat lisanıyladır. Bütün nebatatın duaları gibi ki her biri lisan-ı istidadıyla Feyyaz-ı Mutlak’tan bir suret talep ediyorlar ve esmasına bir mazhariyet-i münkeşife istiyorlar.

Veya ihtiyac-ı fıtrî lisanıyladır. Bütün zîhayatın, iktidarları dâhilinde olmayan hâcat-ı zaruriyeleri için dualarıdır ki her birisi o ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla Cevvad-ı Mutlak’tan idame-i hayatları için bir nevi rızık hükmünde bazı metalibi istiyorlar.

Veya lisan-ı ıztırarıyla bir duadır ki muztar kalan her bir zîruh; kat’î bir iltica ile dua eder, bir hâmi-i meçhulüne iltica eder, belki Rabb-i Rahîm’ine teveccüh eder. Bu üç nevi dua, bir mani olmazsa daima makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duamızdır. Bu da iki kısımdır: Biri, fiilî ve halî; diğeri, kalbî ve kālîdir. Mesela, esbaba teşebbüs, bir dua-yı fiilîdir. Esbabın içtimaı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisan-ı hal ile müsebbebi Cenab-ı Hak’tan istemek için bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek hazine-i rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi dua-yı fiilî, Cevvad-ı Mutlak’ın isim ve unvanına müteveccih olduğundan kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım; lisan ile kalp ile dua etmektir. Eli yetişmediği bir kısım metalibi istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gayesi, en tatlı meyvesi şudur ki: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Dua gibi hazine-i rahmetin anahtarı ve tükenmez bir kuvvetin medarı olan bir vesileyi elden bırakma, ona yapış, a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi bütün kâinatın dualarını kendi duan içine al. Bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumî gibi ‎ اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ‎ de. Kâinatın güzel bir takvimi ol.”
23. Söz. Sözler

*******

1. Bütün Mevcudatın Secde, Tesbih ve İbadeti
Metin, her şeyin Allah’ı tesbih ettiği, O’na secde ettiği ve ibadette bulunduğu hakikatiyle başlar. Bu, duanın zeminidir. Dua, bu küllî ibadetin bir cüz’üdür.
Muradif Ayetler:
* Secde ve Tesbihin Küllîliği:
> “Görmedin mi ki, göklerde ve yerde olanlar, güneş, ay, yıldızlar, dağlar, ağaçlar, hayvanlar ve insanların birçoğu Allah’a secde etmektedir. Birçoğunun üzerine de azap hak olmuştur. Allah, kimi alçaltırsa ona saygınlık kazandıracak hiçbir kimse yoktur. Şüphesiz Allah, dilediğini yapar.”
> (Hac Suresi, 22:18)
>
* Tesbihi Anlayamamak:
> “Yedi gök, yer ve bunların içinde bulunanlar O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir (hemen cezalandırmaz, mühlet verir), çok bağışlayandır.”
> (İsrâ Suresi, 17:44)
>
2. Birinci Nevi Dua: İstidat Lisanıyla Dua
Bu, varlıkların “potansiyel” ve “kabiliyet” lisanıyla yaptığı duadır. Bir çekirdeğin, ağaç olma kabiliyetiyle Allah’ın Musavvir (Şekil Veren) ve Feyyaz (Bol Bol Veren) isimlerine yönelmesidir. “Bütün nebatatın duaları” budur. Onlar, istidatlarıyla kendilerine mahsus sureti (şekli) ve esmâ tecellisini talep ederler.
Muradif Ayetler:
* Her Şeyin Yaratılış Gayesi (İstidat):
> “O, yarattığı her şeyi güzel yaptı ve insanı yaratmaya da çamurdan başladı.”
> (Secde Suresi, 32:7)
>
* İsimlerin Tecellisi (Şekil Verme):
> “O, yaratan, yoktan var eden, şekil veren (el-Musavvir) Allah’tır. Güzel isimler O’nundur. Göklerdeki ve yerdeki her şey O’nu tesbih eder. O, mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir.”
> (Haşr Suresi, 59:24)
>
3. İkinci Nevi Dua: İhtiyac-ı Fıtrî Lisanıyla Dua
Bu, canlıların (zîhayat) kendi güçlerinin (iktidarlarının) yetmediği zarurî ihtiyaçlarını “fıtrî” (doğal) bir lisanla talep etmeleridir. Hayvanatın rızık talebi gibi. Bu dua, Allah’ın Cevvad (Cömert) ve Rezzâk (Rızık Veren) isimlerine yöneliktir.
Muradif Ayetler:
* Rızkın Allah’a Ait Olması:
> “Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın. Her birinin (dünyada) duracakları yeri de (öldükten sonra) emanet konulacakları yeri de O bilir. Bunların hepsi apaçık bir kitapta (Levh-i Mahfuz’da) dır.”
> (Hûd Suresi, 11:6)
>
* İktidar Dışı İhtiyaçların Karşılanması:
> “Nice canlılar vardır ki, rızıklarını taşımazlar (yiyeceklerini biriktirmezler). Onları da sizi de Allah rızıklandırır. O, hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir.”
> (Ankebût Suresi, 29:60)
>
4. Üçüncü Nevi Dua: Iztırar Lisanıyla Dua
Bu, “muzfar” (çaresiz, zorda) kalanın duasıdır. Bütün sebeplerin sustuğu, aczin tam hissedildiği anda, fıtratın yöneldiği kat’î iltica halidir. Kişi, o anda “hâmi-i meçhul” (bilinmeyen bir koruyucu) zannetse de, aslında doğrudan Rabb-i Rahîm’e yönelir. Metin, bu üç duanın (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar) “bir mani olmazsa daima makbul” olduğunu belirtir.
Muradif Ayetler:
* Muzfar Kalanın Duasına İcabet:
> “Yahut (onlar mı hayırlı) yoksa darda kalana (muztarra), kendisine dua ettiği zaman icabet eden, sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünün halifeleri kılan mı? Allah’tan başka bir ilâh mı var? Ne kadar az düşünüyorsunuz!”
> (Neml Suresi, 27:62)
>
* Tehlike Anındaki Yakarış:
> “De ki: “Karanın ve denizin karanlıklarından (tehlikelerinden) sizi kim kurtarır ki? (O zaman) O’na gizli gizli ve alçak gönüllüce ‘Eğer bizi bundan kurtarırsa, andolsun şükredenlerden olacağız’ diye dua edersiniz.”
> De ki: “Ondan ve bütün sıkıntılardan sizi Allah kurtarır. Sonra siz yine O’na ortak koşarsınız.””
> (En’âm Suresi, 6:63-64)
>
5. Dördüncü Nevi Dua: Bizim Duamız (Beşerin Duası)
Bu, en meşhur dua türüdür ve ikiye ayrılır:
A. Fiilî ve Halî Dua (Eylem ve Durum Diliyle Dua):
Bu, “esbaba teşebbüs” yani sebeplere müracaat etmektir. Metne göre, çift sürmek, rızkı topraktan değil, Hazine-i Rahmet’ten talep etmektir; çift sürmek o rahmet kapısını “çalma” fiilidir. Sebepler, neticeyi (müsebbebi) yaratmak için değil, Allah’tan o neticeyi istemek için bir “vaziyet-i marziye” (Allah’ın razı olduğu bir duruş) almaktır. Bu dua, Allah’ın isim ve unvanlarına (mesela, rızık için Rezzâk ismine) yöneldiği için kabulü “ekseriyet-i mutlakadır” (neredeyse kesindir).
Muradif Ayetler:
* Fiil (Çalışma) ve Netice:
> “Şüphesiz insan için ancak çalıştığının (sa’y) karşılığı vardır.”
> (Necm Suresi, 53:39)
>
* Fiilî Tevekkül:
> “…Kim Allah’a tevekkül ederse, O kendisine yeter…”
> (Talâk Suresi, 65:3)
> (Burada tevekkül, sebeplere riayet ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemek manasında fiilî duanın tamamlayıcısıdır.)
>
B. Kalbî ve Kālî Dua (Kalp ve Söz Diliyle Dua):
Bu, lisan ile (sözlü) ve kalp ile yapılan, “eli yetişmediği bir kısım metalibi (talepleri) istemek”tir. Metin, bu duanın asıl gayesinin, maddi bir talep elde etmekten çok, manevî bir idrak olduğunu vurgular.
Duanın En Mühim Ciheti (Meyvesi):
Metnin bu kısmına göre duanın en tatlı meyvesi şudur: “Dua eden adam anlar ki birisi var; onun hatırat-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir, her bir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.”
Yani dua, taleplerin elde edilmesi vesilesiyle, Allah’ın Semi’ (İşiten), Basîr (Gören), Kadîr (Kudretli), Rahîm (Merhamet Eden) ve Ganiyy (Zengin, Meded Eden) olduğunu idrak etme faaliyetidir. Dua, bir marifet (Allah’ı tanıma) eylemidir.
Muradif Ayetler:
* Allah’ın Yakınlığı ve İcabeti:
> “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara) çok yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm (icabet ederim). O hâlde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.”
> (Bakara Suresi, 2:186)
>
* Dua Emri ve İcabet Vaadi:
> “Rabbiniz şöyle dedi: “Bana dua edin, duanıza cevap vereyim. Bana kulluk etmeyi kibirlerine yediremeyenler, aşağılanmış bir hâlde cehenneme gireceklerdir.””
> (Mü’min Suresi, 40:60)
>
Netice: Duanın İnsanı Yükseltmesi
Metin, insanı “âciz” ve “fakir” olarak tanımlar. Bu acz ve fakirlik, insanın en büyük zaafları değil, Hazine-i Rahmet’in anahtarı ve Tükenmez Bir Kuvvet’in medarı olan duaya yapışması için bir vesiledir.
İnsan, bu dua ile “a’lâ-yı illiyyîn-i insaniyete” (insanlığın en yüce mertebesine) çıkar. Kendi cüz’î (parçaya ait) duasıyla yetinmez; “bir abd-i küllî” (küllî bir kul) ve “vekil-i umumî” (genel bir vekil) gibi, bütün kainatın dualarını (İstidat, Fıtrî İhtiyaç, Iztırar dualarını) kendi duasına dahil eder.
Bunu yaparken de Fâtiha Suresi’ndeki o küllî beyana müracaat eder:
> “اِيَّاكَ نَسْتَعٖينُ”
> “(Yalnız) Senden yardım dileriz.”
> (Fâtiha Suresi, 1:5)
>
Bu “Biz” (نَسْتَعٖينُ) ifadesiyle, dua eden kişi sadece kendisi namına değil, bütün o tesbih eden, ihtiyaçlarını arz eden ve ıztırar içinde kıvranan mahlukat namına Allah’tan yardım talep etmiş olur. Böylece insan, varlığın anlamını üzerinde toplayan “kâinatın güzel bir takvimi” (özeti, fihristesi) haline gelir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

KIYAMET VE Şİ‘RÂ’ YILDIZI

“Kur’ân-ı Hakîmin baş haşiyelerinde, âyât-ı Kur’âniyenin adedi altı bin altı yüz altmış altı olmakla, envâr-ı Kur’âniye ve hakikat-i Furkaniye eyyâm-ı şer’iye ile altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, küre-i arzda hükmü cereyan edeceğine işaret ettiğine dair sualinize, o vakit zihnim başka yere müteveccih olduğu için, izahlı bir cevap veremedim. Sonra bana ihtar edildi ki: “Âsım’ın suali ehemmiyetlidir, cevap ver.” Ben de o ihtara binaen, üç esasla bir parça izah edeceğim:

Birinci esas: Nasıl ki nur-u Muhammedî ve hakikat-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, divan-ı Nübüvvetin hem fatihası, hem hâtimesidir. Bütün enbiya onun asl-ı nurundan istifaza ve hakikat-i dininin neşrinde onun muînleri ve vekilleri hükmünde oldukları ve nur-u Ahmedî (a.s.m.) cephe-i Âdem’den, tâ zât-ı mübarekine müteselsilen tezahür edip neşr-i nur ederek, intikal ede ede tâ zuhur-u etemle kendinde cilveger olmuştur.

Hem mahiyet-i kudsiye-i Ahmediye, Risale-i Miracta kat’i bir surette ispat edildiği gibi, şu şecere-i kâinatın hem çekirdek-i aslîsi, hem en âhir ve en mükemmel meyvesi olmuş. Öyle de, hakikat-i Kur’âniye zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar, hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) ile beraber, müteselsilen enbiyaların suhuf ve kütüplerinde nurlarını neşrederek, gele gele tâ nüsha-i kübrâsı ve mazhar-ı etemmi olan Kur’ân-ı Azîmüşşan suretinde cilveger olmuştur.

Bütün enbiyanın usul-ü dinleri ve esas-ı şeriatları, hülâsa-i kitapları Kur’ân’da bulunduğuna, ehl-i tahkik ve ehl-i hakikat ittifak etmişler. Bu sırra binaen fetret i mutlakanın zamanı ihraç edildikten sonra, rivayet-i meşhureyle zaman-ı Âdem’den tâ kıyâmete kadar, eyyam-ı şer’iye ile tâbir edilen yedi bin seneden, fetret-i mutlakanın zamanı tarh edildikten sonra altı bin altı yüz altmış altı sene kadar, din-i İslâmın sırrını neşreden hakikat-i Kur’âniye, küre-i arzda ayrı ayrı perdeler altında neşr-i envar edeceğine, âyâtın adedi işaret ediyor demektir.

İkinci esas: Malûmdur ki, küre-i arzın mihveri üstündeki hareketiyle, gece gündüzler ve medâr-ı senevîsi üstündeki hareketiyle, seneler hâsıl oluyor. Güneşle beraber herbir seyyarenin, belki sevâbitin ve Şemsü’ş-Şümusun dahi, herbirinin mihveri üstünde eyyam-ı mahsusalarını gösteren bir hareketi ve medârı üzerinde deveranı dahi, bir nevi seneleri gösteriyor. Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın hitâbât-ı ezeliyesinde, o eyyam ve seneleri dahi irae ettiğine delili şudur ki: Furkan-ı Hakîmde,

ثُمَّ يَعْرُجُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ اَلْفَ سَنَةٍ مِمَّا تَعُدُّونَ

تَعْرُجُ الْمَلٰۤئِكَةُ وَالرُّوحُ اِلَيْهِ فِى يَوْمٍ كَانَ مِقْدَارُهُ خَمْسِينَ اَلْفَ سَنَةٍ

gibi âyetler ispat ediyor.

Evet, kış günlerinde ve şimal taraflarında, gurup ve tulû mâbeyninde dört saat günden ve bu yerlerde kışta sekiz dokuz saatten ibaret eyyamlardan tut, tâ güneşin mihveri üstünde bir aya yakın yevminden, hattâ kozmoğrafyanın rivayetine göre, tâ “Rabbü’ş-Şi’râ” tâbiriyle Kur’ân’da nâmı ilân edilen ve şemsimizden büyük “Şi’râ” namında diğer bir şemsin, belki bin seneden ibaret olan gününden, tâ Şemsü’ş-Şümusun mihveri üstündeki elli bin seneden ibaret bir tek yevmine kadar eyyâm-ı Rabbâniye vardır.

İşte semâvât ve arzın Rabbi, o Şemsü’ş-Şümus ve Şi’râ’nın Hâlıkı hitap ettiği vakit, o semâvât ve arzın ecramına ve âlemlerine bakan kudsî kelâmında o eyyamları zikreder ve zikretmesi gayet yerindedir.

Madem eyyâmın lisan-ı şer’îde böyle ıtlâkatı vardır. İlmü’t-tabakatü’l-arz ve coğrafya ve tarih-i beşeriyet ulemasınca, nev-i beşerin yedi bin sene değil, belki yüz binler sene geçirdiğini teslim de etsek, “Âdem’den kıyamete kadar ömr-ü beşer yedi bin senedir” 5 olan rivayet-i meşhurenin sıhhatine ve beyan ettiğimiz altı bin altı yüz altmış altı sene, Nur-u Kur’ân hükümfermâ olduğuna münâfi olamaz, cerh edemez. Çünkü eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü var. Fakat nefsü’l-emirdeki eyyâmın hakikati, o rivayet-i meşhurede hangisi olduğu şimdilik bu dakikada kalbime inkişaf ettirilmedi. Demek o sırrın inkişafı münasip değil.

Şu meselede şimdilik delilini gösteremeyeceğim bir müddeâyı beyan ediyorum. Şöyle ki:

Şu dünyanın bir ömrü, ve şu dünyadaki küre-i arzın dahi ondan kısa diğer bir ömrü, ve küre-i arzda yaşayan nev-i insanın daha kısa bir ömrü vardır. Bu birbiri içinde üç nevi mahlûkatın ömürleri, saatin içindeki dakika, saniye, saatleri sayan çarkların nisbeti gibidir. Nev-i insanın ömrü, küre-i arzın iki hareketiyle hasıl olan malûm eyyamla olduğu gibi, zîhayatın vücuduna mazhar olduğu zamandan itibaren, küre-i arzın ömrü ise merkez-i irtibatı olan şemsin hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyamla olması hikmet-i Rabbâniyeden uzak değildir. Ve dünyanın ömrü ise Şemsü’ş-Şümusun hareket-i mihveriyesiyle hasıl olan eyyâm iledir.

Şu halde nev-i insanın ömrü yedi bin sene eyyam-ı malûme-i arziyeyle olsa, küre-i arzın hayata menşe olduğu zamandan, harabiyetine kadar, eyyam-ı şemsiye ile iki yüz bin seneden geçer. Ve Şemsü’ş-Şümusa tâbi ve âlem-i bekadan ayrılıp küremize bakan dünyaların ömrü -Şemsü’ş-Şümusun işarât-ı Kur’âniyeyle herbir günü 50.000 (elli bin) sene olmasıyla- yedi bin sene, o eyyâmla yüz yirmi altı milyar (126.000.000.000) sene yaşarlar. Demek, eyyâm-ı şer’iye tâbir ettiğimiz eyyâm-ı Kur’âniyede bunlar dahil olabilirler.

Evet, semâvât ve arzın Hâlıkı, semâvât ve arza bakan bir kelâmıyla semâvât ve arzın sebeb-i hilkati ve çekirdek-i aslîsi ve en mükemmel âhir meyvesi olan bir zâta hitabında, o eyyamları istimal etmek, Kur’ân’ın ulviyetine ve muhatabın kemâline yakışır ve ayn-ı belâgattir.

وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
رَبَّنَا لاَ تُؤَاخِذْنَا اِنْ نَسِينَا اَوْ اَخْطَاْناَ

Said Nursî

• • •
https://sorularlarisale.com/risale-i-nur-kulliyati/barla-lahikasi/250/250

*****

YUKARIDAKİ MEKTUBUN İZAHI:

🌙 I. Genel Muhteva ve Özeti
Bediüzzaman, bir suale cevap verirken Kur’ân’ın 6666 ayetinin, onun nurlu hükmünün 6666 “ilâhî yıl” boyunca yeryüzünde süreceğine işaret ettiğini söyler.
Bu iddiayı açıklamak için üç esas ortaya koyar:
1. Esas: Hakikat-i Muhammediye ve Hakikat-i Kur’âniye’nin zinciri
• Nur-u Muhammedî (a.s.m.) ilk yaratılış nurudur; tüm peygamberler ondan feyiz almıştır.
• Kur’ân hakikati de, Hz. Âdem’den beri gelen bütün suhuf (sayfalar) ve kitapların özüdür.
• Yani Kur’ân, önceki bütün semavî kitapların bir hulâsası, en mükemmel nüshasıdır.
• Bu sebeple, hakikat-i Kur’âniye Hz. Âdem’den kıyamete kadar çeşitli perdeler altında (yani değişen şeriatlar ve peygamberler vasıtasıyla) yayıla yayıla gelmiştir.
• Fetret-i mutlak (vahyin tamamen kesildiği ara dönem) çıkarıldığında, bu nurun yaklaşık 6666 yıl boyunca dünyada hüküm süreceğini bildirir.
2. Esas: “Eyyâm-ı Şer’îye”nin farklı boyutları
Burada “eyyâm” (günler) kelimesinin Allah katındaki anlamı açıklanır:
• Kur’ân’da geçer:
“…Rabbinin katında bir gün, sizin saydığınız bin yıl gibidir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselirler.” (Meâric, 4)
• Yani “gün” kavramı, sadece dünya ölçüsündeki 24 saat değildir.
• Dünyanın kendi ekseninde dönüşü → 1 gün (dünya günü)
• Dünyanın güneş etrafında dönmesi → 1 yıl (dünya yılı)
• Güneşin kendi ekseninde dönüşü → “güneş günü” (yaklaşık 25 gün)
• Şemsü’ş-Şümus (güneşlerin güneşi) olarak anılan merkez yıldızın dönüşü → 50.000 yıllık “ilâhî gün” olabilir.
Dolayısıyla, eyyâm-ı şer’îye dediğimiz ilâhî günler, birkaç saatten elli bin seneye kadar uzanabilir.
Bu yüzden “Âdem’den kıyamete kadar 7000 yıl” hadisi, bizim zaman ölçümüzle değil, Allah katındaki farklı “eyyâm” ölçüsüyle olabilir.
3. Esas: İnsan, Dünya ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman burada üç katlı bir zaman ölçüsü ortaya koyar:
• İnsanın ömrü, dünyanın kendi hareketleriyle ölçülür (yani bize göre gün ve yıl).
• Dünyanın ömrü, güneşin mihveri (ekseni) üzerindeki dönüşüyle ölçülür.
Bu da yaklaşık 200.000 yıl eder.
• Kâinatın ömrü, Şemsü’ş-Şümus’un (galaksiler merkezindeki büyük yıldızlar sisteminin) hareketiyle ölçülür.
Her bir günü elli bin yıl kabul edilirse, kâinatın ömrü yaklaşık 126 milyar yıl kadar olabilir.
Bu, kozmik ölçekte zamanın farklı işlediğini gösterir.
Her bir “gün”, bağlı bulunduğu sistemin büyüklüğüne göre farklı bir uzunlukta olur.

🌟 II. “Rabbu’ş-Şi’râ” Nedir?
Kur’ân’daki Ayet:
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.” (Necm, 49 )
İzahı:
• Şi’râ, Arapların Sirius adını verdiği çok parlak bir yıldızdır.
• Gökyüzündeki en parlak yıldızdır.
• Bizim Güneşimizden yaklaşık 25 kat daha parlaktır.
• Eski cahiliye Arapları Şi’râ yıldızına taparlardı.
Bu ayet, onların şirk inancını reddederek, “O yıldızın Rabbi de Allah’tır” buyurur.
• Bediüzzaman, bu yıldızın Kur’ân’da anılmasını “şemsimizden büyük bir yıldız olduğu” için önemli görür.
Ve “Şi’râ” gibi büyük yıldızların da kendi mihverlerinde devrettiklerini, onların her bir “gün”ünün binler, milyonlar sene olabileceğini söyler.
Yani “Rabbu’ş-Şi’râ” tabiri, hem tevhidin ilanı (tapınmayı reddeder) hem de kâinatın genişliğine bir işaret olarak zikredilmiştir.
Kur’ân bu tarz ifadelerle, zamanın ve varlığın genişliğini bildirmektedir.

🌌 III. Netice (Bediüzzaman’ın vardığı mana)
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, onun cihanşümul hükmünün 6666 “ilâhî yıl” süreceğini ima eder.
Yani, İslâmiyet ve Kur’ân’ın nuru, farklı perdeler altında uzun çağlar boyunca sürecektir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye”, bizim bildiğimiz günlerle sınırlı değildir; Allah katında çok farklı “zaman boyutları” vardır.
• İnsanın ömrü – dünyanın ömrü – kâinatın ömrü arasında, saatin içindeki dişliler gibi orantılı bir düzen vardır.
• İnsan: birkaç bin yıl,
• Dünya: yüzbinler yıl,
• Kâinat: milyarlarca yıl.
• Bu düzen, Allah’ın kudretinin büyüklüğünü ve Kur’ân’ın hitabının ulviyetini gösterir.

🕊️ Son Cümle (Bediüzzaman’ın duası)
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
Bu ifadeyle Bediüzzaman, bu kozmik sırların tam açıklığının ancak Allah’a ait olduğunu, kendisinin sadece bir tefekkür penceresi açtığını belirtir.
🔹 Kısaca:
• Kur’ân’ın 6666 ayeti, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine bir remizdir.
• “Eyyâm-ı Şer’îye” (ilâhî günler), bizim ölçümüzle değil, Allah katındaki ölçülerle anlaşılır.
• “Rabbu’ş-Şi’râ”, Sirius yıldızının Rabbi, yani en büyük yıldızların bile Allah’ın emrinde olduğunu ilan eder.
• Dünya, insan ve kâinatın ömürleri, birbirine bağlı zaman dişlileri gibidir.
• Son hüküm: Zamanın da mülkün de sahibi Allah’tır.

********

Eyyâm-ı Şer’îye – İlâhî Günler ve Kâinatın Ömrü

Bediüzzaman Said Nursî, Kur’ân’daki ayetlerin sayısı olan altı bin altı yüz altmış altı (6666) adedinin, Kur’ân’ın dünya üzerindeki hüküm süresine işaret ettiğini ifade eder. Bu işaret, Kur’ân’ın nurlarının altı bin altı yüz altmış altı “ilâhî gün” müddetince, yani çok uzun zamanlar boyunca, yeryüzünde farklı perdeler altında hüküm süreceğini gösterir.
Bu mesele anlaşılabilmek için, “eyyâm-ı şer’îye” yani “ilâhî günler” kavramını doğru anlamak gerekir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de geçen “gün” kelimesi, yalnızca bizim bildiğimiz yirmi dört saatlik zaman dilimini ifade etmez. Allah katındaki “gün”ler, mahlûkatın büyüklüğüne ve kâinatın düzenine göre farklı uzunluklarda olabilir.

İnsanın, Dünyanın ve Kâinatın Ömrü
Bediüzzaman, kâinattaki zaman tabakalarını bir saat misaliyle açıklar. Nasıl bir saatte saniye, dakika ve saat dişlileri birbirine bağlı olarak dönüyorsa; insanın, dünyanın ve kâinatın ömürleri de birbirine nispetli şekilde birbirine bağlıdır.
Birinci olarak, insanın ömrü dünya günleriyle ölçülür. Hz. Âdem’den kıyamete kadar olan insanlık tarihi, rivayetlere göre yedi bin sene civarındadır. Bu, bizim bildiğimiz yedi bin dünya yılı demektir.
İkinci olarak, dünyanın ömrü güneşin kendi ekseni üzerindeki dönüşüyle ölçülür. Yani dünya, hayatın başladığı zamandan kıyamete kadar geçen zamanı, “güneş günleri”ne göre yaşar. Güneşin bir günü, yaklaşık yirmi beş dünya gününe denktir. Bu ölçüyle dünyanın ömrü, iki yüz bin dünya yılı kadar olabilir.
Üçüncü olarak, kâinatın ömrü, “Şemsü’ş-Şümus” yani güneşlerin güneşi hükmünde olan merkezî yıldız sistemlerinin hareketiyle ölçülür. Kur’ân’da “Bir gün, sizin saydığınız elli bin sene gibidir” (Meâric, 4) buyurulur. Bu ölçüye göre, kâinatın ömrü yüz yirmi altı milyar dünya yılı kadar sürebilir.
Bu üç tabaka, yani insan, dünya ve kâinat zamanı; birbiri içinde dönen dişliler gibidir. Her biri, bir üstündekine bağlı şekilde devreder.

Eyyâm-ı Şer’îye’nin (İlâhî Günlerin) Mahiyeti
“Eyyâm-ı Şer’îye”, yani “şer’î günler” tabiri, yalnız dünya zamanına mahsus değildir. Kur’ân’da geçen şu ayetler, bu hakikati beyan eder:
“Sonra Allah’a, sizin saydığınız bin yıl kadar bir günde yükselir.” (Secde, 5)
“Melekler ve Ruh, O’na elli bin sene kadar olan bir günde yükselir.” (Meâric, 4)
Bu ayetler gösteriyor ki, Allah katında bir “gün”, bizim ölçülerimizle binlerce, hatta on binlerce seneye denk gelebilir. O hâlde, “Âdem’den kıyamete kadar yedi bin sene” rivayeti de bu ilâhî günlerin bir ifadesidir; bizim takvimimize göre değil, Allah katındaki “eyyâm” ölçüsünedir.
Bediüzzaman, bu hakikati şöyle açıklar:
“Eyyâm-ı şer’iyenin, dört saatten elli bin seneye kadar hükmü ve şümulü vardır.”
Yani “ilâhî günler”, mahlûkatın seviyesine göre genişleyen zaman daireleridir.

Rabbu’ş-Şi’râ – Sirius Yıldızının Rabbi
Kur’ân-ı Kerîm, Necm Sûresi’nin 49. âyetinde şöyle buyurur:
“Ve doğrusu, Şi’râ yıldızının Rabbi de O’dur.”
وَأَنَّهُ هُوَ رَبُّ الشِّعْرَىٰ
“Şi’râ”, bugünkü astronomi ilmine göre Sirius yıldızıdır. Göklerin en parlak yıldızıdır ve güneşimizden yaklaşık yirmi beş kat daha parlaktır. Cahiliye devrinde bazı Arap kabileleri bu yıldıza taparlardı. Bu ayet, onların yanlış inançlarını reddederek, o büyük yıldızın dahi Allah’ın kudreti altında olduğunu beyan eder.
Bediüzzaman, Kur’ân’ın bu ifadeyi kullanışındaki hikmete dikkat çeker. Ona göre Şi’râ yıldızı, “Şemsü’ş-Şümus” türünden yani güneşlerden daha büyük yıldızlardan biridir. Kur’ân’da bu yıldızın zikredilmesi, hem Allah’ın yüceliğini, hem de kâinatın büyüklüğünü gösterir. Aynı zamanda zamanın farklı boyutlarda işlediğine de bir işarettir. Çünkü o yıldızların bir “günü”, bizim binlerce yılımız kadar olabilir.

6666 Ayet ve 6666 İlâhî Yılın İşareti
Bediüzzaman’a göre Kur’ân’daki 6666 ayet, yalnız sayısal bir bilgi değildir. Bu sayı, Kur’ân’ın **nurlarının yeryüzünde hüküm süreceği 6666 “ilâhî yıl”**a da işaret eder. Yani Kur’ân, farklı devirlerde, farklı suretlerde ve perdeler altında hakikatini neşretmeye devam edecektir.
Bu 6666 yıl, bizim takvimimizle değil, “eyyâm-ı şer’îye” denilen Allah katındaki zaman ölçüsüyledir. O hâlde bu işaret, Kur’ân’ın nurunun, kıyamete kadar sürecek olan uzun mânevî hâkimiyetine bir remizdir.
Sonuç ve Hikmet
Netice olarak, insanın ömrü, dünyanın ömrü ve kâinatın ömrü birbiriyle bağlantılıdır. Her biri, Allah’ın kudretine göre tayin edilmiş zaman daireleri içinde döner. Kur’ân-ı Kerîm, yalnız dünya merkezli bir kitap değildir; bütün kâinatı kuşatan bir kelâm-ı ezelîdir.
Kur’ân’da geçen “Rabbu’ş-Şi’râ” gibi ifadeler, hem tevhidin yüceliğini hem de kâinatın büyüklüğünü beyan eder. Zaman, Allah katında izafîdir; mahlûkata göre değişir. Bu sebeple “eyyâm-ı şer’îye” kavramı, bizim sınırlı ölçülerimizi aşan bir mânâ taşır.
Bediüzzaman, bu derin hakikatleri beyan ettikten sonra şu cümleyle meseleyi tamamlar:
“İlim Allah katındadır. Allah, Kitabının sırlarını en iyi bilendir.”
وَالْعِلْمُ عِنْدَ اللّٰهِ وَاللّٰهُ اَعْلَمُ بِاَسْرَارِ كِتَابِهِ
Bu ifadeyle, böyle yüksek meselelerin tam mahiyetini yalnız Allah’ın bileceğini, insanların ise ancak işaretlerden bir kısmını idrak edebileceğini bildirir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




Yıldızlara Kur’ânî Bakış ve Bilimsel Nazarla Tahlili

Yıldızlara Kur’ânî Bakış ve Bilimsel Nazarla Tahlili


Aşağıda, Kur’ân‑ı Kerîm’de geçen yıldızlardan ve gök cismlerinden bazıları ile ilgili “âyetlerin muhtevası” ile “bilimsel izah”ları birlikte ele alınmıştır.

1. Kur’ân’daki Yıldız Terimleri ve Bazı Temel Ayetler
• Kur’ân’da نجم (necm, yıldız) kelimesi “yıldız” anlamında, “kâinatta görünen parlak gök cisimleri” şeklinde geçer.
• Ayrıca كَوْكَب (kevkeb) kelimesi de kullanılır; bu terim bazen “gezegen”, bazen “yıldız” gibi gök cismi anlamında yorumlanır.
• Öne çıkan ayetlerden bazıları:
“Ve O’dur Şi‘râ’nın Rabb’i.” (Necm, 53:49)
Göğe büyük yıldızlar koyduk…
“Gökte burçları var eden, onların içine ışık kaynağı bir güneş ile aydınlatıcı bir ay yerleştiren Allah yüceler yücesidir, bütün nimet, feyiz ve bereketin kaynağıdır.”.(Furkân, 25:61)
“İndinde yıldızlar bulunan göğü (yani en yakın gökleri) süsledik…” (Mülk, 67:5)
Bu ifadelerde “yıldızlar” yalnız gökyüzünün muhteşem yaratılışına dikkat çeken semboller değil; aynı zamanda saygı, Rabbül âlemîn’in kudretine delil olarak zikredilmiştir.

2. Özel Bir Yıldız: Sirius (Ar. Şi‘râ)

• Kur’ân’da açıkça adıyla geçen tek yıldızdır: “Ve O’dur Şi‘râ’nın Rabb’i.” (53:49)
• Sirius, gökyüzünde çıplak gözle görülebilen en parlak yıldızlardan biridir.
• Bilimsel olarak Sirius bir çift yıldız sistemidir: Sirius A (parlak ana yıldız) ve Sirius B (yakınında dönen beyaz cüce).
• Bazı yorumlarda, Kur’ân’daki “iki yay mesafesi kadar” anlamına gelen âyet (53:9) ile bu iki yıldızın birbirine yakın yörüngede dönmesi arasında bağlantı kurulmaya çalışılmıştır.
“Sonra (Muhammed’e) yaklaştı, derken daha da yaklaştı. O kadar ki (birleştirilmiş) iki yay arası kadar, hatta daha da yakın oldu.” Necm Sûresi(53) 9. Ayet
• Yorumlarında dikkat edilen husus: Bu ayet, putperest Arapların bu yıldız ile ilgili hurafelerini reddeder şekilde “O’nun Rabbi” ifadesiyle tevhidi hatırlatır.

3. Yıldızların Fonksiyonları ve Bilimsel Gerçeklerle Uyumu

a) Kur’ânî fonksiyonlar
• Kur’ân’da yıldızlar hem “göklerin ziyneti” (süsleyicisi) olarak zikredilir. (Furkân 25:61)
• Bazı âyetlerde yıldızların “şahitlik” veya “razı olma” gibi mecazî anlamları vardır. (Necm 53:1)
• Yıldızların, “şeytanların kulaklarını dinlemeye çalıştığı göklerden kovulmasına dair bir engel” olarak kullanıldığı şeklinde yorumlar mevcuttur. (Mülk 67:5)
b) Bilimsel gerçekler
• Yıldızlar, hidrojen ve helyumdan oluşan dev termonükleer reaktörler gibidir; kendi ışığını üretir.
• Yıldızlar, sonsuz sabit parçalar değildir: oluşur, değişim geçirir, sonunda ömrünü tamamlayıp batar (“yıldız ölümü”).
• Yıldızlardan gelen ışık, Dünya’ya ulaşırken zaman alır; yani gökyüzünde gözlediğimiz bazı “yıldız görüntüleri”, geçmişteki hâllerine aittir. Bu durum Kur’ân’daki “müşahede edilen” ifadesiyle ilişkilendirilmektedir.
c) Uyumluluk ve yorum hususları
• Kur’ân’daki “nucm/nücum” terimi, genel anlamıyla gök cisimlerini ifade edebilir; modern bilimle doğrudan her âyeti eşlemek zor olabilir.
• Örneğin “yıldızlar şeytanlara karşı korunma için fırlatılan alevlerdir” şeklindeki yorumlar, bilimsel açıdan doğrudan bir eşdeğer göstermez.
• Bilimsel açıklamalar zamanla değişebilir; Kur’ân’ı sadece “bilimsel mucize” temelli okumak yerine, onun hem mânevî hem de yaratılıştan bir delil olarak değerlendirilmesi tercih edilir.

4. Dikkat Edilmesi Gereken Hususlar
• Kur’ân ayetleri, çoğu zaman edebî, mecazî ve sembolik dil ihtiva eder; dolayısıyla “bilimsel gerçek” okuması inanç açısından dikkatli bir tavır gerektirir.
• “Yıldız” kelimesi her zaman modern astronomideki “yıldız”la birebir örtüşmeyebilir; açı dikkate alınmalıdır.
• Kur’ân’da gök cisimleriyle ilgili âyetler, insanın tefekkür etmesi için verilmiş delillerdir; bilimin güncel durumu ile tam paralellik şartı yoktur.

