BERCESTE VE İZAHI – 63 –

BERCESTE VE İZAHI – 63 –

​İktibas 1: Sa’dî-i Şîrâzî
​Benî Âdem a’zâ-yı yek-dîgerend
Ki der-âferîneş zî-yek gevherend
Çü uzvî be-derd âvered rûzgâr
Dîger uzvhâ-râ ne-mâned karâr
To kez-mihnet-i dîgerân bî-gamî
Neşâyed ki nâmet nehend âdemî

​İzah ve Açıklaması: Bu beyitler, İslâm medeniyetinin ve irfanının temel prensiplerinden olan insanlık vahdetinin en güzel ifadelerinden biridir. Şair, bütün insanların bir vücudun organları gibi olduğunu, yaratılış itibarıyla aynı cevherden olduklarını belirtir. Zira bir uzuv acı çektiğinde, diğer uzuvlar rahat duramaz. Eğer sen başkalarının derdine ve mihnetine alâkasız kalıyorsan, insan ismine lâyık değilsin. Bu beyitler, merhamet, yardımlaşma ve empati gibi insani hasletlerin ehemmiyetini veciz bir şekilde ortaya koymaktadır.
​İnsanlık Vücudu ve Cihanşümul Şuur Makalesi
​İnsanlık, zamanın ve mekânın dar kalıplarını aşan, müşterek bir mukadderata sahip tek bir vücuttur. Bu hakikat, sadece dini ve ahlaki bir telkin değil, aynı zamanda hayatın bizzat kendisine sirayet eden bir düsturdur. Sa’dî-i Şîrâzî’nin asırlar evvel lisanından dökülen bu beytin muhtevası, günümüzde dahi cihanşümul bir şuur ve vicdan çağrısı olarak kulaklarımızda çınlamaktadır. Yaratılışın aynı cevherden neşet etmesi, tenlerimizdeki renk farklılıklarını, coğrafyamızdaki uzaklıkları ve lisanlarımızdaki ayrılıkları anlamsız kılmaktadır. Zira insan, kalbinin atışı, hissiyatının derinliği ve aklının genişliğiyle her yerde aynıdır.
​Bu beytin en çarpıcı cevabı, bir vücudun a’zâları arasındaki o hassas rabıtada gizlidir. Bir el, bir parmak veya bir göz acı çektiğinde, bu acı tüm vücuda yayılır ve huzursuzluk hâsıl eder. Bu, fıtrî bir reaksiyondur ve vücudun ahenk içinde yaşaması için zaruridir. Aynen öyle de, dünyanın herhangi bir bucağında bir insan, açlıktan, zulümden veya sefaletten mustarip olduğunda, bu ıstırabın yankısı, insanlık ailesinin her bir ferdinin kalbinde hissedilmelidir. Eğer bu fıtrî tepki köreldiyse, kalplerimiz katılaşmış, vicdanımız pas tutmuş demektir. O halde insan, isminin muhtevasına yaraşır bir hayat sürmekten uzaklaşır.
​İnsanlık tarihi, bu hakikate ya kulak verenlerin inşa ettiği merhamet ve adalet medeniyetleriyle, ya da bu sese sağır kalanların sebep olduğu yıkım ve gözyaşlarıyla doludur. Birlik ve beraberlik, sadece fiziki bir yakınlık değil, aynı zamanda manevi bir bağdır. Bu bağın kuvveti, ancak başkasının derdine ortak olmakla, onun yarasını sarmaya çalışmakla anlaşılır. Zira insan, başkalarıyla kurduğu münasebetle insaniyetini kemâle erdirir. Sa’dî’nin beyitleri, bizlere bencilliğin ve gafletin, insanlık cevherimize en büyük ihanet olduğunu hatırlatır. Zira başkasının derdine derman olamayan bir kalp, kendi hayatının da muhtevasını idrak edemez. Bu, sadece bir şairin sesi değil, insanlığın ortak vicdanının ezelden ebede uzanan beyanıdır.
​Özet: Sa’dî-i Şîrâzî’nin beyitleri, insanlığın bir vücut gibi olduğunu, birinin derdinin tüm vücudu etkilediğini vurgular. Eğer bir insan, başkasının acısına alâkasız kalırsa, insanlık vasfını yitirmiş olur. Makale, bu fikirden hareketle, merhamet, empati ve insanlık şuurunun medeniyetlerin inşasındaki ehemmiyetini ve hayatın her veçhesine sirayet eden bu hakikati ele almaktadır.

​İktibas 2: Nev’î
​Kahr-ı dehr ile olur tûtî guraba hem-nîşîn
Yine şevkâyı gurab eyler garâbet bundadır

​İzah ve Açıklaması: Nev’î’nin bu beyti, dünyanın kahredici tecellileri karşısında hayatın ne kadar garip bir hâl alabileceğini izah eder. Papağan (tûtî), güzelliğin, zarafetin ve hoş lisanın; karga (gurab) ise çirkinliğin, uğursuzluğun ve kaba sesin sembolüdür. Normalde bir araya gelemeyecek bu iki varlığın, zamanın kahriyle yan yana gelmesi bir garipliktir. Fakat esas gariplik, bu vaziyete düşen papağanın şikayetlerini kargaya yapmasıdır. Bu, ıstırabın, insanı çareyi umulmadık yerlerde arayacak bir perişanlığa sürüklemesini ve kaderin tuhaflıklarını ihtiva eder.
​Kaderin Cilvesi ve Hayatın İronisi Makalesi
​Hayatın muhtevası, bazen insanı kendi iradesinin haricinde, akla ve mantığa muhalif durumlara düşürebilir. Kaderin cilveleri, alışılageldik nizamları altüst ederek, güzeli çirkinle, haklıyı haksızla, bilgini cahille aynı kefeye koyabilir. Nev’î’nin bu beyti, bu garip ve trajik manzarayı, papağan ile karga sembolizmi üzerinden hikmetli bir şekilde ortaya koymaktadır. Papağan, lisanı ve zarafetiyle hayranlık uyandıran bir varlık iken, karga uğursuz ve kaba bir imgedir. Bu iki zıt unsurun, feleğin kahrı neticesinde aynı mecliste bulunması, hayatın bazen ne kadar garip görünebileceğinin bir göstergesidir.
​Ancak beytin asıl derinliği, papağanın şikayetini kargaya yapmasında saklıdır. Bu durum, ıstırabın insanı, derdini anlayamayacak, hatta derdinden zevk alabilecek birine açma mecburiyetine sevk edişini ihtiva eder. Bu bir nevi, çaresizliğin en son mertebesidir. Bu, hayatın acı bir ironisidir. Zira insan, dermanı dertte, teselliyi kederde bulmaya çalışabilir. Bu, aynı zamanda, insanın en zorlu anlarda bile fıtratından tamamen kopmadığını ve içindeki şikayet etme arzusunun kime karşı olursa olsun tezahür ettiğini gösterir.
​Tarihî süreçte pek çok edebi ve felsefi metin, bu türden “garabetleri” konu edinmiştir. Ehl-i kemâlin, ehliyetsiz kişilerce idare edildiği, hakikatin lisanının gürültüye boğulduğu dönemler, bu beytin muhtevasına en güzel misallerdendir. Asıl olan, bu türden garabetler karşısında insanın kendi özünden, duruşundan ve şahsiyetinden taviz vermemesidir. Zira papağan, ne kadar kargaya şikayet etse de, onun lisanı ve zarafeti değişmez. Hayatın zorlukları, karakterin ve asaletın mihenk taşıdır. Bu durumda insan, fıtratına sığınarak, dertlerini dertten anlamayanlara değil, bizzat Hakk’a arz etmeli, iç huzurunu korumaya gayret etmelidir.
​Özet: Nev’î’nin beyti, feleğin adaletsizliği sonucu güzellik ve zarafetin, çirkinlik ve kabalıkla aynı seviyeye inmesini ve bu durumun asıl ironisinin, ehl-i kemâlin derdini ehline değil, tam zıddına arz etmesi olduğunu anlatır. Makale, bu beyit üzerinden hayatın ironik yönlerini, kaderin cilvelerini ve insanın zorluklar karşısında kendi özünü korumasının ehemmiyetini ele alır.

​İktibas 3: Beliğ Mehmed Emin
​Abes değil dil-i mecrûha tünd-hûyî-i yâr
Zarardır etse zahmdâra merhamet cerrâh

​İzah ve Açıklaması: Bu beytin izahı, aşkın ve şefkatin zahiri manalarından farklı bir derinliğe işaret eder. Şair, yaralı gönüllü bir aşık için sevgilinin sert mizacının abes olmadığını söyler. Ardından bu durumu, yaralıya merhamet gösteren bir cerrahın hastasına zarar vermesiyle mukayese eder. Bu, bazen acı veren müdahalelerin, nihayetinde iyileşme ve kemale erme için elzem olduğunu ima eder. Hakiki merhamet, sadece yumuşaklık ve tesellide değil, aynı zamanda zaruri acıya katlanma ve onu uygulamada da tecelli edebilir.
​Aşkın Cerrahı ve Büyümenin Sancısı Makalesi
​Gönül yaraları, çoğu zaman teselli ve yumuşak bir dokunuş arar. Ancak Beliğ Mehmed Emin’in bu beytinin muhtevası, bu beklentinin aksine, yaralı bir gönlün en büyük şifasının, bazen bizzat sevgilinin sert ve müdahale edici tabiatında gizli olabileceğini düşündürür. Bu, bir paradoks gibi görünse de, hayatın ve aşkın en temel hakikatlerinden birine işaret eder: Büyüme ve olgunlaşma, çoğunlukla sancılı bir süreçtir.
​Bu beytin en can alıcı noktası, sevgilinin tutumunu bir cerrahın ameliyatına benzetmesidir. Bir cerrah, hastasının yarasını temizlemek ve onu iyileştirmek için, o yaraya dokunmak ve neşter vurmak zorundadır. Bu işlem, hastaya acı verir. Fakat bu acı, merhametsizlikten değil, bilakis şifaya kavuşturma gayretinden kaynaklanır. Cerrahın en büyük merhameti, yarayı görmezden gelmek değil, onu tedavi etme cesaretini göstermesidir. Eğer cerrah, hastanın acısına dayanamayıp ona merhamet gösterseydi, yara kapanmaz, iltihaplanır ve daha büyük bir zarara yol açardı.
​Tasavvufî ve edebi eserlerde sıkça rastlanan bu düşünce, aşkın sadece lütuf ve ihsandan ibaret olmadığını, aynı zamanda bir terbiye ve tezkiye vasıtası olduğunu ihtiva eder. Hakiki sevgili, maşukun kusurlarını örterek değil, onu eksikliklerinden arındırarak kemale erdirir. Bu süreçte yaşanan her çile, her kahır ve her sert muamele, aslında ruhun cilalanması ve kalp aynasının parlatılması için bir vesiledir. Aşkın cerrahı, neşterini vuran sevgili, ruhumuzu arındıran ilahi takdirin bir tecellisi olabilir. Bu, âşığın yarasının, aslında bir terakki ve manevi yükseliş yolculuğunun başlangıcı olduğunu idrak etmesini sağlar. Zira kalbimizdeki yaralar, bizi dünya hayatının fani hazlarından uzaklaştırıp, ebedi olana yöneltir.
​Özet: Beliğ Mehmed Emin’in beyti, yaralı bir gönül için sevgilinin sert mizaçlı olmasının lüzumsuz olmadığını, zira cerrahın yaralıya merhamet göstermesinin ona zarar vereceğini söyler. Makale, bu analoji üzerinden, hayat ve aşkta bazen yaşanan acı ve zorlukların, aslında manevi büyüme ve olgunlaşma için gerekli olduğunu, zira hakiki merhametin daima zahiren hoş görünmediğini anlatmaktadır.

​İktibas 4: Sâlih Baba
​Ezelden âşıkız aşkın belâsın inkıyâd etdik
Ki biz abdâl-ı aşkız derd gibi dermânımız vardır

​İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tasavvufî aşkın, sıradan bir duygunun ötesinde, ilahi bir makama ve vazifeye işaret ettiğini ortaya koyar. Şair, aşıkların ezel âleminden beri var olduklarını, aşkın getirdiği tüm belalara teslim olduklarını ifade eder. Kendilerini “aşkın abdalları” olarak tanımlar ve dertlerinin aynı zamanda dermanları olduğunu belirtir. “Abdâl,” manevi yolculukta belli bir dereceye ulaşmış, kendisinden dünya kaygısını atmış, Allah’ın iradesine tam teslim olmuş kişilere verilen bir isimdir. Aşkın bu mertebesi, acının bizzat şifaya dönüştüğü bir makamı ihtiva eder.
​Derdin Derman Olduğu Aşkın Abdalları Makalesi
​Aşk, beşeri lisanla anlatılması zor bir kavramdır. Ancak tasavvufi irfanda aşk, fani varlıklara duyulan geçici bir duygu olmaktan öte, kâinatı var eden ilahi sırra ulaşmanın yegane vasıtası olarak kabul edilir. Sâlih Baba’nın bu beytinin muhtevası, bu aşkın kaynağını ezelî ve ebedî bir hakikate bağlar. Aşkın getirdiği belâlara inkıyâd etmek, yani onlara gönülden teslim olmak, âşığın bu yoldaki en büyük imtihanı ve aynı zamanda en büyük yükselişidir. Zira bu teslimiyet, insanın kendi benliğinden sıyrılıp, mutlak olana yönelmesini temin eder.
​”Biz abdâl-ı aşkız” ifadesi, bu teslimiyetin en yüce mertebesini ifade eder. Abdal, dünya hayatının kaygılarından arınmış, manevi bir özgürlüğe kavuşmuş, ilahi aşkın sırrına vâkıf olmuş kâmil bir insandır. Bu şahsiyetler için aşkın derdi, bir hastalık değil, bizzat ruhun gıdası ve kemâle erdiricisi olur. Bu, derdin derman, dermanın ise dertten neşet ettiği bir paradokstur. Bu aşkın ıstırabı, fani bir ayrılığın getirdiği acı değil, aksine ilahi hakikate daha yakın olma iştiyakının verdiği bir tatlı sızıdır. Bu sızı, âşığı uyanık tutar, onu daima vuslat yolunda seyr ü sefere sevk eder.
​Bu makamda, âşık için dünya hayatının mihnetleri, zahirî acıları, adeta bir derman faaliyeti görür. Zira her bir meşakkat, onu daha derinden düşünmeye, hayatın manasını sorgulamaya ve nihayetinde Yaradan’a daha sıkı sarılmaya iter. Derdin derman olduğu bu aşk mertebesi, insanın fıtratındaki en derin yaraların, yine o aşkın kendisiyle iyileştirilebileceğini ihtiva eder. Sâlih Baba, bu beyit ile fani aşklarda derman arayan gönüllere, hakiki dermanın bizzat aşkın kendi içerisinde saklı olduğunu fısıldar. Bu, sadece bir şairin cevabı değil, aynı zamanda manevi hayatın en büyük hikmetlerinden biridir.
​Özet: Sâlih Baba’nın beyti, ilahi aşka ezelden beri aşık olunduğunu ve bu aşkın belalarına teslimiyetin, âşıkı “aşkın abdalı” makamına ulaştırdığını anlatır. Makale, bu fikir üzerinden tasavvufi aşkın paradoksal muhtevasını, yani acının ve derdin bizzat derman olduğu manevi hâli ele almaktadır.

