BERCESTE VE İZAHI – 111

BERCESTE VE İZAHI – 111

​1. Laedri’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Devlet istersen kana’at, rahat istersen ölüm”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısra, insan hayatındaki iki temel arayışı, yani devlet (mutluluk, zenginlik, manevi yücelik) ve rahatı, birbirine zıt iki kavramla ilişkilendirir. Şair, gerçek mutluluğun ve zenginliğin dış şeylerde değil, kanaatte yattığını tasvir eder. Kanaat, elindekine razı olmak, hırstan ve aşırı dünya sevgisinden uzak durmak demektir. Bu mısraya göre, gönül zenginliği ve iç huzuruna ancak bu yolla erişilebilir. Diğer yandan, mutlak rahatı arayanların varacağı yerin ölüm olduğunu belirtir. Çünkü bu dünyada tam bir rahat, zahmetsiz ve sıkıntısız bir hayat mümkün değildir. Her hayatın içinde imtihanlar, dertler ve meşakkatler vardır. Ölüm ise bu dünya hayatının tüm zahmetlerinden kurtuluştur. Bu sebeple, şair, hayatın gerçek yapısını ortaya koyarak insana bir tercihte bulunmasını cevap verir: ya kanaat ile hayatın içindeki zorluklara rağmen bahtiyar olmak ya da mutlak rahatı arayarak ölüme varmak.
​—
​Makale: Kanaatin Kutsal Zenginliği ve Rahatın Yanıltıcı Yüzü
​Hayat, enaniyet ve arzuların sonsuz bir yarış alanı gibidir. İnsan, tabiatı gereği daima daha fazlasını ister; daha fazla servet, daha fazla şöhret, daha fazla kudret… Bu bitmek bilmeyen arayış, çoğu zaman insanı yorgun düşürür ve arzuladığı bahtiyarlığa bir türlü ulaştırmaz. Oysa ki, hikmet ehli Laedri’nin de tasvir ettiği gibi, gerçek devlet ve bahtiyarlık, maddenin değil, mananın kucağında, yani kanaatte saklıdır.
​Kanaat, sadece elindekine razı olmak değil, aynı zamanda kalbin maldan, mülkten ve dünya hırslarından azade olmasıdır. Bu, bir nefis terbiyesi, bir gönül zenginliğidir. Kanaat eden bir kimse, malı çok olmasa da kalbi daima müstağnidir. Zira o, sahip olduğu her şeyin geçici olduğunu bilir ve gerçek zenginliğin Rabbin ona bahşettiği nimetlere şükretmekte olduğunu idrak eder. Bu fazilet, insana dünya telaşının ve koşturmacasının üstünde bir sükunet bahşeder. Tarihe nazar ettiğimizde, bu gerçeği en iyi anlayanların, en büyük bahtiyarlığı bulanların, çoğu zaman dünya malına meyletmeyen alimler, dervişler ve salih kimseler olduğunu görürüz. Onlar, dünya rahatını değil, ahiret bahtiyarlığını öncelemişlerdir.
​Diğer yandan, insan, dünya hayatında mutlak bir rahat arayışına girdiğinde, bu arayışın onu bir yanılgıya sürüklediği aşikârdır. Zira dünya, zıtlıkların, zıtların ve aykırılıkların yurdudur. İmtihanlar, hastalıklar, musibetler, meşakkatler, hayatın ayrılmaz bir cüzüdür. Hiçbir insan, hayatı boyunca tek bir zahmet çekmeden yaşayamaz. Bu sebeple, tam bir rahatı beklemek, akıntıya karşı kürek çekmek gibidir. Asıl ibret, insanın bu zorluklar karşısındaki duruşudur. Bu zahmetler, insanın ahireti kazanması için birer imtihan ve olgunlaşma vesilesidir. Tam bir rahat, ancak dünya hayatının sona ermesiyle, yani ölümle mümkün olur. Bu sebeple, mısra, mutlak rahat arayışının fani olduğunu, asıl bahtiyarlığın, bu dünyanın zorlukları içinde bile bulunabilecek kanaat ve şükürde olduğunu hatırlatır. Kanaat, bu dünyanın fırtınaları içinde sığınılacak bir liman gibidir. İnsan, ancak bu limanda huzur bulabilir.
​Özet: Bu makalede, Laedri’nin mısrasından hareketle, gerçek bahtiyarlığın ve zenginliğin dış şeylerde değil, iç bir fazilet olan kanaatte bulunduğu tasvir edilmiştir. Tam bir rahatın ise dünya hayatında bulunamayacağı, bu arayışın ancak ölümle sona ereceği vurgulanmıştır. Makalede, kanaatin gönül zenginliği olarak insanın ruhuna bahşettiği sükunete işaret edilmiş ve dünya hayatının imtihanlarla dolu yapısı ele alınmıştır.

​2. Mir’âti’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Mir’âti sözlerin gizli mu’ammâ / Ulu’l-ebsâr olanlara hüveydâ / Elsiziz belsiziz dilsiziz ammâ / Gezeriz âlemde erkekçesine”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Mir’âti’nin hikmet ve mana dolu sözlerinin derinliğini tasvir eder. Şair, sözlerinin sıradan bir kimse için kapalı, bir muammâ olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr yani derin ve basiretli bir bakışa sahip olanlar için apaçık ve aşikar olduğunu belirtir. Bu, zahiri bakışın ötesinde, iç bir idrak gerektiren bir hakikatle ilgilidir. İkinci beyitte ise zıt bir tasvirle, kendilerini “elsiz, belsiz ve dilsiz” olarak nitelendirirler. Bu sıfatlar, onların dünya işlerinden, maddi güçten ve gösterişli konuşmalardan uzak olduklarını gösterir. Ancak, bu hallerine rağmen, yani bu zahiri eksikliklere rağmen, “âlemde erkekçesine gezdiklerini” ifade ederler. Burada geçen “erkekçesine” kelimesi, cinsiyetten öte, yiğitlik, cesaret, doğruluk ve vakarlı bir duruşu tasvir eder. Bu, onların manevi kuvvetinin, zahiri güçlerinin üstünde olduğunu, kalben sağlam ve kararlı olduklarını gösterir.
​—
​Makale: Kalbin Dili ve Basiretin Yürüyüşü
​Söz, bir dilin en mühim vasıtasıdır; lakin her söz, aynı ağırlığı ve derinliği taşımaz. Bazı sözler, sadece kuru birer harf yığınıyken, bazıları hikmet ve mananın ta kendisidir. Mir’âti’nin mısraları, sözün bu derin yapısını, basiret ve idrakin ehemmiyetini gözler önüne serer. O, hakikat ehlinin sözünün, alelade bir kula kapalı olduğunu, ancak ulu’l-ebsâr, yani kalp gözü açık olanlar için bir aydınlık ve isbat olduğunu beyan eder. Bu tasvir, Kur’an-ı Kerim’in ve diğer kutsal kitapların muhtevasına benzer. Onların ayetleri de zahirde okunsa bile, gerçek manası ancak derin düşünce, tefekkür ve basiretle idrak edilebilir. Bu nedenle, hakikatin kapısını aralamak isteyen bir kimse, kuru ezberden ziyade, kalbinin gözünü açmakla yükümlüdür.
​Mısraların ikinci kısmı, bu manevi derinliğin, zahiri bir acziyetle nasıl bütünleştiğini gösterir. Şair, kendilerini “elsiz, belsiz, dilsiz” olarak tasvir eder. Bu, onların dünya hayatının karmaşasından, maddeye olan meylinden ve fani şeylere olan tutkusundan uzak durduklarını gösterir. El, eylem ve kudreti; bel, güç ve iktidarı; dil ise boş sözü tasvir eder. Onlar, bu dünya hırslarından azade olarak, asıl güç ve kudretin Allah’a ait olduğunu idrak etmişlerdir. Lakin bu zahiri acziyet, onları zayıf kılmaz. Aksine, “âlemde erkekçesine gezerler.” Bu kelime, sadece erkek cinsiyetini değil, yiğitlik, cesaret, hak yolunda kararlılık ve izzetli bir duruşu ihtiva eder. Bu hal, onların asıl kuvvetinin, zahiri değil, manevi olduğunu gösterir. Tıpkı kılıcı olmayan lakin sözüyle nice gönülleri fethedebilen İslâm alimleri ve tasavvuf büyükleri gibi. Onların sözü, kuvvetten ve iktidardan daha tesirli olmuştur. Bu, bize, gerçek kuvvetin enaniyetten, kibrin ve maldan değil, hak yolunda yürümekten ve kalbin safiyetinden geldiğini hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Mir’âti’nin mısraları üzerinden, hakikat ehlinin sözlerinin derinliği ve basiret sahibi kimseler tarafından idrak edilebileceği ele alınmıştır. Aynı zamanda, zahiri kuvvetten uzak, lakin manevi bakımdan güçlü ve izzetli bir duruşa sahip olan hak yolcularının hikmetli hayatları tasvir edilmiştir. Makalede, gerçek gücün maddi değil, manevi bir kaynaktan geldiği vurgulanmıştır.

