BERCESTE VE İZAHI – 94 –

BERCESTE VE İZAHI – 94 –

​1. Beyit: Leskofçalı Gâlib
​İktibas:
​Ber zamân bulmaz fenâ dünyâde erbâb-ı himem
Sâhibi mahv olsa da âsâr kendin gösterir.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Leskofçalı Gâlib’in kaleminden, himmet sahibi insanların bu fâni dünyada asîl gayeler peşinde koşarken yok olup gitmeyeceklerini dile getirmektedir. Onların fizikî varlıkları sona erse bile, geride bıraktıkları eserler ve hayırlı işler vasıtasıyla adları, hatıraları ve tesirleri daim kalır. Bu, fânîliğe karşı bir bekâ arayışı ve bu arayışın himmet yoluyla tahakkuku meselesidir. Eserler, şahısların manevî bekâsını sağlayan birer delildir.
​Himmet ve Âsâr: Fânî Dünyâda Bâkî Kalmak
​İnsanoğlu, varoluşunun başlangıcından itibaren faniliğin idrâkiyle yaşamıştır. Bu fani hayatın içinde, geride bir iz bırakma, unutulup gitmeme arzusu, en temel hislerden biridir. Kimi bu arzuyu şan ve şöhretle, kimi mal ve mülkle, kimi de makam ve mevki ile tatmin etmeye çalışsa da, bu beyitte Leskofçalı Gâlib, ebedîliğe giden asıl yolun himmetten geçtiğini haber vermektedir.
​Himmet, sadece yüksek bir gayeye sahip olmak değil, aynı zamanda o gaye için azimle, kararlılıkla ve fedakârca çalışmak demektir. Bu, bir şahsiyetin ruhunda barındırdığı ulvi ideallerin fiilîyata dönüşmesidir. Himmet sahibi insanlar, yani “erbâb-ı himem”, maddî menfaatlerin ve dünyevî lezzetlerin ötesinde, insanlığa, vatanına veya dinine fayda sağlayacak işlere yönelirler. Onların maksatları, şahsî çıkarlarını aşan, cemiyetin istifadesine yönelik maksatlardır.
​Bu makamda, bir şahsın bedeninin, yani “sâhibinin”, mahv olup gitmesi, yâni fânî olması mukadderdir. Ancak, Leskofçalı’nın da belirttiği gibi, asıl mühim olan, o şahsın mahv olması değil, geride bıraktığı “âsârın”, yâni eserlerinin varlığıdır. Eserler, birer şahittir. Onlar, himmetin somutlaşmış hâlidir. Bir âlimin telif ettiği eserler, bir sanatkârın yaptığı sanat eseri, bir hayır sahibinin yaptırdığı medrese veya çeşme, bir devlet adamının ihdas ettiği nizamlar; hepsi de bir himmetin neticesidir. Bu eserler, sahipleri ölüp toprağa karışsa bile, varlıklarını devam ettirir ve o şahsın ruhunu, fikrini, himmetini nesilden nesile aktarır. İşte bu hâl, fânî dünya için ne kadar ibretli bir tablodur ki; cesetler fânî, lakin ruhlar ve onların yansımaları olan eserler bâkî kalır.
​Tarih, bu hakikatin sayısız misalleriyle doludur. Eserleriyle çağları aydınlatan İbn-i Sina’lar, İbn-i Haldun’lar, Bîrûnî’ler; himmetleriyle medeniyetler kuran Fatih’ler, Yavuz’lar, Kanunî’ler… Onların cisimleri toprak olsa da, isimleri dillerde, fikirleri akıllarda, eserleri hayatın her köşesinde yaşamaktadır.
​Özet: Bu makale, Leskofçalı Gâlib’in beytinden hareketle, fani dünyada ebedî bir iz bırakmanın himmet ve eserler yoluyla mümkün olduğunu izah etmektedir. Himmet sahibi insanların bedenleri yok olsa bile, geride bıraktıkları eserler vasıtasıyla adları ve gayeleri bâki kalır. Bu durum, insanı, asıl bekâya ulaştıranın şan ve şöhret değil, faydalı ve kalıcı işler yapmak olduğu fikrine sevk etmektedir.

​2. Beyit: Nev’î
​İktibas:
​Geldimse n’ola ben şu’arâ devrine âhir
Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Şâir Nev’î’nin mütevazı bir edayla, kendi devrinin son şairlerinden biri olmasını yadırgamaması gerektiğini ifade etmektedir. Beytin ana fikri, asil ve kıymetli kişilerin, yani “ekâbirin”, bir meclise veya bir devre en son katılanlar olmasının bir âdet, bir gelenek olduğu yönündedir. Nev’î bu beyitle, kendi şiirinin kıymetine ve edebiyat tarihindeki yerine dair zarif bir gönderme yapmaktadır.
​Zamanın Sonunda Gelenler: Edeb ve İrfanın Zirvesi
​Nev’î’nin bu beyti, yalnızca şahsî bir hissiyatı değil, aynı zamanda edep ve irfan meclislerine dair derin bir hakikati de ihtiva etmektedir. Şiir meclisleri, divan edebiyatının kalbidir. Bu meclislerde, şairler hünerlerini sergiler, birbiriyle yarışır ve birbirine ilham verirlerdi. Nev’î’nin kendi devrinin sonlarında gelmesi, onu diğer şairlerden aşağı kılmaz, bilakis, bu durumu bir edeb kaidesine bağlayarak bir üstünlük alâmetine dönüştürür.
​”Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir.” cümlesi, bir nevi “son gülen iyi güler” kabilinden bir sözün edebî bir karşılığıdır. Asil ve kıymetli şahsiyetler, kalabalıkların ve aceleci tavırların dışında, bir sükûn ve ihtişamla meclise teşrif ederler. Onlar, meclisin sonunu taçlandıran birer mücevher gibidirler. Bu, aynı zamanda hayatın genel bir hakikatidir: Çok aceleci davrananlar çoğu zaman sığ ve yüzeysel kalırken, sabırla ve kemalâtla ilerleyenler, en sonunda en yüksek mertebelere erişirler.
​Bu beyitteki “ekâbir” kelimesi, yalnızca rütbece yüksek olanları değil, aynı zamanda ilimde, irfanda ve ahlâkta kemâle ermiş olanları da işaret eder. Onlar, meclisin en kıymetli şahsiyetleri olarak kabul edilir ve bu kıymet, acelecilikle değil, olgunlukla ve zamanla kazanılır. Edebiyat tarihi de bu hakikati teyit eder. Nice şairler, eserlerini olgunlaştırmak için uzun yıllar sarf etmiş ve nihayetinde edebiyatın zirvelerine çıkmışlardır. Nev’î, kendi şiirini de bu olgunlaşmış sanatın bir neticesi olarak görmekte ve bu hâlin bir kusur değil, bir meziyet olduğunu dile getirmektedir.
​Bu beytin ibretli tarafı, insana acele etmemesi, sabırlı olması ve bir işin kemâlini hedeflemesi gerektiğini hatırlatmasıdır. Zirveye ulaşmak için koşuşturmak yerine, kendi yolunda sükûnetle ve kemâle erme gayretiyle yürümek, esasında daha garantili bir başarı yoludur.
​Özet: Nev’î’nin beyti, bir devrin son şairi olmasının bir eksiklik değil, bir olgunluk alâmeti olduğunu ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kıymetli ve asil şahsiyetlerin, bir meclise veya bir hayata en son katılanlar olmasının bir edep ve irfan kaidesi olduğunu izah etmektedir. Acelecilik yerine kemal ve olgunluğun tercih edilmesi gerektiği fikri vurgulanmaktadır.

​3. Beyit: Râsih
​İktibas:
​Dilde gam var şimdilik lutfeyle gelme ey sürûr
Olamaz bir hânede mihmân mihmân üstüne.

​İzah ve Açıklama:
​Şâir Râsih, bu beyitte, gönül hâlinin bir yansımasını dile getirmektedir. O, gönlünün gam ile dolu olduğunu ve bu yüzden sevinç ve neşeden, yani **”sürûr”**dan, şimdilik gelmemesini istemektedir. Bunun sebebini ise çok zarif bir benzetme ile açıklamaktadır: Bir evde misafir, “mihmân”, üzerine bir başka misafirin gelmesi uygun değildir. Bu beyit, insan gönlünün bir anda zıt hisleri bir arada barındıramayacağı hakikatini dile getirmektedir.
​Gönül Hâli ve Zıt Duyguların İmtizâcı
​İnsan gönlü, fâni dünyanın en girift muhteviyâtını barındıran bir âlemdir. Sevinç ve hüzün, keder ve neşe, umut ve yeis gibi zıt duygular, zaman zaman bu gönül evine misafir olurlar. Râsih’in bu beyti, bu duygusal karmaşıklığın bir resmidir. Şair, gamın gönlünde misafir olduğunu ve bu misafirin varlığı sebebiyle sevinci geri çevirdiğini söyler. Bu, sevinci istemediği için değil, gönül evinin gam ile meşgul olmasından dolayıdır. Zira bir eve iki misafirin üst üste gelmesi, ne misafirlere ne de ev sahibine rahatlık verir. Bu durum, duygusal bir sükûnet arayışının ve iç bir tertibin ifadesidir.
​Bu beyit, aynı zamanda bir ibret dersi de ihtiva eder. Hayat, her zaman sevinç ve neşe dolu değildir. Gam ve keder de hayatın bir parçasıdır. Önemli olan, bu duygularla nasıl başa çıktığımızdır. Şair, gamı bir misafir gibi kabul etmekte ve ona hakkını vermektedir. O, gamdan kaçmamakta, aksine onunla yüzleşmektedir. Bu hâl, duygusal olgunluğun bir göstergesidir. Zira hayat, yalnızca neşeden ibaret değildir ve keder anlarında dahi bir edeb, bir sükûn ve bir sabır muhafaza etmek gerekir.
​Râsih’in bu beyitte kullandığı “misafir” benzetmesi, duyguların geçiciliğine de işaret eder. Gam da, sevinç de, insan gönlünde kalıcı değildir. Onlar, gelip geçen misafirler gibidirler. Mühim olan, bu misafirleri ağırlarken asalet ve edebten ayrılmamaktır.
​Özet: Râsih’in beyti, insan gönlünün bir anda iki zıt duyguyu barındıramayacağını, özellikle gam varken sevincin yer bulamayacağını ifade etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, duygusal hâllerin geçiciliği ve insanın gam ve kederle yüzleşme biçimi üzerine bir izah sunmaktadır.

​4. Beyit: Alvarlı Muhammed Lütfi
​İktibas:
​Âşık der inci denden
İncinme incidenden
Kemâlde noksân imiş
İncinen incidenden.

​İzah ve Açıklama:
​Alvarlı Efe’nin bu beyti, tasavvufî bir muhteviyât taşımaktadır ve insan ilişkilerindeki incinme ve affetme meselelerine dair hikmetli bir nasihattir. Şair, aşık olanın, yani kemal mertebesine ulaşmış bir insanın, incitenlerden incinmemesi gerektiğini buyurmaktadır. Zira incinenlerin, yani başkasının sözünden veya fiilinden incinenlerin, “kemâlde noksân”, yani olgunluk noktasında eksik olduğunu ifade etmektedir.
​Kemâle Ermek ve Gönül Genişliği
​İnsan ilişkileri, karşılıklı incinme ve incitme ihtivâ eden karmaşık bir ağdır. Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytiyle bu tekrarı kırmanın yolunu göstermektedir. O, bir “âşık”ın, yani kalbi aşk ile, muhabbet ile dolu olanın, her türlü incitmeye karşı mukavemet göstermesi gerektiğini dile getirir. Bu, pasif bir kabulleniş değil, aksine, yüksek bir manevî olgunluğun bir neticesidir. Gerçek kemal, başkasının kusurunu affedebilmekte ve o kusurdan incinmemekte tecellî eder.
​”Kemâlde noksân imiş incinen incidenden.” cümlesi, düşündürücü ve ibretli bir hüküm ihtiva etmektedir. Bu, bir nevi “sen inciniyorsan, kemâl yolunda henüz merhaleler katetmen gerekiyor” demektir. Zira bir insanı inciten, kendi noksanlığı ve kusuru sebebiyle bu eylemi yapmaktadır. Onu affetmek, o noksanlığı görmezden gelmek, esasında o eylemi gerçekleştirenin değil, incinenin manevî üstünlüğünü gösterir. Tasavvufta bu hâl, ahlâk-ı hamîde, yani güzel ahlâkın bir nişanıdır. Hz. Mevlânâ’nın “Kimseye incinme, kimseyi de incitme” düsturu, bu beytin ruhuna tercüman olmaktadır.
​Bu beyit, aynı zamanda düşündürücü bir soru da ihtiva eder: Kim daha fazla noksandır, inciten mi, incinen mi? Alvarlı Efe, bu sorunun cevabını vererek, incinenin kendi içinde bir kemâl noksanlığına sahip olduğunu buyurur. Bu, insanı kendi nefsine bakmaya, kendi olgunluğunu sorgulamaya sevk eden bir durumdur. Her incinme anı, esasında bir nefs muhasebesi fırsatıdır.
​Özet: Alvarlı Muhammed Lütfi’nin beyti, insanı incitenlere karşı incinmemeyi öğütlemektedir. Makale, bu beyitten hareketle, kemâle ermiş bir insanın gönül genişliğini ve affediciliğini izah etmektedir. Gerçek olgunluğun, başkasının incitici davranışından etkilenmemekle mümkün olduğu ve her incinmenin bir nefs muhasebesi fırsatı olduğu vurgulanmaktadır.

​5. Beyit: Hz. Mevlânâ
​İktibas:
​Ân sepidî mü delîl-i puhtegist
Pîş-i çeşm-i beste kiş kûtehgist.

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Hz. Mevlânâ’nın Farsça kaleminden çıkmıştır ve manası şöyledir: “Saç ağarması olgunluğa delil midir? Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Bu beyit, saçların ağarmasının her zaman olgunluk, bilgelik ve tecrübe alâmeti olmadığını ifade eder. Asıl olgunluk, fiziksel görünüşle değil, manevî ve ahlâkî tekâmülle ilgilidir. Gözü kapalı, yani hakikati görmeyen bir kimse için hayat ve tecrübe kısadır, zira o, hayatın derinliklerini idrâk edemez.
​Zâhirî Olgunluk ve Bâtınî Hikmet
​Toplumda, yaşlılığın ve beyaz saçların bir bilgelik ve tecrübe göstergesi olduğu yaygın bir kanaattir. Hz. Mevlânâ, bu beyitle bu zâhirî düşünceyi sorgulamaktadır. O, asıl olgunluğun (puhtegî), sadece saçların ağarmasıyla, yani fizyolojik bir süreçle gelmeyeceğini dile getirir. Gerçek olgunluk, hikmet, tefekkür ve manevî bir tekâmül ile elde edilir.
​Beytin ikinci mısrası, bu fikri daha da pekiştirmektedir: “Gözü bağlı olanın önünde kış kısadır.” Gözü kapalı olmak, sadece görmemek manasına gelmez; aynı zamanda hakikatlere karşı kör olmak, manevî bir basirete sahip olmamak demektir. Böyle bir kimse için, hayatın en zorlu dönemleri, yani “kış” bile, kısa ve anlamsızdır. O, bu zorluklardan bir ders, bir hikmet çıkaramaz. Hayatın derinliklerini idrak edemeyen bir kimse için, yaşadığı yıllar da, tecrübeler de bir anlam ifade etmez.
​Mevlânâ’nın bu beyti, insanı, sadece yaşlanmakla yetinmeyip, aynı zamanda olgunlaşmaya ve kemâle ermeye teşvik etmektedir. Bu, bir nevi “bilgi yaşla değil, başla kazanılır” kabilinden bir nasihattir. Nice gençler vardır ki, yaşlılardan daha olgun ve basiret sahibidir. Nice yaşlılar vardır ki, geçen ömürlerine rağmen hâlâ çocukça tavırlar sergilemektedirler. Asıl mesele, yaşlanmak değil, tekâmül etmektir.
​Özet: Hz. Mevlânâ’nın beyti, saç ağarmasının tek başına olgunluk alâmeti olmadığını, asıl olgunluğun manevî bir basiret ve tekâmülle elde edildiğini izah etmektedir. Makale, bu beyitten hareketle, fiziksel yaşlanma ile manevî olgunlaşma arasındaki farkı ve hayatın derinliklerini idrak etmenin önemini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 93 –

BERCESTE VE İZAHI – 93 –

​Edebin ve İrfanın Aynası: Gönül Beyitleri
​Hayat, kimi zaman akisleri kalbimizde yankılanan bir ayna, kimi zaman ise derin mana ve sırları ihtiva eden bir kitaptır. Bu kitabın sayfaları arasında, gönül kaleminden süzülen berrak damlalar gibi hikmetli beyitler bulunur. Bu beyitler, asırlar ötesinden bizlere seslenir, bizi düşünmeye, tefekkür etmeye ve nefsimize bir ayna tutmaya davet eder.

​1. Kalp Aynası ve Kibrin Pası
​İktibas: “Sinene kibr ü kûdûretden er ol eyle halâs / Merd isen n’eyler senin âyîne-i kalbinde pas” – Âşık Ömer
​Âşık Ömer, bu beytinde manevî bir nasihatte bulunmaktadır. İnsan kalbinin bir ayna olduğunu ve bu aynanın kibir, hüzün (kudûret) gibi manevî kirlerden temizlenmesi gerektiğini söylemektedir. Gerçek yiğitlik, bu aynayı parlatmaktan geçer. Şayet kalp aynası, bu paslardan arındırılırsa, o zaman hakikat kendisini orada gösterecektir.
Kalp ve zihin, her şeyin aynasıdır. Kalbin paslanması, zihnin bulanması, dünyanın sevgisiyle dolması iledir. Kalbi safi olanın zihni de temiz olur.
Bu beytin manevî bir hikmeti de, insanın nefsini terbiye etme, kibrini yenme ve kalbini Allah’a yöneltme mecburiyetini vurgulamasıdır.

​2. Sûret ve Sîretin Perdesi

​İktibas: “Sîreti sûretde mümkündür temâşâ eylemek / Hâ’il olmaz ayn-ı irfâna basîret perdesi” – Kemterî
​Kemterî, bir insanın dış görünüşünde (sûret) iç dünyasını (sîret) temaşa etmenin mümkün olduğunu belirtmektedir. Bu, ancak irfan gözüyle mümkündür. İrfan sahibi bir kişi için basîret perdesi bir engel teşkil etmez, aksine hakikatleri görmesini sağlar. Bu beyit, maddî ve manevî alemler arasındaki ilişkiyi, dış görünüşün ardındaki manevî derinliği idrak edebilme kabiliyetini anlatır. Bir insanın sîretini, ahlâkını, karakterini temaşa edebilmek, ilimle, irfanla ve hikmetle mümkündür. Bu, yalnızca dışı görmekle iktifa etmeyen, hakikate ulaşmak için derinliğe nüfuz eden bir bakış açısıdır.

​3. Vefa ve Şair Sözü

​İktibas: “Ger derse Fuzûlî ki güzellerde vefâ var / Aldanma ki şâ’ir sözü elbette yalandır” – Fuzûlî
​Fuzûlî’nin bu beyti, ironik bir üslup ile güzellerdeki vefanın imkânsızlığını dile getirmektedir. Fuzûlî, kendi adını zikrederek, “Eğer Fuzûlî güzellerde vefa var derse sakın aldanmayın, çünkü şair sözü elbette yalandır” diyerek hem kendine hem de şairlere bir eleştiri yöneltir. Bu beyit, bir yandan şairlerin bazen gerçeği abarttığına, hayali âlemlere daldığına işaret ederken, diğer yandan güzelliğin fâni ve vefasız olabileceğine dair düşündürücü bir ikaz ihtiva eder. Bu beytin muhteviyatı, Fuzûlî’nin divanında yer alan birçok sevgi şiiriyle tezat teşkil eder ve okuyucuya, mutlak vefa arayışının fâni güzelliklerde değil, ancak ebedî ve baki olanın yanında bulunabileceği mesajını verir.

