Hayatın Kaynağı ve İlâhî Nefha: Nefha-i İlâhiyye’nin Hikmeti

Hayatın Kaynağı ve İlâhî Nefha: Nefha-i İlâhiyye’nin Hikmeti

Hayatın kaynağı ve aslı; ve nefahtü fihi min ruhî .
Üfledi sonsuza uzanan ve bir çekirdek, tohum ve yumurta gibi nesiller boyu devam eden bir hayat.
Asıldan fasıla uzanan, iradeyle şekillenen ve kudretle var olup; o hayatlarında daha nice hayatlara hayattarlık yaptığı ilahi nefha.
Rahmetin Tezahürü.
Rahmı mader.
Fabrikalar üreten fabrikalar.
O da nasıl fabrikalar?
Şuurlu ve mazhar olduğu Yaratıcının sınırlı olan ve bir vahidi kıyasi nevinden irade ve benlik sahibi, gelişmeye ve gelişime müsait harika bir proje.

*******

1. Hayatın Menşei ve İlâhî Nefes

Kur’ân-ı Kerîm, insanın mahiyetini anlatırken, onun “ilâhî bir nefha” ile hayat bulduğunu bildirir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
“Hani Rabbin meleklere, ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillendirilmiş balçıktan bir insan yaratacağım. Onu şekillendirip içine kendi ruhumdan üflediğimde hemen ona secdeye kapanın!’ dedi.”
(Sâd Sûresi, 38/71-72, TDV Meali)
Bu ayet, “ve nefahtü fîhi min rûhî” hakikatinin en açık beyanıdır.
İlâhî kudret, cansız bir çamur yığınına hayat nefhasını üflemiş ve böylece, maddeye mana, toprağa ruh, cesede şuur giydirmiştir.
İşte bu nefha, sadece bir “nefes” değil, ebedî bir sır, bir ilâhî emanet; hayatın özüdür. Bu nefha, tohumda sümbül, çekirdekte ağaç, yumurtada kuş, rahm-ı maderde ise insan şeklinde her nesilde yeniden tezahür eden bir ilâhî kanundur.

2. Hayat: Kudretin En Mucizevî Tecellîsi

Hayat, kudretin en parlak tecellîsi, rahmetin en geniş tecellîgâhıdır.
Cenâb-ı Hak buyurur:
“O’dur ki ölüyü diriltir ve diriyi ölümle öldürür. Bütün işler O’na döndürülür.”
(Yûnus Sûresi, 10/56, TDV Meali)
Hayatın aslı, maddenin değil emrin âlemindendir. Nitekim Kur’ân şöyle bildirir:
“Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size bu hususta ancak az bir bilgi verilmiştir.”
(İsrâ Sûresi, 17/85, TDV Meali)
Demek ki hayat, laboratuvarlarda ölçülen bir madde, tartılan bir enerji değildir.
Hayat, emr-i İlâhînin bir nefhâsı, kudretin bir cilvesi, rahmetin bir hediyesidir.

3. Rahmetin Tezahürü ve Rahm-ı Mader

İlâhî rahmetin en müşahhas tecellîgâhı, rahm-ı mâderdir.
Orası, rahmet fabrikalarının en harikasıdır.
Bir damla sudan, bir insan vücudu inşa edilir.
Bir çekirdek, bir kâinat misali bir varlık hâline getirilir.
Bu hakikate Kur’ân’da şöyle işaret edilir:
“Sizi topraktan yaratan, sonra bir nutfeden var eden, sonra sizi erkek ve dişi kılan O’dur. Hiçbir dişi, O’nun bilgisi olmadan hamile kalmaz ve doğurmaz.”
(Fâtır Sûresi, 35/11, TDV Meali)
Ve yine:
“Biz insanı, karışık bir nutfeden yarattık; onu imtihan edelim diye işitici ve görücü kıldık.”
(İnsân Sûresi, 76/2, TDV Meali)
İşte bu “işitici ve görücü” olma hâli, o nefahtü fîhi min rûhî sırrının tezahürüdür.
Çünkü sadece beden değil, şuur, irade, sevgi, merhamet, vicdan, tefekkür gibi manevî cevherler de o nefhanın meyveleridir.

4. Fabrikalar Üreten Fabrikalar

İnsanın bedeninde ve tabiattaki canlılarda “fabrikalar üreten fabrikalar” vardır.
Bir hücre, kendi kendini kopyalayan, tamir eden, üreten ve emre itaat eden bir kudret mucizesidir.

Bir çekirdek, koca bir ağacın manevî projesini içinde taşıyor. Nasıl ki kudret o çekirdekten binlerce dal ve yaprağı çıkarıyor; öyle de bir nutfe-i insaniyede, insanın bütün istidat ve kabiliyetlerinin programı derc edilmiştir.

Bu bakımdan insan, kendi varlığında İlâhî kudretin sanatını temaşa eden bir aynadır.
Her nefes, hayatın yeniden ilka edildiği bir nefha-i rahmettir.

5. Ene, İrade ve İlâhî Vekâlet

İnsana “benlik” (ene) verilmiştir ki, mutlak Kudret’i tanımak için bir mizan olsun.
İrade, kudretin gölgesi; şuur, ilmin bir yansımasıdır.
Fakat bu emaneti taşıyabilen tek varlık insandır:
“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara sunduk da onlar bunu yüklenmekten çekindiler, ondan korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.”
(Ahzâb Sûresi, 33/72, TDV Meali)
İşte bu ayet, insanın yüksek şerefini ve derin sorumluluğunu bildirir.
Zira “ruhî nefha” ile gelen şuur, aynı zamanda ilâhî vekâlet ve emanet yüküdür.

6. Hayatın Hikmeti: Hayatın Hayata Hayattarlığı

Hayat, sadece kendi varlığıyla değil, başka hayatlara hayattarlık yapmasıyla da manasını bulur.
Bir tohum, toprağa düşer; ölür gibi olur; sonra binlerce tohuma hayat verir.
Bir anne, rahminde taşıdığı evlatla hem kendi hayatını devam ettirir hem de yeni bir ruhun doğumuna vesile olur.
Bir âlim, ilmiyle başkalarının akıllarına hayat verir;
Bir şehid, kanıyla bir milletin ruhuna can üfler.
Kur’ân bu hakikati şöyle bildirir:
“Kim bir canı diriltirse, bütün insanları diriltmiş gibi olur.”
(Mâide Sûresi, 5/32, TDV Meali)

7. Netice ve Hikmetli Hülâsa

Hayat, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrının bir tecellîsidir.
O nefha, bir defalık bir üfleme değil; her an yenilenen bir feyz, sürekli akan bir rahmettir.
Kudret, o nefha ile cansız maddeye can, akılsız toprağa şuur, sessiz varlığa nida vermiştir.
Bu itibarla insan, kendi varlığında “Allah’ın kudretini, rahmetini ve hikmetini” seyreden bir âlemdir.
Ve her insan, asıl kaynağından gelen o nefha-i İlâhiyye’nin bir yankısı, bir aksidir.

Son Söz

“Ey insan! Kendini küçük bir cisim zannetme. Zira sende koca bir âlem dürülmüştür.”
(Hz. Ali – k.v.)
Ve o âlemin merkezinde, “nefahtü fîhi min rûhî” sırrıyla üflenen,
hayata hayat katan o İlâhî nefes parlamaktadır…

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 57 –

BERCESTE VE İZAHI – 57 –

1. : Evhadüddin-i Kirmanî ve Tevhidin Ateşi
İktibas:
Farsça Aslı:
ateş nzened der dil-i mâ illâ hû
kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ hû
ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ hû
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlün Fâ’
Âteş ne-zened der dil-i mâ illâ Hû
Kûteh ne-koned menzil-i mâ illâ Hû
Ger âlemiyân cumle tabîbân bâşend
Hallî ne-koned muşkil-i mâ illâ Hû
Anlamı:
O’ndan başka kimse gönlümüzde aşk ateşini yakamaz.
O’ndan başka kimse gideceğimiz yerin yolunu kısaltamaz.
Eğer bütün insanlar hekim olsa,
bizim derdimize O’ndan başka kimse derman olamaz.
İzah ve Açıklama
Bu dörtlük, tasavvufun temel taşı olan Tevhid inancının lirik bir ifadesidir. Şair Evhadüddin-i Kirmanî, varlık alemindeki her türlü etkinin, fiilin ve gücün tek bir kaynaktan, yani Allah’tan (Hû) geldiğini vurgular. Gönle düşen aşk ateşi de, varılacak menzile giden yolu kısaltan lütuf da, dertlere şifa verecek olan derman da yalnızca O’dur. Dünyanın bütün hekimleri bir araya gelse, O’nun izni ve iradesi olmadan en küçük bir derde bile çare bulamazlar. Bu beyitler, sebeplere takılıp kalmadan, her şeyin arkasındaki asıl Müsebbib’i, yani Allah’ı görmenin derin bir ifadesidir.
Makale: Aşk, Dert ve Derman Üçgeninde Tevhid Bilinci
İnsanoğlu, varoluş serüveninde kendini sürekli bir neden-sonuç ilişkisi içinde bulur. Gönlüne bir sevda düştüğünde bunun sebebini maşukunda, bir hastalığa yakalandığında çareyi hekimde, uzun bir yola çıktığında ise vasıtalarda arar. Bu, beşeri aklın ve dünyevi yaşamın doğal bir işleyişidir. Ancak tasavvuf, bu perdenin arkasına bakmayı, görünen sebeplerin ötesindeki mutlak ve tek Fail’i idrak etmeyi telkin eder. Evhadüddin-i Kirmanî’nin bu meşhur rubaisi, tam da bu idrakin, yani Tevhid şuurunun sanatlı bir zirvesidir.
Şair, ilk mısrada “Gönlümüzde aşk ateşini O’ndan başkası yakamaz” derken, beşeri aşkı dahi ilahi bir tecelliye bağlar. Tasavvuf düşüncesinde aşk, insanı hamlıktan olgunluğa eriştiren, benliğini eritip onu “yokluğa” ve nihayetinde Hakk’a ulaştıran ilahi bir ateştir. Bu ateşin yakıcısı, maşukun gözleri veya sözleri gibi görünse de, hakikatte o ateşi kalbe düşüren bizzat Allah’tır. Çünkü O, “Vedûd” ismiyle tecelli ederek sevgiyi yaratandır. Bu bakış açısı, aşkı dünyevi bir arzu olmaktan çıkarıp, ruhsal bir tekamül yolculuğuna dönüştürür.
İkinci mısra, “Gideceğimiz yerin yolunu O’ndan başkası kısaltamaz” diyerek, hayat yolculuğundaki her türlü kolaylığın ve zorluğun da aynı kaynaktan geldiğini hatırlatır. İnsanın ömür menziline veya manevi bir makama vasıl olması, kendi çabasıyla birlikte ilahi lütfa bağlıdır. Yolların kısalması, engellerin kalkması, hedefe kolayca varılması, hep O’nun iradesi ve yardımıyladır. Bu, tasavvuftaki “seyr-i sülûk” yani manevi yolculuk anlayışının bir özetidir. Mürşit bir rehber, ibadet bir vasıta olsa da, müridi menzile ulaştıran nihai güç Allah’tır.
Rubainin en can alıcı kısmı ise son iki mısradır. Şair, bir an için farazi bir durum hayal eder: “Eğer bütün alemler, bütün insanlar hekim kesilse…” Bu, beşeri gücün ve bilginin toplanabileceği en üst sınırdır. Ancak bu muazzam güç dahi, “bizim derdimize” derman olamaz. Buradaki “dert”, sadece bedensel bir hastalık değil, aynı zamanda varoluş bir sancı, ruhi bir ızdırap, Hakk’tan ayrı düşmüş olmanın getirdiği derin bir hasrettir. Bu derdin tabibi de, dermanı da yine derdi verenin kendisidir. Bu anlayış, mümini hem derin bir teslimiyete hem de sarsılmaz bir ümide kavuşturur. Derdi bir imtihan, şifayı ise bir lütuf olarak görmesini sağlar. Hekime gitmek, ilaca sarılmak gibi sebeplere başvurmak bir kulluk görevidir; fakat şifayı hekimden veya ilaçtan değil, doğrudan Allah’tan beklemek ise Tevhid’in gereğidir.
Kirmanî, bu dört mısra ile hayatın temel dinamiklerini (aşk, yolculuk, dert ve derman) tek bir potada eriterek hepsini Tevhid ilkesine bağlamıştır. Bu, olaylara ve oluşlara parçacı bir gözle değil, bütün bir iman nazarıyla bakmaktır. Bu nazar, insanı kederde isyandan, sevinçte şımarmaktan korur; onu her durumda dengede tutan manevi bir çıpa görevi görür.
Özet
Evhadüddin-i Kirmanî’nin rubaisi, tasavvuftaki Tevhid inancının güçlü bir ifadesidir. Aşk ateşini yakanın, hayat yolunu kısaltanın, derdi verenin ve dermanı gönderenin yalnızca Allah olduğunu vurgular. İnsan aklının ve gücünün sınırlılığını, bütün hekimler bir araya gelse bile ilahi irade olmadan hiçbir derde çare bulamayacakları örneğiyle anlatır. Şiir, mümini sebeplere takılmaktan kurtarıp, her olayın ardındaki tek ve mutlak güç olan Allah’a teslim olmaya davet eder.

2. : Şeyh Gâlib ve Peygamber’e Sarsılmaz Bağlılık
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hakdan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Okunuşu:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz
Ser-mâye-i imânı tebâh eylemeyiz biz
Bâbın koyup ağyârı penâh eylemeyiz biz
Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Anlamı:
Biz ümit makamındayız, ümitsizliğe düşüp âh etmeyiz.1
İman sermayesini harap edip mahvetmeyiz.2
Senin kapını bırakıp da başkalarının kapısına gidip sığınmayız.3
Biz senin sayende başka hiç kimseye bakmayız.4
Ey Efendim! Sen Ahmed (sav), Mah5mûd (sav) ve Muhammed’sin (sav).
Sen, Hak tarafından bize gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın Efendim (sav).
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’in bu na’tı, Hz. Peygamber’e olan derin sevgi, sarsılmaz bir bağlılık ve teslimiyeti ifade eder. Şair, müminlerin asla ümitsizliğe düşmeyeceğini, çünkü en büyük dayanakları olan Hz. Muhammed’in (s.a.v.) manevi himayesinde olduklarını belirtir. Peygamber’in kapısını (sünnetini, şefaatini, manevi rehberliğini) bırakıp “ağyâr”a, yani O’nun dışındaki fani ve geçici sığınaklara yönelmek, iman sermayesini yok etmekle eşdeğerdir. Şiirin ikinci bölümünde ise bu bağlılığın sebebi açıklanır: Çünkü O, övülmüş anlamlarına gelen Ahmed, Mahmûd ve Muhammed isimleriyle anılan, Allah tarafından teyit edilmiş ve desteklenmiş manevi bir sultandır.
Makale: Ümit ve Sadakat Ekseni: Hz. Peygamber’in Manevi Sultanlığı
İnsanın manevi yolculuğu, ümit (recâ) ve korku (havf) kanatları arasında dengede durma sanatıdır. Ancak bu denge, zaman zaman hayatın zorlukları, nefsin desiseleri ve dünyanın aldatıcılığı karşısında sarsılabilir. İşte bu noktada, müminin tutunacağı en sağlam dal, sığınacağı en güvenli liman, Hz. Peygamber’e olan imanı ve muhabbetidir. Şeyh Gâlib, bu şiirinde, bu limana sığınan bir ruhun nasıl bir özgüven ve kararlılık içinde olduğunu muhteşem bir belagatle dile getirir.
“Ümmîddeyiz ye’s ile âh eylemeyiz biz” mısrası, bir tespitten çok bir manifestodur. “Ye’s” yani ümitsizlik, Kur’an’da kâfirlere atfedilen bir sıfattır (“…kâfirler topluluğundan başkası Allah’ın rahmetinden ümit kesmez.” – Yusuf, 87). Gâlib, Hz. Peygamber’e tâbi olanların bu çukura düşmeyeceğini, onların daima “ümit makamında” olduklarını ilan eder. Bu ümidin kaynağı, Allah’ın rahmetinin en büyük tecellisi olan Hz. Peygamber’in varlığı ve şefaat vaadidir. Dolayısıyla mümin için “âh etmek”, O’nun getirdiği müjdeye ve manevi himayeye güvensizlik anlamına geleceğinden, imanın özüne aykırıdır.
Şair, bu bağlılığı “ser-mâye-i imân” yani iman sermayesi olarak tanımlar. Ticarette sermaye ne kadar hayati ise, manevi hayatta da bu bağlılık o kadar hayatidir. Bu sermayeyi “tebâh etmek”, yani mahvetmek ise, “Bâbın koyup ağyârı penâh eylemek” ile mümkündür. Buradaki “bâb” (kapı), Hz. Peygamber’in maneviyatına, sünnetine, ahlakına ve şefaatine açılan bir geçittir. “Ağyâr” (başkaları, yabancılar) ise, Allah ve Resûlü dışındaki her türlü fani güç, makam, ideoloji veya kişidir. O’nun kapısını terk edip başkalarından medet ummak, en değerli sermayeyi, yani imanı tehlikeye atmaktır. “Bir kimseye sâyende nigâh eylemeyiz biz” mısrası ise bu sadakatin doruk noktasıdır. O’nun manevi gölgesi (sâyesi) altındayken, başka hiçbir güce, makama veya kurtarıcıya göz ucuyla bile bakmayız, onlara teveccüh etmeyiz. Bu, tevhidin bir başka boyutudur: Nasıl ki ibadette Allah’a ortak koşulmazsa, rehberlik ve önderlikte de Hz. Peygamber’e ortak tanınmaz.
Şiirin ikinci bendi, bu sarsılmaz sadakatin gerekçesini sunar. Neden O’nun kapısı terk edilmez? Çünkü “Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammedsin efendim”. Bu üç isim de “hamd” kökünden gelir ve “en çok övülen, övülmüş” anlamlarını taşır. Bu, O’nun hem Allah katındaki hem de mahlukat nezdindeki yüce makamına bir işarettir. Ve en önemlisi, O, “Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin”. Yani O’nun sultanlığı, gücünü dünyevi ordulardan veya fani otoritelerden değil, doğrudan doğruya Hakk’ın kendisinden alan, O’nun tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş (mü’eyyed) bir sultanlıktır. Bu öyle bir saltanattır ki, zaman ve mekânla sınırlı değildir; gönüller üzerinde kurulmuştur ve ebedidir. Şeyh Gâlib, bu ifadesiyle, Hz. Peygamber’i sadece bir postacı veya tarihi bir şahsiyet olarak değil, kainatın ve müminlerin gönlünün ebedi, manevi sultanı olarak gördüğünü ilan eder.
Özet
Şeyh Gâlib, bu na’tında Hz. Peygamber’e olan bağlılığın, mümini ümitsizlikten koruyan en temel dayanak olduğunu anlatır. Peygamber’in manevi kapısını terk edip başka sığınaklar aramanın, “iman sermayesini” yok etmekle eşdeğer olduğunu belirtir. Bu sarsılmaz sadakatin temelinde, Hz. Peygamber’in Allah tarafından desteklenmiş ve teyit edilmiş, gönüllerin ebedi sultanı (“sultân-ı mü’eyyed”) olduğu inancı yatar. Şiir, ümit, sadakat ve teslimiyetin kaynağının Hz. Peygamber sevgisi olduğunu vurgulayan güçlü bir manifestodur.

3. : Hâzik ve Gerçek Zenginlik Olarak Kanaat
İktibas:
Arapça-Osmanlıca Aslı:
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Fakîrün küllü zî-hırsın ganiyyün küllü men yakna’
Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden
Anlamı:
Hırs sahibi herkes fakir, kanaatkâr olanlar ise zengindir.
Allah bir kimseyi asla kanaatten ayırmasın.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanlık tarihi kadar eski bir hikmeti, Doğu irfanının en temel derslerinden birini veciz bir şekilde ifade etmektedir. Şair Hâzik, ilk mısrada Arapça bir ifade kullanarak evrensel bir gerçeği tespit eder: Zenginlik ve fakirlik, malın çokluğu veya azlığıyla ilgili değil, kalbin durumuyla ilgilidir. “Zî-hırs” yani hırs sahibi olan herkes, ne kadar malı mülkü olursa olsun, daima daha fazlasını isteyeceği için özünde bir “fakir”dir. Buna karşılık, “men yakna'” yani kanaat eden kimse, elindekine şükredip fazlasında gözü olmadığı için gerçek bir “gani” yani zengindir. İkinci mısra, bu tespiti bir duaya dönüştürür: Allah’tan istenebilecek en büyük lütuflardan biri, kanaat duygusundan mahrum kalmamaktır.
Makale: Hırsın Fakirliği ve Kanaatin Saltanatı
Modern dünya, mutluluğu ve başarıyı neredeyse tamamen “daha fazlasına sahip olmak” üzerine kurmuştur. Daha fazla para, daha fazla mal, daha fazla statü, daha fazla deneyim… Bu bitmek bilmeyen “daha” arayışı, bireyi sürekli bir tatminsizlik ve doyumsuzluk tekrarına hapseder. İnsan, sahip olduklarının tadını çıkaramadan, sahip olamadıklarının peşinde koşarken ömrünü tüketir. Şair Hâzik’in asırlar önce dile getirdiği bu beyit, modern insanın bu trajedisine tutulmuş bir ayna gibidir.
“Fakîrün küllü zî-hırsın” (Hırs sahibi herkes fakirdir). Bu mısra, fiziki bir durumdan çok, psikolojik ve ruhsal bir hâlin teşhisidir. Hırs, bir arzu değil, bir hastalıktır. Elindekini yetersiz, başkasının elindekini ise ulaşılması gereken bir hedef olarak gören bir bakış açısıdır. Milyonları olan bir hırslı, milyarları olana imrenirken kendini fakir hisseder. Sarayda oturan, daha görkemli bir sarayın hayalini kurarken bulunduğu yeri bir zindan gibi görür. Hırsın ateşi, ne kadar mal mülk odunu atılırsa atılsın sönmez, aksine daha da alevlenir. Bu, ruhun hiç bitmeyen bir açlığı, manevi bir iflastır. Bu yüzden hırslı insan, dünyanın bütün hazinelerine sahip olsa bile, kalbi ve ruhu itibarıyla en yoksul insandır.
Buna karşılık, “ganiyyün küllü men yakna'” (Kanaatkâr olan herkes zengindir) ifadesi, gerçek zenginliğin tanımını yapar. Kanaat, tembellik veya azla yetinmeye zorlanma durumu değildir. Aksine, elinden gelen çabayı gösterdikten sonra, Allah’ın takdir ettiğine gönül rızası gösterme, sahip olunan nimetlerin farkına varıp şükretme erdemidir. Kuru bir ekmeği olan kanaatkâr bir insan, o ekmeğin kendisine lütfedildiğini bilerek yediğinde, ziyafet sofralarındaki hırslı bir insandan daha büyük bir lezzet ve huzur duyar. Çünkü zenginlik, banka hesabındaki rakamlar değil, kalpteki huzur ve şükran duygusudur. Kanaat sahibi, başkasının malına göz dikmediği için özgür, elindekinden razı olduğu için huzurlu, beklentilerini sınırladığı için mutludur. Bu, dünyanın geçici metalarına karşı kazanılmış manevi bir zafer, gerçek bir saltanattır.
İkinci mısradaki dua, “Hudâ ayırmasın bir kimseyi hergiz kanâ’atden”, bu erdemin ne kadar değerli ve aynı zamanda ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Kanaat, insanın kendi kendine elde edebileceği bir şeyden çok, ilahi bir lütuftur. Modern tüketim kültürünün, reklamların ve sosyal medyanın sürekli olarak insanlara “eksik” olduklarını ve daha fazlasına ihtiyaç duyduklarını fısıldadığı bir çağda, kanaat ahlakını korumak daha da zorlaşmıştır. Bu nedenle Hâzik’in duası, sadece tarihi bir temenni değil, günümüz insanı için de hayati bir yakarıştır. Allah’tan mal mülk istemeden önce, o malı mülkü doğru kullanmayı sağlayacak olan kanaat kalbini istemek, en hikmetli duadır.
Özet
Hâzik’in beyti, zenginlik ve fakirliğin maddi varlıklara değil, insanın iç dünyasına bağlı olduğunu vurgular. Hırs sahibi bir kimse, ne kadar zengin olursa olsun, daima daha fazlasını arzuladığı için ruhen fakirdir. Buna karşılık, elindekiyle yetinmeyi bilen ve şükreden kanaatkâr bir kişi ise, en az şeye sahip olsa bile dünyanın en zengin insanıdır. Şair, kanaatin Allah’tan istenmesi gereken büyük bir lütuf olduğunu belirterek, bu erdemin önemini bir dua ile taçlandırır.

