Kur’an-ı Kerim’in Fono-Semantik Yapısı: Lafız ve Mana Bütünlüğünün Derûnî Ahengi

Kur’an-ı Kerim’in Fono-Semantik Yapısı: Lafız ve Mana Bütünlüğünün Derûnî Ahengi

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in lafzındaki i’câzın (mucizevîlik) en mühim veçhelerinden biri olan ses-mana ilişkisini, yani fono-semantik yapısını modern dilbilim ve geleneksel Tecvid ilminin verilerini birleştirerek tahlil etmeyi hedeflemektedir. Çalışmada, Kur’an’daki harflerin mahreç (çıkış noktası) ve sıfatlarının, kelimelerin ses ahengindeki seçiciliğin ve ayet sonlarındaki fâsılaların (secilerin) sadece estetik ve belîğ bir unsur olmanın ötesinde, manayı nasıl teyit ettiği, derinleştirdiği ve dinleyenin ruhunda nasıl derûnî bir tesir bıraktığı misallerle ortaya konulacaktır. Bu inceleme, Kur’an’ın sadece manasıyla değil, aynı zamanda ses dokusuyla da bir bütün teşkil eden ve tesirini bu bütünlükten alan ilâhî bir kelâm olduğu hakikatini isbata yönelik bir gayret taşımaktadır.
​Giriş
​Kur’an-ı Kerim’in i’câzı, asırlardır İslam âlimlerinin üzerinde titizlikle durduğu, onun ilâhî menşeinin en parlak isbatlarından biri olarak kabul edilen bir hakikattir. Bu i’câz, yalnızca getirdiği cihan şümul mesajlar, gaybdan verdiği haberler veya ilmî hakikatlere yaptığı işâretlerde değil, aynı zamanda lafzının eşsiz yapısında, üslubunun taklit edilemezliğinde ve belâgatının zirvesinde de tecelli eder. Kur’an lafzının bu harikuladeliği, sadece kelimelerin seçimi ve cümlelerin dizilişinde değil, aynı zamanda onun en temel yapı taşı olan harflerin ses değerlerinde ve bu seslerin meydana getirdiği umumî ahenkte de kendini gösterir.
​Modern dilbilimde “fono-semantik” (ses-anlambilim) olarak isimlendirilen saha, ses ile mana arasındaki derûnî bağlantıyı inceler. Bu usul, Kur’an’ın ses yapısının tesadüfî olmadığını, bilakis her bir sesin, ayetin umumî manasını ve dinleyici üzerindeki psikolojik tesirini destekleyecek şekilde bilinçli bir surette seçildiğini göstermek için mühim bir açı sunar. Geleneksel İslâmî ilimlerden Tecvid ise, Kur’an harflerinin mahreç ve sıfatlarını en ince teferruatına kadar tespit ederek bu seslerin nasıl doğru ve aslına uygun bir şekilde telaffuz edileceğini öğretir. Bu iki disiplinin—modern fonetik (ses bilimi) ve geleneksel Tecvid—bir araya getirilmesi, Kur’an’ın ses örgüsünün manaya olan katkısını daha net bir şekilde tasvir etme imkânı sunmaktadır.
​Bu çalışma, harflerin sıfatlarından başlayarak kelime ve ayet bütünlüğüne uzanan bir tahlille, Kur’an’ın ses yapısının manayı nasıl inşa ettiğini ve dinleyenin kalbinde nasıl bir yankı bulduğunu inceleyecektir.
​1. Harflerin Ruhu: Mahreç ve Sıfatların Semantik Değeri
​Tecvid ilmi, her harfin belirli bir mahreci (ağız ve boğazdaki çıkış noktası) ve onu diğerlerinden ayıran sıfatları (kalınlık, incelik, şiddet, akıcılık vb.) olduğunu öğretir. Bu sıfatlar, harflere sadece fonetik bir kimlik değil, aynı zamanda manayı hatırlatan bir karakter kazandırır.
• ​Şiddet ve Metanet Bildiren Sesler (Kalkale Harfleri): Arapça’da “ق, ط, ب, ج, د” harfleri, “kalkale” sıfatına sahiptir. Bu harfler telaffuz edildiğinde seste bir yankılanma, bir vurgu meydana gelir. Bu ses özelliği, Kur’an’da genellikle kuvvet, çarpma, yarma, sarsma veya kesinlik bildiren fiillerde ve mefhumlarda kullanılır. Mesela Felak Suresi’nde geçen “Felak” (فَلَقِ) kelimesindeki “ق” harfinin kalkalesi, sabahın karanlığı yarması fiilinin şiddetini sese yansıtır. Yine Târık Suresi’ndeki “et-Târık” (الطَّارِقِ) kelimesindeki “ق” ve “Hakka” Suresi’ndeki “el-Hâkka” (الْحَاقَّةُ) kelimesindeki “ق” harfi, bu isimlerin ihtiva ettiği şiddetli ve sarsıcı manayı fonetik olarak destekler.
• ​Fısıltı ve Gizlilik Bildiren Sesler (Safîr Harfleri): “ص, س, ز” harfleri, “safîr” (ıslık) sıfatına sahiptir. Bu harflerin çıkardığı ince ve sızıntılı ses, fısıltı, gizlilik, vesvese gibi manalarla mükemmel bir uyum içindedir. Nâs Suresi’nde şeytanın vesvesesi anlatılırken kullanılan “el-vesvâsi’l-hannâs” (الْوَسْوَاسِ الْخَنَّاسِ) ifadesindeki “س” harflerinin tekrarı, bu fısıltının sürekliliğini ve sinsi tabiatını dinleyicinin zihnine âdeta işitmeli olarak yerleştirir.
• ​Yayılma ve Genişlik Bildiren Sesler: “ض” harfi gibi dilin yan tarafını kaplayarak çıkan ve sesi yayan (istitäle sıfatı) harfler veya “ش” harfi gibi sesi dağıtan (tefeşşî sıfatı) harfler, genişlik, yayılma, rahmetin kuşatıcılığı gibi manaları tasvir etmede kullanılır.
​Bu misaller, Kur’an’da harf seçiminin keyfî olmadığını, bilakis her harfin sıfatının, kelimenin ve ayetin manasıyla tam bir uyum içinde olduğunu gösterir.
​2. Kelime Ahengi ve Ayet Fâsılalarının Tesiri
​Kur’an’ın ses i’câzı, sadece tek tek harflerde değil, kelimelerin bir araya gelerek oluşturduğu ahenkte ve bilhassa ayet sonlarındaki fâsılalarda da parlak bir şekilde ortaya çıkar. Kur’an’daki bu seci (düz yazıdaki kafiye), şiirsel bir tekellüften uzak olup, tamamen manaya hizmet eder.
• ​Sükûnet ve Teselli Veren Ahenk: Mesela, Duha Suresi’nin tamamı “-â” sesiyle biter: “ved-duhâ”, “secâ”, “kalâ”, “el-ûlâ”. Bu yumuşak ve akıcı ses, surenin umumî muhtevası olan teselli, ümit ve ilâhî himaye manalarıyla tam bir uyum içindedir. Bu ahenk, Peygamber Efendimiz’e (s.a.v.) ve onun şahsında bütün mü’minlere yönelik bir şefkat ve teselli hissini dinleyenin kalbine yavaşça akıtır.
• ​Heybet ve İhtar Uyandıran Ahenk: Buna mukabil, Zilzâl Suresi’nin başındaki ayetler, “-âlehâ” sesiyle ve ağır, sarsıcı bir ritimle biter: ​”Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı,” (Zilzâl, 99/1) “Toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı,” (Zilzâl, 99/2) ​Buradaki ses yapısı, “زلزلت” (zulzilet) kelimesinin tekrar eden “z” ve “l” seslerinin oluşturduğu sarsıntı hissi ile birleşerek, Kıyamet gününün dehşetini ve heybetini sadece manasıyla değil, sesiyle de tasvir eder. Fâsılalardaki ahenk, o büyük sarsıntının yankısı gibidir.
​”Yerküre kendine has sarsıntısıyla sallandığı,” (Zilzâl, 99/1)
“Toprak ağırlıklarını dışarı çıkardığı,” (Zilzâl, 99/2)