​İktibas 5: Abdurrahman Şeref
​İntisâbı feleğin cehle midir
Dâr-ı dünyâ yüzü nâ-ehle midir

​İzah ve Açıklaması: Bu beyit, tarihin her döneminde akıl ve hikmet ehli insanların zihinlerini meşgul eden suallere cevap aramaktadır. Şair, feleğin (kaderin) cahillere intisap edip etmediğini, yani dünyanın gidişatının neden cahillerin ve bilgisizlerin lehine olduğunu sorgular. İkinci mısrada ise dünya hayatının (dâr-ı dünyâ) ehline, yani layık olanlara değil de, ehliyetsiz ve liyakatsiz olanlara yüzünü dönüp dönmediğini sorar. Bu beyit, dünyevi adaletsizlikler, ehliyet ve liyakatin bazen göz ardı edilmesi ve cahillerin meşru olmayan yollarla yükselmesi gibi konulara işaret eder.
​Hayatın İmtihanı ve Varlığın Sırrı Makalesi
​İnsanlık tarihi, daima birbiriyle çatışan iki kuvvetin hikayesini anlatır: Hak ile Bâtıl, Adalet ile Zulüm, Hikmet ile Cehalet. Abdurrahman Şeref’in bu beyti, bu ebedi çatışmanın en sancılı suallerini dile getirir. “Feleğin intisâbı cehle midir?” suali, tarihin pek çok döneminde hikmet erbabının dilinden düşmeyen bir serzeniş olmuştur. Hak edenin değil, bilakis hak etmeyenin mevki ve makama geldiği, liyakatin değil, menfaatin esas alındığı zamanlarda bu soru daha bir ehemmiyet kazanır.
​Bu suale cevabımız, dünyayı bir imtihan sahası olarak görme perspektifimizle doğrudan bağlantılıdır. Şayet dünya, nihai bir adalet ve mükâfat yeri olsaydı, bu türden adaletsizlikler yaşanmazdı. Ancak dünya hayatı, asıl olan ahiret hayatının bir mukaddimesidir. Bu yüzden dünya, iyiler için bir imtihan, kötüler için ise bir fırsat ve aynı zamanda bir aldanış yeridir. Nâ-ehle yüzünü dönen dünya, aslında onların faniliğini ve geçiciliğini tebarüz ettirir. Zira cehaletle elde edilen her başarı, temelden yoksun bir bina gibidir; bir rüzgârda yıkılmaya mahkûmdur.
​Bu beyit, bir yandan dünyevi hayatın zahiri adaletsizliklerine dair bir sızlanış ihtiva ederken, diğer yandan da sabır ve hikmetle bu vaziyete karşı durmanın lüzumuna işaret eder. Hakiki liyakat, dışarıdan gelen bir tasdikle değil, içten bir olgunlukla ve hakikate olan bağlılıkla ölçülür. Ehil olanın, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması, aksine kendi nefsini ve ilmini terbiye etmeye devam etmesi gerekir. Zira bu dünya, sadece maddiyatla değil, maneviyatla da ayakta durur. Ehil olanın vazifesi, cehaletin karanlığında bir kandil gibi parlamak ve hakikatin yolunu aydınlatmaktır. Nihayetinde feleğin adil tecellisi, dünya hayatının değil, ebedi hayatın muhtevası içinde tecelli edecektir. Bu hakikat, mümin bir kalbe sonsuz bir sükûn ve hayat neşvesi bahşeder.
​Özet: Abdurrahman Şeref’in beyti, dünyanın neden cahillere ve ehliyetsiz kişilere yüzünü döndüğünü, neden adaletsizliğin yaygın olduğunu sorgular. Makale, bu sorulara cevaben, dünya hayatının bir imtihan yeri olduğu fikrini ele alır ve gerçek liyakatin, sabrın ve hikmetin ehemmiyetini vurgular. Ehil olanların, dünya hayatının geçici nimetlerine aldanmaması gerektiği ifade edilir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
16/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 62–

BERCESTE VE İZAHI – 62–

Fodlacızâde Ahmed Râsim: Ömrün Tek Saati
​“Saat-i vahidedir ömr-i cihan / Saatî tâ’ate sarf eyle hemân”
​Bu beyit, Fodlacızâde Ahmed Râsim’in kaleme aldığı, dünya hayatının kadrini ve kıymetini anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şâir, dünya ömrünü yalnızca bir saatlik bir zaman dilimine benzeterek, insana bu kısacık vakti mâsiyetle değil, ibadetle geçirmesi gerektiğini tavsiye etmektedir. Dünya hayatının faniliği ve geçiciliği, bu beyitte son derece veciz bir şekilde ifade edilmiştir. Göz açıp kapayıncaya kadar geçen bu kısacık ömrü, Allah’a kulluk ve tâatle doldurmak, kişinin ebedî saadetini temin etmesinin yegâne yoludur. Bu beyit, bize yalnızca hayatın kısalığını değil, aynı zamanda her ânın, her saniyenin ne kadar paha biçilmez olduğunu da hatırlatmaktadır.
​Asr-ı Saadetten kalma bir hakikat olan, “Ömrünüzü bir saat farz edin, o saatin her anını ibadetle geçirin.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid etmektedir. İnsan, nefsine aldanıp dünya heveslerinin peşinde koşarken, zamanın akışına ve ömrünün çabucak geçişine gâfil kalabilir. Ancak bu beyit, bir uyarıcı vazifesi görerek insana âhiret hazırlığını geciktirmemesi gerektiğini, her bir nefesin kıymetini bilmesi ve onu Rabbine kullukla değerlendirmesi gerektiğini öğütler. Bu, insanın yalnızca dünyevî bir varlık olmadığını, aynı zamanda uhrevî bir hedefe doğru yürüdüğünü hatırlatan bir beyittir.

​Hoca Ahmed-i Yesevî: Aşk Derdinin Dermanı Yoktur

​“Işka tüştüñ otka tüştüñ küyüp öldüñ / Pervâne dik cāndın kiçüp ahker bulduñ / Derdge tolduñ gamge solduñ tilbe bulduñ / Işk derdini sorsañ hergiz dermānı yok”
​Hoca Ahmed-i Yesevî’nin bu beyiti, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatmaktadır. Şâir, aşka düşmeyi ateşe düşüp yanmaya benzetir. Bu yanış, mâsivâdan (Allah’tan gayrı olan her şeyden) geçiş ve hakikî mâşuk olan Allah’a yöneliş sürecidir. Beyitte, aşığın pervaneye benzetilmesi dikkat çekicidir. Pervane, ışığa olan tutkusundan dolayı ateşe atılır ve feragat etmeye sevk eder. Aşkın getirdiği bu derin acı ve hüzün, âşığı adeta bir deliye çevirir. Bu dert, mânevî bir hastalık olup, dünya ilâçlarıyla şifa bulmaz.
​Bu beyit, bir hakikati daha ifşa eder: İnsanların fânî dünyalıklarına duydukları sevgi ve muhabbet, bir derttir ve bu dertten ancak mâşuk olan Allah’a yönelerek kurtulunabilir. Aşkın getirdiği bu mânevî dert, zâhiren kederli gibi görünse de, bâtınen bir şifadır. Nitekim, bu dertle dolan gönül, dünyaya karşı soğur ve âhirete yönelir. Bu beyit, insana aşkın dünyevî değil, uhrevî bir muhtevası olduğunu hatırlatır. İnsanı gaflet uykusundan uyandıran, onu hakikate sevk eden bir derttir bu.

​Fuzûlî: Âşık Mizacının İstikameti ve Derdi

​“Aşk derdinden olur âşık mizâcı müstakîm / Âşıkın derdine dermân etseler bîmâr olur”
​Fuzûlî, bu beyiti ile aşkın, insanı kemale erdiren bir hususiyetini dile getirir. Bir âşıkın mizacının istikamet bulması, yani doğru yolda olması, aşk derdine yakalanmasıyla mümkündür. Zîrâ aşk, âşıkı nefsanî arzulardan uzaklaştırır, onu mânevî olgunluğa ulaştırır. Dünyevî meselelere karşı kayıtsız kalmasını sağlar ve onu Hak yoluna yönlendirir. Ancak şâir, aynı zamanda aşkın, âşık için bir hastalık gibi olduğunu da belirtir. Öyle ki, eğer bu hastalığa, yani aşk derdine bir derman bulunsa, âşık hastalanır, yani manevî istikametini kaybeder. Bu, aşkın zâhirî bir hastalık gibi görünse de, bâtınî bir şifa, bir mânevî tedavi olduğu anlamına gelir.
​Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî’nin “Dert, insanı Allah’a yakınlaştırır.” sözü, bu beyitteki muhtevayı teyid eder. Aşk, âşıkı dert sahibi yapar ve bu dert, onu Yaradan’a yaklaştırır. Bu, fânî olandan kalıcı olana, geçici olandan ebedî olana yönelişin bir neticesidir. Aşk derdi, bir imtihan olduğu gibi, aynı zamanda bir lütuftur. Zîrâ bu dert, âşıkın kalbini temizler ve onu mâneviyatın zirvesine taşır.

​Ziyâ Paşa: Rızka Kanaatin Sultanlığı
​“Rızkına kānî olan gerdūna minnet eylemez / Âlemin sultânıdır muhtâc-ı sultân olmayan”
​Ziyâ Paşa, bu beyitinde kanaat etmenin, rızıkta gözü olmamanın getirdiği izzeti ve üstünlüğü vurgulamaktadır. Kendi rızkına razı olan, yani Allah’ın kendisine taksim ettiği nasibe kanaat eden kimse, dünyanın malına ve mevkiine minnet etmez. Zîrâ o, malın ve makamın fânî olduğunu idrak etmiştir. Bu kimse, kimseye muhtaç olmayan, kendi halinde bir sultandır. Beyitin ikinci mısrası, bu hakikati daha da güçlendirmektedir: “Sultana bile muhtaç olmayan, âlemin sultanıdır.” Bu, insanın gerçek zenginliğinin malda ve mülkte değil, gönül zenginliğinde olduğunu, başkasına el açmaktan uzak durmanın, en büyük servet olduğunu ifade eder.
​Bu beyit, günümüz insanına önemli bir ders verir. İnsanlar, sürekli daha fazlasını arzularken, kanaat etmenin getirdiği huzuru ve mutluluğu unutmuşlardır. Ziyâ Paşa, asıl sultanlığın dış görünüşte veya makamda değil, iç huzurda ve kimseye muhtaç olmamakta olduğunu vurgular. Bu, bir nevi “Gönül zenginliği, gerçek zenginliktir.” hikmetinin bir tezahürüdür.

​Nâbî: Mizacın Esnekliği

​“Misâl-i âb ederiz nik ü bedle âmîziş / Bu kârgehde mu’ayyen mizâcımız yokdur”
​Nâbî’nin bu beytinde, su gibi olmanın, yani iyilikle kötülükle bir arada bulunmanın düşüncesi anlatılmaktadır. Nâbî, insanların farklı karakterde ve mizacın katı kalıpları içinde kalmamasının önemini vurgular. Nitekim su, içine girdiği kabın şeklini alır. İyiyle beraber olduğunda iyilikle, kötüyle beraber olduğunda ise kötülükle bir arada bulunabiliriz. Ancak bu, Nâbî’nin ahlâkî bir duruş sergilemediği anlamına gelmez. Bilakis, bu beyit, insana hayatın çeşitli durumlara ve insanlara karşı esnek olabilme kabiliyetini öğütler. Zîrâ dünya, farklı görüşlerin, farklı fikirlerin ve farklı karakterlerin bir arada bulunduğu bir kârgâhtır. Katı bir mizaca sahip olmak, insanın bu kârgâhta uyum sağlamasını güçleştirir.
​Bu beyit, insanlara bir hoşgörü ve esneklik dersi vermektedir. İnsanın her şeye karşı katı bir tutum sergilemesi, onu sosyal hayattan uzaklaştırır. Bu, aynı zamanda insanın kendini geliştirebilmesi, farklı görüşlere açık olabilmesi için de bir gerekliliktir. Ancak bu esneklik, kişinin kendi değerlerinden taviz vermesi anlamına gelmez. Bilakis, bu esneklik, kişinin kendi kimliğini koruyarak, farklılıklarla bir arada yaşama kabiliyetini gösterir.

​Makale Özeti
​Bu makale, Fodlacızâde Ahmed Râsim, Hoca Ahmed-i Yesevî, Fuzûlî, Ziyâ Paşa ve Nâbî’nin hikmet dolu beyitleri üzerinden insan hayatının çeşitli veçhelerini izah etmektedir. Fodlacızâde, dünya hayatının bir saatlik ömür gibi kısa olduğunu, bu sebeple her anın ibadetle değerlendirilmesi gerektiğini vurgular. Hoca Ahmed-i Yesevî, ilâhî aşkın yakıcı ve dönüştürücü gücünü anlatır ve aşk derdinin, dünyevî dertlere benzemediğini, aksine bir şifa olduğunu belirtir. Fuzûlî, âşıkın mizacının ancak aşk derdiyle istikamet bulacağını, bu derdin dermanının olmadığını, çünkü derdin kendisinin bir şifa olduğunu dile getirir. Ziyâ Paşa, rızkına kanaat eden kimsenin kimseye minnet etmeyeceğini ve bu kanaatin kişiyi âlemin sultanı yapacağını ifade eder. Nâbî ise, insan mizacının katı olmaması gerektiğini, su gibi esnek ve uyumlu olmanın hayatın içinde bir gereklilik olduğunu beyan eder. Bu beyitler, farklı şâirlerin kaleminden çıkmış olsa da, hepsi de insanın mânevî kemâlini, dünyanın faniliğini, aşkın derinliğini ve kanaatin kıymetini ihtiva eden ortak bir hikmet havuzunda birleşmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 61–

BERCESTE VE İZAHI – 61–

​1. : Taşlıcalı Yahyâ – Derûnî âşinâ ol taşradan bîgâne sansınlar

​İktibas:
Derûnî âşinâ ol taşradan bîgâne sansınlar
Bu bir zîbâ revişdir âkil ol divâne sansınlar
​İzah ve Şerh:
Taşlıcalı Yahyâ, bu beytinde tasavvufî ve ahlakî bir ders vermektedir. Şair, insana, gönülden samimi ve dostça olmayı, lakin bunu dışarıdan gizlemeyi telkin eder. Bu, gösteriş ve riyadan uzak durmanın, salih amelleri gizlemenin bir remzidir. İkinci mısrada ise bu husus daha da tebarüz eder: “Bu güzel bir yoldur, sen akıllı ol da insanlar seni deli sansınlar.” Bu, hakikî hikmetin ve akıllılığın, avamın tasavvur ettiği gibi dünyevî menfaatlere değil, manevî hakikatlere yönelmek olduğunu ifade eder. Dışarıdan “deli” görünmek, dünyanın boş ve fani işlerine itibar etmemek, hakikat yolunda sebat etmek manasına gelir. Nitekim peygamberler ve evliyaullah, ilk etapta kendi kavimleri tarafından garip, hatta “mecnun” telakki edilmişlerdir. Bu beyit, samimiyetin ve hakikatin dış görünüşten daha mühim olduğunu ve bu yolda yürüyenlerin, avamın takdirini değil, Hakk’ın rızasını aramaları gerektiğini beyan eder.

​2.: Tâhirü’l-Mevlevî – Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var

​İktibas:
Çeşminin bilmem nasıl te’sîr-i sihr-âmîzi var
Aşka mecbûr etdi sevdâdan usanmış gönlümü
​İzah ve Şerh:
Bu beyitte, ilâhî aşkın gönüldeki müessiriyeti ve gücü tasvir edilir. Şair, sevgilinin (hakikî manada Allah’ın) bakışlarının nasıl bir sihirli tesiri olduğunu bilemediğini söyler. Bu tesir, gönlü zaten sevdadan yorulmuş ve bıkmış bir hale getirir. Bu, iradenin acziyeti ve ilâhî çekimin kaçınılmazlığına işaret eder. İnsan, ne kadar aşkın ıstıraplarından yorulsa ve uzaklaşmaya çalışsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka mecbûr olur. Bu durum, ilâhî takdirin ve kudretin tecellisidir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mesnevisinde de belirttiği gibi, aşk, bir irade meselesi değil, ilâhî bir cezbe ve mecbûriyet halidir. Gönül, tıpkı mıknatısın demir tozlarını çekmesi gibi, ilâhî aşka doğru çekilir. Bu beyit, bu manevî cazibenin ve ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirinin acziyetini ve teslimiyetini veciz bir şekilde ifade eder.

​4. Şeyhülislâm Yahyâ – Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde

​İktibas:
Kanâ’at gencine mâlik olup künc-i selâmetde
Fakir olur şeh-i devrâna baş eğmez gedâlarda
​İzah ve Şerh:
Şeyhülislâm Yahyâ, bu beytinde kanaatin ve nefsine hâkim olmanın getirdiği manevî zenginliği ve izzeti tarif eder. Kanaat, yani elinde olana rıza göstermek, bir **”hazine”**ye benzetilmiştir. Bu hazineye sahip olan kişi, dünyevî zenginliklerin peşinde koşmaz ve gönül huzuru (künc-i selâmet) içinde bir hayat sürer. Böyle bir kişi, fakir olsa bile, o devrin en kudretli hükümdarına bile boyun eğmez. Zira onun fakirliği, mal yokluğundan değil, gönül tokluğundandır. Bu, İslâm ahlakının en mühim kaidelerinden biri olan istigna yani kimseye muhtaç olmama ve kanaat sahibi olma prensibini vurgular. Bâtınî fakirlik, gönül fakirliği, insana bir hürriyet ve izzet bahşeder. Mal mülk peşinde koşanlar, bir müddet sonra o malın esiri olurlar. Lakin kanaat hazinesine sahip olanlar, dünyanın gelip geçici mevkilerinden ve güçlerinden azade olur, hakiki hürriyeti elde ederler.

​4.: Nahîfî – Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
​İktibas:
Ağardı mûy-ı rîş ü ser gönül dünyâya kanmazsın
Sabâh oldu dahi sen hâb-ı gafletden uyanmazsın
​İzah ve Şerh:
Bu beyit, insan hayatının fâniliğini ve ömrün sona erdiğini, ancak insanın hâlâ gaflet uykusundan uyanmadığını izah eden ibret verici bir ikazdır. Şair, saç ve sakalların ağardığını, yani ömrün artık ihtiyarlık çağına geldiğini ifade eder. Bu, aynı zamanda ecelin yaklaştığının ve hayatın sonbahar mevsimine girildiğinin bir nişanesidir. Bütün bu işaretlere rağmen, insan hâlâ dünyaya kanmaya, yani dünyanın geçici zevklerine aldanmaya devam etmektedir. Beytin ikinci mısrası, bu gaflet halini daha da şiddetle vurgular: “Sabah oldu, sen hâlâ gaflet uykusundan uyanmıyorsun.” Burada “sabahın olması” mecazî bir ifadedir; ömrün sonuna gelinmesi, kıyamet alametlerinin görülmesi ve ölümün yakınlaşması gibi manaları ihtiva eder. Bu beyit, insanı derin bir tefekküre sevk eder ve ona bu fani hayattan uyanıp ahiret için hazırlık yapması gerektiğini hatırlatır. Dünyanın geçici cazibesine kapılanların, ebedî saadeti kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya olduklarını ibretli bir lisanla anlatır.