​3. Tâhirü’l-Mevlevî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Olanlar gevher-i îmân ile gencûr-ı rûhânî / Ya illetden ya zilletden ya kılletden değil hâlî”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, imanın mü’mine bahşettiği manevi zenginliği ve bu zenginliğe rağmen dünya hayatının zahmetlerinden tamamen kurtulamayacağını tasvir eder. Şair, iman cevherine sahip olan kimseleri, manevi bir hazineye, yani “gencûr-ı rûhânî”ye sahip olanlara benzetir. Bu benzetme, imanın ne denli kıymetli ve korumaya değer bir hazine olduğunu ortaya koyar. Ancak, ikinci mısrada bu kimselerin dahi dünya hayatının üç temel sıkıntısından yani illetten (hastalıktan), zilletten (hor ve hakir görülmekten), veya kılletten (yoksulluk ve darlıktan) hali olmadığını, yani bu musibetlerden kurtulamayacağını ifade eder. Bu, imanın insanı dünyevi dertlerden tamamen azade etmediği, aksine bu dertlerin imtihanın bir parçası olduğunu vurgular. İnsan, imanla bu zorluklara karşı durabilme kuvveti bulur, lakin bu zorluklardan tamamen uzak kalamaz.
​—
​Makale: İmanın Kalkanı ve Hayatın İmtihanları
​İman, bir kalp için en kıymetli hazinedir. O, sadece bir inanç değil, aynı zamanda hayatın bütün zorluklarına karşı durabilen manevi bir kudrettir. Tâhirü’l-Mevlevî’nin mısraları, bu hakikati en güzel şekilde tasvir eder. İman sahibi bir kimse, adeta “ruhanî bir hazine”ye sahip gibidir. Bu hazine, fani dünyanın gelip geçici ziynetlerinden üstündür. Tıpkı bir padişahın hazinesi gibi, bu hazine de sahibine izzet, kuvvet ve şeref bahşeder. İnsanı ahiret yolculuğuna hazırlarken, bu dünya hayatındaki imtihanlara karşı da bir kalkan görevi görür.
​Ancak, imanın bu üstün faziletine rağmen, şair, iman sahibinin dahi bu dünyanın zahmetlerinden tamamen azade olmadığını belirtir. Hayatın üç ana musibeti; hastalık (illet), hor görülme (zillet) ve fakirlik (kıllet), her insan gibi iman sahibinin de karşısına çıkar. Bu gerçeğe nazar ettiğimizde, en büyük iman ehillerinin, en şiddetli imtihanlarla karşılaştığını görürüz. Hz. Eyyüb’ün (a.s) hastalığı, Hz. Yusuf’un (a.s) zindandaki zilleti ve Efendimiz (s.a.v.)’in yaşadığı kıtlık ve mahrumiyetler bu duruma ibretli birer isbattır. Bu zorluklar, iman cevherini koruma ve yüceltme vesilesi olmuştur. Hastalık, günahların affına, zillet, enaniyetin kırılmasına ve yoksulluk, sabır ve tevekkül faziletinin artmasına vesile olmuştur. Bu, bize, imanın amacının dünyevi dertlerden kurtulmak değil, dertler karşısında sabır, tevekkül ve rıza göstermek olduğunu öğretir. İnsan bu zorluklar karşısında imanının gücüyle ayakta kalır ve bu zorlukları manevi terakkinin birer basamağı haline getirir.
​Özet: Bu makalede, Tâhirü’l-Mevlevî’nin beyitleri üzerinden imanın manevi bir hazine olduğu ve bu hazineye sahip olanların dahi dünya hayatının dertlerinden, yani hastalık, hor görülme ve yoksulluktan azade olamayacakları tasvir edilmiştir. Bu musibetlerin iman sahipleri için birer imtihan ve manevi yükseliş vesilesi olduğu vurgulanmıştır.

​4. Basîrî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Zen merde civân pîre kemân tîrine muhtâc / Eczâ-yı cihân cümlesi birbirine muhtâc”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tabiatın ve cihanın temel bir kaidesini, yani karşılıklı ihtiyaç ve bütünleşmeyi tasvir eder. Şair, ilk mısrada bu gerçeği somut örneklerle destekler: kadın erkeğe, genç yaşlıya, yay oka muhtaçtır. Bu örnekler, hayatın zıtlıklarının ve farklılıklarının aslında birer bütünleyici unsur olduğunu gösterir. Bir bütünün parçaları gibi, her biri diğerinin varlığına muhtaçtır. İkinci mısrada ise bu kaidenin sadece insan ve nesneler için değil, “eczâ-yı cihân cümlesi” yani dünyanın bütün parçaları için geçerli olduğunu beyan eder. Bu mısra, cihan şümul bir hakikati tasvir eder: Hiçbir şey tek başına var olamaz, her şey birbiriyle bir bağlantı ve uyum içinde mevcudiyetini sürdürür. Bu, aynı zamanda kâinatın yaratılışındaki ince dengeyi ve tevhidi gösterir.
​—
​Makale: Cihanın Dokusu: Karşılıklı Muhtaçlık ve Uyum
​Hayat, tek başına var olabilen müstakil unsurlardan müteşekkil değildir. Aksine, her şey birbirine bağlı, birbirine muhtaç ve birbirini tamamlayan bir bütünün parçalarıdır. Basîrî’nin beyitleri, bu cihan şümul hakikatin en zarif tasvirlerinden biridir. O, “kadının erkeğe, gencin yaşlıya, yayın oka muhtaç” olduğunu söylerken, aslında hayatın en temel zıtlıklarının ve ayrılıklarının, birer bütünleyici unsur olduğunu dile getirir. Kadın ve erkek, farklı yapı ve özelliklere sahip olmalarına rağmen, hayatı birlikte inşa ederler. Gençliğin enerjisi ve dinamizmi, yaşlılığın tecrübe ve hikmetiyle bütünleştiğinde bir toplumun varlığı ve gelişimi sağlanır. Bir yay, tek başına bir anlam ifade etmezken, bir okla birleştiğinde faaliyetini yerine getirir. Bu örnekler, bize her şeyin birbiriyle olan bağlantısını ve uyumunu gözler önüne serer.
​Bu bütünlük sadece insanlık ve nesnelerle sınırlı değildir. Şairin de ifade ettiği gibi, “cihanın bütün parçaları birbirine muhtaçtır.” Gökteki bulut, toprağın suyuna; güneşin ışığı, bitkinin büyümesine; bir hayvan, bir başka hayvanın yiyeceğine muhtaçtır. Bu zincirleme muhtaçlık, kâinatın mükemmel bir sistem içinde yaratıldığının isbatıdır. Hiçbir unsurun gereksiz olmadığı, her birinin kendi vazifesini icra ettiği ve diğerine hizmet ettiği bir ahenk mevcuttur. Bu hakikat, insanı enaniyetten ve kibrin yanlış inancından kurtarır. Zira insan, ne kadar kudretli olursa olsun, bir başkasına muhtaçtır. Bu durum, insanı acziyetini idrake ve yaratılışındaki hikmeti anlamaya sevk eder. Bütünleşme ve uyum, hayatın devamlılığı için zaruri bir kaidedir.
​Özet: Bu makalede, Basîrî’nin mısralarından hareketle, kainattaki her şeyin birbirine muhtaç olduğu ve karşılıklı uyum içinde varlığını sürdürdüğü ele alınmıştır. Makalede, insan ilişkilerinden başlayarak, tabiatın ve evrenin bütün unsurları arasındaki bu muhtaçlık ve bütünleşme tasvir edilmiştir. Bu durumun yaratılıştaki mükemmel ahenk ve hikmetin bir isbatı olduğu vurgulanmıştır.