​Buradaki ses yapısı, “زلزلت” (zulzilet) kelimesinin tekrar eden “z” ve “l” seslerinin yaptığı sarsıntı hissi ile birleşerek, Kıyamet gününün dehşetini ve heybetini sadece manasıyla değil, sesiyle de tasvir eder. Fâsılalardaki ahenk, o büyük sarsıntının yankısı gibidir.
• ​Sorgulayıcı ve Tezekküre Sevk Eden Ritim: Rahman Suresi’nde 31 defa tekrar edilen “Febi-eyyi âlâi Rabbikumâ tukezzibân” (فَبِأَيِّ آلَاءِ رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ) ayeti, hem lafzî hem de ses olarak sureye hâkim olan bir ritim oluşturur. Bu tekrar, sadece bir belâgat sanatı değil, aynı zamanda her bir nimetin zikredilmesinden sonra gelen ve vicdanı sorgulayan bir ilâhî ihtardır. Tekrarın yaptığı müzikalite, bu sorgulamayı zihinlere ve kalplere perçinler.
​3. Derûnî Tesir ve Psikolojik Yankı
​Kur’an tilavetinin mü’minler üzerinde bıraktığı derin tesirin arkasında, onun manasının kudsiyeti kadar, bu fono-semantik yapının da büyük bir hissesi vardır. İnsan ruhu, sese karşı son derece hassastır. Kur’an’ın ses dokusu, manası tam olarak anlaşılmasa dahi, dinleyicide huşû, heybet, sekine, havf (korku) veya recâ (ümit) gibi haller uyandırma gücüne sahiptir.
​Bu durum, Kur’an’ın sadece akla hitap eden bir metin değil, aynı zamanda kalbe ve ruha doğrudan nüfuz eden bir “zikir” ve “şifa” olmasının da bir sırrıdır. Harflerin titreşimi, kelimelerin ahengi ve fâsılaların ritmi, bir araya gelerek manayı ete kemiğe büründürür ve onu soyut bir bilgi olmaktan çıkarıp, hissedilen ve yaşanan bir hakikate dönüştürür.
​Sonuç
​Kur’an-ı Kerim’in ses yapısı, onun manasından ayrılmaz bir bütündür ve i’câzının en temel rükünlerinden birini teşkil eder. Harflerin mahreç ve sıfatlarından kelimelerin ses örgüsüne, ayet sonlarındaki fâsılaların ahenginden surenin umumî ritmine kadar her bir fonetik unsur, ilâhî bir hikmetle manayı desteklemek, derinleştirmek ve dinleyicinin ruhuna tesir etmek için vazifelendirilmiştir.
​Tecvid ilminin kadîm birikimi ile modern fonetik ve fono-semantik çalışmalarının birleştirilmesi, Kur’an’ın bu veçhesini daha ilmî bir zeminde tahlil etme imkânı sunmaktadır. Bu tür çalışmalar, Kur’an’ın lafzının sadece bir “kabuk” değil, mananın ta kendisinin bir tecellisi ve taşıyıcısı olduğunu; onun hem lafzen hem de manen bir bütün olarak Allah’tan nazil olduğunu bir kez daha isbat edecektir. Kur’an tilavetinin mü’min kalplerde uyandırdığı o eşsiz huzur ve heybet, bu derûnî ses-mana ahenginin en açık delilidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




Hayatın Üç Ana Musibeti: İllet, Zillet ve Kıllet

Hayatın Üç Ana Musibeti: İllet, Zillet ve Kıllet

İnsan hayatı, üç büyük imtihan ekseni etrafında döner: İllet (hastalık), zillet (hor görülme) ve kıllet (fakirlik).
Bu üçü, görünüşte birer musibet gibi görünse de, hakikatte insanın imanını, ahlâkını ve aklını olgunlaştıran üç büyük rahmet kapısıdır.

1. İllet: Bedenin İkazı ve Ruhun Tezkiyesi
Hastalık, insanın fıtratında gizlenen zayıflığı ve aczi ortaya çıkarır.
Zira insan çoğu kez sıhhatin kıymetini, ancak hastalıkla anlar.
Bediüzzaman Said Nursî der ki:
“hastalıklar, musibetler vasıtasıyla musibetzede aczini, zaafını hisseder, Hâlık-ı Rahîmine iltica eder, yalvarır. Hâlis, riyâsız, mânevî bir ibadete mazhar olur.
Evet, hastalıkla geçen bir ömür, Allah’tan şekvâ etmemek şartıyla, mü’min için ibadet sayıldığına rivâyât-ı sahiha vardır.

Eğer hastalık olmazsa, sıhhat ve âfiyet gaflet verir, dünyayı hoş gösterir, âhireti unutturur. Kabri ve ölümü hatırına getirmek istemiyor. Sermaye-i ömrünü bâd-ı hava boş yere sarf ettiriyor. Hastalık ise, birden gözünü açtırır. Vücuduna ve cesedine der ki: “Lâyemut değilsin, başıboş değilsin, bir vazifen var. Gururu bırak, seni Yaratanı düşün, kabre gideceğini bil, öyle hazırlan.”
(Hastalar Risalesi)
Kur’ân bu hakikati şu ayetle beyan eder:
“Sizi biraz korku, açlık, mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğiz; sabredenleri müjdele.”
(el-Bakara, 2/155)
Hastalık, bedene yönelen bir imtihan gibi görünür ama ruha bir ders, kalbe bir hatırlatmadır.
Tıp ilmi açısından da hastalık, vücudun kendi dengesini yeniden kurma çabasıdır.
Bağışıklık sistemi mücadele eder, organlar dayanır, hücreler yenilenir.
Yani beden, imtihan içinde terakki eder.
Ruh da sabırla yücelir, günahlar temizlenir, kalp saflaşır.
Hastalık; gafleti dağıtır, dua ve tevekkül kapılarını aralar.
Zira sıhhatte “ben yaptım” diyen insan, hastalıkta “Allah şifa verir” der.
İşte bu fark, ene’den (benlikten) kurtuluşun anahtarıdır.

2. Zillet: Kibrin Kırılması ve Hakikatin Hatırlatılması

Zillet, yani hor görülmek, insanın benlik ve gururunu kıran bir ikazdır.
İzzeti nefsine bağlayan kişi, küçük bir aşağılanmada dağılır.
Oysa mümin bilir ki, izzet Allah’ındır, dileyene verir, dileyenden alır.
Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:
“İzzet bütünüyle Allah’ındır.”
(Yunus, 10/65)
Tarih boyunca peygamberler, kavimleri tarafından hor görülmüşlerdir.
Hz. Nuh, alay edilmiştir; Hz. Musa, zayıf görülmüştür; Hz. Muhammed (asm) ise “yetim, garip” diye küçümsenmiştir.
Ama zillet görünen şey, hakikatte şerefli bir sabır imtihanıdır.
Toplumsal ve siyasî açıdan bakıldığında da zillet, adaletsiz düzenlerin aynasıdır.
Bir toplumda hak sahibine hor bakılıyorsa, orada adalet zayıflamış, vicdan körleşmiş demektir.
İmanlı insan, bu tür zorluklarda boyun eğmez, çünkü bilir ki;
“Allah’ın huzurunda zelil olan, mahlûkat önünde izzet bulur.”
Zillet bir yönüyle, insanı tevazuya ve hakkın karşısında eğilmeye öğretir.
Kibirden temizlenmeyen ruh, marifetullahın kokusunu duyamaz.
Dolayısıyla zillet, nefsin terbiyesi, ahlâkın kemali, imanın tezahürü olur.

3. Kıllet: Fakirlik, Kanaatin Şerefi ve Hikmetin Kapısı

Fakirlik, hem maddî hem de manevî bir imtihandır.
Fakat fakirlik, yalnız “yoksunluk” değildir; bilakis kanaatle zenginleşmenin anahtarıdır.
Gerçek zenginlik, mal çokluğu değil; kalp zenginliğidir.

Bir ayette ise Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Sizi yeryüzünün halifeleri kılan, size verdiği (nimetler) hususunda sizi denemek için kiminizi kiminizden derecelerle üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin, cezası çabuk olandır ve gerçekten O, bağışlayan merhamet edendir.”
(el-En’âm, 6/165)
Fakirlik, şükür, sabır ve kanaat mektebidir.
Zenginliğin şükrü nasıl zorsa, fakirliğin sabrı da o kadar büyüktür.
İlim ve sosyal yönden bakıldığında, tarih boyunca büyük fikir ve hikmet sahiplerinin çoğu fakir ailelerden çıkmıştır.
Çünkü kıllet, insanı tevekküle ve gayrete sevk eder.
Rahata alışan nefis, hakikati aramaz; fakat yoksullukla pişen kalp, rahmeti hisseder.
Siyasî planda fakirlik, toplumların iktisadî ahlâkını belirler.
Adaletli sistemler, fakiri ezmez; onu ayağa kaldırır.
Zulüm ve sömürü ise fakirliği kalıcı hale getirir.
Bu durumda fakirlik, sadece ekonomik değil; ahlâkî bir yara olur.

Sonuç: Üç Musibetin Ortak Hikmeti

İllet, zillet ve kıllet; üçü de nefsin tahakkümünü kıran, kalbi Allah’a yönlendiren rahmet cilveleridir.
Bunlar olmadan insan, ene’nin karanlığında kaybolur.
Musibet, hakikati gösteren bir ayna gibidir:
Bakan ibret alır, kör bakan şikâyet eder.
Sabırla karşılayan, musibette rahmet bulur; isyan eden, nimeti bile musibete çevirir.
Kur’ân, sabrın sonunu şu müjdeyle bitirir:
“Şüphesiz Allah sabredenlerle beraberdir.”
(el-Bakara, 2/153)

Özet
• İllet (hastalık): Günahları temizler, kalbi Allah’a yöneltir, bedeni ve ruhu arındırır.
• Zillet (hor görülme): Gururu kırar, tevazuyu öğretir, insanı hakikat önünde eğitir.
• Kıllet (fakirlik): Kanaati, sabrı ve şükrü öğretir; ruhu yüceltir.
• Bu üçü, imtihanın zahir yüzü gibi görünse de, hakikatte rahmetin ve terakkiyatın vesilesidir.
• İman ehli için musibet, ceza değil terbiye, elem değil yükseliş vesilesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




Kur’an-ı Kerim’de Manevî Hakikatlerin İfadesinde Ticaret, Borç ve Mülkiyet Metaforları

Kur’an-ı Kerim’de Manevî Hakikatlerin İfadesinde Ticaret, Borç ve Mülkiyet Metaforları