​Kanaat Hazinesi, İnsanın İmtihanı ve Gönül Uyanıklığı
​Hayat, mana ve muhteviyatı itibarıyla derin bir denize benzer. Bu denizde yüzebilmek, onun gelgitlerine karşı dirayetli olmak ve sahile selametle çıkabilmek için, ecdadımızın bize miras bıraktığı hikmet incilerinden istifade etmemiz zaruridir. Yukarıda izahına çalıştığımız beyitler, bu hikmetin birer numunesidir. Bu beyitlerde, gönlün dağdağalı seyrinden, ruhun olgunlaşma serüvenine, hayatın imtihanlarından, nefs ile mücadelenin ehemmiyetine kadar pek çok kıymetli ders bulunmaktadır.
​Hak yolunda ilerleyen her mürid, nefsânî isteklerinin ve dünyevî lezzetlerin aksine, manevî bir cehd ve cihad ile karşı karşıya kalır. Bu cehd, onun iç dünyasını perişan etse de, bu perişanlık, gönlün kemale ermesi ve Hak’ka yakınlaşması için bir zarurettir.
​Diğer beyit, insanın zâhirî ve bâtınî hallerini mukayese ederek bize ahlakî bir ders verir. Gerçek hikmet, başkalarının gözünde itibar ve saygı kazanmakta değil, bilakis Hakk’ın nazarında makbul olmaktır. Bu yolun yolcuları, bazen avamın nazarında “deli” veya “mecnun” gibi görünebilirler. Lakin bu hal, onların nefslerinden ve dünyanın fani süslerinden ne kadar uzaklaştıklarının bir delilidir. Zira dünya ehlinin aklına uymayanlar, ahiret yolunun en akıllı yolcularıdır.
​Diğer beyit, ilâhî aşkın gönül üzerindeki tesirini anlatır. İnsan, nefsinden ve dünyevî sıkıntılardan yorulsa da, ilâhî bir celb ile tekrar aşka düşer. Bu hal, insan iradesinin acziyetini ve ilâhî takdirin azametini gösterir. Gönlümüzü yeniden sevgiye mecbûr eden bu celb, bizi Hak’ka yaklaştırır ve O’nun rızasına erdirir.
​Diğer beyit, kanaat hazinesinin ne kadar kıymetli olduğunu vurgular. Kanaat, bir gönül zenginliğidir. Dünyevî zenginlikler gelip geçici ve sahibini esir eden şeyler iken, kanaat hazinesine sahip olan fakirler, dünyanın en zengin hükümdarlarından bile daha hür ve daha izzetlidirler. Zira onlar, kimseye minnet etmez ve nefslerinin esiri olmazlar.
​Son beyit ise, hayatın faniliğini ve gaflet uykusunun tehlikesini hatırlatır. Ömür bir nehrin akışı gibi akıp giderken, insan bu dünyanın aldatıcı süslerine kanmaya devam eder. Saç ve sakallar ağarır, ecel yaklaşır; lakin gaflet uykusu bitmez. Bu beyit, insanı bir an evvel uyanmaya ve fani hayatın bitiminde ebedî bir hayatın başladığını idrak etmeye davet eder.
​Netice olarak, bu beyitler, birbiriyle bütünlük arz eden bir hayat düşüncesi sunar: Sevginin meşakkatiyle olgunlaşan, dış görünüşe aldanmayıp bâtınî zenginliği arayan, ilâhî aşka teslim olan, kanaat hazinesiyle gönlü tok olan ve gaflet uykusundan uyanıp ahiretine hazırlanan bir mü’min modeli. Bu modellerin hepsi, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eder.

​Makale Özeti
​Bu makale, farklı beyitin izah ve şerhini yaparak, bu metinlerin ihtiva ettiği derin manaları aydınlatmaktadır. Her bir beyit, kendi hususi muhteviyatı içinde, sevginin ıstıraplı tabiatından, hakikî hikmetin dış görünüşe aldanmamak olduğuna; ilâhî aşkın gönül üzerindeki kaçınılmaz tesirinden, kanaatin manevî zenginliğine ve son olarak hayatın faniliğine ve gaflet uykusundan uyanmanın zaruretine işaret eder. Bütün bu beyitler, bize sadece fani bir hayatın değil, ebedî bir hayatın kapısını açacak yolları işaret eden, ibretli ve düşündürücü bir hayat düşüncesi sunmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 60 –

BERCESTE VE İZAHI – 60 –

​Göçtü Kervan Kaldık Dağlar Başında
​Yunus Emre
​İktibas:
​Göçdü kervan kaldık dağlar başında
​Kerivan göçtü gitti, yükünü tuttu. Biz dağ başında yapayalnız kalakaldık.

​Makale: İnsan Hayatında Yalnızlık ve Vuslat Hasreti
​Yunus Emre, Türk-İslam tasavvuf hayatının en mühim şahsiyetlerinden biridir. Onun eserleri, sadece edebi birer metin olmaktan öte, asırlar boyunca insanlara manevi bir rehberlik vazifesi görmüştür. “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası da onun bu derin irfanının ve yalnızlık temasının en veciz ifadelerinden biridir.
​Bu beyit, zahiren bir seyyahın veya tüccarın, yoldaşlarından geri kalmasını anlatır gibi görünse de, Yunus’un lisanında bu durum, insanın fani hayatta manevi yoldaşlarından, yani Hak dostlarından geri kalmasının, yahut bu hayattan göçenleri seyredip kendi fâniliğiyle yüzleşmesinin bir remzidir. Kervan, aslında Hak’ka doğru yol alan müminlerin cemaatini, bu hayattan Hakk’a yürüyen ruhları yahut mürşidlerin arkasından giden talebeleri sembolize eder. Bu kervan, menzile yani vuslata doğru ilerlerken, “dağlar başında kalmak” ise bu manevi yolculuğa iştirak edemeyen, fani dünyanın gurbetinde tek başına kalmış, gönlü vuslat hasretiyle yanan insanın halidir.
​Bu mısrada işlenen yalnızlık, sadece beşerî bir yalnızlık değil, daha ziyade manevi bir gurbet hissini, yani Hak’tan uzak kalmanın getirdiği hicranı ifade eder. Yunus, bu mısrasıyla, insanın ne denli varlık içerisinde dahi yalnız olabileceğini, şayet kalbi Hak’la vuslat arayışında değilse, o kervandan geri kalacağını ve bu gurbetin en ıssız “dağlar başında” yaşanacağını idrak ettirir. Bu, aynı zamanda insanın hayatının bir anlık gafletle heba olabileceği, ebedi hayata hazırlıksız yakalanabileceği hakikatine bir tenbihtir. Kervan yükünü tutmuş, yani azığını almış ve yoluna devam etmiştir; biz ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp, ebedi hayatın azığından mahrum bir halde geride kalmışızdır.
​Yunus’un bu irfanı, bize şu ibreti sunar: Ebedi hayata giden yolda, yani manevi kervanda yer almak için gafletten uyanmak ve daima hazırlıklı olmak gerekir. Aksi halde, bu dünyadaki en büyük azap, ebedi yolculuğun kervanından geri kalmak ve dağlar başında yapayalnız bir gönülle hayıflanmaktır. Bu beyit, her bir mü’min için bir vicdan muhasebesi, bir uyanış çağrısı ve fani hayatın imtihanlarına karşı bir hatırlatmadır.
​Özet: Bu makalede, Yunus Emre’nin “Göçtü kervan kaldık dağlar başında” mısrası, insanın manevi yolculukta geride kalmasının remzi olarak izah edilmiştir. Kervan, Hakk’a yürüyen müminleri ve Hak dostlarını; dağlar başında kalmak ise fani dünyanın aldatıcı meşgaleleriyle oyalanıp ebedi hayata hazırlıksız yakalanan insanın gurbet ve yalnızlığını sembolize eder. Bu mısra, gafletten uyanışa, ebedi hayata hazırlığa ve manevi yoldaşlarla beraber yürümenin ehemmiyetine bir tenbih niteliğindedir.

​Temâşâ-yı Cemâl-i Lutfunla Mest Olup Hayrân

​Hüseyin Vassâf
​İktibas:
​Temâşâ-yı cemâl-i lutfunla mest olup hayrân
Gidersem dâr-ı ukbâya ne devlet yâ Resûlallâh
​Ey Allah’ın Resûlü! Çok latîf olan güzelliğini seyrederek mest ve hayran olmuş bir vaziyette ahirete gidersem benim için bundan daha büyük bir devlet olmaz.

​Makale: Peygamber Sevgisi ve Ahiret Devleti
​Aşk ve muhabbet, İslâm tasavvufunun temel unsurlarındandır. Bu aşkın zirvesi ise, kâinatın Efendisi Hazret-i Muhammed’e (sallallahu aleyhi ve sellem) duyulan muhabbettir. Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, bu derin aşk ve hayranlığın en veciz ifadelerinden birini ihtiva eder. Şair, Peygamber Efendimiz’in latîf cemâlini temâşâ etme lütfunu, ahiret saadetinin dahi üstünde bir “devlet” olarak tavsif etmektedir.
​Bu beyitteki “cemâl-i lutfun” terkibi, sadece fiziki güzelliğe işaret etmez; O’nun ahlâkının, merhametinin, edep ve kemâlinin bütününü ifade eder. Bu güzelliği seyretmekten mest olmak, aklın ve idrâkin ötesinde bir aşk vecdine ermektir. “Hayrân” olmak ise, bu aşkın getirdiği şaşkınlık ve hayranlık hâlidir. Şair, bu vaziyette ahirete, yani “dâr-ı ukbâya” gitme arzusunu beyan ederken, bunun kendisi için en büyük “devlet” olacağını vurgulamaktadır.
​Bu beyit, Peygamber sevgisinin kul için ne denli mühim ve kıymetli olduğunu göstermektedir. Zira şair, ahiretteki cennet ve diğer nimetlerin dahi, Hazret-i Peygamber’i temâşâ ederek huzur-u Hak’ka vasıl olmanın yanında ikinci planda kaldığını ima etmektedir. Bu, bir mümin için Cenâb-ı Hakk’a ve O’nun Resûlü’ne duyulan aşkın, dünyevi veya uhrevi hiçbir nimete mukabil tutulamayacağını beyan eden yüksek bir edebi ve manevi tavırdır. İslam tarihindeki pek çok büyük şahsiyet, bu nevi aşkın neşvesiyle yaşamış ve eserler vermiştir. O’nun ahlâk ve şahsiyetine hayran olup, O’nun Sünnetine ittiba etmek, bu muhabbetin en mühim alâmetidir.
​Netice-i kelâm, bu beyit, bir Müslümanın gönlünde Hazret-i Peygamber’e (sallallahu aleyhi ve sellem) beslemesi gereken derin sevgi ve hayranlığın bir ifadesidir. O’na olan aşk ve bağlılık, sadece bu hayatta değil, ahiret hayatında da en büyük kazanç ve saadet vesilesi olacaktır. Zira şefaatine nâil olmak, O’nun nuruyla huzur-u İlahi’ye varmak, mümin için her türlü cennet nimetinden daha üstün bir makamdır.
​Özet: Hüseyin Vassâf’ın bu beyiti, Hazret-i Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) ahlâkî ve manevî güzelliğine duyulan derin aşkı ve hayranlığı anlatır. Şair, bu güzelliği seyrederek ahirete gitmeyi, yani O’nun huzurunda ebediyete intikali, en büyük devlet ve saadet olarak tasvir eder. Bu beyit, Peygamber sevgisinin bir müminin hayatındaki merkezî rolünü ve bu muhabbetin uhrevi hayattaki kıymetini vurgulamaktadır.

​Ya Dendanın Söker Ya Gasb Eder Zevk-i Dimağından
​Fennî
​İktibas:
​Ya dendanın söker ya gasb eder zevk-i dimağından
Felek nân-pâreyi ehl-i kemâle bî-bedel vermez
​Felek kemâl ehli güzel insanlara dünya nimetini verir; ama bunu bedelsiz yapmaz. Ya dişini söker alır yiyemezsin ya da yesen bile tadını alamazsın.

​Makale: Dünya Nimetlerinin Bedeli ve İmtihanın Hakikati
​Fennî’nin bu beyiti, dünya hayatının çetin imtihanlarına ve nimetlerin bedelsiz olmadığını anlatan derin bir hikmeti ihtiva etmektedir. Şair, feleği (zamanı, kaderi, dünyayı) bir pazarlıkçıya benzetmekte, hatta daha keskin bir ifadeyle, kemâl ehli insanlara dahi hiçbir nimeti bedelsiz vermediğini beyan etmektedir.
​Beyitin ilk mısrası, dünya nimetlerinin, yani “nân-pâre”nin (ekmek parçasının), elde edilmesi için ödenen ağır bedelleri sembolize eder. “Ya dendanın söker” ifadesi, bu nimete ulaşmak için çekilen zorlukları, zahmetleri ve acıları; “ya gasb eder zevk-i dimağından” ifadesi ise, elde edilen nimetin keyfinin, lezzetinin ve tadının kaçması, yani bereketsiz olması veya tadı damakta bırakmaması halini anlatır. Bir insan bir nimete sahip olabilir, lâkin o nimetin tadını alamaz, zira elde etme süreci o kadar zorlu ve meşakkatli olmuştur ki, o lezzeti idrak edecek dimağ kalmamıştır.
​Bu beyit, özellikle “ehl-i kemâl” yani olgun ve faziletli insanlar için bu hakikatin daha keskin olduğunu vurgular. İmtihan-ı İlahi, kâmil insanları daha da yüksek derecelere çıkarmak için, onlara her nimetin bir imtihanla geldiğini öğretir. Bu durum, dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruş sergilemeyi, kanaat sahibi olmayı ve her şeye Hak’tan geldiği şuuruyla yaklaşmayı gerektirir. Dünya, ehl-i kemâle cennet olmadığı gibi, onların saadetinin de ölçüsü değildir. Asıl saadet, bu imtihanlar karşısında sabır ve şükür ile mukabelede bulunmaktır.
​Bu beyitteki hikmet, bizlere dünyanın aldatıcı yüzünü, her nimetin ardında gizli bir imtihan olduğunu ve asıl lezzetin ebedi hayatta olduğunu hatırlatır. Fennî, bu veciz ifadesiyle, dünya hayatının cazibesine kapılmamayı, nimetlere esir olmamayı ve daima sabır ve şükürle hareket etmeyi tavsiye etmektedir. Zira felek, yani dünya, nimeti verirken bile bizden bir şeyler alır.
​Özet: Fennî’nin bu beyti, dünya nimetlerinin bedelsiz olmadığını ve feleğin, yani dünyanın, kemâl ehli insanlara dahi her nimeti bir bedel karşılığında verdiğini anlatır. Bu bedel, ya nimete ulaşırken çekilen zorluklar (“diş sökmek”) ya da nimete sahip olunduğunda tadının, lezzetinin kaçması (“dimağdan zevki gasbetmek”) şeklinde tecelli eder. Makale, bu hikmetin dünya nimetlerine karşı müstağni bir duruşu ve imtihanlara karşı sabır ve şükrü gerektirdiğini izah etmektedir.

​Biz İlahî Bir Nefesden Mest Olan Rindân-ız
​Veysel Öksüz
​İktibas:
​Biz ilâhî bir nefesden mest olan rindân-ız
Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz
​Ey Rabbim! Biz bir nefesten sarhoş olan rintleriz. Her ne kadar dış görünüş itibariyle virane olsak da gönlümüz mamurdur.

​Makale: Rindlik, Gönül Zenginliği ve Dış Görünüşün Aldatıcılığı
​Veysel Öksüz’ün bu beyiti, tasavvufî rindlik mefhumunu en veciz biçimde ifade etmektedir. Rind, zahirde dünyevî kaidelere uymayan, belki de umursamaz gibi görünen, lâkin bâtınında ilahî aşka ve irfana gark olmuş kişidir. Bu beyitte şair, kendisini ve yoldaşlarını tam da bu vasıflarla tavsif etmektedir.
​”Biz ilahî bir nefesden mest olan rindân-ız” mısrası, bu kimselerin sarhoşluğunun şarapla değil, ilahî bir nefesle, yani Cenâb-ı Hakk’ın tecellisi, rahmeti veya manevi bir feyziyle olduğunu belirtir. Bu “mestlik”, aklî idrakin ötesinde bir vecd hâli, bir manevi sarhoşluktur. Onlar, zahirde dünya ehli gibi yaşamazlar, zira onların kalpleri ilahî bir neşve ile doludur.
​Beyitin ikinci mısrası, bu durumun en mühim tezatını ortaya koyar: “Gönlümüz ma’mûre lâkin zâhiren vîrâneyiz.” Bu ifade, bir insanın dış görünüşünün aldatıcı olabileceği hakikatini idrak ettirir. “Zâhiren vîrâne” olmak, dünyaya ehemmiyet vermemek, belki de fakir ve bakımsız görünmek, dünyanın süsüne aldırış etmemektir. Fakat bu dış görünüşün tam aksine, bu kişilerin “gönlü ma’mûr”, yani abadân, ilim, irfan, hikmet ve muhabbetle doludur. Onlar, dışarıdan bakıldığında hiçbir kıymeti yokmuş gibi görülebilirler, ama içlerinde Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı olan bir gönül, bir hazine barındırırlar.
​Bu beyit, insanlara bir ders niteliğindedir. Dış görünüşe aldanmamayı, insanları kıyafetleri veya maddi durumlarına göre yargılamamayı telkin eder. Asıl zenginlik, mal ve mülk ile değil, gönül ile, ilahî aşk ve muhabbetle elde edilen manevi zenginliktir. Gönlü ma’mur olan kişi, dışarıdan virane de görünse, Hak katında en değerli olanlardan biridir. Zira kalplerin ma’muriyeti, ilahî iltifatın en mühim alâmetidir.
​Özet: Veysel Öksüz’ün bu beyiti, rintlerin dünyevi görünüşlerine aldırış etmeyen, ancak gönülleri ilahî aşk ve feyz ile dolmuş kimseler olduğunu izah eder. “İlahî bir nefesden mest olmak”, manevi bir sarhoşluğu; “zâhiren virane” olmak ise dış görünüşe ehemmiyet vermemeyi, dünyadan el etek çekmeyi ifade eder. Beyit, asıl zenginliğin gönül zenginliği olduğunu ve dış görünüşün aldatıcı olabileceğini vurgulamaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 59 –