*********

Bu liste üç bölümdür:
1️
Yıldız (نجم / نُجوم) geçen âyetler
2️
Kevkeb (كوكب) yani “yıldız / gezegen” anlamında geçen âyetler
3️
İşaret yoluyla yıldızlara temas eden âyetler (yemin, kıyamet tasvirleri, kozmik âyetler)

🌟 1️ “نجم / نجوم” – Yıldız
kelimesinin geçtiği âyetler

📖 Mülk Sûresi, 67/5
“Andolsun, biz en yakın göğü kandillerle süsledik; onları şeytanlar için taşlama vasıtası yaptık ve onlar için alevli ateş azabını hazırladık.”

🪐 Açıklama:
Buradaki “kandiller”, yıldızlardır. Gök kubbenin süsü ve nizamının nişanesidir.
Klasik tefsirlerde “şeytanların taşlanması” mecazîdir; Kur’ân’a kulak kabartan bâtıl fikirlerin geri çevrilmesini temsil eder.
Bilim nazarıyla bu yıldızlar, enerji saçan dev gaz kütleleridir.

📖 Sâffât Sûresi, 37/6
“Biz en yakın göğü yıldızlarla donattık.”

🪐 Açıklama:
Bu, “dünya seması”nın, yani gözle görülen evrenin yıldızlarla süslenmesi anlamındadır.
Bunlar;kâinatın haşmetli bir saray, yıldızların onun kandilleri olduğu hakikatini gösterir.

📖 Nahl Sûresi, 16/16
Yine yıldızları da, insanlar karada ve denizde yollarını bulsunlar diye (yarattı).
“Bunların dışında yol gösterecek daha nice işaretler var etti. İnsanlar geceleyin de yıldızlarla yönlerini ve yollarını bulurlar.”

🪐 Açıklama:
Yıldızlar hem kozmik bir süs, hem de yön bulma vasıtası olarak zikredilir.
Eski denizciler kutup yıldızıyla yön bulur, modern astronomi de hâlâ yıldız konumlarını referans alır.

📖 Vâkıa Sûresi, 56/75–76
“Hayır! Yıldızların yerlerine andolsun – eğer bilseniz, bu büyük bir yemindir.”

🪐 Açıklama:
Yemin edilen “mevâkıʿu’n-nücûm” yıldızların konumları, yörüngeleri, doğuş ve batış noktalarıdır.
Bu, kâinattaki ilâhî nizam ve ölçü”ye yemindir.
Modern astronomide bu, yıldız kümelerinin ve galaksilerin ölçülü hareketini hatırlatır.

📖 Necm Sûresi, 53/1–2
“Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve azmadı.”

🪐 Açıklama:
“Necm” kelimesi burada “batan yıldız” manasındadır.
Yemin, Hz. Peygamber’in vahyinin hakikatine yapılan bir temkindir.
Ayrıca yıldızın batışı, geçici olan varlığın faniliğini de sembolize eder.

🌠 2️ “كوكب / كواكب” – Yıldız /
gezegen anlamındaki âyetler
📖 En‘âm Sûresi, 6/76
“Gece bastırınca bir yıldız gördü, ‘İşte Rabbim budur’ dedi.
Yıldız batınca dedi ki: ‘Ben batanları sevmem.’”

🪐 Açıklama:
Hz. İbrahim’in tevhid arayışını anlatan bu sahne, yıldızlara tapınmayı reddetmektedir.
Yıldız, güneş ve ayın batışıyla geçiciliği vurgulanır; bu, Allah’ın ezeliyetine delildir.
Bilimsel açıdan yıldızlar da ölümlüdür; bu da tevhidi destekler.

📖 Yûsuf Sûresi, 12/4
“Hani Yûsuf babasına demişti: ‘Babacığım! Ben (rüyamda) on bir yıldız, Güneş ve Ay gördüm; onların bana secde ettiklerini gördüm.’”

🪐 Açıklama:
Buradaki “on bir yıldız” (أحد عشر كوكبًا) Yûsuf’un kardeşlerini temsil eder.
Yıldızlar burada birer rüya sembolü, aynı zamanda manevî derece işaretidir.

📖 Sâffât Sûresi, 37/88–89
“Yıldızlara bir nazar attı. Dedi ki: ‘Ben hastayım.’”

🪐 Açıklama:
Hz. İbrahim’in kavmine karşı manevra olarak söylediği bu söz, yıldızların konumuna bakarak kehanette bulunan putperestleri tenkit eder.
Burada da yıldız tapıcılığına bir reddiye vardır.

🌌 3️ Yıldızlarla İlgili İşaret Âyetleri
Sûre / Âyet / İşaret Edilen Husus
Kısa Açıklama /
Tekvîr 81/1–2“Güneş dürüldüğü, yıldızlar döküldüğü zaman…”Kıyamet sahnesi
Yıldızların sönmesi, modern tabirle yıldız ölümü veya sistem çöküşü gibidir.
İnfitâr 82/1–2“Gök yarıldığı, yıldızlar dağılıp döküldüğü zaman.”
Kozmik çözülme / Kâinatın nizamının bozulmasını anlatır.
Furkân 25/61“Göklerde yıldızlar koyan, onda bir kandil (güneş) ve ışık saçan ay yaratan ne yücedir.”
Kozmik sistemin hikmeti / Yıldızların enerji ve ışık kaynağı olduğu, Kur’ân diliyle ifade edilmiştir.

💫 Bilimsel ve Hikmetli Sonuç
• Yıldızlar, hem “tefekkür delili” hem de “cihanı süsleyen kandiller”dir.
• Kur’ân, yıldızları putlaştırmayı reddeder; onların da yaratılmış, fani varlıklar olduğunu bildirir.
• Astronomiyle tam uyumlu olarak, yıldızların yön tayini, ışık saçması, doğuşu ve batışı vurgulanır.
• Kıyamet sahnelerinde yıldızların sönmesi, modern bilimdeki “yıldız ölümü” gerçeğiyle örtüşür.
• En parlak yıldız olan Şi‘râ (Sirius)’ın ismen zikri, Kur’ân’ın kâinatın derinliklerine nazar ettiğini gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 127–

BERCESTE VE İZAHI – 127–

​Râşid’den Hikmet ve Dostluk Bağlantısında Bir Bakış
​Râşid’in beyti şöyledir:
​”Hem-râz aramak kaydına düş râzdan evvel
Encâmını fikret işin ağâzdan evvel”

​Bu beyit, hem dostluk hem de işlerin idaresi hakkında iki mühim hikmeti ihtiva eder. Râşid, bu mısralarda “Sırlarını açığa vurmadan evvel onları güvenerek söyleyebileceğin bir sırdaş bul. Herhangi bir işe başlamadan önce o işin sonunu düşün.” demektedir. Bu iki nasihat, birbirinden ayrı gibi görünse de, derûnî bir bütünlüğe ve uyuma sahiptir.
​İlk olarak, “Hem-râz aramak kaydına düş râzdan evvel,” mısraı, dostluğun ve güvenin ehemmiyetine nazarı çeker. Sır, insanın en derûnî ve hassas noktasıdır. Onu herkese ifşa etmek, insanın kendi elini ateşe atması gibidir. Bu yüzden, sırrı emanet edebilecek, güvenilir bir sırdaş bulmak, sırrın kendisinden daha önemlidir. Zira sırrı taşıyamayan bir dosta emanet edilen bir sır, insanın aleyhine bir silaha dönüşebilir. Bu sebeple, sırdaş seçimi, hayatın en mühim kararlarından biridir. Bu mısra, bizi bu hususta teyakkuzda olmaya davet eder.
​İkinci mısra, “Encâmını fikret işin ağâzdan evvel,” ise her türlü iş ve teşebbüste akıl ve basiretin faziletini vurgular. Bu mısra, bir işe başlamadan önce onun neticesini, sonuçlarını, olası muhtemel menfi ve müspet neticelerini iyi düşünmemiz gerektiğini ihbar eder. Bu, ani kararların ve fevrî hareketlerin önüne geçmek için mühim bir düşünce ve hikmet yoludur. Başlamadan önce sonucu düşünmek, sadece başarısızlığı önlemekle kalmaz, aynı zamanda daha sağlam, daha isabetli ve daha verimli bir yol haritası çizmeye yardımcı olur. Bu, aynı zamanda İslam düşüncesinde ve hikmetinde yer alan “tefekkür” ve “tedbir” mefhumlarının da bir özeti gibidir.
​Bu iki mısra arasındaki bağlantı ise şöyledir: Her ikisi de “önce düşün, sonra hareket et” düşüncesine dayanmaktadır. Sırrı ifşa etmek bir iştir; bu işin neticesini (sırrın ifşasının muhtemel sonuçlarını) düşünmeden önce (sırrı ifşa etme işine başlamadan önce) sırdaşını seçmek icab eder. Benzer şekilde, herhangi bir işe başlamadan önce onun neticesini düşünmek, o işin salahiyeti için elzemdir.
​Özet: Bu makale, Râşid’in beytinden hareketle, sırdaş seçimi ve bir işe başlamadan önce onun neticesini düşünmenin ehemmiyetini izah etmiştir. Her iki nasihatin de “düşünce ve tefekkür” faziletine dayandığı, ani ve fevri hareketlerden kaçınmanın lüzumu bu makalenin ana fikridir.

​Yunus Emre’den Sabır ve Vefa Bağlantısında Bir Tasvir
​Yunus Emre’nin beyti şöyledir:
​”Yüz bin cefâ kılsan bana
Senden yüzüm döndürmezem
Canım dahi alur isen
Senden yüzüm döndürmezem”

​Bu beyit, vefanın ve sabrın zirvesini tasvir eden bir beyandır. Yunus Emre, bu mısralarda ilahi aşkın veya hakiki dostluğun nihai hudutlarını gösterir. “Bana yüz bin defa eza ve cefa etsen de senden yüzümü döndürmem, vazgeçmem. Canımı dahi alsan senden yüzümü döndürmem, vazgeçmem” diyerek, şartsız ve karşılıksız bir bağlılığı ve aşkı beyan eder. Bu mısralar, beşerî münasebetlerin ötesinde, hakiki aşkın ve teslimiyetin bir remzidir.
​Bu beyitteki derin bağlantı, insanın tabiatındaki zayıflık ve nefsî meyil ile ilahi aşkın kudreti arasındaki aykırılığı gösterir. İnsan, genellikle menfaat ve karşılık beklentisiyle sever. Lakin Yunus’un ifade ettiği aşk, menfaatten ve karşılıktan mücerret (uzak) bir aşktır. Bu aşkta, cefa da lütuf gibi karşılanır. Çünkü aşığı bu cefa ve imtihanlardan geçiren maşuktur. Bu cefa, aşığın maşukuna olan bağlılığını ve aşkını isbat etmesi için bir imtihan vesilesi olur. Canın alınması gibi en büyük musibet dahi, aşığın maşukundan yüz çevirmesine sebep olmaz. Bu, aşığın maşukuna olan nihai teslimiyetinin ve aşkın nihai isbatıdır.
​Bu durum, insana bir ders ve bir ibret sunar: Hakiki bağlılık, zor anlarda, musibet ve sıkıntı zamanlarında belli olur. Sadece rahat ve huzurlu anlarda kurulan bağlılıklar, hakiki değildir ve zahiri bir nitelik taşır. Yunus’un bu beyiti, bize vefanın ne olduğunu, sabrın ve tahammülün zirvesinin nerede bittiğini gösterir. Bu, sadece bir şairane ifade değil, aynı zamanda tasavvuf ve hikmet düşüncesinin de bir özeti gibidir. Hakiki bir derviş, maşukundan gelen her şeye rıza gösterir ve asla ondan yüz çevirmez.
​Özet: Bu makale, Yunus Emre’nin beytinden hareketle, hakiki aşkın ve vefanın karşılıksız ve şartsız olduğunu izah etmiştir. Cefaya ve musibete karşı sabır ve teslimiyetin, bağlılığın hakiki ve derûnî bir isbatı olduğu ve insanlara bu konuda mühim bir ibret ve ders sunduğu bu makalenin ana fikridir.

​Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hayat ve Sıkıntı Bağlantısında Bir Nazar
​Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti şöyledir:
​”Bu derd mey-hânesinde kimi gördün şâdmân olmuş
Bu gam-hâne-i mihnetde belâdan kim emân bulmuş”

​Bu beyit, hayatın (tabiatın) mahiyetini ve insanın içinde bulunduğu durumu bir tenkit nazarıyla tasvir eder. Alvarlı Muhammed Lütfi, bu mısralarda “Bu dert yurdunda kimin mutlu olduğunu gördün? Bu sıkıntı ve keder evinde beladan kim kurtulmuştur, kim huzur bulmuştur?” diye sorar. Bu sualler, cevabı derûnî bir tefekkürle dolu olan suallerdir. Şair, hayatı bir “dert meyhanesi” ve bir “gam-hâne-i mihnet” olarak tasvir ederek, hayatın zahirî güzelliklerinin ardında yatan derûnî hakikati gösterir.
​Hayat, insan için bir imtihan ve bir mücadele yeridir. Bu makamda, sevinç ve hüzün, hastalık ve sıhhat, varlık ve yokluk gibi zıt durumlar daima mevcuttur. Hiçbir insan, tam manasıyla ve sonsuza kadar dert ve sıkıntılardan uzak duramaz. Zira hayatın yapısı bu zıtlıklardan mürekkeptir. Bu beyit, bize bu gerçeği hatırlatır ve bizi bir yanılgıdan (yanılmadan) kurtarır: Hayatın, sadece zevk ve sefa yeridir yanlış inancından.
​Şairin bu sualleri, bize bu fani hayatta kalıcı ve mutlak bir mutluluk aramanın beyhude olduğunu hatırlatır. Asıl mutluluk, dertlerin ve sıkıntıların ötesinde, ruhi ve derûnî bir hal olan rıza ve teslimiyettedir. Beladan emin olmak ise ancak bu hayatın nihayetinde, ahirette mümkündür.
​Bu beyit, insanı bu fani dünya hayatına aşırı derecede bağlanmaktan alıkoyar. Bize, hayatın zorluklarına karşı sabırlı olmayı ve her hadisenin bir imtihan ve bir hikmet taşıdığını düşünmeyi öğretir. Hayatın gerçek mahiyeti üzerine tefekkür etmek, insana daha mütevazı ve daha manevî bir bakış açısı kazandırır.
​Özet: Bu makale, Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beytinden hareketle, dünya hayatının dert ve sıkıntılarla dolu bir imtihan yeri olduğunu izah etmiştir. Bu hayatta mutlak mutluluk ve huzur aramanın beyhude olduğunu, asıl saadetin ruhî ve manevî bir rızada olduğunu vurgular. Beyit, fani hayatın yapısı üzerine tefekkür etmeye ve buna göre bir hayat nizamı kurmaya davet eder.

​Yahya Kemal Beyatlı’dan Sanat ve İlhâm Bağlantısında Bir Bakış
​Yahya Kemal Beyatlı’nın beyti şöyledir:
​”Şeb-i lâhûtda manzûme-i ecrâm gibi
Lafz-ı ‘Bişnev’le doğan debdebe-i ma’nâyız”

​Bu beyit, şairin kendi sanat anlayışını ve şiirin derûnî mahiyetini tasvir eder. Yahya Kemal, bu mısralarda “Kutsal bir gecede, semada, şiirin muazzam manzumesine benzer bir intizamla bir araya gelen yıldızlar gibi, “Dinle!” lafzıyla doğan mananın ihtişamıyız” demektedir. Burada, “Bişnev” kelimesi, Hz. Mevlânâ’nın Mesnevî’sinin ilk kelimesine bir işaret ve göndermedir. Bu gönderme, Yahya Kemal’in şiirini sadece bir söz sanatı olarak değil, aynı zamanda manevî ve derûnî bir ilhamın bir tezahürü olarak gördüğünü gösterir.
​Beyitteki tasvir, sanatın ve şiirin kaynağının manevî olduğunu gösterir. “Lâhût” kelimesi, ilahi ve manevî âlemi ifade eder. Bu, şiirin ve sanatın, maddi âlemden ziyade, manevî âlemden gelen bir ilhamla meydana geldiği düşüncesini güçlendirir. Şair, kendisini “yıldızlar gibi” bir araya gelmiş ve “Dinle!” lafzıyla meydana gelmiş bir mana ihtişamı olarak görür. Bu, sanatın bir tesadüf eseri değil, bilakis ilahi bir intizam ve bir hikmetin neticesi olduğunu gösterir.
​Bu beyit, aynı zamanda sanatın sadece güzellik değil, aynı zamanda mana ve hakikat taşıması gerektiğini de beyan eder. Yahya Kemal’in bu beyanından anlaşıldığı üzere, hakiki sanat, derûnî bir mana ve hikmet ihtiva eder. Sadece dış güzelliklere odaklanan bir sanat, eksik kalmaya mahkumdur. Bu yüzden, Yahya Kemal, sanatı yıldızların intizamına ve ilahi bir ilhamla meydana gelen bir manaya benzetir.
​Bu beyit, bize sanatın ve şiirin hakiki ehemmiyetini ve hikmetini gösterir. Sanat, sadece bir eğlence aracı değil, aynı zamanda insanı daha yüksek manevî ufuklara taşıyan bir vasıtadır. Bu, bize bu konuda daha derinlemesine düşünme imkanı sunar ve sanatın değerini takdir etmeye davet eder.
​Özet: Bu makale, Yahya Kemal Beyatlı’nın beytinden hareketle, şiirin ve sanatın kaynağının manevî bir ilham olduğunu izah etmiştir. Şairin sanatı, yıldızların intizamına ve ilahi bir ilhama dayanan derûnî bir mana ihtiva eder. Bu beyit, sanatın sadece dış güzelliklere değil, aynı zamanda derûnî bir mana ve hikmete de sahip olması gerektiğini vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 124–

BERCESTE VE İZAHI – 124–

​Derûnî ve Zahiri Âlemler Arasında Bir Yolculuk

​Bu makale, farklı beyiti merkeze alarak, her birinin derin manalarını, tarihin ve edebiyatın bağlantılarını nazar ederek, ayrı ayrı mevzularda geniş bir biçimde izah etmeyi amaçlamaktadır.

​1. Hayâlî Bey ve Merhametsiz Devran
​İlk beyit, Hayâlî Bey’e ait olup şöyle demektedir:
​”Merhamet umma gönül bu gerdiş-i bî-dâddan
Kimse ma’mûr olmamışdır bu harâb-âbâddan”
​Bu mısralar, Gönül’e hitap ederek, bu adaletsiz ve merhametsiz dünyadan bir rahmet bekleme diye nasihat eder. Hayâlî Bey, bu dünya hayatının yapısını “harâb-âbâd” yani “harabe ve bayındır” kelimelerini kullanarak tasvir eder. Bu tabiat, her ne kadar mamur ve şenlikli görünse de, özünde bir yıkım ve fanilik ihtiva eder. Kimse buradan tam bir mutluluk, tam bir huzur veya tam bir merhamet bulup da abad olamamıştır. Bu, bize bu dünya hayatının geçiciliğini ve aldatıcı bir yanılma olduğunu hatırlatır. İnsan, ne kadar dünya malı ve mevkisi biriktirse de, ne kadar zahiri bir refah içinde olsa da, derûnî bir merhametsizlik ve adaletsizliğin hükmettiği bu tabiat, ona sonsuz bir huzur veremez. Bu, aslında İslam düşüncesinde yer alan dünya ve ahiret zıtlığının edebi bir tasviridir. Bu sebeple, mü’minler için hakiki mutluluk ve huzur, bu fani harabeden değil, bâkî ve mamur olan ahiret âlemindendir. İnsan, merhameti bu harabede aramak yerine, merhametin kaynağı olan Allah’a yönelmelidir.