​Makalenin Özeti
​Bu makalede, hayatın derin manalarına, insanın iç dünyasına, ahlâkî kıymetlere ve fâni olanın geçiciliğine dair bir tefekkür yolculuğuna çıktık. Beyitler, insanın perişanlığının hakiki sebebini, güzelliğin emanet oluşunu, kalbin kibirden temizlenmesi gerektiğini, irfan sahibi bir gözün sûretten sîreti okuyabileceğini ve fani güzelliklerde vefanın aranmaması gerektiğini telkin etmektedir. Her bir beyit, kendi içinde bir hikmet ve ibret barındırır. Bu hikmet, bizi daha dikkatli, daha bilinçli ve daha derinlemesine bir hayat sürmeye teşvik eder. Sonuç olarak, bu beyitler, asırlar öncesinden gelen ve her dönemin insanına hitap eden manevî birer mirastır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 92–

BERCESTE VE İZAHI – 92–

​1.: Beka Yolunun Rehberi: Sadakat
• ​İktibas: “Olur reng-i ta’alluk reh-zen-i dâr-ı bekâ Nâbî / Anınçün sâdelikten gayrı reng olmaz kefenlerde” – Nâbi
• ​İzah: Ey Nâbi! Dünyanın alayışına, süsüne gönlünü kaptırmak, fani dünyanın sevgisine kalpte yer vermek, sonsuzluk âlemine giden yolculukta yol kesici bir hüviyete sahiptir. Bundan dolayı bu yolculuğa çıkarken giyilen kıyafet olan kefende sadelikten başka bir renk yoktur.
​İktibas ve İzahın Tahlili
​Nâbi’nin bu derinlikli beyti, hayatın fani cephesine bir tenkit, beka âlemine ise bir davettir. “Reng-i ta’alluk,” yani düşkünlük ve bağımlılık renkleri, dünyevî hırsların ve süslerin metaforudur. Bu renkler, ruhun asli gayesinden uzaklaşmasına ve sonsuzluğa giden yolda birer engel teşkil etmesine sebep olur. Nâbi, beytin ikinci mısraında bu hakikati enfes bir benzetmeyle nihayetlendirir: Kefenin renksizliği. Kefen, her türlü dünyevi statü, servet ve ihtirastan soyunmayı temsil eder. O beyaz ve sade kumaş, herkesin eşit olduğu, maddi bağlardan arındığı nihai hâli gösterir. Bu makalede, bu hakikatten yola çıkarak, dünyaya karşı takınılması gereken tavrı ve kalbi dünyevî kirlerden arındırmanın ehemmiyetini ele alacağız.
​Dünya Bir Gölge, Ahiret ise Aslıdır
​İnsan, bu dünyaya bir misafir olarak gelmiştir. Hakiki vatanı ise ebedî olan ahiret yurdudur. Lakin çoğu insan, bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılarak, asıl gayesini ve vazifesini unutur. Süslü ve gösterişli hayatlar peşinde koşarken, kalplerine dünyaya ait renkleri doldurur. Bu renkler, manevi hayatı karartan, ruhu boğan, nefsin arzu ve heveslerinden müteşekkil bir zehir gibidir. Oysa akıllı insan, bu gölge âlemin ardındaki hakikati arar ve kalbini, dünya malı, makamı, şöhreti gibi fani şeylere değil, Allah’a ve O’nun rızasına bağlar.
​Nâbi’nin de işaret ettiği üzere, kalpte dünyaya karşı beslenen her bir sevgi, beka yolunda bir yol kesicidir. Bir mümin için asıl olan, kalbindeki sevginin en üst mertebesine Allah’ı yerleştirmektir. Şayet kalbin en müstesna yerine dünya sevgisi yerleşirse, o kalp manevi hastalıklara duçar olur. Hâlbuki Peygamber Efendimiz (sav) şöyle buyurmuştur: “Dünya sevgisi her hatanın başıdır.” Bu hadis-i şerif, Nâbi’nin beytindeki hikmeti tam anlamıyla teyit eder. Dünyayı bir vasıta olarak değil de bir gaye olarak görmek, insanı manevi bir körlüğe sevk eder.
​Sadeliğin Hakikatı ve Kefenin Dersi
​Nâbi, beytin ikinci mısrasında, bu yol kesicilikten kurtulmanın ve beka yurduna salimen ulaşmanın şifresini verir: “kefenlerde sadelikten gayrı renk olmaz.” Kefen, sadece bir cenaze örtüsü değildir; o, aynı zamanda hayatın en büyük dersini barındıran bir semboldür. Hayattayken sahip olduğumuz her şeyden soyunarak, sadece Rabbimize döneceğimiz hakikatini ihtiva eder. Ne makam kalır, ne servet, ne de şöhret. İşte bu sadelik, kalpteki dünya renklerinin silindiği ve ruhun aslına döndüğü bir hâli tasvir eder.
​Bu beyitteki sadelik, sadece dış görünüşteki basitlik değil, aynı zamanda kalbin ve ruhun her türlü dünyevi kirden arınmasıdır. Hakiki sadelik, kalpte Allah’tan gayrıya yer vermemektir. Bu hâle erişen insan, hayatın fani meşguliyetlerine aldanmaz, gözü yükseklerde olmaz, ruhu hırsların esiri olmaz. O, hayatını sadece Allah’ın rızasını kazanmaya adar.
​Netice olarak, Nâbi’nin bu beyti, dünya sevgisinin bir aldatmaca, sadeliğin ise beka yurduna giden yolda bir rehber olduğu hakikatini hatırlatır. Kefenin renksizliği, bize her şeyin bir gün sona ereceğini ve asıl sermayenin kalpte biriktirilen iman ve ameller olduğunu fısıldar.
​Özet: Nâbi’nin bu beyti, dünyanın geçici cazibelerinin ahiret yolunda bir engel teşkil ettiğini anlatır. Dünyevi düşkünlüklerin, kalbi manevi hastalıklara sevk eden “renkler” olduğunu ifade eder. Beytin ikinci mısrasındaki kefenin renksizliği metaforu, dünya malı ve makamından arınarak sadeliğe erişmenin, yani kalbi sadece Allah sevgisiyle doldurmanın beka yurduna ulaşmanın yegâne yolu olduğunu vurgular. Asıl olan, dünya hayatını bir vasıta olarak görüp, nihai gayenin ahiret olduğunu idrak etmektir.

​2. Makale: Geçmiş Zamanın Hayali ve Kıymeti
• ​İktibas: “Geçmiş zamân olur ki hayâlî cihân değer” – Lâedri
• ​İzah: Öyle bir zaman geçirirsiniz ki onu hayal etmek bazen dünyalar kadar değerlidir.
​İktibas ve İzahın Tahlili
​Lâedri’ye ait bu beyit, zamanın ve hatıraların kıymetini anlatan, kalbe dokunan bir hakikati ihtiva eder. Beyit, anlık bir tecrübenin veya yaşanmışlığın, üzerinden zaman geçtikten sonra nasıl büyük bir kıymet kazandığını, hatta bazen bütün bir dünyaya bedel olduğunu dile getirir. Bu, sadece bir anıdan bahsetmekten öte, yaşanan anın verdiği manevi zenginliği ve derinliği vurgular. Bu makalede, bu derinlikli beytin ışığında, hatıraların insan hayatındaki yerini, geçmişle kurulan bağı ve zamanın ruhuyla olan münasebetini ele alacağız.
​Zaman ve Anılar: Ruhun Aynası
​İnsan hayatı, bir nehrin akışı gibidir. Geçmiş, bu nehrin geride bıraktığı izlerdir. Lakin bu izler, sıradan izler değildir. Her bir anı, yaşanılan bir tecrübenin, hissedilen bir duygunun ve öğrenilen bir dersin ruhumuzdaki yankısıdır. Lâedri’nin beyti, bu yankıların bazılarını “dünyalar kadar değerli” olarak nitelendirir. Bu, o anın sıradanlığının ötesinde, içinde barındırdığı manevi anlamın bir sonucudur.
​Bu değerli anılar, genellikle bir fedakârlık, bir samimiyet veya bir muhabbet anında zuhur eder. Belki bir dostla geçirilen sıradan bir sohbet, belki bir mazlumun derdine derman olunan bir an, belki de aileyle paylaşılan samimi bir tebessüm. Bunlar, zamanla kalpte olgunlaşan, lezzetini ve kıymetini arttıran hatıralardır. İşte bu anılar, insanı geçmişe bağlayan ve ona geleceğe dair bir umut veren manevi bir sermayedir.
​Geçmişin Kıymeti ve İbreti
​Geçmiş, sadece nostaljik bir hissiyat kaynağı değildir. O, aynı zamanda bir ibret ve dersler kitabıdır. Yaşadığımız her olay, karşılaştığımız her zorluk ve elde ettiğimiz her başarı, bize gelecek için yol gösteren birer işaret levhasıdır. Lâedri’nin beyti, bu ibret dolu anıların da ne kadar kıymetli olduğunu hatırlatır.
​Bazen geçmişte yaşanan bir hata, sonraki hayatımızda büyük bir hayra vesile olabilir. O hatanın getirdiği pişmanlık, insanı daha dikkatli ve daha bilinçli hâle getirir. Bazen de geçmişte yaşadığımız bir güzellik, zor anlarımızda bize güç ve ilham verir. Bu açıdan, geçmişin hayali, sadece bir tatlı hatıra değil, aynı zamanda ruhun tekâmülü için bir vesiledir.
​Özet: Lâedri’nin beyti, bazı anların yaşandığı zamanın ötesine geçerek, sonradan hatırlandığında dünyalarca kıymet kazanabildiğini ifade eder. Bu, o anların içinde barındırdığı derin manevi anlam ve samimiyetin bir neticesidir. Geçmişin hayali, sadece nostaljik bir duygu değil, aynı zamanda insanın manevi tekâmülü için bir ibret ve ders kaynağıdır. Kalbi en derinden etkileyen ve kıymeti artan bu anılar, genellikle fedakârlık, samimiyet veya muhabbet anlarında yaşanır. Beyit, hayatın her anının kıymetini bilmek ve bu anları manevi bir sermaye olarak biriktirmek gerektiğini hatırlatır.

​3.: Allah’a Dönüş: Tövbenin Sonsuz Kapısı

• ​İktibas: “Cud bi-lutfik ya ilahi men lehu zâdun kalîl / Müflisun bi-s-sıdkı ye’ti inde bâbik ya Celîl / Eyne Musa eyne İsa eyne Yahya eyne Nuh / Ente ya Sıddîku âsî tüb ile’l-Mevle’l-Celîl” – Hz. Ebûbekir (ra)
• ​İzah: Ey Rabbim! Azığı pek az olan bu kuluna lütfunu esirgeme. Ey Celil olan Allah’ım! Kulun iflas etmiş olsa da sadakatle yine senin kapına geldi. Nerede Musa (as) nerede İsa (as) nerede Yahya (as) nerede Nuh (as)? Ey günahkâr Ebubekir! Celil olan Mevlâ’ya tövbe et.
​İktibas ve İzahın Tahlili
​Hz. Ebûbekir’e (ra) nispet edilen bu derin ve duygusal beyitler, mütevazılığın, sadakatin ve tövbenin en müstesna misallerinden birini teşkil eder. Bu ifadeler, bir müminin Rabbine karşı hissettiği acziyeti, fakat aynı zamanda O’nun rahmetine olan sonsuz ümidini en veciz şekilde dile getirir. Beyitlerde, Hz. Ebûbekir’in (ra) kendisini “azığı az” ve “müflis” olarak nitelendirmesi, onun Allah katındaki yüksek makamına rağmen ne kadar mütevazı olduğunu gösterir. Diğer peygamberlerin isimlerinin zikredilmesi ise, Allah’ın rahmet kapısının her zaman açık olduğunu ve O’na dönüşün asla imkânsız olmadığını vurgular.
​Acz ve Tevazuun Zirvesi
​Hz. Ebûbekir (ra), “Sıddîk” lakabıyla anılan, Peygamber Efendimiz’in (sav) en yakın dostu ve İslâm’ın ilk halifesidir. O’nun gibi bir şahsiyetin dahi kendisini “azığı az” ve “müflis” olarak nitelendirmesi, insana büyük bir ders verir. Bu, ne kadar salih ameller işlenirse işlensin, Allah’ın rahmet ve lütfuna karşı her zaman aciz ve muhtaç olunması gerektiğini gösterir. Bu acziyetin idraki, insanı kibirden korur ve daima tevazu içinde yaşamaya sevk eder.
​İnsan, ne kadar ilim sahibi, ne kadar zengin, ne kadar makam sahibi olursa olsun, Allah’ın karşısında bir hiç olduğunu unutmamalıdır. O’nun rahmetine olan sonsuz muhtaçlık, kulun en büyük sermayesidir. Hz. Ebûbekir’in (ra) bu beyitlerdeki hâli, bize bu hakikati en güzel şekilde tefekkür ettirir.
​Sadakat ve Tövbe
​Beyitlerdeki en mühim kelimelerden biri “sadakat”tır. Hz. Ebûbekir (ra), “iflas etmiş” dahi olsa, “sadakatle” O’nun kapısına geldiğini söyler. Bu sadakat, Allah’a olan imanın sarsılmaz bir bağlılıkla kalpte yerleşmesi demektir. İnsan, ne kadar günahkâr olursa olsun, Allah’a olan sadakatinden vazgeçmediği sürece O’nun tövbe kapısı ona daima açıktır.
​Tövbe, sadece bir pişmanlık ifadesi değil, aynı zamanda Allah’a doğru bir dönüş, bir başlangıçtır. Hz. Ebûbekir (ra), kendisini “Ey günahkâr Ebubekir!” diye çağırarak, tövbenin sadece büyük günahkârlara mahsus olmadığını, her müminin daima tövbeye muhtaç olduğunu anlatır. Tövbe, kulun Rabbine olan muhtaçlığının en samimi itirafıdır.
​Peygamberler ve Tövbenin Evrenselliği
​Beyitlerdeki peygamberler Musa (as), İsa (as), Yahya (as) ve Nuh’un (as) isimlerinin zikredilmesi, tövbenin evrenselliğine işaret eder. Her peygamber, kavmini tövbeye davet etmiştir. Bu davet, insanoğlunun fıtratında olan yanlışa düşme ve sonra doğruya yönelme arzusunun bir tezahürüdür. Tövbe, Allah ile kul arasındaki münasebetin en mühim rüknüdür.
​Özet: Hz. Ebûbekir’e (ra) nispet edilen bu beyitler, tevazu, sadakat ve tövbenin mana derinliğini ihtiva eder. Hz. Ebûbekir’in (ra) kendisini “azığı az” ve “müflis” olarak nitelendirmesi, Allah’ın karşısında acziyetin idrakinin en yüksek mertebesini gösterir. O’nun “sadakatle” O’nun kapısına gelmesi, tövbenin temelinin Allah’a olan sarsılmaz bağlılık olduğunu vurgular. Peygamberlerin isimlerinin zikredilmesi, tövbenin her devirde ve her insan için geçerli bir hakikat olduğunu anlatır. Beyitler, müminlere daima tövbeye sarılmaları, Allah’ın rahmetinden ümidi kesmemeleri ve tevazu ile O’na yönelmeleri gerektiğini hatırlatır.

​4.: Dünya Hırsının Terki
• ​İktibas: “Hubb-ı Rahmân isteyenler dürr ü mercân istemez / Derdini dermân bilenler derde dermân istemez” – Alvarlı Muhammed Lütfi
• ​İzah: Allah Teâlâ’nın sevgisini isteyenler, inci mercan istemez, bunlara talip olmazlar. Derdini derman bilen ârif kişiler ise bu mukaddes derde derman istemezler.
​İktibas ve İzahın Tahlili
​Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri’nin bu hikmetli beyti, ilahi aşkın insan hayatındaki dönüştürücü gücünü anlatır. Beytin ilk mısrası, kalbini Rahman’ın sevgisiyle dolduran bir kimsenin, dünyanın fani süslerinden, yani “dürr ü mercân”dan vazgeçtiğini ifade eder. İkinci mısra ise, ilahi aşk derdine müptela olan bir ârifin, bu “mukaddes” dertten şifa istemeyeceğini belirtir. Zira o dert, bizzat dertlinin kendisi için en büyük derman, en büyük lütuf hâline gelmiştir. Bu makalede, ilahi aşkın ne olduğunu, dünyevi hırsların nasıl terk edileceğini ve ilahi derdin sırrını ele alacağız.
​Aşkın Dönüştürücü Kudreti
​”Hubb-ı Rahmân,” yani Rahman’ın sevgisi, kalbe bir defa girdi mi, o kalpteki her şeyi alt üst eder. Dünyevi hevesler, maddi hırslar ve fani arzular bu sevginin ateşiyle erir. Kalbi Allah sevgisiyle dolu olan bir kimse, artık inci ve mercan gibi dünyevi ziynete rağbet etmez. Onun gözünde, dünyanın en zengin hazineleri dahi, Allah’ın rızasına ulaşmanın yanında kıymetsiz kalır.
​Bu, bir tercih meselesidir: Ya kalbi dünya sevgisiyle doldurmak ve fani şeylerin peşinden koşmak, yahut kalbi ilahi aşkla doldurmak ve ebedî saadete talip olmak. Alvarlı Hazretleri’nin beyti, bu tercihin sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Kim Rahman’ın sevgisini isterse, o, dünya malının ve meşgalelerinin esiri olmaktan kurtulur.
​Derdi Derman Kılmak
​Beytin ikinci mısrası, “Derdini dermân bilenler derde dermân istemez,” sözüyle hakiki âriflerin hâlini tasvir eder. Burada bahsedilen “dert,” ilahi aşktan kaynaklanan bir manevi ızdıraptır. Bu, normal bir dert gibi acı veren bir şeyden ziyade, ruhu olgunlaştıran, onu kâmil bir hâle getiren bir “dert”tir.
​İlahi aşkla yanıp tutuşan bir ârif, bu hâlden şikâyet etmez. Aksine, bu “dert” onun için en büyük derman, en büyük nimettir. Bu dert, onu Allah’a yaklaştırır, ruhunu temizler ve kalbini nurlandırır. İnsan, bu “dert” vasıtasıyla dünyevi lezzetlerin ötesinde bir manevi hazza erişir.
​Özet: Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri’nin bu beyti, ilahi aşkın yüceliğini ve dünyevi hırsları nasıl hükümsüz kıldığını anlatır. Allah’ın sevgisini kalbine yerleştiren bir mümin, dünyanın fani süslerine, yani inci ve mercana iltifat etmez. Beytin ikinci mısrası ise, ilahi aşktan kaynaklanan “derdin” aslında bir derman, bir nimet olduğunu ve bu dertten haz duyan âriflerin ona derman aramayacaklarını ifade eder. Makale, bu beyit vasıtasıyla, asıl gayenin dünya hırslarından arınmak ve kalbi ilahi aşkla doldurmak olduğunu vurgular.

