BERCESTE VE İZAHI – 50 –

BERCESTE VE İZAHI – 50 –

1. :Mehmet Akif Ersoy’un Vatan ve Şehadet Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
اى بو طوپراقلر ایچون طوپراغه دوشمش عسكر
كوكدن اجداد اینه‌رك اوپسـه او پـاك آلنى دكر
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer
Mehmet Akif Ersoy
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey bu mukaddes topraklar için gözünü hiç kırpmadan canını feda eden asker! Ataların gökten inerek senin o tertemiz alnını öpse, buna değer.
İzah ve Açıklama
İstiklal Şairi Mehmet Akif Ersoy, bu meşhur beytinde vatan sevgisinin ve bu uğurda yapılan fedakârlığın yüceliğini en veciz şekilde ifade eder. “Toprağa düşmek” deyimi, şehit olmak anlamına gelir. Şair, vatan topraklarını korumak için canını feda eden askere seslenir. Bu fedakârlık o kadar kutsal ve büyüktür ki, ancak manevi ve ilahi bir takdirle karşılık bulabilir. Bu takdiri somutlaştırmak için şair, mübalağa (abartma) sanatını kullanarak “ecdadın gökten inmesi” imgesini kullanır. Yani, bu vatanı kuran ve miras bırakan ataların ruhlarının bile bu büyük fedakârlık karşısında saygıyla eğileceğini, o şehidin “pâk” (tertemiz) alnından öpmek için göklerden ineceğini söyler. Bu öpücük, hem bir şükran, hem bir takdis, hem de “emanete sahip çıktın” demenin en ulvi ifadesidir. Şehidin alnının “pâk” olması, onun en temiz, en masum niyetlerle, sadece vatan için canını verdiğini simgeler.
Makale: Toprağa Düşen Alnın Ebedi Değeri
Vatan, sadece bir toprak parçası değildir; o, üzerinde yaşayan milletin tarihiyle, kültürüyle, hatıralarıyla ve en önemlisi kanıyla yoğrulmuş kutsal bir emanettir. Bu emanetin bedeli, çağlar boyunca canla ödenmiştir. Mehmet Akif Ersoy, milletin vicdanı olarak bu gerçeği en sarsıcı ve en yüceltici üslupla haykırır: “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer”.
Bu iki mısra, bir şiir parçası olmanın çok ötesinde, bir milletin şehidine olan minnet borcunun ve ona atfettiği değerin manifestosudur. Akif, ilk mısrada yalın bir gerçekliği ifade eder: Bir asker, “bu topraklar için” “toprağa düşmüştür”. Bu ifade, fedakârlığın sebebini ve sonucunu net bir şekilde ortaya koyar. Vatan toprağının her bir zerresinin bekası için, bir can toprağa karışmıştır. Bu, bir yok oluş değil, toprağa can katma, vatanı vatan yapma eylemidir. Asker, toprağın altına düşerek, aslında üstündeki milyonları ayakta tutan temel taşı olmuştur.
Beytin asıl vurucu gücü ve edebi derinliği ikinci mısrada ortaya çıkar. Şehidin bu eşsiz fedakârlığına dünyevi hiçbir ödül, hiçbir makam denk olamaz. Onun değerini ancak manevi âlem takdir edebilir. Akif, bu takdiri somutlaştırmak için muazzam bir hayal kurar: “Ecdâd”. Yani bu toprakları bize vatan kılan Selçuklu sultanları, Osmanlı padişahları, Malazgirt’ten Çanakkale’ye isimsiz kahramanlar… Onların manevi varlıkları, “gökten inerek” bu yeni kahramanın önünde saygıyla eğilir. Bu durum, tarihi bir sürekliliğe işaret eder. Dün o toprakları kanıyla sulayan ecdat, bugün aynı idealler uğruna can veren torununu kutsamakta, onunla gurur duymaktadır.
“O pâk alnı öpmek” ise sembolik anlamlarla yüklüdür. Alın, insanın secdeye vardığı, en şerefli uzvudur. Şehidin alnı ise kurşunla, topla değil, imanla ve vatan sevgisiyle nurlanmış, tertemiz kalmış bir alın olduğu için “pâk”tır. Ecdadın o alnı öpmesi, “Sen bizden aldığın emaneti en güzel şekilde korudun, görevini layıkıyla yaptın, biz senden razıyız” demektir. Bu, bir nevi manevi bir rütbe, ebedi bir onurdur. Akif, bu muhteşem tabloyla, şehitliğin sadece bireysel bir kahramanlık değil, aynı zamanda kökleri mazide olan bir bayrak yarışının en şerefli durağı olduğunu anlatır.
Bu beyit, yazıldığı dönemin (Balkan Savaşları, Çanakkale, Kurtuluş Savaşı) ruhunu yansıttığı kadar, bugün de vatan savunmasının ne anlama geldiğini idrak etmek isteyen her nesle bir ders niteliğindedir. Vatan, uğrunda ölenler olduğu için vatandır ve o fedakârlığın değeri, ancak gökleri ve yeri birleştiren böylesine ulvi bir hayalle ölçülebilir.
Özet
Mehmet Akif Ersoy’un “Ey bu topraklar için toprağa düşmüş asker / Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer” beyti, vatan için canını feda eden askerin (şehidin) fedakârlığının ne kadar yüce ve kutsal olduğunu anlatır. Bu fedakârlığın değeri o kadar büyüktür ki, bu vatanı kuran ataların bile manevi âlemden inip o şehidin tertemiz alnını öpmesinin bu değere denk düşeceğini ifade eder. Beyit, şehitliğin en büyük manevi takdiri hak ettiğini, tarihi bir devamlılığın en şerefli halkası olduğunu ve vatanın ancak bu tür fedakârlıklarla ayakta kalabileceğini vurgular.
2. : Fuzûlî’nin İlim ve Aşk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
علم كسبیله پایهٔ رفعت
آرزوسـی محـال ایمش آنجق
عشق ایمش هر نه وار عالمده
علم بر قیل و قال ایمش آنجق
Latin Harfleriyle:
Fe’ilâtün Mefâ’ilün Fe’ilün
İlm kesbiyle pâye-i rif’at
Ârzû-yı muhâl imiş ancak
Aşk imiş her ne var âlemde
İlm bir kîl ü kâl imiş ancak
Fuzûlî
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Sadece ilim öğrenerek yüksek makamlar elde etme düşüncesi, ancak boş bir arzudur. Bu âlemde her ne varsa aşktan ibarettir. Aşkın büyüklüğü karşısında (insanı marifete götürmeyen) kuru bilgi, sadece bir dedikodudan ibarettir.
İzah ve Açıklama
• yüzyılın büyük şairi Fuzûlî, bu beytinde tasavvuf düşüncesinin temel ikilemlerinden birini, ilim (bilgi) ve aşk (ilahi aşk) karşıtlığını ele alır. Ona göre, sadece kitaplar okuyarak, medrese ilimleriyle meşgul olarak “pâye-i rif’at” yani manevi yücelik makamına ulaşma arzusu, “muhâl” yani imkânsız bir hayaldir. Çünkü varlık âleminin özünde, temelinde “aşk” vardır. Her şeyin yaratılış sebebi ve varoluş gayesi aşktır yani muhabbettir. Bu mutlak hakikat olan aşkın yanında, insanın kesbî (sonradan kazanılan) ilmi, eğer kişiyi hakikate, yani Allah’a ulaştırmıyorsa, sadece bir “kîl ü kâl” yani laf kalabalığı, dedikodudan ibarettir. Fuzûlî, burada kuru akılcılığı ve şekilciliği eleştirir; asıl bilginin, kalbin tecrübesi olan ilahi aşkla mümkün olacağını savunur.
Makale: Hakikatin İki Kapısı: Aşk ve “Kîl ü Kâl”
İnsan, varoluşundan bu yana hakikati arayan bir yolcudur. Bu yolculukta ona rehberlik etmesi için iki temel araç verilmiştir: Akıl ve kalp. Akıl, ilmin kapısını aralar; gözlemler, analiz eder, bilgi biriktirir ve sonuçlara varır. Kalp ise aşkın kapısını çalar; hisseder, tecrübe eder, sezgiyle kavrar ve teslim olur. İslam düşünce tarihinin ve edebiyatının en büyük dehalarından Fuzûlî, bu iki kapının değerini ve öncelik sırasını tartışmaya açar: “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak”.
Fuzûlî’nin bu hükmü, ilmin toptan reddi anlamına gelmez. Aksine, ilme büyük değer veren bir kültürün içinden konuşur. Ancak onun hedefindeki ilim, sahibini kibre, gurura ve şekilciliğe sürükleyen, onu hakikatin özünden uzaklaştıran “kuru bilgi”dir. Ona göre, sadece kitapları ezberleyerek, felsefi tartışmalara girerek, medreselerde unvanlar alarak manevi bir yüceliğe (“pâye-i rif’at”) ulaşmayı hedeflemek, imkânsız bir şeyi arzulamaktır (“ârzû-yı muhâl”). Çünkü bu tür bir bilgi, ruhu beslemez, kalbi dönüştürmez. İnsanın dışını süslerken, içini boş ve anlamsız bırakır. İşte bu noktada Fuzûlî, bu ilmi “kîl ü kâl” olarak, yani “dedikodu”, “laf kalabalığı” olarak niteler. Hakikat şarabından bir yudum içememiş kişilerin, o şarabın rengi, kokusu ve mahiyeti üzerine sonsuz ama anlamsız tartışmaları gibidir bu.
Peki, hakikat nerededir? Fuzûlî’ye göre cevap nettir: “Aşk imiş her ne var âlemde”. Varlık, ilahi bir aşkın tecellisidir. Kâinat, Allah’ın kendi güzelliğini ve sevgisini görmek istemesinin bir sonucudur. Dolayısıyla âlemi anlamanın, varoluşun sırrına ermenin yolu, onun mayasında olan “aşk”ı tatmaktan geçer. Aşk, sadece bir duygu değil, bir bilgi biçimidir; aklın sınırlarını aşan, insanı doğrudan doğruya hakikatle buluşturan bir “marifet” yoludur. Aşk, bilen ile bilinen arasındaki mesafeyi kaldırır. Âşık, sevdiğinde (Maşuk’ta) fani olur, onunla bir olur. Bu tecrübe, binlerce cildi dolduran kitabi bilgiden daha aydınlatıcı ve daha gerçektir.
Tarihsel olarak, Fuzûlî’nin bu sözleri, medrese (akıl, zahirî ilim) ile tekke (kalp, bâtınî ilim/aşk) arasındaki kadim gerilimin edebi bir yansımasıdır. Gazâlî gibi büyük düşünürler bu iki yolu birleştirmeye çalışsa da, tasavvuf ehli daima aşkın ve kalbî tecrübenin önceliğini vurgulamıştır. Fuzûlî, bu geleneğin en güçlü seslerinden biri olarak, bizi uyarır: Bilginin amacı, bilginin kendisi değil, o bilgiyle varılacak olan hakikattir. Eğer biriktirdiğimiz bilgiler bizi daha mütevazı, daha sevgi dolu, daha bilge insanlar yapmıyorsa, o bilgiler omuzlarımızda taşıdığımız bir yük, zihnimizde bir gürültüden, bir “kîl ü kâl”den başka bir şey değildir. Asıl yolculuk, zihinden kalbe yapılan yolculuktur ve bu yolculuğun azığı sadece aşktır.
Özet
Fuzûlî’nin “Aşk imiş her ne var âlemde / İlm bir kîl ü kâl imiş ancak” beyti, ilim ve aşk arasındaki ilişkiyi tasavvufi bir bakış açısıyla ele alır. Ona göre, insanı manevi olgunluğa ve hakikate ulaştırmayan, sadece akla dayalı kuru bilgi (“ilm”), anlamsız bir laf kalabalığından (“kîl ü kâl”) ibarettir. Âlemin ve varoluşun özünde ise ilahi “aşk” vardır. Bu nedenle gerçek bilgiye ve manevi yüceliğe ancak akıl yoluyla değil, kalbin tecrübesi olan aşk yoluyla ulaşılabileceğini savunur. Beyit, şekilci ve kibirli bilginin eleştirisi ve ilahi aşkın mutlak üstünlüğünün bir ilanıdır.