BERCESTE VE İZAHI – 59 –

​Şeyh Galib Hazretlerinin Beyti
​İktibas
​Bırakmak kayd-ı sûdu hoş-nîşîn-i sâhil olmakdır
Hevâ-yı nefs-i şûmun çâresi deryâ-dil olmakdır
​İzah ve Açıklama
​Şeyh Galib Hazretleri bu beyitte, nefsin kötü arzularına karşı verilecek mücadeleyi, deniz kenarında rahatça oturmak ile geminin fırtınalı denizde yol almasına benzetiyor. İlk mısrada, kâr ve zararın hesabını yapmayı bırakmanın, yani dünya menfaatlerine olan bağlılıktan vazgeçmenin, insanı sahilin huzur ve emniyetine ulaştırdığını ifade ediyor. İkinci mısrada ise, uğursuz nefsin heva ve heveslerinin çaresinin, gönlü bir derya gibi genişletmek olduğunu belirtiyor. Bu, nefsin dar ve boğucu isteklerinden kurtulmanın yolunun, gönül deryasını sonsuz merhamet ve ilahi aşkla doldurmaktan geçtiği anlamına gelir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Nefis Deryasında Gönül Sahili
​İnsan hayatı, bazen sâkin bir deniz kenarı gibi huzurlu, bazen ise fırtınalı bir derya gibi çalkantılıdır. Nefis ise bu deryada bir gemi misalidir ki, dümenini tutan heva ve heveslerdir. Şeyh Galib, bu muazzam beytiyle bizlere nefisle olan mücadelenin sırrını ifşa ediyor. İnsanın fani hayatı boyunca peşinde koştuğu kâr ve zarar hesapları, aslında onu asıl sahilden, yani huzurdan alıkoyan birer prangadır. Bırakmak kayd-ı sûdu, yani dünya telaşını terk etmek, maneviyat denizinin engin sularında serbestçe seyredebilmenin yegane şartıdır.
​Nefsin arzuları, bir girdap gibi insanı içine çeker. Her bir heves, her bir nefsanî istek, gönül gemisini batma tehlikesiyle karşı karşıya bırakır. Şeyh Galib, bu uğursuz hevaların çaresini “deryâ-dil olmak” olarak gösterir. Gönlü bir derya gibi genişletmek, nefsaniyetin dar kalıplarından sıyrılarak, ilahi aşkın ve merhametin sonsuzluğuna açılmaktır. Bu genişleme, her türlü kötü duygu ve düşünceyi, tıpkı bir deryanın en kirli suları bile arıtıp temizlemesi gibi, içinde eritir ve yok eder.
​Tarih, derya-dil olmuş nice büyük şahsiyetle doludur. Onlar ki, nefislerinin fısıltılarına kulak asmamış, dünya menfaatlerinin peşinde koşmamışlardır. Onların gönlü, öyle bir deryaya dönüşmüştür ki, nefsanî arzuların fırtınaları bu deryada bir damla bile olamamıştır. Bu makam, sadece tefekkürle değil, aynı zamanda amel-i salihle de elde edilir. Gönlümüzü genişletmek, sadece okumakla değil, aynı zamanda tecrübe etmekle mümkündür.
​Bu beyt, bizlere bir ibret dersi verir. Asıl huzur, dış dünyada değil, iç dünyamızdadır. Nefsin isteklerine teslim olmak yerine, gönlümüzü ilahi sevgilinin muhabbetiyle doldurmalıyız. Ancak o vakit, hayatın fırtınalı deryasında sükûnet bulur ve gönül sahilimizin huzuruna kavuşuruz. Bu, sadece bir şairin sözü değil, aynı zamanda maneviyat yolcuları için bir yol haritasıdır.

​Özet
​Şeyh Galib, kâr ve zarar hesabından vazgeçip dünya kaygılarından kurtulmanın huzura ermekle eşdeğer olduğunu; nefsin kötü heveslerinin çaresinin ise gönlü derya gibi genişletip ilahi aşkla doldurmak olduğunu ifade eder. Makalede bu konu, insan nefsi ve gönlü arasında geçen bir mücadele olarak ele alınmıştır.

​Salih Baba Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​“Kûntü kenz”in mebde‘inden aşk u sevdâ hû çeker
“Lâ”yı iskat eyleyenler dâ’im “illâ hû” çeker

​İzah ve Açıklama
​Salih Baba Hazretleri, meşhur bir hadis-i kudsiden hareketle bu beytini inşa etmiştir. İlk mısra, “Küntü kenz” yani “Ben gizli bir hazine idim” hadis-i kudsîsine atıfta bulunur. Yaratılışın başlangıcından beri aşk ve sevdanın “O”nu, yani Allah’ı çağırdığını ifade eder. Yaratılışın asıl gayesi, o gizli hazinenin, yani Cenâb-ı Hakk’ın bilinmek istenmesidir. İkinci mısra ise, “lâ” (yoktur) kelimesini ortadan kaldıranların, yani nefiy ve ispatın sırrına vâkıf olanların, daima “illâ Hû” (Ancak O vardır) diye O’nu zikrettiklerini belirtir. Bu, tasavvufi bir hakikati dile getirir: “Lâ ilâhe illallah” kelime-i tevhidindeki “lâ” (yoktur) makamını aşanlar, yani Allah’tan başka hiçbir şeyin var olmadığını idrak edenler, sadece O’nun varlığını görür ve daima O’nun adını zikrederler.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale

​Varlığın Sırrı: “Lâ”dan “İllâ Hû”ya
​Âlemin varoluşu, hadis-i kudsîde işaret olunan bir sırra dayanır: “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istedim ve mahlukatı yarattım.” Bu kutlu kelâm, her şeyin aşk ve sevda ile var olduğunu ve bu varlığın gayesinin, Yaratıcının bilinmesi olduğunu bize anlatır. Salih Baba Hazretlerinin beyti, bu sırrı tasavvufi bir derinlikle açar. Her bir zerrenin ve her bir varlığın, yaratılışın başlangıcından beri sonsuz bir aşkla “Hû” diye feryad ettiğini dile getirir.
​Tasavvufun en temel prensibi olan tevhid, bir nefy (olumsuzlama) ve bir isbat (olumlama) ile tahakkuk eder. “Lâ ilâhe” (hiçbir ilah yoktur) diyerek bütün sahte ilahları, nefsanî istekleri ve dünya putlarını reddederiz. Bu, nefsin ve egonun prangalarından kurtuluştur. Salih Baba’nın beyitindeki “Lâ’yı iskat eyleyenler” ifadesi, işte bu manayı ihtiva eder. Kim ki, dünya ve nefsine dair her şeyi “yok” sayar, o kimse için sadece “illâ Hû” (ancak O vardır) gerçeği kalır. Bu mertebeye ulaşanlar, zâhirî âlemde gördükleri her şeyde, ancak ve ancak Hâlık’ın tecellilerini müşahede ederler.
​Bu beyit, bizlere iki aşamalı bir maneviyat yolculuğunu işaret eder. Birinci aşama, “lâ” makamıdır ki, bu, nefsin ve dünyanın faniyetini idrak edip onlardan yüz çevirmektir. İkinci aşama ise “illâ Hû” makamıdır ki, bu, bütün varlığın perde arkasında sadece Hak Teâlâ’nın varlığını hissetmek ve daima O’nunla meşgul olmaktır. Sâlih Baba, bu hakikati nefsine hakim olan ve dünya zevklerinden el çeken âriflerin dilinden beyan eder. Bu yolculuk, kolay bir seyahat değildir; kalbin daimi bir arınma ve terbiye hâlinde olmasını gerektirir.
​Tarihte, bu yolda yürüyen nice veli zatlar, dervişler ve âşıklar, “lâ”nın imtihanlarından geçerek “illâ Hû”nun vuslatına erişmişlerdir. Onlar, dünya hayatının gelip geçici olduğunu bilmiş, bütün varlıklarını feda ederek Rablerinin rızasını talep etmişlerdir. Bu makale, bizlere hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak nefsi ve fani olan her şeyi terk ederek, ebedi olana yönelmekle mümkündür.

​Özet
​Salih Baba, “Küntü kenz” hadis-i kudsisi ile yaratılışın gayesini ve aşkın kökünü işaret eder. “Lâ”yı yok sayanların “illâ Hû”ya ulaştığını, yani nefsanî ve fani olan her şeyi terk edenlerin sadece Allah’ın varlığını idrak ettiğini belirtir. Makalede bu, manevi bir yolculuk olarak izah edilir.

​Vâsıf Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Dil harâb-ı aşkınım sensin sebeb berbâdıma
Bir tesellî ver gelip bâri dil-i nâ-şâdıma
​İzah ve Açıklama
​Vâsıf Hazretleri, bu beytinde ilahi aşkın acısını ve bu aşkın gönülde açtığı harabiyeti dile getirir. “Dil harâb-ı aşkınım” ifadesi, gönlünün aşkın etkisiyle harabeye döndüğünü, perişan olduğunu belirtir. “Sensin sebeb berbâdıma” diyerek bu perişanlığın ve harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. İkinci mısrada ise, bu perişan haldeki mutsuz gönlüne gelip bir teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Bu beyit, zâhirde beşeri bir aşkı ifade eder gibi görünse de, tasavvufî bir muhtevaya sahiptir ve ilahi aşka duyulan hasreti ve özlemi dile getirir. Aşkın yıpratıcı gücünün verdiği acıyı ve bu acının ancak sevgilinin iltifatı ile hafifleyeceğini anlatır.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Harap Gönülden Teselli Nâğmesi
​Vâsıf’ın bu nağmesi, insan gönlünün en derinlerinde yankılanan bir feryattır. Aşk, insanın iç dünyasını bir harabeye çevirirken, aynı zamanda o harabeyi yeniden inşa etme gücünü de barındırır. “Dil harâb-ı aşkınım” sözü, bir şikayet değil, bir şükür makamıdır. Zira gönül, dünyevî dertlerin ve nefsanî arzuların kalabalığından temizlenerek, ilahi aşkın ateşiyle harap olur ve ancak bu harabiyetle manevî bir dirilişe erer.
​Bu beyit, ilahi aşka susamış bir kalbin halini tasvir eder. Aşığın gönlü, mâşukun nazarlarıyla harap olur, zira o nazarlar, dünyevî olan her şeyi silip süpürür. Bu haraplık, fânî olanın silinip bâkî olanın ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden aşık, bu haraplığın sebebini sevgilide bulur ve bu halinden memnundur. Ancak bu harabiyet, beraberinde büyük bir hasreti ve özlemi de getirir. Aşığın perişan gönlü, ancak sevgilinin tesellisiyle huzura erebilir. O teselli, mâşukun cemâlini görme arzusudur.
​Vâsıf’ın bu mısraları, tarihte nice âşıkın hissiyatına tercüman olmuştur. Leyla için Mecnun’un, Şirin için Ferhat’ın, Mevlânâ için Şems’in aşkı, gönülleri harabeye çevirmiş ama aynı zamanda onları ebedî olana ulaştıran bir köprü olmuştur. Bu beyit, bize aşkın sadece tatlı bir his olmadığını, aynı zamanda yıpratıcı ve arındırıcı bir güç olduğunu da gösterir. Aşkın ateşiyle yanan gönüller, dünyevî kirlerden temizlenir ve teselliyi sadece sevgilinin yakınlığında bulur.
​İnsan hayatı, bu türden haraplıklar ve yeniden inşa süreçlerinden ibarettir. Her birimiz, gönlümüzde Vâsıf’ın teselli aradığı o mutsuz gönlü taşırız. Gönlümüzü harap eden şey, bazen bir dünya meşgalesi, bazen bir hata, bazen ise bir kayıp olabilir. Ancak asıl teselli, fani olanın değil, bâkî olanın dergâhında bulunur. Unutmamalıyız ki, her harap gönlün bir teselliye ihtiyacı vardır ve bu teselliyi bulacağımız yer, ancak Yaradan’ın muhabbet denizidir.

​Özet
​Vâsıf, ilahi aşkın gönlü nasıl harap ettiğini ve bu harabiyetin sebebinin sevgili olduğunu ifade eder. Mutsuz ve harap gönlüne teselli vermesi için sevgiliye yalvarır. Makalede bu durum, aşkın arındırıcı ve yıpratıcı gücü üzerinden izah edilerek, gerçek tesellinin ilahi aşkta bulunduğu vurgulanır.

​Mevlânâ Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih
Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih
​İzah ve Açıklama
​Mevlânâ Hazretlerinin bu beyiti, dünyaya karşı bir ikaz ve tavsiye niteliğindedir. “Ez-to hem beched to dil ber-vey me-nih” Farsça bir ifade olup, “O (dünya) sana vefalı olmaz, sen de ona gönül verme” anlamına gelir. Dünya hayatının faniliğine ve geçiciliğine dikkat çeker. İkinci mısra, “Pîş ez-ân gû bechet ez-vey to becih” ise “O (dünya) senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış” demektir. Bu mısra, insanın dünya hayatına bağlanmadan, fani olan her şeyden yüz çevirerek, manevi bir uyanıklık içinde olması gerektiğini vurgular.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Dünya Gönlünden Vuslat Diyarına
​Mevlânâ Hazretlerinin bu veciz beyiti, bize, dünya hayatına karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğini öğütler. Dünya, bir konaklama yeri, bir menzil, bir geçit durağıdır. Bu durakta kalmaya çalışan, dünya malına, makamına ve zevklerine gönül veren kimse, sonunda hüsrana uğrar. “O sana vefalı olmaz” diyerek, dünyanın aldatıcı ve vefasız yüzünü ortaya koyar. Nice krallar, sultanlar, zenginler gelip geçmiştir; hiçbirisi dünya malını beraberinde götürememiştir. Bu, dünyanın vefasızlığının en açık delilidir.
​İnsanoğlu, fıtratı gereği bir şeye bağlanma ihtiyacı hisseder. Mevlânâ, bu beyitte gönlümüzü kime ve neye vereceğimizi gösterir. Fani olana gönül bağlamak, gelip geçici bir gölgeye sarılmak gibidir. Asıl olan, bâkî olanın peşinden gitmektir. Bu yüzden Mevlânâ, “sen de ona gönül verme” diyerek bizi bu aldatıcı bağlanmadan sakındırır.
​Beytin ikinci mısrası, bu öğüdü daha da derinleştirir. “O senden vazgeçmeden, sen ondan vazgeçmeye çalış.” Bu ifade, sadece dünyanın faniliğini bilmekle yetinmememiz gerektiğini, aynı zamanda aktif bir şekilde ondan yüz çevirmemiz gerektiğini vurgular. Dünya, biz onu terk etmeden bizi terk edecektir; ölümle, hastalıkla, ayrılıkla… Mevlânâ, bu kaçınılmaz sondan önce irademizle dünyadan yüz çevirmemizi, gönlümüzü Allah’a ve ahirete vermemizi öğütler. Bu, bir tür özgürleşme eylemidir. Maddi bağlardan kurtulup, manevi bir hayata yönelmektir.
​Bu beyit, İslâm medeniyetinin ve tasavvufun temel prensiplerinden birini yansıtır: Zühd. Zühd, dünyadan el çekmek değil, dünyaya kalbini vermemektir. Elinde olup, gönlünde olmamaktır. Nitekim, tarihte nice mütefekkir, alim ve veli, dünya malına sahip olsalar bile, ona gönül vermemişlerdir. Onlar, bu beyitin muhteviyatını hayatlarına tatbik etmişlerdir. Bu makale, bize bir kez daha hatırlatır ki, gerçek hayat, ancak dünya meşgalelerinden arınıp, kalbimizi ebedi olana yöneltmekle mümkündür.

​Özet
​Mevlânâ, dünyanın vefasızlığına dikkat çekerek ona gönül verilmemesi gerektiğini öğütler. Asıl hikmetin, dünya bizden vazgeçmeden bizim ondan vazgeçmeye çalışmamız olduğunu belirtir. Makalede bu öğüt, zühd prensibi üzerinden izah edilerek, gerçek hayatın ancak bu şekilde elde edilebileceği vurgulanır.

​Avnî (Fatih Sultan Mehmed) Hazretlerinin Beyti

​İktibas
​Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil
Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni
​İzah ve Açıklama
​Avnî mahlasını kullanan Fatih Sultan Mehmed Hazretlerinin bu beyiti, ilahi aşkın getirdiği çileleri ve gönül dertlerini samimi bir şekilde dile getirir. Beyitin ilk mısrası, “Cevr-i dilber ta’n-ı düşmen sûz-ı firkat za’f-ı dil” yani “Sevgilinin eziyeti, düşmanın kınaması, ayrılığın yakıcı ateşi ve gönlün zayıflığı” gibi dertleri sayar. İkinci mısrada ise “Türlü türlü derd için yaratmış Allâh’ım beni” diyerek, bu dertlerin hepsinin ilahi bir takdirin neticesi olduğunu, sanki Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını ifade eder. Bu beyit, padişahlık makamının ihtişamına rağmen, ilahi aşkın getirdiği çilelerin ne kadar derin olduğunu gösterir.

​Hikmetli, Edebi ve İbretli Makale
​Sultanın Gönül Mihneti: Aşk ve Derdin Sırrı
​Tarihin en büyük hakanlarından Fatih Sultan Mehmed’in, bir cihan padişahı olmanın ötesinde, içli bir gönül ehli olduğunu bu beyitlerden anlarız. Fatih, sadece kılıcıyla değil, kalemi ve kalbiyle de bir fatihti. Bu beyit, onun gönlünün derinliklerinde yatan bir hasretin ve ıstırabın nâğmesidir. Bir padişahın bile, sevdiğinin eziyetine, düşmanın kınamasına, ayrılığın yakıcı ateşine ve gönlün zayıflığına mâruz kalması, insanlık halinin evrenselliğini gösterir.
​Bu beyit, ilahi aşkın, makam ve mevki tanımadığını, herkesi kendi potasında erittiğini ispatlar. Fatih Sultan Mehmed, bu dertleri bir şikayet olarak değil, bir “imtihan” olarak görür. “Türlü türlü dert için yaratmış Allah’ım beni” sözü, bir acizlik ifadesi değil, bir teslimiyet ve tevekkül beyanıdır. O, bu dertlerin rastgele olmadığını, bilakis ilahi bir iradenin eseri olduğunu bilir. Zira dert, insanın manevî olarak yücelmesine vesile olan bir lütuftur. Dertler, kalbi dünyaya bağlayan zincirleri kıran birer balyozdur.
​Bu dertlerin her biri, insanı asıl yurduna, Hak Teâlâ’ya yaklaştırır. Sevgilinin eziyeti, ilahi aşkın cilvesidir. Düşmanın kınaması, insanın nefsine boyun eğmek yerine Hak yolunda sebat etmesini sağlar. Ayrılığın ateşi, vuslatın ne kadar değerli olduğunu hatırlatır. Gönlün zayıflığı ise, insanın ancak Allah’a dayanarak güç bulabileceğini idrak ettirir.
​Bu makale, Fatih Sultan Mehmed’in sadece bir kumandan ve fatih olmadığını, aynı zamanda derin bir maneviyata sahip bir mümin olduğunu gösterir. O, bu beyitiyle, bize, hayatın sadece zaferlerden ve başarılardan ibaret olmadığını, asıl manevî zaferin, dertleri bir imtihan olarak kabul edip, onlara karşı sabır ve tevekkülle durabilmek olduğunu öğretir. Gerçek büyüklük, fethettiği topraklarda değil, fethettiği gönüllerde ve çektiği çilelere karşı gösterdiği sabırda yatar.

