BERCESTE VE İZAHI – 77–

BERCESTE VE İZAHI – 77–

​1. Sırr-ı Muhabbet ve Emanet: İzzet Ali Paşa’dan Bir Hikmet
​İktibas:
​Nâ-dâna fâş eyleme sırr-ı muhabbeti
Bir gevher-i yegânedir Allâh emâneti

​Vezni: Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
​Cevap: İzzet Ali Paşa’nın bu beyti, manevî ve ahlâkî bir hikmeti ihtiva eder. “Nâ-dâna fâş eyleme sırr-ı muhabbeti” mısraı, “Cahil kimseye muhabbet sırrını açıklama” manasına gelir. Bu muhabbet, sadece beşerî sevgiyi değil, aynı zamanda ilâhî aşkı, imanı ve kalbî hakikatleri de kapsamaktadır. İnsan, iç dünyasında sakladığı kıymetli hissiyatı ve manevî sırları, bu sırların kadrini bilmeyecek, idrak edemeyecek kişilere ifşa etmemelidir. Zira bu sırlar, yanlış anlaşılmaya ve kıymetsizleştirilmeye maruz kalabilir. Bu mısra, “Her lafın bir vakti vardır” düsturuna atıfta bulunarak, hikmetin, sırrın ve ilmin ancak ehil olanlara tevdi edilmesi gerektiğini öğütler.
​İkinci mısra, “Bir gevher-i yegânedir Allâh emâneti” ile bu sırrın ehemmiyetini pekiştirir. Muhabbet sırrı, yegâne (tek, eşsiz) bir cevher gibidir ve bu cevher Allah’ın bir emanetidir. Emanet, korunması ve kollanması gereken kutsal bir kıymettir. Bu beytin manevî muhtevası, kişinin kalbindeki imanın, ilâhî sevginin ve manevî tecrübelerin ne kadar hassas ve mübarek olduğunu vurgular. Bu tür hakikatler, dedikodu veya boş sohbet muhtevası değildir. Onlar, ruhun en derin köşelerinde muhafaza edilmesi gereken Allah’ın emanetleridir. Bu beyit, sır tutmanın ehemmiyetini, manevî derinliğin bir göstergesi olduğunu ve kalp dilinin herkese hitap etmediğini düşündüren ibretlik bir hikayeyi ihtiva eder.
​Özet: İzzet Ali Paşa, bu beytinde muhabbet sırrının cahil ve idraksiz kişilere açıklanmaması gerektiğini öğütler. Bu sırrı, eşsiz bir cevher ve Allah’ın bir emaneti olarak nitelendirerek, manevî hakikatlerin kıymetini ve korunması gerektiğini vurgular.

​2. Kelamın Kudreti: Yunus Emre’den Bir İbret
​İktibas:
​Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz

​Cevap: Yunus Emre’nin bu dizesi, sözün kudretini ve tesirini en veciz şekilde ifade edenlerden biridir. İlk mısra, “Söz ola kese savaşı söz ola bitire başı” ile kelamın hem müspet hem de menfî gücüne işaret eder. Bazen bir söz, süregiden büyük bir savaşı ve nizayı durdurabilir, sulh ve sükûn sağlayabilir. Bu, hikmetli ve doğru bir sözün barıştırıcı ve birleştirici vasfını gösterir. Öte yandan, bir söz, bir insanın sonunu getirebilir, onu felakete sürükleyebilir. Bu, sözün yanlış ve kötü niyetle kullanıldığında nasıl yıkıcı bir kuvvete sahip olabileceğini gösterir. Yunus, bu mısrada sözün hem şifa hem de zehir olabileceğini vurgular.
​İkinci mısra, “Söz ola ağulu aşı bal ile yağ ede bir söz” ile bu fikri bir mecaz ile pekiştirir. “Ağulu aş” yani zehirli bir yemek, mecazen kin, nefret, düşmanlık veya kötü niyetle dolu bir durumu temsil eder. Ancak hikmetli, gönül alıcı, merhametli ve tatlı bir söz, en zehirli ve kötü durumları bile şifaya, huzura ve hayra dönüştürebilir. Bu mısra, kelamın sihirli ve müessir bir kudrete sahip olduğunu anlatır. Yunus Emre bu hikmetli sözüyle bizlere, dilin ve sözün bir emanet olduğunu, bu emaneti yerinde ve doğru kullanmanın ne kadar ehemmiyetli olduğunu hatırlatır. Söz, sadece bir iletişim aracı değil, aynı zamanda ahlâkî bir sorumluluktur. Bu beyit, sözün manevî ve ahlâkî muhtevasını idrak etme hususunda bizlere derin bir tefekkür fırsatı sunar.
​Özet: Yunus Emre, sözün hem bir savaşı bitirecek kadar güçlü hem de bir hayatı sonlandıracak kadar yıkıcı olabileceğini vurgular. Hikmetli bir sözün, zehirli bir yemeği bile tatlı bir aşa dönüştürebileceğini ifade ederek, kelamın tesir gücünü ve ahlâkî ehemmiyetini anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
17/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 76–

BERCESTE VE İZAHI – 76–

​1. Beyit: Lâedrî
​İktibas:
​”Hemân kendin sanır mihnetde herkes i’tikâdınca
Felek derler buna bir kimsenin dönmez murâdınca”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insan fıtratındaki benmerkezci düşünceyi ve dünyanın gerçekliği karşısındaki acziyeti çok veciz bir şekilde ifade etmektedir. Şair, insanların dert ve sıkıntıya düştüklerinde, bu mihnetin sadece kendilerine musallat olduğunu zannettiklerini söyler. Herkes kendi derdini en büyük ve en ağır dert olarak görür. Oysa felek (kader, devran), kimsenin arzu ettiği gibi dönmez. Bu, sadece bir kişinin değil, tüm insanlığın ortak mukadderatıdır. Bu beyit, insana, kendi dertlerini mutlaklaştırmaması, her sıkıntının bir imtihan olduğunu ve bu imtihanın yalnızca kendisine mahsus olmadığını hatırlatır. Aynı zamanda, hayatın döngüsünde herkesin kendi payına düşen sıkıntıları yaşayacağını ve bu durumun, kainatın genel işleyişinin bir parçası olduğunu vurgular.

​2. Beyit: Abdülahad Nûrî
​İktibas:
​”Ravza-i vahdet gülüsün li-ma’allâh bülbülüsün
Cânlara cân cihâna cân Muhammed Mustafâ”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Peygamber Efendimiz (sav)’e olan derin muhabbeti ve onun yüce makamını tasvir etmektedir. Şair, Hz. Muhammed (sav)’i “vahdet bahçesinin gülü” olarak niteler. Vahdet, birliği ve Tevhid’i ifade eder. Peygamberimiz, bu birliğin en güzel tecellisidir. “Li-ma’allâh bülbülü” ifadesi ise, onun Cenab-ı Hakk’a olan yakınlığını ve O’nunla olan özel münasebetini gösterir. “Li-ma’allâh” (Allah ile beraber) ifadesi, Peygamberimizin manevi derecesinin yüksekliğine işaret eder. O, sadece insanlara değil, tüm varlığa bir can, bir hayat bahşeden, cihana ruh veren bir kaynaktır. Bu beyit, Peygamberimize olan aşkın ve hürmetin en müstesna ifadelerinden biridir.

​3. Beyit: Yahya Kemal Beyatlı
​İktibas:
​”Yürü! Hür mâviliğin bittiği son hadde kadar
İnsân âlemde hayâl ettiği müddetçe yaşar”

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insanın hayal gücünün ve hürriyet arayışının hayatındaki ehemmiyetini anlatır. Yahya Kemal, insana, özgürlüğün, sınırsızlığın ve sonsuzluğun sembolü olan “mavi”nin bittiği son noktaya kadar yürümesini, yani hayallerinin peşinden gitmesini öğütler. Bu, fiziki bir yürüyüşten ziyade, manevi ve fikri bir ilerleyiştir. Beytin ikinci mısrası, bu fikri destekler niteliktedir: İnsan, sadece fiziksel olarak nefes aldığı sürece değil, hayal kurabildiği, umut edebildiği ve hedefler belirleyebildiği sürece gerçekten hayat bulur. Hayal gücü, insanın ruhunu besleyen, onu diri tutan ve hayatına mana katan yegâne unsurdur. Hayal etmeyi bırakan bir insan, aslında ruhen ölmüş demektir.

​4. Beyit: Nedim
​İktibas:
​”Eyler nesîm-i lutfu bize gird-i bâd-ı gam
Bu rüzgâr-ı bî-mededin inkılâbı var”

​İzah ve Açıklama:
​Nedim, bu beyitte devrin çalkantılarını ve sıkıntılarını tasvir etmektedir. “Nesîm-i lutfu” yani lütuf rüzgârı, rahmet ve huzuru temsil ederken, “gird-i bâd-ı gam” ise gam, keder ve sıkıntı kasırgasını ifade eder. Şair, zamanın lütuf rüzgârının kendilerine gam kasırgası olarak geldiğini, yani devranın vefalı olmadığını, lütfun yerini sıkıntının aldığını dile getirir. Ancak, ikinci mısrada bir umut ışığı yakar: “Bu rüzgâr-ı bî-mededin inkılâbı var” der. Yani bu yardım etmeyen, cefakâr rüzgârın da bir gün değişeceği, devrin ve devranın bir inkılâba uğrayacağı, sıkıntıların elbet bir gün son bulacağı ümidini taşır. Bu beyit, devirlerin değişeceğini, sıkıntının daimi olmadığını ve her karanlığın sonunda bir aydınlığın olduğunu ifade eden derin bir teselli barındırır.
.
​Makale Özeti:
​Bu makale, farklı şairin beytini merkeze alarak, insan hayatının muhtelif hallerini ele almaktadır. İlk beyit, Lâedrî’nin kaleminden, insanın sıkıntı anında kendi derdini en büyük görme yanılgısını ve feleğin kimsenin muradınca dönmeyeceği hakikatini izah eder. Ardından Abdülahad Nûrî’nin beyti, Peygamber Efendimiz (sav)’e duyulan aşkı ve onun “vahdet gülü” ve “li-ma’allah bülbülü” gibi yüce makamını tasvir eder. Üçüncü beyit, Yahya Kemal Beyatlı’dan, insanın hayal kurduğu müddetçe yaşadığı ve hürriyet arayışının hayat için ehemmiyetini vurgular. Dördüncü beyitte, Nedim’in sözleriyle, hayatın çalkantılı dönemlerinde bile devranın değişeceği ve sıkıntıların son bulacağı ümidi dile getirilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 75–

BERCESTE VE İZAHI – 75–

​1. Yahya Kemal Beyatlı’nın Beyti ve İzâhı: Hayat Sazının Teli
​İktibas:
​Her rind bu bezmin nedir encâmı bilir
Dünyâmızı nâ-gâh zalam örtebilir
Bir bitmeyecek şevk verirken beste
Bir tel kopar âheng ebediyyen kesilir
​(Yahya Kemal Beyatlı)

​İzâh ve Açıklama:
​Yahya Kemal, bu beyitleriyle hayatın faniliğini ve beklenmedik sonunu anlatmaktadır. “Rind” kelimesi, dünyaya ve onun gelip geçici işlerine ehemmiyet vermeyen, kurallara bağlı kalmayan, fakat derin bir maneviyata sahip olan insan tipini ifade eder. Rind, bu dünya meclisinin, yani hayatın sonunun ne olduğunu bilir. Zira bu fani âlemin nihayeti muhakkaktır.
​İkinci mısra, hayatın beklenmedik ve ani bir şekilde sona erebileceğini vurgular. “Nâ-gâh zalam” (ani karanlık), ölümün ansızın geleceğini ve bütün ihtişamı, sevinci bir anda bitireceğini anlatır.
​Son iki mısra ise bu hakikati güçlü bir metaforla ifade eder. Hayat, insana bitmeyecek bir coşku ve şevk veren bir beste gibidir. İnsan, bu bestenin ahengiyle mest olmuşken, hayat sazının bir teli aniden kopabilir ve bu ahenk ebediyen sona erebilir. Bu, hayatın kırılganlığını ve fani olduğunu en çarpıcı şekilde ortaya koymaktadır.

​Makale: Hayatın Sonu ve Rindlerin Bilgeliği
​Hayat, sonsuz bir beste zannettiğimiz, içinde türlü türlü nağmelerin, sevinçlerin ve üzüntülerin olduğu bir melodiye benzer. Yahya Kemal, bu beste çalarken, onun bir gün ani bir şekilde kesileceğini bilen “rind” tipini merkeze alır. Rind, hayatın aldatıcı parlaklığına kapılmaz. O, bu dünyanın fani olduğunu, malın, mevkinin ve şöhretin bir gün ansızın sona erebileceğini idrak etmiştir. Bu idrak, onu hayatın nağmelerine karşı duyarsız yapmaz, bilakis, her bir anın kıymetini daha iyi bilmesini sağlar.
​Hikmetli bir şekilde bakıldığında, ölüm korkutucu bir yok oluş değil, bir uyanış ve bir idrak vesilesidir. İnsan, fani olduğunu bildiği zaman, her anını daha anlamlı kılar. Dostluklara,iyiliğe ve güzelliğe daha fazla ehemmiyet verir. Zira bu değerler, telin kopmasından sonra bile bâki kalacak olan manevî miraslardır. Yahya Kemal’in beyitlerindeki ibret, hayatın sadece yaşanılan anlardan ibaret olmadığını, aynı zamanda o anların bir sonunun olduğunu bilerek yaşamanın gerekliliğini ortaya koyar. Bu bilgi, insanı daha olgun, daha bilge ve daha mütevazı kılar. Neticede, hayat sazının teli kopabilir ve bu, her an gerçekleşebilir. Mühim olan, bu telin koptuğu âna kadar o sazdan en güzel nağmeleri çıkarmış olmaktır.

​2. Fuzûlî’nin Beyti ve İzâhı: Ruhun Kafesten Kurtuluşu
​İktibas:
​Rûz-i hicrândır sevin ey murg-ı rûhum kim bugün
Bu kafesden ben seni elbette âzâd eylerim
​(Fuzûlî)

​İzâh ve Açıklama:
​Bu beyitte Fuzûlî, bir ayrılık gününü sevinçle karşılamaktadır. Bunun sebebi ise, ayrılığın (hicran) ruhun bedenden, yani **”kafes”**ten kurtulup hürriyete kavuşacağı gün olmasıdır. Şair, kendi ruhuna “ey kuş gibi ruhum” diye seslenir ve onu bu ayrılık gününe sevinmeye davet eder. Bu ayrılık, maddî bir ayrılık değil, ruhun bedenden ayrılarak hakikî yurduna dönmesi, yani ölüm olayıdır.
​Fuzûlî’nin bu beyitteki tasavvufî muhtevası, ruhun aslî vatanının bu dünya olmadığını, bedenin ise ruh için bir hapishane veya bir kafes hükmünde olduğunu ifade eder. Ölüm, bu kafesin açılması ve ruhun ebedî hürriyetine kavuşmasıdır. Bu sebeple ölüm, bir son değil, bir başlangıç, bir kavuşma ve bir neşe sebebidir.
​Makale: Kuş Gibi Ruh ve Ayrılık Günü
​İnsan hayatı, fani bir bedende hapsolmuş ebedî bir ruhun hikâyesidir. Fuzûlî’nin “Rûz-i hicrân” dediği ayrılık günü, aslında bu dünyadan ve onun geçici bağlarından kopuşu, ruhun asıl yurduna dönüşünü simgeler. Tasavvuf ehli, bu dünyayı bir gurbet, bedeni ise ruhun zincirlendiği bir kafes olarak görür. Ruh, bu kafeste sıkışmış, hakikî vatanına, yani Yaradan’ına kavuşma özlemiyle yanıp tutuşur. Bu özlem, aşkın ve maneviyatın kaynağıdır.
​Ölüm, pek çok insan için bir korku ve üzüntü sebebi iken, bu bakış açısıyla bir neşe ve sevinç vesilesi hâline gelir. Mevlânâ’nın “Şeb-i Arûs” (Düğün Gecesi) olarak nitelendirdiği ölüm günü, ruhun Hakk’a vuslatı, yani O’na kavuşma anıdır. Fuzûlî’nin bu beyitleri, insanı ölüm hakikatine karşı farklı bir düşünceye sevk eder. Ölüm, ruh için bir kurtuluş ve özgürlük kapısıdır. Bu kapıdan geçmek, bu fani dünya kafesinden çıkıp, ebedî hayatın geniş ve sonsuz semâlarına doğru uçmaktır. Bu bakış açısı, insana hayata karşı daha derin bir mana ve teslimiyet kazandırır. Zira bilmektedir ki, asıl hayat bu dünyada değil, bu dünyadan sonra başlayacaktır.