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’in iman, hidayet, ahiret ve Allah ile kul arasındaki ahid gibi derûnî ve mücerret hakikatleri beşer idrakine yaklaştırmak için kullandığı ticaret, borç ve mülkiyet metaforlarını sistematik bir surette tahlil etmektedir. Kur’an’ın, hitap ettiği ilk cemiyetin hayatında merkezî bir yer tutan ticarî ve iktisadî kavramları (kâr, zarar, alışveriş, borç, mülk) kullanarak, insanın dünya hayatındaki tercihlerinin ebedî neticelerini nasıl tasvir ettiği incelenmektedir. Çalışma, bu metaforik dilin, insanın kendi varlığını ve sahip olduğu her şeyi Allah’tan bir “emanet” olarak görmesini, yaptığı amelleri ise ebedî bir hayata yönelik “kârlı bir ticaret” veya “zararla neticelenecek bir alışveriş” olarak değerlendirmesini sağlayan cihan şümul bir bakış açısı sunduğunu ortaya koymayı hedeflemektedir.
​Giriş
​Kur’an-ı Kerim, ilâhî hakikatleri insan aklına ve kalbine en tesirli şekilde ulaştırmak için çeşitli beyan üsluplarına müracaat eder. Bu üsluplar içinde teşbih ve metaforik anlatım, gaybî ve manevî muhtevaları, şehadet âlemindeki somut misallerle izah etmesi açısından hususi bir ehemmiyet taşır. İnsanın gündelik hayatında sürekli karşılaştığı, mana ve neticelerine aşina olduğu hadiseler, anlaşılması zor olan derûnî hakikatler için birer anahtar vazifesi görür. Bu bağlantıda, Kur’an’ın nazil olduğu dönemdeki Arap cemiyetinin en temel meşgalelerinden olan ticaret, borç-alacak münasebetleri ve mülkiyet anlayışı, manevî gerçekliklerin ifadesinde sıkça başvurulan birer metafor zemini teşkil etmiştir.
​İnsanın Allah ile olan münasebeti bir “ahidleşme” (sözleşme), dünya hayatı bu ahdin yerine getirildiği bir “ticaretgâh”, verilen ömür ve imkânlar bir “sermaye”, yapılan ameller ise bu ticaretin “kâr” veya “zarar”ını belirleyen “alışverişler” olarak tasvir edilir. Bu makale, Bakara Suresi’nde “Onlar, doğru yol karşılığında sapkınlığı satın almış…” şeklinde ifade edilen bu metaforik yapıyı daha geniş bir çerçevede ele alarak, ticaret, borç ve mülkiyet kavramlarının Kur’an’da nasıl bir ahlâkî ve teolojik mânâ örgüsü inşa ettiğini tahlil edecektir.

​1. Ticaret Metaforu: Ebedî Kâr veya Hüsran Tercihi
​Kur’an’da insan hayatı, iki temel neticesi olan bir ticaret meydanı olarak sunulur: ya Allah’ın rızasını ve cenneti kazandıran kârlı bir alışveriş ya da ebedî bir hüsrana götüren zararlı bir muamele. Bu metafor, insanın iradesini ve tercihlerinin neticelerini somut bir şekilde gözler önüne serer.
​Makalenin girişinde zikredilen ayet-i kerime, bu metaforun menfî cihetini en çarpıcı şekilde ortaya koyar:
​”Onlar, doğru yol karşılığında sapkınlığı satın almış, bu yüzden de alışverişleri onlara kâr getirmemiş ve doğru yolu da bulamamışlardır.” (Bakara, 2/16)

​Burada “hidayet” satılan, elden çıkarılan bir meta; “dalâlet” ise onun yerine satın alınan değersiz bir maldır. Ticaretin en temel kaidesi olan kâr elde etme hedefi gerçekleşmemiş, aksine sermaye olan hidayet de kaybedilerek tam bir iflas yaşanmıştır. Bu alışveriş, akıl ve basiret sahibi bir tüccarın asla yapmayacağı, ahmakça bir tercihtir.
​Bu metaforun müsbet ve teşvik edici ciheti ise bilhassa mü’minlere hitap eden ayetlerde görülür. Allah Teâlâ, mü’minleri canlarını ve mallarını cennet karşılığında satın aldığını beyan ederek, onlarla bir alışveriş yaptığını ifade eder:
​”Şüphesiz Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine verilecek cennet karşılığında satın almıştır. Onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler. Bu, Tevrat’ta da, İncil’de de, Kur’an’da da Allah’ın kendi üzerine aldığı bir gerçektir. Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (Tevbe, 9/111)

​Bu ayette, alışverişin bütün unsurları açıktır:
• ​Alıcı: Allah (c.c.)
• ​Satıcı: Mü’minler
• ​Satılan Mal: Canlar ve mallar
• ​Bedel (Fiyat): Cennet
​Bu, bir mü’min için tasavvur edilebilecek en kârlı ticarettir. Zira fani ve geçici olanı, ebedî ve sonsuz olanla değiştirmektir. Saf Suresi’nde ise bu “ticaret”in ne olduğu daha da açık bir şekilde izah edilir:
​”Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah’a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saf, 61/10-11)

​Bu metafor, imanı ve salih ameli, neticesi mutlak kazanç olan bir yatırıma dönüştürerek, mü’mini dünya hayatının geçici menfaatlerine aldanmaktan muhafaza eder ve gayesini ulvîleştirir.

​2. Borç Metaforu: Allah’a Sunulan “Karz-ı Hasen”
​Kur’an’ın kullandığı bir diğer güçlü iktisadî metafor ise “borç” kavramıdır. Her şeyin mutlak sahibi olan Allah’ın, kulundan “güzel bir borç” (Karz-ı Hasen) istemesi, hem kulun yaptığı hayrı ve infakı şereflendiren hem de bu amelin karşılığının kat kat fazlasıyla ödeneceğini temin eden bir beyan üslubudur.
​”Kimdir Allah’a güzel bir borç verecek o kimse ki, Allah da o borcu kendisine kat kat ödesin. (Rızkı) Allah daraltır ve genişletir. Ancak O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara, 2/245)

​Bu metaforun ihtiva ettiği derin manalar şunlardır:
• ​Değer Verme: Birinden borç istemek, ona güvendiğinizi ve değer verdiğinizi gösterir. Allah’ın kulundan borç istemesi, o kula ve onun infak edeceği mala kıymet verdiğinin bir ifadesidir.
• ​Garanti ve Vefa: Borç, geri ödenmesi gereken bir zimmettir. Allah’ın bu muameleyi “borç” olarak isimlendirmesi, karşılığını vermeyi Kendi üzerine aldığını, bunun asla zayi olmayacağını en kuvvetli şekilde te’yid etmesidir.
• ​Kârın Büyüklüğü: Normal bir borç, misliyle geri ödenir. Ancak Allah, bu “güzel borcun” karşılığını “kat kat fazlasıyla” ödeyeceğini vaat etmektedir. Bu, yapılan iyiliğin, ilâhî bir bereketle sonsuz bir sermayeye dönüşeceğini müjdeler.
​Bu metafor, insanın mal ve mülke olan bağlılığını zayıflatır. Malı biriktirmeyi değil, onu en vefalı ve en zengin olan Allah’a borç vererek ebedî bir hazineye dönüştürmeyi teşvik eder.

​3. Mülkiyet Metaforu: Hakiki Mâlik ve Emanetçi İnsan
​Ticaret ve borç metaforlarının temelinde, daha derin bir hakikat yatar: mülkiyetin hakikati. Kur’an, defaatle göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin mutlak mülkünün ve hâkimiyetinin Allah’a ait olduğunu vurgular.
​”Göklerin ve yerin hükümranlığı yalnızca Allah’ındır. Allah, her şeye hakkıyla gücü yetendir.” (Âl-i İmrân, 3/189)

​Bu mutlak hakikat çerçevesinde, insanın dünyadaki mülkiyeti, hakiki bir mâlikiyet değil, bir “emanet”tir. İnsan, kendisine verilen canın, malın, ilmin ve diğer bütün imkânların sahibi değil, belirli bir süre için kendisine tevdi edilmiş bir emanetçisi ve onlar üzerinde tasarruf yetkisi verilmiş bir “halife”dir.
​Bu bakış açısı, diğer iki metaforu daha da anlamlı kılar:
• ​Mü’minin Tevbe Suresi’nde cennet karşılığında “sattığı” can ve mal, aslında zaten kendisine ait değildir. Bu, emaneti, emanetin asıl sahibine, O’nun istediği şekilde iade ederek en büyük mükâfatı kazanma fiilidir.
• ​İnsanın Allah’a “borç verdiği” mal, hakikatte zaten Allah’ın mülküdür. Bu fiil, Allah’ın mülkünden bir kısmını yine O’nun rızası için sarf ederek, bu emanetçilik vazifesinde sadakatini isbat etmektir.
​Mülkiyetin bir emanet olduğu bilinci, insanı kibir, cimrilik ve hırstan kurtarır. Sahip olduklarıyla şımarmasını veya kaybettikleriyle ye’se düşmesini engeller. Her şeyin hakiki sahibinin Allah olduğunu bilen bir kul, O’nun mülkünde, O’nun rızasına uygun şekilde tasarrufta bulunmayı en temel vazifesi olarak görür.
​Sonuç
​Kur’an-ı Kerim’in ticaret, borç ve mülkiyet metaforlarını kullanması, sadece bir beyan sanatı veya edebî bir incelik değildir. Bu metaforlar, insanın varoluş konumunu, Allah ile olan münasebetini ve dünya hayatındaki vazifelerini tanzim eden külli bir ahlâkî ve teolojik yapı inşa eder.
​Bu yapıya göre hayat; sermayesi Allah tarafından verilen bir ticaret meydanıdır. Bu sermayenin asıl mülkiyeti Allah’a aittir ve insana bir emanet olarak verilmiştir. Bu emaneti Allah yolunda sarf etmek ise, karşılığı kat kat fazlasıyla alınacak, en kârlı borç verme muamelesidir. Bu alışverişin neticesi ya ebedî bir kazanç ve saadet ya da telafisi imkânsız bir hüsran ve zarardır.
​Bu metaforik dil, mücerret imanî hakikatleri, insanın her gün yaşadığı, anladığı ve neticelerini bildiği somut bir çerçeveye oturtarak, her bir insanı kendi ebedî hayatının “tüccarı” olmaya davet eder ve ona en kârlı ticaretin yollarını gösterir. Bu, Kur’an’ın hikmet dolu üslubunun cihan şümul bir tezahürüdür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