4. : Fâ’izî ve Geçmiş Mutluluğun Bilinmeyen Değeri
İktibas:
Osmanlıca Aslı:
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Okunuşu:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Dahi ben şimdi bildim rûzgârın n’eydiğin ey dil
Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler
Anlamı:
Ey gönül! Devranın bize ne yaptığını ben şimdi yeni anladım.
Meğer, sevgiliye kavuşmanın mutluluğu ile geçen vakitlerin değeri bilinmezmiş.
İzah ve Açıklama
Şair Fâ’izî’nin bu beyti, insan psikolojisinin evrensel bir gerçeğine dokunur: Mutluluğun değeri, genellikle o mutluluk elden gittikten sonra anlaşılır. Şair, kendi gönlüne (“ey dil”) seslenerek bir itirafta bulunur. Zamanın, feleğin (“rûzgârın”) kendisine ne yaptığını, nasıl bir oyun oynadığını ancak şimdi, yani o güzel günler geçtikten sonra anladığını söyler. Anladığı acı gerçek şudur: Sevgiliyle birlikte olunan, kavuşma (“vasl”) anlarının getirdiği o eşsiz mutluluğun (“safâ”) kıymeti, o anlar yaşanırken bilinmiyormuş.
Makale: Hafızanın Aynasında Mutluluk: Vasl Anının Yitirilişi
Zaman, ileriye doğru akan, geri döndürülemez bir nehirdir. İnsan bu nehrin içinde sürüklenirken, anın büyüsüne kapılıp, yaşadığı anların ne kadar değerli olduğunu çoğu zaman fark etmez. Özellikle mutluluk, saadet ve huzur anları, sanki hiç bitmeyecekmiş gibi bir rehavetle yaşanır. Ancak nehir akmaya devam eder ve o anlar geride kalıp birer anıya dönüştüğünde, insan hafızasının aynasında onların gerçek parlaklığını ve paha biçilmezliğini görür. Fâ’izî’nin bu melankolik ve bilge beyti, tam da bu yitirilişin ve sonradan gelen bu acı farkındalığın şiiridir.
Şair, “Ey gönül!” nidasıyla söze başlayarak, bu keşfin akli bir çıkarım değil, kalbi bir tecrübe olduğunu ima eder. Bu, aklın hesaplarıyla değil, gönlün sızılarıyla anlaşılan bir derstir. “Rûzgârın n’eydiğini şimdi bildim” ifadesi, bir tür aydınlanma anını anlatır. “Rûzgâr” (rüzgâr) veya “devran”, klasik şiirde zamanın, feleğin ve kaderin değişken yapısını temsil eden bir metafordur. Şair, geçmişe baktığında, rüzgârın en güzel çiçekleri nasıl savurup götürdüğünü, yani zamanın en mutlu anları nasıl alıp yok ettiğini şimdi idrak etmiştir.
Bu idrakin özü ikinci mısrada gizlidir: “Bilinmezmiş safâ-yı vasl-ı yâr ile geçen demler”. Divan şiirinin merkezinde iki temel kavram vardır: “Vasl” (kavuşma) ve “hicran” (ayrılık). Vasl, âşığın en büyük hayali, bütün ızdıraplarının son bulduğu, mutluluğun zirveye ulaştığı andır. Hicran ise o andan mahrum kalmanın getirdiği sonsuz bir acıdır. Fâ’izî, bu beyitte, âşıkların en çok arzuladığı “vasl” anlarının bile, yaşandığı sırada hakkıyla idrak edilemediğini söyler. O anların “safâ”sı, yani arılığı, katıksız mutluluğu, ancak yokluğunda, hicranın karanlığında tam olarak anlaşılır. Bu, bir balığın suyun kıymetini sudan çıkınca anlamasına benzer. İnsan, mutluluk okyanusunda yüzerken, o okyanusun ne kadar hayati olduğunu fark etmeyebilir.
Bu beyit, sadece beşeri bir aşkın hikayesi olarak okunmamalıdır. Aynı zamanda kayıp giden gençliğin, sağlığın, sevdiklerimizle birlikte geçirilen zamanların, huzurlu günlerin de bir ağıtıdır. İnsan, sahip olduğu her nimetin bir “vasl” hali olduğunu ve her an bir “hicran” ile elinden alınabileceğini unutur. Fâ’izî, bu beytiyle bize bir “carpe diem” (anı yaşa) felsefesi sunar, ancak bunu geleceğe yönelik bir coşkuyla değil, geçmişten alınan bir dersin hüznüyle yapar. Bize, elimizdeki nimetlerin, sevdiklerimizle geçirdiğimiz anların kıymetini, onlar birer anıya dönüşmeden önce bilmemiz gerektiğini fısıldar. Çünkü zamanın rüzgârı, bir kez savurduğunu bir daha geri getirmez ve geriye sadece “keşke o anların değerini bilseydim” pişmanlığı kalır.
Özet
Fâ’izî’nin beyti, mutluluğun ve değerli anların kıymetinin genellikle kaybedildikten sonra anlaşıldığı gerçeğini dile getirir. Şair, gönlüne seslenerek, zamanın ve kaderin kendisine ne yaptığını ancak şimdi anladığını söyler. Bu acı tecrübe ona şunu öğretmiştir: Sevgiliyle birlikte olunan o eşsiz mutluluk anlarının (“vasl-ı yâr”) değeri, o anlar yaşanırken tam olarak bilinemiyormuş. Şiir, yitirilen güzelliklerin ardından duyulan hüzünlü bir farkındalığı ve pişmanlığı ifade eder.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 56 –

BERCESTE VE İZAHI – 56 –

1. Mehmet Âkif Ersoy ve Birlik Ruhu
İktibas
Osmanlıca Metin:
كيرمه‌دن تفرقه بر ملته دوشمان كيره‌مز
طوپلو اوردقجه يوركلر اونی طوپ سينديره‌مز
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez
Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez
Mehmet Âkif Ersoy
Açıklama:
Bir milletin içine nifak girmedikçe, düşman onun içine giremez.
Gönüller birlikte attıkça topun tüfeğin dahi etkisi olmaz.
Beyitin İzah ve Açıklaması
İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy, bu veciz beyitinde bir milletin bekasının ve gücünün temel şartını ortaya koymaktadır.
• “Girmeden tefrika bir millete düşmân giremez”: “Tefrika”, ayrılık, bölünme, fitne ve nifak demektir. Âkif, bir toplumu dışarıdan yıkmak isteyen bir düşmanın, o toplumun içine fiziki olarak girmeden önce, manevi olarak girmesi gerektiğini vurgular. Bu manevi giriş, tefrika tohumları ekmekle olur. Kardeşi kardeşe düşman eden, fikir ayrılıklarını derin uçurumlara dönüştüren, güveni ve sadakati yok eden bir fitne, bir milletin surlarındaki en büyük gediktir. Düşman, bu gedik açılmadan içeri sızamaz. Kaleler içten fethedilir; bir milletin kalesi ise onun birliğidir.
• “Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez”: İkinci mısra, birliğin sağladığı o muazzam gücü tasvir eder. “Yüreklerin toplu vurması”, sadece fiziki bir beraberlik değil, aynı zamanda ortak bir ideal, ortak bir sevinç, ortak bir keder ve ortak bir hedef etrafında kenetlenmiş manevi bir bütünlüktür. Bu öyle bir güçtür ki, dönemin en korkutucu silahı olan “top” dahi bu birliği “sindiremez”, yani ezemez, yıldıramaz, yok edemez. Maddi güç, manevi bütünlük karşısında aciz kalır. Bu mısra, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşı’nda en modern silahlara karşı iman ve vatan sevgisiyle kenetlenmiş bir milletin zaferinin de adeta şiirsel bir özetidir.
Makale: Toplu Vuran Yürekler: Bir Milletin Sarsılmaz Kalesi
Tarihin her döneminde milletleri ayakta tutan harç, ne ordularının çokluğu ne de silahlarının üstünlüğü olmuştur. Bir milleti millet yapan ve onu sarsılmaz bir kale kılan asıl kudret, fertlerinin aynı ülkü etrafında birleşen ve “toplu vuran” yürekleridir. İstiklal Şairimiz Mehmet Âkif Ersoy’un yukarıda iktibas ettiğimiz ölümsüz mısraları, bu tarihi ve sosyolojik gerçeğin en beliğ ifadesidir.
Tefrika, bir toplumu içten içe kemiren bir ur gibidir. Dışarıdan en sağlıklı görünen bedenler dahi, bu urun yayılmasıyla bir anda çökebilir. Tarih, tefrika yüzünden yıkılan nice güçlü devletin ve medeniyetin hazin hikâyeleriyle doludur. Endülüs’ün çöküşü, emirlikler arasındaki taht kavgaları ve bitmeyen çekişmelerle hızlanmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerinde etnik ve siyasi fitnelerin imparatorluğun temellerini nasıl sarstığı acı bir gerçektir. Düşman, askeri gücüyle yenemeyeceğini anladığı bir toplumu, fitne ve nifak oklarıyla vurmayı hedefler. Güvensizlik, şüphe, ötekileştirme ve kutuplaşma, bir toplumun bağışıklık sistemini çökerten mikroplardır. Bu mikroplar yayıldığında, en küçük bir dış müdahale bile ölümcül sonuçlar doğurabilir. Âkif, “düşman giremez” derken, aslında “düşmana gerek kalmaz, millet kendi kendini yok eder” demektedir.
Buna mukabil, “toplu vuran yürekler”in karşısında durabilecek hiçbir maddi güç tasavvur edilemez. Bu ifade, sadece bir slogan veya hamasi bir söylem değildir; bizzat tarihin şahitlik ettiği bir hakikattir. Çanakkale’de bir metrekareye altı bin merminin düştüğü siperlerde, farklı coğrafyalardan gelmiş vatan evlatlarını birbirine kenetleyen ruh, işte bu “toplu vuran yürekler”in gücüydü. Onları ayakta tutan, ellerindeki silahların gücünden ziyade, kalplerindeki ortak iman ve vatan sevgisiydi. Kurtuluş Savaşı’nda, yokluk ve imkânsızlıklar içinde bir milletin küllerinden yeniden doğuşu, yine bu birlik ruhunun bir tezahürüdür. O yürekler birlikte attığı için, en modern ordular, en gelişmiş toplar ve tüfekler o manevi duvarı aşamamıştır.
Günümüzde tefrikanın şekli değişmiş olabilir. Sosyal medya üzerinden yayılan dezenformasyon, toplumu kutuplaştıran siyasi söylemler, kültürel farklılıkları düşmanlık vesilesi yapan art niyetli çabalar, modern zamanın fitne araçlarıdır. Ancak Âkif’in reçetesi dün olduğu gibi bugün de geçerlidir. Bir milletin fertleri, küçük farklılıkları bir kenara bırakıp ortak değerlerde, ortak bir gelecekte ve ortak bir kaderde birleşebildiği sürece, hiçbir dış güç o milleti sindiremez. Birliğin olduğu yerde dirlik, sevginin olduğu yerde güç vardır. Yürekler bir attığında, en zayıf anında bile bir millet, en güçlü ordulardan daha kudretli olur.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy’un bu beyti, bir millet için en büyük tehlikenin dış düşmanlardan önce içteki ayrılık ve fitne olduğunu vurgular. Tefrika bir topluma sızmadan, hiçbir düşman o toplumu mağlup edemez. Buna karşılık, fertlerin ortak bir idealde birleşerek kalplerinin birlikte atması, en güçlü silahlara bile karşı koyabilecek manevi bir güç oluşturur. Birliğin olduğu yerde hiçbir maddi güç galip gelemez.

2. Ziya Paşa ve Asalet Meselesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
بد اصلا نجابت مي ويرر هيچ اونیفورمه
زردوز پالان اورسه‌ك اشك يينه اشكدر
Latin Harfleriyle:
Mef‘ûlü Mefâ‘îlü Mefâ‘îlü Fe‘ûlün
Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma
Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir
Ziyâ Paşa
Açıklama:
Aslı kötü olan kişiye, giydiği üniforma soyluluk kazandırmaz.
Sırmalı palan da vursan, eşek yine eşektir.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Tanzimat döneminin en önemli şair ve düşünürlerinden Ziya Paşa, bu meşhur beytinde, insanın özü ile dış görünüşü arasındaki ilişkiyi keskin bir dille ele alır.
• “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma”: “Bed-asl”, aslı kötü, soyu bozuk, karaktersiz kimse demektir. “Necâbet” ise soyluluk, asalet anlamına gelir. “Üniforma” burada sadece bir askeri kıyafeti değil, aynı zamanda bir makamı, rütbeyi, unvanı ve dış görünüşü temsil eden genel bir semboldür. Paşa, bu mısrada retorik bir soru sorar: Kötü bir karaktere sahip olan kişiye, giydiği kıyafet veya taşıdığı unvan soyluluk kazandırabilir mi? Cevabı elbette “hayır”dır. Asalet, giyilen bir elbise değil, ruha ve karaktere sinmiş bir haslettir.
• “Zer-dûz palan ursan eşek yine eşekdir”: İkinci mısra, bu fikri somutlaştıran ve atasözü niteliği kazanmış güçlü bir teşbih (benzetme) ihtiva eder. “Zer-dûz palan”, üzeri altın sırmalarla işlenmiş, çok değerli ve gösterişli eyer demektir. Ziya Paşa, “Bir eşeğin üzerine en kıymetli, sırmalı eyeri de vursan, bu durum onun eşek olduğu gerçeğini değiştirmez” der. Dışarıdan bakıldığında parıltılı ve asil görünebilir, ancak özünde, tabiatında bir değişiklik olmaz. Bu benzetme ile makam ve mevki sahibi olmuş liyakatsiz, karaktersiz ve cahil kimseleri eleştirir. Onların sahip oldukları unvanlar, tıpkı eşeğin üzerindeki sırmalı palan gibi, sadece bir maskedir ve özlerindeki hamlığı, bayağılığı gizleyemez.
Makale: Asl’olan Cevherdir: Görüntü ve Hakikat Üzerine
İnsanoğlunun en kadim yanılgılarından biri, dış görünüşü ve unvanları, karakterin ve hakikatin kendisi zannetmesidir. Oysa tarih ve tecrübe, defalarca göstermiştir ki, asıl olan kabuk değil, içindeki cevherdir. Tanzimat aydını Ziya Paşa’nın kaleminden dökülen ve bir darb-ı mesel haline gelen bu beyit, makamın ve üniformanın insana şeref katmadığını, bilakis insanın liyakatiyle makama şeref kattığını anlatan ölümsüz bir hikmettir.
Ziya Paşa’nın yaşadığı 19. yüzyıl, Osmanlı Devleti’nde büyük değişimlerin yaşandığı, eski ve yeninin çatıştığı, liyakatin yerini çoğu zaman sadakatin veya Batı taklitçiliğinin aldığı bir dönemdi. Paşa, “Terkîb-i Bend” ve “Zafernâme” gibi eserlerinde, bu toplumsal yozlaşmayı, liyakatsiz insanların sırf dış görünüşleri veya Batılılaşma hevesleriyle yüksek makamlara gelmelerini sert bir dille eleştirmiştir. “Bed-asla necâbet mi verir hiç üniforma” mısraı, bu eleştirinin özüdür. Üzerine giydiği paşa üniformasıyla ya da öğrendiği birkaç Fransızca kelimeyle kendini asilzade sanan, ancak karakteri ve bilgisi zayıf olan “sonradan görme” tiplere bir iğnelemedir.
Bu hikmet, sadece Ziya Paşa’nın dönemine özel değildir; evrensel ve zamansızdır. Günümüzde de insanlar, pahalı elbiseler, lüks arabalar, sosyal medya unvanları veya yüksek mevkilerle kendilerine bir “asalet” ambalajı oluşturma çabasındadır. Ancak sırmalı palan eşeği nasıl at yapmazsa, bu dış unsurlar da karaktersiz bir insanı onurlu, cahil birini âlim, korkak birini cesur yapmaz. Gerçek necâbet (soyluluk); bilgelikte, adalette, merhamette, dürüstlükte ve tevazuda gizlidir. Bu hasletlere sahip olmayan bir müdür, bir yönetici, bir siyasetçi; ne kadar yüksek bir koltukta oturursa otursun, o koltuğun ağırlığı altında ezilmeye ve özündeki “eşekliği” er ya da geç ifşa etmeye mahkûmdur.
Tarih, bu gerçeğin örnekleriyle doludur. Nice çoban, krallara ders verecek bilgeliğe sahip olmuş; nice kral ise en adi bir insandan daha zalim ve karaktersiz çıkmıştır. Mevlana’nın dediği gibi, “Testinin içinde ne varsa, dışına o sızar.” Üniforma, palan, makam; testinin dışını süsleyen birer etikettir. Ama eninde sonunda içindeki acı su, bir yerden sızacak ve kendini belli edecektir. Bu sebeple, insanları değerlendirirken giydikleri üniformaya, oturdukları koltuğa değil; zor zamanlardaki duruşlarına, adalete olan bağlılıklarına, bilgiye olan saygılarına ve en önemlisi, kendilerinden daha zayıf olanlara karşı muamelelerine bakmak gerekir. Çünkü sırmalı palan eskir, üniforma çıkarılır, makam elden gider; ama karakter, mezara kadar insanın yoldaşıdır.
Özet
Ziya Paşa, bu beytinde, dış görünüşün ve unvanların insanın özünü değiştiremeyeceğini ifade eder. Aslı ve karakteri kötü olan bir kişiye, giydiği üniforma veya sahip olduğu makam soyluluk kazandırmaz. Tıpkı altın sırmalı bir eyerin, bir eşeği at yapamayacağı gibi, dış süsler de kişinin temel karakterini ve cehaletini gizleyemez. Değer, şekilde değil, özde ve liyakattedir.

3. Nâbi ve Merhamet Pınarı
İktibas
Osmanlıca Metin:
تشنه‌كانك چاك چاك اولمـش لب خواهشكرى
چشمه‌سار مرحمتده بر ایچم صو قالمامش
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri
Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış
Nâbi
Açıklama:
Suya hasret insanların kurumuş dudaklarında susuzluktan dolayı yarıklar oluşmuş.
Merhamet pınarında maalesef bir içim su bile kalmamış.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Hikemî (didaktik) şiirin ustası Nâbi, bu dokunaklı beytinde, toplumsal bir çürümeyi ve manevi bir kuraklığı, son derece canlı ve etkileyici bir imgeyle anlatır.
• “Teşnegânın çâk çâk olmuş leb-i hâhişgeri”: “Teşnegân”, susamışlar, susuzluk çekenler demektir. “Leb-i hâhişger” ise isteyen, yalvaran dudak anlamına gelir. “Çâk çâk olmak”, susuzluktan veya kuruluktan yarık yarık olmaktır. Nâbi, ilk mısrada gözümüzün önüne bir tablo çizer: Öyle bir susuzluk var ki, insanların bir şey isteyen, medet uman dudakları kuruluktan paramparça olmuştur. Bu susuzluk, sadece fiziki bir su ihtiyacı değil, aynı zamanda şefkate, yardıma, adalete ve en önemlisi merhamete olan derin hasreti simgeler.
• “Çeşmesâr-ı merhametde bir içim su kalmamış”: İkinci mısra, bu trajedinin sebebini açıklar. “Çeşmesâr”, pınar başı, suyun kaynağı, çeşmelerin bol olduğu yer demektir. Şair, merhameti bir su kaynağına, bir pınara benzetir. Toplumdaki bu derin susuzluğun, bu acının ve yalvarışın sebebi, aslında suyun olmaması değildir; “merhamet pınarının” kendisinin kurumuş olmasıdır. Kaynakta, yani insanların kalbinde, yöneticilerin vicdanında, toplumun ruhunda bir yudum dahi merhamet kalmamıştır. Pınar kuruduğu için, dudaklar çatlamıştır. Sorun sonuçta değil, sebeptedir.
Makale: Merhamet Pınarı Kuruduğunda: Bir Medeniyetin Çöküşü
Bir toplumu ayakta tutan ve onu medeniyet seviyesine çıkaran şey, ne binalarının yüksekliği ne de teknolojisinin ileriliğidir. Bir medeniyetin can damarı, bireylerinin kalbinde akan “merhamet pınarı”dır. Bu pınar kuruduğunda, dudaklar çatlamaya, ruhlar çöle dönmeye ve toplum içten içe çürümeye başlar. 17. yüzyılın büyük hikmet şairi Nâbi, yukarıdaki beytiyle, sadece kendi çağının değil, tüm zamanların en büyük toplumsal problemlerden birine, merhametsizliğe ve onun yol açtığı manevi kuraklığa parmak basar.
Nâbi’nin çizdiği tablo, son derece trajiktir. Bir yanda yardım isteyen, yalvaran ve bu hasretle dudakları yarılmış “teşnegân” (susamışlar) vardır. Bunlar, toplumun yoksulları, mazlumları, adalet arayanları, bir tebessüme, bir tatlı söze muhtaç olanlarıdır. Onların susuzluğu, karınlarını doyuracak bir lokma ekmekten veya içecek bir bardak sudan çok daha derindir. Bu, insan onuruna saygının, şefkatin ve empatinin susuzluğudur. Bir toplumda “isteyen dudaklar” çoğalmışsa, orada bir dengesizlik, bir adaletsizlik ve bir vicdan sorunu var demektir.
Diğer yanda ise bu susuzluğu giderebilecek tek kaynak olan “çeşmesâr-ı merhamet”, yani merhamet pınarı bulunmaktadır. Ancak Nâbi’nin tespiti acıdır: Pınarda “bir içim su bile kalmamış.” Bu, merhametin azalmasından değil, tamamen yok oluşundan bahseder. Kalpler katılaşmış, vicdanlar körelmiş, “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışı hâkim olmuştur. Zengin, fakirin halinden anlamaz; güçlü, zayıfın feryadını duymaz; yönetici, halkının derdine derman olmaz hale gelmiştir. Merhamet pınarı, toplumun ortak vicdanıdır. O kuruduğunda, adalet mekanizması işlemez, sosyal yardımlaşma durur, komşuluk ilişkileri biter ve toplum, her bir ferdin kendi çıkarı için diğerini ezdiği bir orman kanunuyla yönetilmeye başlar.
Bu beyit, günümüz dünyası için de derin bir uyarı taşımaktadır. Modern hayatın getirdiği bireycilik, tüketim çılgınlığı ve hız tutkusu, ne yazık ki merhamet pınarlarımızı kurutmaktadır. Sosyal medyada başkalarının acılarını izleyip duyarsızlaşan, komşusunun derdinden bihaber yaşayan, yolda gördüğü bir muhtaca el uzatmaktan çekinen nesiller yetişmektedir. Oysa unutulmamalıdır ki, merhamet tek taraflı bir eylem değil, toplumu bir arada tutan karşılıklı bir bağdır. Bugün başkasının susuzluğuna duyarsız kalan, yarın kendi dudakları çatladığında içecek bir yudum merhamet bulamayabilir. Bir medeniyeti inşa etmek, merhamet pınarlarını canlı tutmakla, o pınardan herkese ayrım gözetmeksizin su vermekle mümkündür.
Özet
Nâbi, bu beytinde, toplumdaki manevi bir çöküşü anlatır. İnsanların dudakları, sadece suya değil, şefkat ve yardıma olan hasretlerinden dolayı çatlamıştır. Bu trajedinin asıl sebebi ise, merhametin kaynağı olan kalplerde ve vicdanlarda bir yudumluk bile merhamet suyunun kalmamış olmasıdır. Merhamet pınarı kuruduğunda, toplumun tamamı manevi bir kuraklığa ve acıya mahkûm olur.

4. Nef’î ve Hakiki Bilginin Önündeki Tevazu
İktibas
Osmanlıca Metin:
عقله مغرور اولمـا افلاطون وقت اولسه‌ك اكر
بر اديب كاملی كوردكده طفل مكتب اول
Latin Harfleriyle:
Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilâtün Fâ‘ilün
Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol
Nef’î
Açıklama:
Eflatun gibi zamanının en ileri fikirlisi, en akıllısı olsan bile aklının yüceliğinden dolayı gururlanma.
Tam manasıyla olgun, edepli bir kimse gördüğünde onun karşısında okul çocuğu gibi ol.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Kasidenin ve hicvin büyük üstadı Nef’î, bu beytinde bilginin kibrine karşı en büyük panzehrin tevazu olduğunu vurgulayarak, ilim yolcusuna ebedi bir ders verir.
• “Akla mağrûr olma Eflâtûn-ı vakt olsan eğer”: “Mağrur olmak”, gururlanmak, kibirlenmek demektir. “Eflâtun-ı vakt” ise “zamanın Eflatun’u (Platon’u)” yani çağının en akıllı, en bilgili, en büyük filozofu anlamına gelen bir ifadedir. Nef’î, muhatabına en üst perdeden seslenir: “Değil sıradan bir bilgili, çağının Platon’u bile olsan, aklına ve bilgine asla güvenip kibirlenme.” Bu, bilginin getirebileceği en büyük tehlikelerden biri olan entelektüel kibre karşı yapılmış net bir uyarıdır.
• “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol”: İlk mısradaki uyarıdan sonra, ikinci mısrada yapılması gerekeni öğütler. “Edîb-i kâmil”, sadece çok bilen değil, aynı zamanda bildiğiyle amel eden, ilmini edeple, ahlakla ve bilgelikle taçlandırmış, “kâmil insan” mertebesine ulaşmış kişi demektir. “Tıfl-ı mekteb” ise okul çocuğu, yeni öğrenmeye başlamış öğrenci anlamındadır. Nef’î, “Ne kadar bilirsen bil, kendisinden hem ilim hem de edep öğrenebileceğin kâmil bir insanla karşılaştığında, bütün bildiklerini bir kenara bırak ve onun karşısında her şeyi yeniden öğrenmeye hevesli bir okul çocuğu gibi mütevazı ol” der. Gerçek öğrenme, bu alçakgönüllülükle başlar.
Makale: Bilginin Kibri ve Kâmil İnsanın Önünde Çocuk Olmak
İlim, çift ağızlı bir kılıç gibidir. İnsanı yüceltebileceği gibi, kibrin ve cehaletin en derin çukuruna da itebilir. Bilginin en büyük imtihanı, onunla birlikte gelen gurur ve kendini beğenme tehlikesidir. Divan şiirinin en güçlü ve mağrur seslerinden biri olan Nef’î’nin kaleminden çıkan bu beyit, tam da bu tehlikeye işaret ederken, hakiki bilgeliğe giden yolun anahtarını da sunar: Tevazu.
Nef’î’nin “Eflâtun-ı vakt” yani “zamanın Platon’u” benzetmesi son derece manidardır. Platon, Batı felsefesinin temel taşı, aklın ve rasyonel düşüncenin zirve isimlerinden biridir. Şair, aklın ve teorik bilginin ulaşılabileceği en son noktayı temsil eden bu isim üzerinden konuşarak, mesajının evrenselliğini pekiştirir. Demek ister ki, problem bilginin azlığı veya çokluğu değildir; problem, bilginin sahibinde oluşturduğu sahte ilahlık hissidir. Aklına mağrur olan kişi, yeni bir şey öğrenmeye kapılarını kapatmış demektir. Kendi aklını ve bilgisini mutlak doğru kabul ettiği anda, aslında cehaletinin en katısını yaşamaya başlar. Sokrates’in meşhur “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir” sözü, bu kibrin tam zıddı olan bilgece bir duruşun ifadesidir.
Bu kibrin ilacı ise, Nef’î’nin ikinci mısrada sunduğu reçetedir: “Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-ı mekteb ol.” Burada anahtar kavram “edîb-i kâmil”dir. Bu, sadece ansiklopedik bilgiye sahip bir entelektüel değildir. O, ilmi irfanla, bilgiyi ahlakla, aklı kalple birleştirmiş, olgun ve bilge bir şahsiyettir. İlim, onun için bir gurur vesilesi değil, bir hizmet aracı ve bir hayranlık kapısıdır. İşte böyle bir zatın karşısında, zamanın Platon’u dahi olsan, yapılması gereken tek şey “okul çocuğu” olmaktır. Bir çocuğun merakıyla sormak, bir çocuğun alçakgönüllülüğüyle dinlemek ve bir çocuğun saflığıyla öğrenmeye açık olmak… Çünkü bilgi kitaplardan öğrenilir, ama irfan ve edep ancak kâmil bir insanın sohbetinde, halinde ve duruşunda tecrübe edilir.
İronik olan, bu beytin sahibinin, hayatı boyunca mağrur ve sivri dilli olmasıyla tanınan Nef’î olmasıdır. Bu durum, beytin değerini azaltmaz, aksine artırır. Belki de Nef’î, kendi iç mücadelesini, kendi nefsine karşı verdiği bu öğüdü mısralara dökerek ölümsüzleştirmiştir. Bu, onun da kâmil insanın karşısında bir “tıfl-ı mekteb” olma arzusunun bir ifadesi olabilir. Sonuç olarak bu beyit bize şunu öğretir: İlim yolculuğu, bilmekle değil, “bilmediğini bilmekle” ve öğrenme arzusunu bir çocuğun heyecanıyla daima diri tutmakla mümkündür. En büyük âlim, en çok bilen değil, öğrenmeye en açık olandır.
Özet
Nef’î, bu beytinde, bilginin getirebileceği kibre karşı insanı uyarır. Bir kişi, zamanın en büyük filozofu olan Eflatun kadar bilgili ve akıllı olsa bile, bu durumla asla gururlanmamalıdır. Aksine, ilmini edeple bütünleştirmiş kâmil ve olgun bir insanla karşılaştığında, tüm bildiklerini unutup onun önünde yeni öğrenen bir okul çocuğu gibi mütevazı ve öğrenmeye açık olmalıdır. Gerçek bilgelik, tevazu ile başlar.