3. Resim: Kul Nesimi’nin Vahdet ve Sorumluluk Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای نسيمی جان نسيمی بيلكه حق عينكده در
جمله مخلوقـڭ وبالی علما بوينڭده در
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır
Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır
Kul Nesimi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Ey Nesimi! Can Nesimi! Bil ki Hak, bizzat kendinde, zatındadır. Yaratılmış olan bütün varlığın vebali alimlerin boynundadır.
İzah ve Açıklama
Halk şairlerinden Kul Nesimi (soyadı benzerliği olan 14. yüzyıl şairi Seyyid Nesimi ile karıştırılmamalıdır), bu beytinde tasavvufun iki temel ve cüretkâr temasını işler. İlk mısrada, “Vahdet-i Vücud” (Varlığın Birliği) inancının bir yansıması olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın “aynında” yani özünde, zatında olduğunu söyler. Bu, insanın basit bir varlık olmadığı, ilahi sırları taşıyan, kâinatın bir özeti (mikrokozmos) olduğu anlamına gelir. Şair, bu büyük hakikati önce kendisine (“Ey Nesîmî cân Nesîmî”) telkin eder. İkinci dizede ise bu büyük sırrı bilenlerin, yani “ulemânın” (alimlerin, ariflerin) taşıdığı ağır sorumluluğa dikkat çeker. Mademki insan bu kadar şerefli ve ilahi bir öze sahiptir, o halde onu yanlışa, cehalete ve günaha sürüklemek en büyük suçtur. Dolayısıyla, bütün yaratılmışların (cüml-i mahlûkun) sapkınlığının veya düştüğü kötü durumun vebali, onlara doğru yolu göstermekle yükümlü olan alimlerin boynundadır.
Ancak bu sekir halinde söylenen sözün uyanık ve aklı başındaki hali ise;
Herşey Hemeost değil, Heme ezosttur.
Yani her şey O değil, her şey O’ndandır.