​3. Muallim Nâci’nin Beyti ve İzâhı: Hakikatin Gizliliği
​İktibas:
​İhtirâz-ı ta’neden kalmakdadır âhım nihân
Bir hakikat kalmasın âlemde Allâh’ım nihân
​(Muallim Nâci)

​İzâh ve Açıklama:
​Muallim Nâci, bu beyitte iki zıtlık üzerine bir dilek ve yakarışta bulunmaktadır. İlk mısra, şairin kendi iç dünyasından bir durumu dile getirir. “Âhım” (ahım), yani iç çekişim, kederim, üzüntüm, başkalarının **”ta’ne”**sinden (kınama, ayıplama) çekindiği için gizli kalmaktadır. Kederin verdiği bu ah, başkalarının ayıplamasına maruz kalmamak için saklanmaktadır. Bu durum, şairin mahcubiyetini ve duygularını alenen ifade etmekten çekinmesini gösterir.
​Ancak ikinci mısra, bu şahsi duygudan daha büyük bir dileğe yönelir. Şair, kendi iç çekişini gizlemesine rağmen, “Ey Allah’ım! Bu âlemde hiçbir hakikat gizli kalmasın” diye dua eder. Bu, kişisel mahcubiyetin ötesinde, evrensel bir arayışı ve dileği ifade eder. Şairin, hakikatlerin ortaya çıkması, gerçeklerin gizlenmemesi yönündeki arzusunu ortaya koyar.
​Makale: Gizlenen Âh ve Açığa Çıkması Gereken Hakikat
​Muallim Nâci’nin bu beyitleri, insan ruhunun iki farklı boyutunu gözler önüne serer: Bireysel mahremiyet ve evrensel hakikat arayışı. İnsanın iç dünyası, çoğu zaman başkalarının yargılarından korunmak için gizlenir. Kederler, hayal kırıklıkları ve derin düşünceler, toplumun kınamasından veya yanlış anlaşılmasından çekinilerek “âhta” gizlenir. Bu, insanın sosyal bir varlık olarak maruz kaldığı bir durumdur. Ancak, bu mahremiyetin ötesinde, insan ruhunda daima bir hakikat arayışı mevcuttur.
​İnsanlık tarihi, hakikat arayışının bir hikâyesidir. Bilim, felsefe, sanat ve din, hakikati anlamaya, onu açığa çıkarmaya yönelik çabalardır. Muallim Nâci’nin beyitleri, bu arayışın derinliğini ve samimiyetini gösterir. Kendi içindeki acıyı bile gizlemeyi tercih eden bir insan, bu evrende hiçbir hakikatin gizli kalmamasını diler. Bu, kişinin kendi küçük dünyasından çıkıp, evrensel bir vicdana ve düşünceye ulaşmasının bir göstergesidir. İbret alınacak olan, hakikatin er ya da geç açığa çıkacağı ve bu yüzden daima doğru ve dürüst olmanın gerektiğidir. Zira saklanan her şey bir gün ortaya çıkacak, gizlenen her ah bir gün açığa vurulacaktır.

​4. Aziz Mahmud Hüdâyi’nin Beyti ve İzâhı: Sıhhat ve İman ile Taç ve Tahtın Anlamsızlığı
​İktibas:
​Sıhhat-ı ebdân ile îmân-ı kâmil var iken
Tâc ü taht ister mi aceb Mevlâ’dan âkıl olan
​(Aziz Mahmud Hüdâyi)

​İzâh ve Açıklama:
​Aziz Mahmud Hüdâyi, bu beyitleriyle dünya malının ve mevkisinin anlamsızlığını, asıl zenginliğin ne olduğunu ortaya koymaktadır. Beyitte iki temel değer vurgulanır: “Sıhhat-ı ebdân” (vücut sağlığı) ve “îmân-ı kâmil” (kâmil bir iman).
​Hüdâyi, aklı başında, yani “âkıl” bir insanın, vücut sağlığı ve kâmil bir imana sahipken, Allah’tan “tâc ü taht” (taç ve taht), yani dünya saltanatı ve iktidarı isteyip istemeyeceğini sorar. Bu, bir soru olmakla beraber, retorik bir ifadedir ve cevabı kendi içinde saklıdır: Elbette istemez.
​Bu beyit, gerçek zenginliğin maddî şeylerde değil, manevî ve bedensel sağlıkta olduğunu ifade eder. Bir insan, hem bedenen sağlıklı hem de kalben kâmil bir imana sahipse, bu iki nimet, en büyük saltanattan daha kıymetlidir. Zira taç ve taht, gelip geçici, fani ve insanı yorucu şeylerdir.

​Makale: Gerçek Zenginlik: Sıhhat ve Kâmil İman
​İnsanlık tarihi boyunca, güç ve iktidar, daima cazip bir hedef olmuştur. Taçlar ve tahtlar uğruna nice savaşlar yapılmış, nice kanlar dökülmüştür. Ancak Aziz Mahmud Hüdâyi, bu arayışın beyhude olduğunu ve asıl zenginliğin, insanın iç dünyasında ve bedeninde gizli olduğunu vurgular. Vücut sağlığı ve kâmil bir iman, paha biçilemez iki hazinedir.
​Hastalık, insana dünya malının ne kadar değersiz olduğunu hissettirir. En zengin insan bile, bir ağrı karşısında servetinin hiçbir kıymeti olmadığını anlar. Aynı şekilde, kâmil bir imandan yoksun olan bir kalp, dünyanın bütün taçlarına sahip olsa da bir huzur bulamaz. İman, insana bir hayat gayesi verir, onu nefsani arzulardan arındırır ve ruhuna bir sükûnet bahşeder. Bu sükûnet, tahtlarda bile bulunmayan bir neşe ve huzur kaynağıdır.
​İbret alınacak olan, insanın fani olanı ebedî olana tercih etmemesi gerektiğidir. Dünyanın saltanatı, bir rüya gibidir ve er ya da geç sona erer. Asıl saltanat, ruhun sükûneti, kalbin imanı ve bedenin sıhhatidir. Aklı başında bir insan, Mevlâ’dan fani bir taç değil, ebedî bir saadet ve huzur ister.

​Makalelerin Özeti
​Bu makaleler, birbirinden farklı muhtevalara sahip olsa da, ortak bir paydada buluşurlar: İnsan hayatının mana ve gayesini keşfetmek. Yahya Kemal’in beyti, hayatın faniliğini ve beklenmedik sonunu, bir beste metaforuyla anlatır. Bu beyitler, fani olan dünyaya karşı rindâne bir duruş sergiler. Fuzûlî’nin beyti ise, ruhun bedenden ayrılığını bir kafesten kurtuluş olarak görerek, ölümün aslında bir neşe ve kavuşma vesilesi olduğunu ifade eder. Muallim Nâci’nin beytinde, kişisel duyguların gizlenmesi ve evrensel hakikat arayışı arasındaki tezat ele alınırken, Aziz Mahmud Hüdâyi’nin beytinde ise, asıl zenginliğin dünya malında değil, vücut sağlığı ve kâmil bir imanda olduğu vurgulanır. Bütün bu beyitler, insanı daha derin düşünmeye, hayatın gayesini sorgulamaya ve fani olanın değil, bâki olanın peşinden gitmeye davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 74–

BERCESTE VE İZAHI – 74–

​Yahyâ Nazîm Divanı’ndan: “Kimseyi dil-teng ü âzâr etme sultânlık budur”
​İktibas:
​Kimseyi dil-teng ü âzâr etme sultânlık budur
Kalb-i mûru tahtgâh eyle Süleymânlık budur
​Fa’ilâtün Fa’ilâtün Fa’ilâtün Fa’ilün

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Yahyâ Nazîm’in ahlaki ve irfani derinliği olan bir öğüdünü ihtiva eder. Şair, gerçek sultanlığın, hiçbir kimseyi incitmemek ve gönlünü kırmamak olduğunu ifade eder. Hakiki iktidar, zora ve kaba kuvvete dayanmak yerine, gönülleri fethetmeye dayanır. İkinci mısrada ise Hazret-i Süleyman’ın (a.s.) kıssasına telmih vardır. Süleyman (a.s.), kuşların ve karıncaların dahi dilini anlayan bir peygamber ve sultandır. Beyitte, bu ilahi ihsan ve hikmetin sembolü olarak, karıncanın kalbini kendisine taht edinmekten bahsedilir. Bu, en küçük canlıya dahi merhamet ve şefkatle muamele etmenin, ilahi bir hükümdarlık (Süleymanlık) vasfı olduğunu gösterir. Bu beyit, makam ve mevkiden ziyade, gönülleri kazanmanın ve adil olmanın asıl büyüklük olduğunu telkin etmektedir.

​Niyâzî-i Mısrî Divanı’ndan: “Kûs-ı rıhlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî-haber”
​İktibas:
​Kûs-ı rıhlet çaldı mevt ammâ henüz cân bî-haber
Asker-i a’zâya lerze düşdü sultân bî-haber
​Fa’ilâtün Fa’ilâtün Fa’ilâtün Fa’ilün

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, tasavvuf erbabının en önemli konularından olan ölümü ve hayatın fâniliğini konu edinir. Niyâzî-i Mısrî, ölümün “göç davulu”nu (kûs-ı rıhlet) çaldığını, yani hayatın sonunun geldiğini bildirdiğini ifade eder. Ancak bu hakikat karşısında bedenin sultanı olan canın, yani ruhun henüz bundan bihaber olduğunu belirtir. İkinci mısrada ise bedenin organlarının (asker-i a’zâ) titrediğini, yani ölümün fiziksel belirtilerinin ortaya çıktığını, ancak bu bedenin sultanı olan canın bu durumdan hâlâ gafil olduğunu vurgular. Bu beyit, insana ölüm hakikatini hatırlatır ve gaflet uykusundan uyanarak fânî hayata aldanmamayı öğütler. Gerçek ârifin, hayatın her anında ölümü idrak ederek manevi hazırlık içinde olduğunu anlatır.

​Hikmet ve İbret Dolu Makale
​Hayat, mana ve madde arasında bir muvazene arayışından ibarettir. Farklı kalemden dökülen bu beyitler, bu arayışın farklı veçhelerini gözler önüne sermektedir. Kimi zaman bir hükümdarın gönül fethi, kimi zaman bir dervişin dünya malından yüz çevirmesi, kimi zaman da insanın ölüm karşısındaki gafleti bu beyitlerde can bulur.

​Yahyâ Nazîm’in Süleymanlık tasavvuru ise, dünyaya hükmetmenin asıl manasının ne olduğunu izah eder. Gerçek sultanlık, güç ve kuvvetle değil, merhamet ve gönül fethiyle olur. Karıncanın kalbini kendisine taht edinmek, en zayıfa, en acize dahi şefkatle yaklaşmanın ilahi bir erdem olduğunu gösterir. Bu, makam ve mevkilerin fâniliğini, kalıcı olanın ise gönüllerde kurulan taht olduğunu bizlere telkin eder. Bir liderin veya bir yöneticinin başarısı, salt maddi güçle değil, insanların gönlünü kazanmasıyla ölçülür.
​Lâedrî’nin “gedâ”lık makamı ise, bu dünyanın ve içindekilerin boşluğunu idrak etmektir. Bir dervişin kalbinde, dünya malı ve şöhreti ne kadar cazip görünürse görünsün, ilahi aşkın lezzetine ulaşmışsa, Dârâ’nın şöhretinin hiçbir kıymeti kalmaz.
​Nihayet Niyâzî-i Mısrî’nin gaflet tasviri, insanı derinden sarsar. Ölüm, hiç durmadan davulunu çalarken, yani her geçen an ölüme biraz daha yaklaşırken, canın bundan bihaber olması büyük bir trajedidir. Bedenin fâni askerleri bir bir yokluğa doğru yürürken, ruhun bu hakikatten gafil olması, en büyük gaflettir. Bu beyit, bize hayatın bir an önce idrak edilmesi ve fani işlerle vakit kaybetmek yerine, ebedi olan hayata hazırlık yapılması gerektiğini haykırmaktadır.

​Bu beyitler, farklı zamanlarda, farklı duygularla kaleme alınmış olsalar da, hepsinin nihai hedefi insanı gafletten uyandırmak, dünya hayatının fâniliğini ve manevi hayatın ehemmiyetini idrak ettirmektir. Birisi saltanatı gönül fethinde arar, bir başkası dünya malını hiçe sayar, bir diğeri ise ölümün yakınlığını hatırlatır. Sonuç olarak, bu muhteva, fani hayatı ebedi bir hakikat penceresinden görmeyi, asıl olanın gönül zenginliği, merhamet ve manevi uyanış olduğunu telkin etmektedir.
​Özet:
​Bu makale, Klasik Türk Edebiyatı’nın farklı şairinden seçilmiş beyitleri ele alarak, merhamet, dünyanın fâniliği ve ölüm gibi temel konuları inceler. Niyâzî-i Mısrî, ölümün yakınlığına rağmen insanın gafil oluşuna dikkat çeker.
Makale, bu beyitlerin tamamının insanı gafletten uyandırmaya, dünya hayatının geçiciliğini ve manevi hayatın ehemmiyetini idrak etmeye yönelik ortak bir muhteva ihtiva ettiğini vurgulamaktadır. Her bir beyit, insan hayatının farklı bir veçhesine ışık tutarak, asıl olanın manevi uyanış, merhamet ve kalbi zenginlik olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 73–

BERCESTE VE İZAHI – 73–

​I. İnsan-ı Kâmilin Sırrı: Kusurun Doğası
​Beyit:
​Nâdir bulunur tıynet-i kâmilde kusur
Kem-mâyeden eyler ne kim eylerse zuhûr

​İzah ve Açıklama:
Koca Ragıp Paşa bu beyitte, kâmil yani olgun ve mükemmel bir karakterde kusur ve noksanlığın nadiren bulunduğunu belirtiyor. Beyitin ikinci mısrasında ise bu fikri pekiştirerek, ortaya çıkan her türlü kusurun, noksanlığın ve kötülüğün, mayası bozuk (kem-mâye) olan kişiden zuhur edeceğini vurguluyor. Bu, insan fıtratının ve karakterinin ne kadar mühim olduğunu ve bu fıtratın, insanın bütün davranışlarını, sözlerini ve fiillerini şekillendirdiğini ifade eder.

​Kâmil İnsan ve Kem-Mayenin Tezahürü
​Koca Ragıp Paşa’nın bu beyti, insanoğlunun yaratılışındaki farklılıkları ve bunun neticesinde ortaya çıkan ahlaki durumları izah eden derin bir hikmet muhteva eder. İnsan-ı kâmil, sadece bilgelikle ve bilgiyle donanmış bir kişi değil, aynı zamanda ahlaken de olgunlaşmış ve nefsini terbiye etmiş kişidir. Bu tür bir şahsiyet, nadir bulunan bir cevher gibidir. Bu cevherin içindeki temiz maya, dışarıya da güzellik, iyilik ve erdem olarak yansır. Bu yüzden kâmil bir insandan kusur, hata veya kötülük beklenmez.
​Tarihî açıdan bakıldığında, tarihin seyrini değiştiren, insanlığa ışık tutan büyük şahsiyetler, hep bu kâmil insan vasfını haiz kişilerdir. Onların hayatı, sadece başarılarla değil, aynı zamanda sergiledikleri üstün ahlak ve erdemlerle de doludur. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” buyurması, ahlakın ve karakterin kemale ermesinin ne denli mühim olduğunu göstermektedir.
​Diğer yandan, “kem-mâye”, yani mayası bozuk olan, karakteri düşük ve fıtratı kötülüğe meyilli olan kişiler, ne yaparsa yapsın, ortaya çıkan neticeler hep onların bozuk fıtratının bir yansımasıdır. Bir insandan yalan, iftira, hırs veya kin gibi kötü sıfatlar zuhur ediyorsa, bunun sebebi, o kişinin ruhunun ve kalbinin kemale ermemiş olmasıdır. Bu durum, bize, bir insanın iç dünyasının ne kadar önemli olduğunu ve dışa vuran bütün fiillerin o iç dünyanın bir tezahürü olduğunu öğretir.
​Bu beytin ibretli muhtevası, sadece başkalarını değil, kendi nefsimizi de muhasebeye çekmemizi gerektirir. Kendimizden zuhur eden hatalar, kusurlar veya iyilikler, aslında bizim fıtratımızın ne kadar temiz veya ne kadar bozuk olduğunun bir göstergesidir. Bir insan, sürekli iyilik yapmaya, doğru sözlü olmaya ve adaletle davranmaya gayret ediyorsa, bu onun mayasının iyi olduğuna delildir. Bu beyit, bize insan fıtratının derinliklerini anlamak ve kendimizi sürekli olarak kemale doğru yönlendirmek için bir pusula hükmündedir.
​Makale Özeti: Koca Ragıp Paşa’nın beyti üzerinden, insan-ı kâmilin ahlaki olgunluğa sahip nadir bir şahsiyet olduğu ve ondan kusur beklenemeyeceği izah edilmektedir. Buna mukabil, kem-mâye yani mayası bozuk olan kişilerin her türlü kötülüğü ortaya çıkarabileceği belirtilmektedir. Makalede, bu durumun tarihi ve ahlaki yönleri ele alınarak, insanoğlunun kendi fıtratını temizleme ve kemale erdirme gayretinin önemi vurgulanmaktadır.