Kur’an’da Sekine, Meveddet ve Rahmet Kavramlarının Ailevî ve Sosyal Hayata Yansımaları

Kur’an’da Sekine, Meveddet ve Rahmet Kavramlarının Ailevî ve Sosyal Hayata Yansımaları

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’de zikredilen “sekine”, “meveddet” ve “rahmet” kavramlarının, sıkça ele alındığı derûnî ve tasavvufî manalarının ötesinde, ailevî ve sosyal hayattaki zahirî tezahürlerini ve bu tezahürlerin oluşturduğu ahlâkî zemini incelemeyi hedeflemektedir. Çalışmada, “sekine”nin sadece kalbî bir itminan hali olmadığı, aynı zamanda toplumsal sükûnet ve kriz anlarında metaneti sağlayan bir âmil olduğu; “meveddet” ve “rahmet”in ise aile kurumunu tesis eden ve sosyal münasebetleri insânî bir temel üzerine inşa eden iki temel unsur olduğu Kur’an ayetleri ışığında tahlil edilecektir. Bu kavramların, fertten başlayarak cemiyete yayılan bir huzur ve barış ikliminin nasıl tesis edilebileceğine dair cihan şümul mesajlar ihtiva ettiği ortaya konulacaktır.
​Giriş
​İlâhî bir kelâm olan Kur’an-ı Kerim, insan hayatının bütün safhalarını kuşatan ve her bir safha için en ideal ölçüleri vaz’eden bir hidayet rehberidir. İnsanın hem Rabbiyle hem kendi nefsiyle hem de diğer insanlar ve tabiat ile olan münasebetlerini tanzim eden Kur’an, bu münasebetlerin temelini teşkil edecek ahlâkî kavramlar sunar. Bu kavramlar arasında “sekine”, “meveddet” ve “rahmet”, bilhassa insanın sosyal bir varlık olması hasebiyle aile ve cemiyet hayatında merkezî bir ehemmiyet arz eder.
​Genellikle “sekine” kavramı, kalbe inen ilâhî bir huzur ve itminan hali olarak tasavvufî bir açıdan ele alınır. Bu, şüphesiz doğru bir manadır. Lakin bu derûnî halin, ferdin davranışlarına ve dolayısıyla cemiyetin umumî yapısına yansıyan zahirî bir boyutu da vardır. Benzer şekilde, “meveddet” ve “rahmet” de çoğu zaman eşler arasındaki sevgi ve merhametle sınırlı bir bağlantıda zikredilse de, bu kavramların muhtevası, bütün bir beşerî münasebetler ağını tanzim edecek bir genişliğe sahiptir.
​Bu araştırma, mezkûr üç kavramın Kur’an’daki kullanımlarından hareketle, onların aile ve toplum hayatı için nasıl birer ahlâkî temel teşkil ettiğini tasvir etmeyi amaçlamaktadır. Kavramların ferdî ve derûnî boyutundan ziyade, onların içtimaî ve zahirî neticeleri üzerine odaklanılacaktır.

​1. Kavramların Kur’an Bağlamında Tahlili
​1.1. Sekine: Derûnî İtminandan Zahirî Sükûnete
​”Sekine” (السَّكِينَة), lügatte sükûn bulmak, yerleşmek, sakin ve vakur olmak gibi manalara gelir. Kur’an-ı Kerim’de bu kavram, Allah’ın mü’minlerin kalplerine indirdiği bir huzur, güven ve metanet duygusunu ifade etmek için kullanılır. Bu hal, bilhassa en zorlu ve çetin anlarda tecelli eder.
​Fetih Suresi’nde bu hakikat şöyle ifade edilir:
​”İmanlarına iman katsınlar diye mü’minlerin kalplerine huzur ve güveni (sekîneti) indiren O’dur. Göklerin ve yerin orduları Allah’ındır. Allah, hakkıyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” (Fetih, 48/4)

​Bu ayet-i kerime, sekînenin sadece soyut bir his olmadığını, bilakis mü’minlerin imanını artıran, onları en zorlu şartlarda dahi sabitkadem kılan ilâhî bir yardım olduğunu göstermektedir. Benzer bir mana, Tevbe Suresi’nde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve Hz. Ebû Bekir’in (r.a.) Sevr Mağarası’nda bulundukları o kritik anda zikredilir:
​”…Eğer siz ona (Resûlullah’a) yardım etmezseniz (bu önemli değil); ona Allah yardım etmiştir: Hani, kâfirler onu, iki kişiden biri olarak (Ebu Bekir ile birlikte Mekke’den) çıkarmışlardı; hani onlar mağaradaydı; o, arkadaşına. Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir, diyordu. Bunun üzerine Allah ona (sükûnet sağlayan) emniyetini indirdi, onu sizin görmediğiniz bir ordu ile destekledi ve kâfir olanların sözünü alçalttı. Allah’ın sözü ise zaten yücedir. Çünkü Allah üstündür, hikmet sahibidir.  .” (Tevbe, 9/40)

​Buradaki sekine, bir şahsın kalbine inmekle beraber, neticesi itibarıyla İslam davasının seyrini etkileyen içtimaî bir hadiseye dönüşmüştür. Kalbe inen bu sükûnet, paniği ve ye’si ortadan kaldırarak akılcı ve metin bir duruşu mümkün kılar. Bu duruş, aile içinde bir kriz anında reisin göstereceği vakur tavırdan, bir milletin maruz kaldığı büyük bir badire karşısında göstereceği toplu metanete kadar geniş bir yelpazede tezahür eder. Dolayısıyla sekine, derûnî bir lütuf olmasının yanı sıra, cemiyetin sarsılmazlığının ve istikrarının da manevî bir teminatıdır.

​1.2. Meveddet: Hürmet ve Muhabbetin Fiilî Tezahürü
​”Meveddet” (الْمَوَدَّة), Kur’an’da genellikle “hubb” (sevgi) kelimesinden daha hususi bir manada kullanılır. Meveddet, sadece kalpte hissedilen bir sevgi değil, aynı zamanda fiillere ve davranışlara yansıyan, içinde hürmet ve iyilik barındıran açık bir sevgidir. Bu kavramın en bariz şekilde kullanıldığı yer, aile kurumunun temelini tasvir eden Rûm Suresi’ndeki ayet-i kerimedir:
​”Kendileri ile huzur bulasınız diye sizin için türünüzden eşler yaratması ve aranızda bir sevgi (meveddet) ve merhamet var etmesi de O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda düşünen bir toplum için elbette ibretler vardır.” (Rûm, 30/21)

​Bu ayette “meveddet”, eşler arasındaki münasebetin temel harcı olarak zikredilmiştir. Meveddet, eşlerin birbirine karşı olan sevgi dolu, saygılı ve nazik tavırlarını ifade eder. Bu, sadece bir hissiyat değil, aynı zamanda bir sorumluluk ve ahlâkî bir vazifedir. Aile, bu zahirî sevgi ve hürmet gösterileriyle ayakta kalır ve sıcak bir yuvaya dönüşür.
​Meveddet, sosyal hayatta ise insanlar arasındaki ülfetin, dostluğun ve karşılıklı iyi niyetin temelidir. Birbirine meveddetle bağlı olan fertlerden oluşan bir cemiyette, husumet, çekememezlik ve gıybet gibi ahlâkî hastalıklar zemin bulamaz. Bu sevgi, mü’minler arasındaki kardeşlik bağının da en mühim unsurlarından biridir.
-“İşte Allah’ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur. De ki: Ben buna karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ Sûresi(42) 23. Ayet)