5. Hâtemî ve Hedefe Ulaşmanın Sırrı
İktibas
Osmanlıca Metin:
ایريشير منزل مقصودينه آهسته كيدن
تیز رفتار اولانك پاینه دامن طولاشير
Latin Harfleriyle:
Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilâtün Fe‘ilün
Erişir menzil-i maksûduna âheste giden
Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır
Hâtemî
Açıklama:
Amaçladığı hedefe yavaş ve temkinli bir şekilde giden insan ulaşır.
Hızlı giden kişinin ayağına eteği dolaşır.
Beyitin İzah ve Açıklaması
Şair Hâtemî, bu hikmet dolu beytinde, hayatta başarıya ulaşmanın en temel prensiplerinden birini, sabır ve temkinin aceleciliğe üstünlüğünü, somut ve akılda kalıcı bir imajla dile getirir.
• “Erişir menzil-i maksûduna âheste giden”: “Menzil-i maksûd”, ulaşılmak istenen yer, amaçlanan hedef, gaye demektir. “Âheste” ise yavaş, acele etmeden, sakin ve temkinli bir şekilde anlamına gelir. Şair, hedefe varmanın sırrının hızda değil, sükûnette ve sabırda olduğunu belirtir. Yavaş ama istikrarlı adımlarla ilerleyen kişi, eninde sonunda arzuladığı hedefe ulaşacaktır. Bu mısra, “Ağır giden yol alır” atasözünün şiirsel bir ifadesidir.
• “Tîz-reftâr olanın pâyine dâmen dolaşır”: “Tîz-reftâr”, hızlı giden, aceleci davranan demektir. “Pây” ayak, “dâmen” ise etek anlamına gelir. “Ayağına eteği dolaşmak”, günümüzde de kullandığımız bir deyimdir ve aceleyle hareket ederken kişinin kendi kendine engel olması, telaştan dolayı hata yapması, işleri karıştırması demektir. Şair, acele edenin durumunu, koşarken kendi eteğine takılıp düşen bir insana benzetir. Hız, beraberinde dikkatsizliği, plansızlığı ve hataları getirir. Bu hatalar da kişinin ilerlemesine engel olur ve hatta onu başladığı noktadan daha geriye götürebilir.
Makale: Kaplumbağanın Bilgeliği: Sabırla Gidilen Yolun Zaferi
Modern dünya, bize sürekli olarak hızı dayatır: daha hızlı internet, daha hızlı yemek, daha hızlı sonuçlar. Bu hız kültü, başarının da ancak acele ve hırslı bir koşuyla elde edilebileceği yanılmasını beraberinde getirir. Oysa kadim bilgelik, bize tam tersini fısıldar. Şair Hâtemî’nin asırlar öncesinden gelen bu beyti, hedefe ulaşmanın sırrının süratte değil, sabır ve sebattaki istikrardadır olduğunu hatırlatır. Bu, meşhur fabldaki tavşanın hırsına karşı kaplumbağanın bilgeliğinin bir zaferidir.
“Âheste giden”, yani yavaş ve temkinli ilerleyen kişi, yol üzerindeki engelleri daha net görür. Adımını nereye atacağını hesaplar, enerjisini doğru kullanır ve en önemlisi, yolculuğun kendisinden de dersler çıkarır. Sabır, bir zayıflık veya yavaşlık değil, aksine bir strateji ve güç göstergesidir. Büyük imparatorluklar bir günde kurulmamış, büyük sanat eserleri bir anda ortaya çıkmamış, büyük keşifler bir anlık ilhamla yapılmamıştır. Hepsinin arkasında sabırla ve istikrarla atılan, “âheste” adımlar vardır. Menzile varmayı garantileyen şey, adımların büyüklüğü değil, sürekliliğidir. Damlaya damlaya göl olması gibi, sabırla atılan her adım, hedefe doğru atılmış sağlam bir temeldir.
Buna karşın, “tîz-reftâr olan”, yani aceleci davranan kişi, genellikle büyük bir hırs ve panik içindedir. Gözü menzilden başka bir şey görmediği için, ayağının altındaki çukurları, yolun üzerindeki tehlikeleri fark etmez. Nefes nefese yaptığı bu koşu, onu yorar, dikkatini dağıtır ve en nihayetinde kendi kendine engel olmasına yol açar. “Ayağına eteğinin dolaşması” imgesi, bu durumu mükemmel bir şekilde özetler. Kişinin en büyük engeli, dış faktörler değil, kendi aceleciliği ve telaşıdır. Hızla verilen kararlar, eksik yapılan planlar, gözden kaçırılan detaylar, eninde sonunda kişinin ayağına takılır ve onu tökezletir. Tarih, aceleyle girilen savaşlarda kaybeden komutanların, hızlı zengin olma hayaliyle iflas eden tüccarların ve plansızca başlanıp yarım kalan projelerin ibretlik hikâyeleriyle doludur.
Hâtemî’nin bu dersi, hayatın her alanı için geçerlidir. Bir öğrencinin ilim tahsilinden bir zanaatkârın eserini ortaya çıkarmasına, bir projenin yönetiminden kişisel gelişime kadar her süreçte, başarıya giden yol sabır, metanet ve istikrarlı bir çabadan geçer. Hızlı olmak yerine doğru adımlar atmak, bir an önce bitirmek yerine sağlam bir temel kurmak, hedefe giden en emin yoldur. Unutmamak gerekir ki, en hızlı koşan tavşan uyuya kalabilir, ama yavaş ve istikrarlı adımlarla yürüyen kaplumbağa, mutlaka varış çizgisine ulaşır.
Özet
Hâtemî’ye göre, hayattaki hedeflere ulaşmanın yolu acelecilikten değil, sabır ve temkinden geçer. Yavaş ama istikrarlı bir şekilde ilerleyen kişi, eninde sonunda amacına ulaşır. Buna karşılık, acele eden ve hızlı davranan kişi ise telaşı yüzünden hatalar yapar ve kendi kendine engel olur; tıpkı koşarken ayağına eteği takılıp düşen bir insan gibi. Başarının anahtarı hız değil, sabırlı bir seyahattir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 55 –

BERCESTE VE İZAHI – 55 –

1. Necâtî Bey ve Dünyanın Faniliği Üzerine Bir Tefekkür
İktibas
Osmanlıca Metin:
بر دم ايكن دولت دنیایی هر دم صاندیلر
بو فنا کلزارينك عيشنی عالم صاندیلر
Latinize Metin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bir dem iken devlet-i dünyâyı her dem sandılar
Bu fenâ gülzârının ayşını âlem sandılar
Şair: Necâtî Bey
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Bir nefeslik olduğu halde dünya mülkünü sürüp gider sandılar. Bu ölümlü bahçede yiyip içip eğlenmekle âlem ediyoruz sandılar.
Makale: Bir Nefeslik Saltanat ve Ebedi Zannedilen Fani Bahçe
Divan edebiyatı, insan ruhunun en temel meselelerine eğilen bir hikmet pınarıdır. Varlık, yokluk, sevgi ve ölüm gibi evrensel temalar, usta şairlerin dilinde birer inci tanesi gibi işlenir. 15. yüzyılın büyük şairlerinden Necâtî Bey’in bu beyiti de, insanın en büyük yanılgılarından birini, faniliği unutup geçici olanı ebedi sanma gafletini yüzümüze bir ayna gibi tutar.
Beyitin ilk mısrası, “Bir dem iken devlet-i dünyâyı her dem sandılar,” zaman ve varlık anlayışımızdaki köklü bir yanılmayı ifade eder. “Dem,” Farsçada “nefes” ve “an” demektir. “Devlet-i dünya” ise dünya saltanatı, zenginliği ve iktidarı gibi geçici tüm nimetleri kapsar. Şair, insanoğlunun bir anlık, bir nefeslik olan bu dünya saadetini, “her dem,” yani daimi ve ebedi zannettiğini söyler. Bu, rüzgârın bir anlığına getirdiği bir bahar kokusunu, hiç bitmeyecek bir mevsim sanmak gibi bir aldanıştır. Tarih, nice imparatorların, nice zenginlerin bir nefeslik saltanatlarının nasıl son bulduğunun sayısız örneğiyle doludur. Oysa insan, elindeki güce ve nimete öylesine kapılır ki, onun bir “emanet” ve “geçici bir durak” olduğunu unutur. Bu mısra, aslında modern insanın “anlık haz” peşinde koşarken geleceği ve ebediyeti unutmasının da bir tenkitidir.
İkinci mısra, bu fikri daha da derinleştiren güçlü bir metaforla karşımıza çıkar: “Bu fenâ gülzârının ayşını âlem sandılar.” Dünya, “fenâ gülzârı” yani “yokluk” ve “ölüm” bahçesi olarak tasvir edilir. “Gülzâr” (gül bahçesi) kelimesi, dünyanın aldatıcı güzelliğine, cazibesine bir işarettir. Evet, bu bahçe renklidir, kokuludur, cezp edicidir; fakat özünde “fani”dir, solmaya ve yok olmaya mahkumdur. İnsanlar ise bu ölümlü bahçedeki “ayş,” yani yiyip içme, eğlenme ve keyif sürmeyi “âlem etmek,” yani gerçek hayatın kendisi sanırlar. Necâtî, bu bahçenin güllerine aldanıp, bahçenin bir sonu olduğunu unutanları, adeta bir uyarı ateşiyle ikaz eder. Onlar, bahçenin güzelliğine dalmış, bahçıvanın bir gün kapıyı kapatacağını ve her şeyin solacağını hesaba katmayan gafillerdir.
Bu beyit, bize yalnızca bir ölüm hatırlatması yapmaz; aynı zamanda bir “değer” sorgulaması sunar. Değerli olan nedir? Bir nefeslik saltanat mı, yoksa o nefesi verenin rızası mı? Solacak olan gül bahçesindeki bir anlık keyif mi, yoksa o bahçeyi var eden sanatkarı tanımak ve ebedi bir bahçeye talip olmak mı? Necâtî Bey, kelimelerin kudretiyle bize, dünyanın geçici bir sahne, bizlerin ise bu sahnede rolünü oynayıp çekilecek birer yolcu olduğumuzu fısıldar. Asıl “âlem,” bu fani bahçenin ötesindedir ve bu bahçedeki eğlence, o “âlem”i kazanmak için bir araç olmadıkça, en büyük aldanıştan başka bir şey değildir.
Özet
Necâtî Bey, bu beyitinde insanoğlunun, sadece bir an süren dünya nimetlerini ve iktidarını ebedi sanma yanılgısını eleştirir. Dünyayı, güzelliğiyle insanı aldatan ancak özünde fani olan bir “yokluk gül bahçesine” benzeten şair, bu geçici bahçedeki eğlenceyi hayatın gayesi sanmanın büyük bir gaflet olduğunu vurgular ve insanın dikkatini geçici olandan ebedi olana çevirmesi gerektiğini hikmetli bir dille ifade eder.

2. Fenni ve Yalan Dünyanın Açık Hatası
İktibas
Osmanlıca Metin:
كوزم نوری یالان دنیاده امکان بقا يوقدر
یالان دنیایه آلدانمق قدر واضح خطا يوقدر
Latinize Metin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Gözüm nûru yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur
Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur
Şair: Fenni
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Ey gözümün nuru! Bu yalan dünyada ölümsüzlük yok. Herkes bir gün ölecek. Ondan dolayı bu yalan dünyaya aldanmak kadar bariz bir hata yoktur.
Makale: En Açık Hata: Yalan Dünyaya Aldanmak
Hikmetli şiir geleneği, yani “hikemî tarz,” okuyucuya doğrudan öğüt veren, hayatın gerçeklerini yalın ama etkili bir dille anlatan bir üsluptur. Fenni’ye ait olan bu beyit, tam da bu geleneğin bir şaheseridir. Şair, bir filozofun derinliğini ve bir babanın şefkatini birleştirerek, insanoğlunun en temel ve en açık hatasını gözler önüne serer.
Beyit, “Gözüm nûru” nidasıyla başlar. Bu hitap, son derece samimi, şefkatli ve içtendir. Şair, karşısındakine (ki bu okuyucunun ta kendisidir) en değerli varlığıymış gibi seslenir. Bu, söylenecek sözün ne kadar önemli ve hayati olduğunun bir işaretidir. Öğüt, kuru bir nasihat değil, sevgiyle yoğrulmuş bir ikazdır. Bu şefkatli girişin ardından gelen hakikat ise keskindir: “yalan dünyâda imkân-ı bekâ yokdur.” “Bekâ,” kalıcılık, ebedilik demektir. Şair, bu dünyanın özünün “yalan,” yani aldatıcı, sahte ve geçici olduğunu ve burada kalıcılığın bir “imkânının” dahi bulunmadığını net bir şekilde ifade eder. Bu, bir ihtimal meselesi değil, mutlak bir kuraldır. Hiç kimse ve hiçbir şey bu kuralın istisnası değildir.
Bu sarsılmaz tespitten sonra şair, mantıksal sonucunu ikinci mısrada bir hüküm olarak ortaya koyar: “Yalan dünyâya aldanmak kadar vâzıh hatâ yokdur.” “Vâzıh,” açık, net, aşikâr demektir. Mademki dünyanın “yalan” olduğu ve içinde “ebedilik imkânı” bulunmadığı bu kadar nettir, o hâlde bu dünyaya aldanmak, ona bel bağlamak, onun gelip geçici zevklerini hayatın amacı sanmak da hataların en açığı, en barizidir. Şaire göre, bu dünyaya kanmak için kör olmak gerekir. Çünkü var olan her şey, her an bize kendi faniliğini ve dünyanın geçiciliğini haykırmaktadır: Doğan güneşin batması, açan çiçeğin solması, gençliğin yaşlılığa dönmesi ve her gün şahit olduğumuz ölümler… Bütün bunlar, dünyanın bir “yalan” olduğunu ispatlayan delillerdir. Bu kadar açık bir gerçeği görmezden gelmek, bir “hata”dan da öte, bir akıl tutulmasıdır.
Fenni’nin bu beyiti, karmaşık felsefi labirentlere girmeden, hayatın en temel hakikatini iki mısraya sığdırır. O, bize dünyanın zevklerinden tamamen el etek çekmemizi söylemez. Ancak bu zevklere “aldanmamamız” gerektiğini, yani onları hayatın nihai gayesi yapmamamız gerektiğini vurgular. Dünya, bir köprüdür; üzerinde ev kurulmaz, sadece geçilir. Bu köprünün süsüne püsüne aldanıp köprünün sonunda bir varış noktası olduğunu unutan yolcu, “en açık hatayı” yapmış demektir. Fenni’nin “gözüm nuru” diye başlayan bu şefkatli uyarısı, asırlar sonra bile kulaklarımızda çınlamakta ve bize en temel sorumluluğumuzu hatırlatmaktadır: Aldanmamak.
Özet
Fenni, bu öğüt verici beyitinde okuyucuya “gözümün nuru” diyerek şefkatle seslenir. Bu dünyanın gelip geçici, aldatıcı bir “yalan” olduğunu ve burada ebedi kalma imkânının kesinlikle bulunmadığını belirtir. Bu temel gerçekten hareketle, bu kadar açık bir hakikate rağmen yalan dünyaya aldanmanın, yapılabilecek en bariz, en net ve en büyük hata olduğunu vurgular.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 54 –

BERCESTE VE İZAHI – 54 –

1. : Lâedrî’den Dünya Ehlinin Sekiz Belası
İktibas
Osmanlıca Metin:
بو سكز شيدر بلای اهل دنيا بيل يقين
حرص و شهوت فخر و زينت لعب و غفلت كبر و كين
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bu sekiz şeydir belâ-yı ehl-i dünyâ bil yakîn
Hırs u şehvet fahr u zînet lu’b u gaflet kibr ü kîn
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Kesin olarak bil ki şu sekiz şey dünya nimetlerine düşkün, ahireti düşünmeyen insanlar için belâdır: Hırs, şehvet, gurur, süse düşkünlük, dünya denen oyuna aldanma, gaflet, kibir ve kin.
İzah ve Makale: Kalbi Kemiren Sekiz Dert
“Bilinmeyen” anlamına gelen “Lâedrî” mahlasıyla anılan şair, insan ruhunu ebedî saadetten alıkoyan ve onu dünya zindanına mahkûm eden sekiz temel zaafı bir beyitte toplayarak önümüze bir ayna tutar. Bu beyit, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir ahlak manifestosu, bir nefs muhasebesi davetidir. Şair, “Kesin olarak bil ki” diyerek sözüne şüpheye yer bırakmayan bir kesinlikle başlar ve muhatabını derin bir tefekküre çağırır.
Bu sekiz bela, bir zincirin halkaları gibi birbirine bağlıdır ve biri diğerini tetikler.
• Hırs ve Şehvet: Bunlar, nefsin en temel ve en doymak bilmez iki arzusudur. Hırs, “daha fazlası” için yanıp tutuşmaktır; malda, makamda, şöhrette sınır tanımamaktır. Tarih, hırsı yüzünden imparatorlukları ateşe atan, ailesini ve dostlarını hiçe sayan nice hükümdarın ibretlik hikayesiyle doludur. Şehvet ise bedensel ve anlık hazların peşinde koşarak ruhun ulviyetini unutmaktır. Bu ikisi, insanı maddeye esir eder, maneviyattan uzaklaştırır ve kalbin gözünü kör eder.
• Fahr ve Zînet: Hırs ve şehvetle elde edilen dünyalıkları başkalarına karşı bir üstünlük vesilesi kılma hastalığıdır. “Fahr”, yani övünme ve gurur, kişinin sahip olduklarıyla kendini diğerlerinden üstün görmesidir. “Zînet” ise süse, gösterişe olan aşırı düşkünlüktür. Günümüzün tüketim kültürü ve sosyal medya teşhirciliği, bu iki belanın modern zamanlardaki en bariz yansımalarıdır. İnsanlar, giydikleri elbiselerle, bindikleri arabalarla, oturdukları evlerle bir kimlik inşa etmeye çalışır; oysa gerçek kimlik, maddi süslerde değil, ruhun erdemlerinde gizlidir.
• Lu’b ve Gaflet: “Lu’b”, oyun ve eğlence demektir. Dünya hayatı, elbette ki meşru eğlencelere sahne olabilir. Ancak şairin işaret ettiği “oyun”, hayatın asıl gayesini unutturan, insanı oyalayan, gelip geçici meşgalelerdir. Bu oyunlara dalan insan, “gaflet” uykusuna dalar. Gaflet, en tehlikeli belalardan biridir; çünkü insan, bir imtihanda olduğunu, her anının hesabını vereceğini ve bu dünyanın bir konaklama yerinden ibaret olduğunu unutur. Gaflet içindeki bir kalp, hakikate karşı perdelenmiştir.
• Kibir ve Kin: Bu son iki bela, kalbin en karanlık hastalıklarıdır. Kibir, kendini beğenmişlik ve büyüklenmedir. Şeytan’ı Allah’ın rahmetinden uzaklaştıran da bu kibirdi. Kibirli insan, ne kendi kusurunu görür ne de başkasının meziyetini takdir eder. Kin ise, öfkenin ve nefretin kalpte kök salmasıdır. Affetmeyi bilmeyen, sürekli bir intikam ateşiyle yanan bir kalp, asla huzur bulamaz. Kin, sahibini içten içe tüketen bir zehirdir.
Lâedrî, bu sekiz kavramla aslında “ehl-i dünya” olmanın, yani kalbini ve aklını sadece bu geçici âleme bağlamanın acı reçetesini sunmaktadır. Bu belalardan kurtulmanın yolu ise, bu zinciri kırmaktan geçer. Hırsın yerine kanaati, şehvetin yerine iffeti, gururun yerine tevazuyu, süsün yerine sadeliği, oyunun yerine tefekkürü, gafletin yerine zikri, kibrin yerine haddini bilmeyi ve kinin yerine merhameti koyabilen insan, dünya hapishanesinden kurtulup ruhunun özgürlüğüne kavuşur.
Özet
Lâedrî’nin beyti, dünyaya aşırı bağlanan insanlar için birer bela olan sekiz temel ahlaki zaafı (hırs, şehvet, gurur, süs düşkünlüğü, oyun, gaflet, kibir, kin) sıralar. Bu zaaflar, insanı manevi yolculuğundan alıkoyan, kalbini karartan ve onu geçici olana esir eden tehlikelerdir. Beyit, bu ruhsal hastalıklara karşı bir uyarı niteliği taşıyarak insanı öz denetime ve ahlaki arınmaya davet eder.

2. Resim: Nergisî’den Kusur Arayan Bakış
İktibas
Osmanlıca Metin:
بدره دكل نگاهی جهانك هلاله در
نقصانه‌در نظرلری صانما كماله در
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bedre değil nigâhı cihânın hilâledir
Noksânâdır nazarları sanma kemâledir
Nergisî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Bu dünyadaki insanlar aya değil hilâle bakarlar. Sen zannetme ki güzelliklere bakacaklar, onlar sürekli kusurlara bakarlar.
İzah ve Makale: Hilâli Gören Göz, Bedri Görmeyen Kalp
Nesir ustalarından Nergisî, bu beytinde insan psikolojisinin derinliklerine inerek, toplumsal bir eleştiri sunar. O, dünyanın ve insanların bakış açısının, mükemmeli ve bütünü takdir etmek yerine, eksiği ve kusuru arama üzerine kurulu olduğunu çarpıcı bir metaforla ifade eder: Gözler, gökyüzünde parlayan dolunaya (bedr) değil, onun henüz tamamlanmamış, eksik hali olan hilâle çevrilmiştir.
Bu beyit, insan ilişkilerinden sanat eleştirisine, toplumsal yargılardan kişisel tatminsizliğe kadar geniş bir alana ışık tutar. İnsanların nazarının, yani bakışının, “kemâle” yani olgunluğa ve mükemmelliğe değil, “noksana” yani eksikliğe odaklı olduğunu söyler. Bu, insanın doğasındaki yıkıcı bir eğilimin şiirsel ifadesidir. Bir çiçeğin güzelliği yerine yaprağındaki küçücük bir deliğe, bir insanın sayısız iyiliği yerine yaptığı tek bir hataya, muazzam bir sanat eserindeki minicik bir kusura odaklanmak, “hilâle bakma” halidir.
Tarih boyunca büyük alimler, sanatkârlar ve liderler, bu noksan arayıcı bakışların hedefi olmuşlardır. Onların ortaya koyduğu devasa eserler ve getirdiği yenilikler, çoğu zaman küçük kusurları öne çıkaranlar tarafından gölgelenmeye çalışılmıştır. Çünkü kemâli takdir etmek bir erdem ve bir vizyon gerektirirken, noksanı bulup eleştirmek daha kolay ve nefse daha hoş gelen bir eylemdir. Kusur bulmak, eleştiren kişiye sahte bir üstünlük hissi verir; sanki o, bu kusuru görerek tenkit ettiği şeyden daha yetkin bir konumdaymış gibi bir yanılma oluşturur.
Bu durumun arkasında yatan psikolojik nedenler arasında kıskançlık, yetersizlik hissi ve kendini ispat etme çabası bulunur. Başkasının dolunay gibi parlayan başarısı, kendi eksikliklerini hatırlattığı için rahatsız edici olabilir. Bu rahatsızlıktan kurtulmanın en kolay yolu ise o dolunayda bir leke, bir eksiklik bularak onu bir hilâl mesabesine indirmektir.
Nergisî’nin bu beyti, bize aynı zamanda bir öz eleştiri yapma imkânı sunar: Biz nereye bakıyoruz? Hayatımızdaki insanlara, olaylara, kendi benliğimize bakarken dolunayı mı görüyoruz, yoksa sürekli hilâli mi arıyoruz? Eşimizin, dostumuzun, evladımızın onlarca güzel hasletini bir kenara bırakıp tek bir kusuruna mı takılıyoruz? Hayatın bize sunduğu nimetlerin bütününü görmezden gelip, sahip olamadığımız küçücük bir şeye mi odaklanıyoruz?
Bu kusur arayıcı bakıştan kurtulmanın yolu, “hüsn-ü zan” yani güzel düşünme ve güzel görme melekesini geliştirmektir. Arının çiçeğe, sineğin ise çöpe konması gibi, bakışlarımız da karakterimizi yansıtır. Kemâle, yani bütüne ve güzelliğe odaklanan bir nazar, hem sahibini huzurlu kılar hem de çevresine pozitif bir enerji yayar. Noksana odaklanan bir nazar ise, hem bakanı karamsarlığa sürükler hem de baktığı yerdeki güzelliği zehirler.
Özet
Nergisî, bu beytinde insanların genel eğiliminin, mükemmelliği ve bütünü (dolunay) takdir etmek yerine, eksikliği ve kusuru (hilâl) aramak olduğunu ifade eder. İnsanların bakışlarının olgunluğa değil, noksanlığa odaklı olduğunu belirterek, tenkit ve yıkıcı insan doğasını eleştirir. Bu beyit, başkalarını ve hayatı yargılarken güzellikleri ve erdemleri görmeye, kusurlara takılıp kalmamaya yönelik derin bir tavsiye verir.

3. : Lâedrî’den Hak Kapısı ve Dünya Makamları
İktibas
Osmanlıca Metin:
باب حق مفتوح ايكن هر لحظه اهل حاجته
التجأ لایق میدر مغرور جاه و دولته
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Bâb-ı Hak meftûh iken her lahza ehl-i hācete
İlticâ lâyık mıdır mağrûr-ı câh-ı devlete
Lâedrî
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Hakk’ın kapısı isteği olan herkese her an açıkken, elde ettiği makamdan dolayı gururlanan insanlara sığınmaya hiç gerek var mı?
İzah ve Makale: Gerçek Sığınak ve Gölgelerin Saltanatı
Lâedrî, bu derinlikli beytinde, insanın en temel arayışlarından biri olan “sığınma” ve “yardım dileme” eylemini masaya yatırır. İki kapıyı karşı karşıya koyar: Biri, her an, herkese şartsız bir şekilde açık olan “Bâb-ı Hak” yani Hakk’ın kapısıdır. Diğeri ise makam ve servetle gururlanmış, fani insanların geçici ve minnet dolu kapısıdır. Şair, bu karşılaştırma üzerinden retorik bir soru sorarak, akıl ve kalp sahibi her insanı en doğru adrese yönlendirir: Ebedi ve sonsuz güç sahibi olanın kapısı varken, geçici ve aciz olanlara sığınmak layık mıdır?
“Bâb-ı Hak meftûh iken…” ifadesi, ilahi rahmetin ve yardımın kesintisizliğini vurgular. Bu kapıda randevuya, aracıya, rüşvete veya belirli bir liyakate gerek yoktur. “Ehl-i hācet” olan, yani ihtiyacını hisseden herkes için “her lahza” açıktır. Bu, yaratıcının kuluna olan yakınlığının ve cömertliğinin en muhteşem ifadesidir. Dua, tövbe ve niyaz için zaman ve mekân sınırı yoktur.
Diğer yanda ise “mağrûr-ı câh-ı devlete” yani makam ve devletin gururuna kapılmış insanlar vardır. Onların kapıları, eğer açıksa bile, şartlara bağlıdır. Kendi çıkarları, ruh halleri, size olan bakışları kapının açılıp açılmayacağını belirler. Oradan alınacak bir yardım, çoğu zaman bir minnet yüküyle birlikte gelir. Makam sahipleri, bugün var yarın yok olan bir güce sahiptirler. Onların gücü, bir üst makamın iki dudağı arasındadır veya gelip geçici dünya şartlarına bağlıdır. Tarihteki nice vezir, padişah ve sultan, bir gün zirvedeyken ertesi gün gözden düşmüş, sığındıkları kapılar yüzlerine kapanmıştır. İşte bu yüzden onlara sığınmak, temelini kuma atmış bir binaya yaslanmak gibidir; her an yıkılma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Şairin sorusu, aslında bir haysiyet ve onur dersidir. İnsanın şerefi, kendisi gibi aciz olanın önünde eğilmekle değil, kendisini yaratan sonsuz kudret sahibine yönelmekle korunur. Başkasına el açmanın getireceği psikolojik yük ve eziklik yerine, Hakk’a yönelmenin getirdiği izzet ve özgüven, ruhu besleyen asıl gıdadır.
Bu beyit, sadece dini bir nasihat değil, aynı zamanda güçlü bir karakter ve öz saygı manifestosudur. İnsanın hayattaki zorluklar karşısında ilk çalması gereken kapının kendi içindeki manevi güç ve bu gücün kaynağı olan ilahi makam olduğunu hatırlatır. Başkalarından medet ummak, insanın kendi potansiyelini ve en büyük dayanağını unutmasıdır. Makam ve mevki sahiplerine bel bağlayanlar, eninde sonunda hayal kırıklığına uğramaya mahkûmdur. Çünkü gölgeler, güneş çekildiğinde kaybolur. Gerçek ve kalıcı olan ise, her zaman var olan ve her kapı kapandığında bile açık kalan tek kapıdır.
Özet
Lâedrî, bu beytinde, ihtiyacı olan herkes için Allah’ın kapısının her an açık olduğunu vurgular. Bu sonsuz ve koşulsuz sığınak varken, geçici makam ve servetleriyle gururlanan, fani insanlara sığınmanın ve onlardan medet ummanın anlamsızlığını ve insanın onuruna yakışmadığını sorgular. Beyit, gerçek güç kaynağına yönelmenin ve fani varlıklara bel bağlamaktan kaçınmanın önemini anlatan bir hikmet dersidir.