​II. Himmet Beklentisi: Nankörlüğün Denizinde İnci Aramak
​Beyit:
​Sakın nev-devletân-ı asrdan himmet hayâl etme
Abesdir dür ümîdin eylemek bahr-i musavverde

​İzah ve Açıklama:
Fitnat Hanım, bu beyitte, devrin yeni zenginlerinden, sonradan görmüş ve servet sahibi olmuş kimselerden yardım veya himmet beklenmemesi gerektiğini öğütlüyor. İkinci mısrada ise bu beklentinin ne kadar boş ve anlamsız olduğunu, tıpkı resmedilmiş bir denizden (bahr-i musavver) inci (dür) beklemek gibi abes bir hayal olduğunu ifade ediyor. Zira o kimselerin gönül dünyaları, zenginlikleriyle birlikte gelişmemiş ve yardıma kapalıdır.
​Himmet ve Nankörlüğün Tarihî Boyutu
​Fitnat Hanım’ın bu beyiti, sadece şahsi bir tecrübeyi değil, aynı zamanda tarihi ve toplumsal bir hakikati de ihtiva etmektedir. “Nev-devletân”, yani sonradan görmüş, makam ve servet sahibi olmuş insanlar, çoğu zaman sahip oldukları gücü, kibir ve gururla birleştirirler. Bu tür kişiler, yoksulluk ve sıkıntı dönemlerini unuttuklarından, başkalarının dertlerine karşı duyarsızlaşırlar. Onlardan himmet beklemek, yani yardım ve lütuf ummak, boş bir gayrettir. Zira onların kalpleri, servetin ve makamın parıltısıyla kararmıştır.
​Bu durumu, edebiyat ve tarih boyunca pek çok örnekte görmek mümkündür. İnsanlar, darda kaldıklarında, en çok güvendikleri, makam ve servet sahibi dostlarından yardım beklerler. Ancak çoğu zaman bu beklentileri boşa çıkar. Bu, “resmedilmiş denizden inci beklemek” gibi anlamsız bir çabadır. Çünkü resimdeki deniz ne kadar güzel görünürse görünsün, o denizin içinde ne bir hayat, ne bir inci ne de bir bereket vardır. Aynı şekilde, dışı servet ve zenginlikle dolu olan bu kişilerin iç dünyaları da yardıma ve merhamete kapalıdır.
​İbretli bir ders olarak, bu beyit bize, kimden yardım isteyeceğimizi ve kime güveneceğimizi dikkatle seçmemiz gerektiğini öğütler. Gerçek himmet sahipleri, makam ve servetle değil, kalplerinin zenginliği ve cömertliğiyle öne çıkanlardır. Tarih, bu tür insanların hikâyeleriyle doludur. Onlar, en zor zamanlarda bile darda kalanlara el uzatmaktan çekinmemişlerdir. Bu yüzden, gerçek himmet, makamda değil, ahlakta ve karakterde aranmalıdır.
​Makalenin bu kısmı, bize şunu hatırlatır: insanlara değer verirken, onların dış görünüşüne, sahip oldukları servete veya makama değil, onların ahlakına ve kalplerinin derinliğine bakmak gerekir. Zira gerçek zenginlik, mal ve mülkte değil, gönül zenginliğindedir.
​Makale Özeti: Fitnat Hanım’ın beyti, sonradan görmüş, makam ve servet sahibi kişilerden himmet beklemenin yersiz olduğunu, bu beklentinin “resmedilmiş denizden inci beklemek” gibi abes bir iş olduğunu anlatır. Makalede, bu durumun tarihi ve toplumsal bir gerçeklik olduğu, gerçek himmetin makam ve servette değil, gönül zenginliğinde aranması gerektiği vurgulanmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 72–

BERCESTE VE İZAHI – 72–

​1. Bidil-i Dehlevi’nin Beyti: “Ölüm ve Dirilişin Hâli”
​Beyit:
​يك قدم راهست بيدل از تو تا دامان خاك
بر سر مژگان چو اشك استاده اى هشيار باش
​Yek kadem râh-est Bidil ez-to tâ dâmân-ı hâk
Ber-ser-i müjgân ço eşk istâdeî huşyâr bâş
Bidil-i Dehlevi

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insan hayatının fâniliğini ve ölümün ne kadar yakın olduğunu son derece edebî bir üslûpla ifade etmektedir. Bidil, muhatabına seslenerek, “Ey Bidil, seninle mezar arasında bir adımlık mesafe var” demektedir. Bu bir adımlık mesafe, hayatın ne kadar kısa ve ölümün ne kadar ansızın gelebileceğini simgelemektedir. Hayat, göz açıp kapayıncaya kadar geçebilecek bir rüyâ gibidir.
​Devamında ise insanı bir gözyaşına benzetmektedir: “Sen kirpiklerin ucunda düşmek üzere duran gözyaşısın. Kendine gel!” Bu teşbih, insanın ne kadar kırılgan ve ne kadar fâni olduğunu gösterir. Tıpkı bir kirpik ucunda asılı duran ve her an düşebilecek olan bir gözyaşı gibi, insan da hayatın kıyısında durmaktadır. En ufak bir sarsıntı, en ufak bir sebep, bu hayatı nihayete erdirebilir. Beyitteki “huşyâr bâş” (kendine gel, uyanık ol) hitabı, bu fâniliğin idrâkine varmayı ve gafletten kurtulmayı emreder. İnsan, bu hakîkati fark ederek, ebedî hayatına hazırlık yapmalı, gaflet içerisinde boğulmamalıdır. Bu, dünya hayatının geçiciliğine kapılıp asıl varlık sebebini unutanlara bir uyarı niteliğindedir. Hayat, ölümün varlığıyla mânâ kazanır ve asıl hayat, bu fâni dünyanın ötesinde başlar.

​2. Ziyâ Paşa’nın Beyti: “Hayatın Tahavvülü ve İmtihanı”
​Beyit:
​بر كون كله جك سنده پريشان اولاجقسين
ای غنچه بو جمعیتی هر دم می سانیرسین
​Bir gün gelecek sen de perişân olacaksın
Ey gonca bu cem’iyyeti her dem mi sanırsın
Ziyâ Paşa

​İzah ve Açıklama:
​Ziyâ Paşa, bu beyitte hayatın değişmez kaidesini, yani tahavvül ve imtihan hakîkatini nazara vermektedir. “Ey henüz açmamış, tomurcuk hâlinde olan gonca! Bir gün gelecek sen de perişan, dağılmış bir hâlde olacaksın” diyerek, hayatın zirvesinde olan, cemâl ve kemâliyle mağrur olanlara bir hakîkati hatırlatır. Her güzelliğin bir solma vakti, her kemâlin bir zevâl âhirı vardır. Bu, hayatın ve kâinatın değiştirilemez bir kanunudur.
​Beytin ikinci mısrâı ise daha derin bir ikaz ihtiva eder: “Sen bu cemiyeti, bu güzelliği, bu tomurcuk hâlini sürekli mi zannediyorsun?” Bu sual, insanın sahip olduğu makam, mal, güzellik, gençlik gibi fâni nimetlerin ebedî olmadığına dâir bir tefekkür kapısı aralar. Toplumsal olarak da düşünülebilir; bir cemiyetin, bir milletin yahut bir devletin her zaman zevâl ve perişanlık görmeden ayakta kalacağı vehmine kapılanlara ders niteliğindedir. İnsanın ve cemiyetlerin hayatta kalabilmesi için daima teyakkuzda olması, yenilenmesi ve fâni olan şeylere aldanmaması lâzımdır. Ziyâ Paşa, bu beyitle hayatın ve cemiyetin sürekli bir değişim ve imtihan içerisinde olduğunu, hiçbir durumun bâki olmadığını vurgulamaktadır.

​3. Râmiz Paşa’nın Beyti: “Yalnızlık ve Allah’a Sığınma”
​Beyit:
​غریبم بی کسم يوقدر انيسم آهدن غیری
پناهم دستکیرم قالمادی الله دن غیری
​Garîbim bî-kesim yokdur enîsim âhdan gayrı
Penâhım dest-gîrim kalmadı Allâh’dan gayrı
Râmiz Paşa

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, insanın dünyevî yalnızlığını ve bu yalnızlık karşısında bulduğu nihâî sığınak olan Allah’ı anlatır. Şair, “Garibim, kimsesizim, âhtan başka bir dostum yok” diyerek, insanın en acı yalnızlık hâlini dile getirir. Dünyevî dostluklar, yakınlıklar, hepsi bir noktaya kadar gelir ve fâni olur. İnsan, bazen kalabalıklar içinde bile derin bir yalnızlık hissine kapılır. Bu yalnızlık, onu ancak bir dost, bir sırdaş arayışına iter.
​Râmiz Paşa, bu yalnızlığın dermanını ikinci mısrâda açıkça ortaya koyar: “Sığınacak yerim, elimden tutanım Allah’tan başka kalmadı.” Bu, tevhîd inancının en saf hâlidir. İnsan, dünyevî bütün bağların ve dayanakların bir bir zayıfladığını gördüğünde, asıl ve tek dostun, yardım edenin Allah olduğunu idrâk eder. Bu beyit, mü’minin en zor anında bile Allah’a olan tevekkül ve teslimiyetinin bir ifadesidir. İnsan, bütün sebeplerin bittiği yerde, sebeplerin yaratıcısı olan Allah’a sığınmakla huzur ve emniyet bulur. Bu yalnızlık, Allah’a yakınlaşmanın bir vesilesi, bir imtihanı ve nihayet bir lûtfudur.

​4. Esrâr Dede’nin Beyti: “Vaat ve Hasretin Mânâsı”
​Beyit:
​آغلاتمایا جقد یوله باقدر مایا جقد
اول وعده تكرار به تکراری اونوتما
​Ağlatmayacaktın yola baktırmayacaktın
Ol va’de-i tekrâr-be-tekrârı unutma
Esrâr Dede

​İzah ve Açıklama:
​Esrâr Dede, bu beyitte ilâhî bir aşktan yahut beşerî bir vefâdan dem vurur. Beyitteki “sen” hitabı, hem bir sevgiliye hem de Cenâb-ı Hakk’a atıf yapabilir. “Ey sevgili, sen beni ağlatmayacaktın, gidişinin ardından hasretle yollara baktırmayacaktın” sözleri, bir vefâ beklentisini ve bu beklentinin karşılığında yaşanan hayâl kırıklığını dile getirir. Bu, aynı zamanda insanın bu dünyada yaşadığı imtihanları ve beklentilerinin karşılığını bulamamasını da simgeler.
​Devamında ise “Bana defalarca verdiğin sözü unutma!” diyerek, verilen ahd ve misâkın ehemmiyetine dikkat çekilir. Eğer beyit beşerî bir aşktan bahsediyorsa, bu, ahde vefâsızlık üzerine bir sitemdir. Eğer ilâhî bir aşka işaret ediyorsa, bu, kulun Allah’a olan ümidinin ve O’nun verdiği vaatlere olan itimâdının bir ifadesidir. Cenâb-ı Hakk’ın vaatleri değişmez ve haktır. Kulun dünyevî sıkıntıları, bu vaatlerin bir imtihanı niteliğindedir. Bu beyit, aynı zamanda insanlara da bir nasihattir: Verdiğiniz sözleri, yaptığınız vaatleri unutmayın ve ahde vefâ gösterin. Bu, hem dünyevî hem de uhrevî saadet için elzemdir.

​5. Lâedri’nin Beyti: “Aşk ve Âşığın Hâli”
​Beyit:
​ديدی مشهور مثلدر بو بيلير خاص ايله عام
عاشقلر هر شب اولور دیده‌سنه اویقو حرام
​Dedi meşhûr meseldir bu bilir hâs ile âm
Âşıkın her şeb olur dîdesine uyku harâm
Lâedri

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, gerçek aşkın hâlini, özellikle de ilâhî aşkın alâmetlerini dile getirmektedir. “Halk da sultan da şu meşhur meseli bilir” diyerek, bu hakîkatin umumî bir kaide olduğunu belirtir. Aşkın hâli, mevkî veya statü farkı gözetmeksizin herkes tarafından bilinen bir durumdur.
​”Âşığın her gece gözüne uyku haram olur.” Aşk, bir ıztırap, bir bekleyiş ve bir tefekkür hâlidir. Gerçek bir âşık, mâşukuna olan hasret ve düşüncesiyle uyuyamaz. Bu, mecazî anlamda, dünya meşgalelerinden ve gaflet uykusundan uzak durmayı da ihtiva eder. Vaktini boş ve mâlâyânî şeylerle geçirmek yerine, vaktini mâşukuna kavuşma hazırlığıyla geçirenler, bu “uyku haramlığı”nı yaşarlar. İlâhî aşkta ise bu hâl, geceleri seccâde başında, mâşuka olan iştiyâk ve yakarışla geçer. Bu beyit, aşkın sadece bir hissiyat olmadığını, aynı zamanda bir yaşam biçimi, bir teyakkuz ve bir gayret hâli olduğunu anlatır. Gaflet uykusundan uyananlar, gerçek âşıkların hâline vâkıf olurlar.

​Makale Özeti:
​Bu makale, beş farklı beyitin izah ve tefsirini yaparak, insan hayatına dâir temel hakîkatleri irdelemektedir. İlk beyit, Bidil-i Dehlevi’ye ait olup, hayatın fâniliğini ve ölümün yakınlığını bir gözyaşı metaforuyla anlatarak gaflet uykusundan uyanmayı öğütler. İkinci beyitte, Ziyâ Paşa, gonca teşbihiyle hayatın ve cemiyetlerin sürekli bir değişim ve imtihan içinde olduğunu, hiçbir durumun bâki olmadığını vurgular. Üçüncü beyitte Râmiz Paşa, insanın dünyevî yalnızlığını ve bu yalnızlıkta yegâne sığınak olan Allah’a olan tevekkülünü dile getirir. Dördüncü beyitte, Esrâr Dede, verilen vaatlerin vefâsına dâir bir sitemi veya ilâhî vaatlere olan ümidi anlatarak ahde vefânın ehemmiyetine değinir. Son olarak, Lâedri’nin beyiti, gerçek aşkın alâmeti olarak âşığın gözüne uyku haram olduğunu belirtir ve bu hâlin ilâhî aşktaki tecellisini izah eder. Netice olarak, her bir beyit, insanı hayat, ölüm, yalnızlık, vefâ ve aşk gibi temel meseleler üzerinde tefekküre sevk ederek, manevî bir uyanışa davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 71–

BERCESTE VE İZAHI – 71–

​1. Beyit ve İzahı
​”Gönül yapmak habibim Ka’be bünyâd etmeden yeğdir
Dil-i mahzûnu şâd etmek kul âzâd etmeden yeğdir”
​Lâedrî’ye ait olan bu beyit, dinî ve ahlâkî muhteva bakımından son derece kıymetli bir hikmet barındırır. Beyitte, gönül yapmanın, Kâbe’yi yeniden inşa etmekten daha hayırlı olduğu ifade edilmiştir. Zira Kâbe maddî bir yapıdır, ancak gönül, Hakk’ın tecelligâhıdır. İkinci mısra, hüzünlü bir kalbi sevindirmenin, bir köleyi azat etmekten daha üstün olduğunu belirtmektedir. Bu, maddî hayrın ötesinde, manevî tesellinin, insanî alâkanın ve empati kurmanın ne kadar büyük bir sevap olduğuna işaret etmektedir. Bu beyit, amellerin zahirî suretine değil, manevî derinliğine ve insanın kalbine olan tesirine odaklanmamız gerektiğini telkin eder.

​2. Beyit ve İzahı
​”Gül-i ruhsârına meftûn olanlar şüphesiz sensiz
Ne mülk ü mâl ü câh ister ne zevk u safâ ister”
​Es’ad-ı Erbilî’ye ait bu beyit, mâşukuna (sevgili) duyulan aşkın, dünyevî her türlü arzudan üstün olduğunu anlatmaktadır. Şair, gül yanaklı sevgilisine tutkun olanların, o yokken ne mülk, ne mal, ne makam, ne de başka bir dünyevî lezzet arzu etmeyeceklerini ifade eder. Bu, gerçek aşkın, insana dünyalıkları unutturacak kadar güçlü bir tesire sahip olduğunu gösterir. Âşık, mâşukunun varlığı ile kâmil olur ve onun yokluğunda dünyevî olan her şey, manasını yitirir. Bu beyit, tasavvufî mânâda Hak aşkını remz eder; zira Allâh’a kavuşma iştiyakında olan bir kulun, fânî dünya nimetlerine alâka duyması muhaldir.

​3. Resimdeki Beyit ve İzahı
​”Akıp gelir sana rızk etme kâviş-i tedbir
Kenâr-ı cûy-ı firâvânda hafr-ı çâh abes”
​Sâmî’ye ait bu beyit, tevekkül ve rızık mevzuunda derin bir hikmet sunar. Şair, insana takdir edilmiş olan rızkın zaten ona akıp geleceğini, bu yüzden aşırı derecede tedbir ve hırsla uğraşmanın manasız olduğunu belirtir. Beytin ikinci mısraı, bu manayı daha da tebarüz ettirir: “Geniş ve bol bir nehrin kenarında kuyu kazmak abestir.” Bu, Allâh’ın takdirine güvenilmesi gerektiğini, her rızık arayışının bir gayret-i mecburiyeden öteye geçerek hırs ve endişeye dönüşmemesi icap ettiğini telkin eder. Asıl olan, Allâh’a olan itimadın sağlam olmasıdır.