​5. : Belanın Hikmeti ve Kahramanlığın Sırrı
• ​İktibas: “Muktezâ-yı hükm-i kânûn-ı tabî’at böyledir / Düşmek üzre yıldırım ekser mu’allâ tâk arar / Çok mu nâ-merdin felâketden selâmet bulması / Herkese gelmez belâ erbâb-ı istihkâk arar” – Eşref
• ​İzah: Yıldırım, tabiat kanununun hükmü gereği, düşmek için genellikle yüksek bir tak arar. Mert olmayan insanların felaketten kurtulmaları şaşırılacak bir şey değildir. Zira bela herkese gelmez, onu hak etmiş olanı arar.
​İktibas ve İzahın Tahlili
​Eşref’e ait bu beyitler, bela ve felaketlerin tesadüfi olmadığını, bilakis bir hikmet ve nizam dahilinde vuku bulduğunu dile getirir. Beyitlerdeki yıldırım benzetmesi, belaların en yüksek mertebelere, yani “mu’allâ tâk”a, yani ilahi takdirin sınadığı insanlara isabet ettiğini anlatır. Bu beyitler, bir yandan belaların bir imtihan olduğunu vurgularken, diğer yandan da felaketlerden kaçan “nâ-mert”lerin (mert olmayanların) durumunu gözler önüne serer. Asıl bela, imtihana tabi tutulmamaktır.
​Belanın Terbiyesi ve İmtihanı
​İnsan hayatı, iniş ve çıkışlardan müteşekkildir. Karşılaşılan zorluklar, belalar ve felaketler, her ne kadar ilk bakışta bir musibet gibi görünse de, Eşref’in beytinde belirtildiği gibi, bunlar aslında ilahi bir terbiyenin ve imtihanın birer parçasıdır. Beyitteki “yıldırım” benzetmesi, belaların rastgele değil, belli bir hedefe yöneldiğini gösterir. Bu hedef, manevi olarak yükselmiş, imanı kuvvetli ve karakteri sağlam olan kimselerdir.
​Allah, sevdiği kullarını imtihan eder. Peygamberler, en büyük musibetlere duçar olmuşlardır. Bu belalar, onların sabırlarını, tevekküllerini ve Allah’a olan bağlılıklarını sınamak için gelmiştir. İmtihanlar, ruhu çelikleştirir ve insanı kemale erdirir. Bu sebeple, mümin için bela, sadece bir musibet değil, aynı zamanda manevi bir terfi vesilesidir.
​Mertlik ve Felakete Karşı Duruş
​Eşref, beyitlerinde “nâ-mert” (mert olmayan) insanlardan da bahseder. Bu insanlar, zorluklardan kaçınan, kolay yolu tercih eden ve felaketlerden uzak duranlardır. Şair, bu durumun şaşılacak bir şey olmadığını söyler. Zira bela, onlara gelmez. Bela, ancak onu kaldırabilecek kudrete sahip, sabır ve metanet gösterebilecek, yani “erbâb-ı istihkâk” olan kimselere gelir.
​Bu durum, belaların bir nevi “şeref” ve “paye” olduğunu gösterir. Zorluklar, insanı sıradanlıktan kurtarır ve onu manevi bir zirveye taşır. Kim zorluklardan kaçarsa, o, kendini geliştirmekten ve manevi olarak yükselmekten mahrum kalır.
​Özet: Eşref’in bu beyti, bela ve felaketlerin bir hikmetle geldiğini ve manevi olarak yükselmiş, güçlü karakterli insanları, yani “mu’allâ tâk”ı aradığını belirtir. Yıldırım benzetmesiyle, belaların rastgele değil, bir imtihan ve terbiye aracı olarak geldiği anlatılır. Beyit, felaketlerden kaçan “nâ-mert”lerin bu durumunun şaşılacak bir şey olmadığını, zira belanın herkesin değil, ancak onu hak eden, sabır ve metanet gösterebilecek kişilerin imtihanı olduğunu vurgular. Asıl olan, belaya karşı durmak ve bu zorluklarla manevi olarak tekâmül etmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 91 –

BERCESTE VE İZAHI – 91 –

​Beyt-i Şerif 1: Figânî
​Orijinal Metin İktibası:
​Cihâna aşk ile geldim ne mâlım ne menâlim var
Kanâ’at gencine kânî olalı hoşça hâlim var
​Beytin İzahı:
​Bu beyt, şair Figânî’ye aittir ve onun dünyaya bakış açısını aşk, kanaat ve maddiyatla olan münasebeti üzerinden izah eder. Şair, dünyaya aşk ile geldiğini, dolayısıyla ne bir malının ne de bir servetinin olduğunu ifade eder. Onun asıl zenginliği, kanaat hazinesidir. Kanaat hazinesine sahip olduğu için de daima huzurlu ve hoş bir hale maliktir. Bu beyitte, asıl hayat sermayesinin mal ve mülk değil, gönül zenginliği ve kanaat olduğu fikri işlenmiştir.
​Makale: Kanaat Hazinesi ve Gönül Zenginliği
​Cihanın girdabında bir hayat yolculuğuna çıkan insanoğlu, çoğu zaman dünya metaının peşinde koşar, mal yığmaya, servet biriktirmeye çalışır. Lakin Fânî olan bu cihanın, fânî olan malı ne kadar tatmin eder ki? Figânî’nin asırlar öncesinden yankılanan bu nağmesi, bizlere bu fani hakikati hatırlatır: “Cihâna aşk ile geldim ne mâlım ne menâlim var / Kanâ’at gencine kânî olalı hoşça hâlim var.” Bu iki mısra, aslında bir hayat düşüncesinin özeti ve bir hakikat manifestosudur.
​Şair, cihana geliş gayesini “aşk” olarak beyan eder. Bu aşk, ilâhî bir aşktır; yaradılış gayesine olan sevgi ve muhabbettir. Bu derin aşk ile yola çıkan bir gönül, dünyanın gelip geçici ziynetine iltifat etmez. Ona göre ne malın bir kıymeti vardır ne de o maldan hâsıl olacak servetin. Zira aşkın kendisi, en büyük zenginliktir. Aşk ehli olan bir dervişin gönlü, zaten başka bir şeye meyletmeyecek kadar doludur. Bu durum, tarihi bir perspektiften bakıldığında, mutasavvıfların ve zühd ehlinin dünya malına karşı takındığı tavrı ihtiva eder. Onlar, en büyük zenginliğin mal mülk değil, nefsin doymayan hırsından âzâde olmakta yattığını idrak etmişlerdir.
​İnsan hayatının en çetrefilli meselelerinden biri olan kanaat, bu beytin ikinci mısraında bir “genç”, yani bir hazine olarak nitelendirilir. Kanaat, nefsin isteklerini kontrol altına alabilme ve elinde olana rıza gösterme erdemidir. Bu erdem, insana gerçek bir huzur ve iç bir sükûn bahşeder. Figânî, kanaat hazinesine sahip olduğu için hoş bir hâle malik olduğunu söylerken, aslında modern dünyanın karmaşasında kaybolan insanın aradığı huzurun yegâne anahtarını da işaret eder. Günümüzde “daha fazla, daha iyi” düşüncesiyle yoğrulan bir muhtevada, kanaatin kıymeti daha da artmıştır. Kanaat, bir yoksulluk değil, aksine bir varlık ve doygunluk hâlidir. İbret alınması gereken nokta şudur: Varlık, elde edilenlerin çokluğuyla değil, gönüldeki doygunlukla ölçülür.
​Makale Özeti:
​Figânî’nin beyti, dünya malına karşı kayıtsız kalıp, gönül zenginliğini ve kanaati esas alan bir hayat düşüncesini anlatmaktadır. Şair, dünyaya aşkla geldiği için mal ve servete ehemmiyet vermez. Asıl zenginliği, kanaat hazinesinde bulur. Bu düşünce, maddi hırslardan uzak, manevi huzura erişmiş bir insanın portresini çizer ve modern dünyanın aşırı tüketim ve hırs kültürüne karşı bir hikmet dersi verir. Hakiki huzur, dış varlıklarda değil, iç kanaatte mevcuttur.

​Beyt-i Şerif 2: Şeyhülislâm Yahyâ
​Orijinal Metin İktibası:
​Ders-i aşkın müşkülün Yahyâ nice hal eylesin
Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez
​Beytin İzahı:
​Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’ye ait olan bu beyit, aşkın izah edilmesinin zorluğunu ve bu husustaki çelişkili durumu ihtiva eder. Beyitte, şair kendi adı olan Yahyâ’ya seslenerek, aşk dersinin zorluğunu nasıl halledebileceğini sorar. Bu zorluğun cevabı ise ikinci mısrada verilmiştir: Aşk hakkında konuşanlar, yani onu izah etmeye çalışanlar, aslında onun hakikatini bilmezler. Aşkın hakikatini idrak edenler ise, o hakikati ifade etmenin imkânsızlığını bilip susmayı tercih ederler.
​Makale: Aşkın Sırrı ve Sükûtun Hikmeti
​Aşk, lügatlerde tarifleri yapılan, şiirlere, romanlara, destanlara muhteva teşkil eden, lâkin hakikatine vâsıl olmakta kelimelerin kifayetsiz kaldığı derin bir muamma ve sırdır. Şeyhülislâm Yahyâ’nın hikmet dolu beyti, bu sırrın ehemmiyetini ve izahının imkânsızlığını şöyle ifade eder: “Ders-i aşkın müşkülün Yahyâ nice hal eylesin / Söyleyenler kendisin bilmez bilenler söylemez.” Bu beytin muhtevası, tasavvufi ve mistik geleneğin en temel meselelerinden birine işaret eder: Marifetullah’ın (Allah’ı bilmek) kelimelerle ifade edilemeyişi.
​Aşk, bir ders olarak addedildiğinde, onun zorlu bir imtihan ve meşakkatli bir yol olduğu anlaşılır. Bu yolculukta tecrübesiz olanlar, yani aşkın zahirinde kalanlar, onun hakkında kolayca konuşurlar, hatta onu basite indirebilirler. Lakin bu konuşmalar, aşkın hakiki derinliğinden mahrumdur. Tıpkı bir okyanusu, kıyısında durup izah etmeye çalışan bir seyyah gibi, bu kimseler de aşkın ne olduğunu sadece duyumlarıyla anlatmaya çalışırlar. Onlar kendilerini bilmez, yani aşkın kendi içlerinde nasıl bir dönüşüm yarattığını, nasıl bir hakikate erdirdiğini idrak edemezler. Bu durum, tarihi süreçte, tasavvuf yoluna intisap etmeyenlerin, dervişlerin ve âriflerin hallerini ve makamlarını anlamakta çektiği zorluklarla da benzeşir.
​Beytin ikinci mısraı, bu hikmetin kilit noktasıdır: “Bilenler söylemez.” Aşkın hakikatini tadan, o denizin derinliklerine dalanlar, artık kelimelerin kifayetsiz olduğunu, o derin hissin ve idrakin dille izah edilemeyeceğini anlamışlardır. Onlar sükût etmeyi, susmayı tercih ederler. Zira bir hakikati tam manasıyla anlatamamak, o hakikate zûlmetmek anlamına gelebilir. Mevlânâ’nın, “Ben susarım, gönlüm söyler” demesi bu sırrı ihtiva eder. Aşkın hakikati, kelimelerle değil, hâl ile, davranışla, sükûn ile izah edilir. Bu, aynı zamanda peygamberlerin ve velîlerin, ilâhî hakikatleri idrak etme mertebesine eriştiğinde yaşadığı bir haller bütünüdür. İbret alınacak husus şudur ki, bazen en anlamlı cevap, kelimelerin bittiği yerde başlar.
​Makale Özeti:
​Şeyhülislâm Yahyâ’nın beyti, aşkın hakikatini idrak etmenin zorluğunu ve onu ifade etmenin imkânsızlığını ele alır. Aşk hakkında konuşanların, onun gerçek muhtevasını idrak edemedikleri; hakiki âşıkların ise, o derin hâli kelimelerle anlatamayacakları için susmayı tercih ettikleri belirtilir. Bu durum, ilimle hâl arasındaki farkı vurgular. Gerçek bilgi ve idrak, kelimelerin ötesindedir.

​Beyt-i Şerif 3: Fuzûlî
​Orijinal Metin İktibası:
​Cîfe-i dünyâ değil herkes gibi matlûbumuz
Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâ’at bekleriz
​Beytin İzahı:
​Fuzûlî’nin bu derinlikli beyti, şairin ve onun gibi düşünenlerin dünyaya ve maddiyata bakışını izah eder. “Cîfe-i dünyâ”, yani “dünyanın leşi”, şairin dünya malına atfettiği hakir sıfattır. Şair, herkes gibi bu leşe, yani dünyaya rağbet etmediğini beyan eder. Onlar, sıradan insanlar gibi değildir. Onlar, “ankâ” kuşuna benzerler. Anka kuşu, efsanelerde Kaf Dağı’nda yaşayan ve kimsenin erişemediği bir kuştur. Fuzûlî, kendilerini Kaf Dağı’nda yaşayan anka kuşlarına benzetir ve onların, yani ankaların, kanaat Kaf Dağı’nda beklediklerini ifade eder.
​Makale: Anka Kuşları ve Kanaatin Kaf Dağı
​Edebiyat tarihinde manevi derinliği ve felsefi muhtevasıyla mümtaz bir mevkiye sahip olan Fuzûlî, dünya nimetlerine karşı duruşunu bu beytinde keskin bir dille ortaya koyar: “Cîfe-i dünyâ değil herkes gibi matlûbumuz / Bir bölük ankâlarız Kâf-ı kanâ’at bekleriz.” Bu ifade, sadece bir şairin şahsi görüşü değil, aynı zamanda tasavvufun ve zühd ehlinin dünyaya dair ortak tavrını ihtiva eder. Dünya, ne kadar çekici görünse de, Fuzûlî’nin lisanında bir “cîfe”dir; değersiz ve iğrenç bir nesne.
​İnsanlık tarihi, dünya malının peşinde koşanların, daha fazlasına sahip olmak için can atanların hikâyeleriyle doludur. Fuzûlî, bu durumu “herkes gibi” diyerek geneller ve kendisini bu akımın dışında tutar. O ve onun gibi düşünenler, dünyanın geçici zevklerine, makamlarına ve servetine tenezzül etmezler. Zira onların matlubu, yani aradığı şey, fani ve değersiz olan bu cihan değildir. Bu yaklaşım, tarihi bir perspektiften bakıldığında, Emevî halifelerinden Ömer b. Abdülaziz’in saltanatı döneminde dahi dünya malına iltifat etmeyişi gibi pek çok ibretli vakayı akla getirir.
​Beytin ikinci mısraı, bu felsefenin zirvesidir. Şair, kendini ve yol arkadaşlarını, efsanevi bir kuş olan “ankâ”ya benzetir. Anka, Kaf Dağı’nda yaşar ve avı “cîfe”, yani leş değildir. O, yükseklerde uçar ve kimse ona ulaşamaz. Fuzûlî, kendini bu mübarek kuşa benzetirken, dünyaya ve onun leşine tenezzül etmediğini, aksine manevi bir zirveye, “Kanaat Dağı”na yöneldiğini izah eder. Kanaat, bir önceki beytin de işaret ettiği gibi, bir hazinedir. Fuzûlî’nin beyanında ise bu hazine, bizzat Anka kuşunun yaşadığı Kaf Dağı’dır. Anka’nın avı olmaması gibi, kanaat ehli de dünya malına ve lezzetlerine avlanmaz.
​Bu beyt, bizlere düşündürücü bir soru yöneltir: Bizler, dünya “cîfesine” rağbet eden sıradan kalabalıklar mıyız, yoksa Fuzûlî gibi, yükseklerde uçan ve Kanaat Kaf Dağı’nda bekleyen Anka’lar mıyız? Bu edebi mukayese, hayatımıza dair bir muhasebe yapmamıza vesile olur.
​Makale Özeti:
​Fuzûlî, beytinde dünya malını “leş” olarak nitelendirir ve kendisini, leşe tenezzül etmeyen efsanevi Anka kuşuna benzetir. Şair, herkesin peşinden koştuğu dünyevi arzulardan uzak durarak, manevi bir erdem olan “kanaat”ı kendisine sığınak edinir. Bu duruş, hem maneviyatın maddi hırslardan üstün olduğunu hem de gerçek huzurun, dış varlıklardan ziyade iç bir doygunlukta bulunduğunu gösteren bir ibret vesikasıdır.

​Beyt-i Şerif 4: Mevlânâ
​Orijinal Metin İktibası:
​Yâ Rab, to merâ be-nefs-i tennâz medeh
Bâ-her çi coz-ez-tost, merâ sâz medeh
Men der-to hemî-gorîzem ez-fitne-yi hîş
Men ân-ı toem, merâ be-men bâz medeh
​Beytin İzahı:
​Mevlânâ’ya ait bu Farsça beyit, bir duayı ve ilâhî bir yakarışı ihtiva eder. İlk mısra, “Ya Rab, beni o alaycı nefsimin eline bırakma” şeklinde tercüme edilebilir. İkinci mısrada ise “Senden başkasına ulaşmak zorunda bırakma” şeklinde bir niyazda bulunur. Üçüncü mısra, “Ben kendi fitnemden Sana sığınıyorum” manasına gelir. Dördüncü ve son mısra ise bu duanın özüdür: “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma.”
​Makale: Nefsin Fitnesi ve İlâhî Hâle Sığınma
​İnsan hayatının en büyük imtihanlarından biri, daima kendi nefsidir. Nefis, kişinin iç dünyasındaki en büyük düşmanıdır ve onu daima alaycı, heveskâr bir hâle sürükler. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, bu hakikati kendi duasıyla dile getirir ve Cenab-ı Hakk’a yönelerek şöyle niyaz eder: “Yâ Rab, to merâ be-nefs-i tennâz medeh…”. Bu yakarış, sadece bir şairin şahsi ifadesi değil, aynı zamanda bütün mutasavvıfların ve manevi yolcuların ortak hissiyatını ihtiva eder.
​İnsan, çoğu zaman kendi nefsine boyun eğer, onun fısıltılarına kulak verir ve bu sebeple hüsrana uğrar. Mevlânâ, “Ben kendi fitnemden Sana sığınıyorum” derken, aslında insanın en büyük fitnesinin dış dünyadan değil, bizzat kendi iç âleminden geldiğini idrak ettiğini beyan eder. Bu durum, tarihi ve tasavvufi kaynaklarda “nefisle cihad” olarak ifade edilen zorlu bir süreci işaret eder. Bu cihad, kılıçla değil, nefsi terbiye etmek, arzularına gem vurmak ve kalbi ilahi hakikatlere açmakla gerçekleştirilir.
​Duanın en düşündürücü ve ibretli kısmı, son mısraıdır: “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma.” Bu cümle, kulun, kendi varlığının ve iradesinin dahi tek başına bir anlamı olmadığını idrak etmesini gösterir. “Ben Seninim” derken, Mevlânâ, kul olmanın ve varoluşun hakiki manasını ortaya koyar. İnsan, kendi kendine bırakıldığında, nefsine ve heveslerine mahkûm olur, bu da onu ilahi yoldan uzaklaştırır. “Beni tekrar bana bırakma” niyazı, kulun, Allah’a olan tam teslimiyetinin ve O’nun iradesine sığınmasının en güçlü ifadesidir. Bu, aynı zamanda, insanın kendi iradesiyle dahi ilâhî iradeden ayrılmak istemeyişinin bir göstergesidir.
​Makale Özeti:
​Mevlânâ’nın duası, insanın en büyük düşmanı olan nefsinden ve kendi fitnesinden Allah’a sığınmasını ele alır. Şair, kendi nefsine boyun eğmektense, daima ilahi iradeye sığınmayı diler. Makalenin ana fikri, kulun Allah’a olan tam teslimiyetidir. Mevlânâ, “Ben Seninim, beni tekrar bana bırakma” diyerek, insanın kendi varlığının bile Allah’a ait olduğunu ve bu varlığın dahi kendi başına bırakılmaması gerektiğini vurgular. Bu, ibretli bir teslimiyet ve samimiyet dersidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 90 –

BERCESTE VE İZAHI – 90 –

​1: Tevekkül ve Hak’ka İtimad

​Ziya Paşa’ya ait bir beyitte:
​”Allâh’a tevekkül edenin yâveri Hak’dır
Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır”
​Bu mübarek beyit, bir hayat düsturu olan tevekkül mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Tevekkül, insanın azami gayretini sarf ettikten sonra neticeyi Allah’a bırakması, O’nun kudretine ve takdirine tam bir itimad göstermesidir. Ziya Paşa, bu beyitte, Allâh’a tevekkül eden kişinin yardımcısının bizzat Hak olduğunu belirtmektedir. Yâni, yaratıcının himayesi altına giren bir kul, hiçbir zaman yalnız kalmaz. Bu, kuru bir ümit değil, bizzat ilahi bir vaattir.
​Hayat, mütemadiyen imtihanlarla ve sıkıntılarla doludur. Bazen gönüllerimiz gam ve kederle dolup taşar, neşemiz kaybolur. İşte Ziya Paşa’nın ikinci mısrası bu hâle deva olmaktadır: “Nâ-şâd gönül bir gün olur şâd olacakdır.” Bu mısra, tevekkülün en büyük mükâfatlarından biri olan sabrı ve hüsn-ü zannı muhteviyatında barındırır. Bugün gamlı olan gönül, tevekkülün bereketiyle yarın şad olabilir. Bu, kulun Yaradan’a olan sadakatinin ve teslimiyetinin bir tezahürüdür. Tarih boyunca nice müminler, en zor anlarında dahi bu hakikate sığınmışlardır. Yalnızca bir padişahın ya da kumandanın gücüne değil, her şeyin sahibi olan Allah’a sığınmanın huzuru, insanı her türlü sıkıntıdan azade kılar. Bu minvalde Hazret-i Yusuf’un (a.s.) yaşadığı musibetler, Hazret-i Eyyub’un (a.s.) maruz kaldığı hastalıklar ve nihayetinde sabrın, tevekkülün neticesi olarak nail oldukları ferahlık, bu hakikate en güzel misaldir.
​Özet: Bu makale, Ziya Paşa’nın beytinden yola çıkarak tevekkül mefhumunu izah etmiştir. Allah’a tam bir teslimiyetle tevekkül eden kişinin yâverinin bizzat Hak olduğunu ve gamlı gönüllerin nihayetinde huzura ereceğini vurgulamıştır. Tarihi ve dini misallerle bu hikmet ve manevi hakikat perçinlenmiştir.