​2. Koca Ragıp Paşa ve Hekimlerin Hikmeti
​İkinci beyit Koca Ragıp Paşa’ya aittir ve şöyle ifade eder:
​”Muvâfıkdır yine elbet mizâca şîve-i hikmet
Tabîbin olsa da kizbi marîzin sıhhatin söyler”
​Bu beyit, hikmet ve düşüncenin, mizaca yani insanın yaratılışına ve anlayışına uygun düşen bir üslupla konuşmak olduğunu tasvir eder. Bu mısralar, hakikatin her zaman doğrudan söylenmesinin zaruri olmadığını, bazen hikmetle örtülüp, karşı tarafın menfaatine olacak şekilde söylenmesi gerektiğini belirtir. Beytin ikinci mısrasındaki misal, bu düşünceyi pek güzel bir biçimde isbat eder: “Bir hekimin hastasına yalan söylemesi, onun sıhhati içinse doğrudur.” Bu durum, zahiri olarak yalan gibi görünse de, hakikatte hastanın derûnî ve zahiri sağlığına hizmet eden hikmetli bir harekettir. Bu, bize İslamî düşüncedeki maslahat ve mefsedet dengesini hatırlatır. Bazen bir zararı def etmek veya bir faydayı celbetmek için, zahiri kaidelerin ötesinde bir hikmetle hareket etmek icab eder. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de, Peygamberlerin ve Allah dostlarının, tebliğ ve davette bulundukları kavimlerin mizacına uygun bir üslup kullanmaları bu düşünceye bir delildir.

​3. Nâbî ve Cennet-Cehennem Bağlantısı
​Üçüncü beyit, hikmet şairi Nâbî’nin kaleminden çıkmıştır:
​”Ey behîşt etmedesin dûzaha nâzîş ammâ
Gâlibâ senden anın tâlibî bîsyârcadır”
​Bu mısralar, Cennet’in Cehennem’e karşı nazlanmasını ve kendini ağırdan satmasını tasvir eder. Oysa mısranın devamında Nâbî, Cennet’in aksine Cehennem’in müdavimlerinin daha çok olduğunu, yani ona talip olanların daha fazla olduğunu söyler. Bu beyit, insanların tabiatında bulunan kötülüğe, nefsine ve enaniyetine düşkünlük aykırılığına bir nazardır. İnsanlar, akıl ve fikir ile Cennet’e ve faziletli amellere yönelmek yerine, nefsanî arzuların peşinden giderek Cehennem’e giden yolları daha cazip bulmaktadırlar. Bu durum, Kur’ân-ı Kerim’deki birçok ayette tasvir edilir. İnsanlar, Cennet’in güzelliklerini ve ebedî saadetini göz ardı ederek, kısa süreli dünya hayatının zahiri lezzetlerine aldanır. Bu, bizlere, tabiatımızın ne kadar aykırı olduğunu ve Cenab-ı Hakk’ın bize vaad ettiği güzelliklere ulaşmak için ne kadar nefis muhasebesi yapmamız gerektiğini hatırlatan bir ibrettir.

​4. Lâedrî ve İstikamet Düşüncesi
​Dördüncü beyit, şairi bilinmeyen, ancak hikmet dolu bir mısradır:
​”İstikâmet olur elbet sebeb-i serdârî
Oldu ol yüzden elif kâfile-sâlâr-ı hurûf”
​Bu beyit, istikamet yani doğruluk ve dürüstlüğün, bir şeye reis veya serdar olmanın temel sebebi olduğunu ifade eder. Mısranın ikinci bölümü, bu düşünceyi Elif harfi üzerinden isbat eder. Elif, Arap alfabesinin ilk harfi olup, dümdüz bir yapıya sahiptir. Lâedrî, bu dümdüz ve istikametli yapısı sebebiyle, diğer bütün harflerin başına geçerek onlara önderlik ettiğini söyler. Bu mısralar, sadece harflerin değil, aynı zamanda hayatın her alanındaki kaidelerin de bir tasviridir. İnsan, ne kadar doğru ve dürüst olursa, ne kadar istikamet üzere bir hayat yaşarsa, o kadar faziletli olur ve o kadar başkalarına önderlik edecek bir mevkiye yükselir. Bu, İslâm düşüncesindeki doğruluk (sıdk) ve dürüstlük (emanet) faziletlerinin cihanşümul önemini vurgular. Bütün peygamberlerin ve büyük şahsiyetlerin en başta gelen vasıfları sıdk ve emanet olmuştur. İstikamet, zahiri bir duruşun ötesinde, derûnî bir sebat ve sağlam bir karaktere işaret eder.

​5. Yahya Kemal Beyatlı ve Müslüman-Türklüğün Düşüncesi
​Son beyit, Yahya Kemal Beyatlı’ya aittir ve millî bir heyecanı ihtiva eder:
​”Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbî
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbî
Tâ ki yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın
Gâlib et çünkü bu son ordusudur İslâm’ın”
​Bu beyit, Türk milletinin kahramanlık ve din uğruna mücadele yapısını tasvir eder. Yahya Kemal, Türk ordusunu “kopan bir fırtına” gibi tasvir ederken, onun sadece vatanı müdafaa için değil, aynı zamanda Allah’ın dinini ve şanını yüceltmek için cihad ettiğini vurgular. Mısralarda geçen “yükselsin ezânlarla müeyyed nâmın” ifadesi, Türk milletinin yaptığı fedakârlıkların asıl gayesinin, ezanların susmaması, yani İslâm dininin ayakta kalması olduğunu gösterir. Şair, bu ordunun İslâm’ın son ordusu olduğunu belirterek, bu mücadelenin ne kadar hayati ve mühim olduğunu vurgular ve Allah’tan zafer talep eder. Bu, tarihin bağlantılarını ve Türk milletinin İslâm’a olan hizmetini, derûnî bir iman ve cihad ruhuyla tasvir eden mısralardır. Bu, milletimizin sadece fani bir vatana değil, aynı zamanda cihanşümul bir dine hizmet etmek üzere yaratıldığını ve faziletini bu uğurda yaptığı mücadeleden aldığını gösteren bir düşüncedir.

​Makale Özeti
​Bu makale, beş farklı beyit üzerinden derin manaların ve hikmetli düşüncelerin tasvirini sunmaktadır. Hayâlî Bey, bu fani dünya hayatından merhamet umulmaması gerektiğini, hakiki mutluluğun bu harabede bulunamayacağını tasvir eder. Koca Ragıp Paşa, hikmetin bazen zahiri kaidelerin üstünde olduğunu, faydayı gözeterek hareket etmenin daha faziletli olduğunu bir hekim misaliyle isbat eder. Nâbî, Cennet’e nazaran Cehennem’in müdaviminin daha çok olduğunu ifade ederek, insanların aykırı tabiatına bir tenkit getirir. Lâedrî, Elif harfi misali üzerinden, doğruluk ve istikametin önder olmanın temel şartı olduğunu vurgular. Son olarak, Yahya Kemal Beyatlı, Türk ordusunun fırtına gibi bir cihad ruhuyla, İslâm’ın son ordusu olarak dinin ve ezanların yükselmesi için mücadele ettiğini tasvir eder. Her bir beyit, kendi mevzuu dâhilinde, okuyucuya derin bir düşünce ve ibretli bir bakış açısı sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 126–

BERCESTE VE İZAHI – 126–

1. Fitnat Hanım’dan Mağrur Olmama Hikmeti
​Mihrin görür kemâlde her gün zevâlini / Âkıl felekde câh ile mağrûr olur mu hiç
​Bu beyit, güneşin her gün en yüksek noktasına ulaştıktan sonra batışını ve alçalışını görmenin, akıllı bir insana ders olması gerektiğini vurgular. Fitnat Hanım, bu cihan şümul bakış ile insanı, elde ettiği makam, mevki veya rütbe ile gururlanmaktan ve kibirlenmekten tenkit eder. Zira en yüksek noktaya ulaşan güneş bile her gün batmaya mahkûmdur.
​Bu beyit, hayatın geçiciliğini ve her yükselişin bir düşüşü de ihtiva ettiğini anlatır. İnsan, dünya hayatındaki makamların ve maddi varlıkların geçici olduğunu anlamalıdır. Tıpkı güneşin doğuş ve batış döngüsü gibi, hayat da bir yükseliş ve alçalış bağlantısında ilerler. Gurur ve kibir, insanın kendi enaniyetinin esiri olmasıdır. Gerçek akıl sahibi olanlar, bu dünya hayatının geçici olduğunu bildikleri için makam ve mevki ile mağrur olmazlar. Onlar, en yüksek noktaya çıksalar bile, bu yükselişin bir imtihan olduğunu, bir gün batacaklarını ve her şeyin asıl sahibine döneceğini idrak ederler. Tarihte nice kudretli sultanların, nice zenginlerin ve nice alimlerin en yüksek mertebelere ulaştıktan sonra zevale uğradığı görülmüştür. Bu durum, bu mısraların hakikatini isbat eder.

​2. Ebû Sa’îd Ebu’l-Hayr’dan Tevhid Açıları
​Yâ Rab der-i halk tekyegâhem nekonî / Muhtâc-ı gedâ vü pâdişâhem nekonî
Mûy-i siyehem sefîd kerdî be-kerem / Bâ-mûy-i sefîd rû-siyâhem nekonî
​Bu beyitler, tevhid düşüncesinin ve yalnız Allah’a tevekkül etmenin en güzel tasvirlerinden biridir. Şair, insanlara, yani halkın kapısına muhtaç olmamayı diler. Ne bir dilenciye ne de bir padişaha muhtaç olmak ister. Bu, insanın yalnızca Allah’a itimat etmesi gerektiğini vurgular. İkinci beyitte ise, “Ey Rabbim! Lütfunla saçımı ak eyledin. Yarın mahşerde ak saçımla yüzümü kara eyleme” der. Bu, insanın yaşlılık ile gelen ak saçları bir nimet olarak görmesi ve hayatın son demlerinde günahlar ile yüzünün kararmaması için Allah’tan niyazda bulunmasıdır.
​Bu mısralar, tasavvuf ve irfan düşüncesinde önemli bir yer tutan ‘başkasına muhtaç olmama’ ilkesini ön plana çıkarır. Gerçek fazilet, kalbi yalnızca Allah’a bağlamak ve rızkı, kudreti, kuvveti yalnızca O’ndan bilmektir. İnsan, fıtratı gereği bir şeylere dayanma ihtiyacı hisseder. Ancak bu dayanma, bir başka insana olursa, o zaman zillet baş gösterir. Saçı aklaşan, yani yaşlanan bir insanın hayatının sonuna yaklaşması, ahiret hesabına daha çok odaklanması gereken bir dönemin başlangıcıdır. Şairin niyazı, bu yaşlılık döneminde günahlardan uzak durarak, hayatın sonunda yüzünün ak olması, yani ahirette utanca düşmemesidir. Bu beyitler, hem dünya hayatında izzetli bir duruşu hem de ahirette kurtuluşu hedefleyen derin bir düşünceyi ihtiva eder.

​Makale Özeti
​Bu makale, farklı beyit üzerinden hayatın çeşitli açılarını ele almaktadır. Fitnat Hanım’ın beyti, güneşin batışından ders alarak makam ve mevki ile kibirlenmenin anlamsızlığını anlatır ve tevazuun faziletini vurgular. Ebû Sa’îd Ebu’l-Hayr’ın beyitleri, kulun yalnız Allah’a tevekkül etmesi gerektiğini, yaşlılıkta bile günahlardan uzak durarak ahirette yüzünün ak olmasını diler. Bu beyitler, insan hayatının geçiciliği, tevazu, tevekkül ve samimiyet gibi temel konularda derin hikmetler ihtiva eden bir bütünlük arz eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 125–

BERCESTE VE İZAHI – 125–

​Makale
​BEYİT 1: YÛNUS EMRE – Dilin Hikmeti ve Sözün Fazileti
​Yunus Emre’nin o meşhur mısrası, dilin gücünü ve sözün ehemmiyetini en güzel biçimde tasvir eder:
​”Keçeli bilen kişinin yüzüni ağ ide bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ide bir söz”

​Bu mısra, sözün faziletine işaret eder. Birinci mısra, “söz söylemesini bilen kişinin sözü, yüzünü ak eder” buyurur. Bu beyit, dilin insan üzerindeki zahiri ve derûnî tesirini açıkça ortaya koymaktadır. Zira insan, söylediği sözlerle itibar kazanır veya kaybeder. Doğru ve yerinde söylenmiş bir kelam, kişinin şahsiyetini yüceltir, toplum içindeki mevkiini pekiştirir ve ona güvenilirlik kazandırır. Bu, sadece bir laf değil, aynı zamanda kişinin iç dünyasının bir ön planıdır. Aksi takdirde, düşüncesizce sarf edilen bir söz, insanın itibarını zedeler, yüzünü kara çıkarır ve onu zor vaziyetlere sokabilir. Nitekim ecdadımız, “Söz ağızdan çıkmadan önce kulunuz, çıktıktan sonra ise efendinizdir” diyerek bu hakikate işaret etmiştir.
​İkinci mısra ise bu hakikati bir adım ileri götürerek, “Sözü pişirip olgunlaştırarak söyleyen kişinin bir sözü ise işini sağ eder, yoluna koyar” demektedir. Sözü pişirmek, kelimeleri olgunlaştırmak, onları iyice düşünmek, tartmak ve öylece dile getirmektir. Bu, bir nevi kalpten süzülmüş, akıl süzgecinden geçmiş ve en doğru zamanı beklemiş sözdür. Bu tür bir söz, sadece kişinin itibarını korumakla kalmaz, aynı zamanda zor durumlarda kurtarıcı bir rol oynar, işlerin çözülmesine vesile olur ve hayatta başarıya giden yolu açar. Yunus Emre, bu mısralarıyla bizlere, her kelimenin bir emanet olduğunu, bu emaneti en iyi şekilde korumamız ve kullanmamız gerektiğini hatırlatmaktadır.

​BEYİT 2: FENNÎ – İbret Nazarı ve Hikmet Arayışı
​Fennî’nin bu derin düşünceyi ihtiva eden mısrası, insanın tabiatındaki yetenekleri geliştirmesi ve hayattaki her şeyden ibret alması gerektiğini vurgular:
​”Sen çalış çeşminde istidâd peydâ etmeye
Ârife âyîne-i ibret-nümâdan çok ne var”

​Bu mısra, insanın hayat bağlantısındaki gayesini ve bu gayeye nasıl ulaşacağını tasvir eder. Birinci mısra, “Ey insan! Sen gözünde bir kabiliyet geliştirmeye bak. Onu daha iyi görebilir bir hale getirmeye çalış” der. Burada geçen istidâd peydâ etme, sadece zahiri görme yeteneğini değil, aynı zamanda derûnî bir bakış açısı, yani bir şeyin ardındaki hakikati ve mânâyı görebilme kabiliyetini de ihtiva eder. Bu, tabiata, insana, hadiselere karşı bir ibret nazarı geliştirmektir.
​İkinci mısra bu durumu daha da açıklar: “Allah’ın sırları kendisine açılmış ve manevi gerçekleri görüp anlayan bir ârif için bu dünyadaki pek çok şey ibret vesilesidir. Ârife bu dünyada ibretten çok ne var?” Gerçekten de, hikmet nazarıyla bakan bir ârif için, tabiatın her bir zerresi, yaşanan her hadise ve her türlü hadise bir ibret levhasıdır. Her biri, yaratanın kudretine, sanatına ve hikmetine işaret eder. Bu açıdan, her düşen yaprak, her açan çiçek, her doğan ve batan güneş, bir ibret vesilesidir. Fennî’nin bu mısraı, bize, hayatı sadece bir seyirci olarak değil, bir öğrenci olarak yaşamamız gerektiğini, her anın ve her olayın bize öğreteceği bir şey olduğunu hatırlatır.

​Özet
​Bu makalede, divan ve halk edebiyatımızın seçkin beyiti ele alınmış, her biri kendi özel bağlantısı içinde izah edilmiştir. Yunus Emre, sözün insanı yücelten ve işleri yoluna koyan gücüne işaret ederek, dilin faziletini vurgulamıştır. Fennî, hayattaki her şeyden ibret alma ve bir şeyin ardındaki hikmeti görme kabiliyetini geliştirmenin ehemmiyetini dile getirmiştir. Son olarak, Bu beyitler, dilimizin ve edebiyatımızın ne kadar zengin olduğunu ve her bir mısraın derin bir hikmet ve anlam ihtiva ettiğini gözler önüne sermektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
25/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 123–

BERCESTE VE İZAHI – 123–

​Hikmet ve Edeb Deryasından Damlalar: Beyitlerin Derûnî İzahı
​1. Niyâz ve Sabır Bağlantısı: Düşmanlara Pay Bırakmamak
​İlk beyit Niyazi Mısri’ye ait olup, tabiatın ve hayatın hakikatini tasvir etmektedir. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hengâm-ı visâl âkıbet ağyâra da kalmaz
Encâma erer mevsim-i gül hâra da kalmaz

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insan hayatındaki kavuşma ve mutlu anların, bir nevi “visâl mevsimi” olarak telakki edilmesi gerektiği hikmetini taşır. Tıpkı baharın nihayetinde güllerin açması gibi, visâl vakti de muhakkak bir neticeye erer. Bu kavuşma anı ve onun getirdiği fazilet, düşmanların yani “ağyârın” eline düşmez. Visâl, ancak ona sabırla ve sebatla erişenlerin nasibidir. İkinci mısra, bu fikri tabiat kanunlarıyla pekiştirir. Gül mevsimi (mevsim-i gül), baharın zirvesini ve nihayetinde sona ereceğini ifade eder. Bu güzellik, dikenlere (hâr) kalmaz; yani o güzelliği zedeleyecek ve ondan istifade edemeyecek olanlara ait değildir. Bu, hayatın imtihanlarla dolu olduğu ve hakiki fazilet ve güzelliklerin, onlara lâyık olmayanlar tarafından gasbedilemeyeceği gerçeğini işaret eder. Mevlâ, visâl ehlini korur ve bu visâli ancak temiz kalplere bahşeder. Makam ve mevki gibi dünya nimetleri de aynı şekilde gelip geçicidir. Bu fani hayatın hakikatine nazar edildiğinde, insanın visâli, yani Hakka vuslatı gaye edinmesi lüzumu anlaşılır.