​Makale: Tevekkülün ve Gönül İnşasının İbretli Muhtevası
​Tarihî derinliklere sahip Osmanlı şiirinde berceste beyitler, insanın hayatına rehberlik eden hikmetli dersler sunar.Lâedrî’nin kalbi ve Es’ad-ı Erbilî’nin gül yanaklı sevgilisi, aşkın ne denli yıkıcı ve aynı zamanda yapıcı bir muhteva ihtiva ettiğini bize öğretir.
Lâedrî’nin beyiti, bu manayı genişleterek, insanî münasebetlere ve başkalarının hayatına dokunmaya olan ehemmiyetini vurgular. Gönül yapmak, Ka’be’yi yeniden bina etmekten daha yücedir. Zira Kâbe, taş ve topraktan bir yapıdır, oysa gönül, Hakk’ın tecelligâhıdır. Bu, dinin şekilcilikten öte, insanî değerlere ve merhamete ne kadar çok kıymet verdiğini düşündürücü bir biçimde ortaya koyar. Hüzünlü bir kalbi sevindirmek, bir köleyi azat etmekten üstündür; çünkü bu, maddî bir hürriyetin ötesinde, manevî bir kurtuluşa ve huzura vesile olmaktadır.
​Tevekkül ve rızık meselesi de bu hikmetli beyitlerin muhtevasında mühim bir yer tutar. Sâmî’nin beyiti, rızkın takdir edilmiş olduğunu ve bu konuda aşırı bir hırs ve endişeye kapılmanın manasızlığını telkin eder. Geniş bir nehrin kenarında kuyu kazmak abestir, zira su zaten mevcuttur. Bu, mü’min için Allâh’ın takdirine itimadın, hayata karşı en büyük güvence olduğunu belirtmektedir.
​Bu beyitlerin hepsinde ortak olan muhteva, hayatın zahirî görüntülerinin ötesine geçerek, manevî hakikatlere ulaşma çabasıdır. Merhamet ve tevekkül gibi yüce değerler, fânî dünya nimetlerinden daha kıymetli kılınarak, insana ibretli bir yol haritası sunulmaktadır.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, farklı şairlere ait berceste beyitleri izah ederek, bu beyitlerin ihtiva ettiği derin manaları tahlil etmektedir. Lâedrî’nin beyti gönül yapmanın ve insanlara merhametin, zahirî ibadetlerden dahi üstün olduğunu vurgular. Sâmî’nin beyti Allâh’ın takdirine güvenmenin ehemmiyetini, yani tevekkülü anlatır. Makalenin genel muhtevası, bu beyitlerin her birinin, fânî dünyanın ötesine geçerek manevî hakikatleri idrak etme yolunda insana rehberlik etmesidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 70–

BERCESTE VE İZAHI – 70–

​Fuzûlî’den Bir Beyt: Hakikî Kurbân
​İktibas: “Yılda bir kurbân keserler halk-ı âlem ıyd için / Dem-be-dem sa’at-be-sa’at ben senin kurbânınam” – Fuzûlî
​Bu beyit, şair Fuzûlî’nin derin bir aşk ve teslimiyet hissiyatını dile getirdiği müstesna bir örnektir. Beyitte, kurbân mefhumu, dinî bir vecibe olmanın ötesinde, beşerî bir aşkın ve ilâhî bir sevginin timsali olarak ele alınmıştır. Fuzûlî, âlem halkının yılda bir kez bayram için kurban kestiğini belirtirken, kendisinin ise her an, her saniye Hakk’ın aşkına kurban olmaya hazır olduğunu ifade etmektedir. Bu durum, sadece bir dinî ritüeli değil, aynı zamanda nefsin ve benliğin sürekli bir arınma hâlini, Hakk’a adanmış bir hayatı tasvir eder.
​Kurbânın manası, İslâmî terminolojide, kişinin Allah’a yaklaşmak ve O’nun rızasını kazanmak için birtakım fedakârlıklarda bulunmasıdır. Bu fedakârlık, hayvan kesimi şeklinde tezahür etse de, asıl hedef, kalpteki benliği, enaniyet ve nefsanî arzuları Hakk’ın yolunda feda etmektir. Fuzûlî’nin beyti, bu hakikî kurbân mefhumunu en veciz şekilde ortaya koyar. O, maddî bir kurbânın sınırlı zaman ve mekânla mukayyed olduğunu, oysa kendi aşkının ve teslimiyetinin sonsuz ve kesintisiz olduğunu dile getirir. Onun bu hâli, bir dervişin, bir âşıkın tüm varlığını maşukuna adaması gibi, bir kulun da tüm varlığıyla Rabbine yönelmesini sembolize eder. Bu beyit, bize, ibadetlerin şekil ve kalıplarından ziyade, onlara can veren manevî derinliğin ne kadar mühim olduğunu hatırlatır. Hakikî kurbân, ancak tüm hayatı ihâta eden bir teslimiyet ve aşkla mümkün olur.

​Leskofçalı Gâlib’den İbretli Bir Beyit: Hayatın İdâresi
​İktibas: “Âkil olur kim geçer eyyâmı hüsn-i hâl ile / Eylemez ser-mest kendin neş’e-i ikbâl ile” – Leskofçalı Gâlib
​Bu beyit, Leskofçalı Gâlib’in hikmetli bir nasihatini ihtiva eder. Şair, akıllı ve basiretli kişinin, hayat günlerini güzel bir hâl ve tutumla geçirdiğini, gelecek bir saadetin veya başarının sarhoşluğuyla bugünü zayi etmediğini ifade eder. Bu, hayatın idaresine dair son derece mühim bir öğüttür. Akıl, sadece doğru ve yanlışı ayırt etmekle kalmaz, aynı zamanda insanın hayatını, anını ve istikbalini doğru bir şekilde yönetmesini sağlar. İnsan, genellikle gelecekteki mümkün olan bir sevinç veya başarı için bugünün kıymetini bilmez, mevcudu ihmal eder. Bu durum, sürekli bir erteleme, tatminsizlik ve nihayetinde hüsranla neticelenir.
​İkbâl, yani yükseliş ve başarı, çoğu zaman insanı gafil kılan bir neşe kaynağı olabilir. Bu neşe, bazen geçici, bazen de yanıltıcıdır. Gâlib’in uyarısı, bu neşeye kapılıp kendinden geçmemek, hayatın her anında ölçülü ve şuurlu kalmaktır. Bu beyit, bize, hayatta dâima mevcut olan anın kıymetini bilmek, her hâlimizde sükûneti ve aklı muhafaza etmek gerektiğini telkin eder. Asıl olan, neşenin veya ikbâlin getirdiği bir sarhoşlukla değil, her ânı bir nimet bilerek, güzel bir hâl ile yaşamaktır. Bu hikmetli beyit, bize, hayatın yalnızca geleceğe yönelik bir koşuşturmadan ibaret olmadığını, asıl mananın, içinde bulunulan anın güzelliğini ve kıymetini idrak etmekte saklı olduğunu hatırlatır.

​Yenşehirli Avni’den Kalbe Yönelik Bir Nasihat: Hakikî Servet
​İktibas: “İki çeşm-i sirişk-efşân ile bir kalb-i vîrân al / Tükenmez hasra gelmez dâ’imî îrâd lâzımsa” – Yenişehirli Avni
​Bu beyit, Yenişehirli Avni’nin manevî bir servet tarifi ve nasihati olarak karşımıza çıkar. Şair, eğer tükenmez, sınırı olmayan ve daimî bir gelir, yani manevî bir kazanç istiyorsan, akan gözyaşlarıyla dolu bir çift göz ve harap olmuş bir kalbe sahip ol, der. Bu ifade, maddî servet peşinde koşan dünyaya bir serzeniş ve maneviyâtın hakikatine bir davettir. Beyitteki “harap kalp” ve “akan gözyaşı”, nefsin yıkılışını ve Hakk’a yönelişin alametlerini sembolize eder. Harap olmuş kalp, nefsânî arzuların, enâniyetin ve dünyevî ihtirasların terk edildiği, arınmış bir kalptir. Bu kalp, artık dünyadan bir beklentisi olmayan, yalnızca Hakk’ın rızasını arayan bir kalptir.
​Gözyaşları ise, bu manevî uyanışın ve pişmanlığın bir tezahürüdür. Pişmanlık gözyaşları, kalbi temizler, ruhu arındırır ve insanı Yaradan’a yaklaştırır. Bu durum, dünyevî hırs ve menfaatlerden arınmış bir hayatın, kalbinin kapısını ilâhî rahmete açmasını anlatır. Avni’nin bu nasihati, bize, hakikî zenginliğin malda veya makamda değil, manevî bir temizlenmede ve kalpteki teslimiyette olduğunu öğretir. Tükenmez gelir, ancak ilâhî rahmet ve bereketle elde edilir. Bu da ancak, nefsinin esaretinden kurtulmuş ve kalbini Hakk’a açmış olanlara nasip olur. Bu beyit, insanı, asıl servetini iç dünyasında aramaya ve kalbini ihya etmeye davet eder.

​Mislî’den Tevâzu ve Âcizliğin Beyânı: Kâinatın İbreti
​İktibas: “Sun’-ı Zâtü’llâh yeterken aynımı ibret heme / Hâne-i vîrânımı ta’mîre üstâd olmadım” – Mislî
​Mislî’nin bu beyti, bir yandan kâinatın ihtişamı karşısındaki hayretini, diğer yandan kendi nefsi karşısındaki acziyetini dile getirir. Şair, Allah’ın yarattığı her şeydeki sanatı ve hikmeti görmenin, ibret alması için gözüne kâfi geldiğini ifade eder. Bu, kâinatı bir ibret nazarıyla, bir ilâhî kitap olarak okuma sanatıdır. Her varlıkta, bir kelebeğin kanadında, bir çiçeğin renginde, bir dağın heybetinde Allah’ın kudret ve sanatının izleri görülür. Bu ibretli bakış açısı, insana tevhid bilincini ve yaratıcının büyüklüğünü hatırlatır. Ancak, Mislî bu hayranlığı kendi acziyetiyle birleştirir.
​Beytin ikinci mısrasında, “virane olmuş gönlümü tamir etmeye üstat olamadım” diyerek, kâinatı okuyabilme becerisine rağmen, kendi iç dünyasını, manevî viraneliğini ıslah etmede başarısız olduğunu itiraf eder. Bu itiraf, derin bir tevazu ve samimiyeti ihtiva eder. İnsan, ne kadar dış dünyaya, kâinata bakıp ibret alsa da, kendi nefsini, kendi hatalarını düzeltmekte zorlanır. Bu beyit, bize, dışarıdaki mükemmel nizamı ve sanatı idrak etmenin mühim olduğunu, ancak asıl zor olanın, kendi iç dünyamızı, nefsimizi ve kalbimizi ihya etmek olduğunu anlatır. Hakiki bir üstatlık, ancak bu iç yolculukta kazanılır. Mislî’nin beyti, bu zorlu iç mücadeleyi ve insanî acziyeti en samimî şekilde ortaya koyar.

​Râhmî’den Hayatın Çelişkileri Üzerine Bir Beyit: Gece ve Gündüzün Hikmeti
​İktibas: “Âbisten-i safâ vü kederdir leyâl hep / Gün doğmadan meşîme-i şebden neler doğar” – Râhmî
​Râhmî’nin bu beyti, hayatın tekrarını ve çelişkilerini, gece ve gündüz metaforuyla tasvir eder. Şair, gecenin hem mutluluğa (safâ) hem de kedere (keder) gebe olduğunu belirtir. Bu, hayatın tabiatında bulunan zıtlıkları ve belirsizlikleri ifade eder. Gece, bazen huzur ve sükûnetin, bazen de hüzün ve ıstırabın sembolü olabilir. İnsan hayatında da durum böyledir; bir an neşeyle dolarken, bir sonraki an kederle yüzleşilebilir. Bu zıtlıklar, hayatın bir parçasıdır ve insanı olgunlaştıran, derinleştiren unsurlardır.
​Beytin ikinci mısrası, “Gecenin dölyatağından gün doğmadan neler doğar,” diyerek, bu belirsizliği ve hayatın sürprizlerini vurgular. Gece, henüz aydınlığın zuhur etmediği bir zamandır ve bu karanlıkta, kimsenin tahmin edemeyeceği yeni durumlar, hadiseler, sevinçler veya üzüntüler ortaya çıkabilir. Bu, aynı zamanda bir umut beyanıdır. En karanlık anlarda bile, sabahın doğması gibi, yeni bir umut ışığının, yeni bir imkânın ortaya çıkabileceğini işaret eder. Bu beyit, bize, hayatın zıtlıklarla dolu olduğunu kabullenmeyi, belirsizlikler karşısında sabırlı olmayı ve her anın kendi içinde bir sürpriz barındırdığını idrak etmeyi öğretir. Hayat, sadece bir istikametten ibaret değildir; o, sayısız ihtimallerle dolu, sürekli değişen bir süreçtir.

​Makalelerin Özeti
​Bu makaleler, kadim şairlerin beyitleri üzerinden derin bir maneviyat ve hikmet deryasına dalmaktadır. Fuzûlî’nin beyti, kurbân mefhumunu maddî bir vecibeden manevî bir teslimiyete taşıyarak, hakikî aşkın ve adanmışlığın ancak tüm varlığıyla olabileceğini belirtir. Leskofçalı Gâlib’in hikmetli sözleri, aklın ve basiretin sadece bilgiyle değil, aynı zamanda hayatın her ânını güzel bir hâl ile yaşamayı becermekle elde edileceğini, geleceğin getireceği neşenin sarhoşluğuna kapılmamak gerektiğini anlatır. Yenişehirli Avni ise, hakiki servetin maddî zenginlikte değil, günahlarına pişmanlıkla ağlayan bir göz ve nefsinden arınmış harap bir kalpte olduğunu öğütler. Mislî’nin beyti, kâinatın ibret verici nizamına hayranlık duyarken, kendi nefsini ıslah etmedeki acziyetini itiraf ederek derin bir tevazu dersi verir. Son olarak, Râhmî’nin beyiti, hayatın tekrarında gece ve gündüzün temsil ettiği zıtlıkları, yani sevinç ve kederin kaçınılmazlığını ele alarak, her anın sürprizlerle dolu olduğunu ve bu belirsizlikler karşısında hazırlıklı ve umutlu olunması gerektiğini belirtir. Bu beyitler, bize sadece şiirsel bir haz sunmakla kalmayıp, aynı zamanda hayatın farklı yönlerine dair evrensel ve ibretli dersler ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 69–

BERCESTE VE İZAHI – 69–

​Makale: Berceste Beyitlerden Hayat Dersleri

​1. “Senden bilirim yok bana bir faide ey gül / Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül” – Osman Nevres
​İktibas:
​Senden bilirim yok bana bir faide ey gül
​Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül
​Etsem de abesdir sitem-i hâre tahammül
​Gül yağı eller sürünür çatlasa bülbül
​Osman Nevres

​İzah ve Açıklama:
​Osman Nevres’in bu beytinde, bülbülün güle olan derin aşkı ve bu aşkın karşılıksızlığı ele alınmıştır. Şair, bülbülün çilekeş hayatını, güle duyduğu muhabbetten dolayı çektiği ızdırabı, gülün ise bu aşka karşı kayıtsızlığını tasvir eder. Gül, bülbülün çektiği bunca çileye rağmen, bülbülün aşkından bihaber, sadece “ellere”, yani başkalarına hizmet eder. Gülün yağı başkalarının ellerine sürülürken, bülbül bu durumdan dolayı aşkından çatlar, yanar. Şair bu durumdan hareketle, dikenlerin zulmüne tahammül etmenin de abes olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, bir vefasızlık ve karşılıksızlık temasını işler. İnsan hayatında da durum böyledir; bazen birine karşı duyulan derin sevgi ve sadakat, karşı taraftan aynı karşılığı bulamayabilir. Hatta kişi, sırf bu sevgi yüzünden acı çekerken, sevdiği şey veya kişi başkalarına fayda verir. Bu, vefâ ve sadakatin sadece menfaat uğruna olmadığı, bülbül gibi gönül çilesi çekenler için bir ibret vesilesi olduğunu gösterir.

​2. “Her nefesde eyledik yüz bin günah / Bir günaha etmedik hiçbir gün âh” – Süleyman Çelebi
​İktibas:
​Her nefesde eyledik yüz bin günah
​Bir günaha etmedik hiçbir gün âh
​Süleyman Çelebi

​İzah ve Açıklama:
​Süleyman Çelebi’nin bu derin ve düşündürücü beyti, insanoğlunun günahkâr yapısını ve bu günahlar karşısındaki gafletini ortaya koyar. Şair, her nefeste sayısız günah işlediğimizi, lakin bu günahlar için bir an bile ah edip nedamet duymadığımızı dile getirir. Bu beyit, beşerî zaafiyetin ve mânevî körlüğün hazin bir tasviridir. İnsan, nefsine uyarak pek çok hata yapar, ancak bu hataların sorumluluğunu idrak etmekte, tövbe ve istiğfar etmekte aciz kalır.
​Bu beyit, bizleri iç muhasebeye, nefs-i emmârenin tehlikelerine ve tövbenin ehemmiyetine davet eder. Asıl ibret, işlenen günahların çokluğunda değil, o günahlardan dolayı duyulan pişmanlığın yokluğundadır. Zira Allah, kulunun günahını bağışlamaya her zaman hazırdır, yeter ki kul o günahına samimiyetle ah edip, O’na yönelsin. Süleyman Çelebi, bu beyitle, gaflet perdesini yırtıp, insana vicdanın sesini dinlemesini telkin eder.