​2: Dert, Gurbet ve İnsanın İç Âlemi

​ Nigâhi’ye ait beyitte:
​”Kimse bilmez derdimi devran elinden derdliyem
Derdliyem mihnetliyem firkatliyem hasretliyem”
​Bu beyitler, insanın iç âleminde biriken kederi, mihneti, ayrılığı ve hasreti en acı biçimde dile getirmektedir. Nigâhi, bu mısralarda devranın, yani zamanın ve dünyanın getirdiği sıkıntılardan dolayı dertli olduğunu ifade etmektedir. Bu dert, o kadar derindir ki, kimse tarafından bilinmemektedir. İnsanın iç dünyası, çoğu zaman dışarıdan görülemeyen bir okyanustur. Bu, yalnızlık hissinin en derin tezahürlerinden biridir. Kişi, belki kalabalıklar içindedir, ama ruhu yalnızdır. Bu yalnızlık, onun dertlerinin ve acılarının sadece kendisine ait olduğunu düşündürür.
​Beytin ikinci mısrası ise bu derdi daha da detaylandırmaktadır: “Derdliyem mihnetliyem firkatliyem hasretliyem.” Burada Nigâhi, sadece dertli olmakla kalmadığını, aynı zamanda mihnetler (sıkıntılar) içinde olduğunu, sevdiğinden ve vatanından ayrı (firkat) kaldığını ve bu ayrılıktan dolayı bir hasret çektiğini dile getirmektedir. Bu mısralar, sadece bir şairin şahsi acılarını değil, aynı zamanda insanın varoluş gurbetini de ihtiva eder. İnsanoğlu, dünyaya geldiği andan itibaren, ebedi olan asıl yurdundan uzak kalmanın gurbetini çeker. Bu fani dünyada bulduğu her şey geçicidir. Bu geçicilik hissi, onun kalbine bir sızı olarak yerleşir ve onu daima bir hasret ve ayrılık duygusu içinde bırakır. Bu manevi gurbet, insanı bazen neşeden uzaklaştırır, onu derin bir tefekküre sevk eder. Bu dert, bazen de bir ilahi armağandır; zira dert, insanı Yaradan’a yaklaştıran, fani olanın değil, baki olanın peşine düşüren bir vesiledir.
​Özet: Nigâhi’nin beyitleri, insanın iç dünyasındaki dert, mihnet, firkat ve hasret duygularını ele almaktadır. Makale, bu duyguların sadece şahsi bir kederi değil, aynı zamanda insanın varoluş gurbetini de yansıttığını izah etmiştir. Yalnızlık ve dert hissinin, insanı manevi bir arayışa sevk edebileceği vurgulanmıştır.

3: Saltanatın Üzerinde Bir Söz

​Fuzuli’ye ait bir beyitte:
​”Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz
Ki lütf ile demişsin bir gulâm-ı kem-terînimdir”
​Bu beyit, Fuzuli’nin ilahi aşka ve hakiki lütfa verdiği değeri en çarpıcı biçimde gözler önüne sermektedir. Fuzuli, “Serîr-i saltanat zevkinden efzûndur bana ol söz” diyerek, kendisine söylenen bir sözün, saltanat tahtında oturmanın verdiği hazdan daha üstün olduğunu ifade etmektedir. Burada, saltanat mefhumu, dünyevi şan, şöhret, mevki ve zenginliği temsil etmektedir. Şair, bu geçici ve aldatıcı lezzetlere kıyasla, manevi bir değeri olan bir söze daha büyük bir kıymet atfetmektedir. Bu, maddenin ruh üzerinde hükümranlığını reddeden bir anlayışın ifadesidir.
​Peki, bu üstün olan söz nedir? Fuzuli, beytin ikinci mısrasında bu sözü açıklıyor: “Ki lütf ile demişsin bir gulâm-ı kem-terînimdir.” Bu, sevilen tarafından lütufkâr bir biçimde söylenen “O, benim hakir bir kölemdir” sözüdür. Sevginin, köleliği dahi yücelten bir kudreti vardır. Sevgi makamında, köle olmak bir zillet değil, bilakis bir şereftir. Zira, sevgiliye ait olmak, onun lütfuna mazhar olmak, tüm dünyevi unvanlardan ve mevkilerden daha değerlidir. Fuzuli’nin bu beyiti, tasavvufi aşk anlayışının bir tezahürüdür. Kulun Allah’a olan aşkı, onun kulluğunu en yüce makam kılar. Bu aşkla yanan bir gönül, dünyanın tüm saltanatlarına sırtını dönebilir, çünkü o, asıl saltanatın ilahi lütuf ve yakınlıkta olduğunu idrak etmiştir. Bu beyit, aynı zamanda, insan ilişkilerinde de bir ders barındırır: Gerçek kıymet, makam ve servette değil, gönülden gönüle kurulan samimi ve lütufkâr bir bağda gizlidir.
​Özet: Fuzuli’nin beyiti, dünyevi saltanatın geçiciliğini ve manevi bir bağın, ilahi bir lütfun, tüm dünyevi lezzetlerden daha üstün olduğunu anlatır. Makale, bu beyitteki “kölelik” mefhumunun aşk açısından bir şeref ve yücelik sembolü olduğunu izah etmiş ve tasavvufi aşk anlayışına değinmiştir.

​4: Gönül Aynası ve Dertlere Derman

​ Alvarlı Muhammed Lütfi’ye ait bir gazelde:

​”Gönül âyinesin silmek gerekdir kalb-i âgâhe
Muhabbet şemsi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe”
“Ne müşkil hacetin varsa hemân arz eyle Allâh’a
Der-i Mevlâ dururken bakma Lütfi başka dergâha”
“Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme
Günâhkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme”
​Bu gazel, irfan ve hikmet dolu bir öğüt mahiyetindedir. Alvarlı Lütfi, ilk beytinde uyanık ve hikmet sahibi bir kalbin, gönül aynasını temizlemesi gerektiğini vurgular. Kalb, tıpkı bir ayna gibidir; eğer temizlenmezse, pas tutar ve hakikati yansıtamaz. Bu temizlik, manevi kirlerden, kibirden, hasetten ve dünyevi meşgalelerin tozundan arınmakla mümkündür. İkinci mısra ise bu arınmanın gayesini gösterir: “Muhabbet güneşi doğmuşken ne lâzım mihr ile mâhe.” Yâni, ilahi muhabbetin güneşi parlamışken, ay ve güneşe yani fani olan şeylere bakmaya hacet yoktur.
​Gazelin ikinci beytinde, dertlere derman arayanlara yol gösterilir: “Ne müşkil hacetin varsa hemân arz eyle Allâh’a.” Bu mısra, insanın karşılaştığı her türlü zorluğu, sıkıntıyı ve ihtiyacı doğrudan Allah’a arz etmesi gerektiğini söyler. İnsan acziyetini idrak etmeli ve sonsuz kudret sahibi olan Allah’a yönelmelidir. İkinci mısrada ise bu hakikat pekiştirilir: “Der-i Mevlâ dururken bakma Lütfi başka dergâha.” Mevla’nın kapısı, yegâne sığınaktır. Bu kapı varken, başka kapılarda medet ummak, manevi bir gaflet ve şaşkınlıktır.
​Son beyit, insana karşı ahlaki bir vazifeyi hatırlatır: “Felekde hâsılı insân isen bir cânı incitme.” İnsan olmanın, kâmil bir insan olmanın özü, hiçbir canlının incinmesine sebep olmamaktır. Bu, sadece fiziki bir eylem değil, aynı zamanda sözle, niyetle, tavırla da kimseyi kırmamayı ihtiva eder. Gazelin son mısrası, bu öğüdün en mühim noktasına işaret eder: “Günâhkâr olma fahr-i âlem-i zî-şânı incitme.” Yani, günahkâr bir kul olsan bile, iki cihan güneşi olan Peygamber Efendimiz’i (s.a.v.) incitme. Onu incitmek, onun sünnetinden uzaklaşmak, onun getirdiği ahlaka ters düşmekle olur. Bu, en büyük günahtır.
​Özet: Alvarlı Lütfi’nin gazeli, gönül aynasının temizliği, ilahi muhabbete yöneliş, dert ve sıkıntılarda sadece Allah’a sığınmak ve kâmil bir insan olarak hiçbir canlıyı ve bilhassa Peygamber Efendimizi (s.a.v.) incitmemek gibi mühim meseleleri ele almıştır.

​5: Tevazu ve Hak Yolunda Feda Olmak

​Kadı Burhaneddin’e ait bir beyitte:

​”Özünü alçak gören serdâr olur
Enel-Hak da’vi kılan berdâr olur”
“Oldur er Hak yoluna baş oynaya
Döşekde ölen yiğit murdâr olur”
​Bu beyitler, tevazu ve fedakârlık gibi iki temel İslami ve ahlaki erdemi bir araya getirmektedir. İlk beyitte, tevazuun yüceliği vurgulanır: “Özünü alçak gören serdâr olur.” Hakiki liderlik, kibirden değil, tevazudan neşet eder. Kendini diğer insanlardan üstün görmeyen, bilakis kendini alçak ve hakir gören kişi, kalblerin ve gönüllerin lideri (serdar) olur. Bu, Allah katında da böyledir. Tevazu, yükselmenin en emin yoludur. İkinci mısra ise bunun zıddını anlatır: “Enel-Hak da’vi kılan berdâr olur.” Yani, “Ben Hakk’ım” iddiasında bulunan kişi, en nihayetinde darağacında son bulur. Bu, mecazi bir anlatımdır ve kibir ile enaniyetin akıbetinin hüsran olduğunu ifade eder.
​İkinci beyit, gerçek yiğitliği ve fedakârlığı tarif eder: “Oldur er Hak yoluna baş oynaya.” Gerçek yiğit, Allah yolunda canını feda etmekten çekinmeyendir. “Baş oynaya” tabiri, ölümü göze almayı, canı feda etmeyi ifade eder. İslam tarihinde vefat eden nice mübarek şahsiyetler, din-i mübin uğruna canlarını hiçe sayarak bu hakikatin en güzel misallerini teşkil etmişlerdir. Son mısra ise bu fedakârlığın zıddını sunar: “Döşekde ölen yiğit murdâr olur.” Bu, tezatlı bir ifadedir. Döşekte, yani rahat bir ortamda ölen kişi, eğer Hak yolunda bir mücadele vermediyse, bir fedakârlıkta bulunmadıysa, gerçek yiğitlikten mahrumdur ve bu açıdan “murdar” yani değersiz kabul edilir. Bu, rahatlık ve konforu terk ederek, Hak davası uğruna mücadele etmenin önemine dair bir nasihattir.
​Özet: Kadı Burhaneddin’in beyitleri, tevazuun yücelmesini, kibir ve enaniyetin ise hüsran getireceğini izah etmektedir. Ayrıca, gerçek yiğitliğin, Hak yolunda canı feda etmekten çekinmemek olduğunu ve rahatlık içinde ölen kişinin Hak katında değerden mahrum kalacağını vurgulamıştır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 89 –

BERCESTE VE İZAHI – 89 –

1. “Neş’e tahsîl etdiğin sâgar da senden gamlıdır…”
​İktibas: “Neş’e tahsîl etdiğin sâgar da senden gamlıdır / Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfûrdan” (Âlî Bey)
​İzah ve Açıklama: Âlî Bey bu beytinde, Farsça ve Osmanlıca kelimelerin ahengiyle, insanoğlunun keder ve neşe arasındaki ince çizgisini çok derin bir şekilde ele almaktadır. “Neş’e tahsîl etdiğin sâgar”, yani neşe ve keyif almak için eline aldığın kase, aslında senin neşesizliğinden ve dertlerinden dolayı “gamlı”dır. Bu mecaz, insanın dışarıdan ne kadar mutlu görünse de içindeki hüzün ve kederin, o mutluluk vasıtasıyla bile sızdığını anlatır. İkinci mısrada ise “Bir dokun bin âh dinle kâse-i fağfûrdan” diyerek, neşe verici olarak bilinen bir çömlek veya kaseye hafifçe dokunduğunda bile, onun içerisine hapsolmuş binlerce “âh” yani feryat ve inilti işiteceğini söyler. Bu, insanoğlunun dertlerinin, o dertleri saklamaya çalıştığı nesnelerden bile taştığını, dertlerin ne kadar derin ve hakiki olduğunu vurgulamaktadır. Bu, aynı zamanda keder ve neşenin iç içe geçtiği, insanın gerçek muhtevasının dış görünüşünden daha karmaşık olduğu bir hakikate işaret eder.
​Makale:
​Duyguların Ayna Düşümü: Kase ve Hüzün
​Hayat, neşenin ve gamın iç içe geçtiği, bazen birbirine karıştığı bir resim gibidir. Dışarıdan bakıldığında parıltılı, neşeli ve huzurlu görünen pek çok sahne, aslında içinde derin bir hüzün ve dert barındırır. İşte kadim şairlerimiz, bu hakikati anlatmak için sanatkârane bir dil kullanmışlardır. Âlî Bey’in beyitinde olduğu gibi, neşe almak için eline alınan bir kase bile, insanın içindeki gamı, kederi ve âhları yansıtan bir ayna hâline gelir.
​Modern hayatın getirdiği koşturmaca ve sosyal medyaların yaptığı sahte mutluluk tabloları, bu eski hakikatin günümüzdeki tecellisidir. Herkesin neşeli, başarılı ve mutlu görünmeye çalıştığı bir dünyada, içteki gam ve hüzünler, o “kâse-i fağfûr”un içine hapsolmuş binlerce âh gibi birikmektedir. Bir insan, en neşeli hâlinde bile, geçmişin izlerini, geleceğin endişelerini ve iç çatışmalarını üzerinde taşır. Bu, fıtratımızda mevcud bir hâldir. Zira dünya, dertlerle ve imtihanlarla dolu bir yerdir. Neşenin mutlak ve kesintisiz olmadığı, her an bir kederin veya hüznün kapımızı çalabileceği gerçeği, bize bu hayatın nihai olmadığını hatırlatır.
​Şairin dokunup âh dinlediği o kase, insanın kendisidir. Kendi içimize dokunduğumuzda, derinlerde birikmiş, bastırılmış ve saklanmış dertlerimizin, yorgunluklarımızın sesini işitiriz. Bu, bir melankoli veya karamsarlık daveti değil, bilakis bir tefekkür davetidir. Kendimizle yüzleşmek, dertlerimizi tanımak ve onları sahiplenmek, neşeyi hakiki kılmanın ilk adımıdır. Zira sadece hüznü bilen kalpler, neşenin hakiki kıymetini takdir edebilir. Kase, neşeyi değil, neşenin ardındaki hakikati fısıldar: İnsan, keder ve neşenin kesişim noktasında duran, sürekli bir arayış ve olgunlaşma içinde olan bir varlıktır. Bu makale, bizi sadece neşeye değil, aynı zamanda o neşenin kaynağındaki derin hakikatlere ve iç yolculuklara çağırmaktadır.

​2. “Ey murâdım aksine devr eyleyen kec-rev felek…”
​İktibas: “Ey murâdım aksine devr eyleyen kec-rev felek / Şimdi gönlüm nâ-murâd olmak diler n’etsen gerek” (Nev’î)
​İzah ve Açıklama: Nev’î, bu beyitle feleğin yani kaderin veya dünyanın, insanın isteklerine zıt bir şekilde hareket ettiğini dile getirmektedir. “Murâdım aksine devr eyleyen” ifadesi, “isteklerimin tersine dönen”, “kec-rev” ise “eğri gidişli” anlamındadır. Şair, kaderin kendisine karşı bir duruş sergilediğini, isteklerini daima engellediğini vurgular. Ancak ikinci mısrada bu duruma karşı çok ilginç ve ârifâne bir cevap verir: “Şimdi gönlüm nâ-murâd olmak diler n’etsen gerek”. “Nâ-murâd olmak” muradına ermemek, umutsuz ve isteksiz olmak demektir. Şair, madem ki dünya ve kader bana muradıma erme fırsatı vermiyor, öyleyse ben de murat etmekten, istemekten vazgeçerim, der. Bu durum, bir tür teslimiyet hâli olmakla birlikte, aynı zamanda dünyanın gidişatına karşı geliştirilen bir tepkisel felsefedir. İstemenin getirdiği hayal kırıklığından kurtulmak için, istememek yolunu seçmek. Bu, derin bir tecrübenin ve olgunluğun ifadesidir.
​Makale:
​Kaderin İmtihanı ve İradenin Sınırı
​Hayatın en büyük sırlarından biri, insanın istekleri ile karşılaştığı hakikatler arasındaki çelişkidir. İnsan, bir şeyi tüm kalbiyle arzu ederken, bazen kaderin veya feleğin, onun muradını engellediğini hisseder. Bu durum, tarihin her döneminde şairlerin, düşünürlerin ve âriflerin tefekkürüne konu olmuştur. Nev’î’nin beyitleri, bu kadim probleme derinlikli bir bakış açısı sunmaktadır. “Ey murâdım aksine devr eyleyen kec-rev felek” sözü, insanın kendisini kontrol edemediği, gücünün yetmediği dış etkenler karşısındaki çaresizliğini tasvir eder. İnsan, ne kadar çaba sarf etse de, bazı durumların kendi iradesi dışında geliştiğini görür. Bu, en büyük bir imtihandır.
​Ancak makbul olan, bu çaresizlik karşısında yeise düşmek değil, bilakis yeni bir idrak ve duruş kazanmaktır. Nev’î’nin ikinci mısradaki “Şimdi gönlüm nâ-murâd olmak diler n’etsen gerek” cevabı, bu idrakin bir tezahürüdür. İsteklerin getirdiği ıstırabın farkına varan gönül, isteklerden sıyrılarak huzura erme yolunu bulur. Bu, pasif bir kabullenme değil, aksine bir bilgelik ve olgunluk işaretidir. İnsan, muradına ermek için çabalasa da, nihayetinde her şeyin mukadderatın bir cilvesi olduğunu idrak ettiğinde, kalbi daha geniş ve mütevekkil bir hâle gelir. Bu, İslam felsefesindeki “rızâ” makamına da işaret eder. Allah’ın takdirine razı olmak, kalbi isteklerin ve hırsların esaretinden kurtarmak, gerçek huzuru getirecektir. İnsan, feleğin eğri gidişatına karşı durmak yerine, kendi gönlünün eğilimlerini yönlendirerek huzur bulur. Zira asıl gaye, dışarıdaki feleği düzeltmek değil, içerideki gönlü terbiye etmektir.

​3. “Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Resûlallâh…”
​İktibas: “Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Resûlallâh / Değişmem mûyuna heft-âsumânı yâ Resûlallâh / Duyunca makdem-i teşrîfin Âdem sulb-i pâkinden / Değişdi habbeye bâğ-ı cinânı yâ Resûlallâh” (Kânî)
​İzah ve Açıklama: Kânî’nin bu naatı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e duyulan derin muhabbeti ve onun yüce makamını anlatmaktadır. Şair, ilk mısrada Peygamber (s.a.v.)’in ayağının tozuna bile bütün dünyayı değişmeyeceğini söyler. “Gubâr-ı pâyine almam cihânı” ifadesi, bu dünyanın bütün zenginliklerinin ve güzelliklerinin O’nun kutlu ayaklarının tozunun yanında hiçbir değer taşımadığını anlatır. İkinci mısrada ise bu muhabbetin seviyesi daha da yükselerek “mûyuna heft-âsumânı”, yani bir tel saçına yedi kat göğü değişmeyeceğini ifade eder. Bu, O’nun maddiyat üstü, manevi kıymetini vurgular. Üçüncü ve dördüncü mısralar ise çok derin bir manayı ihtiva eder. Şair, Hz. Âdem’in tertemiz sülbünden O’nun teşrif edeceğini duyunca, Cennet’in bile O’nun şerefine daha da güzelleştiğini, “cennet bahçelerinin hububata (tohumlara) dönüştüğünü” ve bu şekilde daha bereketli ve daha muazzam bir hâle geldiğini söyler. Bu beyitler, Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sadece yeryüzü için değil, aynı zamanda bütün âlemler ve hatta Cennet için bile bir bereket ve şeref kaynağı olduğunu vurgular.
​Makale:
​Aşkın Makamı: Habib-i Ekrem’e Gönül Bağlamak
​İnsanlık tarihi boyunca, kalplerde derin izler bırakan, hayatın muhtevasını değiştiren ve ruhlara şifa olan birçok hakikat olmuştur. Bunların en büyüğü ve en şereflisi, hiç şüphesiz ki Peygamber Efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e duyulan aşktır. Kânî’nin bu naatı, bu aşkın ne denli yüce ve ne denli derin olduğunu bizlere göstermektedir. Şairin, “dünyayı O’nun ayağının tozuna değişmem” demesi, bu dünyanın fâni ve gelip geçici değerlerinin, Allah’ın Habibi’nin manevi kıymeti yanında bir hiç olduğunu idrak etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu, sadece bir kuru söz değil, kalbin ve ruhun en derinlerindeki bir muhabbetin, bir bağlılığın ve bir teslimiyetin ifadesidir.
​Hayatın karmaşasında, insan bazen dünyevi hedeflere ve kazanımlara odaklanır. Mal, mülk, şöhret, mevki… Bütün bunlar insanı oyalar, peşinden sürükler. Ancak bu tür bir makale, bizlere asıl kıymetli olanın ne olduğunu hatırlatır. Kânî’nin ifadeleri, müminin nazarında asıl zenginliğin dünyalıklar değil, Peygamber (s.a.v.)’e duyulan muhabbet olduğunu anlatır. Bu muhabbet, sadece dünyayı değil, yedi kat göğü bile önemsiz kılar. Çünkü asıl gaye, O’nun rızasına ve şefaatine nâil olmaktır. Makalemiz, bize manevi bir şuur kazandırır: O’nun adı anıldığında Cennet’in dahi güzelleştiği, O’nunla bütün kâinatın şeref bulduğu bir hakikat karşısında, kendi küçük hedeflerimizi ve isteklerimizi sorgulamalıyız. Asıl hayat, O’na ittiba ile geçendir.