​2. Fâkirliğin Fazileti ve Hayâlî Bey’in Hikmeti
​Beyit, divan şairi Hayâlî Bey’e aittir. Bu beyit, fakirliğin zahirî bir yoksunluk değil, bilâkis bir fazilet olabileceği düşüncesini tasvir eder. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hayâlî fakr şâlına çekenler cism-i uryânı
Anınla fahr ederler atlas u dîbâyı bilmezler

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, bir zühd ve kanaat düşüncesi taşır. Hayâlî Bey, “fakr şâlına” yani fakirlik pûşîdesine, elbisesine bürünenlerin, yani yokluk içinde yaşayanların, bedenlerini çıplaklıktan koruyan bu halleriyle fahrettiklerini söyler. Bu fakirler, atlas ve ipek gibi kıymetli kumaşları bilmezler; çünkü onların kalbi, maddî zenginliklerin ötesinde bir fazilete ve rızaya erişmiştir. Bu, dünya malına tamah etmeyen, elindekiyle kanaat eden ve nefsini terbiye eden insanların halidir. Onlar için asıl fazilet, dünya nimetlerinin geçici cazibesinden uzak kalmaktır. Bu beyit, tasavvufî bir yaklaşım sergileyerek, zenginliğin sadece maddi şeylerde aranmaması, asıl zenginliğin gönül zenginliği ve kanaat olduğu hikmetini öğretir. Bu durum, günümüzde dahi geçerli olan bir düşüncedir: Gerçek huzur ve mutluluk, sahip olunan eşyalarda değil, kişinin iç huzurunda ve kanaatkâr enaniyetindedir.

​3. Erzurumlu İbrahim Hakkı’dan Tevekkül Dersi
​Son beyit, İslâm düşünür ve mutasavvıf Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’ne aittir. Bu beyit, hayatın en büyük hakikatlerinden biri olan tevekkül ve kaza-i ilahîyi izah eder. Beyitte şöyle denilmektedir:
​Hak şerleri hayr eyler
Zannetme ki gayr eyler
Ârif anı seyr eyler
Mevlâ görelim neyler
Neylerse güzel eyler

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ünlü kasidesinin bir parçasıdır ve hayatın her ânına tevekkülle bakılması gerektiğini ifade eder. “Hak şerleri hayr eyler” mısraı, Rabbimizin, bizce kötü görünen (şer) hadiseleri dahi, nihayetinde bir hayra (iyiliğe) çevirdiğini beyan eder. Bu, aklımızın ve bakışımızın sınırlı olduğunu ve Rabbimizin hikmetini tam olarak kavrayamayacağımızı gösterir. “Zannetme ki gayr eyler” diyerek, bu hakikatin aksini düşünmenin bir yanılma olduğunu hatırlatır. Hakikî arif (bilge) kişi, bu durumu bir tenkid ve şikayet vesilesi olarak görmez, bilâkis O’nun fiillerini bir hikmet ve fazilet nazarıyla “seyr” eder. Bu bakış açısı, insana sabır ve teslimiyet kazandırır. Kasidenin son mısraları, bu düşüncenin özetidir: “Mevlâ görelim neyler, neylerse güzel eyler.” Bu ifade, bir müminin, başına gelen her hadiseye karşı tam bir teslimiyet ve tevekkül içinde olması gerektiğini vurgular. Bu hikmet, Kur’an’ın Bakara Sûresi 216. Ayetinde geçen: “…Olur ki hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için hayırlı olur ve hoşunuza giden bir şey de sizin için şer olur. Allah bilir de siz bilmezsiniz…” hakikatini teyit eder. Bu beyit, insanın kendi acizliğinin farkında olması ve İlahi kudrete sarsılmaz bir imanla bağlanması gerektiğini öğretir.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede, farklı beyit üzerinden hayatın ve maneviyatın farklı açılarından hikmetli ve düşündürücü tasvirler yapılmıştır. İlk beyit, visal ve sabrın faziletini, her güzelliğin lâyık olana nasip olacağını vurgular. İkinci beyit, fakirliğin maddi bir yoksunluk değil, bilâkis manevi bir zenginlik ve kanaat hali olduğunu gösterir. Son beyit ise, Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın ifadeleriyle, hayatın her olayına tevekkülle bakılması, Rabbimizin her işinin bir hikmete binaen ve nihayetinde hayırla neticelendiği gerçeğini öğretir. Bu beyitlerin her biri, insanın enaniyetini terbiye etmesi ve Rabbine tam bir teslimiyetle bağlanması gerektiğini öğütleyen derinlikli dersler ihtiva eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 122

BERCESTE VE İZAHI – 122

​Fazilet Yolu: İnsanın Enaniyetinden Hayatın Hikmetine
​Hayat, kimi zaman gürültü içinde savrulan, kimi zaman ise sükûnetin derinliklerinde kaybolan bir yolculuktur. Bu yolculukta insan, pek çok dert, tasavvur ve gayretle karşılaşır. Ancak hakiki faziletin ve hikmetin nerede saklı olduğunu idrak etmek, bu yolculuğun en mühim gayesidir. Beyitler, bu gayeye ulaşmak için bize ışık tutmaktadır.

​1. Açı: İnsanın Dışavurumu ve Derûnî Sükûneti
​Neyzen Tevfik’in şu beyitleri, insanın haysiyet ve onur meselesini ele alır:
​”Her ne yap yap becerip izzet-i nefsinle geçin
Kimseden bekleme yardım iki el bir baş için”

​Bu beyit, insanı enaniyetin ve zahiri destek arayışının ötesine geçmeye dâvet eder. Hakiki izzet-i nefis, başkalarının nazarından gelecek yardımla değil, bizzat kişinin kendi gayretiyle kazanılır. Bu mısralar, bize başkalarına muhtaç olmadan, kendi emeğimizle hayatımızı idâme etmemiz gerektiği düşüncesini telkin eder. Tarih boyunca nice büyük zatlar, bu düsturla hareket etmişlerdir. Zira bilirler ki, cihan şümul bir faziletin isbatı, kişinin kendine olan itimadıdır. Başkasının eline bakan, kendi iradesinden feragat eden bir insan, zamanla kendi kimliğini ve şahsiyetini yitirir. Bu beyit, aynı zamanda bizi tabiatın işleyişi hakkında düşündürmektedir: Her canlı kendi hayatını idâme ettirmek için mücadele eder. İnsan da bu mücadelenin bir parçasıdır.

​2. Açı: Kelâm ve Sükûtun Hikmeti
​Nâbî’nin aşağıdaki beyiti, konuşmanın ve susmanın inceliklerini tasvir eder:
​”Olur insânda zebân bir iki gûş
Sen dahi söyle bir ol iki hâmûş”

​Bu beyit, insanda bir dilin ve iki kulağın olmasının derin bir hikmetini ön plana çıkarır. Bu zıt gibi görünen durum, aslında hayatın en mühim derslerinden biridir: Duyma, konuşmaktan daha mühimdir. Nâbî, bize çok konuşmak yerine çok dinlememizi tavsiye eder. Bir insanın söylediklerinden daha çok, duyduklarıyla olgunlaştığına işâret eder. Hayatın içinde pek çok yanılma ve zıtlıklar vardır. İnsan bu zıtlıkları, çok konuşarak değil, sükûnetle dinleyerek ve idrak ederek aşar. Sükût, sadece susmak değil, aynı zamanda nazar etmektir, tefekkür etmektir. Bir düşünce âlimi, “Hakikati öğrenmek istiyorsan, kelâmdan çok sükûta kulak ver” demiştir. Bu mısra, edebî bir nazardan ziyade, insanı derûnî bir tefekkür ve hikmet yoluna dâvet eder.

​3. Açı: Sanat ve Kemalâtın Esası
​Lâedrî’ye ait olan bu beyit, bir işin yapısında bulunan mükemmelliğin anahtarını verir:
​”Tahsil-i kemâlât kem âlât ile olmaz”

​Bu mısra, bize “eksik veya kötü âletlerle mükemmel işler elde edilemeyeceği” düşüncesini telkin eder. Bu, sadece bir sanat veya meslek için değil, hayatın tamamı için geçerli bir kaidedir. Bir öğrencinin bilgiye tahsil etmesi, bir sanatkârın mükemmel bir eser ortaya koyması, hatta bir insanın kendi nefsini terbiye etmesi bile ancak kaliteli âletlerle mümkündür. Bu âletler, sadece maddî unsurları değil, aynı zamanda manevî ve derûnî unsurları da ihtiva eder: Doğru bilgi, sağlam bir irade, faziletli bir ahlâk gibi. Eğer bir işin muhtevası bozuksa, neticesi de bozuk olur. Bu beyit, bizi, her ne iş yaparsak yapalım, o işin kalitesine ehemmiyet vermeye ve kaliteden taviz vermemeye dâvet eder.

​4. Açı: Hayatın Güzelliği ve Hüzün
​Keçecizâde İzzet Molla’nın beyiti, hayatın beklenmedik tecellîlerini tasvir eder:
​”Bir mevsim-i bahârına geldik ki âlemin
Bülbül hamûş havz tehi gülsitân harâb”

​Bu beyit, bizleri hayatın zıt ve aykırı yanlarını görmeye dâvet eder. “Bahâr mevsimine geldik ki âlemde bülbül susmuş, havuz boşalmış ve gülistan harap olmuş” der. Bahar, umûmiyetle hayatın tazelendiği, kuşların şakıdığı bir mevsimdir. Ancak şâir, bu tabiat tasvirini tam tersi bir şekilde yapar. Bu beyit, hayatta her şeyin dışardan göründüğü gibi olmadığını, bazen en güzel zamanlarda bile iç derinlikte bir hüznün ve boşluğun olabileceğini tasvir eder. Bu durum, bize hem tefekküre hem de tebessüm etmeye dâvet eder: Her anın kendine mahsus bir muhtevası vardır. Bu muhteva, bazen neşeyi, bazen hüznü, bazen de hem neşeyi hem de hüznü bir arada ihtiva edebilir.

​5. Açı: Hakiki Gayenin Peşinde
​Yûnus Emre’nin bu mısraları, insanın bu dünyadaki varlık sebebini tasvir eder:
​”Ben gelmedim da’vî için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaya geldim”

​Bu beyit, insanın bu dünyaya gelmesinin asıl gayesinin tartışma ve çekişme olmadığını, aksine sevgi ve muhabbet olduğunu ön plana çıkarır. Yûnus, “Ben iddiâ için değil, sevgi için geldim” der. Hayatın en kıymetli hazinesi olan gönüller, sevgiyle ve muhabbetle imâr edilir. İnsanların en büyük fazileti, başka bir insanın gönlüne dokunabilmesidir. Zira Allah Teâlâ’nın tecelli edeceği yegâne mekân, insanın gönlüdür. Bu beyit, bizi enaniyet ve kavgadan uzak durmaya, bunun yerine başka insanların gönüllerini kazanmaya ve bu sayede kendi gönlümüzü de zenginleştirmeye dâvet eder. Bu, hayatın ve düşüncenin en mühim hikmetlerinden biridir.

​Makalenin Hülasası
​Hayat, insanın derûnî bir yolculuğudur. Neyzen Tevfik’in beyiti, bu yolculukta kişinin kendi haysiyetine sahip çıkmasını ve başkalarına muhtaç olmadan ayakta durmasını telkin eder. Nâbî, kelâm ve sükûtun dengesini tasvir ederek, dinlemenin konuşmaktan daha büyük bir fazilet olduğunu telkin eder. Lâedrî, her işte kalitenin esas olduğunu ve kaliteli neticelerin ancak kaliteli âletlerle elde edilebileceğini ön plana çıkarır. Keçecizâde İzzet Molla ise hayatın zıtlıklarını tasvir ederek, en güzel anlarda bile hüznün ve boşluğun olabileceğini belirtir. Ve son olarak Yûnus Emre, bu dünyaya gelişimizin en mühim gayesinin iddialar ve dâvâlar değil, gönüller yapmak olduğunu ve hakiki faziletin sevgi ve muhabbette saklı olduğunu telkin eder. Bu kıymetli beyitler, insanın hayatını mana ve hikmetle doldurabilmesi için birer rehberdir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 121–

BERCESTE VE İZAHI – 121–

​İrfân ve Âriflerin Fazileti: Ne Yapmalı, Ne Yapmamalı?
​Birinci beyit: Lâedrî’den
​Olanlar ni‘met-i irfân ile dil-sîr ü perverde
​Le’îme arz-ı hâcetden olur vâreste her yerde

​İzah: Bu mısralar, irfân ni’metiyle gönülleri doygun ve terbiye olmuş âriflerin, bayağı insanlardan taleplerde bulunmaktan kurtulduklarını tasvir ediyor. Bu, mânevî bir doygunluğa erişmiş kişinin, maddî ihtiyaçlarını veya mânevî hâllerini sıradan insanlara anlatma gereği duymadığını gösterir. Zira, bu tür bir arz-ı hâl, hem mânevî hazneyi israf eder hem de muhatabın sığ bakışından dolayı bir fayda sağlamaz. Ârif, kendi iç dünyasının zenginliğiyle kifayet eder ve dışa bağımlılıktan zahiri olarak da, derûnî olarak da azade olur. O, faziletin kaynağını kendi ene’sinde değil, kalbinin inceliğinde ve tefekküründe bulur. Bu da onu, bayağılığın getirdiği kederden ve enaniyetin tuzağından kurtarır.

​Gerçek Huzurun Sırrı: Kanaat ve Bağımsızlık
​Beyit: Hazret-i Mevlânâ’dan
​Ân kes ki zi-çerh nîm-nânî dâred
​Vez-behr-i mokâm âşyânî dâred
​Nî tâlib-i kes boved, ne matlûb-i kesî
​Gû: Şâd bezî ki hoş cihânî dâred

​İzah: Hazret-i Mevlânâ, bu mısralarda hayatın temel huzurunun neye bağlı olduğunu hikmetli bir şekilde anlatıyor. “Kime ki felekten yarım ekmek nasip olmuşsa, ve barınmak için bir yuvası varsa…” diye başlar. Bu, asgari düzeyde geçimini sağlayan, kanaatkâr insanın hâlidir. O insan, kimseden bir şey talep etmez, kimsenin de talebine boyun eğmez. Ne isteyicidir, ne de istenen. İşte bu bağımsızlık ve kanaatkârlık onu kimseden beklenti içine girmekten kurtarır. Bu, enaniyetin ve dünyaya olan bağımlılığın getirdiği sıkıntıların tamamen dışında bir durumdur. Böylesi bir insan için “Şâd yaşa ki, ne hoş bir âlemin var!” denilir. Zira onun mutluluğu, dış etkenlere değil, kalbinin derûnî zenginliğine ve hayatın kendisine olan şükrüne bağlıdır. Bu beyit, faziletin ve düşüncenin insanı nasıl bir huzura kavuşturduğunu isbat eder.

​Makalenin Özeti
​Bu makale, farklı berceste beyitten hareketle, hayatın ve insanlığın temel açılarını ele almaktadır. İlk olarak, irfân ile doygunluğa erişmiş âriflerin, zahiri bağımlılıklardan nasıl kurtulduğunu ve fazilet kazandığını gösterdik. Ardından, Son olarak Hazret-i Mevlânâ’nın hikmetli beyiti, hayatın maddî beklentilerden ziyade, derûnî bir kanaat ve bağımsızlıktan geçtiğini vurgulayarak makaleyi tamamladı. Bu beyitler, irfânın insanı nasıl yücelttiğini, enaniyetin ve yanlış inançların tuzaklarından koruduğunu, hayatın hakiki mânasını ise sadece derûnî zenginlikle bulunabileceğini tasvir etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 120–

BERCESTE VE İZAHI – 120–

​Hayatın Akışı ve Kaderin Sırrı
​”Kısmetindir gezdiren yer yer seni / Gafil olma akıbet bir yer yer seni”
“Seni yer yer gezdiren, dolaştıran kısmetindir. Gafil olma! Bir gün seni de yiyecek ve kabre gireceksin.”

​İnsanoğlunun hayat yolculuğu, tıpkı bir nehrin akışı gibidir. Bu akış, bilinmez vadilerden, sarp kayalıkların arasından ve bazen de engin ovalardan geçer. Her birimizin bu yolda yürümesi, yeni menzillere varması, farklı hadiselerle karşılaşması, birer kısmet ve kader cilvesidir. Şair, bu hikmetli mısralarıyla bize bu gerçeği tasvir ederken, aynı zamanda mühim bir ihtar da verir.
​Bazen hayatın akışı bizi hiç beklemediğimiz yerlere sürükler. Planlarımızın dışında gelişen olaylar, bize yeni kapılar açar veya bazen de bizi bir çıkmaza sevk eder. Bu durumlar karşısında enaniyetimiz, her şeyi kontrol etme vehmine kapılır ve bu akışı kabullenmekte zorlanırız. Oysa, tabiatın ve kainatın her zerresinin bir nizam ve intizam içinde hareket ettiğini idrak etmeliyiz. Her rüzgarın bir yönü, her damlanın düşeceği bir zemin vardır. Bizim de hayatımız, biz farkında olmasak da, ilahi bir takdirin çizdiği yolda ilerler.
​Fakat şairin en mühim uyarısı, beyitin ikinci mısraında saklıdır: “Gafil olma akıbet bir yer yer seni.” Bizi gezdiren, dolaştıran kısmetimiz olduğu gibi, son durak da bizi beklemektedir. Bu, hiç kimsenin kaçamayacağı, er ya da geç varacağı o son menzildir: kabir. Hayatın bu bitimsiz koşuşturması içinde, varacağımız son noktayı unutmak en büyük yanılmadır. Mal, makam, şöhret gibi geçici değerlerin peşinde koşarken, her şeyin bir sonu olduğunu ve o sonun bizleri beklediğini idrak etmemiz elzemdir. Zira asıl gaye, ebedi hayata hazırlanmak ve kabre yüz akıyla girmektir. Bu beyit, bize hayatı tam manasıyla yaşarken, bir yandan da ahirete nazar etmemiz gerektiğini hatırlatır.

​Hakikatin Derûnî Yüzü
​”Sağ u solum gözler idim dost yüzünü görsem deyü / Ben taşrada arar idim ol cân içinde cân imiş”
“Dostun yüzünü görmek için sağa sola bakıp duruyordum. Ben onu dışarıda arıyordum, oysa o canımın içinde can imiş.”