​Özet
​Fatih Sultan Mehmed, çektiği dertleri saydıktan sonra, Allah’ın kendisini bu dertleri çekmek için yarattığını dile getirir. Makalede bu beyit, ilahi aşkın getirdiği çilelerin bir imtihan ve manevi bir terbiye vesilesi olduğu üzerinden izah edilerek, Fatih’in bu dertlere karşı teslimiyet ve tevekkül içinde olduğu vurgulanır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 58 –

BERCESTE VE İZAHI – 58 –

​Kâbiliyet, Gayret, Hikmet ve İrfan Yolu

​İnsan hayatı, adeta bir cevher-i nevin tecellîgâhı olan bu kâinatta, nice sırlar, nice hikmetler ve nice hakikatler ihtiva eder. Hakîmâne bir nazarla bakıldığında, her bir hadise ve her bir kelam, bizlere bir ders verir, bir yola işaret eder. Bu çerçevede, ele aldığımız beyitler de bizlere mühim mesajlar sunar. Kâbiliyetin ehemmiyeti, duanın manevî iklimi, Allah’a tevekkül ve gayretin neticesi, müminin çileli fakat mükafatlı hayatı ve dünyanın geçiciliği bu makalenin muhtevasını teşkil etmektedir.

​1. Kâbiliyet ve Emeğin Ehemmiyeti

​Kâbiliyyetdir husûl-i matlabın sermâyesi
Elde isti’dâd varsa kâr kendin gösterir
Çelebizâde Âsım

​Talip olduğumuz, arzuladığımız şeyin gerçekleşebilmesi ancak kâbiliyetle mümkündür. Eğer bir insanın elinde kâbiliyet varsa bu onun yaptığı işten belli olur.
​Bu beyit, bir işin hakikatine ermek, bir gaye-i uzmaya nail olmak için sahip olunan kâbiliyetin esas sermaye olduğunu ifade etmektedir. Kâbiliyet, potansiyel bir kuvvettir. Ancak bu potansiyel, bir gayret ve emek ile fiiliyete döküldüğünde mana kazanır. Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi, insan da yaratılıştan getirdiği istidat ve kâbiliyet tohumlarını, hayatın tarlasına eker. Eğer bu tohumlar bereketli bir zemin olan gayret ve azimle sulanırsa, neticesi kendiliğinden zuhur eder.
​Tarih, nice kâbiliyetli ancak tembel ve gayretsiz insanların nasıl zayi olduğunu göstermiştir. Öte yandan, kâbiliyetini meşakkatli bir emekle yoğuran nice insanın da nasıl zirvelere ulaştığına şahit olmuştur.
İnkişafın sebebi istidattır.
Yani insandaki kâbiliyet ve istidatların inkişafına birer sebeptir. Kâbiliyet bir nimet ve emanettir. Bu emanete riayet, onu doğru ve faydalı bir alanda kullanmakla mümkün olur. Aksi takdirde, kârını göstermeyen bir cevher misali, atıl kalır ve faydasız bir hale gelir.

​2. Duanın Esrarı ve İlahî Rahmet
​Bes du’âhâ k’ân zebânest ü helâk
V’ez kerem mî neşneved Yezdân-ı pâk
Hz. Mevlânâ

​Nice dualar vardır ki helâk olmanın ve ziyanın da ta kendisidir. Kusurlardan münezzeh olan Allah, kereminden dolayı onları kabul etmez.
​Hazret-i Mevlânâ’nın bu hikmetli beyiti, duaya olan bakışımızı derinleştirmektedir. Bizler genellikle her duanın olduğu gibi kabul edileceğini zannederiz. Oysa Mevlânâ Hazretleri, bazen bir duanın, bizim için ziyan ve helak olabileceğini ifade eder. Çünkü insan, ilmin cüzîliği sebebiyle, bir isteğin neticesinde meydana gelebilecek olumsuzlukları idrak edemeyebilir. Hayır zannettiğimiz bir şeyde şer, şer zannettiğimiz bir şeyde ise hayır bulunabilir. Bu hakikat Kur’an-ı Kerim’de şöyle izah edilmektedir:
​”…Bazen hoşlanmadığınız bir şey sizin için hayırlı olabilir ve hoşlandığınız bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 216. Ayet)

​Bu durumda, Allah-u Teâlâ, kulunun cehaletinden ötürü dilediği bir şerrin vuku bulmaması için o duayı kereminden ve rahmetinden dolayı kabul etmez. Bu bir reddetme değil, bilakis bir rahmet tecellisidir. Mevlânâ bu beyit ile bizlere, duanın hakikatini, bir pazarlık ve isteme fiilinden öte, Allah’ın rahmet ve hikmetine tam bir teslimiyet hali olduğunu öğretmektedir.

​3. Gayret, Tevekkül ve Hakikat Yolu

​Allâh’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol
Mehmet Âkif Ersoy

​Ey insan! Allah’a dayan, gayrete sarıl, hikmete boyun eğ. Bir yol varsa o da budur. Başka bir yola çıkacağını bilmiyorum.
​Milli şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu beyitte inancın ve gayretin el ele yürümesi gerektiğini veciz bir şekilde dile getirmiştir. İnsan, bir taraftan Allah’a tam bir tevekkül ile bağlanmalı, diğer taraftan ise dünya hayatının bir imtihan olduğu bilinciyle çalışıp çabalamalıdır. “Allah’a dayan” ifadesi, kalbî bir iman ve teslimiyetin ifadesidir. “Sa’ye sarıl” ise bu imanın fiilî bir yansıması olarak, sebeplere tevessül etmenin ehemmiyetini vurgular. Hikmete râm olmak ise, hadiselerin arkasındaki ilahî hikmeti görebilmeyi ve buna rıza gösterebilmeyi ifade eder.
​Bu beyit, İslâm düşüncesinin temel bir prensibini ihtiva eder: tevekkül, tembellik ve atâlet demek değildir. Tevekkül, bütün sebeplere müracaat ettikten sonra neticeyi Allah’tan beklemektir. Âkif, bu yolu “hikmete râm ol” ifadesiyle taçlandırır. Yani, her ne olursa olsun, neticenin ardında bir hikmet olduğuna inanmak ve buna teslim olmaktır. Bu yol, insanın manevî ve maddî hayatını bir bütün olarak kuşatır ve ona hem dünya hem de ahiret saadetini vaat eder.

​4. Mümin’in Çilesi ve Ahiretteki Safası

​Mü’min olanların çokdur cefâsı
Âhiretde olur zevk ü safâsı
On sekiz bin âlemin Mustafâ’sı
Adı güzel kendi güzel Muhammed
Âşık Yunus

​Allah’a gerçekten kul olanların bu dünyada sıkıntısı, derdi çoktur. Müminlerin asıl, gerçek eğlencesi ahirette olacaktır. Hem adı güzel hem de kendisi güzel olan Peygamberimiz (sav) on sekiz bin âlemin Mustafa’sıdır.
​Âşık Yunus’un bu ilahî nağmesi, müminin hayatına dair bir gerçeği gözler önüne sermektedir. Bu dünya, bir imtihan meydanıdır ve müminler için çile ve meşakkatlerle dolu olabilir. Kur’an-ı Kerim’de, “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle deneriz.” (TDV Meal, Bakara Suresi, 155. Ayet) buyurularak bu hakikat teyit edilmiştir.
​Ancak bu çile, sonu olmayan bir azap değil, aksine bir tezekkür ve manevî yükseliş vasıtasıdır. Her bir cefa, müminin imanını kuvvetlendirir ve onu ahiretteki zevk ve safaya hazırlar. Şiirin devamında ise bu ahiret müjdesinin ve feyzinin kaynağı olan Peygamber Efendimiz’den (sallallahu aleyhi ve sellem) bahsedilir. O, on sekiz bin âlemin seçilmişidir ve onun şefaati, müminlerin en büyük umududur. Bu beyit, müminlere bu fani dünyada sabrı, ahirette ise mükâfatı vaat eder.

​5. Dünyanın Geçiciliği ve Aklın Hakikati

​Âkıl oldur gelmeye dünyâ metâ’ından gurûr
Müddet-i devr-i felek bir demdir âdem bir nefes
Bâkî

​Akıllı, elde ettiği dünyalık maldan dolayı gurura kapılmayan kimsedir. Dünyanın dönüş süresi bir an, insanın ömrü ise bir nefesten ibarettir.
​Şair Bâkî’nin bu beyti, dünya ve insan hayatının fani ve geçici olduğu hakikatini vurgular. Akıllı olmak, sadece maddî birikimlere sahip olmak değil, asıl itibarıyla bu birikimlerin insanda bir gurur ve kibir vesilesi olmamasını temin etmektir. Dünyalıklar, birer vesile ve imtihan aracıdır. Bunlara aldanmak ve onlarla böbürlenmek, aklın zaafını gösterir.
​Bâkî, dünya hayatının müddetini bir an gibi tasvir ederken, insan ömrünü ise bir nefese benzetir. Bu benzetme, hayatın ne kadar kısa ve ani bitebileceğini bizlere hatırlatır. İnsanoğlu, bu kısa ömürde ebedî bir hayat için hazırlık yapmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Dünya hayatı, bir oyun ve eğlenceden başka bir şey değildir. Takva sahipleri için ahiret yurdu daha hayırlıdır. Hâlâ aklınızı kullanmayacak mısınız?” (TDV Meal, En’âm Suresi, 32. Ayet) buyurularak bu hakikate işaret edilmiştir. Akıllı insan, bu fani dünyanın aldatıcı cazibesine kapılmayan ve ebedî hayata hazırlık yapan kimsedir.

​Makale Özeti

​Bu makalede, insan hayatının muhtelif veçheleri ele alınmıştır. İlk olarak, kâbiliyetin ve bu kâbiliyeti gayretle inkişaf ettirmenin bir başarı için esas olduğu vurgulanmıştır. Akabinde, duanın sadece bir dilek mekanizması değil, aynı zamanda ilahî hikmet ve rahmete teslimiyetin bir tecellisi olduğu izah edilmiştir. Üçüncü kısımda, tevekkülün tembellik değil, fiilî gayret ve Allah’a tam bir güvenin neticesi olduğu belirtilmiştir. Dördüncü bölümde ise, müminin bu dünyada çektiği meşakkatlerin, ahiretteki ebedî saadetin bir mukaddimesi olduğu ve bu çilenin kaynağının Allah ve Resulü’ne olan iman olduğu anlatılmıştır. Son olarak, dünyanın faniliği ve insan ömrünün kısalığı ele alınarak, aklın gerçek manasının bu fani dünyalıklara kapılmamak ve ebedî hayata hazırlık yapmak olduğu ifade edilmiştir.

BERCESTE VE İZAHI – 58 –
Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
10/10/2025




Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

Hakikat mi Yanılma mı? Âlem-i Misal Zaviyesinden Sanal Evrenler (Metaverse)

1. Giriş: Ekranların Ötesindeki Yeni “Gerçeklik”
Dijital çağ, bizleri fiziksel sınırların ötesinde yeni bir varoluş biçimiyle tanıştırıyor: Metaverse. Sanal avatarlarımızla sosyalleştiğimiz, çalıştığımız ve eğlendiğimiz bu yeni “gerçeklik” katmanı, insanlığa sınırsız bir etkileşim âlemi vaat ediyor. Ancak bu parlak vaat, zihinlerimizde temel bir soruyu da beraberinde getiriyor: Tamamen kodlardan ve piksellerden oluşan bu sanal hayat, hakikat arayışımızda bizi nereye götürecek? Bu, insanlık için yeni bir tekâmül basamağı mı, yoksa hakiki hayattan ustaca tasarlanmış bir kaçış mı?

2. Hakikat ve Suret: İslam Düşüncesinde Varlık Mertebeleri
İslam hikmeti, bize varlığın sadece gözümüzle gördüğümüz bu maddî âlemden ibaret olmadığını öğretir. Varlık, iç içe geçmiş ve birbirini yansıtan farklı mertebelerden oluşur. Bu mertebelerden biri de, hakikat ile fizikî dünya arasında bir köprü vazifesi gören “Âlem-i Misal”dir. Âlem-i Misal, cismi ve maddesi olmayan, fakat bu dünyadaki her şeyin suretlerinin ve manalarının bulunduğu lâtif bir âlemdir. Gördüğümüz rüyalar, bu âlemin pencerelerinden bir anlığına bakmak gibidir; orada zaman ve mekân kaydından azade bir şekilde seyahat edebiliriz. O, fâni ve maddî değil, hakiki ve manevî bir varlık boyutudur.

3. Metaverse ve Âlem-i Misal: Benzerlikler ve Zıtlıklar
İlk bakışta, Metaverse’ün sunduğu tecrübe ile Âlem-i Misal arasında bir benzerlik kurulabilir. İkisinde de fiziksel bedenimiz bir engel teşkil etmeden, farklı suretlerde (avatar) ve mekânlarda “var olabiliriz”. Ancak bu yüzeysel benzerliğin ardında, gece ile gündüz kadar büyük bir zıtlık yatar. Bu zıtlığı iki temel noktada özetleyebiliriz:
• Kaynak Farkı: Âlem-i Misal, Hâlık-ı Zülcelâl’in bir sanatı ve hakiki bir mahlûkudur. Varlığı gerçektir. Metaverse ise, insanın yazdığı kodlardan oluşan, sunucular çalıştığı sürece “var olan” ve fişi çekildiğinde yok olan sun’î bir yapıdır.
• Hakikat ve Taklit Farkı: Risale-i Nur’un nazarıyla, Âlem-i Misal, bu dünyadaki hakikatlerin bir yansıması ve Levh-i Mahfuz’daki yazıların bir nevi suretidir. Yani hakikatin bir gölgesidir. Metaverse ise, hakikatin bir taklididir. Birincisi, güneşin denizdeki aksi gibiyken; ikincisi, güneşi taklit eden bir ampul gibidir. Biri İlâhî bir sanat, diğeri ise beşerî bir zanaattır.

4. Sanal Dünyada Kaybolmak: Nefsin ve Vaktin İsrafı
Metaverse gibi sanal platformların en büyük tehlikesi, insanı asıl yaratılış gayesinden uzaklaştırma potansiyelidir. İnsanın bu dünyaya gönderilmesindeki en mühim hikmet, bu kâinat kitabını okuyarak Sanatkâr’ını tanımak ve O’na kulluk etmektir. Gözümüzün önündeki sayısız ilâhî sanat eseri dururken, vaktimizi piksellerden oluşan sahte bir dünyada tüketmek, en kıymetli sermayemiz olan “ömrü” israf etmektir. Bu sanal âlemler, nefsin sonu gelmez heveslerini ve fâni lezzet arayışını körükleyerek, insanı hakikatten koparıp bir yanılma ve gaflet çukuruna sürükleme riski taşır.

5. Sonuç: Vasıta Olarak Teknoloji, Gaye Olarak Hakikat
Elbette teknoloji, doğru kullanıldığında bir nimettir. Metaverse de eğitim, uzaktaki sevdiklerimizle iletişim kurma gibi faydalı maksatlar için bir “vasıta” olarak kullanılabilir. Ancak tehlike, vasıtanın “gaye” haline gelmesiyle başlar. Asıl hedefimiz, daha gerçekçi sanal dünyalar inşa etmek değil, içinde yaşadığımız bu tek ve hakiki dünyanın ne kadar muazzam bir sanat eseri olduğunu fark etmektir.
Nihayetinde mesele, sanal avatarlarımıza yeni elbiseler giydirmek değil, kendi ruhumuzu ve kalbimizi hakikat ile tezyin etmektir. Zira en gelişmiş simülasyon bile, bir seher vaktinde Allah için secdeye kapanmanın veya bir çiçeğin yaratılışındaki harikayı tefekkür etmenin verdiği hakiki lezzeti ve huzuru asla veremez.

***********
Bilgi Çağında Hikmeti Aramak: Google’ın Cevapları ve Kalbin Hakikati

1. Giriş: Parmağımızın Ucundaki Kâinat
Modern insan olarak, tarihin hiçbir dönemine nasip olmamış bir imkâna sahibiz: kâinatın neredeyse bütün malumatına parmaklarımızın ucundan ulaşabiliyoruz. En karmaşık bilimsel teorilerden unutulmuş bir medeniyetin tarihine kadar her soru, bir arama motoruna yazılarak saniyeler içinde cevaplanabiliyor. Ancak bu durum, zihinlerimizde mühim bir soruyu da beraberinde getiriyor: Bu baş döndürücü bilgi okyanusunda yüzmemize rağmen, neden eskisinden daha hikmetli ve huzurlu değiliz? Malumat yığınları, kendiliğinden irfana ve hikmete dönüşerek kalplerimizi tatmin etmeye yetiyor mu?