4. : Hz. Mevlânâ’dan Zamanı Aşmak
İktibas
Farsça Metin:
روزها گر رفت گو رو باک نیست
تو بمان ای آنکه چون تو پاک نیست
Aruz Kalıbı:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Rûzhâ ger reft gû rov bâk nist
To be-mân ey ân ki çon to pâk nist
Hz. Mevlânâ
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Günler geçip gitti ise varsın geçsin. Gam yeme, onlara de ki “Geçin, gidin.” Sizin gidişinizden bizim korkumuz yoktur. Ey mübarek ve temiz dost, sen kal, sen var ol! (Mübarek ve temiz dost ifadesini bazı şarihler insan-ı kâmil bazıları da Cenab-ı Hak şeklinde yorumlamışlardır.)
İzah ve Makale: Geçen Günlere Değil, Kalan Öze Bakmak
Hz. Mevlânâ, bu ölümsüz beytinde, zaman, varlık ve benlik üzerine derin bir tefekküre kapı aralar. İnsanoğlunun en büyük endişelerinden biri olan zamanın akıp gitmesi, ömrün tükenmesi korkusunu ele alır ve ona bambaşka bir perspektiften bakar. O, “Günler geçip gittiyse, varsın gitsin, korku yok!” diyerek, fani olanla baki olan arasındaki temel ayrımı ortaya koyar.
“Günler” (rûzhâ), gelip geçici olan her şeyi temsil eder: Takvim yaprakları, yaşlanan beden, kaybedilen fırsatlar, değişen dünya… Bunlar, zaman nehrinde akıp giden ve bir daha geri gelmeyecek olanlardır. Modern insan, bu akış karşısında sürekli bir anksiyete ve kaygı içindedir. Geçmişin pişmanlıkları ve geleceğin belirsizlikleri arasında sıkışıp kalır. Hz. Mevlânâ ise bu endişeyi bir kenara bırakmamızı öğütler. Çünkü asıl önemli olan, giden günler değil, o günlerin içinde var olan ve zamandan münezzeh olan özdür.
Beytin ikinci mısrası, bu özü işaret eder: “Sen kal, ey eşi benzeri olmayan saf ve temiz varlık!” Buradaki “sen” kimdir? İşte bu sorunun cevabı, beytin kilit noktasıdır. Şerhlerde de belirtildiği gibi, bu “sen” iki temel anlama gelebilir:
• İnsan-ı Kâmil veya Gerçek Dost: Bu yoruma göre “sen”, mürşidi, yol göstericiyi, Allah’ı hatırlatan gerçek bir dostu ifade eder. Zaman, olaylar, insanlar gelip geçse de, hakiki bir dostun varlığı ve onun temsil ettiği değerler kalıcıdır. Onun sohbeti ve rehberliği, zamanın yıpratıcılığına karşı bir sığınaktır.
• Cenab-ı Hak veya İnsanın İlahi Özü (Ruh): Daha derin ve tasavvufi yorumda ise bu “sen”, doğrudan doğruya Allah’tır veya Allah’tan bir nefha taşıyan insanın ölümsüz ruhudur. Beden eskir, dünya değişir, günler tükenir, ancak ruh baki kalır. O, zamana ve mekâna sığmayan, “eşi benzeri olmayan pak” bir cevherdir. Bu durumda beyit, insana şu mesajı verir: “Ey insan! Sen, etten kemikten ibaret, zamanla çürüyen bir varlık değilsin. Senin içinde zamanın eskitemeyeceği, ölümsüz, saf bir öz var. Sen o öze tutun. Bırak günler geçsin, sen ‘kalıcı’ olana odaklan.”
Bu beyit, bize anı yaşamanın değil, “an”ın kendisi olmanın sırrını fısıldar. Geçmiş ve gelecek, zaman algısının ürünü olan illüzyonlardır. İnsanın içindeki ilahi öz ise her zaman “şimdi ve burada”dır. Bu öze ulaşan kişi için günlerin geçmesinin bir ehemmiyeti kalmaz. O, zaman okyanusunda bir o yana bir bu yana savrulan bir yaprak olmaktan çıkar, okyanusun kendisiyle bir olduğunu idrak eder.
Hz. Mevlânâ, bu sözüyle bizi, kimliğimizi ve değerimizi gelip geçici şeylerle (yaşımızla, malımızla, makamımızla) tanımlamaktan vazgeçip, kalıcı ve ebedi olan ruhani özümüzle tanımlamaya davet eder. Gidenlere üzülmek yerine, her daim bizimle olan o “pak dosta” yani özümüze sarılmamız gerektiğini hatırlatır.
Özet
Hz. Mevlânâ, bu beytinde zamanın akıp gidişinden ve ömrün tükenmesinden korkulmaması gerektiğini söyler. Geçici olan “günler” karşısında, kalıcı, saf ve eşsiz olan bir “sen”in (ilahi öz, ruh veya kâmil bir dost) varlığına dikkat çeker. Asıl önemli olanın, zamanla yok olan şeyler değil, zamandan etkilenmeyen bu ebedi öze tutunmak olduğunu vurgular. Beyit, fani olana takılıp kalmak yerine, baki olanla hemdem olmaya bir davettir.

5. : Şeyh Gâlib’den Peygamber Aşkının Zirvesi
İktibas
Osmanlıca Metin:
سلطان رسل شاه ممجدسن افندم
بیچارەلره دولت سرمدسن افندم
دیوان الهی‌ده سرآمدسن افندم
منشور لم امركڭە مؤبدسن افندم
سن احمد و محمود و محمدسن افندم
حقدن بزه سلطان مؤیدسن افندم
Aruz Kalıbı:
Mef’ûlü Mefâ’îlü Mefâ’îlü Fe’ûlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim
Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim
Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim
Menşûr-ı “le-amrük”e mü’ebbedsin efendim
Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim
Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim
Şeyh Gâlib
Modern Türkçeyle Açıklaması:
Ey Efendim! Sen peygamberlerin sultanı, yüceltilmiş, ululanmış bir şahsın.
Ey Efendim! Çaresiz kalmışlara ebedi bir devlet, baht, saadetsin.
Ey Efendim! İlahi divanda, hesap gününde önümüzdesin, önderimizsin.
Ey Efendim! Senin “Senin ömrüne yemin olsun!” ebedi hitabına mazhar olansın.
Ey Efendim! Sen hem Ahmed, hem Mahmud, hem de Muhammed’sin.
Ey Efendim! Sen, Hak tarafından gönderilmiş, kuvvetlendirilmiş ve doğrulanmış bir sultansın.
İzah ve Makale: Kelimelerin Secde Ettiği Sultan
Divan edebiyatının son büyük üstadı Şeyh Gâlib, bu muhteşem naatında Hz. Muhammed’e (s.a.v.) olan derin sevgisini, saygısını ve bağlılığını kelimelerin taşıyabileceği en estetik ve en güçlü ifadelerle dile getirir. Bu şiir, sadece bir övgü metni değil, aynı zamanda bir peygamber tasavvurunun, bir iman ikrarının ve bir şefaat niyazının sanatla yoğrulmuş halidir. Her mısra, Hz. Peygamber’in farklı bir vasfını, farklı bir makamını yücelterek O’nun İslam düşüncesindeki merkezî konumunu gözler önüne serer.
“Sultân-ı rusül şâh-ı mümeccedsin efendim”: Şeyh Gâlib, söze en yüksek mertebeden başlar. Hz. Peygamber, sadece bir peygamber değil, bütün peygamberlerin (“rusül”) sultanı, şereflendirilmiş ve yüceltilmiş (“mümecced”) bir şahıdır. Bu ifade, O’nun peygamberler zincirindeki son ve en kâmil halka olduğunu belirtir.
“Bî-çârelere devlet-i sermedsin efendim”: Peygamberin manevi ve ruhani otoritesi, onun merhametiyle birleşir. O, sadece bir lider değil, aynı zamanda kimsesizlerin, çaresizlerin sığınağıdır. Ama bu sığınak, geçici bir yardım değil, ebedi bir saadet ve tükenmez bir zenginliktir (“devlet-i sermed”). O’nun yoluna giren, iki cihanda da çaresiz kalmaz.
“Dîvân-ı ilâhîde ser-âmedsin efendim”: Bu mısra, ahiret gününe bir göndermedir. İlahi divan kurulduğunda, hesap gününde O, önde gelen (“ser-âmed”), lider ve şefaat makamının sahibi olandır. Ümmeti için bir kurtuluş ümidi, bir rehberdir.
“Menşûr-ı ‘le-amrük’e mü’ebbedsin efendim”: Burada Hicr Suresi’nin 72. ayetine telmih (hatırlatma) vardır. Ayette Allah, “Le-amruke innehum lefî sekratihim ya’mehûn” (Senin ömrüne andolsun ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalayıp duruyorlar) buyurur. Allah’ın, Peygamberi’nin hayatı üzerine yemin etmesi, O’na verilen değerin en büyük delilidir. Şeyh Gâlib, bu ilahi yeminin O’nun şanını ebedileştirdiğini (“müebbed”) söyler.
“Sen Ahmed ü Mahmûd u Muhammed’sin efendim”: Bu mısra, O’nun güzel isimlerinin bir zikridir. Ahmed (en çok hamd eden), Mahmud (en çok hamd edilen) ve Muhammed (tekrar tekrar övülmüş), O’nun ahlakının ve makamının farklı vechelerini yansıtır. Bu isimler, O’nun varlığının baştan sona bir “hamd” yani övgü ve şükür üzerine kurulu olduğunu gösterir.
“Hak’dan bize sultân-ı mü’eyyedsin efendim”: Son mısra, bütün bu vasıfların kaynağını belirtir. O’nun sultanlığı, kendi nefsinden veya insanlardan değil, doğrudan Hak’tan, yani Allah’tandır. O, Allah tarafından desteklenmiş, doğrulanmış ve kuvvetlendirilmiş (“mü’eyyed”) bir liderdir. Bu, O’nun davasının hak olduğunun ve gücünün ilahi olduğunun ilanıdır.
Şeyh Gâlib, “efendim” redifini her mısranın sonunda tekrarlayarak, derin bir saygı, teslimiyet ve alçakgönüllülük ifade eder. Bu şiir, bir aşığın maşukuna yazdığı en içten mektup gibidir. Kelimeler, Peygamber sevgisinin potasında eriyerek yeni bir mana kazanır. Bu naat, asırlardır inananların dilinde bir dua, kalbinde bir sevgi nişanesi olarak yaşamaya devam etmektedir.
Özet
Şeyh Gâlib, bu naatında Hz. Muhammed’in (s.a.v.) üstün vasıflarını büyük bir edebi maharetle över. O’nu; peygamberlerin sultanı, çaresizlerin ebedi sığınağı, ilahi divanın önderi, Allah’ın hayatı üzerine yemin ettiği müstesna bir şahsiyet ve Hak tarafından desteklenmiş bir lider olarak tanımlar. Her mısrada tekrarlanan “efendim” redifiyle derin bir saygı ve bağlılık sunan şiir, Peygamber sevgisinin Divan edebiyatındaki en parlak örneklerinden biridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 53 –

BERCESTE VE İZAHI – 53 –

Tüm beyitler, Türk-İslam medeniyetinin derinlikli düşünce ve hissiyat dünyasından süzülüp gelen hikmet incileridir. Her biri, insan hayatının farklı bir veçhesine ışık tutarak, günümüz insanına da yol gösteren evrensel mesajlar vermektedir.

1. : Kader, Tevekkül ve Gerçek Zenginlik Üzerine (Beliğ)
İktibas
Osmanlıca Metin:
بلميهن سر قضايى درگه پاشايه دوشر
قسمته قانع اولان درگه مولايه دوشر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer
Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer
Beliğ
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Kader sırrını bilmeyenler makam-mevki sahiplerinin kapısından ayrılmazlar. Oysa kendisine ezelde takdir edilmiş olan rızka kanaat edenler Allah’ın kapısından hiçbir zaman ayrılmazlar.
İzah ve Açıklama
Bu beyit, insanın hayattaki duruşunu ve yönelişini belirleyen temel bir ayrımı ortaya koyar: Kadere iman ve tevekkül ile dünyevi hırslar arasındaki fark. Şair Beliğ, kaderin sırrına, yani her şeyin Allah’ın takdiri ile gerçekleştiği gerçeğine vakıf olamayanların, rızıklarını ve geleceklerini makam ve mevki sahibi insanların (pâşâların) elinde gördüklerini söyler. Bu yüzden, onlara yaranmak, onların lütfuna nail olmak için kapılarında bekler, onlardan medet umarlar. Bu, bir nevi modern tabirle “kula kulluk etme” halidir.
Buna karşılık, “kısmetine kani olanlar”, yani Allah’ın kendisi için takdir ettiğine razı olan ve O’na tevekkül edenler ise yüzlerini ve kalplerini yalnızca “dergeh-i Mevlâ’ya”, yani Allah’ın kapısına çevirirler. Onlar bilirler ki, rızkın gerçek sahibi Allah’tır ve O’nun kapısı, en büyük ve en cömert kapıdır. Paşaların, yani dünyevi otoritelerin lütfu geçici ve minnetlidir; Allah’ın lütfu ise sonsuz ve karşılıksızdır. Beyit, gerçek özgürlüğün ve onurun, beklentileri insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekte olduğunu vurgular.
Makale: Paşa Kapısından Mevlâ Dergâhına Bir Tevekkül Yolculuğu
İnsanoğlu, varoluşundan bu yana güvenlik ve gelecek kaygısıyla yaşamıştır. Karnını doyurma, barınma ve saygınlık görme ihtiyacı, onun eylemlerinin temel motivasyonunu oluşturur. Bu ihtiyaçları karşılama yolunda ise önünde her zaman iki kapı belirmiştir: Biri fânilerin, gücü ve serveti elinde tutanların kapısı; diğeri ise kâinatın tek sahibi olan, ebedi güç ve kudret sahibi Yaratıcı’nın kapısı. Divan şairi Beliğ, bu iki kapı arasındaki tercihin, aslında bir iman ve idrak meselesi olduğunu veciz bir şekilde ifade eder: “Bilmeyen sırr-ı kazâyı der-i pâşâya düşer / Kısmete kânî’ olan dergeh-i Mevlâ’ya düşer.”
“Sırr-ı kazâ”, yani kaderin sırrı, kâinattaki her hadisenin, en küçük zerrelerin hareketinden en büyük galaksilerin dönüşüne, bir yaprağın düşüşünden insanın alacağı nefese kadar her şeyin ilahi bir plan ve takdir dâhilinde olduğu bilgisidir. Bu sırra ermemiş bir zihin, olayların ve gücün kaynağını fâni varlıklarda arar. Rızkını patronunun iki dudağı arasında, terfisini müdürünün bir imzasında, şifasını doktorun reçetesinde mutlaklaştırır. Elbette bunlar birer sebeptir ve sebeplere sarılmak meşrudur. Ancak bu sebepleri yegâne güç kaynağı olarak görmek, “paşa kapısına düşmektir”. Tarih, nice sultanların, kralların, paşaların kapılarında bir lütuf beklerken ömrünü tüketen, onurlarını yitiren, sonunda ise elleri boş kalan insanların hüsran dolu hikâyeleriyle doludur. Çünkü fâninin lütfu da kendi faniliğiyle sınırlıdır; bugün var olan paşa, yarın yerinde olmayabilir. Onun vaadi, kendi acizliğiyle maluldür.
Diğer yanda ise “dergeh-i Mevlâ” vardır. Bu kapı, kısmetine kani olanların, yani Allah’ın takdirine teslimiyet gösterenlerin sığınağıdır. Kanaat, yokluğa boyun eğmek değil, elinden geleni yaptıktan sonra neticeyi Allah’tan bilmek ve O’nun verdiğine rıza göstermektir. Bu, muazzam bir iç özgürlük ve onur kaynağıdır. Kısmetine razı olan kişi, rızkının garantisinin herhangi bir “paşa” olmadığını, doğrudan Rızkın Sahibi (er-Rezzâk) olan Allah olduğunu bilir. Bu bilgi, onu insanların önünde eğilmekten, onlara yaltaklanmaktan, minnet altında kalmaktan kurtarır. O, bilir ki bütün kapılar kapansa da Mevlâ’nın dergâhı her zaman açıktır.
Tarihte bunun en güzel örneklerinden biri, büyük İslam âlimi İmam-ı Âzam Ebu Hanife’nin hayatında görülür. Dönemin halifesi, onu başkadı yapmak isteyerek kendi “paşa kapısına” bağlamak istemiş, fakat o, bu dünyevi makamı ve onun getireceği minneti reddetmiştir. Bu uğurda zindanlara atılmayı, işkence görmeyi göze almıştır. Çünkü o, rızkın ve izzetin yalnızca Allah katında olduğuna inanıyordu. O, tercihini “dergeh-i Mevlâ”dan yana kullanmıştı ve bu duruşuyla tarihe onurlu bir âlim olarak geçti.
Sonuç olarak, Beliğ’in beyti, modern insanın anksiyete ve gelecek kaygılarıyla dolu dünyasına da bir reçete sunmaktadır. Kariyer planları, finansal hedefler, sosyal statü arayışları içinde kaybolan insan, gücün ve rızkın kaynağını nerede aradığını sorgulamalıdır. Yöneldiği kapılar, onu daha mı özgür kılıyor, yoksa modern “paşaların” görünmez kölesi mi yapıyor? Gerçek huzur ve tükenmez zenginlik, paşaların fâni kapılarında değil, Mevlâ’nın ebedi dergâhında tevekkül ve kanaatle bekleyenlerindir.
Özet
Şair Beliğ, bu beytinde, kaderin sırrını ve her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu idrak edemeyenlerin, güç ve mevki sahibi insanların kapılarında medet umarak onurlarını yitireceklerini ifade eder. Buna karşılık, Allah’ın takdirine razı olup kanaat gösterenlerin ise yalnızca Allah’ın kapısına (dergâhına) yöneleceklerini, böylece gerçek onur ve özgürlüğe kavuşacaklarını belirtir. Makale, bu temel ayrımı tarihi ve güncel örneklerle ele alarak, insanın dünyevi güçlere esir olması ile ilahi kudrete sığınarak özgürleşmesi arasındaki derin farkı inceler ve gerçek zenginliğin tevekkül ve kanaatte olduğunu vurgular.

2. : Kötülüğün Doğası ve İyiliğin Sınırları Üzerine (Nâbi)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لطف ايله حاسد بدخواهـه ندامت كلمز
تلخ اولان ميوهيه سكرله حلاوت كلمز
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez
Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Acı bir meyveye şeker dökmekle nasıl tatlılık gelmezse, kötü niyetli olan ve hasetlik yapan bir insana, lütuf ve merhamet ederek onu yaptığı bu işten dolayı pişman bir hâle getiremezsiniz.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin ustası Nâbi, bu beytinde insan doğasına dair keskin bir gözlemini dile getirir. Beyit, iki mısra arasında mükemmel bir analoji kurar. İlk mısrada, kötü niyetli ve kıskanç bir kişiye (hâsid-i bed-hâh) iyilik ve lütufla yaklaşmanın, onda bir pişmanlık (nedâmet) oluşturmayacağını söyler. İkinci mısrada ise bu tezi somut bir örnekle kanıtlar: Doğası gereği acı (telh) olan bir meyvenin üzerine ne kadar şeker (sükker) dökerseniz dökün, ona bir tatlılık (halâvet) katamazsınız. Şeker, meyvenin sadece yüzeyini kaplar ama acılığını, yani özünü değiştirmez.
Nâbi’ye göre, haset ve kötü niyet de bazı insanların karakterinin ayrılmaz bir parçası, adeta “acı meyvenin özü” gibidir. Bu tür insanlara yapılan iyilikler, gösterilen merhamet ve lütuflar, onlarda bir minnet veya pişmanlık duygusu uyandırmaz. Aksine, bu iyiliği bir zafiyet olarak anlaşılabilir, hatta iyilik yapan kişiyi küçümseyebilirler. Şair burada, iyiliğin her zaman karşılık bulmayacağını ve bazı karakterlerin iyilikle ıslah edilemeyeceğini, acı bir gerçekçilikle ortaya koymaktadır. Bu, saflığa karşı bir uyarı, insan ilişkilerinde kime nasıl davranılması gerektiğine dair hikmetli bir derstir.
Makale: Acı Meyveye Dökülen Şeker: İyiliğin Haset Karşısındaki Çaresizliği
İnsanlık tarihi, iyilik ve kötülüğün bitmeyen mücadelesinin bir sahnesidir. Bu sahnede iyiliğin en büyük silahı merhamet, lütuf ve affedicilik olmuştur. İyilik düşüncelerinin temelinde, “kötülüğe iyilikle karşılık ver, ki o aradaki düşmanlık erisin ve sıcak bir dosta dönüşsün” anlayışı yatar. Ancak bu idealist yaklaşım, insan ruhunun karanlık dehlizlerinde her zaman karşılık bulur mu? İşte bu sorunun en gerçekçi ve sarsıcı cevaplarından birini 17. yüzyılın büyük şairi Nâbi verir: “Lutf ile hâsid-i bed-hâha nedâmet gelmez / Telh olan meyveye sükkerle halâvet gelmez.”
Nâbi, bu beytiyle bizi pembe hayallerden uyandırıp insan doğasının çıplak gerçekliğiyle yüzleştirir. O, “haset” ve “kötü niyet”in (bed-hâhlık), bazı insanlar için sonradan edinilmiş bir alışkanlık değil, karakterlerinin temel bir unsuru, adeta fıtratlarının bir parçası olduğunu söyler. Tıpkı bazı meyvelerin doğasının acı (telh) olması gibi. Siz, acı bir zakkum meyvesini alıp üzerine kilolarca şeker (sükker) dökseniz, onu şerbete bulasanız, özündeki acılığı yok edebilir misiniz? Hayır. Belki dilinize ilk değdiğinde bir anlık tatlılık hissedersiniz, ama çiğnediğiniz anda meyvenin genlerinden gelen o keskin acılık kendini belli edecektir. Şeker, sadece bir kamuflajdır, özü değiştiren bir iksir değil.
İşte kötü niyetli ve kıskanç insan da böyledir. Ona gösterdiğiniz lütuf, merhamet ve iyilik, onun için bir “şeker” kaplamasından ibarettir. Sizin bu cömertliğiniz, onun ruhunda bir pişmanlık (nedâmet) veya bir dönüşüm başlatmaz. Tam aksine, bu durumu farklı yorumlayabilir:
• Zafiyet Olarak Görme: Sizin iyiliğinizi, bir güçsüzlük, bir saflık veya kendisinden korktuğunuzun bir işareti olarak algılayabilir. Bu da onu daha da cüretkâr yapabilir.
• Kıskançlığın Artması: Sizin iyilik yapabilecek bir konumda olmanız bile, onun hasedini daha da alevlendirebilir. “Hem güçlü, hem de iyi, bu nasıl olur?” diyerek size karşı olan kinini bileyebilir.
• Hak Görme: Yapılan iyiliği bir lütuf olarak değil, zaten kendi hakkı olan bir şey olarak görebilir ve hiçbir minnet duygusu hissetmez.
Tarihte Hz. Yusuf kıssası, bu durumun trajik bir örneğidir. Kardeşleri ona haset ettiler, kuyuya attılar, köle olarak satılmasına sebep oldular. Yıllar sonra Hz. Yusuf Mısır’a yönetici olduğunda onlarla karşılaştı ve onlara lütufta bulundu, onları affetti. Ancak Kur’an-ı Kerim’in anlattığına göre, bu iyilik karşısında bile bazı kardeşlerinin kalbindeki haset tam olarak sönmemişti. Nitekim haset, şeytanın Hz. Âdem’e secde etmemesine sebep olan ilk ve en temel günahtır. Özünde kibir ve başkasının sahip olduğu nimeti çekememe yatan bu duygu, iyilik şekeriyle tatlanmayacak kadar acı bir meyvedir.
Nâbi’nin bu beyti, bizi “iyilik yapmaktan vazgeçin” sonucuna götürmez. Bu, bir karamsarlık manifestosu değil, bir “farkındalık” çağrısıdır. İyilik yapmaya devam etmeli, ancak kime, ne zaman ve nasıl yapılacağını bilme bilgeliğine erişmeliyiz. İyiliğimizi, bizi suistimal edecek, enerjimizi tüketecek ve ruhumuzu zehirleyecek “hâsid-i bed-hâh”lar için israf etmemeliyiz. Bazen en büyük iyilik, bu tür insanlarla aramıza sağlıklı bir mesafe koymak ve onların şerlerinden korunmaktır. Çünkü bazı meyvelerin acılığı, ancak onlardan uzak durarak hissedilmez.
Özet
Usta şair Nâbi, bu beytinde, kötü niyetli ve hasetçi bir insana iyilik yapmanın, onu pişman etmeyeceğini vurgular. Bu durumu, doğası gereği acı olan bir meyveye şeker dökmenin ona tatlılık katmayacağı gerçeğiyle örneklendirir. Makale, bu beyitten yola çıkarak, haset duygusunun insanın karakterindeki derin köklerini, iyiliğin her zaman bir ıslah aracı olamayacağını ve bazen iyiliğin sınırlarını bilmenin bir bilgelik olduğunu ele alır. Hz. Yusuf kıssası gibi tarihi örneklerle, Nâbi’nin bu gerçekçi uyarısının insan ilişkilerindeki önemini ve “kime iyilik yapılacağını bilme” sanatını inceler.