​1.3. Rahmet: Kuşatıcı Şefkat ve Merhamet
​”Rahmet” (الرَّحْمَة), Allah’ın en temel sıfatlarından biri olup, O’nun mahlukatına karşı olan sonsuz şefkatini, merhametini ve lütfunu ifade eder. Bu ilâhî sıfatın insanlar arasındaki tezahürü ise beşerî münasebetlerin en kâmil ahlâkî ilkesini oluşturur. Yukarıda zikredilen Rûm Suresi’ndeki ayette “meveddet” ile birlikte zikredilmesi manidardır.
​Aile hayatında rahmet, meveddetin tamamlayıcısıdır. Meveddet, sevginin ve muhabbetin coşkun olduğu zamanlarda münasebeti güzelleştirirken, rahmet; zorluklarda, hastalıkta, yaşlılıkta ve eşlerden birinin hatası anında devreye giren kuşatıcı bir şefkattir. Rahmet, kusurları örten, affedici olan ve karşılık beklemeden iyilik yapmayı sağlayan bir duygudur. Bu olmadan aile binası en ufak bir sarsıntıda yıkılmaya mahkûmdur. Rahmet, eşlerin birbirine karşı sadece birer sevgili değil, aynı zamanda birer sığınak olmalarını temin eder.
​Toplumsal hayatta rahmet, adaletin ve ihsanın ruhudur. Zayıfın, yetimin, fakirin ve muhtacın gözetilmesi; komşuluk haklarına riayet edilmesi; hatalara karşı müsamahakâr olunması ve cemiyetin bütün fertlerine karşı şefkatle muamele edilmesi, rahmet ahlâkının bir neticesidir. Rahmetin kaybolduğu bir toplumda, güçlü olanın zayıfı ezdiği, merhametsizliğin ve kalb katılığının hâkim olduğu bir orman kanunu geçerli olur.
​2. Ailevî ve Sosyal Hayatta Bu Kavramların Bütünlüğü
​Kur’an’ın sunduğu bu üç kavram, birbirini tamamlayan ve birbiriyle iç içe geçmiş bir ahlâkî sistem meydana getirir. Bu sistemin işleyişi şu şekilde tasvir edilebilir:
• ​Ailede: Allah, eşler arasına bir “meveddet” ve “rahmet” koyar. Bu iki temel duygu ve ahlâkî ilke, aile yuvasını tesis eder. Meveddet, yani fiilî sevgi ve hürmet, ailenin mutluluk ve neşe kaynağıdır. Rahmet, yani karşılıksız şefkat ve merhamet ise ailenin sigortası ve sığınağıdır. Bu iki temel üzerine kurulan bir yuvada ise netice olarak “sekine”, yani huzur, güven ve sükûnet hali tecelli eder. Ayette geçen “…kendileri ile huzur bulasınız (liteskunû ileyhâ)…” ifadesi, meveddet ve rahmetin nihaî gayesinin ailede sekineyi, yani huzuru tesis etmek olduğunu açıkça gösterir.
• ​Cemiyette: Ailede bu ahlâkı öğrenerek yetişen fertler, aynı ahlâkı cemiyet hayatına taşırlar. Mü’minler arasındaki “meveddet”, sosyal dayanışmayı ve kardeşliği kuvvetlendirir. Topluma yayılan “rahmet” ahlâkı, sosyal adaleti, yardımlaşmayı ve affediciliği hâkim kılar. Bu ahlâkî zeminde yaşayan bir cemiyet, krizler ve imtihanlar karşısında panik ve anarşiye sürüklenmez; bilakis Allah’ın kalplere indireceği “sekine” ile metanetini ve sükûnetini muhafaza eder. Böyle bir toplum, hem derûnî bir huzura hem de zahirî bir barış ve istikrara kavuşur.
​Sonuç
​Kur’an-ı Kerim’de yer alan “sekine”, “meveddet” ve “rahmet” kavramları, yalnızca tasavvufî derinlikleri olan manevî haller veya hissiyatlardan ibaret değildir. Bu kavramlar, aynı zamanda insan hayatının en temel iki kurumu olan aile ve cemiyetin inşası için vazgeçilmez ahlâkî ilkelerdir.
• ​Meveddet ve rahmet, aile binasının temelini atan, eşleri ve fertleri birbirine kenetleyen iki ana sütundur.
• ​Bu iki sütun üzerinde yükselen aile ve cemiyet yapısının atmosferini ise sekine, yani kalplere ve hanelere yayılan huzur, itminan ve güven duygusu doldurur.
​Günümüz dünyasında aile kurumunun zayıflaması, toplumsal kutuplaşmaların artması ve insanlar arasındaki yabancılaşmanın derinleşmesi gibi pek çok meselenin temelinde, bu Kur’anî kavramların hayattan çekilmesi yatmaktadır. Bu sebeple, bu kavramların yeniden ihya edilmesi, manalarının derinlemesine tefekkür edilerek ferdî ve içtimaî hayata tatbik edilmesi, hem ailelerin huzuru hem de cemiyetin barışı için elzemdir. Bu üç kavram, sadece Müslümanlar için değil, bütün bir insanlık için daha huzurlu ve âdil bir hayatın ahlâkî reçetesini sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025




TEVEKKÜL VE RIZIK: VARLIĞIN ASLI, İHTİYACIN MERKEZİ

TEVEKKÜL VE RIZIK: VARLIĞIN ASLI, İHTİYACIN MERKEZİ

Giriş
İnsanın yaratılışındaki hakikat, onun yokluktan varlığa çıkarılmasıdır. Yoktan var eden ise, elbette Mutlak Varlık olan Allah’tır. Öyleyse insanın varlığı da, varlığının devamı da, ihtiyaçlarının karşılanması da O’na bağlıdır. Bu itibarla insanın hem varlık sebebi hem de rızık kaynağı yalnız Allah’tır.
Kur’ân-ı Kerîm bu gerçeği şöyle beyan eder:
“Sizi yaratan, sonra size rızık veren, sonra sizi öldürecek, sonra da diriltecek olan Allah’tır. Ortaklarınızdan bunu yapabilecek kimse var mı?”
(er-Rûm, 30/40)
İşte bu ayet, yaratmak ile rızık vermek arasındaki doğrudan bağlantıyı gösterir. Çünkü hayatı veren kim ise, onu besleyen de odur. Bu açıdan Bediüzzaman Said Nursî şöyle der:
““Evet en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedaniye ve bir hârika-i hikmet-i Rabbaniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idame eden de odur. Ondan başka olmaz… Delil mi istersin? En zaîf, en aptal hayvan; en iyi beslenir (Meyve kurtları ve balıklar gibi). En âciz, en nazik mahluk; en iyi rızkı o yer (Çocuklar ve yavrular gibi).”(bk. Nursi, Sözler, s. 23)

Tevekkülün Manası ve Hakikati

Tevekkül, kulun sebeplere sarılarak sonucu Allah’tan beklemesidir. Yani insan çalışır, ama bilir ki neticeyi takdir eden, rızkı nasip eden yalnız Allah’tır. Bu hâl, imanın fiilî bir tezahürüdür.
Resûlullah (s.a.v.) buyurur:
“Eğer siz Allah’a hakkıyla tevekkül etseydiniz, kuşlar gibi rızıklanırdınız; sabah aç gider, akşam tok dönersiniz.”
(Tirmizî, Zühd, 33; İbn Mâce, Zühd, 14)
Bu hadis, tevekkülün tembellik değil, teslimiyet olduğunu gösterir. Kuş rızkını arar, fakat kalbinde korku değil, itimat vardır. İşte müminin hâli budur: çalışır, ama sonucu Allah’a bırakır.
Kur’an-ı Kerim’de bu hakikat şöyle bildirilmiştir:
“Kim Allah’tan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu gösterir. Ve onu hiç ummadığı yerden rızıklandırır. Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.”
(et-Talâk, 65/2-3)

Rızıkta Hikmet ve İmtihan

Rızık, yalnız madde değil; nimet, sağlık, huzur, iman, ilim gibi manevî lütufları da içine alır. İnsan, bazen az rızıkla sabır, bazen çok rızıkla şükür imtihanına girer. Rızkın miktarını değil, bereketini düşünmek gerekir.
Bediüzzaman bu hakikati şöyle izah eder:
“Vasıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını; belki acz u za’f ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları, ağaçlar ile hayvanları müvazene etmek kâfidir.”
Sözler, s. 23)
Zayıf olan balık denizden, yavru annesinden kolay rızık bulur; güçlü tilki ise aç kalır. Bu gösterir ki rızık kuvvetle değil, Rezzâk’ın rahmetiyle gelir.
Bilim açısından bakıldığında da, her canlı türünün rızkına uygun bir ekolojik denge kurulmuştur. Bitkiler, fotosentezle kendi rızkını üretir; hayvanlar doğada besin zinciriyle yaşar. Bu denge, ilâhî bir hikmet düzenidir. Modern ekoloji bile “kendi kendine” izah edemediği bu sistemin arkasında bilinçli bir düzenleyicinin varlığını hisseder.

Toplumsal ve Ahlâkî Boyut

Tevekkül, sosyal dengeyi de sağlar. Çünkü tevekkül eden insan hırs ve tamah duygusundan arınır; rızkın Rezzâk’tan olduğunu bilir, başkasının hakkına el uzatmaz. Böylece toplumda adalet, kanaat, dayanışma hâkim olur.
Aksine, rızkı yalnız kendi kuvvetiyle aradığını sanan kimse, namazı bırakıp dünya derdine dalarsa, Bediüzzaman’ın ifadesiyle:
“Demek derd-i maişet için namazını terkeden, o nefere benzer ki: Talimi ve siperini bırakıp, çarşıda dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra Cenab-ı Rezzak-ı Kerim’in matbaha-i rahmetinden tayinatını aramak, başkalara bâr olmamak için bizzât gitmek; güzeldir, mertliktir, o dahi bir ibadettir.”(bk. Nursi, Sözler, s. 23)

Bu hâl, hem dünyevî zillet, hem de uhrevî hüsrandır. Halbuki namazını kıldıktan sonra rızkını helâl yoldan aramak, hem mertlik hem de ibadettir. Çünkü çalışmak da bir fiilî duadır.