​5. Aziz Mahmud Hüdâyî’ye Ait Mısra ve İzahı
​İktibas:
​”Nefse uyup râh-ı Hak’dan taşra çıkmak yol mudur / Kibr ü ucb ile adın derviş takmak yol mudur / Matlabın a’lâ iken ednâya akmak yol mudur / Yâr-ı bâkî var iken ağyâra bakmak yol mudur”

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin hikmet ve irşad dolu nasihatleridir. Şair, insana dört ayrı soru sorarak, hayatın temel yanlışlarını ve doğru yolun ne olduğunu tasvir eder. İlk olarak, nefsin isteklerine uyarak hak yolundan sapmanın doğru bir yol olmadığını belirtir. İkinci olarak, kalbinde kibir ve kendini beğenmişlik (ucb) varken zahirde dervişlik iddia etmenin, yani derviş adını taşımanın yanlış inancını dile getirir. Üçüncü soru, insanın maksadı ve hedefi en yüce olan Allah iken, geçici ve fani olan dünyaya yönelmesinin akıllıca bir hareket olmadığını vurgular. Son olarak, ebedi olan ve tek dost olan “Yâr-ı Bâkî”ye (Allah’a) iman ve gönül bağlamak varken, fani olan “ağyâra” (başkalarına, dünya sevgisine) yönelmenin yanlışlığını tasvir eder. Bu mısralar, insanın kalbine yönelerek, nefsini terbiye etmesi ve gerçek hedefine odaklanması gerektiğini anlatır.
​—
​Makale: Hakikat Yolunun Taşları ve Yanıltıcı Yokuşlar
​Hayat, insanı daima bir tercih ve imtihanla karşı karşıya bırakır. Her an, bir yol ayrımıdır: hakikat ve nefs, iman ve yanlış inanç, ebediyet ve faniyet arasında bir tercih yapmak durumundayız. Aziz Mahmud Hüdâyî’nin bu derin ve hikmetli mısraları, bu tercihlerde doğru yolu bulmak için bir pusula vazifesi görür. Şairin sorduğu her soru, insanı kendi iç dünyasına bir bakış atmaya, yaptıklarını ve hedeflerini sorgulamaya davet eder.
​İlk soru, nefsin tehlikeli yapısını tasvir eder. Nefs, daima insana kolay olanı, haz veren fani şeyleri fısıldar. Ancak bu fısıltılara kulak verenler, Hak’tan uzaklaşır ve yollarını kaybederler. Gerçek manada hayat bulan, nefsine kul olan değil, nefsini terbiye eden, onu Hak’ka tabi kılanlardır. Bu nedenle, Hak yolunda yürümek, nefsanî arzulara karşı bir cihadı ihtiva eder.
​İkinci soru, kalbin en büyük illetlerinden biri olan kibir ve ucb yanlış inancını ele alır. İnsan, nefsini terbiye etmeye başladığında, kendini üstün görme yanlışına düşebilir. Aziz Mahmud Hüdâyî, zahirde derviş gibi görünmenin, lakin kalpte kibir taşımanın bir yanılgı olduğunu belirtir. Dervişlik, alçakgönüllülük ve acziyetin idrakidir. Kibirle dolu bir kalbin, dervişlik makamına erişmesi imkânsızdır. Gerçekten de tarihe baktığımızda, Hak’ka en yakın olanların, enaniyetten en uzak olanlar olduğunu görürüz.
​Üçüncü ve dördüncü mısralar, insanın hayat gayesini sorgular. İnsanın yaratılış gayesi, en yüce olan Allah’ı tanımak ve ona yakınlaşmaktır. Ancak insan, çoğu zaman bu yüce gayeyi unutarak, “ednâya,” yani dünyaya ve geçici olan şeylere meyleder. Bu, bir hazineyi bir değersiz taşla takas etmek gibidir. Zira dünya, fani ve geçicidir. Asıl olan, ebedi hayatı kazanmaktır. Bu nedenle, “Yâr-ı Bâkî”ye yani ebedi olan Allah’a yönelmek varken, fani ve gelip geçici olan “ağyâra” gönül vermek, en büyük ziyanlardan biridir. Zira dünya sevgisi, kalbi paslandırır ve onu asıl gayesinden uzaklaştırır. Bu mısralar, bize, hayatın anlamının, fani olanı bırakıp baki olana yönelmekten geçtiğini bir kez daha hatırlatır.
​Özet: Bu makalede, Aziz Mahmud Hüdâyî’nin mısraları ele alınarak, nefsin arzularına uymanın, kibir taşımanın, fani dünyaya yönelmenin ve Allah’tan gayrı şeylere gönül vermenin yanlış inanç ve davranışlar olduğu tasvir edilmiştir. Makalede, doğru yolun, nefs terbiyesinden, tevazudan ve asıl hedef olan Allah’a yönelmekten geçtiği vurgulanmıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 110

BERCESTE VE İZAHI – 110

​Aziz – “Ehl-i İrfân Söylemez Her Hâlini”
​İktibas:
​Ehl-i irfân söylemez her hâlini
Hâl olur izhârı var ihfası var

​İzah ve Açıklama:
​Aziz, bu iki mısralık beyitinde, hakiki irfan sahiplerinin, yani manevi bilgeliğe erişmiş kişilerin yapısını tasvir eder. “Ehl-i irfân söylemez her hâlini” diyerek, irfan sahibi olan ariflerin, içine doğan her şeyi, yaşadıkları her manevi tecrübeyi ve derûnî hallerini herkese açıp dökmediklerini ifade eder. Bu, bir nevi sır perdesi altında yaşamak, manevi tecrübeyi yüzeysel bakışlardan korumak demektir. Hakiki hikmet, zahiri gösterişten uzaktır.
​İkinci mısra, bu durumun bağlantısını ve sebebini açıklar: “Hâl olur izhârı var ihfası var.” Bazı haller, bazı manevi tecrübeler vardır ki, bunların bazen açıklanması (izhârı) gerekirken, bazen de gizlenmesi (ihfası) zaruridir. Bu, manevi yolculuktaki inceliklerden biridir. Herkesin her manevi hale hazır olmadığı, bazı gerçeklerin ancak belirli bir olgunluğa erişmiş olanlara beyan edilebileceği düşüncesi burada yatar. Arif, bu dengeyi kurabilen, neyi ne zaman ve kime anlatacağını bilen faziletli kişidir. Bu beyit, hakikat yolundaki bir kişinin yahut arifin, maneviyatın inceliklerine nasıl riayet etmesi gerektiği hususunda derin bir nazarı ve bakışı ihtiva eder.

​İbrahim Tennûri – “Hoşdur Bana Senden Gelen”
​İktibas:
​Hoşdur bana senden gelen
Yâ hil’at ü yâhud kefen
Yâ tâze gül yâhud diken
Kahrın da hoş lutfun da hoş

​İzah ve Açıklama:
​İbrahim Tennûri, bu dört mısradan müteşekkil şiirinde, tasavvufi aşkın ve Allah’a tam teslimiyetin zirvesini tasvir eder. Şair, Rabbinden gelen her şeyin kendisine hoş geldiğini beyan eder. Bu, kulun, Rabbinin takdirine tam bir rıza göstermesidir. “Yâ hil’at ü yâhud kefen” mısraı, bu rızanın ne denli cihan şümul olduğunu gösterir. Hil’at, padişahların kendilerine yakın gördükleri vezirlerine giydirdikleri kaftan veyahut en kıymetli bir giysidir. Kefen ise hayatın zahiri sonudur. Şair, Rabbinden gelenin bir nimet de olsa, bir ölüm haberi de olsa, her ikisine de aynı gönül rahatlığıyla razı olduğunu söyler. Bu, dünya hayatının gelip geçici hallerine takılmadan, her şeyin Rabbinin iradesinden geldiğini bilmenin verdiği iç huzurun isbatıdır.
​”Yâ tâze gül yâhud diken” mısraı da aynı manayı güçlendirir. Gül, güzelliği, sevinci ve nimeti temsil ederken, diken ise acıyı, mihneti ve zorlukları temsil eder. Arif, Rabbinden gelenin bir sevinç vesilesi de olsa, bir sıkıntı da olsa, her ikisini de aynı şekilde kabul eder. Zira bilir ki, her şeyin hikmetli bir bağlantısı vardır. Son mısra olan “Kahrın da hoş lutfun da hoş” ise bu teslimiyetin özetidir. Kahır, gazap ve celal tecellisidir; Lütuf ise rahmet ve cemal tecellisidir. Gerçek arif, Rabbinden gelen celal ve cemal tecellilerinin her ikisine de rıza gösterir ve her ikisinde de bir güzellik, bir hikmet arar. Bu beyit, kâmil bir kulun Allah’a olan tam teslimiyetini, her türlü hal ve şarta karşı duyduğu rızayı ve bu rızadan neşet eden derûnî huzuru tasvir eden muazzam bir örnektir.