Makale: Aynadaki Sır ve Boyundaki Vebal
İnsan nedir? Etten ve kemikten ibaret, ölümlü bir varlık mı? Yoksa sonsuzluğun sırlarını taşıyan kutsal bir emanet mi? Bu soruya tasavvuf geleneğinin verdiği cevap, insanı evrenin merkezine koyan değişimci bir nitelik taşır. Şair Kul Nesimi, bu cevabı cesur bir nida ile dile getirir: “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır”. Bu, bir keşfin, bir idrakin ve bir aydınlanmanın haykırışıdır.
İlk mısra, insanın kendi hakikatine yaptığı bir çağrıdır. “Hak aynındadır” ifadesi, Allah’ı uzaklarda, göklerin ötesinde bir yerlerde aramak yerine, insanın kendi özüne, kalbine bakması gerektiği fikrini temel alır. Bu, “Kendini bilen, Rabbini bilir” hadisiyle de ifade edilen derin bir felsefedir. İnsan, Allah’ın isim ve sıfatlarının en kâmil tecelli ettiği varlık, bir nevi ilahi bir “ayna”dır. Bu aynaya bakan, sadece kendi fani suretini değil, o suretin ardındaki baki olanın izlerini görür. Şairin kendine “Ey Nesimi, can Nesimi” diye seslenmesi, bu bilginin sadece zihinsel bir kabul değil, canı, yani tüm varlığı sarsan bir tecrübe olması gerektiğini vurgular. Bu sırrı idrak etmek, insana hem sonsuz bir değer hem de baş döndürücü bir sorumluluk yükler.
İşte bu sorumluluk, beytin ikinci mısrasında bir adalet kılıcı gibi ortaya konur: “Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır”. “Ulemâ” kelimesi burada sadece medrese âlimlerini değil, daha geniş anlamda hakikati bilen, arif, kâmil insanları, yani toplumun manevi ve ahlaki önderlerini kapsar. Mademki hakikat insanın özünde gizlidir ve mademki bu âlimler bu sırrı bilmekle diğerlerinden ayrılmıştır, o halde onların görevi, diğer insanların da kendi özlerindeki bu ilahi cevheri keşfetmelerine rehberlik etmektir. Eğer toplumda cehalet, ahlaksızlık, adaletsizlik ve manevi bir çöküş varsa (“cüml-i mahlûkun vebâli”), bunun sorumlusu avam değil, onlara yol göstermeyen, bildiğiyle amel etmeyen veya bildiğini kendi çıkarı için kullanan “bilenler”dir.
Bu, tarihin her döneminde geçerli olan, sarsıcı ve ibretlik bir tespittir. Bir toplumun bozulması, balığın baştan kokması gibi, öncelikle o toplumun aydınlarının, âlimlerinin, liderlerinin bozulmasıyla başlar. Onlar hakikatin bekçileri olmaları gerekirken, onun üzerini örterlerse, halk karanlıkta kalır. Kul Nesimi, bu beytiyle sadece bir tasavvuf dersi vermez, aynı zamanda güçlü bir sosyal eleştiri yapar. Bilginin bir imtiyaz değil, ağır bir emanet olduğunu, bu emanete ihanet etmenin bütün bir yaratılışın vebalini yüklenmek anlamına geldiğini haykırır.
Sonuçta bu beyit, bizi iki yönlü bir tefekküre davet eder: Birincisi, kendi içimize dönerek oradaki ilahi “ayna”yı keşfetmeye; ikincisi ise dışımıza dönerek, bildiklerimizden ve sahip olduğumuz imkânlardan dolayı topluma karşı taşıdığımız ağır sorumluluğun farkına varmaya. Çünkü aynadaki sırrı görmek ne kadar aydınlatıcıysa, boyundaki vebali taşımak da o kadar ağırdır.
Özet
Kul Nesimi’nin “Ey Nesîmî cân Nesîmî bil ki Hak aynındadır / Cümle mahlûkun vebâli ulemâ boynundadır” beyti, iki temel mesaj ihtiva eder. Birincisi, tasavvuftaki Vahdet-i Vücud anlayışına paralel olarak, Hakk’ın (Allah’ın) insanın kendi özünde, zatında olduğu ve insanın bu ilahi sırrı taşıdığıdır. İkincisi ise bu sırrı bilen “ulemânın” yani alimlerin ve ariflerin büyük bir sorumluluk taşıdığıdır. Eğer toplumdaki insanlar manevi ve ahlaki olarak yoldan çıkarsa, bunun vebali, onlara rehberlik etme görevini yerine getirmeyen âlimlerin omuzlarındadır. Beyit, hem insanın değerini yüceltir hem de bilginin getirdiği ağır sorumluluğa dikkat çeker.