Tarihî ve İbretli Bir Misal

Hazret-i Ömer (r.a.) döneminde bazı kimseler, “Biz tevekkül ettik, çalışmıyoruz” diyerek mescitte otururlardı. Hz. Ömer onları görünce:
“Siz tevekkül değil, teekkül yani hazır yiyicilik,tembellik ediyorsunuz. Gerçek tevekkül sahibi, tarlasını eker, sonra Allah’a güvenir.” buyurmuştur.
Bu kıssa, İslâm’ın tevekkülü pasif bir bekleyiş değil, aktif bir teslimiyet olarak gördüğünü gösterir.

Siyasî ve Sosyal Hikmet

Bir milletin de fertler gibi tevekkül şuuruna sahip olması gerekir. Çünkü tevekkül, istiklâliyetin ve izzetin ruhudur. Rızkını dışa bağlayan toplumlar, bağımlılığa sürüklenir.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Nice canlı vardır ki rızkını kendisi taşımaz; Allah onları da sizi de rızıklandırır.”
(el-Ankebût, 29/60)
Bu ayet, ekonomik bağımsızlık ile imanî tevekkül arasında da derin bir bağ kurar. Çünkü gerçek mü’min, hem tedbirini alır, hem de neticeyi Allah’a bırakır.

SONUÇ VE ÖZET

İnsan yokluktan var edilmiştir; varlığını, hayatını ve rızkını Allah’tan alır.
Tevekkül, bu hakikatin bilincinde olarak sebeplere sarılmak ve neticeyi Allah’a bırakmaktır.
Rızık, kuvvetle değil, rahmetle; hırsla değil, kanaatle; tembellikle değil, çalışarak elde edilir.
Çünkü Allah, “Rezzâk”tır; hem yaratır, hem besler, hem de idame ettirir.
Tevekkül eden insan; huzurlu, izzetli ve dengeli olur.
Tevekkül eden toplum ise; bağımsız, merhametli ve istikametli olur.
“Rızık için endişe eden, Rezzâk’ı unutmuştur.
Rezzâk’a güvenen ise, endişesini unutmuştur.”

Kısa Özet (Veciz Biçimde):
İnsan “yokluktan var” edilmiştir; varlığını ve rızkını Allah’tan alır.
Tevekkül, çalışmakla beraber sonucu Allah’tan beklemektir.
Rızkın kaynağı kuvvet değil, acz ve Rahmet-i İlâhî’dir.
Tevekkül; hırsı, korkuyu ve zilleti yok eder, kanaati ve izzeti doğurur.
Çünkü “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter.” (Talak, 65/3)
Boylece İnsan, “yokluktan” yaratılmış bir varlıktır ve onu “var” eden Allah’tır. Öyleyse, varlığını O’na borçlu olan insanın, ihtiyaçlarını da O’ndan istemesi en doğru yoldur.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




Kur’an Kıssalarında Anlatım Yapısı ve Hikmet Boyutu: Sure Açısından Üslûp ve Tekrarın Tahlili

Kur’an Kıssalarında Anlatım Yapısı ve Hikmet Boyutu: Sure Açısından Üslûp ve Tekrarın Tahlili

​Özet
​Bu makale, Kur’an-ı Kerim’de yer alan peygamber kıssalarını, sadece tarihî ve ibret alınacak veçheleriyle değil, aynı zamanda sahip oldukları özel edebî ve anlatım yapıları açısından tahlil etmeyi amaçlamaktadır. Çalışma, bir kıssanın Kur’an’ın farklı surelerinde neden değişik tafsilat ve üslûplarla tekrarlandığı meselesini merkezine almaktadır. Bu tekrarların basit birer yineleme olmadığı; aksine, her bir anlatımın, içinde bulunduğu surenin genel mesajına, ana temasına ve nüzul ortamının ihtiyaçlarına hizmet eden hikmetli bir gaye taşıdığı savunulmaktadır. Hz. Musa, Hz. Yusuf ve Hz. Nuh gibi peygamberlerin kıssalarından misaller verilerek, anlatımdaki îcâz (özlülük), tafsilat (detaylandırma), diyalog yapısı ve üslûp farklılıklarının, Kur’an’ın belâgatindeki derinliği ve kıssaların çok katmanlı hikmet boyutunu nasıl ortaya koyduğu incelenecektir.
​Anahtar Kelimeler: Kur’an Kıssaları, Anlatım Sanatı, Belâgat, Sure Bütünlüğü, Hikmet, Tekrar Sanatı, Siyak ve Sibak.

​1. Giriş
​Kur’an-ı Kerim, insanlığa hidayet rehberi olarak indirilmiş ilâhî bir kelâmdır. Bu hidayet vazifesini yerine getirirken kullandığı en tesirli vasıtalardan biri de “kıssa”lardır. Kur’an kıssaları, geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin başından geçen hadiseleri anlatarak, okuyucusuna ve dinleyicisine hem imanî hakikatleri telkin eder hem de ahlâkî ve amelî dersler sunar. Genellikle kıssalara yaklaşım, onlardan alınacak “ibret” ve “hisse”ye odaklanmak şeklinde olmuştur. Bu, şüphesiz kıssaların en temel gayelerinden biridir. Nitekim Cenâb-ı Hak, “Andolsun ki onların kıssalarında akıl sahipleri için ibret vardır…” (Yûsuf, 12/111) buyurarak bu veçheye dikkat çeker.
​Ancak Kur’an kıssalarının hikmeti, sadece muhtevasındaki ibretlik mesajla sınırlı değildir. O kıssaların “nasıl” anlatıldığı, yani anlatım yapısı, üslûbu, dil özellikleri ve Kur’an’ın geneli içindeki yerleşimi de başlı başına birer hikmet ve belâgat harikasıdır. Bilhassa aynı kıssanın farklı surelerde, bazen özet, bazen tafsilatlı, bazen de farklı bir açıdan ele alınarak tekrar edilmesi, Kur’an’ın ilâhî bir kelâm olduğunun en parlak isbatlarından biridir. Bu çalışma, kıssaların bu anlatım sanatını ve her bir anlatımın, içinde bulunduğu surenin dokusuna nasıl nakşedildiğini tahlil ederek, hikmet boyutunun derinliklerine bir pencere açmayı hedeflemektedir.