​Bu mısralar, mutasavvıfların en mühim kaidelerinden birini dile getirir: Hakikatin, dış veya zahiri dünyada değil, insanın kendi derûnî aleminde saklı olduğu. Niyâzî-i Mısrî, Dost’a, yani Cenab-ı Hakk’a kavuşmak için zahiri sebeplerin peşinden koşan bir dervişin halini tasvir eder. O, Dost’u dışarıda, yani tabiatta, insanlarda, hadiselerde arar. Sağ ve soluna bakıp durur, fakat aradığını bir türlü bulamaz. Çünkü o, en yakın olanı, en derinde olanı görmekten gafil kalmıştır.
​Bu beyit, derin bir irfan dersi ihtiva eder. İnsan, nefsini ve ene’sini temizlemediği müddetçe, kalbi aynası paslı kaldığı sürece, hakikati dışarıda aramaya devam eder. Dış dünyadaki bütün deliller, bütün ayetler, aslında insanın iç dünyasına birer kapı açmak içindir. Asıl marifet, bu kapıdan içeri girmektir. Can, yani ruh, hakikatin tecelli ettiği en mühim mahalledir. Cenab-ı Hak, “Ben yere göğe sığmam, ancak mü’min kulumun kalbine sığarım” kudsî hadisiyle bu gerçeği işaret etmiştir.
​İnsanın enaniyetine düşmesi, kendisini dış dünyaya kaptırması, onu kendi derûnî hakikatinden uzaklaştırır. Dışarıda aradığı her şey, aslında kendi içindeki boşluğu doldurmaya çalıştığı bir yanılmadır. Mısrî, bu yanılmanın farkına varır ve hakikatin ta kendisinin, kendi canının içinde olduğunu idrak eder. Bu idrak, bir devrimdir. Dış arayışlardan vazgeçip, içe dönmenin, nefsi bilmenin ve nihayetinde Rabbini bulmanın başlangıcıdır. Bu, zahirden batına bir seferdir.

​Dünya Zevklerinin Geçiciliği ve Vefa Hasreti
​”Gün gelir elbet geçer eyyâm-ı gülzâr-ı emel / Bir vefâ âğûşuna hasret sana ikbâl eder”
“Emel gülbahçesinin günleri, gün gelecek ve elbette geçip gidecek. Daha sonra vefalı bir kucağa hasret duyacağın günler seni karşılayacak.”

​Bu mısralar, fani dünyanın ve içindeki geçici zevklerin muhtevasını anlatır. Şair, emellerimizi, arzularımızı, umutlarımızı birer gülbahçesi gibi tasvir eder. Bu bahçe, göz kamaştırıcı güzelliklerle doludur; her türlü hayal ve arzu, burada bir gül gibi açar. Ancak şair, bu bahçenin ve içindeki güllerin ebedi olmadığını, bir gün solup gideceğini haber verir. Bu, dünyanın tabiatıdır. Dünya, vefasızdır. Ne malın mülkün, ne makamın şöhretin ve ne de güzelliğin bir garantisi vardır. Hepsi, bir bahar mevsimi gibi gelir ve geçer.
​İnsan, bu fanilikten gafil olarak, emel bahçesinin geçici zevklerine tutunur. Oysa ki, bu emellerin ömrü kısadır. Asıl acı olan, bu fani zevkler geçtikten sonra, insanın derin bir boşlukta kalmasıdır. Şair, bu boşluğu “vefâ âğûşuna hasret” olarak tasvir eder. Hayatın son demlerinde, insan, dünyalık her şeyden elini çekince, asıl vefayı ve ebediyeti arar. Bu vefa, ancak ve ancak Cenab-ı Hakk’ın katında bulunabilir. Dünya hayatının bitiminde, insan, aslında bu geçici bahçede değil, gerçek ve vefalı bir kucağa sığınma ihtiyacı hisseder.
​Bu beyit, bize dünyayı bir imtihan meydanı olarak görmemizi ihtar eder. Emellerimiz, hayallerimiz, bizi oyalamak için verilmiş geçici nimetlerdir. Asıl amacımız, bu nimetleri kullanarak, vefalı olana, yani Baki olana yönelmektir. Aksi takdirde, emel bahçesi solduğunda, geriye sadece bir hasret ve pişmanlık kalır.

​Makalenin Özeti
​Bu makale, farklı beytin muhtevasına odaklanarak, hayatın çeşitli yönlerine dair hikmetli bir nazar sunmaktadır. İlk olarak, “Kısmetindir gezdiren yer yer seni” beyiti üzerinden hayatın bir takdir ve kader akışı içinde olduğu vurgulanır. Aynı zamanda, bu akışın sonunda bizi bekleyen kaçınılmaz akıbet (ölüm) hatırlatılır ve gafletten sakınılması gerektiği ihtar edilir. İkinci olarak, “Sağ u solum gözler idim” beyitiyle, hakikatin dış arayışlarla bulunamayacağı, asıl ve derûnî hakikatin insanın kendi canında saklı olduğu belirtilir. Son olarak, fani dünyanın geçici zevklerinin sonunda bir pişmanlık bırakacağını ve hakiki güzelliğin, layıkıyla anlaşılamadığı için bir nevi yalnızlık ve gariplik içinde olduğunu anlatır. Makale, bu beyitlerin her birini kendi içinde bir bütünlükle ele alıp, hayat, ölüm ve hakikat gibi temel konulara dair derin bir tefekkür yolculuğu sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 119–

BERCESTE VE İZAHI – 119–

​1. Makale: Kabristanların Sükûtu ve Kalbin Feryadı
​İktibas:
​”Bakma kabristânın ancak sâha-i medhûşuna
Dur da bir müddet kulak ver nâle-i hâmûşuna”
​Mehmet Akif Ersoy
​Sadece, kabristanın dehşet verici olan fiziki görüntüsüne bakma.
Bir müddet dur da onların sessizce ağlayıp inlemelerine kulak ver.

​İzah ve Açıklama:
​Mehmet Akif Ersoy’un bu mısraları, kabristana zahiri bir bakışın ötesine geçmeyi teşvik eden derin bir nazar sunar. Umumiyetle kabristan, ürkütücü, dehşet verici ve soğuk bir mekan olarak anlaşılır. Ancak şair, bizi bu yanlış inançtan sıyrılarak, o sessizliğin ardındaki hakikate kulak vermeye çağırır. Kabristan sadece bir mezarlık değil, aynı zamanda hayatın sonu ve ahiretin başlangıcıdır. Orada yatanlar, dünyalık hayatın telaşından uzaklaşmış, ancak yaptıkları amellerin karşılığını bekleyen ve içlerindeki ayrı bir acıyla sessizce inleyenlerdir.
​Şairin “nâle-i hâmûş” yani sessiz feryat ifadesi, çok güçlü bir tasvirdir. Bu, dille değil, hal ile anlatılan bir feryattır. Bu feryat, dünyadayken isyankar olanların, gaflet içinde bulunanların veya Allah’tan uzak bir hayat sürenlerin feryadıdır. Bu, sadece kulakla değil, aynı zamanda kalp ile duyulması gereken bir feryattır. Bize düşen, kabristana bir ölüm yeri gibi bakmak yerine, onu bir ibret ve ders yeri olarak nazar etmek, orada yatanların halini düşünmek ve kendi hayatımızın da bir gün sona ereceğini idrak etmektir. Bu mısralar, bize cihan şümul bir ders verir: Hayatın manası, dünya makamlarının zahiri parlaklığında değil, gönlün huzurunda ve ahirete hazırlıkta yatar.
​Makale:
​Kabristanlar, her ne kadar zahiren birer sessizlik mekânı olsalar da, hakikatte hayatın en gürültülü derslerinin verildiği yerlerdir. Mehmet Akif’in o mübarek mısraları, bu sessizliğin ardındaki feryadı işitmeye davet eder bizi. Orayı, sadece taşların, toprağın ve üzerlerinde anlamsız yazıtların bulunduğu bir yer olarak görenler, asıl dersi kaçırırlar. Oysa orada, her bir mezar taşının altında, bir hayat hikâyesi yatar; bir zamanlar arzu ve emelleri olan, belki de hırs ve dünya malı peşinde koşan, fakat bugün artık o fani yarışın sona erdiği insanlar.
​Bir kabristana girdiğimizde, öncelikle gördüğümüz dehşet, aslında kendi ölümümüzün bir yansımasıdır. Bu bir yanılmadır. Çünkü asıl dehşet, orada yatanların sessiz feryadını işitememektir. İmanlı bir kalp, o feryatları duyar. Kimisi dünyada geçirdiği vakti düşünerek pişmanlık içinde inlerken, kimisi de salih amellerinin getirdiği huzurla sessizce mutluluk duyar. Bu sessizliğin her bir iniltisi, aslında bir nasihattir. Bu nasihat, cihan şümul bir ders niteliğindedir. Kabirler, bize fani ve baki olanı ayırmayı, dünya malının geçiciliğini ve ahiret hayatının ebedi olduğunu öğretir.
​Bu düşünce ve hikmet içinde, kabristanlar sadece bir ölüm yeri olmaktan çıkar, birer manevi durak haline gelirler. Bu duraklarda, fazilet ve erdem dolu bir hayat yaşamanın önemi bir kez daha ortaya çıkar. Bu makaleden çıkarılacak ibret, hayatın sadece zahiri görünüşten ibaret olmadığıdır. Mehmet Akif’in de belirttiği gibi, asıl mühim olan, gönül gözüyle görmek, kalp kulağıyla duymaktır.
​Özet:
​Kabristanlar, zahiri dehşetleri aşarak derûnî anlamlarına bakılması gereken yerlerdir. Mehmet Akif Ersoy, bizden mezarlardaki sessizliği, orada yatanların pişmanlık ve hasret dolu feryatlarını dinlememizi ister. Bu, cihan şümul bir ibrettir ve bize hayatın fani olduğunu, erdem ve fazilet dolu bir ömür sürmenin ehemmiyetini hatırlatır. Asıl dehşet, orada yatanların sessiz feryadını duymazdan gelmektir.

​2. Makale: Makam ve Gururun Yanıltıcı Sonu
​İktibas:
​”O câh kim ola hem-dûş-ı ihtimâl-i zevâl
Teveccüh etse bile ibtihâcımız yokdur”
​Nâbi
​Bir gün yok olma ve elimizden gitme ihtimali olan dünyevi bir makam bize doğru yönelse bile bizim gönlümüz bundan dolayı mutlu olmaz, sevinmez.

​İzah ve Açıklama:
​Nabi’nin bu beyti, dünya makam ve mevkiinin gelip geçiciliğini, bu zahiri makamların insana asıl mutluluğu getiremeyeceğini tasvir eder. Şairin ifade ettiği “câh” yani makam, mevki ve şöhret, esasen her an yok olma ihtimalini içinde barındırır. “İhtimal-i zevâl” ifadesi, bu makamların fani ve dayanıksız yapısını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır. İnsanlar, dünyalık makamlar için nice fedakârlıklarda bulunur, nice enaniyetlere kapılırlar; oysa Nabi, bu makamların ne kadar boş ve anlamsız olduğunu dile getirir.
​Hatta şair, böyle bir makamın kendisine yönelmesi durumunda bile sevinç ve mutluluk duymayacağını belirtir. Bu, dünyaya ve dünyalık makamlara karşı sahip olunması gereken bir düşünce ve hikmet duruşudur. Bu durum, bize, gerçek faziletin makamlarda değil, derûnî bir huzur ve kanaatte yattığını gösterir. Bu beyit, bize cihan şümul bir ders verir: Asıl mutluluk, fani şeylere bağlanmakta değil, baki olanı aramaktadır.
​Makale:
​Dünya hayatı, çoğu zaman insanları, gelip geçici makamların ve şöhretin zahiri cazibesine çeker. Oysa hikmet ve düşünce erbabı, bu makamların ne kadar kırılgan ve aldatıcı olduğunu bilirler. Nâbi’nin deyişiyle, bir makamın yok olma ihtimali dahi varsa, o makam asıl sevinci getiremez. İnsanın derûnî mutluluğu, dışarıdan gelen bir unvanla, bir makamla elde edilemez. Tam tersine, bu makamlar, çoğu zaman insanı enaniyet ve gurur gibi kötü hislere sevk eder.
​Tarih, bu türden makamların düşüş hikayeleriyle doludur. Nice padişahlar, krallar, kumandanlar, bir zamanlar ellerinde tuttukları tüm makam ve saltanatın bir gün nasıl yok olduğunu görmüşlerdir. Onların bu hayatı, bizim için birer ibret vesikasıdır. Bu makamlar, rüzgarda savrulan bir yaprak gibidir. Bugün elinizde olan makam, yarın sizden başkasına geçebilir veya tamamen yok olabilir.
​Dolayısıyla, bu beytin verdiği asıl ders, hayatın gayesini fani olanın peşinden koşmakta görmemektir. Asıl fazilet ve erdem, bir makam elde etmekten ziyade, o makamın getirebileceği kötü ahlaktan sakınmaktır. Kalbimizin, geçici bir sevinç için değil, ebedi bir huzur için atması gerekir. Bu makamların gelip geçici olduğunu idrak eden bir insan, gerçek hayat gayesini bulur ve enaniyetten uzak durur.
​Özet:
​Nabi, dünyevi makamların gelip geçici olduğunu ve asıl mutluluğu getiremeyeceğini ifade eder. Bir makamın yok olma ihtimali bile, ona bağlanmamamız için yeterli bir sebeptir. Bu beytin hikmeti, insanın fani makamlar peşinde koşmak yerine, kalbî huzur ve fazilet arayışında olması gerektiğini bize hatırlatır.

​3. Makale: Günahın Karanlığı ve İhsan Sahibinin Işığı
​İktibas:
​”Safâ-yı sîneme zulmet veren jeng-i günâhımdır
Amân ey kân-ı ihsân zulmet-i kalbime cilâ ister”
​Es’ad-ı Erbilî
​Gönlümün, kalbimin safasına zulmet veren, onun berraklığını bozan işlediğim günahlardır.
Ey ihsan kaynağı Efendim (s.a.v.)! Kalbimin karanlığı senden bir cila istiyor.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insanın kendi derûnî halini, kalp ve ruh yapısını tasvir eden, derin bir manevi halin dışavurumudur. Şair, kalbinin safiyetini, yani berraklığını bozanın, kendi işlediği günahlar olduğunu kabul eder. “Jeng-i günâh” yani günahın pası ifadesi, günahın kalbin üzerini nasıl kapladığını, onu nasıl kararttığını tasvir eder. Bu, insanın kendi kusurlarını idrak etmesi ve bu kusurlar yüzünden kalbinin ne kadar perişan olduğunu görmesidir.
​Beytin ikinci mısrası, bu durumdan kurtulmanın tek çaresini gösterir. Şair, “ihsan kaynağı” olan Peygamber Efendimiz’den (s.a.v.) yardım ve şefaat diler. Kalbinin karanlığının, ancak O’nun manevi cilası ile temizlenebileceğini belirtir. Bu, imanın bir gereğidir: Bir mümin, günahlarından arınmak için, Allah’ın rahmetine ve Efendimiz’in şefaatine sığınır.
​Makale:
​Kalp, insanın derûnî dünyasının merkezi, en kıymetli hazinesidir. Oysa bu hazine, hayat boyunca işlenen günahlarla kirlenir, paslanır ve zulmetle dolar. Es’ad-ı Erbilî’nin de dediği gibi, kalbin safiyetini bozan, dış etkenler değil, bizzat kendi günahlarımızdır. Günah, sadece bir fiil değil, aynı zamanda kalpte bir iz bırakan, onun nurunu silen bir lekedir. Bu zulmet, insanın Rabbine olan bağlantısını zayıflatır ve kalbi karartır.
​Bu kararan kalp, bir ayna gibi, artık hakikatleri yansıtamayacak hale gelir. İşte bu noktada, insanın acizliği ve Allah’ın rahmetine olan ihtiyacı ortaya çıkar. Şair, bu derûnî karanlıktan kurtulmak için en büyük ışığa, yani Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) manevi ihsanına yönelir. Bu, bir nevi tevbe ve yakarıştır.
​Bu beyit, bizlere büyük bir ibret dersi verir. Kendi kusurlarımızı, günahlarımızı kabul etmemiz, enaniyetten sıyrılarak kalbimizin pasını gidermek için Yaratıcı’dan ve O’nun elçisinden yardım istememiz gerektiğini anlatır. Bu beyit, faziletli bir hayat sürmek için, kalbi sürekli temiz tutmak ve manevi bir uyanış içinde olmak gerektiğini vurgular.
​Özet:
​Es’ad-ı Erbilî, kalbinin berraklığını bozanın kendi günahları olduğunu ifade eder. Günahlar, kalbi bir pas gibi karartır. Şair, bu derûnî zulmetten kurtulmak için, ihsan kaynağı olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) manevi cilasına muhtaç olduğunu söyler. Bu beyit, bize kalp temizliğinin ehemmiyetini ve manevi arınma için yardım dilemenin faziletini öğretir.

​4. Makale: Gönlün Sırları ve Başka Bir Anlayış
​İktibas:
​”Herkesî ez-zann-ı hod şod yâr-i men
Ez-derûn-i men necost esrâr-i men”
​Hz. Mevlânâ
​Herkes kendi anlayışına göre benim dostum oldu.
Ama kimse gönlümdeki sırları araştırmadı, öğrenmedi.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte, Hz. Mevlânâ, insanlar arasındaki derûnî bağlantının ne kadar yüzeyel olabileceğini tasvir eder. Mevlânâ’nın ifade ettiği gibi, insanlar genellikle başkalarını kendi düşünce ve yanılmaları üzerinden tanırlar. “Herkes kendi zannına göre benim dostum oldu” mısrası, insanların dış görünüşe ve kendi düşüncelerine göre bir yargıya vararak ilişki kurduğunu, ancak hakiki anlayışa ulaşamadığını gösterir.
​Asıl hikmetli olan kısım ise ikinci mısradır: “Ama kimse benim derûnî sırrımı aramadı, öğrenmedi.” Bu mısra, insanların yüzeysel ilişkilerle yetindiğini, bir başkasının kalbindeki ve ruhindeki derin sırları, duyguları ve düşünceleri öğrenmek için çaba sarf etmediğini dile getirir. Mevlânâ’nın bu sözleri, derûnî hayatın dış görünümlerden ne kadar farklı olabileceğini ve hakiki dostluğun ancak derûnî bir anlayış ile kurulabileceğini vurgular.
​Makale:
​İnsan ilişkileri, çoğu zaman bir yanılma üzerine kuruludur. Birbirimize bakarak, kendi zannımıza ve önyargılarımıza göre bir profil çizeriz ve bu profile uygun bir bağlantı kurmaya çalışırız. Ancak Hz. Mevlânâ’nın da hikmetli sözleriyle ifade ettiği gibi, bu zahiri anlayış, hakiki bir dostluğun ve bağlantının önündeki en büyük engeldir. Herkes, karşısındaki kişiyi kendi düşünceleriyle, kendi beklentileriyle tasvir eder; oysa o insanın kalbinde ve ruhunda yatan sırlar, bu dış görünümden tamamen farklı olabilir.
​Bu makaleden çıkarılacak en önemli ibret, hakiki dostluk ve yakınlığın, zahiri olanın ötesine geçerek, derûnî olanı aramaktır. Bir insanın kalbine ulaşmak, onun sırlarını anlamak ve onunla derûnî bir bağlantı kurmak, gerçek fazilet ve erdemdir. Bu, sadece bir dostluk meselesi değil, aynı zamanda hayatın genel bir düşüncesidir. İnsanlar, olaylara aynı yüzeysel bakış açısı ile yaklaşırlar. Bu yanılma, hem bireysel hem de toplumsal hayatımızda zıtlıklar ve aykırılıklar meydana getirir.
​Hakiki hayat, zahiri görünüşün ardındaki derûnî manayı anlamakla başlar. Hz. Mevlânâ’nın beyti, bizleri bu derinliğe davet eder. Birbirimize daha derûnî bir bakış atmaya ve birbirimizin kalp sırlarını anlamaya çalışmaya davet eder.
​Özet:
​Hz. Mevlânâ, insanların birbirlerini kendi yanılma ve zannlarına göre tanıdıklarını, ancak kimsenin diğerinin derûnî sırlarını öğrenmeye çalışmadığını dile getirir. Bu, zahiri görünüşün ötesine geçerek derûnî bir bağlantı kurmanın ehemmiyetini vurgular. Hakiki dostluk ve hayat, derûnî manaları anlamakla mümkündür.