​4. “Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr…”
​İktibas: “Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr / Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim” (Ahmed Paşa)
​İzah ve Açıklama: Ahmed Paşa’nın bu beyti, tasavvufi bir aşkı ve bu aşkın insanda yaptığı etkiyi çok lirik bir dille anlatır. Şair, “ezel”de yani ruhlar yaratıldığı zaman, “yâr”ın, yani Rabb’inin veya Sevgili’nin (Allah veya Peygamber) gözünün canına bir “merhabâ” ettiğini söyler. Bu “merhabâ”, sadece bir söz değil, bir tecelli, bir nazar, bir manevi tanışıklıktır. İkinci mısrada ise bu tecellinin insanda yaptığı etkiyi dile getirir: “Şöyle mest oldum ki gayrın merhabâsın bilmedim”. Bu, o kadar derin bir manevi sarhoşluk ve kendinden geçme hâlidir ki, artık başka hiçbir kimsenin selamını veya varlığını idrak edemez hâle gelmiştir. Bu beyit, hakiki aşkın ve manevi tecellinin, insanı bütün dünyevi bağlardan, kaygılardan ve diğer varlıkların mevcudiyetinden soyutladığını, sadece tek bir odak noktasına, yani Sevgili’ye yönelttiğini anlatır. Bu, fena fillâh (Allah’ta yok olma) hâlinin edebi bir ifadesidir.
​Makale:
​Ezelin Sırrı ve Aşkın manevi Sarhoşluğu
​İnsan hayatı, fani olan ile baki olan arasında sürekli bir gel gittedir. Dış dünyamızın telaşı, geçici ilişkiler ve gündelik meşguliyetler, iç dünyamızın derinliklerini, ezelden gelen sırları ve hakikatleri unutmamıza sebep olabilir. Ahmed Paşa’nın bu beyti, bizi bu unutulmuş hakikatlere doğru bir yolculuğa davet etmektedir. “Ezel” kelimesi, ruhların yaratıldığı ve Allah ile bir ahitleşmenin yaşandığı o mukaddes anı hatırlatır. O an, her bir ruhun kendi Rabbi ile birebir bir merhabalaşma yaşadığı bir andır. Bu “merhabâ”, ruhun fıtratına nakşedilmiş bir tevhîd mührüdür.
​Bu beyit, fani olanın değil, baki olanın peşinden gitmenin kıymetini anlatır. Aşkın manevi sarhoşluğu, insanın kalbini başka her türlü ilgiden temizleyen, bütün dikkatini tek bir noktaya, Allah’a çeviren bir hâldir. Günümüz dünyasında, insan zihni ve kalbi pek çok farklı ses, görüntü ve hedeflerle doludur. Herkesin bir “merhabâ”sı, bir amacı vardır. Ancak bu kargaşa içinde, ezelden gelen o ilk ve en hakiki “merhabâ”yı hatırlayabilen, fani olanın değil, baki olanın peşinden gidebilen kişi, asıl huzuru bulacaktır. Bu makale, bize sadece bir şiir metninin ötesinde, kendi özümüzdeki o ilk ahdi hatırlamayı ve hayatı bu ahdin nurunda şekillendirmeyi telkin etmektedir.

​5. “Ne denli cehd edersen bir murâda…”
​İktibas: “Ne denli cehd edersen bir murâda / Nasîb olmaz mukadderden ziyâde” (Lâedrî)
​İzah ve Açıklama: Lâedrî (ismi bilinmeyen) bir şaire ait olan bu beyit, tasavvufî ve tevhîdî bir felsefenin veciz bir ifadesidir. “Cehd etmek”, çok çaba sarf etmek, gayret göstermek demektir. Şair, bir murada, yani bir hedefe veya isteğe ulaşmak için ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin, “mukadderden ziyâde”, yani mukadder olandan, alın yazısından daha fazlasına ulaşılamayacağını belirtir. Bu, tevekkülün ve kader inancının bir özetidir. İnsan, üzerine düşeni yapmalı, gayret göstermeli ancak sonucun Allah’ın takdirinde olduğunu bilerek huzur bulmalıdır. Bu beyit, aşırı hırsın ve neticeye odaklı bir hayatın getirdiği hayal kırıklığını önlemek için bir uyarı niteliğindedir. İnsan, kendi gücünün ve iradesinin sınırlarını bilmeli, nihai olarak her şeyin bir takdire bağlı olduğunu idrak etmelidir.

​Makale:
​Gayret ve Tevekkül Dengesi: İnsan Hayatının İki Esası
​İnsan hayatı, bazen bitmek bilmeyen bir koşuşturma ve çaba hâlidir. Başarılı olmak, bir hedefe ulaşmak, bir muradına ermek için gece gündüz gayret gösterir. Bu, fıtratının bir gereğidir. Ancak Lâedrî’nin bu hikmetli sözü, bize bu gayretin sınırlarını ve asıl hakikati hatırlatır. “Ne denli cehd edersen bir murâda / Nasîb olmaz mukadderden ziyâde.” Bu söz, insanı tembelliğe çağırmaz; bilakis, onun gayretini daha şuurlu ve anlamlı hâle getirmeyi hedefler. Zira hakiki bir mümin, hem çalışır hem de tevekkül eder. O, elinden gelenin en iyisini yapar, ancak neticeyi sadece ve sadece Allah’a bırakır.
​Günümüz dünyasında, “başarı” kültürü çoğu zaman sadece çaba ve irade üzerine kuruludur. İnsanlara “her şeyi başarabilirsin” mesajı verilirken, bu durumun getirdiği potansiyel hayal kırıklıkları ve ruhi çöküntüler göz ardı edilir. Oysa ki hayat, sadece bizim irademizden ibaret değildir. Kaderin, mukadderatın, ilahi takdirin de rolü vardır. Bu durum, insanı acizliğe sürüklemek yerine, onu daha büyük bir hikmetle buluşturur. Her şeyin nihai olarak bir gayeye hizmet ettiğini anlamak, bizi başarısızlık korkusundan ve hırsların getirdiği huzursuzluktan kurtarır. Bu makale, bize çalışmayı bırakmayı değil, çalışırken kalbimizin itminan bulması için Allah’a dayanmayı ve teslim olmayı telkin etmektedir. Asıl kuvvet ve kudret, sadece O’nundur.

​Makale Özeti
​Bu makale, Osmanlı edebiyatının nadide beyitleri üzerinden insan hayatının temel meselelerini, duygusal derinliklerini ve manevi hakikatlerini geniş bir muhteva ile ele almaktadır. Âlî Bey’in “Neş’e tahsîl etdiğin sâgar da senden gamlıdır” beytinden yola çıkarak, dışarıdan görünen neşe ve iç keder arasındaki zıtlıkları izah eder ve modern hayatın sahte mutluluk tablolarına işaret eder. Nev’î’nin “Ey murâdım aksine devr eyleyen kec-rev felek” beyiti ise, insanın iradesi ve kaderin cilveleri arasındaki dengeyi işler, tevekkülün önemini vurgular. Kânî’nin “Gubâr-ı pâyine almam cihânı yâ Resûlallâh” naatı, Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’e duyulan sevginin ve bu sevginin manevi kıymetinin, dünyevi değerlerin fevkinde olduğunu anlatır. Ahmed Paşa’nın “Cânıma bir merhabâ sundu ezelde çeşm-i yâr” beyti, tasavvufi aşkın insanı nasıl dönüştürdüğünü, fani olanın önemsizleştiğini dile getirir. Son olarak Lâedrî’nin “Nasîb olmaz mukadderden ziyâde” sözü, gayret ve tevekkül arasındaki ince çizgiyi belirler, insanın hırs yerine kalb huzurunu tercih etmesi gerektiğini öğütler. Bu makale, her bir beyitte ele alınan ayrı konuyu, bir bütünlük içinde işleyerek, okuyucuya hikmetli, edebi ve ibretli bir bakış açısı sunar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 88 –

BERCESTE VE İZAHI – 88 –

​1. : Şeyh Galip’ten Ebediyetin İdraki
​İktibas:
​Çekilenler kalır Es’ad bu cihan içre hemân
​Vakt-i şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer
​Şeyh Galip

​İzah ve Açıklama:
​Bu müstesna beyit, büyük divan şairi Şeyh Galip’in kaleminden çıkan, hayatın fâniliğini ve bâkiliğini aynı anda idrak etmemizi sağlayan hikmet dolu bir cevap ihtiva eder. Şeyh Galip, “Es’ad” hitabıyla aslında bütün insanlığa seslenmektedir. Beyitin ilk mısraı olan “Çekilenler kalır Es’ad bu cihan içre hemân” ifadesi, bu dünya âleminde kalıcı olanın, meşakkatlere, sıkıntılara ve imtihanlara sabırla tahammül edenler olduğunu vurgulamaktadır. Maddî varlıklar, dünya serveti ve fânî zevkler bu âlemden göçerken geriye sadece çekilenin, sabreden ve zorluklara göğüs gerenin ruhânî ve manevî kazancı kalmaktadır. Bu manevî miras, Allah katında değer bulan ve ebedî âleme taşınan bir cevherdir.
​İkinci mısrada ise bu hakikat, tezat sanatıyla daha da kuvvetlendirilmiştir: “Vakt-i şâdî de gelir mevsim-i mihnet de geçer.” Hayat, bir tekrardan ibarettir. Nasıl ki mevsimler durmadan değişir, hayatın içindeki sevinçler ve kederler de aynı şekilde gelip geçicidir. Ne sevinç vaktinin sarhoşluğuna kapılıp âhireti unutmak, ne de keder mevsiminde ye’se kapılıp ümidini kaybetmek akıl kârıdır. Şeyh Galip, insanı bu fânî dalgalanmaların üstünde bir idrake davet etmektedir. Kederler, imtihanlar ve sıkıntılar, insanın nefsini terbiye eden ve onu kemale ulaştıran birer vâsıtadır. Sevinçler ise şükür vesilesi olup, kalbin Allah’a daha da yakınlaşması için birer fırsattır. Bütün bu gelip geçici haller içinde kalıcı olan, Allah rızası için çekilenler, yapılan fedakârlıklar ve gösterilen sabırdır. Bu beyit, insana hem dünya hayatına aldanmamasını hem de her halükârda Allah’a yönelerek ebedî bir hayat için hazırlık yapmasını öğütlemektedir.
​Özet:
​Şeyh Galip’in bu beyti, hayatın imtihanlarla dolu olduğunu ve bu imtihanlara sabırla göğüs gerenlerin manevî bir kazanç elde edeceğini anlatır. Ne sevinç ne de kederin kalıcı olduğu bu dünyada, asıl bâki olanın Allah için çekilen sıkıntılar olduğu ifade edilmektedir.

​2. : Übeydi’den Mal ve Varlık Aldanışının İzahı
​İktibas:
​Hâce mâla meyleder kendiye yâr olur sanır
​Gâlibâ dünyâyı miskîn ber-karâr olur sanır
​Übeydi

​İzah ve Açıklama:
​Übeydi’nin bu beyiti, insan tabiatındaki mal hırsını ve fânî dünyaya olan bağlılığı son derece veciz bir şekilde tenkit etmektedir. Beytin ilk mısraı olan “Hâce mâla meyleder kendiye yâr olur sanır” ifadesi, zenginlik peşinde koşan ve mal biriktiren kişinin, bu mal ve mülkü kendisine bir dost, bir yardımcı, bir yoldaş edineceğini zannettiğini ortaya koyar. Oysa mal, ne bir vefa sahibidir ne de bir sırdaştır. Malın dostluğu, sadece varlığına bağlıdır ve ölüm anında insanı terk eder. O şahıs, malın kendisine fayda vereceğini, onu mesut ve huzurlu kılacağını düşünürken, aslında kendi eliyle kendisini dünyaya bağımlı hâle getirmekte ve gerçek dost olan Allah’tan uzaklaşmaktadır.
​İkinci mısra olan “Gâlibâ dünyâyı miskîn ber-karâr olur sanır” ise bu aldanışın bir başka yönünü, bu sefer “miskin” yani zavallı insan üzerinden ifşa eder. Fakir, yokluk içinde olan kimse bile, bu dünyanın ebedî ve kararlı bir şekilde devam edeceğini zanneder. Hayatın gelip geçici, fânî ve geçici bir imtihan olduğunu unutur. Bu, bir nevi çaresizliğin verdiği bir aldanıştır. Mal sahibi malıyla, fakir ise içinde bulunduğu durumla dünyayı ebedî sanır. Oysa dünya, kimseye kalmamış, ne zengini ne de fakiri ayırmamıştır. Bu beyit, bütün insanları dünya malına ve dünyanın fâniliğine karşı uyararak, asıl kararlı ve bâki olanın Ahiret hayatı olduğunu hatırlatmaktadır.
​Özet:
​Übeydi’nin beyti, insanın mal hırsına kapılarak onu kendisine dost sanmasını ve fakirlerin dahi dünyanın ebedî olduğunu zannetmesini eleştirir. Her iki durumun da bir aldanış olduğunu vurgulayarak, dünya hayatının gelip geçici olduğunu ifade eder.

​3.: Şâhidi’den İbadet Burhanı
​İktibas:
​Şâhidi derd ü belâdır şâhid-i aşk u velâ
​Sebt-i da’vâ etmeye bürhâna gelmişlerdeniz
​Şâhidi

​İzah ve Açıklama:
​Şâhidi’nin bu derin mana ihtiva eden beyiti, aşk ve ibadetin mahiyetini ve bu hayatın asıl gayesini izah etmektedir. İlk mısra, “Şâhidi derd ü belâdır şâhid-i aşk u velâ” ifadesiyle, hakikî aşkın ve Allah dostluğunun şahidinin çekilen dertler ve belalar olduğunu ortaya koyar. Bir insan, Allah’a olan sevdasını iddia ediyorsa, bu iddianın ispatı, maruz kaldığı musibetlere ve imtihanlara karşı gösterdiği sabır ve tahammüldür. Zira Allah, sevdiği kulunu dert ve belalarla imtihan ederek onun imanını ve sadakatini sınar. Bu dertler, âşıkın kalbini temizler ve onu Allah’a yaklaştırır. Tasavvufî mânâda dert, bir dermanın müjdecisi, belâ ise rahmet kapısının anahtarıdır.
​İkinci mısra olan “Sebt-i da’vâ etmeye bürhâna gelmişlerdeniz” ifadesi ise insan hayatının asıl gayesini ve bu dünya âlemine geliş sebebimizi izah etmektedir. Şâhidî, “Biz bu dünyaya, kulluk iddiamızı ispatlamak için delil aramaya gelmişlerdeniz” demektedir. Yani dünya, sadece bir zevk yeri değil, aynı zamanda Allah’a olan kulluk davasını ispatlayacağımız, bu davayı delillerle süsleyeceğimiz bir mahkeme salonudur. Kulluğun delili, sadece sözle iddia değil, amel, ibadet ve dertlere karşı sabırla gösterilen tahammüldür. Bu beyit, hayatı bir vazife, bir imtihan ve bir ispat süreci olarak görmemizi öğütleyerek, sadece lafta kalan bir inancın kâfi olmadığını, bu inancın fiillerle ispatlanması gerektiğini vurgular.
​Özet:
​Şâhidi, gerçek aşkın ve Allah’a olan sadakatin delilinin çekilen dertler ve belalar olduğunu söyler. Bu dünyaya, kulluk iddiamızı ispatlamak için geldiğimizi ve asıl gayemizin sözle değil, amellerle delil sunmak olduğunu belirtir.

​4. Makale: Nasuhi’den Feyzin Anahtarı Üzerine
​İktibas:
​Be-porsidem zi yek sâhib-dilî çîst feyz-i miftâh
​Be-goftâ der seher tehlîl ü zikr-i hazret-i Fettâh
​Nasuhi (Ömer Nasuhi Bilmen)

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, ilim ve maneviyat ehli Ömer Nasuhi Bilmen’in kaleminden, manevî bir soruya verilen hikmetli bir cevabı ihtiva etmektedir. İlk mısra, “Be-porsidem zi yek sâhib-dilî çîst feyz-i miftâh” ifadesiyle, “Gönül ehli birine feyzin anahtarı nedir, diye sordum” mânâsına gelir. Feyz, manevî bolluk, ilahî bereket ve nurdur. Bu mânâda, feyzin anahtarını aramak, kalbin diriliğine, ruhun aydınlanmasına ve Allah’a yakınlaşmaya giden yolu sormaktır. Bu soru, sadece ilim ehli için değil, bütün manevî yolcular için en ehemmiyetli suallerden biridir.
​İkinci mısra, bu ehemmiyetli sualin cevabını vermektedir: “Be-goftâ der seher tehlîl ü zikr-i hazret-i Fettâh.” Yani, o gönül ehli kimse “seher vaktinde (tahmid, zikir ve tesbihin en kıymetli olduğu) Lâ ilâhe illallah (tehlil) ve Feth edici, bütün kapıları açan Fettâh olan Allah’ı zikretmek” diye cevap vermiştir. Bu cevap, manevî hayatın temel direklerini işaret etmektedir. Seher vakti, gecenin en derin ve en sessiz vaktidir; bu vakit, Allah’a yakınlaşmak ve O’nunla baş başa kalmak için en münasip zamandır. Bu vakitte yapılan ibadetler ve zikirler, kalbe ve ruha sirayet ederek insanı manen yüceltir. Tehlil, yani Lâ ilâhe illallah kelime-i tevhidi ise bütün kâinatın hakikatini özetleyen bir kelimedir; kalpteki bütün batıl düşünceleri, nefsânî istekleri temizleyerek insanı sadece Allah’a kul eyler. Fettâh ismi şerifi ise, sadece maddî kapıları değil, aynı zamanda ilahî rahmet, mağfiret ve feyz kapılarını da açan anlamına gelir. Bu beyit, insana manevî bir yol haritası sunarak, hakikî feyze ulaşmanın yolunun seher vaktindeki ibadet ve zikirden geçtiğini beyan etmektedir.
​Özet:
​Nasuhi’nin bu beyiti, bir gönül ehline feyzin anahtarının ne olduğu sorusunu ve bu soruya verilen cevabı konu edinir. Cevap, seher vaktinde Lâ ilâhe illallah diyerek ve Fettâh ismiyle Allah’ı zikrederek manevî kapıların açılacağını belirtir.

​5. : Azeri Çelebi’den Yüksek Makamların Sevilmemesi Üzerine
​İktibas:
​Pâye-i âlî recâ etmez kapında hâk olan
​Taht-ı şâhî istemez menzilgehi eflâk olan
​Azeri Çelebi

​İzah ve Açıklama:
​Azeri Çelebi’nin bu derin mânâlı beyiti, Allah’a olan yakınlığın ve manevî makamların, maddî makamları ve dünyevî ihtirasları değersiz kıldığını ifade etmektedir. Beyitin ilk mısraı, “Pâye-i âlî recâ etmez kapında hâk olan” ifadesiyle, Allah’ın kapısında tevazu ile eğilip kendisini toprak gibi hisseden bir kulun, artık yüksek dünyevî makamlar peşinde koşmayacağını anlatmaktadır. “Hâk” (toprak), tevazu ve alçakgönüllülüğün sembolüdür. Bir insan, nefsini terbiye edip Hakk’ın kapısında toprağın sükûnetine ve tevazusuna ulaştığında, artık bu fânî dünyanın geçici makamlarının bir kıymeti kalmaz. Çünkü o, en yüce makamın Allah’a yakınlık olduğunu idrak etmiştir.
​İkinci mısra, bu fikri daha da kuvvetlendirmektedir: “Taht-ı şâhî istemez menzilgehi eflâk olan.” Yani, “Menzili gökler olan, yani Allah’a yakınlık makamına ulaşan bir kimse, artık padişah tahtı gibi dünyevî makamları istemez.” Bu, tasavvufî bir makamın, dünya saltanatından üstün olduğunu göstermektedir. Gönlü Allah’ın aşkıyla dolan, manevî mertebeleri yükselen bir kul için, fânî dünya makamları ve mevkileri anlamsızlaşır. Çünkü o, fânîden bâkiye doğru bir seyir içerisindedir ve asıl menzili, yani varış noktası, göklerin ötesindeki ilahî huzurdur. Bu beyit, insanı dünyaya hapsolmuş bir hayat sürmekten kurtararak, asıl değerin Allah’a yakınlıkta olduğunu ve bu yakınlığa ulaşan kişinin dünyevî heveslerden arındığını anlatmaktadır.
​Özet:
​Azeri Çelebi’nin beyiti, Allah’ın kapısında tevazuyla duran bir kişinin, dünyevî makamlara heves etmeyeceğini ifade eder. Asıl manevî menzili ve gayesi gökler olan bir kulun, fânî padişah tahtlarını arzu etmeyeceğini vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 87 –

BERCESTE VE İZAHI – 87 –

​1: Şeyhülislâm Ârif Hikmet
​Beyit:
​Dünyâde nakd-i ömr ile kâlâ-yı müştera
Ukbâda zîb-i dûş-ı nedâmet değil midir

​İzah ve Açıklama:
Şeyhülislâm Ârif Hikmet’in bu beytinin muhtevasına göre, dünyadaki hayatımızı, yani “nakd-i ömrü” (ömür sermayesini) vererek satın aldığımız her şeyin, yani “kâlâ-yı müştera”nın (satın alınmış malın), ahirette “zîb-i dûş-ı nedâmet”ten (pişmanlık omuzlarının süsü/yükü) başka bir şeye dönüşmeyeceğini ifade etmektedir. Şair, ömür sermayesinin ne kadar kıymetli olduğuna ve bu sermayenin yanlış yere sarf edilmesinin ne gibi sonuçlar doğuracağına dair bir îkazda bulunmaktadır. Dünya malına ve meşgalelerine harcanan her bir anın, ahirette sahibine ağır bir yük ve derin bir pişmanlık getireceği vurgulanmaktadır. Bu beyit, asıl kazancın ve yatırımın ahiret için yapılması gerektiğini hikmetli bir lisanla anlatmaktadır.