​2. Kur’an Kıssalarında Tekrar Sanatı ve Hikmetleri

​Kur’an’daki kıssaların tekrarı, ilk bakışta bir yineleme gibi görünse de, derinlemesine bir tahlil, her bir tekrarın özel bir gaye taşıdığını ve manayı zenginleştiren bir belâgat sanatı olduğunu ortaya koyar. Bu hikmetlerden bazıları şunlardır:
• ​Sure Temasına Uygunluk: Her sure, bir ana eksen etrafında şekillenen bir mesaj bütünlüğüne sahiptir. Bir kıssa, farklı surelerde tekrarlandığında, o surenin ana mesajını kuvvetlendirecek veçhesiyle ön plana çıkarılır. Anlatımdaki detaylar, odak noktası ve üslûp, surenin ruhuna uygun olarak yeniden şekillendirilir.
• ​Farklı Açılardan Aynı Hakikati Göstermek: Bir hakikat, farklı açılardan bakıldığında daha iyi anlaşılır. Aynı kıssanın farklı açılardan anlatılması, o kıssanın ihtiva ettiği zengin manaların her bir yönünün tefekkür edilmesine imkân tanır.
• ​Tedrîcî Terbiye (Aşamalı Eğitim): Kur’an, 23 senede, hadiselerin ve ihtiyaçların gerektirdiği bir nüzul süreciyle tamamlanmıştır. Bir kıssanın farklı zamanlarda ve farklı tafsilatla tekrar edilmesi, müminlerin imanî ve ahlâkî terbiyesinde aşamalı bir yol izlendiğini gösterir.
​Misal: Hz. Musa Kıssasının Farklı Surelerdeki Anlatımı
​Hz. Musa’nın kıssası, Kur’an’da en çok tekrar edilen kıssadır ve bu durum, tekrar sanatının hikmetini anlamak için mükemmel bir misaldir.
• ​Bakara Suresi’nde: Bu sure, Medine’de nazil olmuş olup, ana temalarından biri, kendilerine daha önce kitap verilen İsrailoğulları’nın ahitlerini bozmaları ve onlara verilen nimetlere karşı nankörlük etmeleridir. Bu sebeple, Hz. Musa kıssası burada, İsrailoğulları’nın Mısır’dan çıktıktan sonraki itaatsizlikleri, buzağıya tapmaları, bıldırcın ve kudret helvasına karşı nankörlükleri gibi hadiseler merkezinde, oldukça tafsilatlı bir şekilde anlatılır. Anlatım, surenin hitap ettiği topluluğun tarihî ve dinî hafızasına doğrudan seslenir.
• ​Tâhâ Suresi’nde: Mekke’de, Müslümanların en zorlu dönemlerinde nazil olan bu sure, bir teselli ve tebşîr (müjdeleme) üslûbuna sahiptir. Surenin başında, “Tâ-hâ. Biz sana Kur’an’ı sıkıntıya düşesin diye değil, ancak Allah’tan korkanlara bir öğüt olsun diye indirdik.” (Tâhâ, 20/1-3) buyrulur. Bu açıdan anlatılan Hz. Musa kıssası, Firavun ile olan mücadelesinden çok, Hz. Musa’nın peygamberlikle görevlendirildiği ilk andaki hissiyatına, korkusuna ve Cenâb-ı Hakk’ın ona olan doğrudan desteğine odaklanır. Allah ile olan samimi diyalogları, “korkma” telkinleri ve ailevî boyutu ön plandadır. Amaç, o zorlu günlerde Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ve müminlerin kalbini teskin ve takviye etmektir.
• ​Şuarâ Suresi’nde: “Şairler” manasına gelen bu sure, peygamberleri yalanlayan kavimlerin akıbetini peş peşe anlatarak, hak ile batılın mücadelesini keskin bir üslûpla ortaya koyar. Buradaki Hz. Musa kıssası, son derece veciz, ritmik ve meydan okuyan bir yapıya sahiptir. Hz. Musa ile Firavun arasındaki diyaloglar, birer hitabet ve delil mücadelesi şeklinde sunulur. Anlatım, mucizelerin gücünü ve inkârcıların inadını vurgulayarak, surenin genel teması olan “yalanlamanın akıbeti”ni isbat eder.
​3. Anlatım Yapısı ve Üslûp Hususiyetleri
​Kur’an kıssaları, edebî yapıları itibarıyla da eşsizdir. Muhtevanın hikmeti, üslûbun sanatıyla birleşerek tesiri azamî seviyeye çıkarır.
• ​Îcâz ve Hazif (Özlülük ve Gereksiz Detayları Atma): Kur’an, kıssayı tarihî bir kronolojiyle anlatma gayesi gütmez. Bu sebeple, alınacak dersle doğrudan alakası olmayan ara basamaklar atlanır (hazfedilir). Mesela, Yûsuf Suresi’nde, Hz. Yusuf’un kuyuya atılması ile Mısır’da bir evin hizmetine alınması arasındaki uzun yıllar birkaç cümleyle geçilir. Çünkü asıl maksat, hadisenin ibretlik seyrini göstermektir.
• ​Canlı Diyaloglar: Kıssalarda anlatıcı sesinden ziyade, kahramanların doğrudan kendi konuşmalarına yer verilir. Bu diyaloglar, karakterlerin derûnî dünyasını, psikolojilerini ve iman veya küfürdeki derecelerini doğrudan yansıtır. Peygamberlerin tebliği, kavimlerinin itirazları ve ilâhî cevaplar, bu canlı diyaloglarla aktarılır.
• ​Tablo ve Sahneleme Tekniği: Kıssa, adeta bir tiyatro sahnesi gibi, en can alıcı tablolar halinde sunulur. Bir sahne biter, diğeri başlar. Hz. Nuh’un gemiyi inşa etmesi, kavminin onunla alay etmesi, tufanın başlaması ve geminin Cûdi’ye oturması… Her biri, zihinde canlı birer tablo oluşturacak şekilde tasvir edilir.
• ​Kıssa Sonrası Yorumlar (Ta’kîb): Birçok kıssanın sonunda veya önemli dönüm noktalarında, anlatım durur ve o hadiseden çıkarılması gereken evrensel hikmete işaret eden ilâhî bir yorum (ta’kîb) gelir. Örneğin, “Ve böylece Yusuf’a orada dilediği gibi hareket etmek üzere ülke içinde yetki verdik. Biz dilediğimiz kimseye rahmetimizi eriştiririz. Ve güzel davrananların mükâfatını zayi etmeyiz.” (Yûsuf, 12/56) ayeti, Hz. Yusuf’un Mısır’da makam sahibi olmasının ardındaki ilâhî kanunu özetler.

​4. Netice
​Kur’an kıssalarına sadece “ne anlattığı” açısından bakmak, onun hikmet deryasından ancak bir damla almaktır. Asıl derinlik, o kıssaların “nasıl anlatıldığı”nda gizlidir. Kıssaların anlatım yapısı, üslûbu ve Kur’an’ın genel dokusu içindeki yerleşimi, başlı başına birer tefekkür ve ilim sahasıdır.
​Aynı kıssanın farklı surelerde, o surenin maksadına hizmet edecek şekilde farklı veçheleriyle anlatılması, Kur’an’ın lafız ve mana bütünlüğünün ne kadar mucizevî olduğunu gösterir. Bu durum, Kur’an’ın, her kelimesi ve her cümlesi hikmetle ölçülüp biçilmiş, insan sözü olmaktan münezzeh, ilâhî bir kelâm olduğunun en açık delillerindendir.
​Bu sebeple, Kur’an’ı anlama çabasında olan bir akıl ve kalp, kıssaları okurken şu sualleri de sormalıdır: Bu kıssa neden bu surede yer alıyor? Neden burada özet, başka yerde tafsilatlı anlatılıyor? Kullanılan kelimeler ve üslûp, surenin genel mesajına nasıl bir katkı sağlıyor? İşte bu sualler, bizi kıssaların sadece tarihî kabuğundan değil, derûnî hikmet ve belâgat cevherinden istifade etmeye götürecek olan anahtarlardır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




Kur’ân: Lafzen Muhafaza Edilmiş, Mânen Sonsuz Bir Kelâm-ı Ezelî

Kur’ân: Lafzen Muhafaza Edilmiş, Mânen Sonsuz Bir Kelâm-ı Ezelî

“Şüphesiz ki Biz o Zikr’i (Kur’ân’ı) indirdik ve elbette Biz onu koruyacağız.”
(el-Hicr, 15/9)

I. Kelâm-ı İlâhînin Ezelîliği ve İ’câzı

Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın semâsına inmiş en büyük rahmettir.
O, Allah’ın kelâmıdır.
Lafzıyla da mânâsıyla da ilâhîdir; ezelden gelmiş, ebede akmaktadır.
Kelâm sıfatı, Cenâb-ı Hakk’ın zâtî sıfatlarındandır; mahlûk değildir, hâdistir denilemez.
Kur’ân, bu sıfatın zaman ve mekân içinde tezahür eden nurudur.
Zira Allah Teâlâ ezelîdir; kelâmı da ezelîdir.
Maddî harf ve ses yönüyle yaratılmış, mânâ itibariyle kadîm ve bâkîdir.
“Eğer denizler Rabbimin kelimelerini yazmak için mürekkep olsaydı, Rabbimin kelimeleri bitmeden denizler tükenirdi, bir o kadarını daha getirsek bile.”
(el-Kehf, 18/109)
Bu âyet, Kur’ân’ın mânâlarının sonsuzluğunu beyan eder.
Zira kelâmullah, sonsuz bir hakikatler deryasıdır.
Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsa da o hakikat tükenmez.

II. Nüzûlün Hikmeti: 23 Yıllık İlâhî Terbiye

Kur’ân, bir anda değil, 23 yıl zarfında parça parça indirilmiştir.
Her bir âyet, bir hâdiseye, bir inkâra, bir suale veya bir ihtiyaca cevaben nazil olmuştur.
Bu, hem tedrîcî eğitim hem de ilâhî hikmetin tecellisidir.
“İnkârcılar, ‘Kur’ân bir defada indirilseydi ya!’ dediler.
Biz onu senin kalbine iyice yerleştirelim diye böylece parça parça indirdik.”
(el-Furkân, 25/32)
Demek ki Kur’ân sadece okunmak için değil, yaşanmak için inmiştir.
Zamanla inmesi, her bir devirde zamanın tefsirine açık kalması içindir.
O, bir defa indirilmiş ama her asırda yeniden nâzil olur gibi tazelenmiştir.

III. Lafzî Korunmuşluk ve Mânevî Sonsuzluk

Kur’ân, lafzî olarak tek bir harfi bile değişmeden korunmuştur.
Ne eksiltilmiş, ne artırılmıştır.
Bu, Allah’ın vaadidir ve mucizevî bir hakikattir.
“Şüphesiz onu toplamak ve okutmak bize aittir.”
(el-Kıyâme, 75/17)
Bu ilâhî teminat sebebiyledir ki,
on dört asırdır milyonlarca hafız, aynı harflerle onu taşımış,
milyonlarca mushaf aynı satırlarla onu yazmıştır.
Lâkin Kur’ân’ın mucizesi sadece lafzî muhafazasında değil,
aynı zamanda mânâ zenginliğindedir.
Her bir kelimesi, farklı zamanlarda, farklı gönüllerde
yeni mânâlar, taze hikmetler doğurur.
Bir âyet, asırlarca okunur; her devirde başka bir hakikat fışkırır.
İmam Gazâlî, İbnü’l-Arabî, Fahreddîn Râzî, Elmalılı, Bediüzzaman…
Her biri aynı âyeti okumuş, farklı ve derûnî mânâlar bulmuştur.
Zira Kur’ân’ın mânâsı sınırsızdır, kelâm-ı ezelînin tecellîsidir.

IV. Kur’ân: Zamanın Tefsir Ettiği Kitap

Bediüzzaman Said Nursî’nin ifadesiyle:
“Zaman bir büyük müfessirdir; kaydını izhar etse, itiraz olunmaz.
Yani her asır, kendi ilim, hâl ve idrak seviyesiyle Kur’ân’ı yeniden okur.
Yeni keşifler, ilimlerdeki inkişaf, fikirlerdeki terakkî;
Kur’ân’ın küllî mânâlarının yavaş yavaş zuhûr etmesine vesiledir.
“Onlara dış dünyada ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz;
tâ ki onun (Kur’ân’ın) hak olduğu kendilerine açıkça belli olsun.”
(Fussilet, 41/53)
Bu âyet, Kur’ân’ın sadece geçmişe değil, geleceğe de hitap eden bir mucize olduğunu bildirir.
Kur’ân, geçmişi anlatmaz; geleceği hazırlar.
Her ilim, her keşif, her medeniyet adımı, onun bir âyetine hizmet eder.