​Özet
​Bu makalede ele alınan beyitler, Osmanlı şiirinin derin ve zengin muhtevasını tasvir etmektedir.

​Aziz’in beyti, manevi yolda ilerleyen ariflerin yapısını tasvir eder. Hakiki hikmetin ve manevi hallerin, her daim zahiri olarak beyan edilmediğini, bazı sırların gizlenmesinin fazilet olduğunu ifade eder.
​İbrahim Tennûri’nin beyti ise, tasavvufi aşkın en üst mertebesini, yani Allah’ın celal ve cemal tecellilerine tam bir rıza ile teslimiyeti işler. Hakiki kulun, Rabbinden gelen her şeye, iyi veya kötü görünen her duruma aynı gönül rahatlığıyla razı olması gerektiğini vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 109

BERCESTE VE İZAHI – 109

​Âyine ve Hakk’ın Tecellisi: Lâedri’ye ait Beyit
​Beyit:
​Âyine der bu âlem her şı Hak ile ka’im
Mir’ât-ı Muhammed’den dâim Allâh görünür

​Bu beyit, cihan şümul bir hakikati dile getirir. Beyitte “âyine” kelimesi, kâinatın bir ayna olduğunu tasvir eder. Bu ayna, her şeyin Hak ile kâim olduğunu, yani Hak Teâlâ’nın varlığı ve kudretiyle ayakta durduğunu bize gösterir. Kâinatın her zerre-i mevcudatı, O’nun san’atının, O’nun kudretinin ve esmasının bir tezahürüdür. Tıpkı bir aynanın, kendisine akseden sureti göstermesi gibi, bu âlem de, kendisinde tecelli eden Hak’kı bize gösterir.
​Mısranın ikinci kısmında ise “Mir’ât-ı Muhammed” ifadesiyle, Hazret-i Muhammed’in (sallallahü aleyhi ve sellem) Allah’ın en parlak ve en cemiyetli aynası olduğu belirtilir. Bu beyitte, Mir’ât-ı Muhammed (Muhammed’in aynası) tabiriyle, Resûlullah’ın bütün kemalât ve faziletleriyle Allah’ın isim ve sıfatlarının en mükemmel bir şekilde tecelli ettiği bir ayna olduğu vurgulanır. Kâinatın diğer aynaları bu tecelliyi cüz’i bir şekilde gösterirken, O’nun zatı ve şahsiyeti, Allah’ın isim ve sıfatlarının küllî bir şekilde göründüğü en büyük aynadır. Dolayısıyla, bu beyit bize, tabiata ve varlıklara bakarak Allah’ı bulma yolunda, en açık ve parlak aynanın Hazret-i Muhammed olduğunu hatırlatır. O’nun hayatı, ahlâkı ve Sünneti, bize Rabbimizi tanıma yolunda en doğru yolu gösteren bir ışık ve bir delildir. Bu beyit, hem tevhidin derin bir tasviri hem de nübüvvetin ulviyetine dair edebi bir nazardır.

​Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün: Yahya Kemal Beyatlı’ya ait Beyit
​Beyit:
​Âheste çek kürekleri mehtâb uyanmasın
Bir âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın

​Yahya Kemal Beyatlı’nın bu mısraları, bizi tabiatın ve hayalin iç içe geçtiği bir dünyaya davet eder. Bu beyitteki derinlik, suyun ve ay ışığının, şairin iç dünyasındaki bir hayal âlemiyle nasıl bağlantı kurduğunu tasvir etmesindedir. “Âheste çek kürekleri” ifadesiyle, şairin bir kayıkla su üzerinde süzülürken yaşadığı o nazik anı anlatır. Bu hareketin yavaş olması, dış âlemdeki sükûnetin, iç âlemdeki hayal ile bütünleştiğini gösterir.
​”Mehtâb uyanmasın” ve “âlem-i hayâle dalan âb uyanmasın” mısraları, bu iç ve dış sükûnetin nedenini açıklar. Şair, o anki mistik halden ve hayal dünyasından uyanmak istemez. Sanki suyun yüzeyinde duran mehtap, o hayal âleminin bir parçasıdır ve kürek sesleriyle uyanıp bu büyülü anı bozabilir. Bu beyitteki asıl vurgu, dışarıdaki huzurun, insanın derûnî bir tefekkür ve hayal âlemine dalmasına imkan sağladığıdır. Şair, dış dünyayı oluşturan unsurların (kürekler, mehtap, su) ahengiyle, kendi hayal dünyasını birleştirir. Böylece, şiir, hem bir tabiat tasviri hem de insan ene’sinin derinliklerine yapılan bir yolculuk haline gelir. Yahya Kemal, bu mısralarla, tabiata olan hayranlığını, estetik bir hassasiyet ve derûnî bir tefekkürle birleştirir.

​Fâni Sebeplerden Yaratıcıya İltica: Münif’e ait Beyit
​Beyit:
​Demem ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun
Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun

​Bu beyit, insan ene’sinin fani dünya malına ve gücüne olan zaafını tenkit eder ve tevekkül faziletinin hikmetini dile getirir. “Ser-rişte-i maksûdu mâl ü cândan bulsun” mısrası, bir insanın gayesini, arzusunu ve maksadını, maddi varlıklardan (mal ve can) beklemesini reddeder. Bu, dünya hırsının ve mal mülk edinme arzusunun insanı nasıl yanılmalara sürükleyebileceğini vurgular. Maddi sebepler, insanın istek ve arzularını yerine getirmede tek başına yetersizdir ve insanı, asıl maksattan yani yaratıcısından uzaklaştırır.
​İkinci mısra olan “Gönül esbâba itmez ilticâ Allâh’dan bulsun” ise bu düşüncenin en temelini oluşturur. “Esbâb” kelimesi, sebepleri, yani fani dünyanın vesilelerini ve vasıtalarını temsil eder. Kalp, gerçek amacına ulaşmak için fani sebeplere ve vasıtalara sığınmaz, onlara bel bağlamaz. Bunun yerine, doğrudan sebepleri de yaratan, mutlak kudret sahibi olan Allah’a yönelir ve her şeyi O’ndan ister. Bu mısra, bir yandan tevekkülün, diğer yandan ise tevhidin en veciz tasviridir. Bu beyit, bize, insanı aldatan dünya malına ve geçici sebeplere tutunmak yerine, asıl kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’a ilticâ etmenin faziletini öğretir.