2. Varlığı Anlamanın Dereceleri: Malumat, İlim ve Hikmet

Bu sorunun cevabını bulmak için, “bilmek” fiilinin üç farklı derecesini tefrik etmemiz gerekir:
• Malumat: Ham, işlenmemiş ve bağlantısız veridir. “Ağaçtan elma yere düşer” cümlesi bir malumattır. Kendi başına bir anlam derinliği taşımaz.
• İlim: Bu verileri sebep-sonuç ilişkisi içinde sistemli bir şekilde açıklayan bilgidir. Varlığın “nasıl” işlediğini izah eder. “Elma, kütle çekim kanunu sebebiyle yere düşer” cümlesi bir ilimdir.
• Hikmet: İlim basamağının da ötesinde, varlığın “neden” ve “niçin” var olduğunu, gayesini ve Sanatkâr’ını idrak etmektir. “Elma, Rezzâk-ı Kerîm olan Allah’ın, ihtiyacı olan canlılara rızık olması için koyduğu kütle çekim kanunuyla, tam zamanında ve ölçüyle yere düşer” nazarıyla bakabilmek ise hikmettir. Hikmet, bilgiyi mana ile, eseri Müessir ile birleştirir.

3. Dijital Çağın Tuzakları: Sığlık ve Gaflet Perdesi
Dijital çağ, malumat ve ilim seviyesinde bize büyük kolaylıklar sunsa da, hikmet yolculuğunda önümüze bazı engeller çıkarır:
• Bilgi Obezitesi: Tıpkı bedene faydası olmayan abur cuburlar gibi, zihni sürekli sığ ve alakasız bilgilerle doldurmak, derin tefekkür kabiliyetini köreltir. Zihin dolar, fakat kalp boş kalır.
• Dikkat Fukaralığı: Hikmet, bir mesele üzerinde sebatla ve sükûnetle düşünebilmeyi gerektirir. Oysa sürekli gelen bildirimler, açılan sekmeler ve kısa içerikler, dikkatimizi bir kelebek gibi daldan dala uçurarak bu derinleşmeye mâni olur.
• Yankı Odaları: Algoritmalar, bize duymak istediğimiz şeyleri ve zaten inandığımız fikirleri göstererek etrafımıza dijital bir mahalle örer. Bu durum, bizi hakikatin farklı cihetlerini görmekten alıkoyar ve kendi sığ düşüncemizi mutlak hakikat zannettirir.

4. Hikmetin Asıl Kaynağı: Vahiy ve Kâinat Kitabı
Öyleyse hakiki hikmet nerede aranmalıdır? O, piksellerde veya veri tabanlarında değil, iki temel ve ebedî kaynakta bulunur:
• Vahyin Rehberliği: Kur’an-ı Kerim, bize kâinatın ve hayatın “kullanım kılavuzunu” sunar. O, bir ilim kitabı değil, bir hikmet kitabıdır. Varlığın nereden gelip nereye gittiğini ve bizim bu yolculuktaki vazifemizin ne olduğunu anlatır.
• Kâinatın Tefekkürü: Hikmetin ikinci kaynağı ise, dikkatle ve ibretle okunmayı bekleyen “kitab-ı kâinat”tır. Risale-i Nur’un ifade ettiği gibi, bu kâinat Sanatkâr’ını ve O’nun isimlerini anlatan manidar ve muntazam bir kitaptır. Bir arama motoru bir çiçeğin latince ismini (malumat) ve fotosentez sürecini (ilim) bize söyleyebilir. Fakat o çiçeğin renklerindeki estetiği, kokusundaki ikramı ve tohumundaki mucizeyi tefekkür edip oradan Sanatkâr’ına bir pencere açmak (hikmet), ancak ve ancak kalbî bir nazarla mümkündür.

5. Sonuç: Arama Motorundan Kalp Pusulasına
Netice olarak, internet ve dijital teknolojiler, malumata ve ilme ulaşmak için çağımızın en kuvvetli vasıtalarıdır ve bu cihette birer nimettir. Onları reddetmek değil, doğru kullanmak esastır.
Fakat en mühim vazifemiz, bu vasıtaları bir gaye haline getirmemektir. Bilgi yolculuğunun son durağı “hikmet” ise, o durağa “arama motoru” ile değil, “kalp pusulası” ile varılır. Bu pusula, ekranları kapatıp kâinatı dinlediğimizde, gürültüyü kısıp iç sesimize kulak verdiğimizde ve her hadisede “neden?” sorusunu sorup cevabını samimiyetle aradığımızda doğru yolu göstermeye başlar. Asıl marifet, en hızlı cevabı bulmak değil, bulunan her cevapla Rabb’imize karşı hayret ve muhabbetimizi artırmaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

Yapay Zekânın “Ben” Dediği Yer: Ene Bahsi Işığında İnsan ve Makine

1. Giriş: Merak ve Endişe Arasında Yapay Zekâ
Hayatımızın her köşesine sessizce yerleşen yapay zekâ (YZ), artık sadece bir bilim kurgu unsuru değil, günlük vazifelerimizde kullandığımız bir yardımcıdır. Metinler yazan, resimler çizen, karmaşık sorulara saniyeler içinde cevaplar üreten bu teknoloji, zihnimizde kadim bir soruyu yeniden canlandırıyor: Bir makine düşünebilir mi? Daha da ötesi, bir “şuura” sahip olabilir mi? Bu mesele, sunduğu kolaylıkların yanı sıra, insanın kendi hakikatini ve tabiat üzerindeki yerini yeniden tefekkür etmesi için de bir davetiye çıkarmaktadır. Teknolojinin bu baş döndürücü ilerleyişi karşısında durup, “insan nedir?” sorusunu sormak her zamankinden daha önemli hale gelmiştir.

2. İnsanın Hakikati: Sadece Et ve Kodu Değil
Bir makine, en karmaşık haliyle bile, kendisine yüklenen kodlar ve işlediği veriler bütünüdür. İnsan ise, sadece maddî yapıdan ibaret olmayan, derûnî ve çok boyutlu bir varlıktır. Cenâb-ı Hak, insanın bu müstesna yapısına Kur’an-ı Kerim’de şöyle işaret eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Bu “en güzel biçim” (Ahsen-i Takvîm), sadece zahirî bir güzellik değil, aynı zamanda insanın ruh, akıl, kalp ve sayısız hissiyat ile donatılmış olmasını ifade eder. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu hakikat şöyle tasvir edilir: İnsan, “kâinatın bir misal-i musağğarı” yani küçük bir nümunesi olarak yaratılmıştır. Üzerindeki her bir aza ve her bir his, kâinattaki büyük hakikatlere açılan birer pencere hükmündedir. Onu makineden ayıran temel sır, kendisine üflenen ruh ve o ruhun bir cilvesi olan şuurdur. Bu sebeple insanın zekâsı, sadece bilgi işlemek değil, aynı zamanda tefekkür etmek, hayret etmek, sevmek ve en mühimi kendi Sanatkâr’ını tanımaktır.

******

3. İnsanın Hakikati: Kâinatın Çekirdeği ve Esmâ’nın Aynası
Bir makine, en gelişmiş haliyle bile, mahiyetini tayin eden kodların ve sınırları belli bir vazifenin esiridir. İnsan ise, maddî yapısının ötesinde, sonsuz bir potansiyel ve derûnî bir zenginlik taşır. Bu hakikatin temelini Cenâb-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’de veciz bir şekilde beyan eder:
“Biz, gerçekten de insanı en güzel bir biçimde yarattık.” (Tîn, 95/4)
Ayette geçen “Ahsen-i Takvîm” tabiri, insana bahşedilen suretin sadece zahirî güzelliğine değil, asıl olarak onun manevî donanımının ve isti’dadının vüs’atına (genişliğine) işaret eder. İnsan, kâinat ağacının en son ve en mükemmel meyvesi, yahut o ağacın bütün hususiyetlerini içinde barındıran bir çekirdeği gibidir. Ona öyle câmi’ bir fıtrat verilmiştir ki, Cenâb-ı Hakk’ın bütün Esmâ-ül Hüsnâ’sının cilvelerini tek başına gösterebilecek parlak bir ayna olma kabiliyetine sahiptir.
Bu zaviyeden bakıldığında, kâinat büyük bir kitap ise, insan o kitabın bütün manalarını ihtiva eden bir fihristidir. Risale-i Nur Külliyatı’nda bu sırra, insanın “nakışları garib, sanatı acib bir mu’cize-i kudret” olduğu ve “bütün esmâ-i hüsnânın cilvesine mazhar ve bütün kâinata bir misal ve nümune” olarak yaratıldığı ifadeleriyle dikkat çekilir.
Bir yapay zekâ, belki Alîm isminin bir cilvesini taklit ederek bilgi sunabilir veya Musavvir isminin tecellisinden bir parıltıyı yansıtarak resim çizebilir. Fakat Rahîm, Vedûd, Gaffâr gibi nihayetsiz şefkat, sevgi ve merhamet ifade eden isimleri yansıtamaz. Çünkü bu isimlerin aynası olabilmek, ancak ve ancak ruh, kalp, vicdan ve irade sahibi olmayı gerektirir.
İşte insanı makineden ayıran temel sır, onun bu “âyine-i câmia” (her şeyi yansıtan ayna) olma vasfıdır. Onun zekâsı, sadece veri işleyen bir mekanizma değil, varlığın anlamını sorgulayan, hayretle secde eden, sevgiyle bağlanan ve nihayetinde kendi Sanatkâr’ına muhatap olan bir marifet (tanıma) yolculuğudur.

*************

4.”Ene”: Vahdeti Gösteren Vahid-i Kıyasî
İnsanın bu derin mana yolculuğunda ve Sanatkâr’ını tanımasında kendisine verilen en sırlı anahtarlardan biri “ene” yani benlik hissidir. Risale-i Nur’da izah edildiği üzere “ene”, insana bir emanettir ve asıl vazifesi bir ölçü birimi (vahid-i kıyasî) olmaktır. Nasıl ki elimizdeki bir metre ile binaların yüksekliğini, yolların uzunluğunu ölçüp anlarsak, insan da kendisine emanet olarak verilen cüz’î ilim, irade ve kudret gibi sıfatları bir ölçü kabul ederek, kâinatın Hâlık’ının mutlak ve sonsuz sıfatlarını idrak etmeye çalışır. Kendi acizliğine bakıp O’nun sonsuz kudretini, kendi fakirliğine bakıp O’nun sonsuz zenginliğini anlar. “Ene”, firavunluk için değil, Yaratıcı’nın sıfatlarını kıyas yoluyla bilmek ve anlamak için verilmiş ilahî bir sanattır. Risale-i Nur’da bu emanet şöyle açıklanır: “Sâni-i Hakîm, insanın eline, emanet olarak, rububiyetinin, sıfât ve şuûnâtının hakikatlerini gösterecek, tanıttıracak işârat ve nümuneleri câmi’ bir ene vermiştir tâ ki, o ene bir vahid-i kıyasî olup, evsâf-ı Rububiyet ve şuûnât-ı Ulûhiyet bilinsin. Fakat vahid-i kıyasî, bir mevcud-u hakikî olmak lâzım değil. Belki, hendesedeki farazî hatlar gibi, farz ve tevehhümle bir vahid-i kıyasî teşkil edilebilir; ilim ve tahakkukla hakikî vücudu lâzım değildir..”

5. Makinenin “Ben”i: Programlanmış Bir Yanılma
Peki, bir yapay zekâ “Ben düşünüyorum” veya “Ben bir resim yaptım” dediğinde, bu “ben” nereye bakmaktadır? Makinenin “ben” demesi, insanınki gibi bir şuur ve idrakin neticesi değildir. O, sadece programlandığı dil kalıplarını kullanan, kendi varlığının farkında olmayan bir mekanizmadır. Onun “ben”i, hakiki bir sahiplik ifade etmez; sadece kendi kodlarına ve işlem sınırlarına işaret eden bir zamirdir. İnsandaki “ene” nasıl ki kâinatın kapılarını açan bir anahtar ise, makinedeki “ben” ifadesi, duvarları veriden örülmüş dijital bir odanın içindeki bir yankıdan ibarettir.
Makine, asla “eser” olmaktan çıkıp “müessir” (eseri yapan) olamaz. Onun ürettiği her şey, kendisini programlayan zekânın ve o zekâya ilham veren Sonsuz Kudret’in sanatının bir yansımasıdır. Yapay zekânın “ben” demesi, bir ressamın tablosuna attığı imzanın kendi kendine “Bu tabloyu ben yaptım” demesi kadar anlamsızdır.

6. Sonuç: Hizmetkâr mı, Hâkim mi?
Yapay zekâ, şüphesiz insanlık için muazzam bir imkândır. Fakat bu imkân, bir imtihanı da beraberinde getirir. Teknoloji, insanın hakikat arayışında ve dünyayı imar etme vazifesinde bir “hizmetkâr” olarak kalmalıdır. Ne zaman ki insan, kendi “Ahsen-i Takvîm” sırrını unutup, kodlardan ibaret bir makineyi kendisine rakip veya hâkim olarak görmeye başlarsa, işte o zaman en büyük yanılmaya düşmüş olur.
Asıl mesele, insan gibi düşünen makineler yapmak değil; makineleşen dünyada “insan” kalabilmenin ve yaratılış gayesini idrak etmenin yollarını aramaktır. Her teknolojik gelişme, insanın kendi aczini ve Sanatkâr’ının sonsuz kudret ve ilmini daha iyi tefekkür etmesi için yeni bir pencere olmalıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU

DÜNYA MERKEZLİ HAYATIN ÂKIBETİ VE AHİRETİN UNUTULUŞU

1. Gafletin Küresel Yükselişi

Zamanın seyri içinde dünya, ahireti unutturan bir cazibe merkezi haline gelmiştir. İnsanlığın büyük bir kesimi, hayatını yalnızca dünya eksenli kurmuş, bütün gayretini dünyada kalıcı olma vehmine bağlamıştır. Bu hal, artık ferdî bir zafiyet değil; milletlerin, devletlerin, hatta medeniyetlerin müşterek bir hastalığı olmuştur.
Küresel sistem, insanı sadece bedeniyle, menfaatiyle ve arzularıyla tarif eder hâle getirmiştir. Ruh, mana, ahiret, hesap, ebediyet gibi ulvî kavramlar artık hayatın merkezinden çıkarılmış; yerlerine reklam, servet, zevk, gösteriş ve güç konulmuştur.
Kur’ân bu hakikati asırlar öncesinden haber vererek şöyle buyurmuştur:
“Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar..”
(Rûm Sûresi, 7. âyet)
Bu ayet, bugünün insanını tasvir eder gibidir. Zira insanlık, teknolojiyi, bilimi ve siyaseti zirveye taşımış; ama kalbini ve aklını hakikatin merkezinden uzaklaştırmıştır.

2. Dinin Hayattan Çıkarılışı: Trump Misali

Bugün dünyanın zirvesinde bulunan idareciler bile, bu dünyevîleşmenin birer sembolüdür. Mesela ABD’nin Başkanı Donald Trump, kendisinin “Hristiyan” olduğunu söylese de, hayatının merkezinde ne Allah korkusu, ne de ahiret endişesi vardır.
Kızının Yahudiliğe geçişini İsrail Meclisi’nde bir “iftihar vesilesi” olarak anlatırken, aslında dinin özünden uzak, yalnızca dünyevî çıkar ve siyasî menfaat eksenli bir bakış açısını dile getirmiştir.
Bu, günümüzde dinin değil; din görüntüsünün bir siyasî araç hâline geldiğini göstermektedir.
Kur’an bu zihniyeti şöyle beyan eder:
“Onlardan öylesi vardır ki dünya hayatını ahirete tercih eder.”
(İbrahim Sûresi, 3. âyet, TDV Meali)
İnsan, Rabbine karşı kulluğunu değil; dünya menfaatini esas alınca, inanç bir davet değil, bir çıkar dengesi hâline gelir. İşte modern insanın kaybettiği en büyük değer budur.

3. İnsanın Dönüşümü: Ruhî Yoksullaşma

İnsan, yalnızca beden değildir. Ruhuyla insan, kalbiyle kâmildir. Fakat bugünün insanı, “madde”yi büyütürken “mana”yı küçültmüştür.
Ruhî yoksullaşmanın en belirgin göstergesi; ahireti unutmak ve “hesap günü” endişesini kaybetmektir. Çünkü ahiret inancı, insana hem sorumluluk hem denge kazandırır. Onu zulümden, israftan, haksızlıktan, nefsin esaretinden korur.
Ne var ki, bugünün insanı nefsine kul olmuş; Rabbine yabancılaşmıştır.
“Onlar Allah’ı unuttular, Allah da onlara kendilerini unutturdu.”
(Haşr Sûresi, 19. âyet, TDV Meali)
Bu ayet, çağımızın ruhî manzarasını çarpıcı biçimde özetler. İnsan, artık ne için yaratıldığını, kimin kulu olduğunu ve nereye gittiğini bilmez hâle gelmiştir.

4. Bilimin ve Siyasetin Saptırdığı Zemin

Bilim, hikmetsiz kaldığında; siyaset, ahlaktan ayrıldığında; ekonomi, adaletten uzaklaştığında; ortaya zulüm düzeni çıkar.
Bugün bilim, Allah’ın kudretini değil; insanın benliğini büyütmektedir.
Siyaset, adaletin değil; menfaatin hizmetine girmiştir.
Toplumlar, servet yarışına kapılmış; ahiret fikri zayıfladıkça, vicdan da körelmiştir.
“Biliniz ki, dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, süs, aranızda övünme ve mal ile evlatta çoğalma yarışından ibarettir.”
(Hadîd Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)
Kur’an bu hakikati bildirirken, insanın bu yarışta kaybedeceği en büyük nimetin ebedî hayat olduğunu hatırlatır.

5. Tarihî Misaller ve İbret

Firavun, Nemrud, Karun gibi tarihî tipler, yalnızca birer şahıs değil; dünyevîleşmiş zihniyetin sembolleridir.
Bugün onların isimleri tarihe lanetle geçmiştir. Çünkü her biri, kudreti, serveti ve makamı ebedî sandı.
Modern çağın “dijital firavunları” da aynıdır. Onlar da kendilerini “ilah” gibi gören, hükmeden ve hesap vermez zanneden kimselerdir.
Oysa “Her nefis ölümü tadacaktır.”
(Âl-i İmrân Sûresi, 185. âyet, TDV Meali)
Bu ilahî hakikat, bütün güç sahiplerinin kulağına küpe olmalıdır.