3: Sessizliğin Feryadı ve Söylenemeyen Dertler Üzerine (Ali Emîrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
لسان درد درونه ترجمان اولمقده عاجزدر
سكوتندن تحمل اهلنك فرياد اولور پيدا
Latin Harfleriyle:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir
Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ
Ali Emîrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Dil, gönül derdine tercüman olmaktan, onu anlatmaktan acizdir. Tahammül ehli olan sabırlı insanların sessizliğinden aslında büyük bir feryat ortaya çıkar.
İzah ve Açıklama
Ali Emîrî, bu beyitte, insan ruhunun en derin acılarının kelimelerle ifade edilemeyeceği gerçeğini ve sabrın ardındaki büyük haykırışı dile getirir. Beyit, iki temel fikir üzerine kuruludur:
• Dilin Acizliği: İlk mısrada şair, “lisân”ın yani dilin, “derd-i derûn”a yani insanın içindeki, gönlündeki derin derde “tercüman” olmaktan aciz olduğunu söyler. Bazı acılar, kederler, hayal kırıklıkları o kadar derindir ki, onları anlatacak kelime yoktur. Kelimeler, bu derin duyguların yüzeyinde kalır, özünü yansıtamaz. Dert ne kadar büyükse, dil o kadar yetersizleşir.
• Sessizliğin Gücü: İkinci mısra, bu acizliğin sonucunu ve “tahammül ehli”nin, yani sabırlı, metanetli insanların durumunu açıklar. Bu insanlar, dertlerini dile dökemedikleri için veya metanetleri gereği şikâyet etmedikleri için “sükût” ederler, yani sessiz kalırlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, boş bir sessizlik değildir. Bu, öyle bir sessizliktir ki, içinden “feryad” doğar. Anlayabilen kulaklar için, sabreden bir insanın sükûtu, en avaz avaz bağıran bir insanın çığlığından daha etkili, daha manalı bir feryattır.
Beyit, acının en yoğun halinin sessizlikte gizli olduğunu, ve gerçek empatinin kelimeleri değil, sessizlikleri duyabilmek olduğunu vurgular.
Makale: Sabreden Gönlün Sessiz Feryadı
Söz, insanın en güçlü iletişim aracıdır. Düşüncelerimizi, sevinçlerimizi, öfkemizi ve kederimizi kelimelere döker, başkalarıyla paylaşırız. Peki, ya keder, kelimelerin taşıyamayacağı kadar ağırlaşırsa? Ya acı, dilin sınırlarını aşıp ruhun en derin katmanlarına inerse? İşte o zaman söz biter, sükût başlar. Ancak bu sükût, bir teslimiyet veya hissizlik değil, çoğu zaman en büyük feryadın ta kendisidir. Şair Ali Emîrî, bu hali iki mısralık bir manifesto ile özetler: “Lisân derd-i derûna tercümân olmakda âcizdir / Sükûtundan tahammül ehlinin feryâd olur peydâ.”
“Derd-i derûn”, yani iç derdi, insanın mahremidir. O, dışarıdan görülen yaralara benzemez. Kimi zaman bir evlat kaybı, kimi zaman büyük bir hayal kırıklığı, kimi zaman ilahi bir aşkın verdiği ızdırap, kimi zaman da varoluş bir sancıdır. Bu dertler, ruhun coğrafyasında öyle derin vadiler açar ki, “lisân” yani dil, o vadilerin bir haritasını çıkarmaktan, bir tercümanı olmaktan aciz kalır. “Çok üzgünüm”, “içim yanıyor”, “kalbim kırık” gibi ifadeler, okyanusun derinliğini bir kova su ile anlatmaya çalışmak gibi kalır. Bu yüzden, en büyük acıları yaşayanlar genellikle en az konuşanlardır. Onlar, kelimelerin ihanetini, duygularını basitleştireceğini, anlaşılamayacağını bilirler.
İşte bu noktada sahneye “tahammül ehli” çıkar. Onlar, sabrı bir zırh gibi kuşanan, metanet sahibi insanlardır. Başlarına gelen musibetler karşısında isyan etmez, şikâyetlerini uluorta dile getirmezler. Dışarıdan bakıldığında sakin, hatta belki de umursamaz görünebilirler. Ancak Ali Emîrî, bizi bu yanıltıcı görüntünün ardına bakmaya davet eder. Onların “sükûtundan”, yani sessizliğinden bir “feryad”ın doğduğunu söyler.
Bu ne muazzam bir tespittir. Sessizliğin feryadı… Bu feryat, ses telleriyle değil, ruhla atılır. Onu duymak için kulak değil, kalp gerekir. Sabreden bir babanın, kaybettiği evladının ardından tek bir kelime etmeden, ufka dalıp giden bakışlarındaki feryadı hangi ağıt anlatabilir? Vefasızlığa uğramış bir âşığın, geceler boyu süren sessiz gözyaşlarındaki haykırışı hangi şiir tercüme edebilir? Hz. Meryem’in, kucağındaki bebekle ilgili iftiralara karşı “sükût orucuna” girmesi, aslında en büyük ve en anlamlı cevaptı. O, konuşarak kendini savunmak yerine, sessizliğiyle aslında bir feryat ediyor ve “Cevabı ben değil, bu mucizenin kendisi verecek” diyordu.
Tarih boyunca büyük acılara maruz kalmış bilgeler, peygamberler ve arifler, çareyi hep sabır ve sükûtta bulmuşlardır. Çünkü onlar bilirler ki, fâniye şikâyet, acıyı hafifletmez, aksine onu basitleştirir ve değersizleştirir. Gerçek şikâyet makamı, her şeyi duyan ve gören Yaratıcı’dır. O’na yapılan sessiz bir dua, en gürültülü isyanlardan daha makbuldür.
Ali Emîrî’nin beyti, bize modern dünyanın gürültüsü içinde unuttuğumuz bir şeyi hatırlatır: İnsanları anlamak için sadece ne söylediklerine değil, ne söyleyemediklerine de kulak vermek. Bazen en büyük yardım çağrısı, bir insanın içine gömüldüğü derin sessizliktir. O sessizliği duyabilen, o feryadı işitebilen kalp, insanı anlamanın en yüce mertebesine ulaşmış demektir.
Özet
Ali Emîrî’nin bu beyti, dilin, insanın derin gönül yaralarını ve kederlerini ifade etmekte yetersiz kaldığını anlatır. Bu yetersizlik sonucunda, özellikle sabırlı ve metanetli insanlar (tahammül ehli) acılarını sessizlikle karşılarlar. Ancak şaire göre bu sessizlik, aslında içten içe yükselen ve ancak kalp gözüyle anlaşılabilecek büyük bir feryattır. Makale, bu fikirden hareketle, kelimelerin ifade edemediği derin acıları, sabrın ve sükûtun ardındaki manayı ve bir insanın sessizliğinin en gürültülü çığlıktan daha anlamlı olabileceği gerçeğini, tarihi ve manevi örneklerle inceler. Gerçek empatinin, konuşulanları değil, konuşulamayanları duymakla mümkün olduğu vurgulanır.

4.: Mâsivâdan Vazgeçiş ve Allah ile Yetinme Üzerine (Lâedrî)
İktibas
Osmanlıca Metin:
ماسوادن ال چكوب مخلوقدن اميدی كس
وردك اولسون هر نفس الله بس باقى هوس
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes
Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves
Lâedrî
Günümüz Türkçesiyle Açıklaması:
Allah’tan başka her şeyden el çekip bütün mahlukattan ümidini kes. Onlardan bir şey bekleme. “İnsana Allah yeter, gerisi bir hevesten ibarettir.” sözü her nefesinde virdin olsun.
İzah ve Açıklama
“Lâedrî” (söyleyeni bilinmeyen) mahlaslı bu beyit, tasavvuf düşüncesinin temelini oluşturan “tevhid” inancını ve dünyaya yönelik doğru duruşu özetleyen bir manifestodur. Beyit, insana iki aşamalı bir yol haritası çizer:
• Terk ve Kesme (Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes): İlk mısra, bir arınma ve kopuş çağrısıdır. “Mâsivâ”, Allah’ın dışındaki her şey anlamına gelen bir tasavvuf terimidir. Mal, mülk, makam, şöhret, hatta aile ve dostlar gibi fâni ve geçici olan her türlü dünyevi bağ ve sevgi bu kavrama dâhildir. Şair, kurtuluş için önce bu mâsivâdan “el çekmeyi”, yani kalbi onlara olan bağımlılıktan kurtarmayı öğütler. Bunun tamamlayıcısı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir”. Yani, yaratılmış olan hiçbir varlıktan (insan, cin, melek vb.) bir beklenti içine girmemek. Çünkü yaratılmış olan her şey, kendisi gibi aciz ve muhtaçtır. Başkasından medet ummak, bir fakirin başka bir fakirden dilenmesi gibidir.
• Yöneliş ve Zikir (Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves): İlk aşamada kalbi fânilerden temizleyen kişiye, ikinci aşamada o boşluğu ne ile dolduracağı söylenir. Bu boşluk, ebedi ve tek gerçek olan Allah’ın zikriyle doldurulmalıdır. “Allah bes, bâkî heves” ifadesi, beytin kilit noktasıdır. Farsça kökenli bu deyiş, “Sadece Allah yeter, gerisi boş bir arzu, geçici bir hevesten ibarettir” anlamına gelir. Şair, bu cümlenin her alınan nefeste tekrar edilen bir “vird”, yani bir zikir, bir hayat parolası haline getirilmesini tavsiye eder.
Bu beyit, insanın mutluluk ve huzuru yanlış yerlerde aramasının önüne geçerek, gerçek ve ebedi mutluluğun kaynağına, yani yalnızca Allah’a yönelmenin gerekliliğini vurgulayan güçlü bir tasavvufi reçetedir.
Makale: Allah Yeter, Gerisi Boş Bir Hevestir
İnsan, doğası gereği bir şeye yaslanma, bir şeyden ümit etme ve bir şeye bağlanma ihtiyacı duyar. Modern dünya, bu ihtiyacı karşılamak için bize sayısız seçenek sunar: Kariyer, para, sosyal statü, aşk, teknoloji, popülerlik… Hayatımızı bu hedeflere ulaşmak için bir koşuşturma içinde geçirir, mutluluğu ve güvenliği bu fâni putlarda ararız. Ancak er ya da geç, her biri ya eskir, ya bizi terk eder ya da ulaştığımızda beklediğimiz tatmini vermez. İşte bu hüsran döngüsünün içindeki insana, asırlar öncesinden bir “Lâedrî”, yani ismi bilinmeyen bir bilge fısıldar: “Mâsivâdan el çekip mahlûkdan ümmîdi kes / Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.”
Bu beyit, bir şiir olmanın ötesinde, bir hayat felsefesinin ve bir kurtuluş reçetesinin özetidir. İlk adım, radikal bir kopuşu gerektirir: “Mâsivâdan el çekmek.” Mâsivâ, yani Allah’ın dışındaki her şey… Bu, dünyayı tamamen terk etmek, bir mağaraya çekilmek demek değildir. Bu, kalbi dünyanın esaretinden kurtarmaktır. Parayı kazanıp kullanmak, ama kalbi paranın kölesi yapmamak; insanları sevmek, ama mutluluğu mutlak surette onların varlığına bağlamamaktır. Çünkü mâsivâ, doğası gereği geçicidir ve değişime mahkûmdur. Ona yaslanan, eninde sonunda yıkılacak bir duvara yaslanmış gibidir.
Bu kopuşun en zorlu kısmı ise “mahlûkattan ümidi kesmektir.” İnsan, sosyal bir varlıktır ve beklentilerle yaşar. Patronundan takdir, eşinden sadakat, dostundan vefa, çocuğundan saygı bekler. Bunlar masum beklentiler gibi görünse de, mutlaklaştırıldığında en büyük hayal kırıklıklarının kaynağı olurlar. Çünkü her mahlûk, acizdir. Bugün sizi seven, yarın sevmeyebilir. Bugün size yardım eden, yarın kendisi yardıma muhtaç olabilir. Mahlûka bel bağlamak, sızıntı yapan bir gemiyle okyanusu geçmeye çalışmaktır. Tasavvufun bize öğrettiği, beklentiyi sıfırlayıp, her türlü hayrın ve lütfun yalnızca Allah’tan geldiğini bilmektir. İnsanlar ise sadece birer vesiledir.
Peki, kalp mâsivâdan ve mahlûkattan arındığında ortaya çıkan o büyük boşluk ne ile dolacaktır? Doğa boşluk kabul etmez. İşte reçetenin ikinci ve en hayatî adımı burada devreye girer: “Virdin olsun her nefes Allah bes bâkî heves.” Bu ifade, bir hayat parolasıdır. “Allah yeter, gerisi (bâkî) boş bir arzu, geçici bir hevestir (heves).” Bu zikri her nefese yaymak, hayatın her anında bu gerçeği hatırlamaktır. Sıkıntıya düştüğünde, “Allah bes” diyerek O’nun yardımının yeteceğine inanmak. Bir başarıya ulaştığında, “bâkî heves” diyerek bunun geçici bir lütuf olduğunu bilip kibre kapılmamak. Bir kayıp yaşadığında, “bâkî heves” diyerek gidenin fâni olduğunu hatırlayıp ebedi olana sığınmak.
Bu ilkeyi hayatının merkezine koyan İbrahim Peygamber, ateşe atılırken Cebrail’in yardım teklifine “Hasbunallah ve ni’mel vekil” (Allah bize yeter, O ne güzel vekildir) diyerek cevap vermiştir. O, mahlûkattan ümidini kesmiş ve yönünü yalnızca Allah’a dönmüştü. Sonuç olarak ateş, onu yakmamıştı.
Sonuç olarak, bu beyit, modern insanın anksiyete, depresyon ve tatminsizliklerinin temel nedenine işaret eder: Yönü ve beklentiyi yanlış yere odaklamak. Huzur, daha fazla şeye sahip olmakta değil, kalbi her şeyden arındırıp sadece “bir” olana teslim etmekte gizlidir. Gerçek özgürlük, “Allah bes” diyebilen ve geriye kalan her şeyin geçici bir “heves” olduğunu idrak edebilen ruhların ayrıcalığıdır.
Özet
Söyleyeni bilinmeyen (Lâedrî) bu beyit, tasavvufi bir hayat ilkesini özetler. İnsana, Allah dışındaki her türlü dünyevi bağdan (mâsivâ) kalbini çekmesini ve yaratılmışlardan (mahlûk) beklentisini tamamen kesmesini öğütler. Bu arınmanın ardından ise hayatının merkezine “Allah bes, bâkî heves” yani “Allah yeter, gerisi boş bir hevestir” ilkesini koymasını, bunu her nefeste tekrarlanan bir zikir (vird) haline getirmesini tavsiye eder. Makale, bu beyitten yola çıkarak, modern insanın mutluluğu yanlış yerlerde arayışını, fâni olan şeylere bağlanmanın getirdiği hayal kırıklıklarını ve gerçek huzur ile özgürlüğün, her türlü beklentiyi insanlardan kesip yalnızca Allah’a yönelmekle mümkün olacağını tasavvufi bir bakış açısıyla ve peygamber kıssalarından örneklerle açıklar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 52 –

BERCESTE VE İZAHI – 52 –

1.Mehmet Âkif Ersoy ve Zulme Karşı Sarsılmaz Duruş
Bu beyit, “İstiklal Şairi” Mehmet Âkif Ersoy’un sadece bir şair değil, aynı zamanda sarsılmaz ilkelere sahip bir ahlak ve karakter abidesi olduğunu gösteren veciz bir ifadedir.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ظلمی آلقیشلایامام ظالمی اصلا سومم
كلننك كیفی ایچون كچشه قالقوب سوكمم
Vezin (Aruz Kalıbı):
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Zulmü alkışlayamam zâlimi aslâ sevemem
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem
Şair: Mehmet Âkif Ersoy
Açıklama:
Zulmü alkışlayamam, zâlimi ise asla sevemem. Gelenin keyfi yerine gelsin diye kalkıp da geçmişe sövemem.
Makale: Karakterin İki Cephesi: Zulme İsyan ve Vefaya Sadakat
Mehmet Âkif Ersoy, şiiri bir dava aracı olarak görmüş, mısralarını milletinin derdiyle yoğurmuş bir vicdan sesidir. Onun şiirleri, estetik kaygıların ötesinde, ahlaki bir duruşun ve sağlam bir karakterin manifestosu niteliğindedir. Bu meşhur beyit, Âkif’in karakterini iki temel sütun üzerine inşa ettiğini gösterir: Adaletsizliğe karşı mutlak bir direniş ve köklerine, tarihine karşı derin bir vefa.
Birinci Mısra: Zulme ve Zâlime Tavizsiz Duruş
“Zulmü alkışlayamam, zâlimi aslâ sevemem” mısrası, bir eylem ve bir duygu manifestosudur. “Alkışlamak”, zulmü onaylamak, meşrulaştırmak ve ona ortak olmaktır. Âkif, sadece zulme fiilen katılmayı değil, ona pasif bir onayla dahi yaklaşmayı reddeder. Bu, çağımızın en büyük hastalıklarından olan “güce tapma” ve “zalimin yanında hizalanma” pragmatizmine karşı ahlaki bir isyandır. İkinci kısım olan “zâlimi aslâ sevemem” ise meselenin duygusal boyutunu ortaya koyar. Zâlim, kim olursa olsun, hangi makamda bulunursa bulunsun, hangi “ulvi” amacı güderse gütsün, sevgiye ve saygıya layık değildir. Bu, adaleti kişisel çıkarların, korkuların ve beklentilerin üzerinde tutan bir ahlak anlayışının ilanıdır.
İkinci Mısra: Tarihe ve Ecdada Vefa
“Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem” mısrası, ilki kadar önemli ve onu tamamlayan bir ilkedir. Tarih, siyasi rüzgârların ve ideolojik modaların en kolay harcanan malzemesi olmuştur. Her yeni iktidar veya akım, kendini meşrulaştırmak için genellikle kendinden öncekini kötüleme, yok sayma veya tahkir etme yoluna gider. Âkif, bu “opportünist” ve köksüz tavrı şiddetle reddeder. “Gelenin keyfi,” yani anlık siyasi çıkarlar, popülist beklentiler veya yeni güç odaklarına yaranma çabası, bir milletin hafızasını oluşturan “geçmişe” hakaret etmenin gerekçesi olamaz. Bu, tarihe sadece bir olaylar dizisi olarak değil, bir kimlik ve aidiyet kaynağı olarak bakan derin bir vefa duygusunun ifadesidir. Ecdadın hataları olabilir, ancak onların mirasını toptan reddetmek, kendi köklerini inkâr etmektir ki bu, bir milletin başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir.
İbretlik Boyutu
Âkif’in bu iki mısrada birleştirdiği ilkeler, zamandan ve mekândan bağımsız birer erdem ölçütüdür. Hem geleceği inşa etme iddiasında olanların zulmüne karşı çıkmak, hem de geçmişin mirasını popülist bir yıkıcılığa kurban etmemek… Bu iki kanat, bir toplumu ayakta tutan dengeyi sağlar. Biri olmadan diğeri eksik kalır. Zulme karşı çıkmayan bir mazi sevgisi, nostaljik bir esarete; geçmişine saygı duymayan bir adalet arayışı ise köksüz bir anarşiye dönüşebilir. Âkif, bize onurlu bir duruşun nasıl olması gerektiğini bu iki ilkeyi birleştirerek göstermiştir.
Özet
Mehmet Âkif Ersoy bu beyitinde, karakterinin iki temel ilkesini ortaya koyar. Birincisi, zulmü ve zalimi hiçbir şart altında onaylamamak ve sevmemektir ki bu, adalete olan sarsılmaz bağlılığını gösterir. İkincisi ise, anlık siyasi çıkarlar veya yeni güç odaklarına yaranmak uğruna kendi tarihine ve geçmişine hakaret etmemektir ki bu da köklerine olan derin vefasını ifade eder. Bu iki ilke, Âkif’in ahlaki duruşunun özeti olup, onurlu bir birey ve toplum için evrensel bir reçete sunar.

2.Sultanların Sultanlığı: Avnî’nin (Fatih) Gözünde Gerçek Zenginlik
Bu beyit, yazarının kimliğiyle birleştiğinde anlamı katlanarak büyüyen, tarihin en güçlü hükümdarlarından birinin kaleminden çıkmış bir bilgelik ve feragat manifestosudur.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اهل دهره عالمك معموره‌سین عرض ایتسه‌لر
اهل فقرڭ حصه‌سنه ملكِ استغنا دوشر
Vezin (Aruz Kalıbı):
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Ehl-i dehre âlemin ma’mûresin arz etseler
Ehl-i fakrın hissesine mülk-i istiğnâ düşer
Şair: Avnî (Fatih Sultan Mehmed)
Açıklama:
Dünyaya düşkün olan insanoğluna bu cihanın bayındır şehirlerinin tamamını verseler; fakr ehlinin hissesine o şehirde tokgözlülük, kanaatkârlık, tenezzül etmeme mülkü düşer.
Makale: Cihan Padişahının Gönül Tahtı: Mülk-i İstiğnâ
Tarihin akışını değiştiren, bir çağı kapatıp yeni bir çağı açan, İstanbul Fatihi Sultan II. Mehmed… Onun askeri ve siyasi dehası tartışılmazdır. Ancak onun “Avnî” mahlasıyla yazdığı şiirler, bu cihan fatihinin bir de gönül ve mana âlemi olduğunu gözler önüne serer. Bu beyit, Fatih’in elinde tuttuğu dünyevi saltanat ile gönlünde arzuladığı manevi saltanat arasındaki muazzam farkı ve tercihi ortaya koyması bakımından tarihi bir ibret vesikasıdır.
Dünya Mülküne Karşı Gönül Zenginliği
Beyit, iki zıt insan tipini karşılaştırır: “ehl-i dehr” ve “ehl-i fakr”.
• Ehl-i dehr: Kelime anlamıyla “zamanın ehli”, yani dünyaya, onun geçici zevklerine, makam ve mülküne bağlı olan insanlar. Onların mutluluğu ve arayışı, “âlemin ma’mûresi” yani dünyanın imar edilmiş, zengin ve göz alıcı şehirleridir.
• Ehl-i fakr: Bu ifade, maddi yoksulluktan ziyade tasavvufi bir kavram olan “manevi fakirliği” belirtir. Fakr ehli, Allah karşısında kendi hiçliğinin farkında olan, bu nedenle O’ndan başkasına muhtaç olmayan, dünyaya ve içindekilere gönül bağlamayan kimsedir.
Avnî, bu iki grup arasında bir paylaşım hayal eder: Dünyanın tüm zenginlikleri, tüm o parlak şehirleri “ehl-i dehr”e sunulsa, bu paylaşımda “ehl-i fakr”ın payına ne düşerdi? Cevap, dünyevi mülklerden çok daha yüce bir krallıktır: “mülk-i istiğnâ”.
İstiğnâ: En Büyük Saltanat
İstiğnâ; tokgözlülük, ihtiyaç duymama, tenezzül etmeme, manevi bağımsızlık halidir. Dünyanın en zengin şehirlerine sahip olan kişi, onları kaybetme korkusuyla yaşar, daha fazlasını elde etme hırsıyla yanar ve o mülkün kölesi olur. Oysa “mülk-i istiğnâ” sahibi, hiçbir şeye ihtiyaç duymadığı için her şeyin efendisidir. Onun zenginliği kalbindedir. Gönlü zengin olan için dünyanın bütün hazineleri bir hiçtir.
Fatih’in İbretlik Duruşu
Bu sözleri söyleyenin, Bizans’ın bin yıllık başkentini fethetmiş, imparatorluklar kuran bir padişah olması, beyitin tesirini binlerce kat artırır. Fatih, dünyanın en büyük “ma’mûre”lerinden birini kılıç hakkıyla almış bir hükümdar olarak, aslında asıl mülkün ve saltanatın bu olmadığını ilan etmektedir. O, fethettiği şehirlerin ve sahip olduğu gücün geçiciliğinin farkındadır. Bu beyit, onun sadece bir fatih değil, aynı zamanda kalbini dünyanın esaretinden korumaya çalışan bir bilge, bir derviş-meşrep sultan olduğunun isbatıdır. Kendi elindeki güce rağmen, ondan daha üstün bir güç ve zenginlik olduğunu kabul ve ilan etmesi, büyük bir erdem ve feraset örneğidir.
Bu beyit, gücün zirvesindeyken bile insanın manevi bir denge arayışında olabileceğinin, asıl zenginliğin maddede değil, manada olduğunun tarihteki en güçlü tanıklıklarından biridir.
Özet
Cihan padişahı Fatih Sultan Mehmed (Avnî), bu beyitinde dünyevi ve manevi zenginliği karşılaştırır. Dünyanın tüm mamur şehirleri ve zenginlikleri dünyaya düşkün olanlara verilse bile, Allah’a karşı fakirliğini idrak etmiş olan “fakr ehli”nin payına bundan çok daha değerli olan “istiğnâ mülkü”nün, yani tokgözlülük ve tenezzül etmeme saltanatının düşeceğini söyler. Dünyanın en büyük fatihlerinden birinin kaleminden çıkan bu sözler, gerçek hükümdarlığın mal ve mülke sahip olmakla değil, onlara ihtiyaç duymamakla mümkün olduğunu gösteren tarihi bir bilgelik dersidir.

3. Sessizliğin Ağıtı: Menemenlizâde Tâhir Bey’in Mısralarında Hüzün ve Tefekkür
Bu beyit, Tanzimat sonrası şiirimizin önemli isimlerinden Menemenlizâde Tâhir Bey’e aittir ve görünmeyenin, sessiz olanın, görünen üzerindeki derin ve ezici etkisini muazzam bir şiirsel dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
هزاران یأس و حزنه غرق ایدر افکار و انظاری
سکوت‌آمیز بر قبرك نهانی ناله و زاری
Vezin (Aruz Kalıbı):
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Günümüz Türkçesiyle Okunuşu:
Hezârân ye’s ü hüzne gark eder efkâr ü enzârı
Sükût-âmîz bir kabrin nihânî nâle vü zârı
Şair: Menemenlizâde Tâhir Bey
Açıklama:
Sessizliğe bürünmüş bir kabrin gizli bir şekilde ağlayıp inlemeleri, insanların bakışlarını ve fikirlerini binlerce düşünceye ve hüzne boğar.
Makale: Sessiz Bir Mezarın Binlerce Kalbe Yayılan Feryadı
Şiir, sadece görüneni anlatma sanatı değil, aynı zamanda görünmeyeni hissettirme, duyulmayanı işittirme sanatıdır. Menemenlizâde Tâhir Bey, bu beyitinde, maddi âlemde bir karşılığı olmayan, tamamen hayal gücü ve hissiyatla var olan bir durumu, somut bir gerçeklikmiş gibi anlatarak insan ruhunun derinliklerine dokunur. Beyit, sessizliğin ve gizliliğin, en gürültülü çığlıklardan bile daha etkili olabileceğini çarpıcı bir şekilde ortaya koyar.
Kaynak ve Sonuç İlişkisi
Beyit, bir sonuç ve bir sebep üzerine kuruludur.
• Sonuç (Birinci Mısra): Binlerce düşünceyi (efkâr) ve bakışı (enzâr), tam bir ümitsizlik (ye’s) ve hüzne boğan bir durum vardır. Bu, kolektif bir ruh halidir. Ortada yaygın, derin ve karamsar bir atmosfer hakimdir.
• Sebep (İkinci Mısra): Bu devasa hüzün atmosferinin kaynağı nedir? Büyük bir felaket mi, kitlesel bir kayıp mı? Hayır. Kaynak, tek bir şeydir: “Sükût-âmîz bir kabrin nihânî nâle vü zârı.” Yani, “sessizliğe bürünmüş bir mezarın, gizli gizli ağlayıp inlemesi.”
Sessizliğin ve Gizliliğin Gücü
Şairin dehası, bu hüzün kaynağını “sükût-âmîz” (sessiz) ve “nihânî” (gizli) olarak nitelemesinde yatar. Mezarın feryadı duyulmaz, ağlayışı görülmez. O, sadece hissedilir. Bu, fiziksel bir olay değil, tamamen manevi ve ruhani bir yayılımdır. Bir mezarın başında durup tefekkür eden bir insan, toprağın altındaki o meçhul hayatı, yaşanmış sevinçleri, çekilmiş acıları ve sessiz sonu düşünür. İşte o sessizlik, insanın içine en derin fısıltılarla konuşur. O mezarın “gizli feryadı”, aslında bakan gözün ve düşünen aklın, fanilik, kayıp ve zaman karşısındaki kendi iç feryadıdır.
İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Bu beyit, bizi etrafımızdaki sessiz dramlara karşı daha duyarlı olmaya davet eder. Bazen en büyük acılar, en sessiz olanlardır. Bir insanın suskun duruşu, bir evin terk edilmişliği veya eski bir mezarın yalnızlığı, içinde binlerce sayfalık hikayeler, duyulmamış feryatlar barındırabilir. Şair, tek bir sessiz kabrin, binlerce insanın düşüncesini ve bakışını nasıl hüzne boğabildiğini göstererek, empatinin ve tefekkürün gücüne işaret eder. O mezar taşı, sadece bir sonun değil, aynı zamanda sayısız başlangıcın, hayalin ve hayatın sessiz bir anıtıdır. Onun sessiz feryadını duyabilenler, hayatın ve ölümün derin manası üzerine düşünmekten kendilerini alamazlar. Bu, sadece bir hüzün değil, aynı zamanda bir arınma ve idrak anıdır.
Özet
Menemenlizâde Tâhir Bey, bu beyitinde, sessiz ve yalnız bir mezarın gizli feryatlarının, onu gören ve üzerine düşünen binlerce insanın bakışlarını ve fikirlerini nasıl derin bir hüzne ve ümitsizliğe boğabildiğini anlatır. Şair, en büyük etkinin her zaman gürültülü ve görünür olaylardan kaynaklanmadığını; aksine, sessizliğin, gizliliğin ve tefekkürün insan ruhu üzerinde çok daha derin ve yaygın bir tesir bırakabileceğini ustalıkla ifade eder. Beyit, sessiz acıların ve fanilik gerçeğinin gücü üzerine derin bir düşüncedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