​Hakiki İsteğin Yönü: Azmi’ye ait Beyit
​Beyit:
​Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste
Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste

​Bu beyit, bir önceki beyitle zıt bir bağlantı içinde olmakla birlikte, aynı manevi düşünceyi farklı bir açıdan ele alır. Şair, insanın istek ve ihtiyaçlarını hangi merciden talep etmesi gerektiğini açıkça beyan eder. “Ne dervîşten ne zâhıdden ne mîr ü şâhdan iste” mısrası, bu talebin yönünü belirlerken, manevi veya dünyevi hiçbir fani makam ve insana yönelmemeyi öğütler. “Dervîş” ve “zâhid” manevi mertebeleri, “mîr” ve “şâh” ise dünyevi gücü ve saltanatı temsil eder. Şair, ne manevi bir üstaddan ne de dünyevi bir otoriteden medet umulmaması gerektiğini söyler.
​Bu beyitteki hikmet, insanın bütün ihtiyaçlarını karşılayacak asıl mercinin, fâni varlıklar değil, onları da yaratan mutlak kudret sahibi olduğudur. “Yürü yokdan seni var eyleyen Allâh’dan iste” mısrası, bu hakikatin en kuvvetli isbatını sunar. Bu mısra, Allah’ın mutlak yaratıcılık sıfatına vurgu yapar. İnsan, “yokluktan” yaratılmış bir varlıktır ve onu “var” eden Allah’tır. Öyleyse, varlığını O’na borçlu olan insanın, ihtiyaçlarını da O’ndan istemesi en doğru yoldur. Bu beyit, aynı zamanda İslam düşüncesindeki tevhid inancının ve kulluk makamının bir yansımasıdır.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede incelenen beyitler, farklı zamanlarda ve farklı şairler tarafından kaleme alınmış olsalar da, ortak bir düşünce ve hikmet zemininde buluşmaktadırlar. Lâedri’nin beyiti, kâinatı bir ayna olarak tasvir ederken, Allah’ın bu aynadaki en parlak tecellisinin Hazret-i Muhammed olduğunu vurgular. Yahya Kemal’in mısraları, dış tabiatın sükûnetiyle iç dünyanın hayal âleminin nasıl bütünleşebileceğini gösterir. Münif’in beyiti, insanı fâni sebeplere bel bağlamaktan men ederek, tevekkülün ve mutlak kudrete ilticâ etmenin faziletini dile getirir. Son olarak Azmi’nin beyiti, ihtiyaçların fâni derviş, zâhid, bey veya şahtan değil, doğrudan “yoktan var eden” Allah’tan istenmesi gerektiğini öğreterek tevhid inancının temel bir kaidesini bize hatırlatır. Bütün bu beyitler, insana, dünya hayatının geçiciliği, hakiki maksadın ne olduğu ve mutlak kudretin kimde bulunduğu gibi konularda derin bir tefekkür ve ibret kapısı aralamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 108

BERCESTE VE İZAHI – 108

​1. Hâzık’tan Bir Beyit: Hırs ve Kanaatsizlik Yanılması
​İktibas:
​İlâc ancak gûrişne-çeşm müşt-i hâk-i lahdîdir
Halâs olmaz hezârân gence mâlik olsa zilletden

​İzah ve Açıklama:
​Bu mısralar, meşhur şair Hâzık’a aittir ve enaniyet, hırs ve kanaatsizlik konusundaki derin bir hakikati tasvir eder. Gözü doymayan, her şeye malik olmak isteyen bir kişinin derdinin yegâne dermanı, ancak kabrinin bir avuç toprağıdır. Zira hayattayken mal ve mülk peşinde koşan bu şahsın açgözlülüğü, onu daima bir zillet hâlinde bırakır. Ne kadar servete sahip olursa olsun, kanaatsizlik ve doyumsuzluk sebebiyle asla hakiki bir huzura ve kurtuluşa kavuşamaz.
​Makale:
​Hayat, insan enaniyetinin ve tabiatının zahiri ve derûnî tecellilerini gösteren bir ayna gibidir. Hâzık’ın bu beyti, enaniyetin en tehlikeli ve en yanıltıcı tezahürlerinden biri olan hırsı, çarpıcı bir surette gözler önüne serer. İnsanlık tarihi boyunca, sayısız padişah, hakan ve zengin, mal ve mülklerini artırma arzusuyla yanıp tutuşmuştur. Lakin bu uğurda sarf ettikleri çabalar, onları hakiki bir fazilete ve mutluluğa ulaştırmaktan ziyade, daha büyük bir zillet ve mutsuzluğa sevketmiştir.
​Bu beyitteki “gûrişne-çeşm” (açgözlü) tabiri, sadece maddi varlıklara karşı duyulan bir hırsı değil, aynı zamanda makam, şöhret ve kudrete olan doyumsuzluğu da tasvir eder. Bu doyumsuzluk, insanı daima bir koşuşturma ve yanılma tekrarına hapseder. Oysa ki, hakiki huzur ve kurtuluş, maddi varlıkların çokluğunda değil, kalbin kanaatle mutmain olmasında gizlidir. İnsanoğlunun son durağı olan kabir toprağı, bu dünyevi hırs ve koşuşturmanın anlamsızlığını isbat eden nihai bir hakikattir. Toprak, en fakir ile en zengini, en kudretli ile en acizi eşitler. Hırsla biriktirilen hazineler, orada hiçbir kıymet ifade etmez. Hâzık’ın bu mısraları, tarihin bize anlattığı ibretli hadiselerle de bağlantılıdır. Nice zenginler, hırs sebebiyle dostlarını kaybetmiş, nice krallar doyumsuzluk yüzünden memleketlerini harabeye çevirmiştir. Bu, insanın tabiatındaki açgözlülükle mücadele etmesi gerektiğine dair cihan şümul bir tenkittir.

​2. Yunus Emre’den Bir Beyit: Amelin Temelinde Marifetullah
​İktibas:
​Okudum bildim deme çok ta’at kıldım deme
Eri Hak bilmez isen abes yere yelmekdir

​İzah ve Açıklama:
​Yunus Emre, bu mısralarda zâhiri ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın “Hak”ı bilmek, yani Allah’a gerçek manada vâsıl olmak olduğunu belirtir. Çok ibadet etmek, çok ilim tahsil etmek zahiri amellerdir. Eğer insan bu amellerle enaniyetinden sıyrılamıyor ve Cenab-ı Hakk’ı hakiki manada tanımıyorsa, bütün bu çabaları boş ve faydasızdır.
​Makale:
​Anadolu hikmetinin en müstesna şahsiyetlerinden olan Yunus Emre, eserlerinde derûnî ve zâhirî hayatın zıtlık ve aykırılıklarını incelikle tasvir eder. Bu beyit, o zıtlık ve aykırılıklardan birini, yani şekilcilik ve öz arasındaki farkı açıkça ortaya koyar. İlim ve ibadet, İslam düşüncesinde hayati bir öneme sahiptir; lakin Yunus Emre, bu eylemlerin tek başına bir fazilet olmadığını vurgular. Hakiki manada bir fazilet, bunların Allah’ı bilmek ve tanımak (marifetullah) maksadıyla yapılmasıyla tahakkuk eder.
​Bu beyit, İslâm tasavvufundaki “İnsan-ı Kâmil” düşüncesinin de bir tezahürüdür. İlim tahsili ve ibadet, insanı Hak’ka yaklaştıran bir vasıtadır. Ancak eğer bu vasıtalar, insanı kendi enaniyetine hapseder ve onu Hak’tan uzaklaştırırsa, o zaman bu çabalar sadece kuru birer laftan ve boş birer gayretten ibaret kalır. Bu durum, tarihteki nice din âliminin ve zâhidin, ilimleri veya ibadetleriyle kibirlenip sapkınlığa düştüğü, hatta bu sebeple zilletle baş başa kaldığı vakalarla da bağlantılıdır. Yunus Emre, bu beytiyle okuyucuyu derûnî bir tefekküre davet eder: “Gerçekten kime ve niçin ibadet ediyorsun? İlmin ve amelin seni Yaradan’a mı, yoksa enaniyetine mi yaklaştırıyor?” Bu sualler, insanı Hak’ka doğru giden yolda daima uyanık tutmayı amaçlar. Bu düşünce, sadece felsefi bir bakış açısı değil, aynı zamanda mümin için hayatî bir uyarıdır.