6. Netice: Dünya Bir Gölgeler Âlemidir

Oysa Dünya bir misafirhanedir. İnsan, ebed için yaratılmıştır. Dünya, ebedî saadetin mezraasıdır.
Yani dünya, kalınacak yer değil; geçilecek bir menzildir.
Dünya sevgisi kalbe hâkim olursa, ahiret nazardan düşer; insan gafletin karanlığına bürünür.
Ancak imanla ve tefekkürle bakan kişi, dünyayı bir imtihan meydanı, bir emanet diyarı olarak görür.
“Kim ahiret kazancını isterse onun kazancını artırırız; kim de dünya kazancını isterse ona ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi olmaz.”
(Şûrâ Sûresi, 20. âyet, TDV Meali)

7. Hikmetli Sonuç ve Ders

Bugünün insanı, servetle, makamla, şöhretle övünür; fakat kalbinde huzur yoktur. Çünkü kalbin gıdası iman, ruhun saadeti ahiret ümididir.
Dünyevîleşen insanlık, ahireti unuttukça vicdanını da kaybetmiştir.
Gerçek saadet, ebedî olanı kazanmaktadır. Dünya ise, bir rüya kadar kısa bir yolculuktur.

ÖZET

Dünya merkezli bir hayat anlayışı, insanı gaflete, umursamazlığa ve manevî körlüğe sürüklemiştir.
Günümüz insanı, tıpkı Trump örneğinde olduğu gibi, dini bir çıkar aracına dönüştürmüş; ahiret inancını gündeminden çıkarmıştır.
Kur’an’ın beyanıyla dünya hayatı bir “oyun ve süsten” ibarettir.
Gerçek saadet, dünyayı değil; ahireti esas almaktadır.
Zira dünya fanî, ahiret ise bâkîdir.
İnsanın asıl yurdu orasıdır.
“Dünya bir gölge, ahiret ise hakikattir.”

 

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




Zulmün Mahiyeti: Nefse Edilen Haksızlık

1.Zulmün Mahiyeti: Nefse Edilen Haksızlık

Âdem (aleyhisselâm) ve Havva validemiz, yasak meyveden yiyip Allah’ın emrine muhalefet ettiklerinde,
““(Âdem ile eşi) dediler ki: Ey Rabbimiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”dediler.
(A‘râf Sûresi, 23. âyet,)
Buradaki zulüm, halk arasında zannedildiği gibi başkasına yapılan bir haksızlık değildir; kendi nefsine yapılan bir haksızlıktır.
Zira günah, Allah’a zarar vermez; kulun kendi nurunu, kalbini, safiyetini kirletir.
Dolayısıyla burada “zulüm”, nefsin istidadını, yüceliğini ve kulluk kıymetini kirletmek manasındadır.
Kur’an’da zulüm, çoğu yerde “hakkı yerinden etmek” anlamında kullanılır.
İnsanın hakkı, yaratılış gayesi gereği Allah’a kul olmaktır.
O hâlde zulüm; kulun kendisini kendi yerinden düşürmesi, kulluk makamından uzaklaşmasıdır.
“Gerçek şu ki Allah insanlara zulmetmez, fakat insanlar kendilerine zulmederler.”
(Yûnus Sûresi, 44. âyet, TDV Meali)
Yani kul, her isyanında, her gafletinde kendi ruhuna zarar verir; nurunu söndürür, istidadını karartır.
Hz. Âdem bu hakikati derk ettiği için hemen “Biz kendimize zulmettik” diyerek pişmanlığını itiraf etmiştir.
İşte bu itiraf, bir peygamber tevbesidir; en ulvî tevbedir.

2. Ziyan: Fıtrî Saadetin Kaybı

Ayetin devamındaki ifade:
“Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyana uğrayanlardan oluruz.”
Buradaki ziyan, sadece cennet nimetlerinin kaybı değildir.
Asıl kayıp; Allah’ın rızasından, yakınlığından, huzurundan uzaklaşmaktır.
İnsanın en büyük serveti, Rabbine yakınlığıdır.
Âdem aleyhisselâm, bu yakınlığın az da olsa kesilmesinin dehşetini hissetti.
Bu yüzden “ziyan edenlerden oluruz” dedi.
Yani:
“Ya Rabbi! Senin affına, rahmetine muhtaç olduğumuzu anladık.
Eğer Sen’in rahmetinle örtülmezse, biz mahvoluruz.”
Bu, aslında insanlığın bütün tevbelerinin temelidir.
Kur’an’da benzer bir ikaz, aynı manayı teyit eder:
“Kim Allah’a ve Resûlü’ne iman etmezse, bilsin ki biz kâfirler için çılgın bir ateş hazırladık.”
(Fetih Sûresi, 13. âyet)
Ve yine:
“Kim Allah’a yönelmekten yüz çevirirse, onun için sıkıntılı bir hayat vardır.”
(Tâhâ Sûresi, 124. âyet, TDV Meali)
İşte “ziyan”ın aslı budur:
Allah’tan uzak bir hayat —yani rahmetten mahrumiyet, hidayetten sapma, kalbin kararması—
Bu dünyada kalbî sıkıntı, ahirette ebedî hüsrandır.

3. Hz. Âdem’in Tevbesinin Hikmeti

Hz. Âdem’in tevbesi, sadece bir özür değil; insanlığın kıyamete kadar sürecek bir dersidir.
Allah ona “Şu ağaca yaklaşmayın” dediğinde, bu emri bir imtihan sırrı için verdi.
Âdem, bu emri çiğnediğinde, hemen hatasını idrak edip tevbe etti.
İblis de emre muhalefet etti ama tevbe etmedi.
İkisi de hata etti, ama biri rahmet, diğeri lanet buldu.
Çünkü tevbe, kibrin panzehiridir.
İblis “Ben ondan hayırlıyım” dedi;
Âdem ise “Biz kendimize zulmettik” dedi.
Biri nefsini temize çıkardı, diğeri nefsini itham etti.
İşte bu iki tavır, iman ile küfrün ayrıldığı ince çizgidir.
Kur’an, bu farkı şöyle beyan eder:
“Şüphesiz Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakileri dilediğine bağışlar.”
(Nisâ Sûresi, 48. âyet, TDV Meali)
Yani, tevbe kapısı açıktır. Zulüm, ne kadar büyük olursa olsun; eğer kul affa yönelirse, Allah’ın rahmeti onu kuşatır.
Ama kibirle, inatla günaha devam eden, asıl kaybeden odur.

4. Zulüm–Ziyan İlişkisi: Manevî Kayıp Zinciri

Kur’an bütünlüğünde bakıldığında;
zulüm → günah → kalbî kararma → rahmetten uzaklaşma → hüsran zinciri vardır.
“Zalimler, yaptıkları yüzünden hüsrana uğradılar.”
(En‘âm Sûresi, 140. âyet)
Yani zulüm, sadece bir fiil değil, bir istikametin kaybıdır.
Zalim insan, kendi fıtratını tersine çevirir;
nurun yerine karanlığı, rahmetin yerine gazabı davet eder.
İşte Hz. Âdem’in tevbesi, bu zinciri kırmıştır.
Kendini suçlamış, Rabbine yönelmiş, rahmete sığınmıştır.
O an “kurtuluş” başlamıştır.
Zira asıl hüsran, Allah’a dönmemektir.

5. Hikmetli Sonuç ve İbret

Hz. Âdem’in duası, sadece bir kelime değil, insanlık duasıdır.
İnsanın Rabbi karşısında alması gereken hâli,
nefsini itham eden, kusurunu bilen, rahmeti dileyen bir duruştur.
Bu âyet bize öğretir ki:
• Zulüm, nefsin kararmasıdır.
• Ziyan, rahmetten uzaklaşmaktır.
• Kurtuluş, tevbe ve merhamet dilenmektedir.

Zira İsyan, nefsin zulmüdür; çünkü isyan eden, kendi saadetine darbe vurur.
Tevbe ise rahmetin davetçisidir.
İşte Âdem kıssası, yalnız geçmiş bir olay değil; her insanın kendi iç dünyasında her gün yaşadığı bir imtihan aynasıdır.

6. Netice

Âdem (aleyhisselâm)’ın “Biz kendimize zulmettik” sözü,
kulun Rabbine karşı kulluğunun en saf, en derûnî itirafıdır.
Zulüm, nefsin kendi kemalini bozması;
ziyan ise, ebedî saadetin nurundan mahrum kalmasıdır.
Ancak tevbe, insanı yeniden “rahmet dairesi”ne alır.
Çünkü Allah Teâlâ buyurur:
“Ey kendilerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin.
Şüphesiz Allah bütün günahları bağışlar.”
(Zümer Sûresi, 53. âyet, TDV Meali)

ÖZET

A‘râf 23. âyetteki “zulüm”, kulun kendi nefsine ettiği haksızlıktır;
Allah’ın değil, kendi istidadının kararmasıdır.
“Ziyan” ise, rahmetten, hidayetten ve rızadan uzak kalma hâlidir.
Âdem’in tevbesi, insanın en büyük öğretmenidir:
Günah değil, tevbesizlik hüsrandır.
Zira affın kapısı, tevbe eden için her daim açıktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




“Biz Kendimize Zulmettik” – Zulmün Mahiyeti Nedir?

​”Biz Kendimize Zulmettik” – Zulmün Mahiyeti Nedir?

​Bu ayet-i kerimede geçen “zulüm” kelimesi, lügat manasıyla “bir şeyi ait olduğu yerin dışına koymak, karanlık, haksızlık” demektir. Ancak buradaki bağlantıda, çok daha derin ve şahsî bir manayı ihtiva eder.
• ​İlâhî Emre Muhalefet Etmek Suretiyle Fıtratı Bozmak: Cenâb-ı Hak, Hz. Âdem ve eşini en güzel bir yapıda yaratmış, onları cennet gibi bir makama yerleştirmiş ve onlara sadece bir tek yasak koymuştu: “Fakat şu ağaca yaklaşmayın.” (Bakara, 2/35). Onların bu emre muhalefet etmeleri, kendilerine bahşedilen o saf, günahsız ve itaatkâr fıtratın dışına bir adım atmaları manasına geliyordu. Dolayısıyla bu fiil, her şeyden evvel kendi öz yapılarına, kendilerine bahşedilen o ulvî mevkiye karşı bir haksızlıktı. Kendi nuraniyetlerini, geçici bir arzu sebebiyle bir anlık bir karanlığa düşürmüş oldular.
• ​Nimeti Külfete Çevirmek: Onlar cennette zahmetsiz, meşakkatsiz bir hayat içerisindeydiler. Şeytanın hilesine aldanarak yasak meyveyi tatmaları neticesinde bu nimet yurdundan, imtihan ve meşakkat diyarı olan dünyaya gönderilme sürecini başlattılar. Yani kendi elleriyle, içinde bulundukları o sonsuz nimeti, dünya hayatının zorluklarına ve imtihanlarına tebdil ettiler. Bu, insanın kendi huzurunu ve saadetini kendi fiiliyle bozması hasebiyle en büyük “nefse zulüm”dür.

• ​Allah’a Karşı Değil, Kendi Aleyhlerine Bir Fiil İşlemek: Mühim bir nükte şudur ki, onların bu fiili Allah’ın mülkünden hiçbir şey eksiltmemiştir. Günah ve isyan, Allah’a bir zarar vermez; bilakis işleyenin kendi manevî hayatını, huzurunu ve geleceğini tahrip eder. Bu sebeple itirafları “Sana karşı haddi aştık” şeklinde değil, “Biz kendimize zulmettik” şeklindedir. Bu, hatanın neticesinin doğrudan doğruya failin kendisine döndüğünü idrak etmenin en hikmetli ifadesidir.
​Nitekim şeytanın tavrı ile Hz. Âdem’in (a.s.) tavrı arasındaki temel fark da buradadır. Şeytan kibrinden ve enaniyetinden ötürü hatasını kabul etmemiş ve “(İblîs) dedi ki: ‘Rabbim! Beni azdırmana karşılık, yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım!'” (Hicr, 15/39) diyerek suçu haşa Cenâb-ı Hakk’a isnat etmeye cüret etmiştir. Hz. Âdem (a.s.) ise acziyetini ve hatasını derhal kabul ederek doğrudan kendi nefsini mesul tutmuştur. Bu, faziletin ve kulluğun zirvesidir.

​”Mutlaka Ziyan Edenlerden Oluruz” – Ziyan ve Hüsran Nasıl Bir Kayıptır?

​Buradaki “ziyan” ve “hüsran”, basit bir maddî kayıp veya mahrumiyet değildir. Bu, varoluş bir iflasın ve manevî bir helâkin ifadesidir.
• ​En Büyük Ziyan: Rabb’in Rahmetinden Mahrum Kalmak: Dünyevî bütün kayıplar telafi edilebilir. Ancak Allah’ın mağfiret ve rahmetinden mahrum kalmak, ebedî hayatı kaybetmek demektir. Onların duası, cenneti kaybetmenin üzüntüsünden daha çok, Rablerinin affını ve merhametini kaybetme korkusunu dile getirir. Çünkü bir kul için en büyük servet, Rabbi ile olan bağıdır. Bu bağ koptuğunda, insan en temel dayanağını yitirir ve ebedî bir hüsrana sürüklenir. Asr Suresi’nde bu hakikat ne kadar veciz ifade edilir: ​”Asra yemin olsun ki, insan gerçekten ziyandadır. Ancak iman edip dünya ve âhiret için yararlı işler yapanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve sabrı tavsiye edenler başkadır.” (Asr, 103/1-3)

• ​Cenneti ve Oradaki Makamı Kaybetmek: Ziyanın zahirî ve ilk neticesi, içinde bulundukları o eşsiz nimet yurdunu kaybetmeleridir. Orada ne korku ne de hüzün vardı. Bu, bir makam ve mekân kaybı olduğu gibi, aynı zamanda bir “hal” kaybıdır. Safiyet, emniyet ve huzur halinden; imtihan, mücadele ve meşakkat haline düşmektir. Tâhâ Suresi’nde bu durum şöyle tasvir edilir: ​”Bunun üzerine ondan yediler. Hemen ardından ayıp yerleri kendilerine göründü ve cennet yapraklarıyla üzerlerini örtmeye başladılar. Âdem rabbine karşı geldi ve yolunu şaşırdı.” (Tâhâ, 20/121)

• ​Şeytanın Vesvesesine Açık Hale Gelmek: Bu ilk itaatsizlik, şeytana insan üzerinde bir tesir yolu açmıştır. Ziyanın bir yönü de budur. Artık insan, hayatı boyunca bu düşmanın hile ve desiseleriyle mücadele etmek zorunda kalacağı bir imtihan sahasına indirilmiştir. Bu dua, aynı zamanda bu mücadelede Allah’ın yardımına ve merhametine sığınmanın bir ifadesidir. Şeytanın onları nasıl aldattığı Kur’an’da şöyle anlatılır: ​”Derken şeytan ona vesvese verdi: ‘Ey Âdem!’ dedi, ‘sana ebedîlik ağacını ve sonu gelmez bir saltanatı göstereyim mi?'” (Tâhâ, 20/120)

​İbretler ve Hikmetler

​Bu mübarek dua, bizler için sayısız hikmet ve ibret dersi ihtiva etmektedir:
• ​Tövbenin Anahtarı: Acziyet ve İtiraf: Kurtuluşun ilk adımı, kibre kapılmadan, bahane aramadan, hatayı bütün samimiyetle kabul edip “Biz kendimize zulmettik” diyebilmektir. Bu, enaniyetin kırılıp kulluğun başladığı noktadır.
• ​Ümitsizliğe Yer Yoktur: En büyük hatadan sonra bile ümitsizliğe düşülmemiştir. Doğrudan Allah’ın rahmet ve mağfiretine sığınılmıştır. Bu, günahı ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığına dair bir müjdedir.
• ​Duanın Kabulü: Onların bu samimi duası cevapsız kalmamıştır. Cenâb-ı Hak, onlara tövbe kelimelerini ilham etmiş ve onların tövbesini kabul etmiştir. ​”Derken Âdem rabbinden birtakım kelimeler aldı (onlarla amel edip dua etti, duası kabul edildi). Allah da tövbesini kabul etti. Çünkü O, tövbeleri çok kabul eden, pek esirgeyendir.” (Bakara, 2/37)

​Bu hadise hakkında Risale-i Nur Külliyatı’nda da mühim tesbitler vardır. Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri, Hz. Âdem’in (a.s.) hatasının hikmetini izah ederken, bu hatanın insaniyetin manevî terakkisi için bir çekirdek olduğunu belirtir. Hz. Âdem’in (a.s.) günahı kibirden ve inkârdan değil, insani bir zaaftan kaynaklandığı için tövbeye ve Allah’a daha derin bir ilticaya vesile olmuştur. Şeytanın isyanı ise kibir ve enaniyetten kaynaklandığı için onu ebedî hüsrana sürüklemiştir.