BERCESTE VE İZAHI – 51 –

BERCESTE VE İZAHI – 51 –

1. : Vahid Mahtûmî’den Devlet ve Rahat Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
راحت رجال دولتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
دولت رجالی راحتی هیچ بیلمه‌مکده‌در
Vezin:
Mef’ûlü Fâ’ilâtü Mefâ’îlü Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir
Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir
Vahid Mahtûmî
Açıklama:
Rahat, makam-mevki sahibi insanlarla çok içli-dışlı olmamakla yani onlara ihtiyacını arz etmemekle olur. Devlet adamı olmak da rahat nedir hiç bilmemektir.
İzah ve Açıklama
Vahid Mahtûmî bu beytinde, “rahat” ve “devlet” kavramları arasında keskin ve karşılıklı bir ilişki kurar. Beyit, iki mısrada aynı kelimelerin yerlerini değiştirerek sanatlı bir şekilde iki farklı gerçeği ifade eder (kalb sanatı).
• Birinci Mısra: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir” (Rahat, devlet adamlarını hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra, gerçek huzur ve rahatın, devletin ve iktidarın karmaşık, çetrefilli ve sorumluluk dolu dünyasından uzakta olduğunu ifade eder. Makam ve mevki sahibi insanlarla, yani “ricâl-i devlet” ile iç içe olmak, onlardan bir talepte bulunmak, onların dünyasına girmek, insanın rahatını kaçırır. Güç odaklarının etrafında her zaman bir gerilim, bir beklenti ve bir çıkar çatışması vardır. Kişi, bu alanın dışında kaldığı ölçüde kendi iç huzurunu koruyabilir.
• İkinci Mısra: “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir” (Devlet adamları rahatı hiç bilmemektedir/tanımamaktadır.)
Bu mısra ise madalyonun diğer yüzünü gösterir. Devlet idaresinde görev alan, sorumluluk üstlenen kişiler, “rahat” kavramına yabancıdırlar. Onların omuzlarında milletin ve devletin yükü vardır. Gece gündüz demeden çalışmaları, sürekli teyakkuz halinde olmaları, sayısız iç ve dış meseleyle uğraşmaları gerekir. Bu nedenle kişisel rahatları, ailelerine ayıracakları vakitleri, kendilerine ait bir yaşamları neredeyse yoktur. Onlar için en büyük meşguliyet ve “rahatsızlık”, taşıdıkları ağır sorumluluğun kendisidir.
Beyit, gücün ve sorumluluğun getirdiği bedeli ve gerçek huzurun aslında sadelikte ve bu dünyanın karmaşasından uzakta olduğunu vurgular.
Makale: Tacın Ağırlığı ve Kulübenin Huzuru
Tarih boyunca insanoğlu, gücü ve iktidarı bir saadet ve rahatlık kaynağı olarak görme eğiliminde olmuştur. Sarayların parıltısı, tahtların görkemi ve sultanların emirlerinin tartışılmazlığı, dışarıdan bakanlar için mutlak bir huzurun ve erişilmez bir konforun simgesi gibi anlaşılmıştır. Oysa Vahid Mahtûmî’nin beytinde dile getirdiği gibi, bu parlak görüntünün ardında rahatın hiç uğramadığı bir dünya gizlidir. “Devlet ricâli râhatı hîç bilmemekdedir.”
Tarih, bu gerçeğin sayısız örneğiyle doludur. Büyük İskender, fethettiği topraklarda bir gün olsun durup dinlenememiş, sürekli yeni hedeflere koşarken genç yaşında hayata veda etmiştir. Roma İmparatoru Marcus Aurelius, bir filozof olmasına rağmen ömrünü cephelerde Cermen kabileleriyle savaşarak geçirmiş ve meşhur eseri “Kendime Düşünceler”i savaş çadırında, devletin bitmek tükenmek bilmeyen dertleriyle boğuşurken kaleme almıştır. O, bir düşünür olarak kütüphanesinin sessizliğini arzulamışken, bir imparator olarak savaş meydanlarının gürültüsünü yaşamak zorunda kalmıştır.
Osmanlı tarihinde de durum farksız değildir. Geceleri tebdil-i kıyafetle halkın arasına karışan padişahlar, aslında sadece tebaalarının durumunu kontrol etmiyor, aynı zamanda sarayın boğucu atmosferinden bir anlığına da olsa kaçarak nefes almaya çalışıyorlardı. Kanuni Sultan Süleyman’ın, “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihânda bir nefes sıhhat gibi” demesi, cihanı titreten bir padişahın bile en büyük zenginliği bir nefeslik “sıhhat” ve “rahat”ta gördüğünün en büyük isbatıdır. O, devletin en tepesindeyken, devletten daha kıymetli olanın bedeni ve ruhi rahatlık olduğunu itiraf etmiştir. Çünkü omuzlarındaki yük, sadece bir ülkenin değil, bir “cihan devleti”nin ve ümmetin sorumluluğuydu. Bu, uykuları kaçıran, en lezzetli yemekleri tatsız kılan bir ağırlıktır.
Beytin diğer mısrası ise sıradan insanın mutluluk formülünü verir: “Râhat ricâl-i devleti hîç bilmemekdedir.” Gerçek huzur, güç sahiplerinin kapısını aşındırmamakla, onların gölgesine sığınmaya çalışmamakla, beklentilerden ve taleplerden uzak, kendi yağıyla kavrulan bir hayat sürmekle mümkündür. Çünkü güç merkezine yaklaşıldıkça, bireyin kendi hayatı üzerindeki kontrolü azalır. Entrikalar, rekabet, haset ve hayal kırıklıkları bu dünyanın ayrılmaz parçalarıdır. Oysa kendi küçük dünyasında, ailesiyle, işiyle, toprağıyla meşgul olan insan, büyük fırtınalardan uzakta, sakin bir limandadır.
Bu beyit, bize modern dünyada da yol gösterir. Sürekli daha fazlasını istemeye, daha yüksek mevkilere ulaşmaya, daha fazla güç ve tanınırlık elde etmeye programlanmış günümüz insanı, aslında huzurunu ve rahatını bu hedefler uğruna feda ettiğinin farkında değildir. Oysa gerçek zenginlik, ihtiyaçların azlığında ve beklentisizlikte gizlidir. Devlet adamının uykusuz gecelerinin bedeli, sıradan bir insanın deliksiz uykusunun huzurudur. Tacın ağırlığını bilmeyenler, onu takmayı hayal ederler. Ama onu takanlar, bazen başı ağrımayan bir köylünün yerinde olmayı her şeye tercih edebilirler.
Özet
Vahid Mahtûmî’nin beyti, rahat ve devlet (güç/iktidar) arasındaki zıtlığa dayalı bir ilişkiyi anlatır. Gerçek rahat ve huzur, güç odaklarından ve devlet adamlarından uzak durmakla mümkün olurken; devlet idaresinde sorumluluk alanlar ise taşıdıkları ağır yük nedeniyle rahat yüzü görmezler. Makale, tarih boyunca liderlerin yaşadığı bu zorluğa ve sıradan insanın sadelikte bulabileceği huzura dikkat çekerek, gücün getirdiği bedelleri ve gerçek zenginliğin beklentisizlikte olduğunu vurgulamaktadır.

2. : Fennî’den Baht ve Himmet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
آچیلمش اللرڭ بختی بزمكی قاره قالمشدر
آنڭ ده انکشافی همت ابراره قالمشدر
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır
Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır
Fennî
Açıklama:
Herkesin bahtı açılmış, işleri yolunda gidiyor. Bizim bahtımız ise kara kalmıştır. Bahtımızın açılması -Allah’ın izniyle- evliyaların himmetine, manevi yardımına kalmıştır.
İzah ve Açıklama
Fennî, bu beytinde derin bir karamsarlık ve çaresizlik içindeki bir ruh halini, tasavvufi bir umut kapısıyla birleştirerek sunar.
• Birinci Mısra: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır”
Şair, çevresindeki insanları gözlemlemektedir. “Elleri açılmış” tabiri, işleri yolunda giden, başarılı, talihli, dünyevi nimetlere kavuşmuş insanları ifade eder. Onların bahtı açıktır, yolları aydınlıktır. Bu parlak tablonun karşısında şair, kendi durumunu bir tezat olarak ortaya koyar: “bizimki kara kalmıştır.” Bu ifade, sadece şanssızlık değil, aynı zamanda bir terk edilmişlik, bir nasipsizlik ve derin bir kederi de içinde barındırır. Herkesin muradına erdiği bir dünyada, kendi payına sadece karanlığın ve umutsuzluğun düştüğünü hisseder.
• İkinci Mısra: “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır”
Şair, bu karanlık durumdan çıkış için dünyevi çarelerin tükendiğini ima eder. “İnkişâf”, açılma, aydınlanma, ortaya çıkma demektir. Yani, bu kara bahtın aydınlanması, bu kapalı kapının açılması artık sıradan yollarla mümkün değildir. Çözüm, “himmet-i ebrâr”a, yani “iyilerin, salihlerin, Allah dostlarının (evliyaların) manevi yardımına, duasına ve ruhani desteğine” kalmıştır. Bu, tasavvufi bir teslimiyettir. Kişi, kendi çabasının ve aklının yetersiz kaldığı noktada, manevi bir güce, Allah’ın sevgili kullarının şefaatine ve duasına sığınır. Bu mısra, ilk mısradaki karamsarlığı bir umut ışığıyla deler. Çaresizlik, manevi bir kapıya yönelmekle son bulur.
Beyit, dünyevi başarısızlık ve hayal kırıklığı karşısında, insanın manevi sığınaklar arayışını ve Allah dostlarının yardımına olan inancını dile getirir.
Makale: Kara Bahtın Aydınlığı: Teslimiyet ve Himmet
İnsan hayatı, inişler ve çıkışlarla dolu bir yoldur. Bazen bu yolda her adımımız ileriye gider, her kapı kolayca açılır ve rüzgâr hep arkamızdan eser. Bazen ise ne yapsak olmaz; önümüzdeki tüm yollar kapanmış, sanki bütün cihan bize karşı birleşmiş gibi hissederiz. İşte şair Fennî, tam da bu ikinci anın fotoğrafını çeker: “Açılmış ellerin bahtı bizimki kara kalmıştır.” Bu, sadece bir şanssızlık anının tespiti değil, aynı zamanda insanın kendini çevresiyle kıyasladığında hissettiği o derin yalnızlığın ve geri kalmışlığın feryadıdır. Herkesin bayram ettiği bir köyde, tek başına yas tutan bir ev gibidir şairin kalbi.
Bu his, tarihin her döneminde ve her coğrafyada insanın en temel tecrübelerinden biri olmuştur. Başkalarının başarısını görmek, kendi başarısızlığımızı daha da ağırlaştırabilir. Sosyal medyanın gösterişli dünyasında, herkesin en mutlu, en başarılı, en “açılmış” anlarını sergilediği günümüz vitrinlerinde, kendi “kara bahtı” ile yüzleşen insan sayısı hiç de az değildir. Bu durum, kişiyi ya derin bir kıskançlık ve isyana ya da bir içe kapanış ve kabullenişe sürükler.
Fennî, bu yol ayrımında üçüncüsünü seçer: manevi bir teslimiyet. Dünyevi çareler tükendiğinde, aklın ve mantığın sınırlarına gelindiğinde, insan başka bir kapıyı çalmak zorunda kalır. “Anın da inkişâfı himmet-i ebrâra kalmıştır.” Bu mısra, bir çaresizliğin itirafı olduğu kadar, sarsılmaz bir inancın da ilanıdır. “Ebrâr”, yani iyiler, salihler, Allah dostları, bu dünyada maddi gücün ötesinde, manevi bir etki alanına sahip olarak görülürler. Onların “himmeti”, yani duaları, manevi destekleri, kalbi yardımları, kilitli kapıları açan bir anahtar gibidir.
Bu anlayış, aslında kâinattaki her şeyin sadece görünen sebeplerle işlemediği inancına dayanır. Her olayın arkasında ilahi bir irade ve bu iradeye yakın kulların bir tesiri olduğu düşünülür. Bu, bir nevi “manevi yer çekimi” yasasıdır. Nasıl ki büyük kütleler küçük kütleleri çekerse, manevi olarak yoğunlaşmış, Allah’a yakınlaşmış kalplerin de çevrelerine bir feyz, bir bereket ve bir yardım enerjisi yaydığına inanılır. Şairin bu kapıya yönelmesi, pasif bir bekleyişten ziyade, aktif bir yöneliştir. Kendi aczini itiraf edip, kendisinden daha büyük bir manevi güce sığınmaktır.
Bu tavır, insana umudunu kaybettiği anda yeni bir perspektif sunar. Belki de “kara baht” olarak görünen şey, aslında kişiyi bu manevi kapıya yönelten bir imtihandır. Belki de dünyevi yolların kapanması, semavi yolların açılması için bir davettir. Fennî’nin beyti, bize en karanlık anlarda bile bir ışık olduğunu hatırlatır. O ışık, kendi çabalarımızın bittiği yerde, Allah’ın izniyle, O’nun sevgili kullarının temiz kalplerinden ve dualarından yansıyan “himmet” ışığıdır. Bu, karanlık tünelin ucunda görünen umuttur.
Özet
Fennî’nin beyti, hayatta işleri yolunda gitmeyen ve kendini başkalarıyla kıyaslayarak umutsuzluğa kapılan bir insanın ruh halini anlatır. Çevresindeki herkesin başarılı ve mutlu olduğunu görürken, kendi talihinin karanlık kaldığını hisseder. Ancak bu karamsarlıktan çıkış yolunu, dünyevi çarelerde değil, Allah dostlarının (evliyanın) manevi yardımında ve duasında, yani “himmet”te bulur. Makale, bu durumu modern insanın yaşadığı yetersizlik hissiyle paralelleştirerek, maddi çözümlerin tükendiği noktada manevi bir kapıya yönelmenin bir umut ve teslimiyet olduğunu, bazen başarısızlıkların kişiyi daha derin bir arayışa iten bir davet olabileceğini işlemektedir.

3. : Köprülüzâde Es’ad Paşa’dan Sükûtun Gücü Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
سپر انداز عجزه خصمی تیغ خون فشان چکمز
خموشان ادب اندیشه زخم زبان چکمز
Vezin:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez
Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez
Köprülüzâde Es’ad Paşa
Açıklama:
Ne kadar kuvvetli bir silâhşör olunursa olunsun karşısındaki kişi eğer âcizlik siperine çekilmişse ona kılıç çekilmez. Sükût etmek siperde olmak gibidir. Edebinden dolayı dilini tutan kişiler dil yarası korkusu çekmez. Ona kalbi kırılacak bir şey söylemezler.
İzah ve Açıklama
Köprülüzâde Es’ad Paşa, bu beytinde fiziksel ve sözel çatışmalarda savunmanın ve pasif direnişin gücünü iki çarpıcı örnekle anlatır.
• Birinci Mısra: “Siper-endâz-ı acze hasmı tîğ-ı hûn-feşân çekmez”
“Acizlik kalkanını kuşanmış (siper-endâz-ı acze) kişiye, düşmanı (hasmı) kan saçan kılıcını (tîğ-ı hûn-feşân) çekmez.” Bu mısra, savaş ahlakındaki kadim bir kuralı hatırlatır. Güçlü bir savaşçı, kendisine karşı koymayan, teslim olan veya acizliğini belli eden bir düşmana saldırmaz. Bu, bir erdem ve şeref göstergesidir. Acizlik ve savunmasızlık, en güçlü saldırganı bile durduran bir tür görünmez kalkandır. Saldırganlık, karşısında bir direnç bulduğunda anlam kazanır; direnç ortadan kalktığında ise saldırının kendisi anlamsızlaşır ve bir zulme dönüşür.
• İkinci Mısra: “Hamûşân-ı edeb endîşe-i zahm-ı zebân çekmez”
“Edeb sahibi suskunlar (hamûşân-ı edeb), dil yarası (zahm-ı zebân) endişesi taşımazlar.” İlk mısradaki fiziksel mücadele, burada sözel ve sosyal alana taşınır. “Hamûşân-ı edeb”, sadece susanlar değil, edeplerinden, bilgeliklerinden dolayı susmayı tercih edenlerdir. Onlar, bir tartışmada veya gergin bir ortamda sükûtu seçerler. Bu sükût, bir acizlik değil, bir irade ve erdem göstergesidir. Böyle bir tavır karşısında, en keskin dilli, en kavgacı insanlar bile genellikle daha ileri gitmekten çekinirler. Çünkü edeple susan birine hakaret etmek veya dil uzatmak, bunu yapan kişiyi toplum nezdinde küçük düşürür. Dolayısıyla, sükût da tıpkı acizlik gibi, “dil yarasına” karşı en etkili kalkan olur.
Beyit, kaba kuvvete veya sözel saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine, pasif ve erdemli bir duruş sergilemenin çok daha etkili bir savunma stratejisi olduğunu öğretir.
Makale: En Güçlü Kalkan: Edep ve Sükût
İnsanın en ilkel isteklerinden biri, saldırı anında karşı saldırıya geçmektir. Bir yumruk, bir başka yumruğu; bir hakaret, daha ağır bir hakareti davet eder. Bu, sonu gelmez bir şiddet ve nefret sarmalıdır. Ancak Köprülüzâde Es’ad Paşa, bize bu sarmalı kırmanın kadim sırrını fısıldar: Gerçek güç, saldırmakta değil, saldırıyı boşa çıkaran erdemli bir duruşta gizlidir. O, en keskin kılıçların bile kıramayacağı iki kalkandan bahseder: acizliğin ve sükûtun kalkanı.
“Acizlik kalkanını kuşanmış kişiye, düşmanı kan saçan kılıcını çekmez.” Bu söz, savaşın bile bir ahlakı olduğunu hatırlatır. Mert ve onurlu bir savaşçı, silahını bırakmış, yere diz çökmüş bir hasma kılıç kaldırmaz. Çünkü o an, savaş bitmiş, güç gösterisi bir zulme dönüşmüştür. Bu ilke, sadece savaş meydanlarında değil, hayatın her alanında geçerlidir. Bir tartışmada, haksızlığa uğradığınızda, karşınızdaki öfkeyle köpürürken sizin sakin kalmanız, teslimiyetiniz ve aczinizi (burada “haddini bilmek” anlamında) ortaya koymanız, karşınızdakinin öfke ateşine dökülen bir kova su gibidir. Ateş, yanacak odun bulamadığında söner. Saldırganlık da karşılık bulamadığında gücünü ve anlamını yitirir. Bu, Gandhi’nin “pasif direniş” felsefesinin de temelidir. Güce güçle değil, ahlaki bir üstünlükle karşı durmak, en zalim gücü bile zamanla etkisiz hale getirir.
Beytin ikinci mısrası ise bu ilkeyi sosyal ilişkilerin merkezine taşır: “Edebinden dolayı susanlar, dil yarası endişesi taşımazlar.” Sözlü saldırılar, çoğu zaman fiziksel saldırılardan daha derin yaralar açar. Dilin kemiği yoktur ama kırdığı kalp kolay onarılmaz. İşte bu “dil yarasına” karşı en etkili zırh, “edeple susmaktır.” Bu, korkakların veya söyleyecek sözü olmayanların sessizliği değildir. Bu, ortamın seviyesizliğine inmeyi reddeden, kelimelerin değerini bilen ve bir cahille tartışarak kendi değerini düşürmek istemeyen ariflerin sükûtudur.
Hz. Ali’ye atfedilen, “Cahille girdiğim her tartışmayı kaybettim,” sözü bu hikmetin bir özetidir. Edeple susan bir insanın karşısında, hakaret ve kötü söz sahibine geri döner. Çünkü o sessizlik, aslında çok güçlü bir mesaj verir: “Senin seviyene inmeyeceğim.” Bu asil duruş, saldırganı kendi çirkinliğiyle baş başa bırakır. Toplum vicdanı da genellikle edeple susandan yana olur. Sessizlik, kişiye bir ağırlık, bir vakar ve bir güvenilirlik kazandırır. Bağıran, çağıran, hakaret eden değil; dinleyen ve yerinde susan bilge kişi saygı uyandırır.
Sonuç olarak, Es’ad Paşa’nın beyti, bize modern dünyanın gürültüsü ve saldırganlığı içinde bir sığınak sunar. Her söze cevap vermek, her saldırıya karşılık vermek zorunda değiliz. Bazen en güçlü cevap, sessizliktir. En güvenli siper, tevazu ve edeptir. Çünkü hiçbir kılıç, teslim olmuş bir boyundan daha keskin değildir ve hiçbir hakaret, edeple susan birinin vakarı kadar ağır değildir.
Özet
Köprülüzâde Es’ad Paşa’nın beyti, hem fiziksel hem de sözel çatışmalarda en etkili savunma yönteminin pasif ve erdemli bir duruş olduğunu belirtir. İlk mısrada, acizliğini gösterip teslim olan bir düşmana kılıç çekilmeyeceği; ikinci mısrada ise edep ve bilgelikle susmayı tercih edenlerin, dil yarası almaktan ve hakarete uğramaktan korunacağı anlatılır. Makale, bu fikri “pasif direniş” felsefesiyle ve sosyal ilişkilerdeki yansımalarıyla ele alır. Saldırganlığa aynıyla karşılık vermek yerine sükût ve tevazu göstermenin, kişiyi ahlaken yücelten ve saldırıyı boşa çıkaran en güçlü kalkan olduğu vurgulanır.
4: Alvarlı Muhammed Lütfi’den Hakiki Devlet ve Nimet Üzerine
İktibas
Osmanlıca Metin:
دولت اولدر دو جهانده دستگیر اولسون سڭا
نعمت اولدر عشق حق روشن ضمیر اولسون سڭا
Vezin:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Okunuşu:
Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana
Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana
Alvarlı Muhammed Lütfi
Görseldeki Açıklama:
Gerçek devlet senin hem dünyada hem de ahirette elinden tutacak, sana faydası dokunacak şeye ulaşmandır. Gerçek nimet ise Hak aşkının senin aydınlık gönlünde tecelli etmesidir.
İzah ve Açıklama
Erzurumlu bir mutasavvıf olan Alvarlı Muhammed Lütfi (Efe Hazretleri), bu beytinde tasavvufi bir bakış açısıyla “devlet” (talih, zenginlik, mutluluk) ve “nimet” kavramlarını yeniden tanımlar.
• Birinci Mısra: “Devlet oldur dü-cihânda dest-gîr olsun sana”
“Devlet (en büyük talih ve zenginlik) o şeydir ki, iki cihanda da (dünyada ve ahirette) sana elinden tutan (dest-gîr) olsun, yani yardım etsin.” Şair, dünyevi zenginliklerin, makamların ve geçici mutlulukların “devlet” olarak adlandırılamayacağını söyler. Çünkü bunlar sadece bu dünyada geçerlidir ve çoğu zaman sahibine ahirette bir fayda sağlamaz, hatta yük olabilir. Hakiki “devlet”, hem bu fani dünyada insana doğru yolu gösteren hem de ebedi olan ahiret hayatında onu kurtuluşa erdiren, ona yardımcı olan şeydir. Bu, ilahi bir lütuf, sarsılmaz bir iman veya salih bir amel olabilir.
• İkinci Mısra: “Ni’met oldur aşk-ı Hak rûşen-zamîr olsun sana”
“Nimet (en büyük lütuf ve ihsan) o şeydir ki, Allah aşkı (aşk-ı Hak) sana aydınlık bir vicdan (rûşen-zamîr) versin, yani vicdanını ve kalbini aydınlatsın.” Bu mısra, nimet kavramını maddi yiyecek, içecek veya mülk gibi şeylerden çok daha öteye taşır. En büyük nimet, bir insanın kalbinde Allah sevgisinin yerleşmesi ve bu sevginin onun vicdanını, iç dünyasını aydınlatmasıdır. Kalbi Allah aşkıyla aydınlanmış bir kişi, doğruyu yanlıştan ayırabilir, her şeyde O’nun bir tecellisini görür, ahlakı güzelleşir ve içi huzurla dolar. Bu, diğer tüm nimetlerin kaynağı ve özüdür.
Beyit, materyalist ve dünyevi değer ölçülerini reddederek, gerçek zenginliğin ve nimetin manevi ve kalbi değerlerde olduğunu vurgulayan derin bir tasavvufi hikmet ihtiva eder.
Makale: İki Cihan Saadeti: Gerçek Zenginlik Nedir?
İnsanoğlu, varoluşundan beri mutluluğu ve zenginliği aramaktadır. Bu arayışta çoğu zaman gözlerini dış dünyaya çevirmiş; zenginliği malda, mülkte, parada; mutluluğu ise makamda, şöhrette ve dünyevi hazlarda bulacağını sanmıştır. Oysa Alvarlı Muhammed Lütfi Hazretleri gibi gönül sultanları, bize pusulayı tersine çevirmemizi ve hakiki hazinenin içimizde saklı olduğunu hatırlatır. O, “devlet” ve “nimet” gibi dünyevi davetleri güçlü iki kelimeyi alır ve onlara ebedi bir anlam yükler.
Ona göre “devlet”, yani insanın sahip olabileceği en büyük servet ve talih, “iki cihanda elinden tutacak” olandır. Bu tanım, modern insanın başarı ölçülerini temelden sarsar. Bugün “başarılı” veya “talihli” saydığımız bir insan, genellikle banka hesabındaki rakamlarla, oturduğu evin büyüklüğüyle veya sosyal statüsüyle ölçülür. Ancak bu değerlerin tamamı, hayat denilen kısa yolculuğun sonunda, mezar kapısında terk edilmeye mahkûmdur. Hiçbir servet, Azrail ile pazarlık edemez. Hiçbir makam, mahşer gününde bir imtiyaz sağlamaz. O halde, sadece bu dünyada geçerli olan bir para birimine yatırım yapmak ne kadar akıllıcadır? Alvarlı Efe, bize yatırımımızı “iki cihanda” da geçerli olan bir değere yapmamızı öğütler: İman, salih amel, güzel ahlak, Allah’ın rızası… İşte bunlar, hem dünyada insanın yolunu aydınlatan birer kandil, hem de ahirette ebedi kurtuluşuna vesile olacak sadık birer yardımcıdır.
Beytin ikinci kanadında ise “nimet” kavramı ele alınır. Nimet denince aklımıza sofralarımızı donatan yiyecekler, sağlığımız, konforumuz gelir. Bunlar şüphesiz Allah’ın lütuflarıdır ve şükrü gerektirir. Ancak Alvarlı Efe’ye göre tüm bu nimetlerin tacı, özü ve kaynağı, “Hak aşkının kalbi aydınlatmasıdır.” Kalpte Allah aşkı yoksa, en lezzetli yemekler sadece biyolojik bir ihtiyacı giderir, en lüks evler ruhu tatmin etmeyen birer hapishaneye dönüşür.
Kalbin Allah aşkıyla aydınlanması (“rûşen-zamîr olmak”), insana yeni bir bakış açısı kazandırır. O artık kâinata çıplak gözle değil, “iman” gözlüğüyle bakar. Yağmurun her damlasında rahmeti, çiçeğin her renginde sanatı, dostunun tebessümünde ilahi bir lütfu görür. Vicdanı aydınlanmıştır; artık harama ve yanlışa giden yollar ona karanlık ve itici gelirken, helale ve doğruya giden yollar aydınlık ve çekicidir. Bu, insanın iç dünyasında sahip olabileceği en büyük aydınlıktır ve bu aydınlığa sahip olan kişi, dünyanın en zengini ve en doymuşudur. Çünkü o, nimetin sahibine ulaşmıştır.
Son tahlilde, bu beyit bize modern hayatın dayattığı sahte zenginlik tanımlarını sorgulamamız için bir davetiye sunar. Gerçek devlet, bizi sonsuzlukta yalnız bırakmayacak bir dost; gerçek nimet ise kalbimizi o dostun sevgisiyle dolduracak ilahi bir nurdur. Geriye kalan her şey, bu ebedi yolculukta geride bırakacağımız birer gölgeden ibarettir.
Özet
Alvarlı Muhammed Lütfi, bu beytinde “devlet” (zenginlik/talih) ve “nimet” kavramlarına tasavvufi bir anlam yükler. Ona göre gerçek devlet, sadece bu dünyada değil, ahirette de insana yardımcı olacak, elinden tutacak manevi değerlerdir. En büyük nimet ise, insanın kalbinin Allah aşkıyla dolması ve bu aşkın kişinin vicdanını ve iç dünyasını aydınlatmasıdır. Makale, bu tanımları modern dünyanın materyalist başarı anlayışıyla karşılaştırarak, geçici dünyevi kazanımlar yerine kalıcı ve manevi değerlere yatırım yapmanın önemini vurgular. Hakiki zenginliğin ve mutluluğun, Allah’a olan sevgi ve yakınlıkta bulunduğu fikrini işler.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025




AŞK VE MUHABBETİN HAKİKATİ

AŞK VE MUHABBETİN HAKİKATİ

🌿 1. Aşkın Türleri: Hayvânî, İnsânî ve İlâhî Aşk – 1 –

🐾 1. Hayvânî Aşk
• Bu aşk nefsânîdir, bedene ve şekle yöneliktir.
• Menfaate, şehvete veya cismanî güzelliğe dayanır.
• Devamı yoktur; beden ölünce, aşk da ölür.
• Bu tür aşk Kur’ân’da nefs-i emmâre derecesine yakın bir hâli ifade eder.
• Nefsin arzularından doğan sevgidir; “sevgi”nin en alt mertebesidir.
• Divan edebiyatında bu tür aşklar “mecazî” aşkın gölgesinde kalır. Leylâ ile Mecnûn, Ferhad ile Şirin hikâyeleri hep bu mecazî aşkın ilâhî aşka dönüşümünün bir sembolüdür.
🌸 Mecnûn’un Leylâ’sında Hakk’ı bulması, hayvânî olandan ulvî olana geçişin remzidir.