​3. Ziya Paşa’dan Bir Beyit: Sırlar ve Nazar

​İktibas:
​En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnûn
Sen herkesi kör âlemi sersem mi sanırsın

​İzah ve Açıklama:
​Ziya Paşa, bu mısrada insanın derûnî sırlarının hiç ummadığı kişiler tarafından fark edilebileceği ve hatta açığa çıkabileceği hakikatini anlatır. İnsan, çevresindeki herkesi gaflette ve kör zannederken, aslında kendi sırlarının başkalarının bakışı ve nazarı altında olduğunu unutmamalıdır.
​Makale:
​Ziya Paşa’nın bu beyti, insan ilişkilerinin karmaşık yapısını ve enaniyetin bir başka veçhesi olan kibir ve aldanmayı tasvir eder. İnsan tabiatı, zaman zaman başkalarının kendisinden daha az akıllı veya daha az dikkatli olduğunu sanma eğilimindedir. Bu yanlış inanç, kişinin kendi sırlarını ve kusurlarını saklayabileceği yanılmasına sebep olur. Lakin hayatın bağlantıları ve hikmeti, bazen en beklenmedik anda en derûnî sırların açığa çıkmasına vesile olur.
​Beyitteki “kör âlem” ifadesi, insanın kendini diğerlerinden üstün görme ve herkesin kendi zaaflarına karşı kör olduğunu düşünme hatasını tasvir eder. Bu durum, psikolojik bir olgu olmasının yanı sıra, sosyolojik ve ahlaki bir tenkiti de ihtiva eder. Tarih boyunca nice hükümdar, vezir ve diplomat, başkalarını küçümseyerek gizli planlar yaparken, en ummadığı bir kişi tarafından ifşa edilmiş ve zilletle karşı karşıya kalmıştır. Bu beytin muhtevası, sadece tarihi vakalarla değil, aynı zamanda gündelik hayattaki ilişkilerle de bağlantılıdır. Söylediklerimiz, yaptıklarımız, hatta suskunluğumuz bile başkaları tarafından dikkatle nazara alınır ve biz farkında olmasak da derûnî yapımız dışa vurur. Bu, insanın her an bir nazar ve bakış altında olduğu ve bu sebeple hal ve hareketlerine dikkat etmesi gerektiği hususunda ibret verici bir derstir.

​4. Hz. Mevlânâ’dan Bir Beyit: Gönül Yarası
​İktibas:
​Hâr der-pâ şod çonîn duşvâr yâb
Hâr der-dil çon beved v-â-deh cevâb

​İzah ve Açıklama:
​Hz. Mevlânâ, bu Farsça mısralarda insanın gönül yaralarını, ayağa batan bir diken örneği üzerinden tasvir eder. “Ayağa batan bir dikenin bile bulunması bu kadar güç oluyorken, gönüle batan diken nasıl bulunur?” diye sorar. Bu beyit, gönül yarasının ne kadar derûnî, görünmez ve bulunması zor bir şey olduğunu izah eder.
​Makale:
​Hz. Mevlânâ, düşünce ve hikmetinin merkezine insanı ve onun derûnî alemini koyar. Bu beyit de, onun bu derin bakış açısının bir numunesidir. İnsanın ayağına batan bir diken, zahiri bir acıdır ve bir süre sonra yeri bulunur ve çıkarılır. Lakin gönüle batan bir diken, yani kalp yarası, ne bir gözle görülebilir ne de bir el ile tutulabilir. Bu yara, derûnî âlemde saklı kalır ve kişinin hayatını derinden etkiler.
​Bu mısra, edebiyatta ve tasavvufta sıkça işlenen “gönül sırrı” temasının en etkileyici tasvirlerinden biridir. İnsan, etrafındakilere ne kadar neşeli ve huzurlu görünse de, derûnî âleminde taşıdığı kederler ve acılar onu derinden etkilemeye devam eder. Bu durum, Hz. Mevlânâ’nın hikmetinin ve düşüncesinin en önemli unsurlarından biri olan insan ruhunun derinliği ve karmaşıklığı ile bağlantılıdır. Gönül yaralarının tedavisi, zahiri ilaçlarla değil, ancak derûnî bir tefekkür ve manevi bir terakki ile mümkündür. Beyitteki “Cevabını sen ver” ifadesi, okuyucuyu kendi gönül âlemine dönmeye ve kendi yaralarını keşfetmeye davet eder. Bu, herkesin derûnî âleminde gizli olan ve ancak kişinin kendisinin farkına varabileceği sırlar ve acılar bulunduğunun bir isbatıdır.
​Makale Özeti
​Bu makalede, farklı şairin hikmetli beyitleri üzerinden insan enaniyetinin ve tabiatının farklı veçheleri ele alınmıştır. Hâzık’ın beyitiyle, hırs ve kanaatsizliğin insanı zilletten kurtaramayacağı ve hakiki huzurun maddi varlıkta değil, kanaatle mutmain olmakta olduğu vurgulanmıştır. Yunus Emre’nin beyti, ilim ve ibadetin tek başına kâfi olmadığını, asıl olanın Hak’kı bilmek ve marifetullah olduğunu tasvir etmiştir. Ziya Paşa’nın beyti, derûnî sırların en umulmadık şekilde açığa çıkabileceği ve insanın kendisini başkalarından üstün görme yanılgısından sakınması gerektiği uyarısını taşır. Son olarak, Hz. Mevlânâ’nın beyti, gönül yarasının zahiri yaralardan daha derûnî ve görünmez olduğunu, bu yaranın ancak derûnî bir nazarla bulunabileceğini anlatır. Bütün bu mısralar, insanın derûnî ve zâhirî âlemi arasındaki zıtlık ve aykırılıkları ve bu iki âlemin birbiriyle nasıl bağlantılı olduğunu hikmetli bir şekilde tasvir eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




Kur’an’ın Hitap Tarzı: İskat ve İsbât

Kur’an’ın Hitap Tarzı: İskat ve İsbât

Giriş
Kur’an-ı Kerim, sadece bir kitap değil; ilahi kelamın insan aklına, kalbine ve vicdanına yönelik hikmetli bir hitabıdır. O, insanı ikna eden değil, irşad eden, zorlayan değil, delil ile susturan (iskat eden) ve ardından hakikati beyan eden (isbat eden) bir ilahi kelam mucizesidir.
Kur’an’ın üslûbunda bu iki yön—iskat ve isbat—birbirini tamamlayan iki hakikat gibidir: biri batılı yıkmak, diğeri hakkı inşa etmek içindir.

1. İskat: Batılı Susturma ve Yanlışı Düşürme Üslûbu

Kur’an, inkârcıların zayıf delillerini çürütmek, batıl iddialarını geçersiz kılmak için sıkça “iskatî hitap tarzı” kullanır. Bu tarzda Kur’an, muhatabının yanlış anlayışını önce ortaya koyar, sonra onun içindeki çelişkiyi açığa çıkararak susturur.
a) Allah’a Ortak Koşanların Susturulması
“Yoksa, Onu (Muhammed) uydurdu mu diyorlar? De ki: Eğer sizler doğru iseniz Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da (hep beraber) onun benzeri bir sûre getirin.”
(Yûnus, 10/38)
Bu ayet, müşriklerin batıl ilah anlayışını delille çürütür (iskat). Putların ne fayda ne zarar verebildiğini mantıkî bir ispatla gösterir.
Bir diğer ayette:
“Onlara: ‘Gökleri ve yeri kim yarattı?’ diye sorsan mutlaka ‘Allah’ derler. De ki: ‘Andolsun ki onlara: Gökleri ve yeri kim yarattı? diye sorsan, elbette «Allah’tır» derler. De ki: Öyleyse bana söyler misiniz? Allah bana bir zarar vermek isterse, Allah’ı bırakıp da taptıklarınız, O’nun verdiği zararı giderebilir mi? Yahut Allah, bana bir rahmet dilerse, onlar O’nun bu rahmetini önleyebilirler mi? De ki: Bana Allah yeter. Tevekkül edenler, ancak O’na güvenip dayanırlar.”
(Zümer, 39/38)
Bu, Kur’an’ın iskatî hitabının zirvesidir. Zira inkârcıyı kendi ikrarı üzerinden susturur. Cevap kendi ağızlarından alınır; sonra o cevabın mantıki sonucu karşılarına konur.

b) Dirilişi (Haşri) İnkar Edenlerin Susturulması
“Kendi yaratılışını unutarak bize bir örnek getirdi ve dedi ki: ‘Şu çürümüş kemikleri kim diriltecek?’
De ki: ‘Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O, her yaratmayı hakkıyla bilendir.’”
(Yâsîn, 36/78-79)
Burada Kur’an önce inkârcının sorusunu tasvir eder (iskat için zemin hazırlar), sonra yaratılış deliliyle cevap verir (isbat eder).