​3. “Her kime kılsan nazar sen anı senden yeğ bilüp / Görme kendi kendözün zira ki şeytânlık budur” – Muhibbî
​İktibas:
​Her kime kılsan nazar sen anı senden yeğ bilüp
​Görme kendi kendözün zira ki şeytânlık budur
​Muhibbî (Kanuni Sultan Süleyman)

​İzah ve Açıklama:
​Muhibbî mahlasını kullanan Kanuni Sultan Süleyman’a ait olan bu beyit, tevazu ve alçakgönüllülük üzerine derin bir ahlâk dersi verir. Beyit, karşımıza çıkan her insanı kendimizden daha üstün, daha hayırlı görmemiz gerektiğini ve kendimizi beğenmenin, kendini öne çıkarmanın şeytanî bir hâl olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, kibir ve gururun ne kadar tehlikeli bir huy olduğunu vurgular. İnsanın kendi nefsini beğenmesi, diğer insanları küçümsemesi, kibir hastalığının en bariz alametidir ve bu durum, onu şeytanın izine sürükler. İslam ahlâkında da önemli bir yer tutan bu prensip, insana daima mütevazı olmayı, başkalarının meziyetlerini görmeyi ve kendi kusurlarını idrak etmeyi emreder. Zira hakikî kemâlât, ilim ve servetle değil, kalbin tevazu ile bezenmesiyle elde edilir. Bu beyit, bize insan ilişkilerinde daima saygılı olmayı ve kendi nefsini terbiye etmeyi öğretir.

​4. “Esîr-i dâm-ı aşkın ola-lı senden vefâ görmem” – Fuzûlî
​İktibas:
​Esir-i dâm-ı aşkın olalı senden vefa görmem
​Seni her kanda görsem ehl-i derde aşina görmem
​Vefa vü âşinâlık resmi senden reva görmem
​Gözüm canım efendim sevdiğim devletli sultânım
​Fuzûlî

​İzah ve Açıklama:
​Fuzûlî’nin bu gazelinden alınan beyitler, Divan Edebiyatı’nın en lirik ve hüzünlü eserlerinden biridir. Aşkın tuzağına esir düşen âşık, sevgilisinden vefa görmemekten şikâyet eder. Sevgili, o kadar ilgisiz ve kayıtsızdır ki, âşığın derdini bile anlamaz. Şair, vefanın ve tanışıklığın (aşinalığın) sevgiliden uzak olduğunu, ondan bu hasletleri beklemenin de yersiz olduğunu ifade eder.
​Bu beyitler, Fuzûlî’nin aşk anlayışının temelini teşkil eden mâşuk (sevgili) tipini mükemmelen yansıtır. Burada aşk, karşılıklı bir alışveriş değil, âşığın kendi içinde yaşadığı bir ıstırap ve fedakârlıktır. Âşık, sevgilinin zulmüne ve cefasına razıdır, hatta bu cefadan lezzet alır. Bu, maddî bir aşkın ötesinde, tasavvufî bir aşk anlayışına işaret eder. Zira tasavvufî aşkta âşık, maşukunda kendi varlığını yok eder, fenâ fi’l-maşuk mertebesine ulaşmaya gayret eder. Bu beyitler, aşkın her zaman mutluluk değil, bazen de ayrılık, hasret ve ıstırap olabileceğini, ancak asıl kıymetin bu çilede saklı olduğunu gösterir.

​5. “Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur” – Yavuz Sultan Selim
​İktibas:
​Sanma şâhım herkesi sen sadıkâne yâr olur
​Herkesi sen dost mu sandın belki ol ağyâr olur
​Sâdıkâne belki ol âlemde bir dildâr olur
​Yâr olur ağyâr olur dildâr olur serdâr olur
​Yavuz Sultan Selim

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyitler, Yavuz Sultan Selim’e atfedilen ve devlet adamlığı, dostluk ve sadakat üzerine önemli bir uyarı niteliğindeki sözlerdir. Şair, hükümdara hitaben, “Herkesi kendine sadık bir dost sanma” der. Zira dost zannettiğin kişiler, belki de düşmanındır (ağyâr). Belki de bu âlemde sana sadık olan tek kişi, senin gerçek sevgilindir (dildâr). Bu beyitler, hayatın ve insan ilişkilerinin karmaşık ve değişken yapısına işaret eder.
​Bu nasihatler, sadece bir hükümdar için değil, her insan için geçerlidir. Zira insanoğlu, dost ve düşman ayrımını yaparken yanılgıya düşebilir. Yavuz Sultan Selim, bu beyitlerle, dost zannettiklerinin düşman, düşman zannettiklerinin ise dost olabileceği gibi, sadakatin çok nadir ve kıymetli bir haslet olduğunu belirtir. Hayat, bir tiyatro sahnesi gibidir ve bu sahnede herkesin bir rolü vardır: Dost, düşman, sevgili, kumandan. Asıl marifet, bu rolleri doğru okuyabilmek ve her şeyin fani olduğunu idrak etmektir. Bu beyitler, bize teyakkuzda olmayı ve insanların iç yüzünü anlamaya çalışmayı telkin eder.
​Makalenin Özeti
​Bu makale, Osmanlı edebiyatının usta şairleri Osman Nevres, Süleyman Çelebi, Fuzûlî, Muhibbî ve Yavuz Sultan Selim’in berceste beyitlerini ele alarak, bu beyitlerin ihtiva ettiği derin manaları izah etmiştir. Bülbül ve gülün karşılıksız sevgiden yola çıkarak vefanın ehemmiyeti; günahların çokluğu ve nedametin azlığıyla gafletin tehlikesi; tevazuun ahlâkî önemi ve kibrin şeytanî bir huy olduğu; aşkın ıstırap yönü ve tasavvufî boyutu; ve son olarak da dostluk ve sadakatin fani dünyadaki değişkenliği gibi konular genişçe ele alınmıştır. Bu beyitlerin her biri, insanlık durumuna, ahlâkî tekâmüle ve hayatın ibretli yönlerine dair kıymetli dersler sunmaktadır. Makale, bu beyitlerin sadece edebi birer eser değil, aynı zamanda hayatın kendisini anlama ve idrak etme yolunda birer rehber olduğunu ortaya koymaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 68–

BERCESTE VE İZAHI – 68–

​Gönül İlimleri ve Hayatın İmtihanları: Hikmetin Derinliklerinde Bir Seyahat
​Hayat, kimi zaman akıl ve mantıkla çözülemeyen düğümlere, kimi zaman da kalbin derinliklerinde saklı kalmış sırr-ı hakikatlere şahidlik ettiğimiz bir yolculuktur. İnsanoğlu, bu seyahatte farklı ilimlerin ve hallerin tesiri altında kalır. Beyitler, bize bu muazzam seyahat hakkında hikmet dolu kapılar aralamaktadır. Her bir mısrası, derin bir manayı ihtiva eder ve okuyucuyu tefekküre sevk eder.
​İlmin Hamalı mı, Taşıyıcısı mı?
​Mevlânâ Hazretleri’nin hikmetli sözüyle başlayalım:
​İlmhâ-yı ehl-i dil hammâlişân
İlmhâ-yı ehl-i ten ahmâlişân
(Gönül ehlinin ilimleri, kendilerini taşır. Ten ehlinin ilimleriyse kendilerine yüktür.)

​Bu beyit, ilmin hakiki gayesi ve onu elde edenin halet-i ruhiyesi hakkında mühim bir muhteva arz eder. Gönül ehli, ilmi ruhlarını terakki ettirmek, kalplerini nurlandırmak ve Hakk’a vâsıl olmak için öğrenir. Onların ilmi, bir fener gibi yollarını aydınlatır, onlara yük olmaz, aksine hafiflik ve ferahlık verir. Bu ilim, bir hamalın sırtındaki yük değil, bir kuşun kanadındaki tüy misali, onları göklere yükseltir.
​Fakat ten ehli için durum farklıdır. Onlar ilmi, nefsani arzularına hizmet etmek, başkalarına karşı üstünlük taslamak ve dünya menfaatleri elde etmek için kullanırlar. Bu tür bir ilim, ruhu beslemekten ziyade, benliği şişirir ve ağırlık yapar. İlim, bir bilgi yığınından ibaret kalır ve sahibine yük olmaktan öteye gidemez. Bu, tıpkı susuz bir çölde taşıdığı suyun lezzetini bilmeyen bir hamalın durumuna benzer. İlmin hakikatine vâkıf olamayan ten ehli, aslında ilmi değil, cehaletin en ağır yükünü taşımaktadır.
​Aşkın Kelâmı ve Vahdetin Sırrı
​Bâkî’nin aşk ve vahdeti anlatan beyti, gönül ehlinin idrakine ışık tutar:
​Kelâm-ı aşk ey Bâkî ser-â-ser sırr-ı vahdetdir
Murâdı cümlenin birdir bütün dünyâyı söyletsen
(Ey Bâkî! Aşk bahsinde söylenilen bütün kelâmlar baştan sona vahdet sırrını anlatmaktadır. Bu konuyla ilgili olarak dünyadaki herkesi konuştursan bile aslında amaçlarının bir olduğunu görürsün.)

​Bu beyit, aşkın evrensel ve birleştirici gücünü vurgulamaktadır. Hakiki aşk, sadece beşerî bir duygu değil, yaratılışın özünde yatan bir vahdet sırrıdır. Aşkı konuşan her dil, aslında aynı kaynaktan beslenir ve aynı hakikate işaret eder. İster bir şâirin mısralarında, ister bir ârifin sözlerinde, ister bir dervişin zikrinde olsun, her biri bu aşkın farklı tezahürlerini dile getirir.
​Bâkî, bu beyitle aşkın farklı dillerde, farklı coğrafyalarda ve farklı zamanlarda söylenilse dahi, aslında hepsinin tek bir gayeye hizmet ettiğini anlatır: Vahdet-i Vücud (varlığın birliği) sırrına erişmek. Aşk, insanı parçalı ve dağınık olan hayattan kurtarır ve onu bütünün bir parçası yapar. Herkesin konuştuğu şey farklı gibi görünse de, özünde hepsi Hakk’a duyulan aşkı ve O’nunla bir olma arzusunu anlatır.
Ve her şeyin O’ndan olduğunu görmek ister.
​Feleğin Dengesiz Dönüşü ve Hayatın Gecikmiş Fırsatları
​Mezâkî’nin beyiti, hayatın imtihanlarını ve fırsatların kıymetini anlamamız için bize bir ayna tutar:
​Sunar bir câm-ı memlû bin tehî peymâneden sonra
Döner vefk-i merâm üzere felek ammâ neden sonra
(Felek, bin tane boş kadehten sonra bir tane dolu kadeh sunar. Elbette bir gün bizim arzumuz istikametinde döner ama iş işten geçtikten sonra.)

​Hayat, bizi sabır ve azimle sınayan bir süreçtir. Çoğu zaman istediğimiz şeylere kavuşmak için uzun bir bekleyiş ve sayısız hayal kırıklığı yaşarız. Felek, yani kader, binlerce boş kadeh sunar, ümitsizlik ve yorgunluk verir. Ancak nihayet bir gün, belki de en beklemediğimiz anda, arzuladığımız o dolu kadehi önümüze koyar. Lakin bu bekleme, bazen çok uzun sürer ve arzu ettiğimiz şey, iş işten geçtikten sonra, manasını yitirmiş bir halde gelir.
​Bu beyit, bize hayatın zamanlamasının bizim beklentilerimizle uyuşmadığını, her şeyin belli bir hikmet ve nizam üzere cereyan ettiğini anlatır. Önemli olan, bu süreçte pes etmemek, sabırla sebat etmek ve her anın kıymetini bilmektir. Zira bir şeyin kıymetini bilmek, onu elde etmekten daha mühim olabilir.
​Aşkın İmtihanı: Ölüm mü Ayrılık mı?
​Nef’î’nin beyti, aşkın en çetin imtihanlarından birini, yani ölüm ile ayrılığı karşılaştırır:
​Ölmek âsân âşıka bir dem firâk-ı yâr güç
Böyle müşkil derd esîri hastaya timâr güç
(Bir âşık için ölmek kolay, fakat sevgiliden ayrılmak güç. Böylesine büyük bir derdin esiri olan âşık için tedavi güç.)

​Aşk, insanı her türlü beşeri bağdan ve kaygıdan azade kılar. Hakiki âşık için bu dünyevi hayatın bir ehemmiyeti yoktur. Onlar için asıl hayat, maşukla vuslatta gizlidir. Bu sebeple, ölüm onlar için bir korku değil, vuslata giden bir köprüdür. Ancak, maşuktan ayrı kalmak, yani firak, âşık için ölümden daha zor ve yakıcı bir azaptır. Zira ölüm bedenin sonu iken, firak ruhun parçalanması ve acı çekmesidir.
​Nef’î, bu beyitle aşkın şiddetini ve âşığın çaresizliğini tasvir eder. Bu kadar derin bir derde düşen bir hastanın, yani âşığın, kolay kolay tedavi edilemeyeceğini ifade eder. Zira onun derdi, ne maddî bir hastalıktır ne de basit bir gönül yarası. Bu, ruhun ve kalbin derinliklerinde hissedilen, ancak maşukla vuslatla sona erebilecek bir ıstıraptır.
​Gizli Bir Ateşin Açıklanamayan Hâli
​Nedîm’in beyti, bir ney’in derinliklerindeki yanık sese mana katarak, bir gönül halini anlatır:
​Olmada derûnında hevâ âteş-i sûzân
Nâyın diyebilmem ki ne hâlet var içinde
(Hava onun içinde yakıcı bir ateş hâline geliyor. Bu ney’in içinde acaba nasıl bir hâl var, anlatamıyorum.)

​Nedîm, ney’in içindeki havayı yakıcı bir ateşe benzeterek, bir gönüldeki aşk ve hasretin tarif edilemez halini ifade eder. Ney, içindeki havayla güzel sesler çıkarır, ancak bu sesler, aslında ney’in içindeki boşluğun, yani bir nevi “yokluğun” sesidir. Bu yokluk, bir âşıkın içindeki yanık hali ve tarifsiz duyguları sembolize eder. Bu hissiyat, kelimelerle ifade edilemeyecek kadar derin ve müteessirdir.
​Bu beyit, bize hayatın ve kalbin bazı hallerinin kelimelerle ifade edilemeyeceğini, ancak hissedilebileceğini gösterir. Aşkın, hasretin ve ilâhî olanın idraki, kelimelerin ve aklın ötesindedir. Tıpkı ney’in içindeki havayı yakan ateşin nedenini anlatmakta aciz kalışımız gibi, bir gönüldeki hakikat sırrını da tam anlamıyla açıklamak mümkün değildir.
​Makale Özeti
​Bu makale, Mevlânâ, Bâkî, Mezâkî, Nef’î ve Nedîm’in beyitleri üzerinden ilim, aşk, kader ve gönül halleri gibi derin konuları ele almaktadır. Makalenin muhtevası, gönül ehlinin ilminin onlara yük değil, feyiz verdiğini; aşkın, bütün dilleri birleştirerek vahdet sırrını anlattığını; hayatın ve kaderin sabır gerektiren imtihanlarını ve fırsatların gecikmiş gelebileceğini; aşkın en büyük azabının ölüm değil, firak olduğunu ve son olarak da bazı gönül hallerinin kelimelerle değil, ancak hissedilerek anlaşılabileceğini izah etmektedir. Her bir beyit, hayatın farklı bir yönüne ayna tutarak, okuyucuyu tefekkür ve hikmet yolculuğuna davet eder.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 67 –

BERCESTE VE İZAHI – 67 –

​Görsel 1: Niyâzî-i Mısrî Beyiti
​İktibas:
​Geç ak ile karadan halkı bırak aradan
​Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu

​İzah ve Açıklama:
​Bu beyit, Niyâzî-i Mısrî Hazretleri’nin mânevî yolculuğunda ulaştığı bir merhaleyi ve bu merhalede aldığı bir ilahî daveti ifade eder. “Ak ile kara” hak ile bâtıl, iyi ile kötü, zahir ile batın gibi zıtlıkları temsil eder. Ancak sûfînin kemâl mertebesinde bu zıtlıkların ötesine geçmesi, onları aşması esastır. Bu, fani olanın, halkın ve masivanın ötesine geçerek Hakk’a yönelişin bir işaretidir. “Halkı bırak aradan” ifadesi, insanların takdir ve kınamalarından, dünya meşgalelerinden ve nefsin isteklerinden yüz çevirme emridir. Nihayetinde “Sana gel oldu” cümlesi, kulun Rabb’ine kavuşmak için vuslat çağrısını alması ve bu davete icabet etmesi gerektiğini vurgular. Bu bir uyarı ve aynı zamanda bir müjdedir.