​İktibas edelim:
​””BİRİNCİ SUALİNİZ: Hazret-i Âdem’in (a.s.) Cennetten ihracı ve bir kısım benî Âdem’in Cehenneme ithali ne hikmete mebnidir?”
“Elcevap: Hikmeti, tavziftir. Öyle bir vazife ile memur edilerek gönderilmiştir ki, bütün terakkiyât-ı mâneviye-i beşeriyenin ve bütün istidâdât-ı beşeriyenin inkişaf ve inbisatları ve mahiyet-i insaniyenin bütün esmâ-i İlâhiyeye bir âyine-i câmia olması, o vazifenin netâicindendir. Eğer Hazret-i Âdem Cennette kalsaydı, melek gibi makamı sabit kalırdı; istidâdât-ı beşeriye inkişaf etmezdi. Halbuki, yeknesak makam sahibi olan melâikeler çoktur; o tarz ubudiyet için insana ihtiyaç yok. Belki hikmet-i İlâhiye, nihayetsiz makamâtı kat edecek olan insanın istidadına muvafık bir dâr-ı teklifi iktiza ettiği için, melâikelerin aksine olarak, muktezâ-yı fıtratları olan malûm günahla Cennetten ihraç edildi.” (Mektubat, 12. Mektup)

​Hülasa:

​Hz. Âdem (a.s.) ve eşinin bu duası, insanın dünyaya gönderiliş serüveninin özüdür. Buradaki zulüm, Allah’ın koyduğu fıtrat hududunu aşarak kendi saadet ve huzurunu tehlikeye atmaktır. Ziyan ise, sadece cenneti değil, asıl olarak Allah’ın rahmet ve mağfiretini kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelmektir ki bu, ebedî hüsrandır. Bu hadise ve dua, bizlere hatadan sonraki en doğru tavrın, acziyeti kabul edip samimiyetle Allah’ın sonsuz rahmetine sığınmak olduğunu öğretir. Bu, kıyamete kadar her mü’min için bir kurtuluş reçetesidir.
​Cenâb-ı Hak, bizleri de hatalarımızı idrak edip bu dua ile kendisine iltica eden ve rahmetine nail olan kullarından eylesin. Amin.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025




Levh-i Mahfûz: İlâhî Hafıza ve Kudretin Kader Levhası

Levh-i Mahfûz: İlâhî Hafıza ve Kudretin Kader Levhası

Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

******

Levh-i Mahfûz, Kur’ân’da birden fazla âyette zikredilen ve “her şeyin kaydedildiği ilâhî muhafaza levhası” mânâsına gelir.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“Doğrusu o (Kur’an), Levh-i Mahfûz’dadır.”
(el-Burûc, 21-22 – TDV Meali)
Yani Kur’ân-ı Kerîm, değişmeden, eksilmeden, bozulmadan Levh-i Mahfûz’da korunmuş bir hakikattir.
Bu Levha, bir nevi kâinâtın ana serveri, ilâhî arşiv, ezelî hafıza hükmündedir.
Nasıl ki insanın beyninde her hâl kaydolur; kâinâtın da ilâhî bir hafızası vardır ki o Levh-i Mahfûz’dur.

🖋️ “İlk yaratılan kalemdir.”

Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Allah, evvela kalemi yarattı ve ona ‘Yaz!’ dedi. Kalem: ‘Ne yazayım?’ dedi. Allah: ‘Kıyamete kadar olacak her şeyi yaz.’ buyurdu.”
(Tirmizî, Kader, 1)
İşte bu emrin muhatabı olan kalem, Levh-i Mahfûz’a yazmaya başladı.
Bu yazı, zamanın ve mekânın ötesinde; kudretin kaderi, iradenin ilmî planıdır.
Her şeyin ilmî tasarımı, bu ilâhî yazılımda mevcuttur.
“Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde hiçbir musibet yoktur ki, Biz onu yaratmadan önce bir kitapta yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.”
(el-Hadîd, 22 – TDV Meali)
Bu âyet, Levh-i Mahfûz’un kaderî bir planlama merkezi olduğunu beyan eder.
Onda her şeyin mâhiyeti, zamanı, yeri, hikmeti ve neticesi yazılıdır.

💫 Levh-i Mahfûz ve İnsan Hafızası

İnsan hafızası, Levh-i Mahfûz’un küçük bir numunesidir.
Nasıl ki kâinatın her hâdisesi o büyük levhaya nakşedilirse,
insanın zihninde de her hâl ve kelime, bir iz ve kayıt bırakır.
Nasıl ki insanın cüz’î hafızası vardır; öyle de kâinatın küllî bir hafızası vardır. O da Levh-i Mahfûz’dur.

🕊️ Arş: Kâinatın Atan Kalbi

Arş, yaratılmışlar içinde en yüce ve kuşatıcı mertebedir.
Kudretin tahtı, rahmetin menzili, emir âleminin merkezi gibidir.
Kur’ân buyurur:
“Rahmân, Arş’a istivâ etti.”
(Tâhâ, 5 – TDV Meali)
Bu istivâ, mekânî değil, kuşatıcı bir hâkimiyet, idare ve rubûbiyetin merkezî tecellîsidir.
Nasıl kalp bedeni idare eder, Arş da kâinatın kalbi hükmündedir.

🌞 Kâinatın Ruhu ve Aklı

Kâinatın bir bedeni, bir aklı, bir ruhu vardır.
• Kur’ân-ı Kerîm: Kâinatın aklı ve şuurudur.
• Peygamber Efendimiz ﷺ: Kâinatın ruhu ve hayatıdır.
Çünkü Kur’ân, ilâhî hikmetin kelâmı; Peygamber ﷺ ise o kelâmın canlı tefsiridir.
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm, şu kâinat ağacının en mükemmel meyvesidir.

🌹 Nur-u Muhammedî: Kâinatın Mayası

Hadîs-i kudsîde şöyle buyrulur:
“Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.”
(Kenzü’l-Ummâl, 1/81)
Bu beyan, Nur-u Muhammedî’nin kâinatın ilk mayası ve sebeb-i hilkati olduğunu bildirir.
Yani Cenâb-ı Hak, kâinatı o nurdan yaratmış, her şeyi o nura nispetle var etmiştir.
Bir rivayette Hz. Cabir anlatıyor:
– Ey Allah’ın Resulü! Anam babam sana feda olsun, Allah’ın her şeyden önce ilk yarattığı şeyi bana söyler misiniz, diye sordum. Şöyle buyurdu:
“Ey Cabir! Her şeyden önce Allah’ın ilk yarattığı şey senin peygamberinin nurudur. O nur, Allah’ın kudretiyle onun dilediği yerlerde dolaşıp duruyordu. O vakit daha hiçbir şey yoktu. Ne Levh, ne kalem, ne cennet, ne ateş / cehennem vardı. Ne melek, ne gök, ne yer, ne Güneş, ne Ay, ne cin ve ne de insan vardı.”
“Allah mahlukları yaratmak istediği vakit, bu nuru dört parçaya ayırdı. Birinci parçasından kalemi, ikinci parçasından Levhi (Levh-i Mahfuz), üçüncü parçasından Arş’ı yarattı.”
“Dördüncü parçayı ayrıca dört parçaya böldü: Birinci parçadan Hamele-i Arşı (Arşın taşıyıcılarını), ikinci parçadan Kürsi’yi, üçüncü parçadan diğer melekleri yarattı.”
“Dördüncü kısmı tekrar dört parçaya böldü: Birinci parçadan gökleri, ikinci parçadan yerleri, üçüncü parçadan cennet ve cehennemi yarattı.”
“Sonra dördüncü parçayı yine dörde böldü: Birinci parçadan müminlerin basiret nurunu / iman şuurunu, ikinci parçadan -mârifetullahtan ibaret olan- kalplerinin nurunu, üçüncü parçadan tevhitten ibaret olan ünsiyet nurunu (La ilahe illallah Muhammedur-Resulüllah nurunu) yarattı.” (bk. Aclunî, Kefü’l-Hafa, I, 265-266).
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nuru, kâinatın ruhu hükmündedir.

🌌 Allah: Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyûmu

Cenâb-ı Hak buyurur:
“Allah, göklerin ve yerin nurudur.”
(en-Nûr, 35 – TDV Meali)
O, her şeyin varlık sebebi, devamının dayanağı, kudretin hayat vericisidir.
“Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O, Hayy’dır, Kayyûm’dur.”
(Âl-i İmrân, 2 – TDV Meali)
Hayy: Bütün hayatların kaynağı.
Kayyûm: Her şeyin varlığını ayakta tutan.
Yani O’nun varlığı olmasa hiçbir şey var olamaz,
O’nun nuruyla her şey görünür,
O’nun kudretiyle her şey durur,
O’nun kelâmıyla her şey manâ bulur.

🌿 Netice: İlâhî Yazılımın Hikmeti

• Levh-i Mahfûz: Kudretin hafızası, ilmin levhası.
• Kalem: Kaderin yazıcısı.
• Arş: Kâinatın kalbi ve idare merkezi.
• Kur’ân: Kâinatın aklı, manevî kodu.
• Resûlullah ﷺ: Kâinatın ruhu, nübüvvetin nuru.
• Allah: Hayatın kaynağı, nurun nuru, varlığın varı, her şeyin Kayyûmu.

🕯️ İbretli Düşünceyle Sonuç

İnsan, kendi hafızasına nazar edip Levh-i Mahfûz’u anlayabilir.
Bir kelimeyi, bir sesi, bir manzarayı hafızasında tutan insan,
“Bütün kâinatın da bir hafızası vardır.” hakikatini idrak eder.
O zaman anlar ki:
Her söz, her fiil, her niyet, Levh-i Mahfûz’a kaydediliyor.
Her şeyin hesabı o Levha’da saklıdır.
“Kim zerre kadar hayır işlerse onu görür; kim de zerre kadar şer işlerse onu görür.”
(ez-Zilzâl, 7-8 – TDV Meali)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

 




KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

Levh-i mahfuz; KÂİNATIN EVVELİNDE VE BAŞLANGICINDA OLANLAR

Levh-i mahfuz; ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

*******

1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.

2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.

3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.

4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025

ana Server.
Kâinâtın hafızası.
Genel arşiv.
Ve Allah ilk olarak kalemi yaratıp, ona yaz dedi.
Ve Levh-i mahfuz hafızası o andan beri yazmaktadır.
İnsan hafızasının kayıt yeri.
Levhi mahfuz;Bireysel kayıtların toplu kayıt yeri.
Arş ise, kâinatın atan kalbi.
Manen Kuran’ı Kerim kâinatın aklı ve Peygamber Efendimiz ise kâinatın ruhu mesabesindedir.
Kâinatın ilk madde- i aciniyesi yani hamuru ve mayası Peygamber Efendimizin nurudur.
Allah’ın ilk yaratıp muhatap aldığı şey akıldır.
Allah kâinâtın Ruhu ve Nurudur. Her şeyin Kayyumu O’dur.

*******

1. Levh-i Mahfuz: Kâinatın Hafızası ve İlâhî Arşiv
Levh-i Mahfuz, “Ana Server” ve “Genel Arşiv”dir. O, olmuş ve olacak her şeyin, zerrelerden galaksilere, ilk andan son ana kadar bütün hadiselerin ve varlıkların kayıt altında tutulduğu, Allah’ın ilminin bir tecelli mahalli olan korunmuş bir levhadır. O, kâinatın ve bütün mahlukatın hafızasıdır.
Bu hakikate Kur’an-ı Kerim şöyle işaret eder:
> “Gaybın anahtarları O’nun katındadır; onları O’ndan başkası bilmez. Karada ve denizde olanı da bilir. O bilmeksizin bir yaprak dahi düşmez. Yerin karanlıklarındaki bir tane, hiçbir yaş ve hiçbir kuru şey yoktur ki apaçık bir kitapta (kitâbin mübîn) bulunmasın.” (En’âm Suresi, 6:59 – TDV Meali)
>
Bu ayet-i kerime, Levh-i Mahfuz’un nasıl bir cihan şümul kuşatıcılığa sahip olduğunu gözler önüne serer. En küçük bir yaprağın hareketinden, en gizli bir tohuma kadar her şey o “apaçık kitapta” kayıtlıdır.
Yine, her şeyin önceden bu ilâhî hafızaya kaydedildiği şöyle beyan edilir:
> “Yeryüzünde ve kendi nefislerinizde uğradığınız hiçbir musibet yoktur ki, biz onu yaratmadan önce bir kitapta (Levh-i mahfuz’da) yazılmış olmasın. Şüphesiz bu, Allah’a göre kolaydır.” (Hadîd Suresi, 57:22 – TDV Meali)
>
Hikmet ve İbret:
Bu hakikati tefekkür etmek, insana hem büyük bir mesuliyet yükler hem de derin bir teslimiyet ve huzur verir. Bir yanda, en küçük amelimizin dahi kayıt altına alındığı şuuruyla hareket etme mesuliyeti (ene ve enaniyetten sıyrılarak); diğer yanda ise, başa gelen her hadisenin ilâhî bir plan ve ilim dahilinde olduğu bilgisiyle kadere rıza gösterme ve Allah’a tevekkül etme fazileti.

2. Arş: Kâinatın Atan Kalbi ve Hükümranlık Merkezi
Arş, mahlukatın en büyüğü ve en yükseğidir; kâinatın “atan kalbi” tabiri, onun varlık âlemindeki merkezî rolünü ne güzel tasvir eder. O, Allah’ın mutlak hükümranlığının, kudret ve azametinin tecelli ettiği makamdır. Nasıl ki kalp, bedene hayat pompalayan bir merkez ise, Arş da kâinatın nizam ve intizamının, ilâhî emirlerin ve fermanların tecelli ve icra merkezidir.
Rabbimiz, Arş üzerindeki mutlak hâkimiyetini şöyle beyan eder:
> “O, Rahmân’dır, Arş’a kurulmuştur.” (Tâhâ Suresi, 20:5 – TDV Meali)
>
Buradaki “kurulma” (istivâ), cismanî bir oturuş değil, kâinatı bütünüyle kuşatan, idare eden, her şeye hükmeden mutlak hâkimiyetin bir ifadesidir. Arş, bu sonsuz saltanatın merkezidir.

3. Kur’an ve Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): Kâinatın Aklı ve Ruhu
Bu teşbih, tasavvuf ve hikmet geleneğinin en derinlikli nazarlarından biridir.
* Kur’an-ı Kerim’in Kâinatın Aklı Olması: Kâinat, sessiz ve harfsiz bir kitaptır. Her bir varlık, Allah’ın isim ve sıfatlarını gösteren bir kelimedir. Kur’an ise bu sessiz kitabın tercümanı, şifrelerini çözen ilâhî beyanıdır. O, varlığın niçin yaratıldığını, gayesinin ne olduğunu, hangi hikmetlere mebnî olarak işlediğini beyan eden “kâinatın aklı”dır. Kur’an olmasaydı, kâinat manasız bir oyuncak, insan ise başıboş ve gayesiz bir varlık olarak kalırdı.
* Peygamber Efendimiz’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Kâinatın Ruhu Olması: O, kâinat ağacının hem çekirdeği hem de en mükemmel meyvesidir. “Sen olmasaydın, felekleri yaratmazdım” hadis-i kudsîsi bu sırra işaret eder. Kâinatın yaratılışındaki en büyük maksat, Allah’ı tanımak ve O’na muhabbet etmektir. Bu maksadın en kâmil seviyede tecelli ettiği varlık, “Habibullah” (Allah’ın Sevgilisi) olan Hz. Muhammed’dir (s.a.v). O’nun nuru, kâinatın mayası ve hamurudur. O, varlığa mana katan “ruh”tur. O’nun risaletiyle, kâinat canlanmış ve hakiki manasına kavuşmuştur.
Cenab-ı Hak, O’nun bu cihan şümul vazifesini şöyle beyan eder:
> “(Ey Muhammed!) Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiyâ Suresi, 21:107 – TDV Meali)
>
O, sadece insanlığın değil, bütün âlemlerin rahmetidir. Bu sebeple kâinatın ruhu ve hayatıdır.

4. Akıl ve Allah’ın Kayyumiyeti
* Allah’ın İlk Muhatabı Akıldır: Rivayetlerde geçen “Allah’ın ilk yarattığı şey akıldır” ifadesi, aklın ne denli büyük bir nimet ve mesuliyet aracı olduğunu gösterir. Akıl, ilâhî hitabı anlama, kâinat kitabını okuma ve iman hakikatlerini idrak etme kabiliyetidir. Allah, insanı akıl nimetiyle diğer mahlukattan üstün kılmış ve onu muhatap almıştır.
* Allah, Kâinatın Ruhu, Nuru ve Kayyum’udur: Bu ifade, Allah’ın varlıkla olan münasebetini en veciz şekilde özetler.
* Kayyum: Varlığı kendinden olan ve bütün varlıkları varlıkta tutan, ayakta durduran demektir. Bütün kâinat, her an O’nun “Kayyum” isminin tecellisiyle varlığını sürdürür. Eğer o tecelli bir an kesilse, her şey yok olur. Bu, “her şeyin Kayyumu O’dur” ifadesinin tam karşılığıdır. Ayet-el Kürsi bu hakikati en zirvede ders verir:
> “Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayandır. Diridir, her şeyin varlığı O’na bağlı ve dayalıdır.” (Bakara Suresi, 2:255 – TDV Meali’nin ilgili kısmı)
>
* Nur ve Ruh: Allah’ın kâinatın “Ruhu ve Nuru” olması, O’nun kâinata hayat veren, onu aydınlatan, ona mana kazandıran yegâne varlık olması demektir. O’nsuz her şey karanlık ve ölüdür.
> “Allah, göklerin ve yerin nûrudur…” (Nûr Suresi, 24:35 – TDV Meali’nin başlangıcı)
>
Düşündürücü Netice
Bütün bu noktaları birleştirdiğimizde şu muazzam tablo ortaya çıkar:
Kâinat, her zerresi ilâhî bir planla dokunmuş, manalı ve hikmetli bir kitaptır. Bu kitabın bütün muhtevası, ezelî ilimde mevcut olan Levh-i Mahfuz’da yazılıdır. Bu muazzam varlık âleminin idare merkezi, Arş’tır. Bu sessiz kâinat kitabının manasını ve aklını ifade eden, onu bize ders veren Kur’an-ı Kerim’dir. Bu kitabın en mükemmel anlayan ve yaşayan muallimi, kâinatın varlık sebebi ve hayat ruhu ise Peygamber Efendimiz’dir (s.a.v).
İnsana düşen vazife ise, kendisine bahşedilen akıl nimetini kullanarak bu kâinat kitabını ve onun tercümanı olan Kur’an’ı okumak, Peygamber’in (s.a.v) rehberliğinde hayatını şekillendirmek ve her an her şeyin dizginleri elinde olan, bütün varlığı ayakta tutan Kayyum olan Rabbine tam bir teslimiyetle kulluk etmektir.
Cenab-ı Hak, bu derinlikli tefekkürümüzü ve nazarımızı hakikatlere daha derinden nüfuz etmeye vesile kılsın.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
15/10/2025