​2: Yûnus Emre
​Beyit:
​Yanmışam aşkına tâ kül olunca
Boyandım rengine solmazam ayruk

​İzah ve Açıklama:
Yûnus Emre, Hak aşkının muazzam kuvvetini bu beytinde terennüm etmektedir. “Yanmışam aşkına tâ kül olunca” ifadesi, aşk ateşinde tamamen yok olmayı, benliğinden arınmayı, fani olan her şeyden geçmeyi ifade eder. Aşkın nihai gayesi, âşıkın kendi varlığını maşukunun varlığında eritmesidir. “Boyandım rengine solmazam ayruk” dizesi ise bu fani varlığın terk edilmesiyle baki bir renge bürünmeyi anlatır. Yûnus, Hak aşkıyla dolan bir kalbin, artık dünya hevesleriyle solup gitmeyeceğini, fani olanın değil, baki olanın rengiyle boyandığını ve bu rengin ebedî olduğunu belirtir. Bu beyit, Allah’a olan sevginin insanı nasıl ebedîleştirdiğini ve fani olanın ötesine taşıdığını göstermektedir.

​3: Niyâzî-i Mısrî
​Beyit:
​Bu fenâ gülzârına tâlib olanlar anlamaz
Vechi bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi

​İzah ve Açıklama:
Bu beyitte Niyâzî-i Mısrî, kendi tasavvufî idrakini ve Hak yolundaki duruşunu açıklarken, kimlerin kendisini anlayabileceğini ortaya koymaktadır. “Bu fenâ gülzârına tâlib olanlar anlamaz” ifadesi, fani dünya hayatının gül bahçesi gibi gelgeç güzelliklerine talip olanların, yani yalnızca dünyevî menfaatleri ve lezzetleri arayanların, kendisini ve Hak yolundaki dervişleri idrak edemeyeceğini belirtir. Bu zümre, görünüşe takılıp hakikatten gafil olanlardır. “Vechi bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi” dizesi ise, bizi ancak “vechi bâkî” olanın (baki olanın yüzünün), yani Hak Teâlâ’nın sonsuz güzelliğine hayran olanların anlayabileceğini ifade eder. Niyâzî, bu yolda gidenlerin amacının fani dünya değil, baki olanın cemaline ermek olduğunu ve bu gayeye sahip olanların birbirini hakikatte tanıyabileceğini beyan etmektedir.

​Ömür ve Vuslat Yolunda İnsan
​Giriş
Hayat, bir yolculuktan ibarettir ve bu yolculukta her birimizin omuzlarında yükler, kalplerimizde arzular, zihinlerimizde sualler mevcuttur. Edebiyatımızın zirve isimleri olan Yûnus Emre, Şeyhülislâm Ârif Hikmet ve Niyâzî-i Mısrî gibi Hak dostu şairler, bu yolculuğun en mühim duraklarını şiirleriyle izah etmiştir. Onların beyitleri, insana, kendi hakikatini, bu dünyadaki misyonunu ve nihai varış noktasını hatırlatan birer hikmet pınarıdır.
​Ömür Sermayesinin Akıbeti
Şeyhülislâm Ârif Hikmet’in dediği gibi, “Dünyâde nakd-i ömr ile kâlâ-yı müştera / Ukbâda zîb-i dûş-ı nedâmet değil midir.” Bu beyit, her nefesin bir sermaye, her saniyenin bir hazine olduğunu bize hatırlatır. İnsan, bu kıymetli sermayeyi, fani olan dünyaya ait “kâlâ”ları (malları) satın almak için kullanır. Oysa dünya, bir imtihan meydanıdır ve asıl kazanç, ahirette sahibine fayda verecek olan amellerdir. Bu hakikatten gafil olanlar, ömürlerini fani heveslerin peşinde harcadıklarında, ahirette en büyük yükleri, yani “nedâmet”i (pişmanlığı) omuzlarında taşıyacaklardır. Bu beyit, bize ebedî olanı fani olana tercih etmemiz gerektiğini, ömür sermayemizi Allah rızası için harcamamız icap ettiğini ve aksi takdirde en büyük kaybın bu olacağını hikmetli bir lisanla ifade eder.
​Aşkın Dönüştürücü Kudreti
Yûnus Emre’nin o meşhur beyti, aşkın bir insanı nasıl baştan aşağıya değiştirebileceğinin en güzel misallerindendir: “Yanmışam aşkına tâ kül olunca / Boyandım rengine solmazam ayruk.” Bu sözler, Hak aşkının bir insanı kendi nefsinden, kendi benliğinden, kendi fani kimliğinden nasıl arındırdığını anlatır. Aşk, bir ateştir ve bu ateşte yanmayı göze alanlar, fani olanın külüne dönüp, baki olanın rengine bürünürler. Bu, bir yok oluş değil, bir diriliştir. Aşk, insanı fani olanın solgunluğundan kurtarıp, ebedî olanın parlaklığına taşır. Hak aşkına gönül verenler, artık dünya hayatının geçici hevesleriyle solmazlar, çünkü onlar, Allah’ın ebedî olan rengiyle boyanmışlardır.
​Hakikat Ehlinin Mizaç ve Duruşu
Niyâzî-i Mısrî, bu hakikatin ancak belirli bir kalbî idrake sahip olanlar tarafından anlaşılabileceğini vurgular: “Bu fenâ gülzârına tâlib olanlar anlamaz / Vechi bâkî hüsnüne hayrân olan anlar bizi.” Bu sözler, dünya sevdasına düşmüş, fani olanın peşinden koşanların, tasavvuf ehlini ve onların yolunu idrak edemeyeceğini izah eder. Hakikat yolunun yolcuları, dünya hayatının geçici gül bahçeleriyle değil, “vechi bâkî” olanın sonsuz güzelliğiyle ilgilenirler. Onların nazarında dünya, bir imtihan durağıdır; asıl gaye ise Allah’ın cemaline vuslattır. Bu sebeple, Hak’kın sonsuz güzelliğine hayran olanlar, bu yolda yürüyenlerin birbirini anladığı bir sırdaşlık âlemine girerler.

​Hülâsa
Bu beyitler, farklı dönemlerde ve farklı meşreplerde yaşamış şairlerin dilinden dökülmüş olsalar da, aslen birbiriyle bütünleşen bir hakikati ihtiva ederler. Şeyhülislâm Ârif Hikmet, ömür sermayesinin fani işlerle tüketilmesinin pişmanlık getireceğini ihtar ederken, Yûnus Emre, Hak aşkının insanı ebedîleştiren ve onu fani heveslerden kurtaran bir kuvvet olduğunu anlatır. Niyâzî-i Mısrî, bu hakikatin ancak manevî idraki yüksek olanlar tarafından anlaşılabileceğini belirtir. Bu hikmetli sözler, insana, hayatını mânâsız hevesler peşinde harcamak yerine, ömrünü Hak’ka adaması gerektiğini ve bu yoldaki aşkın, vuslatın, pişmanlığın hatırlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




DENGE UNSURU

DENGE UNSURU

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, kâinatı tesadüflerin oyuncağı olan kör bir mekanizma olarak değil, her zerresinde ince bir sanat, şaşmaz bir ölçü ve derin bir hikmet bulunan İlâhî bir sanat eseri olarak tasvir eder. Bu eserin temel prensibi “mizan”dır; yani her şeyin yerli yerine konulduğu, hassas bir denge ve nizamdır. Kozmik, ekolojik ve ahlâkî (moral) denge, bu tevhidî bakış açısının birbirinden ayrılmaz cüzleridir.

​Kâf Sûresi 7. Âyet: Yerkürenin İstikrarı ve Dağların Faaliyeti
​Cenâb-ı Hak, yeryüzünü insan hayatına elverişli bir beşik haline getirmesindeki sanatını ve hikmetini şöyle beyan eder:
​وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا وَاَلْقَيْنَا ف۪يهَا رَوَاسِيَ وَاَنْبَتْنَا ف۪يهَا مِنْ كُلِّ زَوْجٍ بَه۪يجٍۙ
“Yeryüzünü de yaydık, üzerine sabit dağlar yerleştirdik ve orada her türden güzel bitkiler yetiştirdik.” (Kâf 50/7)

​Bu âyet-i kerîme, lafzının ötesinde, günümüz ilimlerinin yeni keşfettiği derin hakikatlere işaret etmektedir:
• ​Yeryüzünün Yayılması (وَالْاَرْضَ مَدَدْنَاهَا): Bu ifade, yeryüzünün hayat için elverişli bir “döşek” haline getirilmesini anlatır. Jeolojik açıdan bu, arz kabuğunun soğuyarak sabit bir zemin oluşturması, atmosferin hayatı koruyacak bir yapıya kavuşması ve toprakların ziraate uygun hale gelmesi gibi pek çok mertebeyi ihtiva eder. Bu “yayılma”, hayatın başlaması ve devam etmesi için zarurî olan ekolojik şartların hazırlanmasıdır.
• ​Sabit Dağlar (رَوَاسِيَ): Kur’ân’da dağlar için sıkça kullanılan “revâsî” kelimesi, “sabit kılanlar, ağır baskılar, gemi demirleri” gibi manalara gelir. Bu, dağların sadece birer yeryüzü şekli olmadığını, yerkürenin istikrarında hayatî vazifeler gördüğünü gösterir.
• ​Jeolojik Denge (İzostasi): Modern jeoloji, dağların yeryüzüne doğru yükselen kısımları olduğu gibi, yerin derinliklerine (manto tabakasına) doğru inen ve “kök” adı verilen çok daha büyük kısımları olduğunu keşfetmiştir. Tıpkı bir kazık veya çivi gibi, bu kökler sayesinde dağlar, yerkabuğunu oluşturan tektonik levhaların birbirine karşı daha dengeli durmasını sağlar, şiddetli sarsıntıları ve yalpalamaları önleyerek arzın istikrarına hizmet ederler. Âyetteki “revâsî” tabiri, dağların bu “kazık” ve “dengeleyici” vazifesine harika bir şekilde işaret eder.
• ​Ekolojik Denge: Dağlar, aynı zamanda ekosistemin “su kuleleri”dir. Yükseklikleri sayesinde bulutları yoğunlaştırarak yağış alırlar, kar ve buzulları depolayarak nehirlerin ve su kaynaklarının yıl boyu beslenmesini temin ederler. Farklı iklim kuşakları oluşturarak bitki ve hayvan çeşitliliğine (biyoçeşitlilik) zemin hazırlarlar. Âyetin devamındaki “…orada her türden güzel bitkiler yetiştirdik” ifadesi, dağların sağladığı bu jeolojik ve iklimsel istikrarın, yeryüzündeki hayatın neşvüneması için nasıl bir zemin teşkil ettiğini gösterir.
​”Mizan” Kavramının Ekolojik ve Ahlâkî Düzenle İrtibatı
​Kur’ân’ın en temel mefhumlarından biri olan “mizan”, sadece adalet terazisi değil, bütün kâinata konulmuş olan İlâhî denge ve ölçüdür.
​”Göğü O yükseltti, dengeyi (mîzanı) O koydu. Sakın dengeyi bozmayın.” (Rahmân 55/7-8)

​Bu âyetler, mizan kavramının iki boyutunu birleştirir:
• ​Ekolojik Mizan: Kâinattaki her şey, hassas bir ölçü ve denge (kader ve mizan) ile yaratılmıştır. Atmosferdeki gazların oranı, suyun döngüsü, besin zincirleri, gezegenlerin yörüngeleri… Bütün bunlar, en küçük bir sapmayı kabul etmeyen ilâhî bir mizanın eseridir. Canlıların hayatta kalması, bu ekolojik dengenin korunmasına bağlıdır. Bu denge, Allah’ın el-Adl, el-Hakîm, el-Mukaddir isimlerinin bir tecellîsidir.
• ​Ahlâkî (Moral) Mizan: Allah, kâinata koyduğu bu fizikî dengeye paralel olarak, insan toplumunun ve ferdin hayatı için de bir ahlâkî denge vazetmiştir. Bu, adalettir, itidaldir, hakkaniyettir, israftan (israf) kaçınmaktır. İnsanın kendisine, topluma ve Rabbine karşı vazifelerini yerine getirmesi, bu ahlâkî mizanı korumasıdır.
​İrtibat Noktası: Kur’ân’a göre bu iki mizan birbirinden ayrı değildir. İnsanın ahlâkî mizandan sapması, yeryüzündeki ekolojik mizanı da bozar. Hırs, açgözlülük, israf ve adaletsizlik gibi ahlâkî sapmalar; tabii kaynakların ölçüsüzce tüketilmesine, çevrenin kirletilmesine ve ekolojik dengenin altüst olmasına sebep olur. İnsan, yeryüzünün halifesi (halife) olarak bu emaneti, yani mizanı korumakla mükelleftir.
​Günümüz Çevre Krizleri ve “Fesad” Kavramı
​Kur’ân, mizanı bozma eylemini “fesad” kelimesiyle ifade eder. Fesad, bir şeyin itidalden çıkıp bozulması, çürümesi ve nizamının altüst olmasıdır. Cenâb-ı Hak, günümüz çevre krizlerinin temel sebebini ve teşhisini asırlar öncesinden koymuştur:
​ظَهَرَ الْفَسَادُ فِي الْبَرِّ وَالْبَحْرِ بِمَا كَسَبَتْ اَيْدِي النَّاسِ لِيُذ۪يقَهُمْ بَعْضَ الَّذ۪ي عَمِلُوا لَعَلَّهُمْ يَرْجِعُونَ
“İnsanların kendi elleriyle yapıp ettikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu (fesad ortaya çıktı); bu, belki geri dönerler diye, yaptıklarının bir kısmını Allah’ın onlara tattırması içindir.” (Rûm 30/41)

​Bu âyet, çevre krizlerinin modern bir tahlilini sunar:
• ​Sebep: Fesadın kaynağı ilâhî bir takdir değil, doğrudan doğruya “insanların kendi elleriyle yapıp ettikleri”dir (bima kesebet eydinnâs). Sanayi atıklarıyla nehirleri ve denizleri zehirlemek, fosil yakıtlarla atmosferin mizanını bozmak (iklim değişikliği), ormanları yok etmek, toprağı verimsizleştirmek; bütün bunlar modern insanın eliyle işlediği “fesad”ın en açık misalleridir.
• ​Mahiyet: Bu fesad, sadece bir çevre kirliliği değil, İlâhî mizanı ve nizamı bozmaya yönelik bir isyandır. Kâinatın fıtratına aykırı hareket etmektir.
• ​Netice ve Hikmet: Ortaya çıkan ekolojik krizler (kuraklık, seller, yeni hastalıklar, gıda kıtlığı) bir intikam değil, bir uyarı ve ikazdır. Allah, insanın kendi eliyle işlediği fesadın neticelerinin “bir kısmını” (ba’dallezî amilû) ona tattırır. Buradaki hikmet, insanın bu acı tecrübeden ders alması, hatasını anlaması ve fıtratın ve dinin emrettiği doğru yola, yani mizana “geri dönmesi”dir (leallehum yerciûn).
​Hülâsa, Kur’ân’ın bakış açısıyla günümüz çevre krizleri, temelde ahlâkî ve manevî bir krizdir. İnsanın kendisini kâinatın efendisi değil, emanetçisi (emin) ve halifesi olduğunu unutup, hırs ve israfla İlâhî mizanı bozmasının kaçınılmaz bir neticesidir. Çözüm ise, teknolojiyi reddetmek değil, teknolojiyi ve hayat tarzını Kur’ân’ın ortaya koyduğu “mizan” ve “adalet” prensiplerine, yani yaratılışın hikmetine uygun hale getirmektir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
19/10/2025

 

 




YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

YARATILIŞTAKİ TEDRİCİLİK

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, yaratılışı (halk) tek bir anlık fiil olarak değil, hikmet ve sanat dolu, katmanlı ve mertebeli bir süreç (Merâtibü’l-Halk) olarak tasvir eder. Bu tasvir, hem insanın anne karnındaki mikrokosmos yolculuğunda hem de kâinatın makrokosmos sahnesindeki varlık serüveninde kendini gösterir. Yaratılıştaki bu tedricîlik (aşamalı olma), Allah’ın sadece Kâdir (güç yetiren) değil, aynı zamanda Hakîm (her işi hikmetli), Musavvir (en güzel sureti veren) ve Sâni’ (sanatla yapan) olduğunun en parlak delillerindendir.
​Mü’minûn Sûresi: Ontolojik Yaratılış Aşamaları
​Cenâb-ı Hak, insanın yaratılış mertebelerini en açık şekilde Mü’minûn Sûresi’nde beyan buyurur:
​وَلَقَدْ خَلَقْنَا الْاِنْسَانَ مِنْ سُلَالَةٍ مِنْ ط۪ينٍۚ ثُمَّ جَعَلْنَاهُ نُطْفَةً ف۪ي قَرَارٍ مَك۪ينٍۖ ثُمَّ خَلَقْنَا النُّطْفَةَ عَلَقَةً فَخَلَقْنَا الْعَلَقَةَ مُضْغَةً فَخَلَقْنَا الْمُضْغَةَ عِظَامًا فَكَسَوْنَا الْعِظَامَ لَحْمًاۘ ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَۜ فَتَبَارَكَ اللّٰهُ اَحْسَنُ الْخَالِق۪ينَۜ
“Andolsun biz insanı, çamurdan süzülüp çıkarılmış bir özden yarattık. Sonra onu, oturaklı bir yere (rahme) bir nutfe (sperm) olarak yerleştirdik. Sonra o nutfeyi bir alaka (rahim duvarına tutunan embriyo) yaptık. Peşinden, o alakayı, bir parçacık et (mudga) haline soktuk; bu bir parçacık eti kemiklere (izâm) çevirdik; bu kemiklere de et (lahm) giydirdik. Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla (halkan âhar) varettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şânı ne yücedir!” (Mü’minûn 23/12-14)