​Görsel 2: Mu‘allim Cûdî Beyiti
​İktibas:
​Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab
​Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab

​İzah ve Açıklama:
​Mu‘allim Cûdî, bu beyitte hidayetin ancak Allah’tan gelebileceği hakikatini dile getirir. “Dirâyet”, yani akıl, kavrayış ve yetenek, ilahi hidayet olmadan bir fayda vermez. Şair, bu durumu Ebu Cehil örneği ile kuvvetlendirir. Ebu Cehil, Arapça’yı ve Kur’an’ın nazil olduğu dili en iyi bilenlerden olmasına rağmen, kalbinde hidayet olmadığı için ayetler ona tesir etmemiştir. Bu beyit, bilginin, zekanın ve maddi donanımın, manevi bir uyanış olmadan tek başına hiçbir kıymeti olmadığını, asıl olanın ilahi feyiz ve irfan olduğunu anlatır.

​Görsel 3: Fuzûlî Beyiti
​İktibas:
​Ger ben ben isem nesin sen ey yâr
​V’er sen sen isen neyim ben-i zâr

​İzah ve Açıklama:
​Fuzûlî’nin bu dizesi, tasavvufî aşkın zirvesini ve fenâ fî’llâh makamını anlatır. Aşık ile Maşuk arasındaki varlık-yokluk, benlik-senlik muammasını dile getirir. “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr?” cümlesi, eğer ben kendi benliğimde kalırsam, senin varlığın neye delalet eder, seninle nasıl birleşirim sorusunu sorar. Bu, benlik davasının ilahi aşkla birleşmeye mâni olduğunu vurgular. “V’er sen sen isen neyim ben-i zâr?” cümlesi ise, eğer sen (Maşuk) kendi varlığında kâmil isen, fâni ve zavallı olan ben (aşık) senin karşında neyim, benim varlığım ne ifade eder sorusunu sorar. Bu, kulun mutlak varlık karşısındaki mutlak yokluğunu, acziyetini ve teslimiyetini ifade eder.

​Görsel 4: Şeyh Gâlib Beyiti
​İktibas:
​Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın
​Fânûsuna sığmaz âsûmânın

​İzah ve Açıklama:
​Şeyh Gâlib’in bu mısrası, insan ruhunun (cân) ilahi bir nur taşıdığını ve bu nurun, sonsuz ve sınırsız olduğunu anlatır. “Şem’-i cân”, yani can mumu, ilahi bir nurla tutuşmuştur. “Fânûsına sığmaz âsûmânın” ifadesi, bu ilahi nurun, gök kubbenin bile fanusuna sığmayacak kadar yüce, geniş ve kudretli olduğunu ifade eder. Bu beyit, insanın mahiyetinde saklı olan ilahi sırrı, onun kâinatı aşan ruhani potansiyelini ve âlemlerin üzerinde bir kıymete sahip olduğunu vurgular.

​Görsel 5: Taşlıcalı Yahyâ Beyiti
​İktibas:
​Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil
​Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil

​İzah ve Açıklama:
​Taşlıcalı Yahyâ, bu beyitte zahirî duyuların, yani ten gözünün ve kulağının, mutlak hakikat olan Hakk’ı idrak etmeye kâfi olmadığını dile getirir. Görülen ve işitilen şey, maddi âleme ait olandır. “Hakkı görmeğe hergiz ehak değil” ifadesi, Hakk’ın fiziksel ve zahirî bir varlık olarak görülemeyeceğini, O’nun ancak kalp gözüyle, basiret ile idrak edilebileceğini vurgular. “Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil” cümlesi, hakiki görmenin ve işitmenin, manevî bir idrakle gerçekleştiğini, bu idrakin ise tenin değil, kalbin ve ruhun hasleti olduğunu belirtir.

​Makale
​Sevgi, Hidayet ve Varlık Muamması: Sûfî Şairlerin Dilinden Hikmet İncileri
​Edebiyatın ve irfanın derin sularında seyreden bir gemi misâli, asırlar öncesinden yankılanan sesler, beyitlerin kanatlarında bu demimize ulaşmakta ve ruhumuzu muhtelif manevi ufuklara sevk etmektedir. Niyâzî-i Mısrî’den Mu‘allim Cûdî’ye, Fuzûlî’den Şeyh Gâlib’e ve Taşlıcalı Yahyâ’ya uzanan bu mübarek silsile, hakikatin izini süren âriflerin gönül hâllerini ve bu yolculukta edindikleri hikmetleri ifade eder. Bu beyitler, sadece estetik birer manzume değil, aynı zamanda hayatın ve varoluşun en temel suallerine cevap arayan derin felsefi ve manevi muhtevaları ihtiva etmektedir.
​Sûfînin yolu, evvela kendinden ve masivadan geçme yoludur. Niyâzî-i Mısrî, bu hâli veciz bir şekilde dile getirir: “Geç ak ile karadan halkı bırak aradan / Niyâzî dön buradan durma sana gel oldu.” Bu beyit, ârifin, zıtlıkların ötesine geçerek fâni olan her şeyden yüz çevirmesi gerektiğini anlatır. Dünya hayatının cazibesi ve halkın nazarının esaretinden kurtulmak, ilahi vuslat için atılması gereken ilk ve en çetin adımdır. Bu, aynı zamanda bir davet-i ilâhiyedir; “sana gel” fermanı, kulun gönlünde yankılanan ilahi bir nefestir. Bu nefs, dünya meşgaleleri içinde bunalan insana bir nefes, bir çıkış kapısı gösterir ve aslına, vatan-ı aslisine dönmeye davet eder. Tarih boyunca bu davete icabet edenler, zâhirin dar kalıplarından kurtulup mananın sonsuz semâlarında seyr u seyahate çıkmışlardır.
​Ancak bu seyahatte, akıl ve ilim tek başına kâfi gelmez. Mu‘allim Cûdî, bu hakikati Ebu Cehil misâliyle dile getirir: “Hidayet senden olmazsa dirâyet n’eylesin yâ Rab / Arabca bilse de Bû Cehl’e âyet n’eylesin yâ Rab.” Bu beyit, hidayetin, yani doğru yolu bulmanın sadece ilahi bir lütuf olduğunu vurgular. Tarih, bu hakikati defaatle ispat etmiştir. Bilgi ve akıl, insanı yüceltebildiği gibi, hidayetten yoksun ise dalâlete de sürükleyebilir. Ebu Cehil’in ilmi, onun kalbindeki kibri gidermeye kâfi gelmemiştir. Bu, her birimiz için ibretlik bir ders olup, maddi ilmin ve yeteneğin, manevi bir rehberlik ve ilahi bir nur olmadan faydasız kalacağını gösterir. Gerçek ilim, Allah’a yaklaştıran, kalbi aydınlatan ilimdir.
​Aşk ise bu yolculuğun nihai menzilidir. Fuzûlî, bu aşkın getirdiği benlik muammasını dile getirir: “Ger ben ben isem nesin sen ey yâr / V’er sen sen isen neyim ben-i zâr.” Bu beytin muhtevası, tasavvufun en derin meselelerinden biri olan fenâ halini izah eder. Âşık, Maşuk’a vuslat için kendi benliğinden, nefsinden ve varlık davasından vazgeçmek zorundadır. Aşk, bir yok oluş ve yeniden varoluş halidir. Âşık, kendi benliğini ilahi varlıkta eriterek hakiki varlığa ulaşır. Bu, sadece bir şairin hissi değil, aynı zamanda manevi bir tecrübedir. Aşkın ateşiyle yanan kalp, fâni olan her şeyi yakar ve geriye sadece sonsuz ve mutlak varlığa duyulan bir bağlılık kalır.
​Bu sonsuzluk hissi, Şeyh Gâlib’in beytinde de yankılanır: “Bir şü’lesi var ki şem’-i cânın / Fânûsuna sığmaz âsûmânın.” Bu beyit, insan ruhunun, fani beden fanusunda tutuşan, ancak âlemleri dahi aşan bir nur taşıdığını anlatır. Bu, insanın ilahi bir emaneti taşıdığının, kâinatın en şerefli mahluku olduğunun bir ilanıdır. İnsan, kendi içinde barındırdığı bu ilahi sır ile âlemin sırrını çözebilir. Bu hakikat, insanın sadece bir et ve kemikten ibaret olmadığını, bilakis ruhunun sonsuz bir potansiyel taşıdığını, bu potansiyelin doğru yöne çevrilmesi halinde en yüce makamlara ulaşabileceğini gösterir.
​Nihayet, bu manevi seyahatin en önemli şartı, doğru idrak kabiliyetine sahip olmaktır. Taşlıcalı Yahyâ, bu hususu şu veciz sözlerle özetler: “Ten gözü Hakkı görmeğe hergiz ehak değil / Görüp işiden anı bu göz bu kulak değil.” Bu beyit, Hakikat’in ten gözüyle görülemeyeceğini, maddi âlemin duyularıyla anlaşılamayacağını belirtir. Gerçek idrak, kalp gözüyle, basiret ile gerçekleşir. Bu, zahirden batına, maddeden manaya doğru bir yolculuktur. İnsanoğlu, bu hakikati idrak etmeden, sadece gözüyle gördüğüne, kulağıyla işittiğine inanırsa, Hakikat’e perde çekmiş olur. Bu beyit, bizi zahirî duygunun ötesine geçmeye, kalbimizin ve ruhumuzun sesine kulak vermeye davet eder.
​Özet:
​Bu beyitler, insan-ı kâmilin manevi sergüzeştini ve bu yoldaki en temel kaideleri anlatır. Niyâzî-i Mısrî, halktan ve dünyadan geçerek Hak’ka dönme davetini, Mu‘allim Cûdî hidayetin ancak ilahi bir lütuf olduğunu ve ilmin tek başına kâfi olmadığını, Fuzûlî aşkın benlikten geçme ve Maşuk’ta fânî olma halini, Şeyh Gâlib insan ruhunun âlemleri aşan ilahi bir nur taşıdığını, Taşlıcalı Yahyâ ise Hakikat’in zahirî duyularla değil, ancak kalp gözüyle idrak edilebileceğini izah eder. Her bir beyit, kendi içinde derin bir hikmet barındırmakla birlikte, hepsi bir araya geldiğinde, insanın hakiki bir varoluş arayışında izlemesi gereken manevi yol haritasını ortaya koyar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 66 –

BERCESTE VE İZAHI – 66 –

​1. Makale: Ebna-yı Asrın Meşgalesi ve Sünnetin Terki
​İktibas:
“Ebna-yı asr meşgale-i dünyeviyyeden / İcrâ-yı sünnet etmeyerek terk olundu farz” – Beliğ Mehmed Emin
​Bu beyt, çağımızın insanının fani ve geçici dünya meşgaleleriyle ne kadar derinden meşgul olduğunu, bu meşguliyetin bir neticesi olarak da Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mübarek sünnetlerini terk etmeye başladığını ve bu terkin en nihayetinde farzların dahi terkine sebep olduğunu pek veciz bir şekilde dile getiriyor. Beliğ Mehmed Emin, asr-ı hazırın derdine parmak basarak, sünnet-i seniyyenin ehemmiyetini ve onun hayatın merkezinden uzaklaşmasının manevi bir çöküşe yol açacağını ihtar ediyor.
​Tarihî ve edebî bir perspektiften baktığımızda, İslam medeniyeti her zaman sünnetin ihyası ve tatbiki üzerine bina edilmiştir. Ne zaman ki fertler ve cemiyetler sünnet-i seniyyeyi hayatın her safhasına tatbik etmekten gafil oldular, o zaman manevi buhranlar ve maddî çöküşler zuhur etmiştir. Sünnet sadece Peygamber’e olan sevginin bir nişanesi değil, aynı zamanda hayatı tanzim eden, insanı kemale erdiren ve cemiyeti ıslah eden bir mihenk taşıdır. Bir müslüman için sünnet, farzlara giden yolu aydınlatan bir meşale, farzları muhafaza eden bir surdur. Sünnetin ihmali, farzlara karşı duyarsızlığın başlangıcıdır. Günümüzde “sünneti terk etmek” deyimi, sadece nafile ibadetlerin değil, aynı zamanda ahlaki, içtimai ve ekonomik alandaki Nebevi düsturların da göz ardı edilmesini ihtiva eder. Bu durum, Müslüman toplumların hem kalbî hem de harici hayatlarında bir boşluk ve huzursuzluk oluşturmuştur. Bu makalenin muhtevası, bu boşluğu doldurmak için sünnete yeniden sarılmanın elzemiyetini vurgulamaktadır.
​Özet: Bu makale, Beliğ Mehmed Emin’in beytinden hareketle, çağımızın insanının dünya meşgaleleri sebebiyle sünneti terk etmesinin, farzların da terkine yol açtığını ele almaktadır. Tarihî misallerle sünnetin İslam medeniyetindeki ehemmiyetine vurgu yaparak, onun terk edilmesinin manevi ve maddî çöküşlere sebep olduğunu anlatmaktadır. Netice olarak sünnet-i seniyyenin sadece bir ibadet değil, hayatın her safhasını kuşatan bir nizam olduğunu ve ona yeniden sarılmanın manevi bir zaruret olduğunu ifade eder.

​2. Makale: Gönül Divanesinin Kavgası
​İktibas: “Anı hoş tut garîbindir efendim işte biz gitdik / Gönül derler ser-i kûyında bir dîvânemiz kaldı” – Hayâlî
​Bu beyt, Hayâlî’nin derin ve lirik bir anlatımıyla, fani hayatın geçiciliğini ve geride kalan yegâne hakikatin gönül olduğunu ele almaktadır. “Biz gittik” derken şair, maddi varlığının, bedeninin faniliğini ve bu dünyadan ayrılışını sembolize eder. Lakin geride kalan, sevgilinin semtinde bıraktığı “garip âşık” olan gönül divanesidir. Bu, hem dünyadan ayrılışın hüznünü hem de gönlün ebedî bir aşkla bakî kalışının müjdesini taşır.
​Edebî açıdan bu beyt, tasavvufî şiirde sıkça rastlanan bir motifin, yani “gönül”ün bir “garip âşık” olarak resmedilişinin en güzel örneklerinden biridir. Gönül, dünyanın gürültüsünden, dünya meşgalesinden uzakta, sadece maşukuna adanmış bir divane, bir mecnundur. Bu makalede, bu divane gönlün nefs ve dünya ile olan kavgası, çetin imtihanları ve en nihayetinde maşukuna vuslat arzusu ele alınmıştır. Şair, okuyucuya bir nasihat misali, “Ey efendi! Sen bu dünyada ne kadar meşgul olursan ol, fanisin. Asıl bakî kalacak olan, o garip divane gönüldür. O gönlü hoş tut ki, o seni hakikate ulaştırsın” der gibidir. Hayâlî’nin bu beyti, fani hayatın geçiciliği karşısında asıl gayenin gönül hayatını abad etmek olduğunu ve bu uğurda her türlü meşakkatten kaçınmamak gerektiğini öğreten ibretli bir ders mahiyetindedir.
​Özet: Bu makale, Hayâlî’nin beytinden yola çıkarak, fani dünya hayatı karşısında asıl bakî kalacak olanın maşukuna adanmış gönül divanesi olduğunu izah etmektedir. Gönlün bir garip âşık olarak tasvir edilmesi, tasavvufî ve manevi bir derinlik kazanmakta ve okuyucuya dünya meşgalesinden sıyrılarak gönül hayatını mamur etme nasihatini vermektedir. Makale, bu beyitteki derin manaları ve öğütleri ele alarak, insana asıl hayatı ve gayesini hatırlatmaktadır.

​3. Makale: Hak Binin Gözü Olmayan Tabiat
​İktibas: “Tabî’at rûşen olmaz olmayınca dîde-i hak-bîn / Alır mı beyt-i bî-revzen ziyâ hurşîd-i enverden” – Fitnat
​Fitnat Hanım’ın bu beyti, maddî ve manevî hayat arasındaki tezatı ve manevî idrakin ehemmiyetini pek güzel bir şekilde izah etmektedir. Beytin birinci mısrası, tabiatın hakikatinin, “hakikati gören göz” (dide-i hak-bîn) olmadan anlaşılamayacağını belirtir. İkinci mısra ise bu hakikati, penceresi olmayan bir evin güneşin en parlak ışığından bile faydalanamayacağı gibi bir misalle teyid eder.
​Bu beyitteki ana fikir, insanın evrenin ve hayatın sırlarını çözebilmek için sadece maddî duyulara ve akla itimat etmemesi gerektiğidir. İnsanın tabiatı ve kâinatı tam manasıyla idrak edebilmesi için manevî bir basirete, yani “hakikati gören bir göze” ihtiyacı vardır. Aksi halde, o kişi maddî âlemin perdeleri arkasında hakikatten mahrum kalır.
“O göz, kalb gözüdür. Kalb gözü kör olan, Cenab-ı Hakk’ı müşahede edemez. Çünkü akıl ve his ile maddiyata bakar, mazi ve müstakbelin karanlıklarını aydınlatacak bir nur-u imanîye muhtaçtır. Hem dünya bir aynadır; Cenab-ı Hak, o aynada esma-i hüsnasının cilvelerini tecelli ettirir.”
Bu beyt ve bu muhteva, aynı hakikate işaret etmektedir. İnsanın manevî basireti olmadan, etrafındaki harikulade hâdiseleri ve kâinat kitabını okuyamayacağı ve dolayısıyla hakikatin güneşinden mahrum kalacağı vurgulanmıştır.
​Özet: Bu makale, Fitnat Hanım’ın beytini tahlil ederek, kâinatın sırlarının “hakikati gören göz” olmadan idrak edilemeyeceğini anlatmaktadır. Penceresi olmayan evin misaliyle, insanın sadece maddî duyularla yetinmesinin, onu hakikatten mahrum bırakacağını vurgulamıştır. Makale, manevi basiretin ehemmiyetini ve kalb gözünün zaruretini anlatmaktadır.