2. İsbât: Hakikatin Delil ile Ortaya Konması

Kur’an, iskatla batılı susturduktan sonra, isbat ile hakikati kalplere yerleştirir. Kur’an’ın isbat üslûbu; tefekkür, kıyas, temsil ve nazar yoluyla aklı ve kalbi aydınlatır.
a) Allah’ın Birliği Üzerine İsbât
“Eğer yerde ve gökte Allah’tan başka ilahlar olsaydı, ikisinin de düzeni bozulurdu.”
(Enbiyâ, 21/22)
Bu ayet, tevhidin mantıkî isbatıdır. Birden fazla ilahın varlığının nizamı bozacağı deliliyle Allah’ın birliği aklen isbat edilir.
b) Haşrin İsbâtı
“Ey insanlar! Öldükten sonra dirilme konusunda en küçük bir şüpheniz varsa, şunu bilin ki, biz sizi başlangıçta topraktan, sonra bir nutfeden, sonra rahim cidârına yapışan bir hücreden, sonra esas unsurlarıyla yaratılışı tamamlanmış ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, size kudretimizi gösterelim. Dilediğimizi rahimlerde belli bir süreye kadar bekletir, sonra sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güçlü kuvvetli çağınıza ulaşmanız için sizi besleyip büyütürüz. İçinizden kimi erkenden, hatta çocuk yaşta ölür. Kimi de ömrün en düşkün çağına kadar yaşatılır da, daha önce bazı şeyler öğrenmişken artık hiçbir şey bilmez hâle gelir. Ayrıca yeryüzünü de kupkuru ve ölü bir halde görürsün; fakat biz üzerine yağmur indirdiğimizde o, kıpırdanır, kabarır, her türden göz alıcı, gönül açıcı bitkiyi erkekli-dişili bitirir.”
(Hacc, 22/5)
Burada insanın yaratılış merhaleleri gösterilerek, yeniden dirilişin imkânı ve Allah’ın kudreti isbat edilir.
c) Vahyin Hak Oluşunun İsbâtı
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden öncekini doğrulayan ve o Kitab’ı açıklayandır. Onda şüphe yoktur, o âlemlerin Rabbindendir.”
(Yûnus, 10/37)
Bu ayet, Kur’an’ın ilahi kaynağını isbat eder. Çünkü hem önceki kitaplarla mutabık, hem de onların tahrif edilen kısımlarını tashih eden bir hitap tarzına sahiptir.

3. Tarihten İskat ve İsbât Örnekleri
a) Hz. İbrahim’in (Aleyhisselâm) Nemrud’la Münazarası
“İbrahim dedi ki: ‘Rabbim diriltir ve öldürür.’ Nemrud dedi ki: ‘Ben de diriltirim ve öldürürüm.’
İbrahim dedi ki: ‘Şüphesiz Allah, güneşi doğudan getiriyor; sen de onu batıdan getir bakalım!’
Bunun üzerine inkârcı şaşırıp kaldı.”
(Bakara, 2/258)
Burada İbrahim Aleyhisselâm önce Nemrud’un yanlış kıyasını iskat eder, ardından Allah’ın kudretini isbat eden açık bir delille onu susturur.
b) Hz. Musa’nın Firavun’la Münazarası
“Firavun dedi ki: ‘Âlemlerin Rabbi de nedir?’
Musa dedi ki: ‘O, göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Eğer kesin inanıyorsanız.’”
(Şuarâ, 26/23-24)
Hz. Musa burada Firavun’un “Rablık iddiasını” ilahi nizam deliliyle iskat eder ve Allah’ın rububiyetini isbat eder.

4. Kur’an Üslûbunun Hikmeti
Kur’an’ın iskat ve isbat tarzı, hem aklı hem kalbi ikna eden cihan-şümul bir hitap biçimidir.
• İskat, batılı susturur; nefsi kibirden arındırır.
• İsbât, kalbi nurla doldurur; hakikate teslim eder.
Böylece Kur’an, evvelâ batılı reddeder, sonra hakkı isbat eder. Çünkü hakikatin tecellisi, evvelâ menfîlerin izalesiyle olur.

Sonuç
Kur’an’ın hitap tarzı, belâgatın zirvesi olan bir dengeye sahiptir. O, aklî delil ile susturur, kalbî delil ile ikna eder.
Bir tarafta iskat ile batılın kökünü keser, diğer tarafta isbat ile iman ağacını kalplerde yeşertir.
Bu sebeple Kur’an’ın üslûbu yalnızca tarihî bir hitap değil, kıyamete kadar sürecek bir irşad metodudur:
Batılı susturur, hakkı konuşturur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
22/10/2025




Kur’an’daki Yemin (Kasem) İfadelerinin Sistematik Tahlili

Kur’an’daki Yemin (Kasem) İfadelerinin Sistematik Tahlili: Mûksemun Bih ve Cevâbü’l-Kasem Arasındaki Derûnî Münasebet

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in belâgat üslupları içinde mühim bir yer tutan yemin (kasem) ifadelerini sistematik bir surette tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Çalışma, üzerine yemin edilen varlıklar (el-mûksemun bih) ile yeminin cevabı olarak sunulan hakikat (cevâbü’l-kasem) arasındaki lafzî ve manevî münasebeti ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Kur’an’da güneş, ay, zaman, kalem, incir ve zeytin gibi mahlukat üzerine yemin edilmesinin keyfî bir tercih olmadığı, bilakis bu varlıkların, yeminle teyit edilen konunun anlaşılması için birer tefekkür anahtarı vazifesi gördüğü misaller üzerinden ispat edilecektir. Bu tahlil, Kur’an’daki kasemlerin, insanın nazarını tabiattaki ilâhî sanat eserlerine çevirerek, kâinat kitabını okumaya ve oradan imanî hakikatlere ulaşmaya sevk eden mucizevî bir üslup olduğunu göstermeyi gaye edinmektedir.
​Giriş
​İlâhî kelâmın muhataplarının zihin ve kalplerinde en derin tesiri bırakmak için kullandığı eşsiz beyan üsluplarından biri de kasemdir. Arap dilinde ve edebiyatında önemli bir tekit (pekiştirme) vasıtası olan yemin, Kur’an-ı Kerim’de beşerî yeminden farklı olarak, bir hakikati isbat etmekten ziyade, o hakikatin ehemmiyetine ve şerefine dikkat çekmek, muhatabın zihnini teyakkuz haline getirmek ve onu tefekküre sevk etmek gibi ulvî gayelere hizmet eder.
​Allah Teâlâ’nın Kendi Zât’ı üzerine yemin etmesinin yanı sıra, mahlukatından olan güneş, ay, gece, gündüz, incir, zeytin, kalem gibi varlıklar üzerine yemin etmesi, tefsir ve belâgat âlimlerinin üzerinde hassasiyetle durduğu bir konudur. Zira mahlukun Hâlık’tan başkası adına yemin etmesi yasaklanmışken, Hâlık’ın mahluku adına yemin etmesi, üzerine yemin edilen o varlığa müstesna bir kıymet atfeder ve onu ilâhî bir “âyet” (delil, işâret) mertebesine yükseltir.
​Bu yemindeki asıl mucizevîlik, üzerine yemin edilen şey (mûksemun bih) ile yeminin neticesinde vurgulanan hakikat (cevâbü’l-kasem) arasında kurulan ince ve derin manevî bağlantıda gizlidir. Bu çalışma, mezkûr bağlantıyı muhtelif surelerden misallerle tahlil ederek, kasemlerin Kur’an’ın tefekkür odaklı üslubunun nasıl bir parçası olduğunu ortaya koyacaktır.
​1. Kasemin Mahiyeti ve Unsurları
​Belâgat ilminde kasem, genellikle üç temel unsurdan oluşur:
• ​Kasem Edatı: “Vav” (و), “Be” (ب), “Te” (ت) gibi harfler.
• ​El-Mûksemun Bih: Üzerine yemin edilen varlık veya kavram.
• ​Cevâbü’l-Kasem: Yeminin delâlet ettiği, doğruluğu veya ehemmiyeti tekit edilen asıl konu.
​Kur’an’daki kasemlerin i’câzı, bilhassa ikinci ve üçüncü unsurlar arasındaki mana bütünlüğünde kendini gösterir. Üzerine yemin edilen varlık, yeminin cevabı olan hakikatin âdeta somut bir misali, görünen âlemdeki bir delili gibidir.
​2. Mûksemun Bih ve Cevâbü’l-Kasem Münasebetine Dair Tahlilî Misaller
​2.1. Şems Suresi: Kâinattaki Zıtlıklar ve İnsan Nefsindeki Zıt Kutuplar
​Şems Suresi, kasem üslubunun en parlak misallerinden birini sunar. Sure, peş peşe gelen on bir yemin ile başlar ve bu yeminlerin cevabı olarak insan nefsindeki (canındaki) iki temel potansiyele dikkat çeker.
​”Güneşe ve onun aydınlığına andolsun,”
“Onu izlediğinde Ay’a andolsun,”
“Onu ortaya çıkardığında gündüze andolsun,”
“Onu bürüdüğünde geceye andolsun,”
“Gökyüzüne ve onu bina edene andolsun,”
“Yere ve onu yayıp döşeyene andolsun,”
“Nefse ve onu düzgün bir biçimde şekillendirip,”
“Ona kötülük duygusunu ve takvasını (kötülükten sakınma yeteneğini) ilham edene andolsun ki,”
“Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir.”
“Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” (Şems, 91/1-10)