​Bu âyetler, modern embriyolojinin asırlar sonra keşfedeceği biyolojik hakikatleri haber vermesinin ötesinde, daha derûnî bir ontolojik (varlıksal) yükselişi tasvir eder:
• ​Maddenin Mertebeleri: Yaratılış, en basit ve potansiyel halden (nutfeden) başlayarak, giderek daha karmaşık ve organize yapılara (alaka, mudga, izâm, lahm) doğru ilerler. Bu, varlığın sadece biyolojik değil, aynı zamanda “kıymet” ve “sanat” açısından da mertebe kat ettiğini gösterir. Bir damla su, şekilsiz bir et parçasına, o da kemiklerden müteşekkil bir iskelete ve en sonunda tam bir bedene dönüşür. Her aşama, bir önceki aşamadan daha mükemmel ve daha sanatlıdır.
• ​Varlığın Sıçraması (Halkan Âhar): Âyetlerin zirve noktası, “Sonra onu, bambaşka bir yaratılışla varettik” (ثُمَّ اَنْشَأْنَاهُ خَلْقًا اٰخَرَ) ifadesidir. Bu, önceki maddi ve biyolojik mertebelerden tamamen farklı, nitelikli bir sıçramadır. Müfessirlerin ekseriyeti, bu “bambaşka yaratılış”ın insana Ruh’un üflenmesi olduğunu belirtmişlerdir. Bu noktada varlık, sadece et ve kemikten ibaret bir canlı olmaktan çıkar; akıl, şuur, irade, vicdan ve iman kabiliyetine sahip bir “insan” haline gelir. Bu, maddeden manaya, biyolojiden metafiziğe geçişin ta kendisidir. Demek ki yaratılış, düz bir çizgi değil, her mertebede Allah’ın farklı bir isminin tecellîsiyle yükselen ve sonunda manevi bir kimlik kazanan ontolojik bir merdivendir.
​”Altı Günde Yaratma”nın Manevî Devirleri (Mertebeleri)
​Kur’ân-ı Kerîm, pek çok âyette göklerin ve yerin “altı günde” (fî sitteti eyyâm) yaratıldığını beyan eder. Buradaki “yevm” (gün) kelimesini, bizim 24 saatlik dünya günümüz olarak anlamak, zaman mefhumunun izafiliğini ve Allah’ın zamandan münezzeh olduğunu göz ardı etmek olur.
​Bu “altı gün”, altı uzun devir, altı mertebe veya altı kozmolojik evre olarak anlaşılmalıdır. Allah’ın kudreti her şeye bir anda “Ol!” demeye yettiği halde, kâinatı bu altı devirde, yani mertebelerle yaratmasının pek çok hikmeti vardır:
• ​Esmâ’nın Tecellîsi: Ani ve def’î bir yaratılış, sadece Allah’ın mutlak Kudret’ini gösterirdi. Fakat mertebelerle yaratılış; Kudret ile birlikte Hikmet’i, İlim’i, İrade’yi, Nizam’ı, Sanat’ı (el-Hakîm, el-Alîm, el-Musavvir, en-Nazzâm isimlerini) de gösterir. Her bir devir, Allah’ın farklı isimlerinin nakışlarını sergileyen bir sayfa gibidir.
• ​Kanunların Vazedilmesi: Kâinatın tedricî olarak yaratılması, Allah’ın kâinata yerleştirdiği ve bizim “tabiat kanunları” dediğimiz İlâhî âdetlerin (Sünnetullah) yerleşmesine ve görünür olmasına imkân tanımıştır.
• ​Tefekkür ve İbrete Davet: Bu mertebeli yaratılış, şuur sahibi varlıkları (insan ve cinleri) kâinat kitabını okumaya, bu nizam ve hikmet üzerine tefekkür etmeye ve Yaratıcı’nın azametini idrak etmeye davet eder.
​Bu altı devrin mahiyeti hakkında kesin bir şey söylemek mümkün olmasa da, kâinatın büyük patlamadan galaksilerin oluşumuna, yeryüzünün hayata elverişli hale getirilmesinden bitkiler, hayvanlar ve nihayet insanın yaratılmasına kadar geçen büyük kozmolojik ve biyolojik evreleri temsil ettiği düşünülebilir.
​Risale-i Nur’un “Mertebelerle Halk” Anlayışıyla Kur’ânî Paralellikler
​Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, Risale-i Nur Külliyatı’nda yaratılıştaki bu mertebeli ve tedricî olma hakikatini “Kanun-u Tedric” olarak isimlendirir ve Kur’ânî temellerini izah eder. Ona göre, Cenâb-ı Hakk’ın her şeyi bir anda yaratmaya muktedir iken, hikmetiyle aşamalı bir yaratılışı tercih etmesi, O’nun sanatının ve isimlerinin mükemmelliğini göstermek içindir.
​Bu anlayış, yukarıda zikredilen Kur’ânî hakikatlerle tam bir paralellik arz eder. Risale-i Nur’daki izahlar, bu âyetlerin bir nevi tefsiri mahiyetindedir. Mesela, bu hikmet şöyle iktibas edilebilir:
​”Evet, izzet ve azamet ister ki, esbâb perdedâr-ı dest-i kudret ola aklın nazarında. Tevhid ve celâl ister ki, esbâb ellerini çeksinler tesir-i hakikîden. Bu hikmetin sırrıdır ki, Hâlık-ı Kâinat, icadda, biri ibdâ’, diğeri inşâ olmak üzere iki tarzı ihtiyar etmiştir. (…) Fakat inşâ ve terkipte, zîhayat ve zîşuuru, bir kanun-u tekâmül ile, yani tedricî bir surette mertebelerden geçirerek icad ediyor. Çünkü hikmet-i Rabbâniye, o zîhayatın vücudunda, pek çok Esmâsının cilvelerini nakşetmek ve pek çok hâcetlerini ona takmak ve pek çok âlât ve cihâzât ile onu teçhiz etmekle, camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut veriyor. O vücudu, bir anda ibdâ’ gibi halk etmek, o hikmet-i ekmeli ve san’at-ı etemmi kısmen gizler.” (RNK, Lem’alar, On Yedinci Lem’a’nın On Üçüncü Notası)

​Bu iktibastan da anlaşıldığı üzere:
• ​Paralellik 1: Risale-i Nur, Kur’ân gibi, yaratılışın tedricî olmasının sebebini, Allah’ın pek çok isminin (Esmâ’sının) cilvelerini gösterme hikmetine bağlar.
• ​Paralellik 2: Mü’minûn Sûresi’ndeki insanın mertebelerden geçirilerek “halkan âhar” yani “bambaşka bir yaratılışa” mazhar olması, Risale-i Nur’daki “camid ve basît bir maddeye nisbeten çok san’atlı ve kıymettar ve kemalli bir vücut verme” ifadesiyle örtüşür. İnsanın yaratılışı, en mükemmel sanatın sergilendiği bir zirvedir.
• ​Paralellik 3: “Altı günde yaratma”nın ardındaki hikmet, yani kâinat kitabının okunabilir ve anlaşılabilir kılınması, Risale-i Nur’un ana gayelerinden olan “kâinatı Esmâ-i Hüsnâ’nın bir tecellîgâhı olarak okuma” metoduyla tam bir uyum içindedir.
​Netice olarak, Kur’ân-ı Kerîm ve onun manevi bir tefsiri olan Risale-i Nur, yaratılışın; hikmetsiz, tesadüfî ve tekdüze bir fiil olmadığını, bilakis her aşaması hesaplı, her mertebesi sanatlı ve her katmanı manalı olan İlâhî bir inşa faaliyeti olduğunu ders verirler.
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025




VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

VARLIĞIN HAKİKATİ NUR UNSURU

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de “nur” kavramı, hem kâinatın fizikî yapısını hem de insanın manevi yolculuğunu aydınlatan merkezî bir mefhumdur. Bu kavram, Allah’ın Zât’ını, hidayetini ve kâinattaki tecellîlerini anlamada bir anahtar vazifesi görür. Modern ilmin “enerji” olarak isimlendirdiği temel varlık prensibi ise, bu kadîm hakikatin tefekkür edilmesinde yeni bir nazar açısı sunabilir.

​”Allah, Göklerin ve Yerin Nurudur” Âyetinin Mânevî ve Fizikî Manaları

​Nur Sûresi’nin 35. âyeti, “nur” kavramının zirve noktasını teşkil eder:
​اَللّٰهُ نُورُ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِۜ مَثَلُ نُورِه۪ كَمِشْكٰوةٍ ف۪يهَا مِصْبَاحٌۜ اَلْمِصْبَاحُ ف۪ي زُجَاجَةٍۜ اَلزُّجَاجَةُ كَاَنَّهَا كَوْكَبٌ دُرِّيٌّ يُوقَدُ مِنْ شَجَرَةٍ مُبَارَكَةٍ زَيْتُونَةٍ لَا شَرْقِيَّةٍ وَلَا غَرْبِيَّةٍۙ يَّكَادُ زَيْتُهَا يُض۪ٓيءُ وَلَوْ لَمْ تَمْسَسْهُ نَارٌۜ نُورٌ عَلٰى نُورٍۜ يَهْدِي اللّٰهُ لِنُورِه۪ مَنْ يَشَٓاءُۜ وَيَضْرِبُ اللّٰهُ الْاَمْثَالَ لِلنَّاسِۜ وَاللّٰهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَل۪يمٌۙ
“Allah, göklerin ve yerin nûrudur. O’nun nûrunun temsili, içinde lamba bulunan bir kandillik gibidir. O lamba bir cam içindedir, cam ise sanki inci gibi parlayan bir yıldızdır; bu lamba ne doğuya ne de batıya ait olan, yağı neredeyse ateş değmese bile ışık verecek olan mübarek bir zeytin ağacından yakılır. Nûr üstüne nûr. Allah nûruna dilediğini kavuşturur. Allah insanlar için misaller getirir. Allah her şeyi hakkıyla bilmektedir.” (Nûr 24/35)

​Bu âyet-i kerîmedeki “nur” ifadesi, müfessirler tarafından iki ana vechede tahlil edilmiştir:
• ​Mânevî Mana (Hakikî Mana): Âyetteki “nur”dan asıl murad, hissî ve fizikî ışık değildir. Zira Allah, maddeden ve cisimden münezzehtir. Buradaki mana şudur:
• ​Varlık Veren (Mûcid): Allah, gökleri ve yeri yokluk karanlığından varlık aydınlığına çıkaran yegâne Zât’tır. O olmasaydı, bütün kâinat adem (yokluk) karanlığında kalırdı. Varlığın kendisi, O’nun en-Nûr isminin bir tecellîsidir.
• ​Hidayet Veren (Hâdî): Allah, akılları cehalet ve şüphe karanlığından, kalpleri küfür ve isyan karanlığından iman ve marifet aydınlığına çıkaran hidayetin kaynağıdır. Kur’ân bir nurdur, Peygamber (s.a.v) bir nurdur, iman bir nurdur ve bütün bu nurların menbaı Allah’tır. Âyetin sonundaki “Allah nûruna dilediğini kavuşturur” ifadesi, bu manayı kuvvetlendirir.
• ​İdare Eden (Müdebbir): Göklerdeki ve yerdeki bütün nizamı kuran, her şeyi hikmetle aydınlatan ve idare eden O’dur. Kâinattaki her kanun, her sanat, O’nun ilim ve hikmetinin bir nurudur.
• ​Fizikî Mana (Teşbihî Mana): Cenâb-ı Hak, kendi nurunu (hidayetini) insanların zihnine yaklaştırmak için, onların bildiği en parlak ve en latîf şey olan fizikî ışıktan bir misal getirir. Nasıl ki maddi nur, eşyanın görülmesini ve tanınmasını sağlıyorsa, Allah’ın manevi nuru da hakikatlerin bilinmesini ve idrak edilmesini sağlar. Dolayısıyla, kâinattaki bütün fizikî ışık kaynakları (güneş, yıldızlar vs.) O’nun en-Nûr isminin mahlûku ve O’nun yaratma fiilinin zayıf bir gölgesidir. O, nurun kendisi değil, Nurun Yaratıcısı ve Sahibidir.

​Hidayet ve Fizikî Işık Olarak “Nur”un Mukayesesi

​Kur’ân-ı Kerîm, “nur” kelimesini bu iki mana arasında derin bir bağlantı kurarak kullanır:
• ​Nur (Hidayet)  مقابل Zulumât (Dalâlet): Kur’ân’da “nur” tekil (müfred) olarak gelirken, karşıtı olan “karanlıklar” (zulumât) çoğul (cem’î) olarak gelir. ​”Allah iman edenlerin velîsidir, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. İnkâr edenlerin velîleri ise tâğuttur, onları aydınlıktan çıkarıp karanlıklara sokarlar…” (Bakara 2/257)
Burada “nur”un tekil olması, hakikatin ve hidayetin tek bir yol olduğunu (Tevhid); “zulumât”ın çoğul olması ise küfür, şirk ve dalâlet yollarının sayısız olduğunu gösterir. Bu kullanım tamamen manevîdir.

• ​Nur (Fizikî Işık): Cenâb-ı Hak, maddi ışığı da “nur” olarak isimlendirir. ​ “Güneşi ışık (Ziyā’), ayı da nur kaynağı (nūr) yapan, yılların sayısını ve hesabı bilmeniz için ona menziller takdir eden O’dur…” (Yûnus 10/5)
Bu âyette Güneş’in kendi ışığı için “Ziyā'” (daha parlak ve kaynak olan ışık), Ay’ın yansıyan ışığı için “nūr” kelimesinin kullanılması, Kur’ân’ın fizikî hadiselerdeki inceliğini gösterir.

​Mukayesenin Neticesi: Her iki kullanım da “aydınlatma, ortaya çıkarma, görünür kılma” ortak manasında birleşir. Fizikî nur, maddi âlemi gözlere görünür kılar. Manevî nur (iman ve Kur’ân), hakikatler âlemini akıllara ve kalplere görünür kılar. Fizikî olan, manevî olanın bir misali, bir delili ve bir mertebesidir. Gözü aydınlatan Güneş, kalbi aydınlatan İman Nurunun Sâni’ini isbat eder.

​Enerji Kavramı Üzerinden Tecellî-i Esmânın Tahlili

​Modern fizik, maddenin esasında yoğunlaşmış bir enerji olduğunu ortaya koymuştur. Kâinattaki her şey, atom altı parçacıklardan dev galaksilere kadar, enerjinin farklı tezahürlerinden ibarettir. Bu ilmî hakikat, Esmâ-i Hüsnâ’nın tecellîsini tefekkür etmek için yeni ve müessir bir pencere açar.
​Enerji, Kudret Sıfatının Tecellî Sahasıdır: Enerji, tarif olarak “iş yapabilme kabiliyeti”dir. Kâinattaki bütün hareket, değişim ve dönüşümün arkasındaki temel güçtür. Bu açıdan bakıldığında, bizim “enerji” dediğimiz şey, İlâhî Kudret sıfatının mahlûk âlemindeki en temel ve cihan şümul tecellîlerinden biridir. Enerji, mahlûktur; Kudret ise onun Hâlık’ıdır.
​Esmâ-i Hüsnâ’nın Enerji Üzerindeki Nakışları:
• ​el-Kaviyy, el-Metîn, el-Kādir: Atom çekirdeğini bir arada tutan o muazzam nükleer enerji, bu isimlerin bir tecellîsidir. Bir gram maddede saklı olan devasa potansiyel (E=mc²), Kudret-i İlâhiye’nin sonsuzluğuna işaret eden bir harftir.
• ​el-Musavvir, el-Bârî, el-Hâlık: Aynı temel enerji “hamurundan”, farklı suretlerde milyarlarca varlığın (elektron, yıldız, çiçek, insan) yaratılması, bu isimlerin tecellîsidir. Enerji, bu isimlerin nakışlarını işlediği bir “tuval” gibidir.
• ​el-Hakîm, en-Nazzâm, el-Adl: Enerjinin asla yok olmaması (Termodinamiğin 1. Yasası), daima en düzensiz hale doğru akması (Entropi), belirli ve şaşmaz kanunlara tâbi olması; kâinattaki her tecellînin hikmet, nizam ve adaletle olduğunu gösterir.
• ​en-Nûr, el-Hayy, el-Kayyûm: Güneşten yayılan elektromanyetik enerji (ışık ve ısı), yeryüzündeki hayatın kaynağıdır. Bu enerji, el-Hayy (Hayat Veren) ve en-Nûr (Nurlandıran) isimlerinin bir tecellîsidir. Bütün varlıkların ayakta durması ve varlığını sürdürmesi için gereken enerjinin sürekli yaratılması, el-Kayyûm isminin bir yansımasıdır.
​Bu tahlil, enerjiyi ilahlaştırmak değil, bilakis onu bir “âyine-i esmâ” (isimlerin aynası) olarak görmektir.
​Her bir mevcut, Esma-i İlahiyeye birer ayna ve o esmaya ve sıfât-ı mukaddeseye birer delil ve birer alâmettir.

​Bizim “enerji” dediğimiz mahlûk, Allah’ın Kudret sıfatının ve el-Kaviyy, el-Musavvir, el-Hakîm gibi pek çok isminin üzerinde nakışlarını gösterdiği, sürekli akan ve tazelenen bir tecellî nehridir. Bu nazarla tabiata bakıldığında, her hareket ve her dönüşüm, bir Esmâ tecellîsi olarak okunabilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

AKAN BUYUK NEHİR: ZAMAN

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm’de zaman, mahlûk (yaratılmış) bir boyuttur ve Allah’ın mutlak ilmi ve iradesi olan Takdir’den ayrı düşünülemez. Kâinattaki her hadise, her hareket ve bizzat zamanın akışı, ezelî bir ilimle takdir edilmiş bir nizamın tecellîsidir. Bu iki mefhum arasındaki derûnî bağlantı, varlığın hem zahirî (fizikî) hem de bâtınî (metafizik) yapısını anlamada anahtar bir rol oynar.

​Zamanın Akışı ve Kaderin Seyri: “Küllün fî Felekin Yesbahûn”

​Cenâb-ı Hak, kâinattaki kusursuz nizamı ve her şeyin bir ölçü ile hareket ettiğini beyan ederken şöyle buyurur:
​لَا الشَّمْسُ يَنْبَغ۪ي لَهَٓا اَنْ تُدْرِكَ الْقَمَرَ وَلَا الَّيْلُ سَابِقُ النَّهَارِۜ وَكُلٌّ ف۪ي فَلَكٍ يَسْبَحُونَ
“Ne güneşin aya yetişip çatması uygundur ne de gece gündüzü geçebilir. Her biri bir yörüngede yüzmektedir.” (Yâsîn 36/40)

​Bu âyet-i kerîme, lafzı itibarıyla gök cisimlerinin hareketini tasvir ederken, manası itibarıyla zaman ve takdir ilişkisine dair mühim hakikatleri ihtiva eder:
• ​Yörünge ve Takdir: Âyette geçen “felek” (yörünge) kelimesi, her bir varlığın kendisi için çizilmiş olan mukadder seyrini, yani Kader’ini temsil eder. Nasıl ki Güneş, Ay ve diğer gezegenler kendileri için tayin edilen yörüngeden bir an bile şaşmazlarsa, kâinattaki her bir zerre, her bir canlı ve her bir hadise de İlâhî Takdir’in çizdiği hayat yörüngesinde seyreder. Bu seyrin dışına çıkmak mümkün değildir.
• ​Hareket ve Zaman: “Yesbahûn” (yüzmektedirler) fiili, devamlı bir hareketi ve akışı ifade eder. Bizim “zaman” olarak idrak ettiğimiz şey, esasen varlıkların bu takdir edilmiş yörüngelerindeki hareketlerinin bir neticesidir. Gecenin gündüzü, gündüzün de geceyi takip etmesi, mevsimlerin döngüsü, hayatın doğuş, büyüme ve ölüm merhaleleri; tamamı bu nizamlı hareketin, yani Kader’in açığa çıkmasının farklı vecheleridir. Zaman, Kader’in yazıldığı kitabın sayfalarının birbiri ardınca çevrilmesinden ibarettir.

• ​İlâhî Nizam: Bu âyet, zamanın akışının başıboş ve tesadüfî olmadığını, aksine mutlak bir ilim, irade ve kudretin eseri olan şaşmaz bir kanuna tâbi olduğunu isbat eder. Varlıkların hareketindeki bu kusursuz intizam, onların hareket ettiği boyut olan zamanın da aynı intizamla yaratıldığını gösterir. Zaman, Kader’in icraat sahasıdır.

​”Levh-i Mahfuz” ve “Kader Levhası”: İlmî ve Metafizik Manaları

​Bu kavramlar, Takdir’in mahiyetini anlamada merkezî bir yer tutar.
• ​Levh-i Mahfuz (Korunmuş Levha): Bu, Cenâb-ı Hakk’ın ezelî ve ebedî ilminin bir unvanıdır. Kâinatta olmuş, olmakta olan ve olacak olan her şeyin —en küçük teferruatına kadar— yazılı olduğu manevi bir “kitap”tır. O, değişmekten, bozulmaktan, tahrif edilmekten ve unutulmaktan korunmuştur.
• ​Metafizik Açıklama: Levh-i Mahfuz, zaman ve mekânın ötesindedir. O, Allah’ın ilminin tecellî ettiği bir “ayna” gibidir. Bizim için “gelecek” olan hadiseler, o ilimde “şimdi”dir. O, bütün zamanları ve mekânları aynı anda ihata eden bir ilimdir. Bu, bir mimarın, yapacağı binanın bütün planını, en ince teferruatına kadar zihninde ve projesinde mevcut kılmasına benzetilebilir. Bina zaman içinde inşa edilse de, projesi en başından beri bütünüyle mevcuttur.
• ​İlmî Açıdan Bir Bakış: Levh-i Mahfuz’u, kâinatın bütün bilgilerini ihtiva eden bir nevi “kozmik ana kod” veya “İlâhî bilgi bankası” olarak düşünmek, aklı yaklaştıran bir teşbihtir. Nasıl ki bir DNA molekülü, bir canlının bütün biyolojik planını içinde barındırıyorsa, Levh-i Mahfuz da bütün varlık âleminin planını, programını ve mukadderatını ihtiva eder.
• ​Kader Levhası: Bu tabir, bazen Levh-i Mahfuz ile eş manalı kullanılsa da, Risale-i Nur gibi eserlerde daha hususi manalara da gelir. Kader, Levh-i Mahfuz’daki o ezelî ilmin, her bir varlık için hususi bir “ölçü” ve “program” şeklinde tayin edilmesidir. Bu programın yazıldığı levhalar ise farklı mertebelerde olabilir. Mesela, Kur’ân’da zikredilen “Levh-i Mahv ve İsbat” (Silme ve Yazma Levhası) buna bir misaldir. ​”Allah dilediğini siler, dilediğini de yerinde bırakır; ana kitap O’nun katındadır.” (Ra’d 13/39)
Bu âyet, “şartlara bağlı” kader tecellîlerine işaret eder. Dua, sadaka gibi sâlih amellerle bazı mukadderatın değişebileceği hakikati, bu “Levh-i Mahv ve İsbat”ta gerçekleşir. Ancak bu değişimin kendisi dahi, asıl ve mutlak olan Levh-i Mahfuz’da ezelen bilinmekte ve yazılıdır.