​4. Makale: Dertli Kul Olmadan Sultanlık Arzulamak
​İktibas: “Var sen Niyâzî yürü atma okun ileri / Derdiyle kul olmadan sultânı arzûlarsın” – Niyâzî-i Mısrî
​Niyâzî-i Mısrî, bu beytinde manevî yolda ilerlemek isteyenlere, adeta bir mürşid gibi, hikmet dolu bir nasihat vermektedir. “Okunu ileri atma” derken, sabırsız davranmamayı, manevî mertebelere acele etmemeyi, tecelli ve keşif peşinde koşmamayı öğütler. Asıl manevi ilerleme, dertli bir kul olmayı gerektirir. “Derdiyle kul olmadan sultanı arzularsın” mısraında ise, ilahi aşkın ve manevi makamların, çekilen sıkıntı ve dertlerin neticesi olduğunu ifade eder.
​Bu beyt, tasavvuf yolundaki pek mühim bir ilkeye işaret eder: Dert ve mihnet, Allah’a vuslatın anahtarıdır. Kul, derdini ve sıkıntısını Allah’a arz ettikçe, O’na olan bağlılığı ve kulluğu artar. Bu dert, kulun ham nefsini pişiren bir ateş, ruhunu yücelten bir nurdur. Sultanlık makamı, yani Allah’a yakınlık, bu dertle kul olmanın bir neticesidir. Aceleci ve sabırsız olanlar, bu dertten kaçarak menzile ulaşamazlar. Bu makale, dert ve mihnetin manevi terakkideki ehemmiyetini, sabrın ve tevekkülün kıymetini anlatarak, Niyâzî-i Mısrî’nin bu hikmetli nasihatini geniş bir şekilde ele almaktadır.
​Özet: Bu makale, Niyâzî-i Mısrî’nin beytinden hareketle, manevî yolda aceleciliğin yanlışlığını ve ilahi aşka ulaşmak için dertli bir kul olmanın elzemiyetini izah etmektedir. Dert ve mihnetin, insanın manevi derecesini yükselten bir imtihan olduğunu ve asıl sultanlığın, yani Allah’a yakınlığın, ancak bu dertlere sabırla göğüs germekle elde edilebileceğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 65 –

BERCESTE VE İZAHI – 65 –

İktibas ve İzah
​Asıl Metin:
​طَاعَتِم اولما دى سكا لايق
روشن ايله بو قلبي يا خالق
​Latin Harfleriyle:
​Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Ta‘âtim olmadı sana lâyık
Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık
​İzahı:
​Bu beyitte, Hâlık (yaratıcı) olan Allah’a hitaben bir yakarış söz konusudur. Şair, Allah’a lâyık bir ibadetin, O’nun ululuğuna yakışır bir kulluğun ifa edilemediğini itiraf ediyor. Ardından, günahlarla kararmış olan kalbinin aydınlatılması ve nurlandırılması için Allah’tan niyazda bulunuyor. Bu, kulun acizliğini, Allah’ın ise kudret ve merhametini ortaya koyan derin bir tefekkürü ihtiva eder.

​Asıl Metin:
​دوستى كر زهر مار ايچسه اولور آب حيات
خصمى صو ايچسه دوز البته زهر ماره صو
​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su
​İzahı:
​Bu beyit, dostluğun ve düşmanlığın mahiyetini Fuzûlî’nin edebi dehasıyla ifade etmektedir. Şair, eğer dost, yılan zehri bile içse o zehrin ona hayat suyu olacağını belirtirken, düşmanın ise berrak suyu içse bile o suyun ona yılan zehrine dönüşeceğini söylüyor. Bu, dostluğun ve düşmanlığın maddi şeylerin mahiyetini bile değiştirebilecek manevi bir kuvvet olduğunu anlatır. İnsan ilişkilerinde kalbin safiyetinin ve niyetin ne denli ehemmiyetli olduğunu vurgular.

​Asıl Metin:
​دردمندم يا رسول الله دوا اول دردمه
دستگير اول يا حبيب الله بو عاصى مجرمه
سن شفاعت كانى واركن يالوارايىم بن كيمه
بن رسول كبريانك بلبل نالانيم
مجرمم كرجه جمال مصطفى حيرانيم
​Latin Harfleriyle:
​Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime
Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime
Sen şefâ‘at kânı varken yalvarayım ben kime
Ben Resûl-i kibriyânın bülbül-i nâlânıyım
Mücrimim gerçi cemâl-i Mustafâ hayrânıyım
​İzahı:
​Bu kasidede, şairin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi, özlem ve bağlılığı ifade edilmektedir. Şair, derdine derman bulmak ve günahlarından kurtulmak için Hz. Resûl’den yardım istiyor. Onu “Habîballâh” (Allah’ın sevgilisi) ve “şefâ‘at kânı” (şefaat madeni) olarak tanımlayarak, onun yanında başka bir mercie başvurmanın gereksiz olduğunu belirtiyor. Kendi acziyetini “âsî mücrim” (asi günahkâr) olarak nitelerken, kendisini Hz. Peygamber’in güzelliğine hayran olan, onun için inleyen bir bülbül olarak tasvir ediyor. Bu, ümmetin Hz. Peygamber’e olan sonsuz muhabbetini ve onun şefaatine olan ümidini gösteren manidar bir tablodur.

​Asıl Metin:
​كذشتم از سر مطلب تمام شد مطلب
حجاب چهره مقصود بوده مطلبها
​Latin Harfleriyle:
​Mefâ‘îlün Fe‘ilâtün Mefâ‘îlün Fe‘ilün
Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab
Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ
​İzahı:
​Bu beyit, irfan ve tasavvufi bir derinliği ihtiva etmektedir. Şair, arzu ve isteklerinden vazgeçtiğini, bu nedenle de arzuladığı şeye ulaştığını söylüyor. Çünkü ona göre, istekler ve arzular, asıl maksadın yani Hakikat’in yüzündeki bir perdedir. İstekler, kulun manevi yolculuğunda birer engel teşkil eder. Ne zaman ki kul, fani olan tüm isteklerinden arınır, işte o zaman kalbindeki manevi perdeler kalkar ve asıl maksat olan ilahi hakikat tecelli eder.

​Asıl Metin:
​كيتمه اى يولجى برابر اوتوروب آغلا ليم
المم بر يور گك كارى دكل پايلشا ليم
​Latin Harfleriyle:
​Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım
Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım
​İzahı:
​Bu beyit, Mehmet Akif Ersoy’a ait olup, derin bir hüzün ve empatiyi dile getirir. Şair, ayrılık vakti gelen birine hitap ederek, onunla birlikte oturup ağlamak istediğini belirtir. Bu, sadece bir hüzün paylaşımı değil, aynı zamanda manevi bir teselli arayışıdır. İkinci mısra, bu hüznün şahsî bir elemden öte, omuzlanması zor bir yük olduğunu anlatır. Şair, bu büyük elemi tek başına taşıyamayacağını ve bu yükün paylaşılması gerektiğini ifade eder. Bu, milletin ve ümmetin ortak elemlerini, dertlerini ve ıstıraplarını dile getiren, toplumsal bir acının müşahede edildiği manevi bir tablodur.

​Makale
​İrfan ve İnsan
​İnsanın dünya hayatı, daima bir arayış ve yolculuktan ibarettir. Bu yolculukta kimi zaman en büyük yoldaşı kalbi, kimi zaman ise en büyük düşmanı yine kendi nefsidir. Yukarıda iktibas edilen beyitler, bu çetin yolculuğun farklı menzillerinde duran ve her biri ayrı bir hikmet, edep ve ibret ihtiva eden mühim duraklardır.
​Muradi’nin beyiti, insanın acziyetini ve Allah karşısındaki kulluğunun yetersizliğini dile getirir. “Ta‘âtim olmadı sana lâyık / Rûşen eyle bu kalbi yâ Hâlık” diyerek, fani bir varlık olan kulun, Yüce Yaratıcı’ya lâyık bir ibadet sunmasının imkânsızlığını idrak edişini gösterir. Bu itiraf, bir yeis değil, bilakis Cenab-ı Hakk’ın sınırsız rahmetine ve kudretine olan itimadın bir neticesidir. Kalbi günahlarla kararmış olan bir kul, kendi çabasıyla o kalbi aydınlatamayacağını bilir. Bu sebeple, mütevazı bir yakarışla, kalbinin nurlandırılmasını, ilahi feyizle aydınlanmasını niyaz eder. Bu durum, Allah’ın rahmetinin kulun amellerinden daha üstün olduğunu ve kulluğun temelinde O’nun lütfuna sığınmanın yattığını gösteren en büyük delillerdendir.
​Fuzûlî’nin eşsiz beyiti ise, dostluğun ve düşmanlığın manevi tesirini gözler önüne serer. “Dostu ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât / Hasmi su içse döner elbette zehr-i mâra su.” Bu söz, sadece bir edebi sanat değil, aynı zamanda bir irfan dersidir. Dostluk, kalbin ve niyetin safiyetinden neşet eden bir nurdur. Bu nur, maddi zehri bile manevi bir şifa kaynağına dönüştürebilir. Zira hakiki dost, dostunun hayrına çalışır ve ona manevi kuvvet verir. Düşmanlık ise, kin ve hasetle dolu bir kalbin eseri olup, en berrak suyu bile zehre dönüştürebilir. Tarihte dostluk uğruna nice fedakârlıklar yapılmış, düşmanlık yüzünden nice kavimler helak olmuştur. Bu beyit, insan ilişkilerinde kalbinin ne denli ehemmiyetli olduğunu, iyi niyetin ve saf sevginin her türlü kötülüğü alt edebileceğini gösterir.
​Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti ise, aşk-ı Nebi’nin bir yansımasıdır. “Derdimendim yâ Resûlallâh devâ ol derdime / Dest-gîr ol yâ Habîballâh bu âsî mücrime.” Şair, tüm dertlerine derman ve tüm günahlarına şefaatkâr olarak Hz. Peygamber’i (s.a.v.) görmektedir. Bu, o devirde ve her devirde ümmetin Hz. Resûl’e olan derin bağlılığının bir ifadesidir. Asırlar boyunca İslâm coğrafyasında yazılan naatlar, mersiyeler ve methiyeler, bu aşkın ve ümidin birer nişanesidir. Bu beyit, sadece bir edebi eser değil, aynı zamanda ümmetin manevi sığınağının Hz. Resûl olduğunu beyan eden bir itikadi metindir.
​Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyti ise tasavvufi bir tecrübeyi anlatır. “Gozeştem ez-ser-i matlab temâm şod matlab / Hicâb-ı çehre-i maksûd bûde matlabhâ.” İnsanın en büyük arayışı, mutlak hakikate ulaşmaktır. Bu hakikate giden yol, nefsani arzulardan ve fani isteklerden arınmakla mümkündür. Derviş, dünya malından ve şöhretinden vazgeçtiğinde, kalbindeki perdeler kalkar ve maksat tecelli eder. Bu, bir paradoksu ihtiva eder: İstekten vazgeçmek, isteğe ulaşmaktır. Zira dünya menfaatleri, insanı gerçek maksadından alıkoyan birer perdedir. Bu, Hz. İbrahim’in (a.s.) putları kırması gibi, insanın da kalbindeki fani putları kırması gerektiğini anlatır.
​Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, manevi bir elemin paylaşımına davettir. “Gitme ey yolcu berâber oturup ağlaşalım / Elemim bir yüreğin kârı değil paylaşalım.” Bu söz, sadece şahsi bir elemin ifadesi değil, İstiklal Şairimizin milletin içinde bulunduğu durumu yansıtan bir çığlığıdır. O, milletin elemini kendi elemi bilmiş ve bu yükü tek başına taşıyamayacağını ifade etmiştir. Tarihimiz nice zorlu devirleri görmüş, milletimiz nice elemler çekmiştir. Akif’in bu feryadı, o elemlerin ne kadar ağır olduğunu ve ancak ortak bir ruhla aşılabileceğini göstermektedir. Bu, aynı zamanda bir dayanışma ve kardeşlik çağrısıdır.
​Özet
​Bu makale, Muradi, Fuzûlî, Ali Ulvi Kurucu, Sâ’ib-i Tebrîzî ve Mehmet Akif Ersoy gibi büyük şairlerin beyitleri üzerinden insanlığın manevi ve ahlaki hallerine dair derinlikli bir tefekkür sunmaktadır. Muradi’nin beyiti, kulun acziyetini ve Allah’ın rahmetine olan ihtiyacını; Fuzûlî’nin beyiti, dostluk ve düşmanlığın manevi tesirini; Ali Ulvi Kurucu’nun beyiti, ümmetin Hz. Peygamber’e (s.a.v.) olan derin sevgi ve bağlılığını; Sâ’ib-i Tebrîzî’nin beyiti, tasavvufi yolculukta nefsin arzu ve isteklerinden arınmanın ehemmiyetini ve Mehmet Akif Ersoy’un beyiti ise, milletin ortak elem ve kederini ve bu yükün paylaşılması gerektiğini izah etmektedir. Her bir beyit, kendi muhtevasında insan hayatına dair mühim hakikatleri ve dersleri ihtiva etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 64 –

BERCESTE VE İZAHI – 64 –

​Makale 1: Ebedi Hayatın Sırrı: Taçlıcalı Yahyâ’nın İlahi Aşkı
​İktibas: “Cihânın cânısın sensiz vücûdumda hayât olmaz / Bana senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” – Taçlıcalı Yahyâ
​İzah ve Açıklama:
Taçlıcalı Yahyâ’nın bu beyiti, görünürde beşerî bir aşkı terennüm etse de, hakikat-i hal vechesinden ilahi aşka bir intikal noktasıdır. Şair, âlemlerin canı olan Sevgili’yi (Allah veyahut Peygamber Efendimiz) hayata hayat veren olarak tasvir ediyor. O olmadan bedenin sadece bir et ve kemik yığınından ibaret olacağını, asıl hayatın manevî bir ruh ile mümkün olduğunu ifade ediyor. Bu manevî ruh, ancak O’nunla vuslat sayesinde elde edilebilir. “Senden cüdâ olmak gibi müşkil memât olmaz” ifadesi, bu manevî hayattan mahrum kalmanın, yani İlahi nurdan ve merhametten uzaklaşmanın, fâni bedenin ölümünden çok daha ağır bir yok oluş olduğunu belirtir. Bu bir fena değil, bir fenâ-i mutlak halidir. Aşk, mecazdan hakikate intikal eden bir köprü vazifesi görür.
​Makale Muhteviyatı:
Hakiki bir hayatın sadece nefes alıp vermekten ibaret olmadığı, bilakis manevi bir varoluşun eseri olduğu düşüncesi, Tasavvuf ve İrfan geleneğinin en mühim kaidelerindendir. Taçlıcalı Yahyâ’nın bu mısraları, bu hakikate işaret eder. Hayatın muhteviyatını maddî varlığın ötesine taşıyan bu beyit, bizi asıl hayat kaynağını aramaya davet eder. İnsan, fıtratı gereği bir şeye bağlanmak, bir şeye yönelmek ihtiyacı hisseder. Bu yönelişin nihai noktası, bütün varlıkların kaynağı olan Yaratıcı’dır. O’nun rızasından uzaklaşmak, asıl hayatı kaybetmektir. Bu yüzden, İmam-ı Gazali’nin de buyurduğu gibi, “İnsan, dünya hayatında gurbette bir yolcu gibidir. Asıl vatanı ise manevi âlemdir.” Şair, bu beyitte manevi vatanından ayrı düşmenin, ölüme denk bir musibet olduğunu anlatmaktadır. Bu, maddî ölümden sonraki manevî yok oluşa veya ahiretteki hüsrana bir telmihtir. Bu manevi hayatı elde etmenin yolu, O’nunla daimî bir rabıta içinde olmaktan geçer. Bu rabıta, ibadetle, zikirle ve O’nun yolunda fedakârlıklarla tesis edilir. Bu şekilde manevî diriliğe kavuşan insan, maddî ölüme dahi bir vuslat kapısı olarak bakar.
​Özet:
Taçlıcalı Yahyâ’nın beyti, hayatın asıl muhteviyatının İlahi aşk ve manevi varoluş olduğunu anlatır. Maddî varlığın canı, Yaratıcı’nın tecelliyatı ve inayetiyle mümkündür. O’ndan uzak kalmak ise, maddî ölümden daha zor ve çetin bir yok oluşu, yani manevî ölümü ihtiva eder. Asıl hayat, O’na olan yakınlık ve O’nunla olan vuslat iledir.