V. Küllî Mânâların Sonsuzluğu ve Telâhuku Efkâr

İnsanlık tarihi boyunca, Kur’ân üzerine 350 binden fazla tefsir yazılmıştır.
Her bir müfessir, kendi devrinin idrakine göre bir damla almıştır.
Fakat deniz tükenmemiştir; tükenmeyecektir de.
“Allah’ın kelimeleri tükenmez.”
(Lokmân, 31/27)
Telâhuku efkâr — yani fikirlerin birleşip kaynaşması — neticesinde
her asırda Kur’ân’ın küllî mânâları daha berrak şekilde tezahür edecektir.
Bir asır akılla anlamışsa, bir diğeri kalple hissedecek;
bir diğeri hikmetle, bir diğeri ilimle okuyacaktır.
Lâkin her biri aynı hakikatin farklı aynalarıdır.
Kur’ân’ın mucizesi de buradadır:
Her akla hitap eder, her kalbi doyurur, her çağı aşar.

VI. Kur’ân ve İnsanın Okunuşu

Kur’ân, kâinatın mânâsını da, insanın hakikatini de okutur.
Zira Kur’ân, “kâinat kitabının tercümesidir.”
İnsan, Kur’ân’ın fiilî âyetidir; Kur’ân, insanın manevî aynasıdır.
“İnsanı yarattı. Ona beyânı (anlatma kabiliyetini) öğretti.”
(er-Rahmân, 55/3-4)
İnsan, Kur’ân’ın mânâsını okudukça kendini tanır;
kendini tanıdıkça Rabbini tanır.
Kur’ân’ın ezelîliği, insana sonsuz bir tefekkür kapısı açar.

VII. Kur’ân’ın Ebedî Mesajı

Kur’ân, zamanın değil, ezelî hakikatin sesidir.
Zamanla eskimez, çağla tükenmez.
Her asırda genç, her gönülde tazedir.
“Kur’an’a ne önünden ne de arkasından, hiçbir yönden bir noksanlık, bir yanlışlık asla sızamaz. O, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olan, her türlü övgüye lâyık olan Allah tarafından indirilmiştir.”
(Fussilet, 41/42)
Bâtıl ona yanaşamaz;
ne önünden, ne arkasından.
Zira o, Allah’ın kelâmıdır; ezelî bir nizamın ilâhî beyannâmesidir.

Hülâsa (Özet)

Kur’ân-ı Kerîm, lafzen Allah tarafından muhafaza edilmiş,
mânen sonsuz mânâları ihtiva eden ezelî bir kelâm-ı ilâhîdir.
23 yılda tedrîcen inmiş, her asırda yeniden okunmuş,
her devirde farklı tefsirlerle yeni mânâları keşfedilmiştir.
Zira Kur’ân’ın kaynağı zaman değil, ezelî kelâm sıfatıdır.
Bu yüzden o, kıyamete kadar hem zamanı tefsir edecek,
hem de zaman tarafından tefsir olunacaktır.
Her çağın ilmi, her aklın idraki, her kalbin sezgisi,
Kur’ân’ın başka bir nurunu gösterecektir.
“Hak geldi, bâtıl yok oldu. Bâtıl zaten yok olmaya mahkûmdur.”
(el-İsrâ, 17/81)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025

 

 




Doğruluk Odunu: Hak Yolunda Eğrilmeyenlerin Hikmeti

Doğruluk Odunu: Hak Yolunda Eğrilmeyenlerin Hikmeti

Bir zamanlar bir baba vardı.
Evlatlarını yanına çağırdı ve onlara dedi ki:
“Ey evlatlarım, ormana gidin, bana odun getirin. Fakat odunlarınız düzgün olsun. Eğri, çatlak, çürük olanı getirmeyin.”
Çocuklar ormana dağıldılar.
Kimi aceleyle topladı odunları, kimisi özenle seçti.
Akşam olduğunda baba evin önüne topladı hepsini.
Odunlara baktı; eğrileri bir tarafa, doğruları diğer tarafa ayırdı.
Sonra eğrileri ateşe attı.
Ateş çıtırdayarak yandı, dumanlar göğe yükseldi.
Evlatlar şaşkınlıkla bakarken baba, düzgün odunlara yöneldi:
“Bakın evlatlarım,” dedi, “şu odunları ateşe atmadım. Çünkü bunlar doğrudur. Onları daha değerli yerlerde kullanacağım. Kimi evimizin direği olacak, kimi soframızın tahtası, kimi ise kalem olacak.”
Ve ardından şu sözü söyledi:
“Ey evlatlarım! Göklerin ve yerin Rabbi de böyledir. O, doğru olanı seçer; eğrileri ise ateşe atar. Doğruluk, sahibini hem dünyada hem âhirette ateşten korur.”

Hakikatın Tezahürü

İşte bu kıssa, insanoğlunun imtihanını anlatır.
Zira her insan bir odun gibidir.
Hayat ormanında kesilir, imtihan meydanına getirilir.
Rabbin terazisinde tartılır.
Kim ki eğrilmez, yamulmaz, nefsin ateşiyle kıvrılmazsa;
O kul, “doğru odun” olur.
O’na güvenilir, O’nunla yeryüzünde iyilik inşa edilir.
O kul, ateşe değil, Rahmetin sarayına konulur.
Kur’ân-ı Kerîm bu hakikati şöyle bildirir:
“Şüphesiz Allah, doğrularla beraberdir.”
(et-Tevbe, 9/119)
Ve başka bir âyette Rabbimiz buyurur:
“Allah doğruluğu emreder, hayâsızlığı ve kötülüğü yasaklar.”
(en-Nahl, 16/90)
Ve yine buyurur:
“O gün, ne mal fayda verir ne evlat. Ancak Allah’a selîm bir kalple gelen müstesna.”
(eş-Şuarâ, 26/88-89)

Kıssanın Hikmeti

Eğri odun, görünüşte aynı olsa da içi çürümüştür.
İnsanın da eğriliği böyledir;
zahiren düzgün görünse de, kalbinde nifak varsa o çürüktür.
Doğru olan ise, “sırat-ı müstakîm” üzerindedir.
Kur’ân, bu doğruluğu bir hayat nizamı olarak bildirir:
“Şüphesiz bu Kur’ân en doğru yola iletir.”
(el-İsrâ, 17/9)
Bir müminin doğruluğu sadece sözünde değil, niyetinde, işinde, dostluğunda, hatta düşmanlığında bile olmalıdır.
Zira doğruluk, Allah’ın kulunu ateşten koruyan bir zırhtır.
Doğruluk bir nurdur; yalancılık ise bir zulmettir.
Bugün de insanlık, orman içindeki odunlar gibidir.
Bir kısmı doğruluğunu korur, bir kısmı eğrilir.
Kimisi menfaat için bükülür, kimisi hak için dik durur.
Ama Allah’ın nazarı, eğri oduna değil; doğru olana yönelir.
Tarih boyunca peygamberlerin daveti de bu idi:
“Doğru olun, eğrilmeyin.”
Hz. Nûh’un gemisine binenler doğru olanlardı.
Hz. İbrahim ateşle imtihan edildi, doğruluğu onu serinliğe çevirdi.
Hz. Mûsâ, Firavun’un karşısında eğilmedi, doğruluğu onu denizden geçirip kurtardı.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e “el-Emîn” denildi, çünkü hayatı boyunca eğrilmedi.

Son Söz

Doğru odun, ateşten korkmaz.
Çünkü bilir ki, ateş onu yakmaz; belki şekillendirir.
Doğru insan da böyledir;
imtihanların ateşiyle yanmaz, olgunlaşır.
“Rabbimiz Allah’tır” deyip sonra dosdoğru olanlara korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar.”
(el-Ahkâf, 46/13)
Ey insan!
Doğruluk seni ateşten kurtaran bir kalkan,
hakikate götüren bir rehberdir.
Eğrilik ise dünyada menfaat verse de, ahirette ateşten başka nasip vermez.

Özet

Bu makale, bir babanın ormandan toplattığı odunlar üzerinden “doğruluk” hakikatini anlatan sembolik bir kıssadır.
Eğri odunların ateşe atılması, eğrilik ve sapkınlığın sonunu; doğru odunların korunması ise doğruluğun kurtuluş vesilesi olduğunu simgeler.
Kur’ân-ı Kerîm’de “doğruluk” birçok âyetle emredilmiş; Peygamberlerin hayatı bu hakikatin canlı misali olmuştur.
Doğruluk, kulun hem dünyada hem de âhirette ateşten korunmasına vesiledir.
Eğrilik, zahiren fayda verse de akıbeti hüsrandır.
Doğruluk, Allah’ın rızasına giden “sırat-ı müstakîm”in ta kendisidir.

Ziya Paşa der ki: İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah Yardımcısıdır doğruların Hazreti Allah.
Peygamberimiz (s.a.v.), “Tehlike bile görseniz doğruluktan ayrılmayın Zira kurtuluş doğruluktadır.” buyurmuştur.

Allah münafıklar için; ‘ke-ennehum ḣuşubun musennede(tun)’ yani;
“Onlar adeta sıralanmış kütükler gibidirler.” buyurur.

“Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerine kulak verirsin. Onlar sanki elbise giydirilmiş kereste gibidirler. Her kuvvetli sesi kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakın! Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!” Münâfikûn Suresi 4. Ayet.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
21/10/2025