​5. Makale: İkbalin Coşkusu ve Hayatın Zorlukları
​İktibas:
​”Cûşiş-i ikbâl eyler hâl-i pîrânı tebâh
Ekserî vîrânlığı seyl-âbdandır püllerin”
​Çelebizâde Âsım
​Eğer ikbalin coşkun, isteğin varsa yaşlılığın çok zor olur, yorulur, perişan olursun.
Köprüler genellikle altından akan nehrin coşkusundan dolayı yıkılır.

​İzah ve Açıklama:
​Çelebizâde Âsım’ın bu beyti, hayatın düşünce ve hikmet dolu bir izahını sunar. “Cûşiş-i ikbâl” ifadesi, dünyevi şöhretin, makamın ve başarıların getirdiği coşkulu ve hızlı ilerleyişi tasvir eder. Şair, bu coşku ve hırsla dolu bir hayatın, bilhassa yaşlılık döneminde, insanı nasıl perişan ettiğini, yorduğunu ve halini “tebâh” yani harap ettiğini söyler.
​Beytin ikinci mısrası, bu düşünceyi çok çarpıcı bir benzetmeyle ispatlar. Köprülerin yıkılmasının asıl sebebi, altında usul usul akan su değil, coşkun akan seldir. Bu benzetme, hayatın sükun ve denge ile yaşanması gerektiğini gösterir. Aşırı hırs, tutku ve dünya malına olan aşırı bağlılık, tıpkı sel gibi, insanın hayat köprüsünü temelden sarsar ve yıkıma sebebiyet verir.
​Makale:
​Hayat yolculuğumuz, bir nehir kenarında inşa ettiğimiz bir köprüye benzer. Bu köprünün altından akan su, zamanın ta kendisidir. Eğer bu su, sakin ve dengeli bir şekilde akarsa, köprümüz sağlam kalır ve bizi hayatın öteki yakasına güvenle taşır. Ancak ikbalin coşkusu, şöhretin ve makamın hırsı, bu sakin nehri bir sele dönüştürür. İşte o zaman, bu coşku ve hız, köprümüzü yıkmaya başlar.
​Çelebizâde Âsım’ın beyti, bize, hayatın faziletli bir şekilde yaşanması için sükunet ve dengenin ne kadar önemli olduğunu anlatır. Gençlik ve orta yaşlarda, ikbal coşkusuyla dolu bir şekilde hayata sarılan ve düşünmeden hareket eden insanlar, yaşlılık döneminde bunun bedelini ağır bir şekilde öderler. Onların hayatı, adeta yıkılmış bir köprüye döner; yorgunluk, pişmanlık ve perişanlık içinde kalırlar.
​Bu makalenin ibretli yönü, dünya hayatının bir yarıştan ibaret olmadığını, asıl faziletin, sakin ve kanaatkar bir hayat sürmek olduğunu göstermesidir. Aşırı hırs ve tutku, insanın sadece dışsal hayatını değil, aynı zamanda derûnî huzurunu da yok eder. Bu beyit, bize, dünya malı ve şöhreti peşinde koşmak yerine, kalbî huzur ve manevi zenginlikler peşinde koşmanın daha doğru bir yol olduğunu hatırlatır.
​Özet:
​Çelebizâde Âsım, ikbalin getirdiği aşırı coşku ve hırsın, insan hayatını nasıl perişan ettiğini tasvir eder. Köprülerin coşkun sellerle yıkılması gibi, insan da aşırı hırslarının kurbanı olur. Bu hikmetli beyit, bizlere sakin, dengeli ve kanaatkar bir hayat sürmenin faziletini ve ehemmiyetini anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 118

BERCESTE VE İZAHI – 118

1. Râşid – Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı / Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı
​İktibas:
​”Mahlas olmaz dile teslîm-i kazâdan gayrı
Kâr-ı takdîre ne der çâre rızâdan gayrı”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitte, Râşid şairane bir lisanla hayatın en temel hakikatlerinden birini beyan eder: Kadere teslimiyet ve rıza. Beytin ilk mısrası, “gönül için kurtuluş, kazaya teslim olmaktan başkası değildir” der. Bu, insanın başına gelen her şeyin, ilahi bir takdirin neticesi olduğunu kabul etmesi ve buna boyun eğmesi gerektiği manasına gelir. İkinci mısra ise bu hakikati bir soruyla pekiştirir: “Takdir edilen işe, rıza göstermekten başka ne çare vardır?” Bu soru, bir cevabın arayışından ziyade, cevabın tekilliğini ve kesinliğini vurgular. İnsanoğlunun karşılaştığı olaylar karşısında verebileceği en hikmetli cevap, onlara razı olmaktır. Bu beyit, hem dinî hem de ahlakî bir muhtevayı ihtiva eder.
​Makale:
​Râşid’in bu hikmetli beyti, insanlık tarihinin en kadim ve en önemli meselelerinden biri olan kader ve irade-i cüziyye mevzusuna bir nazar ve bakış açısı sunar. Beyit, bir teslimiyet nazariyesini ortaya koyar. İnsan, kendi sınırlı iradesiyle tabiatın ve kainatın akışına hükmedemez. İnsan hayatı, birçok hadise ile sınanır ve her hadise, ilahi bir takdirin tezahürüdür. Bu hadiseler karşısında gönlün bulacağı tek kurtuluş yeri, takdire boyun eğmektir. Bu teslimiyet, bir pasiflik veya acziyet değildir; bilakis, hakikatlerin kabulüyle gelen bir ruhi kuvvet ve huzur halidir. Rıza makamı, en yüce faziletlerden biri olarak kabul edilmiştir.
​Tarihî ve edebî açıdan bakıldığında, bu düşünce, İslam medeniyetinin ve felsefesinin temel taşlarından biridir. Mevlana’dan Yunus Emre’ye, nice düşünür ve şair, bu teslimiyet ve rıza halini mısralarında dile getirmiştir. Bu, insanın kendi enaniyetini bir kenara bırakıp cihan şümul bir nizama intibak etmesinin bir beyanıdır. Zıt ve aykırı gibi görünen olaylar, sabır ve rıza ile karşılandığında, kişinin ruhsal tekamülüne hizmet eder. Bu beyit, bize, hayatın iniş ve çıkışlarında, olumlu veya olumsuz görünen her şeyde bir hikmet bulunduğunu düşündürür.
​İbretli bir açıdan ise, Râşid’in bu beyiti, bize, kontrol edemediğimiz şeyler için endişelenmenin anlamsız olduğunu hatırlatır. İnsan, üzerine düşen gayreti gösterdikten sonra neticeyi Allah’ın takdirine bırakmalı ve gelen her sonuca rıza göstermelidir. Bu, hem bir iç huzur kaynağıdır hem de kişinin hayata karşı daha sağlam bir duruş sergilemesine olanak tanır. Keder ve tasa yerine rıza ve teslimiyet, gönlün huzur bulmasını sağlar.
​Özet:
​Râşid’in bu mısraları, kader ve teslimiyet hakikatine işaret eder. Gönlün huzur ve kurtuluşunun, ilahi takdire rıza göstermekten geçtiğini beyan eder. Bu teslimiyet, acziyet değil, aksine bir ruhi kuvvet ve olgunluk halidir. Makale, bu beyitin edebî, tarihî ve hikmetli muhtevasını ele alarak, insanın hayatın hadiseleri karşısında enaniyetini terk edip takdire razı olmasının ehemmiyetini vurgular. Bu durum, kişinin iç huzurunu temin eder ve hayatın zıt ve aykırı gibi görünen hallerine karşı sağlam bir duruş kazanmasını sağlar.

​2. Nâ’ilî – Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden / Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden
​İktibas:
​”Bildik ki himmet olmayıcak ehl-i hâlden
Esrâr-ı Hak bilinmez imiş kîl ü kâlden”

​İzah ve Açıklama:
​Nâ’ilî’nin bu hikmetli beyti, manevi bilgiye ulaşma yollarını açıklar. Şair, “Ehl-i hal zatlardan manevi yardım (himmet) olmadıkça, Hakk’ın sırları sadece dedikoduyla (kîl ü kâl) bilinmez imiş” der. Bu beyit, kuru bilgiye ve teorik konuşmalara (kîl ü kâl) karşı, manevî hallerin ve bu hallere vakıf olan kişilerin (ehl-i hâl) ehemmiyetini vurgular. Hakk’ın sırlarına vakıf olmak, yalnızca okumakla, tartışmakla veya duyduklarını tekrar etmekle mümkün değildir; bu sırların açığa çıkması için manevî bir yardım ve lütuf gereklidir.
​Makale:
​Nâ’ilî’nin bu beyti, bilginin mahiyetine ve elde ediliş biçimine dair derin bir düşünce ve hikmet beyanıdır. Beyit, zahiri bilginin sınırlarını ve derûnî bilgiyi elde etmenin şartlarını ortaya koyar. “Ehl-i hâl”, yani manevî makamlara erişmiş, ruhsal olgunluğa ulaşmış kimselerdir. Bu kimselerin himmeti, yani manevî yardımları ve yönlendirmeleri, hakikat yolcusu için elzemdir. Zira, Hakk’ın sırları, sadece akıl ve mantıkla, lafız ve kelime oyunlarıyla (kîl ü kâl) idrak edilebilecek şeyler değildir. Onlar, ruhen hissedilmesi, tecrübe edilmesi gereken hakikatlerdir.
​Bu beyitteki “kîl ü kâl” kelimeleri, boş konuşmayı, laf kalabalığını ve dedikoduyu temsil eder. Bu, kuru bilginin, tecrübeden mahrum teorik bilgilerin bir tenkitidir. Nâ’ilî, bu mısralarıyla, hakikate ulaşmanın yolunun, zahirî tartışmaların ötesinde, manevî bir rehberlik ve batini bir arayışla mümkün olduğunu isbatı ortaya koyar. Bu, manevî irşad ve rehberliğin ehemmiyetini vurgular.
​Tarihî açıdan, bu düşünce, tasavvuf geleneğinin temelini teşkil eder. Tasavvuf ehli, manevî makamlara ulaşmak için bir mürşidin rehberliğine ihtiyaç duyulduğunu daima beyan etmiştir. Bu beyit, bu geleneğin edebiyattaki yansımasıdır. İbretli bir açıdan ise, bu mısralar, sadece bilgi biriktirmenin değil, aynı zamanda o bilginin ruhunu kavramanın da ne kadar önemli olduğunu düşündürür. Gerçek hikmet, sadece dış kaynaklardan edinilen bilgilerle değil, iç tecrübeler ve manevî yardımla kazanılır.
​Özet:
​Nâ’ilî’nin bu beyti, Hakk’ın sırlarının kuru bilgi ve dedikoduyla (kîl ü kâl) değil, manevî hallere sahip zatların (ehl-i hâl) himmeti ve yardımıyla bilinebileceğini beyan eder. Bu, manevî rehberliğin ve tecrübeye dayalı bilginin ehemmiyetini vurgular. Makale, bu beyitin hikmetli ve tasavvufi muhtevasını ele alarak, hakikate ulaşmanın yolunun sadece zahirî bilgilerle değil, aynı zamanda derûnî bir arayış ve manevî bir rehberlik ile mümkün olduğunu anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 117–

BERCESTE VE İZAHI – 117–

​1. Mısra-i Hâss: Fenni’den Bir İlâhî Münasebet ve İbret
​İktibas:
​Cânımı alma karîn-i şâh-ı “levlâk” olmadan
Ber-murâd eyle tenim âlûde-i hâk olmadan

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) olan derin sevgi ve bir kulun Rabbine olan niyazını ihtiva etmektedir. Şair Fenni, “Sen olmasaydın kainatı yaratmazdım” manasına gelen hadis-i kudsînin de bağlantısıyla, canını Rabbine teslim etmeden evvel iki önemli arzusunu beyan etmektedir. İlk arzu, Peygamber Efendimiz’e yakın olabilmektir. Bu, yalnızca fizikî bir yakınlık değil, manevî bir yakınlık, O’nun şefaatine nâil olma, O’nun ahlâkına ve hayatına intibak edebilme arzusudur. Bu istek, O’nun ümmeti olmanın en büyük şereflerinden birine ulaşma gayretini gösterir. İkinci arzu ise, “ber-murâd olmak” yani muradına ermektir. Şair, bedeninin toprağa karışmasından önce, yani bu hayatın nihayetine ermeden evvel, tüm dileklerinin ve arzularının kabul edilmesini istemektedir. Bu, bir âhiret yurduna yönelişin bir yansımasıdır. İnsan, bu fani hayatta birtakım gaye ve beklentilerle yaşar. Mühim olan, bu gayelerin ve beklentilerin, Allah’ın rızasına muvafık olmasıdır. Bu beyitteki talep, sadece dünyevî muradlara erişmek değil, bilakis manevî muradlara erişebilmektir.

​2. Mısra-i Hâss: Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hayatın Yapısı Üzerine Bir Nazarı
​İktibas:
​Bu bir devvâr-ı gaddârdır gözü gördüğünü hep yer
Ne şâh u ne gedâ bunda ne bir ferd pâydâr olmuş

​İzah ve Açıklama:
​Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri’nin bu beyitleri, hayatın geçiciliğine ve dünya tabiatının aldatıcı yapısına dair derin bir düşünceyi tasvir eder. Beyitte, dünya, “devvâr-ı gaddâr” olarak nitelendirilmektedir. “Devvâr,” dönen ve “gaddâr,” acımasız, zalim demektir. Dünya, gözü gördüğü her şeyi yiyip bitiren, yok eden acımasız bir değirmen gibidir. İnsanları, makamları, malları ve tüm güzellikleri bir bir yok eder. İkinci mısra, bu hakikatin evrensel bir kaidesini ifade eder: “Ne sultan ne dilenci ne de herhangi bir insan bu dünyada ebediyen kalıcıdır.” Dünya hayatı, sultanı da dilenciyi de aynı acımasız döngüye tabi kılar. Hiç kimse, makamı, mevkii, zenginliği veya fakirliği ne olursa olsun, bu dünyada kalıcı değildir. Bu beyit, bize hayatın fani olduğunu ve asıl hayatın âhiret yurdunda olduğunu hatırlatır. Bu sebeple, insanın dünya hırsından ve mal sevgisinden sıyrılıp, ebedi hayata yönelik salih amellerde bulunması gerektiği düşüncesini telkin eder.

​Özet
​Bu makale, farklı beyitin izah ve açıklamalarını ihtiva etmektedir. İlk beyitte, Fenni’nin Peygamber Efendimiz’e olan derin sevgi ve bu hayatta muradına erme isteği, ilahî bir münasebet açısından tenkit edilmiştir. Ikinci beyitte, Alvarlı Muhammed Lütfi’nin dünyanın aldatıcı ve fani yapısı üzerine olan nazarları ve insanın bu hayatta kalıcı olmadığı hakikati ele alınmıştır. Her bir beyit, kendi konusu içinde bir bütünlük arz etse de, hepsinin ortak noktası, hayat, aşk, tabiat ve insanlık durumları üzerine derin ve düşündürücü bir bakış açısı sunmalarıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 116

BERCESTE VE İZAHI – 116

​1. Senih-i Mevlevi’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Zâr zâr et kâ’ilim âzâra Allâh aşkına
Yâre aç tek olma yâr ağyâra Allâh aşkına
​Beni ağlat, inlet tüm eziyetlerine razıyım.
Tek sinemde yaralar aç da Allah aşkına başkasına yâr olma.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tasavvufi aşkın zirvesini tasvir etmektedir. Beyitte geçen “yâr” (sevgili) kelimesi, zahiri manada dünyevi bir sevgiliyi anlatıyor gibi görünse de, derin manasıyla Cenab-ı Hakk’a işaret etmektedir. Âşık, Maşuk’tan gelen her türlü kederi, eziyeti ve mihneti razılıkla karşılamaktadır. Bu rıza hali, âşığın, Maşuk’a olan bağlılığının ve sadakatinin derecesini ortaya koyar. “Tek sinemde yaralar aç da Allah aşkına başkasına yâr olma” mısraı, âşığın kalbinin sadece ilahi aşk ile dolu olmasını istediğini, bu kalpte O’ndan başkasına yer olmadığını beyan eder. Bu durum, tevhid inancının aşka bürünmüş halidir; yani kalp Allah’tan gayrı hiçbir şeye meyl etmemelidir. Âşık, bu manevi duruşuyla “ağyâr”a (başkalarına) yani dünyevi sevgililere ve nefsani arzulara kapılarını kapattığını, kalbinin tek sahibinin Maşuk olduğunu dile getirir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Aşkın Feda Sırrı: Bir Demet Gül, Bir Sürü Diken
​Tasavvuf düşüncesinde, aşkın zahiri ve derûnî yüzü daima ele alınmıştır. Zahiri olan, insani ilişkilerdeki duygu yoğunluğu iken, derûnî olan, insanın Rabbi’ne karşı duyduğu sonsuz meyil ve iştiyaktır. Senih-i Mevlevi’nin bu mısraları, bu derin meyil ve iştiyakın en can alıcı tasvirlerinden birini sunmaktadır. “Zâr zâr et kâ’ilim âzâra Allâh aşkına,” mısraı, âşığın maruz kaldığı her eziyetin, aslında kendisini Maşuk’a yakınlaştıran bir lütuf olduğuna dair sarsılmaz bir inancın ve teslimiyetin ifadesidir.
​Tarihî bağlamda, bu anlayışın kökleri, Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hakk” (Ben Hakk’ım) haykırışına ve derisinden kan akarken dahi nefsinden değil, Hakk’tan bahsetmesine kadar uzanır. O, bu sözle enaniyetinden sıyrılıp ilahi aşka gark olduğunu ilan etmiş, bu teslimiyetin bedelini hayatıyla ödemiştir. Bu beyitteki ifade, benzer bir teslimiyetin edebi bir tasviridir. Âşık, canına ve kalbine gelecek her türlü cefaya razı olmaktadır; zira biliyor ki bu cefa, aslında Maşuk’tan gelen bir ihsandır.
​Edebiyat tarihimizde bu tema, Fuzûlî’nin Leylâ ile Mecnun mesnevisinde en geniş muhtevasını bulur. Mecnun, Leylâ’nın aşkı ile öyle bir hale gelir ki, çöllerde gezerken gördüğü tüm hayvanları dahi Leylâ’nın suretinde görür. Onun bu durumu, sadece dünyevi bir aşktan ziyade, tasavvufi bir aşkın sembolü haline gelir. O, Leylâ’nın aşkıyla yokluğa ermiş, böylece gerçek varlık olan Hakk’a yaklaşmıştır.
​Bu beyit, bir ibret vesilesidir. Bize şunu fısıldar: Kalbinizin kapısını açtığınız yegâne sevgi, en yüce ve en nihai olan olmalıdır. Zira fani olan sevgiler, bir gün son bulacak, sizi terk edecektir. Ancak ilahi aşk, sonsuz ve bakidir. Bu makamda âşık, Maşuk’un bahçesindeki bir gülü değil, gülü sevenin aşkını ister. Bu aşk, dikenlere dahi razı olmaktır; çünkü bilir ki dikenler de o gülün parçasıdır. Gözyaşları, feryatlar ve eziyetler, kalbin pasını silen birer arınma vesilesidir. Makalenin ana fikri, derûnî âlemin temizliği için zahiri zorluklara göğüs germe faziletidir.
​Özet: Bu beyit, ilahi aşka ulaşmanın zahiri eziyetlere rıza göstermekten geçtiğini tasvir etmektedir. Aşık, Maşuk’un (Allah’ın) yolunda çekilen her türlü sıkıntıya razı olup, kalbinde O’ndan başkasına yer vermeyeceğini beyan eder. Bu teslimiyet ve tevhîdî bakış açısı, insanın nefsinden arınarak gerçek varlık ve beka olan ilahi hakikate ulaşmasının bir yoludur.