4. Resim: Nâbi’nin Aşk ve Tabiat Üzerine Beyti
İktibas
Osmanlıca Metin:
غنجه كولسون كول آچيلسون جوی فریاد ایلسین
سن طور اى بلبل براز كلشنده يارم سويلسين
Latin Harfleriyle:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin
Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin
Nâbi
Günümüz Türkçesiyle Anlamı:
Gonca gülsün, gül açılsın, ırmak da feryat eylesin. Ey bülbül! Sen biraz dur. Gül bahçesinde biraz da benim yarim konuşsun.
İzah ve Açıklama
Hikemî (didaktik, öğretici) şiirin ustası olarak bilinen Nâbi, bu beytinde lirik ve samimi bir ruh hali sergiler. Beyit, sevgilisiyle gül bahçesinde (gülşen) baş başa kalmak isteyen âşığın tabiata bir ricası, hatta emridir. İlk mısrada tabiatın tüm coşkusu resmedilir: Goncadan güle dönüşüm, açılmış güllerin güzelliği, akan suyun (cûy) çağıltısı… Bütün bunlar divan şiirinde güzelliğin ve coşkunun klasik unsurlarıdır. Ancak ikinci mısrada şair, bu coşkunluğun en önemli sesine, yani güle olan aşkıyla bilinen “bülbül”e seslenir ve ondan susmasını ister. Sebebi ise çok basittir: O kadar güzel ve ahenkli olan tabiatın seslerinin arasına bir de sevgilinin (yârim) sesinin katılmasını arzulamaktadır. Bülbülün nağmeleri ne kadar güzel olursa olsun, âşık için sevgilinin sözleri her şeyden daha üstündür. Bu beyit, sevgilinin varlığını ve sesini, tabiatın en güzel unsurlarının bile önüne koyan zarif bir aşk ifadesidir.
Makale: Bülbülü Susturan Ses: Sevgilinin Varlığı
Tabiat, şairler için her zaman en zengin ilham kaynağı olmuştur. Renkler, sesler, kokular; hepsi şairin hislerine tercüman olmak için adeta birer harfe, birer kelimeye dönüşür. Divan şiirinin gül bahçesi (gülşen), bu ilhamın en yoğun yaşandığı mekânlardan biridir. Orada gonca güler, gül açılır, ırmaklar (cûy) feryat eder ve elbette, güle olan ebedi aşkını nağmeleriyle haykıran bülbül hiç susmaz. Bu, mükemmel bir ahenk ve coşku tablosudur. Ancak büyük şair Nâbi, bu tabloya bir fırça darbesi daha atarak bütün perspektifi değiştirir: “Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin”.
Nâbi’nin bu beyti, âşığın önceliklerini ve değer hiyerarşisini ortaya koyan zarif bir manifestodur. İlk mısra, tabiatın en canlı, en hareketli anını tasvir eder. “Gonca gülsün, gül açılsın” ifadesi bir neşe ve hayata katılma çağrısıdır. “Cûy feryâd eylesin” dizesi, suyun şırıltısını bir “feryat” olarak niteleyerek, tabiatın da bir derdi, bir coşkusu, bir aşkı olduğunu ima eder. Bu dizede her şey olması gerektiği gibidir; hayat tüm canlılığıyla akmaktadır. Şairin bu coşkuya bir itirazı yoktur, hatta onu onaylar. Ancak onun için bu sahnede bir eksiklik, daha doğrusu henüz ortaya çıkmamış bir üstünlük vardır: Sevgilinin sesi.
İkinci mısra, bu üstünlüğü ilan etmek için sahneye çıkar. Şair, gül bahçesinin en meşhur, en dokunulmaz sanatçısına, yani bülbüle döner. Bülbül, aşkın, hasretin ve en güzel nağmelerin sembolüdür. Onun şakıması olmadan bir gül bahçesi düşünülemez. Fakat âşık, bu ezeli kuralı yıkmaya cüret eder: “Sen dur ey bülbül”. Bu, bülbülün sanatına bir hakaret değil, tam aksine ondan daha üstün bir sanatın, daha güzel bir nağmenin varlığını haber veren bir ricaldır. Neden mi susmalıdır bülbül? Çünkü “gülşende yârim söylesin”. Âşık, sevgilisinin sesini duymak istemektedir. Onun için sevgilinin bir tek kelimesi, bülbülün binlerce nağmesinden daha değerli, daha anlamlı ve daha güzeldir.
Bu beyit, aşkın bencilliğini değil, merkezciliğini gösterir. Âşık için kâinatın merkezi sevgilidir. Tabiatın tüm güzellikleri, ancak onunla bir anlam kazanır. Sevgilinin varlığı, renkleri daha parlak, kokuları daha keskin ve sesleri daha anlamlı kılar. Ama sevgilinin kendi sesi, diğer bütün sesleri susturacak, anlamsız bırakacak bir güce sahiptir. Nâbi, bu basit ama derin arzuyla, aşkın insanı nasıl yeniden programladığını, değer yargılarını nasıl altüst ettiğini gösterir. En güzel şiirler okunan bir mecliste, bir anne için en güzel ses, çocuğunun agulamasıdır. En görkemli senfonilerin çalındığı bir salonda, bir âşık için en muhteşem müzik, sevgilisinin fısıltısıdır.
Sonuç olarak Nâbi, tabiatın coşkusunu ve bülbülün eşsiz sanatını kabul etmekle birlikte, sevgilinin sesine mutlak bir öncelik tanır. Bu, aşkın, var olan her şeyi kendi objesi etrafında yeniden düzenleyen sihirli gücünün edebi bir isbatıdır. Gül bahçesindeki en güzel ses, bülbülün değil, “yâr”in sesidir.
Özet
Nâbi’nin “Gonca gülsün gül açılsın cûy feryâd eylesin / Sen dur ey bülbül biraz gülşende yârim söylesin” beyti, âşığın sevgilisine verdiği mutlak değeri ifade eder. Şair, gül bahçesindeki tüm doğal güzelliklerin ve seslerin (açan güller, çağıldayan ırmak) varlığını kabul eder, ancak bu ahengin en önemli parçası olan bülbülden susmasını rica eder. Bu ricanın sebebi, tabiatın en güzel seslerinin bile önüne koyduğu sevgilisinin sesini duyma arzusudur. Beyit, âşık için sevgilinin sözlerinin, bülbülün nağmeleri de dâhil olmak üzere diğer bütün seslerden daha üstün ve değerli olduğunu zarif bir dille anlatır.
Bu temsili beşeri sevgi ve muhabbetten ilahi aşka kapı açılmaktadır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 49 –

BERCESTE VE İZAHI – 49 –

1. Makale: Fani Makamlar ve Baki Hakikatler Üzerine
İktibas
Tâlib-i mansıb-ı fânî ne-koned sâhib-i akl
Âkil anest ki endîşe koned pâyân-râ
Sa’di-i Şirâzî
Modern Türkçe ile:
Akıllı insan gelip geçici olan bir makama talip olmaz. Akıllı, sonunu düşünen kişidir.
İzah ve Açıklama
Büyük bilge ve şair Sa’di-i Şirâzî’nin bu beyiti, akıl ve hikmetin en temel ölçülerinden birini ortaya koyar. Beyitin ilk mısrası, “akıl sahibi” (sâhib-i akl) bir kimsenin, “geçici, sonlu bir makamın” (mansıb-ı fânî) peşine düşmeyeceğini (ne-koned) ifade eder. Buradaki “makam” sadece siyasi veya idari bir mevkii değil, aynı zamanda servet, şöhret, güzellik gibi dünyanın gelip geçici tüm cazibelerini kapsar. İkinci mısra ise aklın gerçek tanımını yapar: “Akıllı” (âkil), “sonu” (pâyân) düşünen, sonun endişesini (endîşe) taşıyan kişidir. Sa’di, aklı anlık heveslerden ziyade, nihai sonucu, yani her şeyin varacağı sonu idrak etme yeteneği olarak tanımlar.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