🕊 2. İnsânî Aşk

• Bu aşk, sadece bedene değil, ruha, ahlâka, fazilete ve güzelliğin manevî boyutuna yöneliktir.
• Karşılıklı sevgi, muhabbet ve vefayı barındırır.
• Aklın, kalbin ve ruhun müşterek sevgisidir.
• Bu aşk, insanın kalbini temizler, inceltir, Hakk’a açılan bir pencere hâline gelebilir.
• Tasavvufta bu tür aşk mecazdan hakikate köprü kabul edilir.
Mevlânâ der ki:
“Mecazî aşk, seni hakikate götürmüyorsa o aşk değildir, hevestir.”
Yani insanî aşk, eğer Hakk’a götüren bir merdiven olursa kıymetlidir; değilse nefsin süslenmiş bir tuzağına dönüşür.

3. İlâhî Aşk

• Bu, Allah sevgisidir.
• Kalpteki bütün sevgileri temizler, yakar, Allah için sevmeyi öğretir.
• Bu aşkta benlik yoktur; “ene” (ene, enaniyet) silinir, sadece “O” kalır.
• Tasavvufta “Fenâ fillah” yani Allah’ta yok olmak makamına kadar çıkar.
• Kur’ân’da bu aşk “muhabbetullah” olarak geçer:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”
(Mâide, 54 – TDV Meali)
• Bu sevgi sadece ibadetle değil, kalbin Allah’a yönelmesiyle, yani derûnî bir muhabbetle olur.
• Bu aşkta dünyevî unsurlar kalkar; vuslat, ruhî ve kalbî bir hâle gelir.

🌹 2. Divan Edebiyatında Aşkın Tasnifi

Divan şairleri aşkı üç mertebede işler:
Tür – Mahiyet – Hedef
Örnek Beyit / Sembol
Mecazî Aşk -Beşerî, dünyevî
Hakikî aşka köprü -Leylâ, Şirin, Züleyha
Hakikî Aşk -İlâhî, ruhanî
Allah’a vuslat – Mecnûn’un Leylâ’da Hakk’ı bulması
Aşk-ı Mutlak
Fenâ ve bekâ hâli – Allah’ın zatî muhabbeti
Mevlânâ’nın “Ben Hakk’a âşıkım” demesi
Divan şiirinde “sevgili” bazen Allah, bazen Peygamber, bazen de manevî hakikatin sembolüdür.
Züleyha’nın Yusuf’a olan aşkı da nefsî aşkın ilâhî aşka dönüşmesinin en kuvvetli örneğidir.

🌺 3. Kur’ân ve Hz. Yusuf – Züleyha Kıssası

📖 Yusuf Sûresi, Kur’ân’ın En Güzel Kıssası

“Biz sana bu Kur’ân’ı vahyetmekle en güzel kıssayı anlatıyoruz.”
(Yusuf, 3 – TDV Meali)
Hz. Yusuf’un kıssası sadece tarihî bir olay değil; aşk, sabır, iffet, ihlâs ve Allah’a bağlılık dersidir.

🕊 Züleyha’nın Aşkı

• Züleyha’nın Yusuf’a olan sevgisi önce nefsânîdir, hayvânî bir arzudur.
• Fakat Yusuf’un iffeti, sabrı ve Allah’a olan teslimiyeti karşısında bu aşk tezkiye olur, arınır.
• Züleyha sonunda o aşkın mecaz olduğunu idrak eder ve Hakk’a yönelir.
• Rivayetlerde Züleyha’nın sonradan tevbe ettiği, hatta Hz. Yusuf’a ilâhî bir sevgiyle bağlandığı anlatılır.
🌸 “Kadın, onun nefsinden murad almak istedi. O da Rabbinin burhanını gördü.”
(Yusuf, 24 – TDV Meali)
Bu ayet aşkın üç mertebesini gösterir:
• Nefsânî çağrı (Züleyha’nın arzusu)
• İnsânî direnç (Yusuf’un iffeti)
• İlâhî yardım (Rabbinin burhanını görmesi)
Yani aşk, sınavdır. Nefs için bir imtihan; kalp için bir arınma; ruh için bir yükseliştir.

🌿 4. Verdiği Mesajlar ve Hatırlattıkları
• Aşk bir imtihandır.
Yusuf’un sabrı, iffeti, Allah’a bağlılığı aşkı kemale dönüştürür.
• Güzellik bir emanettir.
Yusuf’un güzelliği sadece dışta değil, içte de “nur”dur; bu güzellik ilâhîdir.
• Nefsânî aşk tezkiye edilirse ilâhî aşka dönüşür.
Züleyha’nın sevdası sonunda hakikî aşka dönüşmüştür.
• Sabır, iffet ve tevekkül aşkta kemalin yoludur.
Yusuf’un kuyudan saraya, zindandan saltanata yükselişi bu sabrın neticesidir.
• Aşk Hakk’a götürmeli, kulda durmamalıdır.
Eğer aşk “O’na” yaklaştırmıyorsa, o aşk yanılmadır.

🌷 Sonuç ve Hikmet

Aşkın üç mertebesi, insanın üç katmanına tekabül eder:
Katman – Aşk Türü -Tezahürü / Nefs -Hayvânî Arzu, şehvet
Kalp – İnsânî Muhabbet, sadâkat / Ruh İlâhî Aşkullah, vuslat

🌿 “Allah bir kulunu severse, onun kalbine kendi sevgisini koyar.”

*******

Hayvanî, İnsanî ve İlâhî Aşkın Ayrımları – 2 –

Bu üç aşk türü, kaynağı, hedefi ve mahiyeti bakımından birbirinden ayrılır.
* Hayvanî Aşk: Bu aşkın mahiyeti tamamen nefsanîdir ve tabiatî ihtiyaçlardan doğar. Cinsî çekim, şehvanî arzular ve bedeni istekler bu aşkın en bariz özellikleridir.
Hayvanî aşk, aklın ve kalbin değil, bedenin ve nefsin heveslerini esas alır. Geçicidir, fânidir ve nihayeti genellikle maddî bir tatmindir.
* İnsanî Aşk: Bu aşk, hayvanî aşktan daha yüksek bir seviyededir. Duygusal bağ, muhabbet, dostluk, saygı ve vefa gibi unsurları ihtiva eder. İnsanî aşkta ruhlar da temas kurar, sadece bedenler değil. Evlilik, aile ve dostluk gibi sosyal münasebetlerde görülen bu aşk, karşılıklı fedakârlık, muhabbet ve merhamet üzerine bina edilir. Fânî olmakla beraber, hayvanî aşka göre daha derin ve kalıcı bir iz bırakabilir.
* İlâhî Aşk (Aşk-ı Hakikî): Bu aşk, bütün mâsivânın (Allah’ın dışındaki her şeyin) ötesindedir. İlâhî bir kaynak olan Allah’a yöneliktir ve bu aşkta ene ortadan kalkar. Aşık, Maşuk’unda fani olur. Bu aşka tasavvufta “aşk-ı hakikî” denir. İlâhî aşkta maddî bir karşılık beklenmez, zira bizzat Cenâb-ı Hakk’a kavuşma ve O’nun cemâlini nazar etme arzusu vardır. Divan edebiyatında şairler, zahirde Leylâ ve Mecnun, Şirin ve Ferhad gibi beşerî aşkları tasvir etse de, batında bu hikâyeler hep ilâhî aşkı tasvir eder. Bu açıdan, tasavvufî düşünceye göre, insanın hakikî varlığına ulaşması ancak bu aşk ile mümkündür.
Yusuf Sûresindeki Kıssa ve Mealleri
Yusuf Aleyhisselâm ve Züleyha kıssası, Kur’an’ın en güzel ve ibretli kıssalarından biridir. Bu kıssada hayvanî aşkın nefsanî yanılmalarını, insanî aşkın derinliğini ve ilâhî aşkın en üstün mertebesini görmekteyiz. Kıssa, Yusuf Aleyhisselâm’ın güzelliği ile başlayan bir imtihanlar zinciridir.
Züleyha’nın Yusuf Aleyhisselâm’a duyduğu başlangıçtaki aşk, hayvanî ve nefsanî bir aşktır. Kur’an’da bu durum şu şekilde ifade edilir:
Yusuf Sûresi, 23. Âyet:
> “Evinde bulunduğu kadın (onu kendine) arzu etmiş ve kapıları kilitleyerek, “Haydi gel!” demişti. Yusuf, “Allah’a sığınırım. Şüphesiz o benim Rabbimdir, bana güzel davrandı. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi.” (TDV Meali)
>
Bu ayette Züleyha’nın arzusu, tamamen nefsanî ve maddî bir isteği ön plana çıkarmaktadır. Bu aşkın nihayeti, Yusuf Aleyhisselâm’ın kaçmasıyla engellenir ve Züleyha, bu gayrı meşru isteğini isbat edecek bir delil bulamaz.
Ancak kıssanın devamında Züleyha’nın bu nefsanî arzusunun, yıllar sonra ilâhî bir aşka dönüştüğü rivayet edilir. Yusuf Aleyhisselâm Mısır’a sultan olduktan sonra, Züleyha’nın artık o eski güzelliğini ve gücünü yitirdiği, dünya malından el çektiği ve sadece Yusuf Aleyhisselâm’ın Rabbine yöneldiği anlatılır. Onun bu dönüşümü, nefsin arzusundan kurtulup kalbin Allah’a yönelmesiyle gerçekleşir. Bu, zahirî bir aşkın, batınî bir hakikate ulaşmasının en güzel tasviridir. Bu dönüşümle, Züleyha’nın kalbinde yer eden nefsanî muhabbet, yerini Allah’ın sevgisine ve takvasına bırakmıştır.

Yusuf Aleyhisselâm Kıssasının Verdiği Mesajlar ve Hatırlattıkları

Yusuf Aleyhisselâm kıssası, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda pek çok mühim hikmet ve düşünceyi ihtiva eder.
* Sabır ve Takvanın Fazileti: Yusuf Aleyhisselâm, gençliğinde Züleyha’nın gayrı meşru isteği karşısında nefsine hâkim olmuş ve Allah’a sığınmıştır. Bu durumu Kur’an Yusuf Sûresi, 24. Âyet’te şöyle beyan eder: “Andolsun kadın onu arzulamıştı, eğer Rabbinin burhanını görmeseydi o da onu arzu ederdi. İşte biz, kötülüğü ve fuhşu ondan uzaklaştırmak için böyle yaptık. Şüphesiz o, ihlâslı kullarımızdandı.” (TDV Meali) Bu ayet, takvanın ve ilâhî burhanın insanı her türlü kötülükten koruyacağının isbatıdır.

* Yanılmaların Dönüşümü: Züleyha’nın kıssası, nefsanî ve dünya sevgisine dayalı bir aşkın dahi, doğru bir bağlantı ve nazar ile ilâhî bir aşka dönüşebileceğini gösterir. Yanılmalar, tövbe ve sâdık bir kalp ile en büyük fazilete dönüşebilir. Bu, insanın tabiatının ne kadar aldatıcı olabileceğini ve hakikî hayatın ancak ilâhî aşkla elde edilebileceğini hatırlatır.
* İlâhî Takdir ve Tevhid: Kıssa, her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu ve en zor imtihanlardan bile çıkış yollarının olduğunu vurgular. Yusuf Aleyhisselâm’ın kuyuya atılması, köle olması ve zindana düşmesi gibi zahiren kötü olan hadiselerin, nihayetinde onu Mısır’a sultan yapması, ilâhî takdirin en güzel tasviridir.
* Güzelin Hakikate Vesile Olması: Divan şiirinde ve tasavvufî düşüncede, zahirî güzellik, Allah’ın cemâlinin bir tecellisi olarak kabul edilir. Yusuf Aleyhisselâm’ın bu derece güzel olması, insanları O’na yöneltmiş, Züleyha’yı da evvela nefsanî bir sevgiye, sonra ise hakikî bir tevhid ve aşk-ı ilâhîye sevk etmiştir.
Bu doğrultuda, Yusuf Aleyhisselâm kıssası, nefsin zaaflarından kurtulup ruhun ve kalbin derinliklerine yönelmek için ilâhî aşka ve takvaya ihtiyacımız olduğunu hatırlatan cihanşümul bir mesaj taşır.

*****

🌹 I. Aşk ile Muhabbet Arasındaki Fark

🌺 1. Aşk
• “Aşk” kelimesi Arapçada “şiddetli sevgi” demektir.
• Lügatte “sarılıp saran sarmaşık” anlamındaki “aşaka” kelimesinden gelir; yani seveni sarar, kuşatır, yakar.
• Aşk çoğu zaman şiddetli bir muhabbetin neticesi olup fakat akıl ve iradeyi yakabilir.
🕊 “Aşk, muhabbetin ifrat derecesidir. Bazen aklı yakar.”

• Yani aşk, eğer mecazî (insana, bedene, fanîye) yönelmişse, o aşk yakıcı olur; çünkü fani bir varlığa sonsuzluk hissiyle bağlanmak, insanı perişan eder.
🌿 “Aşk, şiddetli bir muhabbettir. Fâni mahbuplara müteveccih olduğu vakit, ya o aşk kendi sahibini daimî bir azap ve elemde bırakır. Veyahut o mecazî mahbup, o şiddetli muhabbetin fiyatına değmediği için, bâki bir mahbubu arattırır; aşk-ı mecazî, aşk-ı hakikîye inkılâp eder.
İşte, insanda binlerle hissiyat var. Herbirisinin, aşk gibi, iki mertebesi var: biri mecazî, biri hakikî. Meselâ, endişe-i istikbal hissi herkeste var. Şiddetli bir surette endişe ettiği vakit bakar ki, o endişe ettiği istikbale yetişmek için elinde senet yok.”(Bediüzzaman)
• Fani olan şey elden gidince, aşık da yanar, mahvolur.
Çünkü o sevgide ebedîlik yoktur.

🌷 2. Muhabbet
• Muhabbet ise kalbin temiz bir meyli, ölçülü sevgisidir.
• Aşk yakar, muhabbet ısıtır.
• Aşk yakıcı bir ateştir; muhabbet nurlu bir güneştir.
“Muhabbetin esası Cenâb-ı Hakk’ın cemâline, kemâline ve ihsanına karşı bir hayranlık, bir minnettarlık hissidir.”

• Muhabbet, Hakk’a yöneldiği zaman insana huzur verir, aşk ise fanide kaldıkça elem verir.
• Muhabbet kalbin en saf, en parlak kuvvetidir; yaratılışın özüdür.
🌸 “Muhabbet şu kâinatın bir rabıtasıdır. Kâinatı birbirine bağlayan bir nurdur.”

• Yani muhabbet, Allah’ın bütün mahlûkatı arasında kurduğu manevî bağdır.

🌼 II. Risale-i Nur’a Göre Aşkın Mertebeleri
Bediüzzaman, aşkın üç derecesinden bahseder:
• Mecazî Aşk:
Fânîye yönelmiş aşktır. Güzelliği kendi zatında zanneder.
“Fânîyi sevmek, ebedî bir azap doğurur.”
• Mecazdan Hakikate Geçen Aşk:
Seven, sevgilisinde Allah’ın cemâlini, güzelliğini fark eder.
“Mecazdan hakikate geçmeyen aşk, aşıkı ateşe atar.”
• Hakikî Aşk (Aşk-ı İlâhî):
Allah’ın cemâlini, kemâlini, rahmetini sever; O’na vuslat ister.
“Aşk-ı İlâhî, saadet-i ebediyenin anahtarıdır.”

🌹 III. Kur’ânî Dayanak – Muhabbet-i İlahiye

Kur’ân’da “aşk” kelimesi geçmez; fakat “muhabbet” kökü çok defa zikredilir:
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.”
(Mâide, 54 – TDV Meali)
“De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”
(Âl-i İmrân, 31 – TDV Meali)

🌿 Aşk, Kur’ân’da medhedilmemiş; fakat muhabbet emredilmiştir. Çünkü muhabbet, itidali, ihlası, ubudiyeti netice verir. Aşk ise bazen aklı yakar, şeriatı unutturur.

🌸 IV. Hz. Yusuf Kıssası Açısından Aşk ve Muhabbet

Hz. Yusuf ve Züleyha kıssası bu farkın en parlak misalidir.
• Züleyha’nın ilk duygusu aşktır.
Bu aşk nefsânîdir, gözden doğmuştur, bedene yönelmiştir.
Onun için yakıcıdır, azap vericidir.
“Kadın onun nefsinden murad almak istedi…” (Yusuf, 24)
• Fakat Züleyha, Yusuf’un iffetini ve Allah’a bağlılığını gördükçe, o aşk tezkiye olur, muhabbete dönüşür.
Artık Yusuf’un yüzünde Hakk’ın cemâlini, güzelliğini görür.
Nefis yanarken, kalp arınır.

“Mecazî aşk, eğer Hakk’ın cemâline bir merdiven olsa, o vakit aşk-ı mecazîden aşk-ı hakikîye geçer, o da makbuldür.”

Yani Züleyha, bu merdivenden geçti; aşkı muhabbet oldu, muhabbeti marifet oldu.

🌿 V. Netice Cümlesi
🌸 “Aşk, fânîde kalırsa elem verir; Bâkî’ye dönerse lezzet verir.”

🌺 “Muhabbet, fânîde olursa bela olur; Bâkî’de olursa saadet olur.”

🌷 Özetle

Kavram – Mahiyet – Sonuç
Aşk -Şiddetli sevgi, yakıcı ateş
Fanide olursa elem; Hakk’a yönelirse nur
Muhabbet – Kalbin Hakk’a yönelen meyli, itidal – Huzur, ubudiyet, ebedî saadet

*****

🌹 I. MECÂZÎ AŞK NEDİR?

Mecazî aşk, insanın bir güzelliğe, bir varlığa, bir nimete, bir kişiye veya bir eşyaya yönelmiş şiddetli sevgisidir.
Fakat bu sevgi, çoğu zaman güzelliği o varlığın zatında zannetmek hatasından doğar.
🌿 “Aşk-ı mecazî, fânî mahbuba müteveccih olduğu vakit, daimi firak azabını netice verir.”

Yani fani bir varlığı, sonsuz bir sevgiyle sevmek imkânsız bir iştir. Çünkü o varlık fânîdir, elden gider.
O zaman kalp yanar, aşk azaba döner.
Ama bu hâl, aslında terbiye edici bir mekteptir.

🌸 II. MECÂZÎ AŞKIN İÇİNDEKİ HAKİKAT CÜZÜ

Her mecazî aşkın içinde, aslında ilâhî bir hakikatin gölgesi vardır.

“Mahlûkatın cemâlini, kemâlini seviyorsan, bil ki onlar Cenâb-ı Hakk’ın cemâl ve kemâline işaret eden birer aynadır.”

Yani bir kimse bir güzelliği sevdiyse, o sevgi aslında Allah’ın cemâl sıfatına bir meyildir; farkında değildir, ama sevdiği şey O’nun güzelliğinin bir tecellisidir.
İşte bu farkındalık doğduğunda, aşk mecazdan hakikate geçmeye başlar.

🌷 III. MECÂZDAN HAKİKATE GEÇİŞİN AŞAMALARI

1. Perdenin Yırtılması – Güzelliğin Faniliğini Görmek

Aşık, sevdiği şeyin fanî olduğunu, elden gideceğini idrak eder.
Sevgi artık bir ızdırap kaynağı olur; bu da onu düşünmeye sevk eder.
🌿 “Fânî mahbublar, bâkî muhabbeti kabul etmezler.”

2. Güzelliğin Kaynağını Fark Etmek

Aşık anlar ki, o güzellik o varlığa ait değil;
onu güzelleştiren, Cemîl-i Zülcelâl’in (Allah’ın Güzelliği) bir yansımasıdır.
🌸 “Her kemal ve cemal sahibi, fıtraten cemal ve kemalini görmek ve göstermek istemesi sırrınca, o muhtelif esma dahi, daimî ve sermedi oldukları için, daimî bir surette Zat-ı Akdes hesabına tezahür isterler.”(24. Mektub)
Bu idrak, mecazın perdesini yırtar, tecelliye ulaştırır.

3. Sevgiyi Aslî Kaynağına Yönlendirmek

Artık seven, o güzelliği değil, güzelliğin Sahibini sever.
Mahlûka değil, Hâlık’a yönelir.
🌺 Mahlûkatı sevmek, Hâlık için olmalı. Çünkü mahlûkatın cemâli fânidir; fakat Hâlık’ın cemâli bâkîdir.

4. Mahlûkta Hakk’ı Görmek

Bu mertebede seven kişi, her güzellikte Allah’ın cemâlini müşâhede eder.
Artık o sevgi ilâhî bir nazar hâline gelir.
🕊 “Ehl-i aşk, mecazî suretlerde Hakk’ın cemâlini temaşa eder.”

5. Muhabbete ve Marifete Dönüş

Aşk artık muhabbete, muhabbet de marifetullaha dönüşür.
Seven, Allah’ı tanımanın, bilmenin lezzetini tadar.
🌿 “Muhabbet, marifeti intac eder; marifet, muhabbeti ziyadeleştirir.”

Yani artık aşk bir ateş değil, bir nur olur.

🌹 IV. HZ. YUSUF VE ZÜLEYHA’DA BU SÜRECİN TEMSİLİ

Züleyha’nın hikâyesi, mecazdan hakikate geçişin sembolüdür.
• Başlangıçta Züleyha, Yusuf’un güzelliğine âşık olur.
Bu mecazî aşktır.
• Yusuf’un iffeti, sabrı ve Allah’a yönelişi karşısında Züleyha anlar ki:
“Bu güzellik, Allah’tan bir tecellidir.”
• Artık Yusuf’u değil, Yusuf’ta tecelli eden Cemîl-i Mutlak’ı sever.
Tasavvufta bu hâl şöyle özetlenir:
🌸 “Züleyha Yusuf’ta Yusuf’u değil, Yusuf’un Rabbini buldu.”
Bu, aşkın mecazdan hakikate yükselişidir.

🌿 V. Son Söz

“Aşk, mecazdan hakikate bir köprüdür. Mecazda kalırsa ateştir, hakikate geçerse nurdur.”

🌷 “Sevdiğin şeylerdeki lezzet, onların zatında değil, Cenâb-ı Hakk’ın sana ihsan ettiği muhabbetin neticesidir.”

🕊 “Cemâl-i İlâhîye yol açan muhabbet, insanın en yüksek duygusudur. O duygu, mecazda boğulmasın; Hakk’a yönelsin.”

🌺 Özet

Mertebe – Aşkın Hâli – Sonucu
Mecazî Aşk – Fânîye yönelir, bedene bağlıdır.Yanma, hicran, elem
Tezkiyeli Aşk – Fânîdeki güzelliğin Hakk’tan geldiğini fark eder.Uyanış, tefekkür
Hakikî Aşk – Allah’ın cemâline yönelir.Huzur, nur, marifet

🌸 Netice:
Aşk, Hakk’a ulaşmazsa yakar;
Hakk’a ulaşırsa muhabbet olur.
Muhabbet, aşkın arınmış, nurlanmış hâlidir.
“Fânîyi sevmek muhabbet değil, gaflettir.
Bâkîyi sevmek, muhabbetin ta kendisidir.”

*****
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri’nin Tahlil ve beyanında fark şöyle izah ediliyor:
• “Yirmi Dördüncü Mektub’un İkinci Zeyli
Mi‘râc-ı Nebevî hakkındadır.
Mevlid-i Nebevînin Mi‘râciye kısmında “Beş Nükte” yi beyân edeceğiz.
Birinci Nükte: Cennetten getirilen Burâk’a dâir, Mevlid yazan Süleyman Efendi hazîn bir aşk mâcerâsını beyân ediyor. O zât ehl-i velâyet olduğu ve rivâyete binâ ettiği için, elbette bir hakîkati o sûretle ifade ediyor.
Hakîkat şu olmak gerektir ki:
Âlem-i bekānın mahlûkları, Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nûruyla pek alâkadârdırlar. Çünkü onun getirdiği nûr iledir ki, cennet ve dâr-ı âhiret, cin ve ins ile şenlenecek. Eğer o olmasaydı, o saadet-i ebediye olmazdı. Ve cennetin her nevi‘ mahlûkātından istifâdeye müsteid olan cin ve ins, cenneti şenlendirmeyeceklerdi. Bir cihette sâhibsiz, vîrâne kalacaktı. Yirmi Dördüncü Söz’ün Dördüncü Dalı’nda beyân edildiği gibi, nasıl ki bülbülün güle karşı dâsitâne-i aşkı, tâife-i hayvânâtın tâife-i nebâtâta derece-i aşka bâliğ olan ihtiyâcât-ı şedîde-i aşknümâyı, rahmet hazinesinden gelen ve hayvanâtın erzâklarını taşıyan kāfile-i nebâtâta karşı i‘lân etmek için bir hatîb-i Rabbânî olarak, başta bülbül-ü gül ve her nevi‘den bir nev‘-i bülbül intihâb edilmiş. Ve onların nagamâtı dahi, nebâtâtın en güzellerinin başlarında hoş-âmedî nev‘inden tesbîhkârânebir hüsn-ü istikbâldir, bir alkışlamadır.
Aynen bunun gibi, sebeb-i hilkat-i eflâk ve vesîle-i saadet-i dâreyn ve Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn olan Zât-ı Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı, nasıl ki melâike nev‘inden Hazret-i Cebrâîl Aleyhisselâm kemâl-i muhabbetle hizmetkârlık ediyor.
• Melâikelerin Hazret-i Âdem Aleyhisselâm’a inkıyâd ve itâatini ve sırr-ı sücûdunu gösteriyor. Öyle de ehl-i cennetin, hatta cennetin hayvanât kısmının dahi o zâta karşı alâkaları, bindiği Burak’ın hissiyât-ı âşıkānesiyle ifade edilmiştir.
İkinci Nükte: Mi‘râc-ı Nebevîdeki mâcerâlardan birisi, Cenâb-ı Hakk’ın Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’a karşı muhabbet-i münezzehesi, “Sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle ifade edilmiş. Şu ta‘bîrât, Vâcibü’l-Vücûd’un kudsiyetine ve istiğnâ-yı zâtîsine ma‘nâ-yı örfî ile münâsib düşmüyor. Madem Süleyman Efendi’nin mevlidi, rağbet-i âmmeye mazhariyeti delâletiyle, o zât ehl-i velâyettir ve ehl-i hakîkattir, elbette irâe ettiği ma‘nâ sahîhtir. Ma‘nâ da budur ki:
Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’un hadsiz cemâl ve kemâli vardır. Çünkü bütün kâinâtın aksamına inkısâm etmiş olan cemâl ve kemâlin bütün envâı, onun cemâl ve kemâlinin emâreleri, işaretleri, âyetleridir.
İşte her halde cemâl ve kemâl sâhibi, bilbedâhe cemâl ve kemâlini sevmesi gibi, Zât-ı Zülcelâl dahi cemâlini pek çok sever. Hem kendine lâyık bir muhabbetle sever. Hem cemâlinin şuââtı olan esmâsını dahi sever. Madem esmâsını sever, elbette esmâsının cemâlini gösteren san‘atını sever. Öyle ise, cemâl ve kemâline ayna olan masnûâtını dahi sever. Madem cemâl ve kemâlini göstereni sever, elbette cemâl ve kemâl-i esmâsına işaret eden mahlûkātının mehâsinini sever. Bu beş nevi‘ muhabbete Kur’ân-ı Hakîm âyâtıyla işaret ediyor.
İşte Resûl-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, madem masnûât içinde en mükemmel ferddir ve mahlûkāt içinde en mümtâz şahsiyettir.
Hem san‘at-ı İlâhiyeyi bir velvele-i zikir ve tesbîh ile teşhîr ediyor ve istihsân ediyor. Hem esmâ-yı İlâhiyedeki cemâl ve kemâl hazinelerini lisân-ı Kur’ân ile açmıştır. Hem kâinâtın âyât-ı tekvîniyesinin Sâni‘inin kemâline delâletlerini, parlak ve kat‘î bir sûrette lisân-ı Kur’ânla beyân ediyor. Hem küllî ubûdiyetiyle, rubûbiyet-i İlâhiyeye aynadârlık ediyor.
Hem mâhiyetinin câmiiyetiyle, bütün esmâ-yı İlâhiyeye bir mazhar-ı etemm olmuştur.
Elbette bunun için denilebilir ki: Cemîl-i Zülcelâl kendi cemâlini sevmesiyle, o cemâlin en mükemmel âyîne-i zîşuûru olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever.
• Hem kendi esmâsını sevmesiyle, o esmânın en parlak aynası olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a benzeyenleri dahi derecelerine göre sever.
Hem san‘atını sevdiği için, elbette onun san‘atını en yüksek bir sadâ ile bütün kâinâtta neşreden ve semâvâtın kulağını çınlatan berr ve bahri cezbeye getiren bir velvele-i zikir ve tesbîh ile i‘lân eden Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve ona ittibâ‘ edenleri de sever.
Hem masnûâtını sevdiği için, o masnûâtın en mükemmeli olan zîhayatı ve zîhayatın en mükemmeli olan zîşuûru ve zîşuûrun en efdali olan insanları ve insanların bil’ittifâk en mükemmeli olan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı elbette daha ziyâde sever.
Hem kendi mahlûkātının mehâsin-i ahlâkiyelerini sevdiği için, mehâsin-i ahlâkiyede bil’ittifâk en yüksek mertebede bulunan Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ı sever ve derecâta göre ona benzeyenleri dahi sever. Demek Cenâb-ı Hakk’ın rahmeti gibi, muhabbeti dahi kâinâtı ihâta etmiş.
İşte o hadsiz mahbûblar içindeki mezkûr beş vechinin her bir vechinde en yüksek makam, Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’a mahsûstur ki, “Habîbullâh” lakabı ona verilmiş.
İşte bu en yüksek makam-ı mahbûbiyeti Süleyman Efendi, “Ben sana âşık olmuşum” ta‘bîriyle beyân etmiştir. Şu ta‘bîr, bir mirsâd-ı tefekkürdür. Gayet uzaktan uzağa bu hakîkate bir işarettir. Bununla beraber, madem bu ta‘bîr şe’n-i rubûbiyete münâsib olmayan ma‘nâyı hayâle getiriyor. En iyisi şu ta‘bîr yerine: “Ben senden râzı olmuşum” denilmeli.”