• ​Mûksemun Bih (Üzerine Yemin Edilenler): Güneş ve onun aydınlığı, onu takip eden ay, gündüz ve gece gibi birbirini takip eden ve birbirinin zıddı olan kozmik hadiseler.
• ​Cevâbü’l-Kasem (Yeminin Cevabı): Nefsini arındıranın kurtulacağı, kirletenin ise hüsrana uğrayacağı hakikati.
​Bağlantı: Surede üzerine yemin edilen varlıklar, bir zıtlık ve denge esasına göre yaratılmıştır. Güneşin parlaklığına karşılık gecenin karanlığı, gündüzün aydınlığına karşılık ayın loş ışığı… Bu kevnî (kozmolojik) zıtlıklar, yeminin cevabı olan konuya mükemmel bir hazırlık teşkil eder. Nasıl ki kâinatta aydınlık ve karanlık mücadelesi varsa, aynı şekilde insanın nefsinde de “fücur” (kötülük, isyan) ve “takva” (iyilik, sakınma) olarak isimlendirilen iki zıt potansiyel mevcuttur. Allah Teâlâ, âfâktaki (dış dünyadaki) bu açık delillere yemin ederek, enfüsteki (iç dünyadaki) bu en mühim hakikate, yani insanın hidayet ve dalâlet arasındaki imtihanına nazarımızı çevirir.
​2.2. Tîn Suresi: Mukaddes Mekânlar ve İnsanın Yaratılışındaki Kudsiyet
​Bu surede yeminler, belirli meyveler ve mukaddes mekânlar üzerine edilir.
​”Tîn’e ve zeytûn’a andolsun,”
“Sîna dağına andolsun,”
“Ve bu güvenli şehre (Mekke’ye) andolsun ki,”
“Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/1-4)

• ​Mûksemun Bih: İncir, zeytin, Sina Dağı ve Mekke şehri.
• ​Cevâbü’l-Kasem: İnsanın “ahsen-i takvîm” yani en güzel kıvamda ve biçimde yaratıldığı.
​Bağlantı: Tefsirlerde incir ve zeytinin, Hz. Âdem ve Hz. Nuh gibi peygamberlerin vatanı olan bereketli topraklara; Sina Dağı’nın Hz. Musa’ya vahyin geldiği mekâna; “güvenli şehir” olan Mekke’nin ise Hz. İbrahim ve son Peygamber Hz. Muhammed’e (s.a.v.) işaret ettiği belirtilmiştir. Dolayısıyla üzerine yemin edilen bu şeyler, vahyin indiği, büyük peygamberlerin zuhur ettiği ve manevî bereketin merkezleri olan yerlerdir. Bu mukaddes ve bereketli mekânlara yemin edilerek varılan netice şudur: Nasıl ki bu mekânlar maddî ve manevî olarak en seçkin yerler ise, ey insan, sen de mahlukat içinde en mükerrem, en seçkin ve “en güzel biçimde” yaratılmış varlıksın. Yemin edilenlerle yeminin cevabı arasında bir “şeref ve kıymet” ortak paydası bulunmaktadır.
​2.3. Kalem Suresi: Kalem ve Yazının Şahitliğinde Peygamberin Ahlâkı
​Bu surenin başlangıcı, hakikatin kaydı ve muhafazası üzerine bir yeminle başlar.
​”Nûn. Kaleme ve satır satır yazdıklarına andolsun ki,”
“Sen -Rabbinin lütfu sayesinde- bir deli değilsin.” (Kalem, 68/1-2)

• ​Mûksemun Bih: Kalem ve onunla yazılanlar.
• ​Cevâbü’l-Kasem: Hz. Peygamber’in (s.a.v.) mecnun olmadığı, aksine yüce bir ahlâk üzere olduğu hakikati.
​Bağlantı: Kalem ve onun yazdıkları, bilginin, medeniyetin, hakikatin ve vahyin kayıt altına alınmasının ve nesilden nesile aktarılmasının en mühim vasıtasıdır. Kalem, ilim ve hikmeti sembolize eder. Allah Teâlâ, bu şerefli vasıtalara yemin ederek, müşriklerin Peygamber Efendimiz’e yönelik “deli” iftirasını reddetmektedir. Bu yeminin zımnî manası şudur: Ey insanlar, kalemin ve yazının şahitliğinde, yani vahyin, ilmin ve hikmetin şahitliğinde bilin ki, bu Elçi, onların iddia ettiği gibi aklını yitirmiş biri değil, tam aksine hakikatin ve yüce ahlâkın ta kendisini getiren kişidir. Kalemin temsil ettiği akıl, hikmet ve hakikat, O’nun isnatlardan münezzeh olduğunun en büyük şahididir.
​3. Kasemin Tefekkür ve Nazarı Yönlendirmesi
​Yukarıdaki misallerden de anlaşılacağı üzere, Kur’an’daki kasemler sadece birer tekit edatı değildir. Her bir kasem, muhatabı bir tefekkür yolculuğuna çıkarır:
• ​Nazarı Çevirme: Yemin edilen varlık (güneş, ay, kalem vb.), muhatabın zihninde anında bir görüntü ve mana oluşturur. İnsan, günlük hayatta alıştığı bu varlıklara yeniden ve daha dikkatli bir nazarla bakmaya davet edilir.
• ​Delilden Medlûle Geçiş: Üzerine yemin edilen varlığın özellikleri üzerinde düşünen insan, bu özellikler ile yeminin cevabında gizli olan mana arasındaki bağlantıyı kurmaya başlar. Böylece tabiattaki bir hadise (delil), imanî bir hakikatin (medlûl) anlaşılması için bir köprü olur.
• ​İmanî Hakikati Pekiştirme: Kâinattaki somut delillerle desteklenen imanî hakikat, sadece mücerret bir bilgi olmaktan çıkar, âdeta gözle görülür, elle tutulur bir kesinliğe bürünür.
​Sonuç
​Kur’an-ı Kerim’deki yemin ifadeleri, Allah’ın kelâmındaki i’câzın ve belâgatın en derinlikli tezahürlerinden biridir. Bu yeminler, tesadüfî veya sadece süslü birer ifade olmaktan çok uzaktır. Her bir kasem, üzerine yemin edilen varlık ile yeminin hedeflediği hakikat arasında zekice ve hikmetle örülmüş bir mana ağı kurar.
​Bu üslup, kâinatı bir “kitap”, içindeki her bir varlığı ise iman hakikatlerini anlatan birer “kelime” olarak okumayı öğretir. Güneşin ve ayın hareketinden insan nefsindeki ahlâkî imtihana, bereketli topraklardan insanın yaratılışındaki mükemmelliğe, kalemin satırlara döktüğü hikmetten Peygamber’in yüce ahlâkına uzanan bu yolculuk, Kur’an’ın insanı hem aklıyla hem de kalbiyle nasıl kuşattığının en parlak isbatıdır. Dolayısıyla Kur’an’daki kasemler, birer tefekkür davetiyesi ve kâinattaki ilâhî sanata açılan birer penceredir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
22/10/2025