İnsanoğlu, varoluşu gereği bir arayış içindedir. Bu arayış, çoğu zaman kendini dünyevi kazanımlarla tatmin etme eğilimi gösterir. Makamlar, mevkiler, unvanlar ve servet, modern insanın mutluluk ve güvenlik arayışının somut hedefleri haline gelmiştir. Ancak Şeyh Sa’di, asırlar öncesinden bugüne seslenerek, bu hedeflerin “fani” yani aldatıcı ve geçici doğasına dikkat çeker. O, aklı, bu geçiciliğin farkına varan bir basiret olarak yüceltir.
Tarih, nice sultanların, nice zenginlerin ve nice şöhret sahiplerinin tahtlarını, servetlerini ve isimlerini geride bırakıp bir hiçlik perdesi arkasına çekildiğine şahittir. Piramitleri inşa ettiren firavunlar, dünyayı fetheden komutanlar, adlarına anıtlar dikilen imparatorlar… Hepsinin ortak kaderi, sahip oldukları her şeyin ellerinden kayıp gitmesi olmuştur. İşte akıllı insan, bu tarihi ve varoluş gerçeği görebilen kişidir. O, enerjisini ve ömrünü, bir gün mutlaka terk edeceği fani değerler üzerine değil, kendisiyle birlikte kalacak olan baki değerler üzerine inşa eder.
Bu beyit, bize “sonunu düşünme” eyleminin basit bir karamsarlık veya dünyadan el etek çekme çağrısı olmadığını öğretir. Aksine, bu, hayatı en doğru ve en anlamlı şekilde yaşama sanatıdır. Sonunu düşünen insan, eylemlerinin hesabını verir, adaletli olur, kibre kapılmaz ve alçakgönüllülüğü bir zırh gibi kuşanır. Çünkü bilir ki, en yüksek makam da en alçak mezar da topraktandır. Bu düşünce, insanı daha erdemli, daha merhametli ve daha bilge kılar. Fani olanın peşinde koşanlar, ellerindekini kaybetme korkusuyla yaşarken; akıllı insan, kalıcı olanın huzuruyla yaşar.
Özet
Sa’di-i Şirâzî bu beyitinde, gerçek aklın, dünyanın gelip geçici makamlarına ve cazibelerine aldanmamak olduğunu vurgular. Akıllı insanı, anlık heveslerin değil, her şeyin nihai sonunu ve eylemlerinin neticesini düşünen kişi olarak tanımlar. Bu düşünce, insanı dünyevi hırsların köleliğinden kurtararak erdemli, anlamlı ve bilgece bir yaşama yönelten bir kılavuzdur.

2. Makale: Aşkın Vadisinde Çekilen Çilelerin Anlamı
İktibas
Geh tegâfül geh sitem gâhî gazab gâhî itâb
Zahmsiz dönmek nasîb olmadı kûyundan senin
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Bazen anlamazlıktan, bilmezlikten gelme; bazen sitem, zulüm; bazen öfke, kızgınlık; bazen de azarlama, paylama. Ey sevgili! Senin mahallinden yara almadan dönmek nasip olmadı.
İzah ve Açıklama
Hikemî şiirin büyük ustası Nâbi, bu beyitinde beşerî aşktan ilahi aşka uzanan geniş bir yelpazede, âşığın sevgilinin kapısında karşılaştığı halleri resmeder. Beyit, sevgilinin tavırlarının bir dökümüdür: Bazen “anlamazlıktan gelme” (tegâfül), bazen “eziyet ve zulüm” (sitem), bazen “öfke” (gazab) ve bazen de “azarlama” (itâb). Bu değişken tavırlar karşısında âşığın durumu ise nettir: Sevgilinin bulunduğu yerden, mahallesinden (“kûyundan”) yara almadan (“zahmsiz”) dönmek mümkün olmamıştır. “Yara”, burada sadece fiziksel bir acıyı değil, daha çok ruhta açılan derin izleri, kırgınlıkları ve ıstırapları ifade eder.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Aşk, doğası gereği bir imtihanlar silsilesidir. Nâbi’nin tasvir ettiği sevgili, âşığını sürekli bir sınava tabi tutar. Bu sınavlar, âşığın sadakatini, sabrını ve sevgisinin derinliğini ölçmek içindir. Sevgilinin tegâfülü, âşığın varlığının ne denli farkında olduğunu; sitemi, ne kadar fedakârlık yapabileceğini; gazabı, öfke anında bile sevgiye tutunup tutunamayacağını; itâbı ise en ağır sözler karşısında bile bağlılığının sarsılıp sarsılmayacağını test eder.
Bu beyit, tasavvufi bir perspektiften okunduğunda daha derin bir anlam kazanır. “Sevgili”, Cenâb-ı Hak; “âşık”, O’na ulaşmaya çalışan kul (salik); “sevgilinin mahallesi” (kûy) ise hakikat yoludur. Bu yolda ilerleyen derviş, çeşitli çileler ve imtihanlarla karşılaşır. Bazen Allah’ın tecellilerini hissetmekte zorlanır (tegâfül), bazen başına gelen musibetlerle sınanır (sitem), bazen nefsini terbiye etmekte zorlanır (gazab ve itâb). Ancak bu yola baş koyan bilir ki, manevi olgunluğa erişmek, hamlıktan kurtulup pişmek, bu yaraları almadan mümkün değildir. Çekilen her çile, ruhta bir pencere açar ve âşığı sevgiliye bir adım daha yaklaştırır. Yara, bir zayıflık değil, hakikat yolunda ilerlediğinin bir nişanı, bir madalyası haline gelir.
Tarihte Mecnun’un Leyla için çöllere düşmesi, Kerem’in Aslı için yanması, Ferhat’ın Şirin için dağları delmesi… Bütün bu hikayeler, aşkın yarasız olmayacağının edebi isbatıdır. Seven, sevilenden gelen her şeyi, lütfu da kahrı da bir kabul etmek durumundadır. Çünkü bilir ki, sitem de, gazap da sevgidendir ve âşığı olgunlaştıran bir ateştir.
Özet
Nâbi, bu beytinde, aşk yolunun çileli ve meşakkatli doğasını anlatır. Sevgilinin kayıtsızlık, sitem, öfke ve azarlama gibi çeşitli tavırları karşısında âşığın mutlaka yara alacağını ifade eder. Bu “yaralar”, aslında âşığın sadakatini ve sevgisini ispatlayan, onu manevi olarak olgunlaştıran ve sevgiliye yakınlaştıran kıymetli nişanlardır. Beyit, aşkın ancak fedakârlık ve sabırla tecrübe edilebilecek yüce bir hal olduğunu öğretir.