​Zamanın Kur’ân’daki İzafî ve Mutlak Yönleri

​Kur’ân-ı Kerîm, zamanın tek ve sabit bir akış hızı olmadığını, farklı varlık boyutlarına ve idrak seviyelerine göre “izafî” (göreceli) olduğunu asırlar öncesinden haber vermiştir.
• ​İzafî Zaman: Zamanın akışı, onu tecrübe edene göre değişir. ​
“…Şüphesiz Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir.” (Hac 22/47)
“Melekler ve Rûh (Cebrâil), oraya, miktarı elli bin yıl olan bir günde yükselir.” (Meâric 70/4) ​
Bu âyetler, zamanın mutlak bir sabit olmadığını açıkça ortaya koyar. İnsan idrakinin ölçüsü olan “dünya günü”, İlâhî katlardaki veya melekût âlemindeki zaman ölçüsüyle bir değildir. Bu hakikat, 20. yüzyılda fiziğin keşfettiği “zamanın izafiyeti” (göreceliliği) prensibiyle de aklı ikna edici bir paralellik arz eder. Fizik ilmine göre zaman, hıza ve kütle çekimine bağlı olarak yavaşlayıp hızlanabilen bir boyuttur. Kur’ân’ın bu beyanları, zamanın farklı varlık mertebelerinde farklı “hızlarda” aktığının manevi bir ifadesidir.

• ​Mutlak Yönü: Zamanın mutlak yönü ise, zamanı yaratan Zât-ı Akdes’e aittir. Allah, zamandan ve mekândan münezzehtir. O’nun için geçmiş, şimdi ve gelecek yoktur; hepsi birdir ve O’nun ezelî ilminde hazırdır. Levh-i Mahfuz, bu mutlak ilmin bir unvanıdır. Bizim için zamanın içinde tedricen (yavaş yavaş) gerçekleşen hadiseler, O’nun nazarında bir anda mevcuttur. Yaratılıştaki “Kün fe yekûn” (Ol der, oluverir) sırrı, bu zaman üstü mutlak irade ve kudretin bir ifadesidir.
​Hülâsa, Kur’ân’a göre zaman; Kader nehrinin aktığı yataktır. Bu akış, mutlak bir nizam içinde seyreder (Yâsîn 40). Bütün bu seyrin programı ve bilgisi Levh-i Mahfuz’da ezelen mevcuttur. Bizim tecrübe ettiğimiz bu zaman akışı ise sabit ve tek tip değil, farklı boyutlara göre değişen izafî bir mahiyete sahiptir. Mutlak olan ise, zamanı ve Kader’i yaratan Cenâb-ı Hakk’ın zaman üstü ilmi ve iradesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025




KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

KALPLERİN MÜHRÜ VE AKLIN KİLİDİ

Bismillahirrahmânirrahîm.
​Kur’ân-ı Kerîm, insanı maddi ve manevi bütünlüğü içinde ele alır. Bu bütünlüğün merkezinde ise bilinç, akıl ve kalp gibi birbiriyle derûnî bir irtibat halinde olan idrak mekanizmaları bulunur. Kur’ân, bu mekanizmaların nasıl çalıştığını, birbirini nasıl etkilediğini ve hakikate ulaşmada veya hakikatten sapmada ne gibi roller üstlendiğini çeşitli âyetlerde tasvir eder.

​İdrak Merkezi: “Kalplerin Mühürlenmesi” ve “Akletmez misiniz?” İfadeleri

​Kur’ân-ı Kerîm’de idrakin, imanın ve inkârın merkezi olarak sıklıkla “kalp” (القلب) zikredilir. Lâkin buradaki kalp, sadece kan pompalayan biyolojik bir uzuv değil, insanın manevi hayatının, hislerinin, inançlarının ve en mühimmi hakikati anlama ve tasdik etme kabiliyetinin merkezi olan “latîfe-i Rabbâniyye”dir.
Akıl (العقل) ise, bu merkeze hizmet eden, delilleri toplayan, nazar ve tefekkür eden, bağlantılar kuran bir alet ve kuvvettir.
​Bu iki unsurun etkileşimi, bilhassa inkâr edenler için kullanılan “kalplerin mühürlenmesi” ifadesi ile mü’minlere ve bütün insanlığa yöneltilen “akletmez misiniz?” (أَفَلَا تَعْقِلُونَ) hitabının bir arada geçtiği veya aynı bağlantıda zikredildiği yerlerde açıkça görülür.
​Mesela, Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
​”Andolsun biz, cinler ve insanlardan birçoğunu cehennem için yarattık. Onların kalpleri vardır ama onunla gerçeği anlamazlar; gözleri vardır ama onlarla görmezler; kulakları vardır ama onlarla işitmezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar. İşte asıl gafiller onlardır.” (A’râf 7/179)

​Bu âyette “anlamama” fiili kalbe isnat edilmiştir. Gözün ve kulağın getirdiği zahirî veriler, kalbin tasdik ve idrak süzgecinden geçmediği zaman hakikate ulaştıramamaktadır. Kalp, kibrin, inadın veya günahlarda ısrar etmenin neticesinde manen hastalanır ve nihayetinde mühürlenir. Bu mühürlenme, aklın faaliyetini yitirmesi demek değildir. İnsan dünyevi işleri için aklını pekâlâ kullanabilir, hesap yapabilir, sanat icra edebilir. Ancak mühürlenmiş bir kalp, aklın iman hakikatlerine dair sunduğu delilleri ve neticeleri kabul etme kabiliyetini kaybeder. Akıl, kapıyı çalar ama kapı içeriden kilitlidir.
​Dolayısıyla, “akletmez misiniz?” hitabı, aslında aklı kullanarak elde edilen verilerin ve varılan neticelerin, kalbin tasdikine sunulması için bir davettir. İdrak merkezinin kendisi kalptir; akıl ise bu merkezin en mühim müşaviri ve aletidir. Kalp bozulduğunda, aklın getirdiği en parlak deliller dahi tesirsiz kalır. İdrak, bu ikisinin sağlıklı bir etkileşimiyle mümkündür.

​”Enfüs” Delilleri: Kalp-Akıl Arası Bir Bilinç Boyutu

​Cenâb-ı Hak, hakikatin delillerini iki ana başlıkta sunacağını beyan eder:
​سَنُرِيهِمْ اٰيَاتِنَا فِي الْاٰفَاقِ وَف۪ٓي اَنْفُسِهِمْ حَتّٰى يَتَبَيَّنَ لَهُمْ اَنَّهُ الْحَقُّۜ اَوَلَمْ يَكْفِ بِرَبِّكَ اَنَّهُ عَلٰى كُلِّ شَيْءٍ شَه۪يدٌ
“Varlığımızın delillerini, (kâinattaki) ufuklarda ve kendi öz benliklerinde onlara göstereceğiz ki, o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması yetmez mi?” (Fussilet 41/53)

​Bu âyet-i kerîme, insan bilincinin hakikate ulaşma seyrinde iki temel tefekkür sahasını işaret eder:
• ​Âfâk (Ufuklar): İnsanın dışında, haricî âlemde yer alan delillerdir. Güneşten galaksilere, atomlardan hücrelere kadar bütün kâinat, Allah’ın varlığını, birliğini, kudret ve hikmetini gösteren birer “âyet”tir. Bu zahirî delilleri incelemek, gözlemlemek ve onlardan neticeler çıkarmak, daha çok aklın sahasıdır. Âfâkî tefekkür, aklın nazarını dış dünyaya çevirmesidir.
• ​Enfüs (Nefisler/Öz Benlikler): İnsanın kendi derûnî âlemindeki, iç dünyasındaki delillerdir. Bu, sadece biyolojik yapıdan ibaret değildir. İnsanın aczi, fakrı, duyguları, vicdanı, fıtratına yerleştirilmiş ebediyet arzusu, yaratılışı üzerindeki harika sanat, ruhunun bedeni idare edişi gibi sayısız derûnî hakikat, “enfüsî” delilleri teşkil eder. Bu delilleri tefekkür etmek ise, doğrudan doğruya kalbin ve vicdanın sahasıdır.
​”Enfüs”, bu manada kalp ile akıl arasında köprü kuran bir bilinç boyutudur. İnsan aklıyla dış âlemdeki (âfâk) nizamı ve sanatı gördükten sonra, kendi içine (enfüs) dönerek bütün bu kâinatın bir küçük misalini kendi varlığında bulur. Kendi yaratılışındaki mu’cizeyi, ruhunun mahiyetini, sonsuz arzularını ve ihtiyaçlarını kalbiyle hissettiğinde, aklın dışarıda bulduğu deliller içeride tasdik edilir. Akıl “Böyle bir kâinatın mutlaka bir Sânii olmalı” derken, kalp ve vicdan “Evet, benim bu sonsuz arzularımı tatmin edecek ve bu acizliğime merhamet edecek ancak O Sâni’-i Zülcelâl’dir” diye cevap verir.
​Böylece enfüsî tefekkür, aklın soyut istidlâllerini (delil getirme), kalbin şuhûdî (görür gibi) ve zevkî bir marifetine dönüştürür. Bu, bilginin imana ve marifete dönüştüğü çok hususi bir bilinç tecrübesidir.

​Modern Bilinç Kuramlarıyla Mukayeseli Bir Kur’ân Tahlili

​Modern bilim ve düşünce, bilinci (consciousness) çoğunlukla materyalist ve redüksiyonist (karmaşık) bir açıdan ele alır. Bu yaklaşıma göre bilinç, beynin karmaşık nöronal faaliyetlerinin bir neticesi, bir “yan ürün”üdür. Merkezde tamamen beyin ve onun fiziko-kimyasal süreçleri vardır.
​Kur’ân-ı Kerîm’in sunduğu model ise bu dar çerçevenin çok ötesinde, külli ve manevi bir yapı arz eder:
• ​Menşe (Kaynak) Farkı: Modern düşünce bilincin menşeini “madde”de ararken, Kur’ân bilincin ve hayatın temel kaynağının Allah tarafından insana üflenen Ruh (الروح) olduğunu beyan eder. Ruh, mahiyeti bizce meçhul, ilâhî bir emirdir. Dolayısıyla bilinç, maddenin bir ürünü değil, maddeye hayat ve idrak veren manevi bir cevherdir.
• ​Merkez Farkı: Modern bilim bilincin merkezini beyin olarak görür. Kur’ân ise idrakin, imanın ve manevi bilincin merkezini kalp olarak tayin eder. Beyin, düşünme, analiz etme, hafıza gibi zihinsel faaliyetlerin aletidir ve Kur’ânî terminolojideki “dimağ”a tekabül edebilir. Ancak “ben” idraki, iman, sevgi, korku gibi bilincin en derûnî tecrübelerinin merkezi kalptir. Kalp, ruhtan gelen manevi hayatı işleyen ve onu anlamlı bir bilinç haline getiren manevi bir organdır.
• ​Amaç Farkı: Materyalist düşünce için bilincin hayatta kalma mekanizması olmaktan öte bir gayesi yoktur. Kur’ân’a göre ise bilinç, insana Allah’ı tanıması (marifetullah), O’na iman ve ibadet etmesi ve bu imtihan dünyasında O’nun eserlerini tefekkür ederek manen yükselmesi için verilmiş ilâhî bir lütuftur. Bilinç, gayesi olan bir emanettir.
​Hülâsa:
​Modern bilimin “bilincin zor problemi” (the hard problem of consciousness) olarak adlandırdığı, yani “maddeden nasıl olup da sübjektif bir tecrübe, bir ‘ben’ hissi çıktığı” meselesi, materyalist paradigma içinde cevapsızdır. Kur’ân bu probleme en başta bir cevap verir: Çünkü “ben” dediğimiz şuurun kaynağı madde değil, Allah’tan gelen Ruhtur.
​Netice olarak Kur’ân; Ruh’u hayat ve şuurun kaynağı, Kalp’i bu şuurun manevi idrak ve iman merkezi, Akıl’ı ise bu merkeze hizmet eden bir tefekkür aleti olarak tasvir eden çok katmanlı ve külli bir bilinç modeli sunar. Bu model, insanı sadece et ve kemikten ibaret bir varlık olarak değil, hem âfâkî hem de enfüsî delilleri okuyabilen, maddesi ve manasıyla bir “kâinat nüsha-i münevveresi” olarak ele alır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 




ZEHRA’NIN GÖZLERİ

ZEHRA’NIN GÖZLERİ

Yıllar önce bir filim seyretmiştim.
Ağlayarak.
Bir kaç kere de öğrencilerle beraber seyretmiştim.
Üzülerek.
“Zehranın Gözleri”
Bugün onun ve benzerinin haberlerini duyunca irkildim ve ‘Zehranın Gözleri’ni hatırladım.
Hüzünlenerek.
Meğer ne kadar da kaybedilen Gözler ve Organlar varmış.
İnsanlığın kaybını görerek.

Filmin genel muhtevası özetle şöyle:[1]

********

“Zehra’nın Gözleri” (İng. The Eyes of Zahra / Ar. Ayn al-Zahra / Fars. Chashmhā-ye Zehra) filmi, İran yapımı bir televizyon dizisi/film serisidir. Yönetmeni Aref Lorestani, yapım yılı 2004’tür. İran’da çekilmiş, ancak Filistin’de yaşanan zulmü anlatmaktadır. Aşağıda hem konu özeti, hem de vermek istediği mesajlar yer almaktadır.
🎬 KONU ÖZETİ
Film, işgal altındaki Filistin’de geçer.
Başkahraman Zehra, küçük, masum bir Filistinli kız çocuğudur. Gözleri çok güzeldir; temizliği, safiyeti ve imanının nurunu yansıtır.
Ancak bu “gözler”, aynı zamanda bir zulmün hedefi hâline gelir.

Olay örgüsü kısaca şöyledir:
• İsrail ordusunda görevli bir komutanın çocuğu gözleri görmeyen bir hastadır.
• Komutan, bu çocuğa göz nakli yapmak için Filistinli çocuklardan organ temin etme planı yapar.
• Sözde “sağlık taraması” bahanesiyle Filistinli çocuklar toplanır; aslında organ nakli için uygun göz aranır.
• O sırada Zehra’nın gözleri dikkat çeker; “bu gözler kurtuluş olabilir” derler.
• Ancak bu masum çocuk, o an insanlığın ve vicdanın sembolüne dönüşür.
• Hikâye ilerledikçe Zehra ve ailesi zulüm, sürgün, kayıp ve direniş arasında savrulur.
• Abisi İsmail, gördüğü vahşet karşısında direnmeye karar verir.
• Finalde Zehra, gözlerini kaybeder; ama o gözler, hakikatin, iman ve mazlumiyetin bir aynası olarak kalır.

🌿 VERİLMEK İSTENEN MESAJLAR
1. Zulüm, sadece toprakla değil; insanlıkla ilgilidir
Film, işgalin sadece toprak gaspı olmadığını; insanın onurunun, bedeninin, hatta organlarının bile gasp edilmek istendiğini gösterir.
Zehra’nın gözleri üzerinden “insanlık körleşmesi” anlatılır.
“Bir çocuğun gözlerine sahip olmak isteyen zalim, aslında kendi vicdanını yitirmiştir.”

2. Göz: Görmek ve Görülmek Sembolü

Zehra’nın gözleri iki anlam taşır:
• Hakikati gören bir bakışın sembolü,
• Görülmeyen bir halkın (Filistin’in) sesidir.
Filmde göz, “nur”, “şuur” ve “vicdan” demektir.
Zehra’nın gözleri alınsa bile, o iman gözüyle gören bir millettir.
Zalimlerin körlüğü ise asıl karanlıktır.

3. Masumiyetin Kurban Edilişi

Zehra, hem masumiyetin hem çocukluğun temsilidir.
Onun gözleriyle birlikte insanlığın vicdanı da sökülmek istenir.
Bu, savaşın en derûnî yönünü —masumların bedel ödemesini— gösterir.
“Savaş, en çok çocukların gözlerini karartır.”

4. Direnişin ve Fedakârlığın Hikmeti

Zehra’nın abisi İsmail, zulmü görünce sessiz kalamaz.
Direniş, burada sadece silahla değil, imanla, sabırla ve fedakârlıkla gösterilir.
Film, şunu demek ister:
“Mazlum, susarsa zalim büyür. Direniş, var olmanın duasıdır.”

5. Vicdan Körlüğüne Tenkit

Filmin derin anlamlarından biri de, dünyadaki sessizliği tenkit etmesidir.
Batı dünyasının, insan haklarından söz ederken Filistin’deki zulme göz yumması eleştirilir.
Bu yüzden “Zehra’nın gözleri” aslında dünyanın vicdan aynasıdır.
“Zehra’nın gözlerine bak; orada hem Filistin’i, hem insanlığın utancını görürsün.”

🌙 SONUÇ OLARAK

“Zehra’nın Gözleri” filmi, bir çocuğun gözlerinden tüm insanlığın vicdanını anlatır.
Zehra’nın gözleri alınır, ama hakikati gören bakış sökülemez.
Bu film, seyircisine şu suali bırakır:
“Kim daha kör?
Gözleri alınan çocuk mu,
Yoksa bu zulme susan dünya mı?”

*******

18-10-2025 TARİHLİ HABER:

“Cenazelerin teslimi vahşeti doğruladı! Organlarını çalıp öldürmüşler

İsrail ordusunun cenazesini teslim ettiği bazı Filistinlilerin organlarının eksik olduğu ortaya çıktı. Bazı cenazeler gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde gönderildi.
İsrail ile Hamas, Gazze’de ateşkes planının ilk aşamasını onaylamasının ardından karşılıklı olarak cenazeler teslim ediliyor.
Hamas, hayatını kaybeden 28 İsrailli esirden 10’unun cesedini teslim etti. Tel Aviv yönetimi de üç günde 120 Filistinlinin naaşını teslim ederken, İsrail ordusunun Filistinlilerin naaşlarından organ çaldığı ortaya çıktı.
“GÖZLER, KORNEALAR EKSİKTİ”
Gazze’deki hükûmetin Medya Ofis Müdürü İsmail es-Sevabite “Cenazelerin çoğu içler acısı bir durumda geldi. Bu durum, sahiplerinin sahada infaz edildiğini ve sistematik işkenceye maruz kaldığını gösteriyor” dedi. Filistinlilerin naaşlarından organ çalmasını “vahşi bir suç” olarak nitelendiren Sevabite, olayı ortaya çıkarmak üzere uluslararası bir soruşturma komitesi kurulması çağrısında bulundu.
Sevabite “Bazı şehitlerin cenazeleri gözleri bağlı, elleri ve ayakları kelepçeli şekilde teslim edildi. Diğerlerinin bedenlerinde ise boğma izleri ve boyunlarında ipler bulunuyor, bu da kasten öldürme vakalarına işaret ediyor. Pek çok Filistinlinin de gözler, kornealar ve diğer organlar gibi bazı kısımları eksikti” dedi.

Gazetemiz daha önce İsrail’in Filistinlilerin organlarını çaldığını deşifre etmişti. Siyonist vahşetin organ hırsızlığına devam ettiği ortaya çıktı.

“NETANYAHU YARDIM MİSYONUNU ENGELLİYOR”
Öte yandan Hamas’tan yapılan açıklamada ateşkes anlaşmasına bağlılığın sürdürüldüğü belirtilerek “İsrailli esirlerin cenazelerinin teslim süreci biraz zaman alabilir. Çünkü bunların bir kısmı işgal güçleri tarafından yıkılan tünellerde, bir kısmı ise yıkılan binaların enkazının altında. İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu, kurtarma çabalarını ve insani yardım misyonunu engelliyor” denildi.

Filistinliler, Nasır Hastanesinde kurulan ekrana yansıtılan görüntüden yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.

AİLELERİN EN ZOR GÖREVİ
Gazze Şeridi’nin güneyindeki Nasır Hastanesinde Sağlık Bakanlığından ekipler, İsrail’in isim veya bilgi vermeden iade ettiği cesetlerin kimliğini tespit etmek için Filistinlilerle birlikte titiz bir çalışma yürütüyor. Bakanlık tarafından kurulan büyük ekranın önünde toplanan kayıp yakınları, dijital kod kullanılarak kendilerine gösterilen naaşların görüntülerini dikkatle inceliyor ve “göz yordamıyla” yakınlarını teşhis etmeye çalışıyor.
Tanınmaz hâle gelen naaşları pür dikkat inceleyen Filistinli aileler, işkence, yanık, darp ve infaz izlerinin olduğu naaşlarda yakınlarına ait en ufak bir iz ya da ipucu arıyor.”[2]

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
18/10/2025

 

 

[1] https://m.youtube.com/watch?v=n88wXJdO6rE&pp=ygUWWmVocmHigJluxLFuIGfDtnpsZXJpIA%3D%3D

[2] https://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/cenazelerin-teslimi-vahseti-dogruladi-organlarini-calip-oldurmusler-1153678