​2. Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Sun sağarı bana mestâne desinler
Uslanmadı gitdi kor o divâne desinler
​Ey saki! Bana aşk kadehini sun, varsın sarhoş desinler.
Görün, o deli uslanmadı gitti desinler.

​İzah ve Açıklama:
​Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin bu mısraları, yine tasavvufi bir derinlik ihtiva etmektedir. Burada geçen “sâkî”, ilahi aşk şarabını sunan bir mürşid-i kâmile yahut doğrudan Cenab-ı Hakk’a işaret eder. “Sarhoş” ve “divâne” (deli) kelimeleri ise, zahiri mananın aksine, ilahi aşkla kendinden geçmiş, dünya ve nefsani arzuların ötesine geçmiş kimseleri tasvir etmektedir. Âşık, halkın kendisine ne diyeceğinin kaygısını taşımaz; çünkü onun için önemli olan tek şey, ilahi aşkın coşkusuyla Hakk’a ulaşmaktır. “Uslanmadı gitti” ifadesi, dünya hayatına, makam ve mevkiiye, kuru akla ve mantığa boyun eğmediğini, ilahi aşk yolunda yürümeye devam ettiğini dile getirmektedir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Akıl Hapsinden Aşkın Deliliğine: Bir Divânenin Özgürlüğü
​Tasavvuf düşüncesi, kuru akla ve mantığa karşı daima aşkı ve kalbi öne çıkarmıştır. Şeyhülislâm Yahyâ’nın bu beyiti, bu düşüncenin en güzel tasvirlerinden birini sunar. Şair, dünya aklının ve toplumun koyduğu normların dışına çıkıp ilahi aşkın sarhoşluğuna talip olmaktadır. O, bu yolda yürürken kendisine “deli” yahut “uslanmaz” denilmesini umursamaz; zira onun gözünde bu sıfatlar, birer övgüden ibarettir. Divâne olmak, dünya kaygılarından, kuru akılcılıktan ve nefsanî hesaplardan kurtulmak, ilahi aşkın coşkusuyla hayata bambaşka bir açıdan bakmaktır.
​Edebiyatımızda divanelik teması, tasavvufi hikmetin bir yansımasıdır. Leylâ’nın aşkıyla divâneye dönen Mecnûn’un durumu, bu deliliğin en edebi misalidir. Mecnûn, aklın kurallarına göre yaşayan insanlardan uzaklaşır, çölde kendi hayatını inşa eder ve bu haliyle hem kendi özgürlüğünü ilan eder hem de hakikate daha da yaklaşır. Bu hikayede, akıl hapsinden kurtulup aşkın deliliğine sığınmanın ne kadar kutlu bir yol olduğu vurgulanır.
​Tarihî açıdan, bu divanelik, sadece şairlerin değil, aynı zamanda sûfîlerin de hayatında karşımıza çıkar. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Şems-i Tebrîzî ile tanıştıktan sonra dünya hayatındaki yerini, itibarını terk etmiş, aşkın sema’ına ve coşkusuna kapılmıştır. Onun bu dönüşümü, birçok kişiye garip ve akıl dışı gelmiş, hatta “uslanmadı gitti” dedirtmiştir. Lakin onun bu hali, İslam ve tasavvuf tarihinde yeni bir yolun, bir meşrebin açılmasına vesile olmuştur.
​İbretlik yönüyle bu beyit, bizi düşünmeye sevk eder: Hayatın gerçek manasını, sadece toplumun beklentilerini karşılayarak ve kuru akılla mı bulabiliriz? Yoksa kalbimizin sesini dinleyerek, aşkın coşkusuyla mı yaşamalıyız? Bu beyit, bize cesaret aşılar. Dış dünyanın gürültüsünden uzaklaşıp, içimizdeki sesin peşinden gitmenin, ilahi aşka giden yolda en önemli adımlardan biri olduğunu gösterir. Bu makalenin ana fikri, dünyanın kuru gerçeklerinden kurtulup aşkın deliliğine sığınarak hakikate ulaşma yoludur.
​Özet: Beyit, ilahi aşka kendini adamış bir âşığın, toplumun “deli” ve “uslanmaz” gibi yaftalamalarını umursamadığını, aksine bu halleri bir şeref olarak kabul ettiğini anlatır. Bu durum, kuru akıl ve dünyevi hesapların ötesine geçerek, sadece kalbinin sesini ve aşkın coşkusunu takip etmenin ilahi hakikate ulaşmada ne kadar önemli olduğunu ortaya koyar.

​3. Nesimî’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Fânî cihâna bakma geçer ömrü sevme kim
Ömrün zevâli var u cihânın bekâsı yok
​Fani dünyaya bakma, geçip gidecek olan ömrü sevme.
Çünkü ömrün zevali var ve bu dünyanın bekası yok.

​İzah ve Açıklama:
​Nesimî’nin bu beyiti, tasavvufun ve hikmet düşüncesinin temel taşlarından birini, yani dünya hayatının fani oluşu (geçiciliği) gerçeğini işlemektedir. “Fânî cihân” (geçici dünya) ve “bekâsı yok” (kalıcılığı yok) ifadeleriyle, dünya malına, makamına ve zevklerine bağlanmanın yersizliğini vurgulamaktadır. Aynı şekilde, “ömrü sevme” ifadesi, kişinin kendi enaniyetine ve bu enaniyetin sebep olduğu dünyevi arzulara kapılmamasını, asıl hayatın ötesinde olduğunu anlatır. Bu beyit, insanı dünyaya aşırı bağlanmaktan ve bu fani hayattan beklentiler beslemekten men ederek, asıl olan ahiret hayatına yönelmeye çağırır.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Bekâya Giden Yolculuk: Bir Fani Aynanın Önünde Durmak
​İslam düşüncesi ve tasavvufi hikmet, insanı daima fani olanın değil, baki olanın peşinden gitmeye teşvik etmiştir. Nesimî’nin bu beyiti, bu yolda atılması gereken ilk adımın, dünya hayatının bir yanılma, bir yansıma olduğunu fark etmek olduğunu anlatır. Dünya, bir ayna gibidir; her şey gelip geçicidir. Güzellikler, makamlar, servetler ve hatta en sevdiklerimiz dahi bir gün bu aynadan silinip gidecektir. “Ömrün zevâli var u cihânın bekâsı yok” mısraı, bu acı ama hakikatli gerçeği tüm çıplaklığıyla yüzümüze vurur.
​Tarihî açıdan, bu fani dünya görüşü, birçok medeniyetin ve düşünce akımının da temelini oluşturmuştur. İnsanlık tarihi boyunca, kudretli padişahlar, zengin krallar, büyük komutanlar gelmiş ve gitmiştir. Onların sarayları, zaferleri ve servetleri, bugün sadece kitap sayfalarında birer hikayeden ibarettir. Bu durum, dünya hayatının geçiciliğinin en somut isbatıdır. Nesimî’nin bu beyiti, bu tarihi tekrarın bir özetidir; bize, ne kadar güçlü olursak olalım, bu hayatta bir misafir olduğumuzu hatırlatır.
​Edebiyatımızda, bu tema sayısız mısrada işlenmiştir. Baki’nin “Baki kalan bu kubbede bir hoş sada imiş” mısraı da aynı hakikati farklı bir edebi tasvirle dile getirir. Fani dünyada kalıcı olan tek şey, geride bırakılan güzel bir sestir; bu, ya güzel bir amel, ya da ilahi aşk yolunda çekilen bir feryattır.
​İbretlik yönüyle, bu beyit bizlere, dünyevi şeylere olan bağlılığımızın aslında bizi bir yanılmaya sürüklediğini gösterir. Bu yanılma, bizi gerçek hayatın gayesinden uzaklaştırır. İnsan, nefsanî arzuların ve dünyevi zevklerin peşinden koştukça, aslında kendi özünden, kendi ruhundan uzaklaşır. Bu makalenin ana fikri, fani olanın değerini bilmek, ancak asıl kıymetin baki olana ait olduğunu idrak etmektir. Zira dünya bir köprüdür, üzerinden geçilir ama üzerinde ev kurulmaz.
​Özet: Bu beyit, dünyanın ve üzerindeki her şeyin fani (geçici) olduğunu vurgular. İnsanları, ömrün zevalinin ve dünyanın bekasının olmamasından dolayı, dünyevi zevklere ve mallara aşırı bağlanmaktan kaçınmaya çağırır. Asıl hayatın ve bekâ’nın ancak ahirette olduğu, bu sebeple manevi hayata yönelmek gerektiği anlatılır.

​4. Lâedri’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Hevâya düşdün ey dil meclis-i takvâya gelmezsin
Gözün aç gâfil olma bir dahi dünyaya gelmezsin
​Ey gönül! Hevanın, arzu ve isteklerinin peşine düştün, artık takva meclislerine, sohbet meclislerine gelmez oldun.
Gözünü dört aç, gafil olma! Bu dünyadan göçtükten sonra bir daha dönemeyeceğini sakın unutma!

​İzah ve Açıklama:
​Lâedri’ye (şairi bilinmeyen) ait bu beyit, bir nasihat niteliği taşır. Şair, insanın nefsanî arzularına (“hevâ”) kapılarak takva (Allah’a karşı gelmekten sakınma) meclislerinden uzaklaşmasını eleştirir. İnsan, fani olan dünyaya, nefsinin isteklerine öylesine kapılır ki, aslında asıl amacı olan Hakk’a ibadet etmekten ve hakikat arayışından vazgeçer. “Gözün aç gâfil olma” uyarısı, insanın bu gafletten uyanmasını, uykudaymış gibi yaşadığı bu dünyadan ahiret için bir hazırlık yapması gerektiğini vurgular. “Bir dahi dünyaya gelmezsin” ifadesi, bu hayatın tek bir şans olduğunu, kıymetinin bilinmesi gerektiğini hatırlatan ibretlik bir ikazdır.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Gaflet Uykusu ve Hayatın Kıymeti: Bir Misafirin Uyanışı
​İnsanın en büyük imtihanı, nefsine ve dünyevi arzulara (heva) karşı verdiği mücadeledir. Lâedri’nin bu beyiti, bu mücadelenin en kritik anına, yani insanın gaflete düştüğü ana işaret eder. Gaflet, insanın hayatı bir oyun ve eğlence olarak görmesi, ahiret hayatını ve varoluşunun gayesini unutması halidir. Beyit, bu gaflet uykusundan uyanmamız için bizi şiddetli bir şekilde uyarır.
​Tarihî ve edebi açıdan, bu uyarının sayısız misalini bulmak mümkündür. İnsan, Firavun gibi kudretli bir hükümdar da olsa, Kârûn gibi zengin bir tüccar da olsa, ömrünün ve bu fani dünyanın bir sonu olduğunu unutmuştur. Bu unutkanlık, onların helakına ve tarihin sayfalarında birer ibret dersi olarak yer almalarına sebep olmuştur. Lâedri’nin beyiti, bu gibi örneklerden ilham alarak, “bir daha dünyaya gelmezsin” gerçeğini göz önüne sermemizi sağlar.
​Bu makalenin asıl hikmeti, hayatın bir kerelik bir imtihan olduğu gerçeğidir. İnsan, nefsini terbiye etmedikçe, bu imtihanı başarıyla geçemez. Takva meclislerinden, yani hak ve hakikatin konuşulduğu, ilmin ve hikmetin paylaşıldığı ortamlardan uzak durması, kişinin manevi hayatının fakirleşmesine sebep olur. Bu beyit, bizi, hayatımızı sadece nefsinin isteklerini tatmin etmekle geçiren birer misafir değil, bu dünyanın bir imtihan alanı olduğunu idrak eden birer yolcu olmaya çağırır.
​Gafletten uyanmak, sadece dünyadan el etek çekmek değil, aksine hayatın her anını bir ibadet bilinciyle yaşamaktır. Her nefes alıp verişimizde, her attığımız adımda, bu fani hayatın bir gün sona ereceğini hatırlamak ve bu doğrultuda hareket etmek gerekir. Bu makalenin ana fikri, hayatın kıymetini bilmek, gafletten uyanmak ve manevi hayatımızı zenginleştirmek için çaba göstermektir.
​Özet: Beyit, insanın nefsanî arzularının peşinden gitmesinin, onu manevi hayatından ve hakikat meclislerinden uzaklaştırdığını anlatır. İnsanları bu gafletten uyanmaya, dünyanın fani olduğunu ve bu hayata bir daha dönülmeyeceğini hatırlamaya davet eder. Bu, hayatın kıymetini bilmek ve asıl gayeye odaklanmak için bir ikazdır.

​5. Nev’izâde Atâyî’ye Ait Beyit Üzerine Makale
​İktibas:
​Kaçıp gamdan diyâr-ı aşk ser-gerdânıyız cânâ
Anınçün her gece bir tekyenin mihmânıyız cânâ
​Ey benim canım! Gamdan kaçıyoruz. Aşk diyarında başımız dönmüş, perişan bir vaziyetteyiz.
Ey benim canım! Ondan dolayı her gece bir tekkeye misafir oluyoruz.

​İzah ve Açıklama:
​Nev’izâde Atâyî’nin bu beyiti, dünyevi sıkıntı ve kederlerden kurtulmanın yolunun ilahi aşkta olduğunu ifade eder. “Gam” kelimesi, dünya hayatının sebep olduğu maddi ve manevi sıkıntıları, “diyâr-ı aşk” ise, ilahi aşkın hüküm sürdüğü manevi alemi temsil eder. Âşık, bu gam diyarından kaçarak aşk diyarına sığınır. “Ser-gerdân” (başı dönmüş, şaşkın) ifadesi, bu aşkın sarhoş edici ve şaşırtıcı tesirini gösterir. “Tekye” ve “mihmân” (misafir) kelimeleri ise, âşığın bu manevi yolculukta bir mürşidin rehberliğine, bir tarikatın usûl ve erkânına sığındığını tasvir eder. Bu durum, ilahi aşka ulaşmanın tek başına değil, bir mürşidin nezaretinde, manevi bir topluluk içinde daha kolay ve doğru olduğunu gösterir.
​Hikmetli, Edebi, Tarihi, İbretli ve Düşündürücü Makale
​Gamdan Aşk’a Sığınmak: Bir Yolcunun Tekke Misafirliği
​İnsan hayatı, daima gam ve kederle doludur. İnsan, bu gamdan kaçmak için bazen yanlış yollara sapar, fani zevklerde avunur. Ancak Nev’izâde Atâyî, bu beyitinde, gamdan kurtulmanın yegâne yolunun ilahi aşk olduğunu beyan eder. Bu aşk, insanın ruhunu huzura kavuşturan, kalbine sekinet veren bir limandır. Gamdan kaçıp bu aşk diyarına sığınmak, aslında insanın kendi özüne, ruhunun derinliklerine dönmesidir.
​Edebiyatımızda, bu sığınma teması, sûfî şairler tarafından sıklıkla işlenmiştir. Yunus Emre’nin “Bana seni gerek seni” feryadı, dünya gamlarından ve sıkıntılarından kaçıp sadece Maşuk’a sığınma arzusunun en saf ifadesidir. Bu sığınma, insana hem dünya gamını unutturur, hem de onu manevi bir yükselişe hazırlar.
​Tarihî açıdan, tekkeler, dervişler ve mürşidler, bu aşk yolunun yolcuları için birer rehber ve barınak olmuştur. Tekkeler, sadece birer ibadethane değil, aynı zamanda manevi ilmin ve terbiyenin verildiği, insanın nefsini terbiye ederek ilahi aşka hazırlandığı mekânlardır. Bu mekânlar, gamlı ve kayıp ruhların, hakikati bulduğu sığınaklardır.
​İbretlik yönüyle bu beyit, bizlere, hayatımızda karşılaştığımız sıkıntıların ve kederlerin, aslında bizi daha yüce bir amaca yöneltmesi gerektiğini hatırlatır. Bu zorluklar, birer engel değil, bizi ilahi aşka giden yolda kamçılayan birer sebep olabilir. Gamdan kaçarken fani zevklere sığınmak yerine, kalbimizi ilahi aşka açarsak, gerçek huzuru bulabiliriz. Beyit, insanın bu manevi yolculukta yalnız olmadığını, bir rehbere ve manevi bir topluluğa (tekkeye) sığınmanın önemini vurgular. Bu makalenin ana fikri, dünyanın gam ve kederinden kaçıp ilahi aşkın huzuruna sığınmanın, manevi bir topluluk içinde gerçekleşebileceğidir.
​Özet: Beyit, dünyevi gam ve sıkıntılardan kaçmanın yolunun ilahi aşkta olduğunu anlatır. Âşık, gamdan kaçıp aşk diyarına sığınarak perişan bir hale gelse de, bu hali bir şeref olarak görür. Her gece bir tekkeye misafir olması, bu manevi yolculukta bir rehber ve manevi bir topluluğun (cemaatin) önemine işaret eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
24/10/2025