3. Makale: Kutsal Mekânlarda Edeb Zırhını Kuşanmak
İktibas
Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu
Nazargâh-ı ilâhîdir makām-ı Mustafâ’dır bu
Nâbi
Modern Türkçe ile:
Sakın edebi elden bırakma, zira burası Allah’ın sevgilisi olan Hz. Peygamber’in semtidir. Burası Hakk’ın nazarına mazhar olmuş Muhammed Mustafa’nın makamıdır.
İzah ve Açıklama
Nâbi’nin, Medine-i Münevvere’ye yaklaştığı sırada söylediği rivayet edilen bu meşhur naat beyti, edebe dair en derinlikli uyarılardan birini ihtiva eder. İlk mısrada şair, “edebi terk etmekten sakın” diyerek kesin bir ikazda bulunur. Sebebini ise şöyle açıklar: Çünkü burası, “Allah’ın sevgilisinin” (mahbûb-ı Hudâ) yani Hz. Muhammed’in (sav) “mahallesidir” (kûy). İkinci mısra, bu mekânın kutsiyetini daha da pekiştirir: Burası sıradan bir yer değil, “Allah’ın nazar ettiği, baktığı yer” (nazargâh-ı ilâhî) ve “seçilmiş Muhammed’in makamı”dır (makām-ı Mustafâ). Beyit, mekânın değerinin, o mekânda bulunan veya o mekânla anılan zattan geldiğini ve bu değere uygun bir davranış biçimi olan “edebin” mutlak bir gereklilik olduğunu vurgular.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış

Edeb, İslam medeniyetinin ve irfan geleneğinin temel taşıdır. Sadece belirli davranış kalıplarından ibaret değil, aynı zamanda bir varlık şuurudur; haddini bilmek, her şeye hak ettiği değeri vermek ve hürmet göstermektir. Nâbi’nin beyti, bu şuurun en yüksek seviyede gösterilmesi gereken yeri, Hz. Peygamber’in manevi huzurunu işaret eder.

Rivayete göre Nâbi, hac kafilesiyle Medine’ye yaklaşırken, bir devlet paşasının ayaklarını kıbleye doğru uzatarak yattığını görür ve bu durumdan duyduğu rahatsızlıkla bu beyti irticalen söyler. Bu olay, beytin sadece bir şiir değil, aynı zamanda yaşanmış bir anın içten yankısı olduğunu gösterir. Edeb, sadece fiziki davranışlarda değil, kalpte ve zihinde de başlar. Bir mekânın kutsiyeti, oranın taşından toprağından değil, manevi ikliminden ve temsil ettiği değerden gelir. Hz. Peygamber’in makamı, Allah’ın rahmet nazarıyla baktığı bir yer olduğu için orada bulunan her zerrenin hürmete layık olduğuna inanılır.
Bu beyit, bize daha genel bir ilkeyi hatırlatır: Değerli olanın huzurunda edebli olmak. Bu, bir camide, bir ilim meclisinde, bir âlimin veya bir büyüğün yanında, hatta anne-babanın karşısında takınılması gereken bir tavırdır. Edebini terk eden, aslında kendi değerini yitirir. Çünkü edeb, insanın kendisini ve muhatabını doğru bir yere konumlandırmasını sağlayan manevi bir ölçüdür. Nâbi’nin uyarısı, sadece Ravza-i Mutahhara’ya gidenlere değil, hayatın her anında ve her mekanında ilahi bir nazargâh altında olduğunu idrak etmesi gereken tüm insanlara yapılmış evrensel bir çağrıdır. Hürmet etmeyen, hürmet görmez; edebi olmayanın ilmi ve makamı da kalıcı bir değer taşımaz.
Özet
Nâbi bu beyitinde, Hz. Peygamber’in manevi huzurunda edebi asla elden bırakmamak gerektiğini vurgular. Çünkü bu mekân, Allah’ın sevgilisinin makamı ve ilahi rahmetin tecelli ettiği bir nazargâhtır. Beyit, özelde Medine’ye gösterilmesi gereken hürmeti anlatırken, genelde ise bütün kutsal mekânlara, değerli şahsiyetlere ve ilahi değerlere karşı takınılması gereken edeb tavrının önemini anlatan ölümsüz bir ilkedir.

4. Makale: Mutlak Teslimiyet ve Aşkın Zahmetsiz Fedakârlığı
İktibas
Urmasın el hançer-i bürrâna zahmet olmasın
Cânı teslîm eyleriz cânâna zahmet olmasın
Neylî
Modern Türkçe ile:
Sevgili, keskin hançerine elini uzatıp kendisini yormasın. Biz sevdiğimize canımızı kendimiz teslim ederiz, ona zahmet olmasın.
İzah ve Açıklama
Divan şiirinin zarif şairlerinden Neylî, bu beyitinde aşkın en üst mertebelerinden birini, “mutlak teslimiyeti” dile getirir. Beytin ilk mısrası, sevgiliye yönelik bir ridadır: Sevgili, “keskin hançerine” (hançer-i bürrân) elini vurmasın, bu iş için yorulmasın, ona “zahmet olmasın.” İkinci mısra, bu ricanın ardındaki derin teslimiyeti açıklar: Âşık, canını “sevgiliye” (cânâna) bizzat kendisi teslim etmeye zaten hazırdır. Öyle ki, sevgilinin kendisini öldürmek için en ufak bir çaba sarf etmesine bile gönlü razı değildir. Bu, sevgilinin iradesine kayıtsız şartsız boyun eğmenin ve onun rahatını kendi varlığından üstün tutmanın en şiirsel ifadesidir.

Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Bu beyit, fedakârlık kavramını alışılmışın ötesine taşıyan bir incelik ve derinlik barındırır. Aşk, genellikle âşığın sevgili uğruna çektiği çilelerle, katlandığı zorluklarla anlatılır. Ancak Neylî, bu zorlukları dahi sevgiliye yük etmeme arzusunu dile getirir. Âşığın tek derdi, canını vermek değil, bu eylem sırasında sevgiliye en ufak bir “zahmet” vermemektir. Bu, “ben”liğin tamamen ortadan kalktığı, âşığın iradesinin sevgilinin iradesinde eridiği bir fena halidir.
Tarihteki büyük aşk hikayeleri ve tasavvuftaki “fena fi’l-aşk” (aşkta yok olma) mertebesi bu beytin arkasındaki ruhu anlamamıza yardımcı olur. Hallâc-ı Mansûr’un “Ene’l-Hak” derken kastettiği, kendi benliğinin ilahi varlıkta yok oluşuydu. O, canını cellada değil, hakikate teslim etmişti. Benzer şekilde, Neylî’nin âşığı da sevgilinin arzusunu kendi varlığının önüne koyar. Sevgilinin bir işareti, hançerini çekmesine gerek kalmadan canın teslim edilmesi için yeterlidir.
Bu beyit, insan ilişkilerinde de derin bir ibret taşır. Gerçek sevgi, sevdiğinin yükünü almak, onun omuzlarındaki ağırlığı hafifletmektir. Onu yormamak, incitmemek, ona zahmet vermemek için çaba göstermektir. Neylî’nin bu dizesi, sevgiyi bir talep etme aracı değil, mutlak bir adanmışlık ve sunuş olarak tanımlar. Bu, “Senin için ölürüm” demenin çok ötesinde, “Sen beni öldürmek için yorulma, ben zaten hazırım” diyen bir ruhun inceliğidir. Bu, aşkın en saf, en karşılıksız ve en fedakâr halidir. Sevgiliye sunulabilecek en büyük hediye, ona zahmet vermeden teslim edilen bir candır.
Özet
Neylî, bu beytiyle aşkta mutlak teslimiyet ve fedakârlığın zirvesini ifade eder. Âşık, canını vermeye o denli hazırdır ki, sevgilinin bu iş için keskin hançerine elini uzatıp yorulmasına bile razı değildir. Kendi canını, sevgiliye hiçbir zahmet vermeden bizzat teslim etmeyi arzular. Bu, benliğin aşk içinde tamamen eridiği ve sevginin karşılıksız adanmışlığının en zarif ve derinlikli anlatımıdır.
Bu ilahi sevgiyle kıyaslanmaktadır.

5. Makale: Kâinatla Hemhâl Olmak ve Bulutlara Sırrını Açmak
İktibas
Karlı dağların başında salkım salkım olan bulut
Saçın çözüp benim için yaşın yaşın ağlar mısın
Yunus Emre
Modern Türkçe ile:
Ey karlı dağların başında salkım salkım olan bulut! Yoksa benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlıyor musun?
İzah ve Açıklama
Büyük Türk mutasavvıfı ve halk şairi Yunus Emre, bu eşsiz beytinde doğa ile insan ruhu arasındaki derin ve gizemli bağı işler. Şair, heybetli ve yalnız “karlı dağların başındaki” buluta seslenir. Bulutun “salkım salkım” olması, onun yoğunluğunu, doluluğunu ve her an yağmaya hazır halini tasvir eder. İkinci mısra, bu doğa tasvirini şairin iç dünyasına bağlar. Yunus, buluta “Benim için saçını çözüp gizli gizli, için için ağlar mısın?” diye sorar. “Saçın çözüp ağlamak”, eski Türk kültüründe büyük bir yası, derin bir kederi ifade eden bir imgedir. Şair, bulutun yağmur olup yağmasını, kendi derdine ortak olup onun için gözyaşı dökmesi olarak hayal eder.
Hikmetli ve Düşündürücü Bir Bakış
Yunus Emre’nin şiirinde kâinat, Allah’ın tecellileriyle dolu canlı bir varlıktır. Dağlar, taşlar, kuşlar ve bulutlar, anlayan bir gönül için sırdaş ve yoldaştır. Bu beyit, modern insanın doğaya yabancılaşmasının tam zıddı bir bakış açısını yansıtır. Yunus, karlı dağların başındaki o yalnız bulutta kendi yalnızlığını, kendi kederini ve kendi içindeki fırtınaları görür. O, buluta sadece bir su buharı yığını olarak bakmaz; ona bir şahsiyet, bir duygu ve bir ruh atfeder.
Bu, “vahdet-i vücut” (varlığın birliği) inancının şiire yansımasıdır. Bu inanca göre, tüm varlıklar aynı kaynaktan geldiği için aralarında gizli bir bağ vardır. İnsanın derdi, dağın da derdidir; insanın gözyaşı, bulutun yağmurudur. Yunus, kendi derdini o kadar büyük ve evrensel görür ki, tabiatın en görkemli unsurlarından birinin bile bu derde ortak olmasını bekler. Bu, bir çaresizlikten ziyade, derin bir empatidir; kâinatla bir olma, onunla aynı dili konuşma arzusudur.
Tarih boyunca şairler, âşıklar ve arifler, dertlerini dağlara, rüzgârlara, yıldızlara anlatmışlardır. Bu, insanın kendi içindeki sıkışmışlığı aşma ve derdini paylaşarak hafifletme çabasının en saf halidir. Yunus’un buluta seslenişi, aynı zamanda bir duadır. Kendi acısına şahitlik edecek, onun için gözyaşı dökecek bir dost arayışıdır. Ve bu dostu, insanların gelip geçici ve vefasız dünyasında değil, dağların başındaki saf, yüce ve sessiz bulutta bulur. Bu beyit, bize, etrafımızdaki dünyaya baktığımızda sadece maddeyi değil, manayı da görmemiz gerektiğini, kâinatın sessizliğinde kendi ruhumuzun sesini duyabileceğimizi öğretir.
Özet
Yunus Emre bu beytinde, kendi derin kederini ve yalnızlığını, karlı dağların başındaki bir bulutun şahsında somutlaştırır. Buluta, kendi derdine ortak olup onun için yas tutarak ağlaması ricasında bulunur. Bu dizeler, insanın doğayla kurduğu derin empatik bağı, kâinattaki her şeyin birbiriyle gizli bir dille konuştuğunu ve varlığın birliği fikrini yansıtan, Yunus’un arı ve duru üslubunun en güzel örneklerinden biridir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025




Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

Her Yeni Gün, Yeni Bir Âlemin Kapısıdır

​İktibas: “Hem bil ki: Her yeni gün, sana hem herkese, bir yeni âlemin kapısıdır. Eğer namaz kılmazsan, senin o günkü âlemin zulümatlı ve perişan bir halde gider, senin aleyhinde âlem-i misalde şehadet eder. Zira herkesin, her günde, şu âlemden bir mahsus âlemi var. Hem o âlemin keyfiyeti, o adamın kalbine ve ameline tâbi’dir.” – Sözler – 273