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

Kalbin Gölgesi, Âlemin Aynası

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır. Bu hususî âlemler umûmî âlemin aynıdırlar. Yalnız umûmî âlemin merkezi şemstir. Hususî âlemin merkezi ise, şahıstır. Her hususî âlemin anahtarları o âlemin sâhibinde olup, letâifiyle bağlıdır. O şahsî âlemlerin safveti, hüsnü, kubhu, ziyâsı ve zulmeti, merkezleri olan eşhâsa tâbi‘dir. Evet, aynada irtisâm eden bir bahçe hareket, tagayyür ve sâir ahvâlinde aynaya tâbi‘ olduğu gibi; her şahsın âlemi de merkezi olan o şahsa tâbi‘dir. Gölge ve misâl gibi. Binâenaleyh cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme. Çünki kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”

*********

“İ‘lem eyyühe’l-azîz! Şu görünen umûmî âlemde her insanın hususî bir âlemi vardır… Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
(Bediüzzaman Said Nursî – Mesnevî-i Nuriye, RNK.)
İnsan küçük bir varlık değildir.
Zira insan, kâinatın bir misali, bir özeti, bir numunesidir.
Dışıyla madde âlemine, içiyle mânâ âlemine bağlıdır.
Kâinatın merkezinde güneş ne ise, insanın merkezinde kalp odur.
Kâinatın nuru güneşten gelir; insanın nuru kalpten yayılır.
Bediüzzaman bu hakikati şöyle tasvir eder:
Her insanın içinde, umûmî âlemin bir küçük misali vardır.
Her bir insan, kendi âleminin merkezidir.
O âlemin renkleri, ışığı, huzuru veya karanlığı, onun kalbinin haline göre şekillenir.

🌙 İnsanın Âlemi: Kalbin Aynasında Bir Kâinat

İnsanın kalbi, bir aynadır.
Bu ayna berraksa, onda güneşin nuru parlar.
Ama eğer o ayna kirlenmişse, paslanmışsa, kasvetle kaplanmışsa,
güneş orada doğsa bile, ışık yansımaz.
Bediüzzaman der ki:
“Kalbin kasâvetinden bir zerre, senin şahsî âleminin bütün yıldızlarını küsûfa uğrattırır.”
Ne ince bir ölçü!
Bir kalp katılığı, bir günah gölgesi,
bir kibir, bir riya, bir nankörlük,
insanın iç dünyasındaki yıldızları söndürür.
İnsan, dışarıda parlak bir hayata sahip olsa bile,
içinde zifiri bir gece başlar.
İçinde nur olmayan, dış âlemde ışığı bulamaz.
Çünkü dış âlem, iç âlemin bir yansımasıdır.

🌞 Güneş Dışta Değil, İçtedir

Umûmî âlemin merkezinde güneş vardır.
Ama senin şahsî âleminin merkezinde kalp vardır.
Güneşin batmasıyla dış âlem kararır;
kalbin sönmesiyle, insanın bütün iç dünyası kararır.
Dünyayı karanlık sanırsın, oysa karanlık sensin.
Çünkü her şeyin rengi, nazarının rengine boyanır.
Eğer kalbin siyahsa, nur bile sana gece görünür.
Eğer kalbin saf ise, gecede bile yıldızların nûrunu görürsün.

🌿 Küçük Günah, Büyük Zulmet

Bediüzzaman’ın “Cisminin küçüklüğüne bakıp da günahlarını küçük zannetme” ikazı,
insan için büyük bir uyarıdır.
Zira günah, sadece dışta işlenen bir fiil değil; kalbi karartan, âlemi bulandıran bir gölgedir.
Bir damla mürekkep, berrak suya düşse,
bütün kabı kirletir.
Bir kibrit, bir ormanı yakar.
Bir kasvet damlası, iç âleminin yıldızlarını söndürür.
Senin kalbindeki karanlık,
yalnız seni değil, senin nazarında bütün kâinatı da karartır.

🌸 Kalbini Temizle, Âlemin Güzelleşsin

Kâinatın güzelliği, senin kalbinin aynasındadır.
Kalp arınırsa, âlem nurlanır.
Kalp kasvetlenirse, her şey gölgelenir.
Ruhun kirlenirse, güneş bile sana karanlık görünür;
gözün bozulursa, sabahı gece sanırsın.
Onun için insanın en büyük işi,
dış âlemi değiştirmek değil, kendi kalbini temizlemektir.
Çünkü:
“Her şey, nazarına göre şekil alır.”
(Mesnevî-i Nuriye)
Kalbini nurlandır, bakışın değişsin;
bakışın değişsin, âlemin değişsin.
Bir karanlık kalp, bütün bir âlemi karanlık görür.
Bir aydın kalp, taşta bile Rahmet-i İlâhîyi okur.

🌺 İnsanın Âlemi: Bir Sorumluluk Sahası

Her insan kendi âleminin hükümdarıdır.
Kalbini ihmal eden, kendi ülkesini yıkar.
Nefsini terbiye eden, iç âleminde adalet kurar.
Her bir duygusu, o iç ülkenin bir vilayetidir.
Göz, kulağa; dil, kalbe tâbidir.
Kalbin yönü Hakk’a dönükse, bütün âlem Hakk’ı zikreder.
Kalbin yönü nefse dönükse, bütün varlık sana dar gelir.

🌷 Sonuç: Âlemi Değil, Kendini Islah Et

🌿 “Bir zerre kasvet, yıldızları söndürür.”
Bu cümle, kalp terbiyesinin en özlü ifadesidir.
İnsan, dış âlemi değil, kendi iç âlemini düzeltirse saadet bulur.
Çünkü dış âlem, iç âlemin aynasıdır.
İnsanın kurtuluşu, kalbinin safiyetindedir.
Kalbin nuru, imandır; parlatıcısı zikirdir; cilası muhabbettir.
İmanla parlayan kalp, bütün kâinatı nurlandırır.
Kasvetle kararan kalp, yıldızları bile söndürür.

🌞 Netice

Ey insan!
Kâinatın düzeni sana baktırır, seni konuşturur.
Sen, küçücük bir cisim içinde,
bütün bir âlemin nurunu da, zulmetini de taşıyorsun.
Unutma:
Dünya kalbine sığar; kalbin kararırsa, dünyan kararır.
Kalbin nurlanırsa, kâinat seninle parlar.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025




İNÂYET-İ SEB’A

İNÂYET-İ SEB’A

“İnayeti seb’a” (عِنَايَتِ سَبْعَة), yani “yedi inayet”, Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen derûnî ve hikmetli bir kavramdır. “İnayet” kelimesi Arapça “عناية” kökünden gelir; manası özel ilâhî yardım, koruma, lütuf, teveccüh demektir.
“Seb’a” ise yedi anlamındadır.
Dolayısıyla “inayeti seb’a”, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna ihsan ettiği yedi türlü özel yardım ve himaye mertebesi demektir.
Bu tabir, özellikle Risale-i Nur’un talebelerine ve iman hizmetine dair bahislerde geçer.

📜 Manasıyla Beraber: “İnayeti Seb’a”nın Mertebeleri

1. İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hakk’ın kulunu yaratması, rızkını vermesi, onu idare etmesi.
Yani her varlığın rabbi tarafından gözetilmesi ve ihtiyaçlarının temin edilmesi.
“Rabbinin inayetiyle sen delirmedin.”
(Tûr, 52/48 — TDV Meali)
Bu mertebe umumî inayettir; bütün mahlûkatı kapsar.

2. İnâyet-i Rahmâniyet

Cenâb-ı Hakk’ın kuluna şefkat, merhamet ve rahmet eliyle imdat etmesidir.
İnsanın en aciz zamanında Rahmân isminin bir cilvesiyle yardım bulmasıdır.
Bu, özel bir rahmet inayetidir.

3. İnâyet-i İlâhiyye

Cenâb-ı Hakk’ın kullarından sevdiklerine hususî olarak gösterdiği koruma ve hidayet inayetidir.
Kişi, gaflete düşse de ilâhî bir el onu kaldırır.
“Allah, müminlerin velîsidir; onları karanlıklardan nura çıkarır.”
(Bakara, 2/257)

4. İnâyet-i Kur’âniyye

Kur’ân-ı Kerîm’in rehberliğiyle gelen inayettir.
İnsan kendi başına bulamayacağı hakikatlere Kur’ân’ın nuru sayesinde ulaşır.
Risale-i Nur’da bu mertebe çok vurgulanır:
“Risale-i Nur, doğrudan doğruya Kur’ân’ın bir manevi mu’cizesidir.”

5. İnâyet-i Muhammediyye (aleyhissalâtü vesselâm)

Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm)’in sünneti, duası ve ruhaniyetinin ümmetine olan teveccühüyle gelen inayettir.
Bu, ümmet-i Muhammediyye’ye has bir inayettir.
“Ve mâ erselnâke illâ rahmeten li’l-âlemîn.”
(Enbiyâ, 21/107)
“Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.”

6. İnâyet-i Nuriyye

İman nurunun kalbe yerleşmesi, şüphe ve dalâletten korunmak demektir.
Bu, özellikle Risale-i Nur’un hizmetinde tecelli eden inayettir.
Bediüzzaman bu mertebeye, “İman hizmetinde bulunanların korunması ve muvaffakiyeti” manasını verir.

7. İnâyet-i Sırr-ı İhlâsiyye

En yüksek mertebedir.
Kulun bütün amellerini yalnız Allah rızası için yapmasıyla gelen ihlâs ve sadakat inayetidir.
Üstad bu inayeti “Risale-i Nur talebelerinin arasında devam eden ihlâs sırrı” olarak açıklar:
Bu hizmette ihlâsı kıran, inayeti kaçırır.

🌸 Netice:

İnayeti seb’a, kulun hayatında rubûbiyetten ihlâsa kadar uzanan yedi dereceli bir ilâhî koruma zinciridir.
Her bir mertebe, bir üst mertebeye hazırlık gibidir.
Bu mertebeleri elde eden bir mü’min, artık nefsin, şeytanın, tabiatın ve hevânın esaretinden kurtulur, doğrudan Cenâb-ı Hakk’ın himayesine girer.

******

“İnâyet-i seb’a” (yani yedi inayet) tabiri Risale-i Nur Külliyatı’nda özellikle Mesnevî-i Nuriye ve Sözler gibi eserlerde yer alan, Cenâb-ı Hakk’ın kuluna olan yedi türlü özel yardım, lütuf ve ihsanını ifade eden bir kavramdır.
Bu “inayetler”, kulun mânevî terakkî yolunda, nefsin, tabiatın ve şeytanın engelleri karşısında Allah’ın hususî yardımını temsil eder.

🌸 1. İnâyet Kavramı

İnâyet, Arapça “عناية” kelimesinden gelir;
manası “özel yardım, şefkatli koruma, ilahî lütuf ve teveccüh” demektir.
Yani Allah Teâlâ’nın kulunu, hususî bir şekilde gözetmesi, ona rahmet nazarıyla muamele etmesidir.
Kur’ân’da buna delalet eden çok ayet vardır. Meselâ:
وَاللّٰهُ وَلِيُّ الْمُؤْمِنِينَ
“Allah mü’minlerin dostudur.” (Âl-i İmrân, 3/68)
veya
إِنَّ رَبِّي لَطِيفٌ لِمَا يَشَاءُ
“Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyi ince bir hikmetle idare eder.” (Yusuf, 12/100)
İşte bu Latîfiyet ve velâyet, kulun üzerine inâyet suretinde tecellî eder.

🌿 2. Risale-i Nur’da “İnâyet-i Seb’a”nın Mânâsı

Bediüzzaman Said Nursî, “inâyet-i seb’a” ifadesini birkaç yerde kullanır.
Özellikle Mesnevî-i Nuriye, Habbe ve Katre risalelerinde geçen bu tabir, Cenâb-ı Hakk’ın yedi mertebede kuluna uzattığı inayet elini anlatır.
Bu yedi inayet, kalbin terakkîsi, ruhun saflaşması, aklın nurlanması ve insanın nefisten kurtulup Hakk’a yönelmesi sürecinde tecellî eder.

🌺 3. İnâyet-i Seb’a’nın Muhtemel Yedi Mertebesi

Kaynaklarda açık şekilde tek tek sayılmasa da, Bediüzzaman’ın külliyatındaki manalar bütünleştirildiğinde bu yedi inayet şöyle özetlenebilir:

1️ İnâyet-i Rubûbiyet

Cenâb-ı Hak kulunu yaratır, terbiye eder, bütün hâl ve ihtiyacını idare eder.
Bu, varlık sahasına çıkarılan her varlığa yapılan umûmî inayettir.
“Rabbinin her şeyi hikmetle idare ettiğini görmüyor musun?”

2️ İnâyet-i Hıfz (Koruma İnayeti)

Kul günaha, tehlikeye veya sapmaya meyletse bile, Allah onu muhafaza eder.
Bu, “takvâ sahiplerini koruyan” rahmet elidir.
“Allah, takvâ sahiplerinin velisidir.”

3️ İnâyet-i Hidayet

Kulun kalbine bir nur, aklına bir idrak, yoluna bir işaret konur.
İnsanı doğruya yönelten ilahî bir sevktir.
“Allah, dilediğini dosdoğru yola iletir.”

4️ İnâyet-i Fıtrat

İnsanın yaratılışında, onu Hakk’a götürecek işaretlerin bulunmasıdır.
Vicdan, merhamet, akıl gibi latîfeler bu inayetin yansımalarıdır.

5️ İnâyet-i Risâlet

Peygamberlerin gönderilmesi, Kur’ân’ın indirilmesi, rehberlerin varlığı,
hep birer ilahî inayettir.
“Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah’ın âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçık bir sapıklık içinde idiler.” (Âl-i İmrân, 164)

6️ İnâyet-i Velâyet

İnsan kendi nefsiyle cihad ederken, Allah ona manevî yardım eder;
kalbine ilhamlar gelir, yol gösterilir.
Bu, Allah dostlarının yaşadığı hususî bir inayettir.

7️ İnâyet-i Cemâl ve Muhabbet

Son mertebede kul, Allah’ın cemâline ve rızasına mazhar olur.
Aşk mecazdan hakikate geçer; artık kul Allah’ı sever, Allah da onu sever.
“Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler.” (Mâide, 54)

🌹 4. Aşkın Mecazdan Hakikate Geçişiyle Bağlantısı

İnâyet-i seb’a, aslında aşkın seyridir.
Yani insanın nefsî, beşerî sevgiden ilahî muhabbete yükselme yolculuğundaki ilahî yardımların basamaklarıdır.
Mecazî aşk, kalbi yakar; o yanış temizlenmeyi getirir;
temizlenen kalp inâyetle hakikî aşka yönelir.

🌼 5. Sonuç: İnâyet-i Seb’a’nın Hikmeti

İnâyet-i seb’a, Allah’ın kuluna olan rahmetinin mertebeli tecellîsidir.
Her kul, kendi istidâdı ölçüsünde bu yedi inâyetten pay alır.
Kimisi sadece hıfzda kalır, kimisi risâlet nurundan istifade eder,
kimisi velâyet ve muhabbet mertebesine erer.
Yani “İnâyet-i Seb’a”,
beşeriyetin zulmetinden ubûdiyetin nuruna uzanan yedi rahmet elidir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025

 




DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

DEF-İ ŞERRİN HİKMETİ: KAYBETMEMEYİ KAZANMAK

Kazanmaya değil, kaybetmemeye odaklanmak.
Tıpkı hayrı celbetmek değil, şerri defetmektir.
Veya gündüzü getirmekten ziyade, geceyi götürmektir.
Çünkü geceyi götürmede sürekli bir gündüz hali yaşamak vardır.
Şerri götürmede de, hayrın sürekli kalıcılığı söz konusudur.
Zaten insanın en büyük kazancı, o kazancını kaybetmemesidir.
Onun için mecellenin esasıdır ;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.

*******

İnsanın hayat yolculuğu, kazanmaktan ziyade kazandığını muhafaza etme mücadelesidir. Çünkü her kazanılan şey, kaybetme ihtimaliyle imtihan edilir. Nice servetler, şöhretler, makamlar, hatta faziletler vardır ki, kazanılmış; fakat korunamamıştır. Onun için en büyük kazanç, kaybetmemektir. İşte bu hikmetli düstur, Mecelle’nin temel kaidelerinden biri olan şu kelamda ifadesini bulur:
“Def’-i şer, celb-i nef’a racihtir.”
Yani “Bir kötülüğü gidermek, bir faydayı kazanmaktan daha üstündür.”
Bu düstur, yalnız hukukta değil, hayatın bütün alanlarında geçerli bir hikmettir. Zira bazen kötülüğü bertaraf etmek, bin hayır kapısının açılmasına vesile olur. Nasıl ki geceyi kaldırmadan gündüzü getirmek mümkün değildir; şerri defetmeden de hayrın tam manasıyla zuhuru olmaz.
Kur’ân-ı Hakîm bu hakikati şöyle bildirir:
“Size iyilikten ne gelirse Allah’tandır; kötülükten de ne gelirse kendindendir.”
(Nisâ, 79 — TDV Meali)
Bu ayet, insanın kendi nefsinde ve hayatında meydana gelen musibetlerin, çoğu zaman kendi eliyle davet ettiği kötülüklerden doğduğunu haber verir. Yani, şer defedilmezse hayır kalıcı olmaz.
Tarih boyunca milletlerin çöküşü, genellikle kazançlarını koruyamamaktan, zaferlerinin ardından gelen gafletten olmuştur. Osmanlı’nın son asırlarında maddî fetihler yerini manevî zafiyetlere bıraktığında, kazandığını kaybetme devri başlamıştı. Zira düşman, kaleyi dışarıdan değil, içeriden fethetmeye başlamıştı.
Def’i şer, sadece kılıçla değil; nefisle, hırsla, enaniyetle mücadele etmektir. Zira en büyük düşman, insanın kendi içindedir. Nefsin şerre meyli bertaraf edilmedikçe, dış dünyanın bütün zaferleri birer serap olur. Hazret-i Peygamber (aleyhissalâtü vesselâm) bu derûnî cihadı şöyle ifade eder:
“Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.”
Sahabeler sordular: “Ya Resûlallah, büyük cihad nedir?”
Buyurdu ki: “Nefisle yapılan cihaddır.”
İşte bu, def’i şerrin en yüce mertebesidir: Nefsin şerrini defetmek.
Bir insan, hayrı celbetmek için uğraşabilir; mal, makam, itibar kazanabilir. Lakin şerri defetmezse, bütün kazançları bir anda elinden uçabilir. Tıpkı bir geminin içindeki suyu boşaltmadan hızla yol almaya çalışması gibi… O su boşaltılmadıkça, gemi ne kadar büyük olursa olsun, bir gün batmaya mahkûmdur.
Bu yüzden, def’i şer; korumak, muhafaza etmek, dengeyi sürdürmektir. Hayrı celb ise çoğu zaman genişletmektir. Fakat genişleyen bir alan, temeli sağlam değilse, bir rüzgârla yıkılabilir.
İmam Gazâlî der ki:
“Bir kötülükten sakınmak, bin iyilik işlemeye denktir. Çünkü kötülük, iyiliği iptal eder.”
Gündüzü getirmek değil, geceyi kaldırmaktır esas olan. Zira gece kalkınca, gündüz kendiliğinden doğar. Hayrı celbetmek için didinmeden önce, şerri defetmeyi öğrenmek gerekir. Kalpteki kin, haset, kibir, gaflet ve enaniyet defedilirse; kalbin güneşi olan iman, kendi nuruyla doğar.
O halde, insanın en büyük zaferi, kaybetmemek; en büyük kazancı, muhafazadır. Çünkü Rabbimiz, insana emaneti yüklemiş, onu yeryüzünde halife kılmıştır. Halifelik, kazanmak değil; emanetini korumaktır.
Netice olarak;
Def’i şer, celb-i nef’a racihtir.
Çünkü şerri defetmek, hayrın devamına; hayrı celbetmek ise bazen gurura, gaflete kapı açar.
Bir milletin, bir insanın, bir kalbin saadeti; şerri defetme basiretinde gizlidir.
Zira hakiki kazanç, kaybetmemekte; hakiki zafer, kaybı engellemekte; hakiki nur, geceyi gidermekte saklıdır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025




YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

YIKIMIN ARDINDAN PAZARIN KURULMASI: ŞEFFÂF BİR HEZİMET Mİ, SİNSİ BİR PLAN MI?

İnsanlık tarihi; fetihlerle, yıkımlarla, inşâlarla ve yeniden inşâlarla doludur. Ne var ki bazen, savaş meydanındaki silâhların susmasından çok, o sessizlikten sonra yükselen molozların arasında kurulmak istenen pazardır tehlikeli olan. Zira yıkım bir ilk kapı açar; sonra içeride kimlerin dolaşacağı, kimlerin yeni malik olacağı büyük bir mücadeleyi doğurur.
Nitekim: “Koyun can derdinde, kasap et derdinde.” Yani halk, katliamla, acıyla boğuşurken; o büyük güçler, enkazın içinden kendileri için ticaret yolları, rant alanları, nüfuz bölgeleri çıkarma derdindedir. Irak’ın, Suriye’nin, Libya’nın, Yemen’in, Gazze’nin ve kısmen Ukrayna’nın hayatı nasıl yıkıldı; şimdi sırada inşa üzerine kurulmuş hırslar mı vardır?

Trump’ın “Gazze Riviera’sı” planı: Yeniden inşa mı, yeniden yerleşim mi?

Washington Post’ta yer alan habere göre Trump yönetiminin “savaş sonrası Gazze” planı, ABD denetiminde bir tatil ve teknoloji merkezi kurulmasını öngörmektedir. Bölge halkının “gönüllü” biçimde başka yerlere taşınması ve yeniden yerleşimi, planın temel unsurlarındandır.
Plan, büyük miktarda özel yatırım (public-private partnership) ile finanse edilmek üzere kurgulanmıştır; yerleşik hak sahiplerine, dijital tokenlar ya da yeni daireler karşılığı bir mübadele sunulması teklif edilir.
Fakat bu tür planlara tarihî deneyimler ışığında şüpheyle yaklaşmak gerekir. Zira bir toprak halkını yerinden etmek, mekânın sembolünü değiştirmek, ideolojik hegemonyayı kurmak için son derece etkili bir araç olabilir. Elbette teorik “gönüllülük” iddiası vardır; fakat “seçim” alanı daraltılmış, alternatifler sınırlandırılmışsa demokrasi söylemi kâğıt üstünde kalır.
“Jus post bellum” (savaştan sonra hakikat ve adalet) kavramı, savaşı bitirdikten sonra nasıl davranılması gerektiğini sorgular. Bir ülkeyi yeniden inşa etme sorumluluğu, teoride adaletle ve halkın iradesiyle yürütülmelidir. Lakin burada sözü edilen planlarda, restorasyon değil; yeniden mutasarrıflık (yönetme hakkı) kurulması gibi riskler göze çarpmaktadır.

Tarih, pazarı ve inşayı nasıl okur?

Tarih bize benzer örnekler sunar:
• II. Dünya Savaşı sonrası Avrupa: Yıkımdan sonra Marshall Planı ile mali yardımlar ve altyapı inşası teşvik edildi. Ama bu, Almanya’yı yeniden ayağa kaldırmak için yapılan bir ekonomik plan idi; değilse Batı Almanya’nın yeniden ekonomik yükselişi, yerli potansiyel ve sanayi birikiminin desteklenmesiyle gerçekleşti.
• Basra Körfezi, Irak: 1990’larda savaş sonrası onarım faaliyetleri ile petrol altyapısının yeniden ele geçirilmesi; fakat halk refahının görece düşük kalması, restorasyonun adâletle yürütülemediğini gösterdi.
• Filistin tarihinde uzun zamandır toprakların el değişimi, mekanların yeniden tasarımı, göçlerin zorlanması, nüfus mühendisliği gibi stratejiler sıkça kullanılmıştır.
Bu örnekler göstermektedir ki yıkımdan sonra “inşa” iddiası, kolay bir meşruiyet örtüsü haline gelebilir. Ancak asıl sınav, inşanın kim için yapıldığı; yönetimin kimlerde olacağı; halkın orada kalıp kalamayacağıdır.

Ahlaki, iman ve uyanış yönünde bir çağrı

Bu topraklarda iman daima sorumluluk doğurmuştur. Bir Müslüman’ın tefekkür penceresinden bakarsak:
• Zulmü engellemek, sesi çıkmayanların sesi olmak bir vecibedir.
• Kökü olan halkları, mekânı olmayanlara dönüştürmek; mirası elinden alanlara meşruiyet vermek; zulüm kadar tehlikelidir.
• Uyanık olunmalıdır: Yıkım üzerinden pazara dönüştürülmeye çalışılan her projede gizli bir fikir, ideoloji, nüfuz savaşı vardır.
Sonuç olarak, kaygımız meşrudur. Bu yıkımlar bir “kapışma” değil; bir “yeniden şekillendirme” planıdır. Gözlerimizi kırpmadan takip etmeliyiz. Zulmü durdurmak, enkazda gömülü niyetleri görebilmek; bölge halkının onurunu, vekaletle değil doğrudan savunabilmek, asıl mücadeledir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025