​Makale 2: Vuslatın Pınarı: Fuzûlî’nin Mahşer Günü Duası

​İktibas: “Umdûğum oldur ki mahrûm olmayam dîdârdan / Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su” – Fuzûlî
​İzah ve Açıklama:
Fuzûlî, bu beytinde âşıkane ve hasret dolu bir niyazda bulunuyor. “Umdûğum oldur ki” diyerek, en büyük ümidinin ve arzusunun ne olduğunu belirtir: “dîdârdan”, yani Sevgili’nin yüzünü görmekten mahrum kalmamak. İkinci mısra ise bu ümidi bir metaforla derinleştirir: “Çeşme-i vaslın vere ben teşne-i dîdâre su”. Bu mısra, “vuslat pınarından, o yüzü görmeye susamış olan bana su ver” manasına gelir. Burada “su”, o ilahi didarın kendisidir. Bu beyit, ahiretteki en büyük ödülün, Cennet’in dahi üstünde olan Allah’ın cemalini görmek olduğu inancına bir telmihtir. Fuzûlî, dünya hayatında çektiği aşk ve hasretin nihai karşılığının bu olmasını dilemektedir.
​Makale Muhteviyatı:
Fuzûlî’nin bu mısraları, tasavvufî edebiyatın en nadide örneklerindendir. “Susuzluk” (teşne) kelimesi, dünya hayatında duyulan manevi hasreti, ibadetlere ve zikirlere olan ihtiyacı simgelerken, “su” kelimesi, bu hasretin dinmesini sağlayan ilahi tecelliyi, Cemalullah’ı temsil eder. Bu beyit, sadece bir edebi ifade değil, aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in muhtelif ayetlerinde işaret edilen bir müjdeye dayanır.
​T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 72. Ayet
“Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedî kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde güzel meskenler vaad etti. Allah’ın rızası ise hepsinden daha büyüktür. İşte büyük kurtuluş budur.”
​Bu ayet, Allah’ın rızasının cennetlerden daha büyük bir nimet olduğunu belirtir. Fuzûlî’nin beyti, bu ilahi müjdeyi idrak eden bir kalbin sesi gibidir. Bu, imanın zirvesidir. Zira mümin, dünya hayatında zorluklara tahammül eder, ibadetlerini ifa eder ve her şeyden önemlisi, kalbini O’na bağlar. Mahşer günü, O’nun cemalini görmek, bütün bu çabaların en büyük karşılığıdır. Şair, bu makamın kendisinden mahrum kalmamasını dileyerek, bütün âşıklara rehberlik ediyor. Bu durum, aynı zamanda bir ibret dersi de sunar: asıl gayenin dünya metaı veya geçici zevkler değil, ebedi mutluluğun kaynağı olan İlahi Cemal olduğu hakikatini hatırlatır.
​Özet:
Fuzûlî’nin beyti, mahşer günü en büyük ümidin, İlahi Didâr’ı görmek olduğunu terennüm eder. O’nun cemaline olan susuzluk, dünya hayatındaki bütün manevi çabaların kaynağıdır. Bu beyit, müminler için Cennet’in dahi üstünde bir makam olan Cemalullah’a kavuşma arzusunu dile getirir ve bu arzuya erişmenin en büyük kurtuluş olduğunu vurgular.

​Makale 3: Kalemin Dilemması: Nâbî’nin Vefa ve Muhabbet Arayışı
​İktibas: “Kalem keç-dil mürekkeb rû-siyâh kâğıd dü-rû bilmem / Kimi etsem o şûha arz-ı hâlim yazmada mahrem” – Nâbî
​İzah ve Açıklama:
Nâbî’nin bu beyiti, derin bir hicranı ve vefa arayışını sembolik bir dille ifade eder. “Kalem keç-dil” (kalem garazkâr, eğri huylu), “mürekkeb rû-siyâh” (mürekkep kara yüzlü, vefasız), “kâğıd dü-rû” (kâğıt iki yüzlü) ifadeleri, şairin aşk derdini anlatmak için kullandığı araçların dahi güvenilmez olduğunu, yani aşkının büyüklüğünü anlatmaya kifayet etmediğini belirtir. Bu araçların her biri bir kusur taşır. Bu yüzden şair, kime güvenip de hâlini sevgiliye arz edeceğini, aşkının sırrını kime emanet edeceğini bilemez. Bu, sadece beşerî bir aşka has bir durum değil, aynı zamanda hakiki muhabbeti ifade etmenin zorluğuna da bir işarettir.
​Makale Muhteviyatı:
Nâbî’nin bu beyiti, edebiyat ve psikoloji açısından önemli bir muhteva ihtiva eder. Kalemin “keç-dil” yani eğri huylu olması, insanın içindeki hisleri tam olarak kelimelere dökememesini sembolize eder. Mürekkebin “rü-siyah” olması, yazılanların bazen yanlış anlaşılmaya, kara yüzlü olmaya, yani istenmeyen sonuçlara yol açabilmesini ifade eder. Kâğıdın “iki yüzlü” olması ise, sözlerin ve yazının bazen ikiyüzlülükle, samimiyetsizlikle kullanılabileceği tehlikesini işaret eder. Nâbî, bu araçların hiçbirine güvenemediğini, yani sözün ve yazının aciz kaldığını, sadece kalpten kalbe bir rabıtanın esas olduğunu ima eder. Bu durum, insan ilişkilerinde güvenin, samimiyetin ve hakiki muhabbetin ne kadar nadir bulunduğunu gösteren bir ibret dersidir. Gerçek duygu ve düşünceler, çoğu zaman dilden ve kalemden dökülenlerden çok daha derindir. Bu nedenle, kalpten gelen bir muhabbeti ancak yine kalbi temiz olan birine anlatmanın mümkün olduğu mesajı verilir. Bu, hem Allah’a olan aşkı ifade etme zorluğunu hem de beşerî ilişkilerde samimiyet arayışını dile getiren düşündürücü bir beyittir.
​Özet:
Nâbî’nin beyti, aşk derdini ifade etmek için kullanılan araçların (kalem, mürekkep, kâğıt) dahi güvenilmez olduğunu anlatır. Bu beyit, kelimelerin ve ifadelerin, kalpteki derin duyguları tam olarak yansıtmakta aciz kaldığını gösterir. Asıl sırrın, kelimelerin ötesinde, kalpten kalbe olan bir rabıta ile iletilebileceği vurgulanır. Bu, insan ilişkilerinde samimiyet ve güvenin ne kadar kıymetli olduğunu gösteren bir ibret dersidir.

​Makale 4: Fani Dünya ve Hür İnsan: Lâedrî’nin Nasihati
​İktibas: “Ey gönül bir cân için her câna minnet eyleme / İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” – Lâedrî
​İzah ve Açıklama:
Lâedrî (Şairi bilinmeyen), bu beyitte insan onurunu ve şerefini muhafaza etmenin önemini vurgulayan çok kıymetli bir öğüt verir. “Ey gönül bir can için her cana minnet eyleme” diyerek, insanın hayatını sürdürmek için dahi her insana boyun eğmemesi gerektiğini, izzetini ve şerefini koruması gerektiğini belirtir. İkinci mısra, bu öğüdü daha da genişleterek, “İzzet-i dünyâ için sultâna minnet eyleme” der. Yani, dünyevi bir makam, mevki veya zenginlik için bir hükümdara dahi el açıp boyun eğme, şahsiyetinden taviz verme. Bu, tam anlamıyla hür bir insan olma çağrısıdır. Bu beyit, kişisel onurun, maddî kazanımların çok üstünde olduğunu gösteren güçlü bir nasihat ihtiva eder.
​Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, tarihi ve toplumsal açıdan derin bir muhteviyat taşır. Osmanlı İmparatorluğu gibi monarşik bir düzende, sultanın mutlak otoritesi altında yaşarken bu tür bir nasihatin verilmesi, bireysel onurun ne kadar mühim bir kavram olduğunu gösterir. İslam ahlakında “izzet-i nefs” (nefis şerefi) kavramı çok önemlidir. Sadece Allah’a kul olmak, O’ndan başkasına boyun eğmemek, şahsiyetin temelini oluşturur. Bu beyit, bu inancın edebi bir ifadesidir. İnsan, kendi değerini ve onurunu ancak başkasına karşı minnet etmeyerek koruyabilir. Dünya malı için bir başkasına boyun eğmek, insanı manen köleleştirir.
​T.D.V. Meali: Tevbe Sûresi, 71. Ayet
“Mümin erkekler ve mümin kadınlar birbirlerinin dostlarıdır. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyarlar. Namazı dosdoğru kılar, zekâtı verirler. Allah’a ve Resûlüne itaat ederler. İşte bunlara Allah merhamet edecektir. Şüphesiz Allah, azîzdir (üstün ve güçlü), hakîmdir (hüküm ve hikmet sahibidir).”
​Bu ayetteki “Aziz” kelimesi, Allah’ın şerefli ve üstün olduğunu belirtir. Bu, Müslümanın da ancak Allah’a kullukla izzet bulacağını ima eder. Lâedrî’nin beyti, bu ilahi prensibi dünya hayatına uygulamamızı tavsiye eder. Bir makam, bir mevki, bir zenginlik için onurdan taviz vermek, hakiki izzeti kaybetmek demektir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hürriyetin sadece fiziksel değil, aynı zamanda manevi bir hal olduğunu, gerçek hürriyetin ise sadece Allah’a karşı kul olmakla mümkün olduğunu izah edecektir.
​Özet:
Lâedrî’nin beyti, insanın hayatını idame ettirmek veya dünya malı elde etmek için şahsiyetinden ve onurundan taviz vermemesini öğütler. Gerçek izzet ve hürriyetin, sadece Allah’a kulluk etmekle elde edilebileceğini ve başkalarına boyun eğmenin manevi bir esaret olduğunu belirtir. Bu, her dönemde geçerliliğini koruyan, düşündürücü ve ibretli bir nasihattir.

​Makale 5: Kabir ve Aşk: Hâfız Ahmed Soyyiğit’in Ebedi Dost Arayışı
​İktibas: “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız / Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul” – Hâfız Ahmed Soyyiğit
​İzah ve Açıklama:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in bu beyti, insana kabir hakikatini ve bu yoldaki yalnızlığını hatırlatan son derece ibretli bir uyarı niteliğindedir. “Kapatırlar seni bir hâl-i harâba yalnız” mısrası, kabrin kaçınılmaz bir akıbet olduğunu ve insanın oraya tek başına gireceğini vurgular. Bu “hâl-i harâb”, yani harap yer, fani dünyanın bütün ihtişamının anlamsızlaştığı, her şeyin geride bırakıldığı kabir hayatıdır. İkinci mısra, bu yalnızlık ve karanlık ortamda insana neyin yâr, yani dost olabileceğini düşündürür: “Ol karanlık geceler kendine bir yâr ara bul”. Bu yâr, dünyadaki dostlar, aile veya mal-mülk değildir. Bu yâr, ancak insanın bu dünya hayatında amel olarak biriktirdikleri, yani salih amelleri, imanı ve Allah’a olan yakınlığı olabilir.
​Makale Muhteviyatı:
Bu beyit, metafizik ve ahlaki açıdan derin bir muhteva taşır. İnsan, hayatı boyunca birçok şeye bağlanır, birçok dost edinir ve mal-mülk biriktirir. Ancak, ölüm kapısı bütün bu bağları koparır. Kur’an-ı Kerim ve hadisler bu hakikati defaatle vurgular.
​T.D.V. Meali: Abese Sûresi, 34-37. Ayetler
“O gün kişi kardeşinden, annesinden, babasından, eşinden ve çocuklarından kaçar. O gün onlardan her birinin kendine yetecek bir derdi vardır.”
​Bu ayetler, kıyamet gününün dehşetini tasvir ederken, Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, bu yalnızlığın daha ilk adımı olan kabirde başladığını hatırlatır. İnsan, kabirde tek başına kalır ve sadece amelleri ona yoldaşlık eder. Bu, dünya hayatında boş işlerle vakit kaybetmek yerine, ebedi hayat için hazırlık yapmanın önemine dair bir ibret dersidir. “Karanlık geceler” ifadesi, kabir azabını ve cehalet karanlığını da simgeleyebilir. Bu karanlığı aydınlatacak yegâne şey, Kur’an’ın nuru, namazın aydınlığı, zikrin sıcaklığı ve salih amellerin ferahlığıdır. Makale, bu beyitten yola çıkarak, hayatın fani olduğunu, asıl hedefin ebedi hayatın yoldaşını, yani salih ameli aramak olduğunu izah edecektir.
​Özet:
Hâfız Ahmed Soyyiğit’in beyti, insanın kabirdeki yalnızlığını ve bu yalnızlığa çare olacak tek dostun salih ameller olduğunu anlatır. Dünya hayatındaki bütün bağların ölümle son bulacağı ve asıl yoldaşın bu fani hayat boyunca biriktirilen manevi sermaye olduğu vurgulanır. Bu, insanı dünya malına ve geçici zevklere aldanmaktan alıkoyan, ibretli ve düşündürücü bir nasihattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025




Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Tilkiliğin Bahaneleri ve İnsanlığın İmtihanı: Gazze Ateşkesinin Yüzü

Ne garip bir tecellîdir ki, hak ile bâtılın mücadelesi binler yıl öncesinden bugüne değişmeden devam eder. Firavun’un zulmü nasıl Nil’in sularına bebekleri gömdüyse, bugünün zalimleri de Akdeniz’in sularına, Gazze’nin topraklarına masumları gömüyor. Ve bu devrin Firavunları, insanlık kisvesi altında en büyük insanlık cinayetini işlemektedir.
Bir sözleşme, bir ateşkes denildi. Lâkin ateşkes, zalim için nefes, mazlum için yeni bir mezar oldu. İsrail, kendi elleriyle öldürdüğü esirleri bahane ederek, bombalarının pasını yeniden temizledi. Gazze’de taş üstünde taş kalmamışken, onlar üç-beş leş-kerinin ardına düşüp “adalet” davası güder göründüler. Hâlbuki adaletin ilk şartı, vicdanın ölmemesidir. Fakat onların vicdanı, bombaların dumanı arasında çoktan boğulmuştur.
Gazze, bugün insanlığın aynasıdır. O aynaya bakan herkes kendi yüzünü görür. Kimisi orada şefkatin, sabrın, metanetin timsalini görür; kimisi de kendi sükûtunun, korkaklığının ve menfaatinin karanlık yüzünü…

Zulümle Âbâd Olunmaz

Tarihin sayfaları şehadet eder ki, hiçbir kavim zulümle bâkî kalmamıştır. Nemrud’un ateşi nasıl serinliğe döndüyse, Firavun’un sarayı da nasıl dalgalara mezar olduysa, bugünün zalimleri de aynı akıbete uğrayacaktır. Çünkü zulmün kökü, rahmetle sulanmaz; gazapla kurur.
İsrail, kendi yaptığı mezalimi “güvenlik” ve “öz savunma” maskesiyle gizlemeye çalışırken aslında kendi sonunu kazıyor. Çünkü öldürdüğü her çocuk, göğe yükselen bir delil oluyor. Her yıkılan ev, kıyamet günü bir mahkeme binası olacak.
Ve elbette Allah’ın adaleti, bir gün mutlaka tecellî edecek.
Kur’ân buyurur:
“Zulmedenler, nasıl bir inkılâpla devrileceklerini yakında bileceklerdir.”
(Şuarâ, 26/227 — TDV Meali)

Unutulan Gazze ve Hatırlanan Leş-kerler

Bugün dünya basını, “üç İsrailli ölmüş” diye ağıt yakıyor; oysa yüz binlerce Gazzeli toprağın altında sessizce uyuyor.
Bir insanlık faciası, birkaç propaganda cümlesine indirilmiş.
Gazze’de bir annenin çocuğunun elinden düşen son ekmek parçası haber değeri taşımıyorsa, orada insanlık bitmiş demektir.
Gazze sadece bir şehir değil, insanlığın imtihan sahasıdır.
Ve biz bu imtihanda sınıfta kaldık.
Kimi sessizliğiyle, kimi menfaat hesabıyla, kimi korkaklığıyla…

Hikmetle Bakıldığında

Belki de bu hâdise, insanın kendi aynasına bakması içindir.
Çünkü zulme karşı sessiz kalan, zalimin suçuna ortaktır.
Gazze, sadece İsrail’in değil; sessiz dünyanın da vicdan mahkemesidir.
Ve bu mahkemede her bir suskun dudak, bir suç belgesi hükmündedir.

Son Söz

Gazze’nin yıkılan duvarlarından hâlâ tek bir nida yükseliyor:
“Biz ölmedik, sadece Rabbin vaadine yürüdük.”
Zalim bilsin ki, mazlumun duası yerde kalmaz.
Bir gün adaletin fırtınası esecek; o gün ne bombalar, ne yalanlar, ne de diplomatik oyunlar bir işe yarayacak.
O gün, hak yerini bulacak, bâtıl yok olup gidecek.
Ve tarih, bu çağın zalimlerini değil, sabırla direnen Gazzelileri yazacak.
Çünkü zafer, her zaman kılıçla değil, hakla, sabırla ve imanla kazanılır.


Hazırlayan: Mehmet Özçelik –

www.tesbitler.com
16/10/2025