​Bu hikmetli söz, her geçen günün hayatımızdaki kıymetine ve bu kıymeti anlamlandırmanın yollarına dair derin bir bakış açısı sunmaktadır. Her yeni gün, yalnız takvimde değişen bir rakamdan ibaret değildir; bilakis, yeni bir başlangıç, yeni bir âlem ve yeni bir imtihan sahasıdır. Bediüzzaman Hazretleri’nin bu beyanı, bizi bu hakikate davet ederken, amellerimizin ve manevi hayatımızın bu yeni âlemi nasıl şekillendirdiğini de açıklıyor.
​Her gün, aslında hususi bir âlem-i misalî kendimiz icin hazırlarız. Bu âlemin nurlu, aydınlık ve mamur olması, kalbimizin ve amellerimizin hâline bağlıdır. Güneşin doğuşuyla birlikte açılan bu kapı, ya salih amellerle nurlanır, yahut gaflet ve günahlarla zulmetli bir hâl alır. Bu durumun en mühim mihenk taşı ise, beka ve hayatın direği olan namazdır. Namaz, yalnız bir kulluk borcu değil, aynı zamanda o günkü âlemimizin anahtarı ve feyz kaynağıdır. Namaz kılınmadığı takdirde, bu yeni günün âlemi karanlık ve perişan bir hâlde geçip, ahirette sahibinin aleyhine şahitlik edecektir. Bu, her birimizin yaşadığı her anın, bir cihan şümul hayatiyet taşıdığının en açık isbatıdır.
​Bu, bireyin manevi hayatı ile dış âleminin zahiri durumu arasındaki sıkı bağlantıyı da tasvir eder. Kalpteki iman, ibadet ve takva ne kadar sağlam olursa, o kişinin zahiri âlemi de o nispette düzen ve huzur bulur. Güneşin doğuşu ile yeniden başlayan hayat, müminin kalbinde doğan manevi bir güneşle aydınlanır ve bütün hayatına bu nuru yayar. Namaz, bu manevi güneşin bir yansımasıdır.

​Kâinatı Kadîr-i Rahîm’e Bırak

​İktibas: “Manen sevdiğin ve alâkadar olduğun ve perişaniyetinden müteessir olduğun ve ıslah edemediğin şu kâinat, bir Kadîr-i Rahîm’in mülküdür. Mülkü sahibine teslim et, ona bırak… Cefasını değil, safasını çek.” – Asa-yı Musa – 228

​Bu makalede bahsedilen fikir, insanın fani ve aciz tabiatına karşı, kâinatın sonsuz ve kudretli bir sahibi olduğu hakikatini vurgular. İnsan, kendi sınırlı gücüyle kâinatın bütün bozukluklarını düzeltmeye ve her şeye müdahale etmeye kalkıştığında büyük bir yorgunluk ve hayal kırıklığı yaşar. Bediüzzaman Hazretleri, bu zihnî yükten kurtulmanın yolunu gösteriyor: kâinatı, hakiki sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslim etmek.
​Hayatın zıt ve aykırı durumları, tabiatın zorlukları ve beşeriyetin perişan hâlleri karşısında aciz kalan insan, ancak bu teslimiyetle iç huzura erişebilir. Kâinatın zorluklarını omuzlarına yüklenmek yerine, her şeyin mutlak bir kudret ve rahmet ile idare edildiğine inanmak, insanın safa bulmasını sağlar. Bu teslimiyet, bir miskinlik veya pasiflik değil, aksine, sorumluluklarını idrak ettikten sonra acziyetini bilerek Allah’a tevekkül etme faziletidir.
​Bu beyit, aynı zamanda, “Pürsevdâ bir kalbin kut ve kuvveti, herşeye kadîr bir Rahîm-i Kerîm’in kapısını niyaz ile çalmakla elde edilebilir” cümlesiyle bütünleşir. Kalbin manevi kuvveti ve huzuru, ancak Yaratıcı’ya yönelişle ve O’nun sonsuz kudretine sığınmakla mümkün olur. Bu, dua ve ibadetin, kalbi besleyen ve onu tabiatın zorluklarına karşı koruyan bir kalkan olduğunu gösterir. Teslimiyet, aynı zamanda bir ibadettir; kendi irademizi ve gücümüzü sonsuz bir irade ve kudretle birleştirme çabasıdır.

​İyilerle Beraberlik ve Düşündürücü Hikmetler

​İktibas: “İyilerle berabersen köpek de olsan cennete gidersin. Kötülerle berabersen Peygamber oğlu da olsan cehenneme gidersin.” –

​Bu söz, manevi hayatımızda dostluk ve beraberliğin ne denli mühim olduğunu çarpıcı bir şekilde tasvir eder. Nuh Aleyhisselam’ın tufandan kurtulamayan oğlu ve Ashab-ı Kehf’in Cennet’le müjdelenen köpeği, iki farklı misal olarak bu hikmeti destekler.
​İlk misalde, peygamberin oğlu bile olsa, doğru yoldan ayrılıp kötü bir bağlantı kurmak ve hakikate sırtını dönmek, kişiyi helake götürür. Soyun ve aile bağlarının, kişisel tercihlerden ve amelden üstün olmadığını bu hadise isbat eder. İkinci misalde ise, hayvan dahi olsa, salihlerle beraber olmak, onlara tabi olmak, o kutlu beraberliğin bereketiyle Cennete mazhar olunur. Ashab-ı Kehf’in köpeği, bu beraberliğin ne kadar değerli olduğunun bir nişanesidir.
​Bu söz, aynı zamanda, insanın hayatındaki en mühim etkenlerden birinin çevre ve bağlantı olduğunu nazara verir. Kişinin şahsi faziletleri ne kadar yüksek olursa olsun, kötü bir çevrenin etkisi altında kalması, o faziletleri zedeleyebilir ve yanlış yollara sürükleyebilir. Bunun aksine, salih insanlarla beraber olmak, onların manevi havasından istifade etmek, kişiyi doğru yolda tutar ve onu daha iyi bir insan olmaya teşvik eder. Bu, kişisel ahlak ve tercihlerimizin yanı sıra, kiminle yürüdüğümüzün de ahiretteki konumumuzu belirleyebileceği hakikatini kuvvetle vurgular.

​Ecel ve Kabir, Cennet ve Cehennem

​İktibas: “Demek, ecel ve kabir insanı beklediği gibi Cennet ve Cehennem de insanı bekliyor ve gözetliyor.” – [Risale-i Nur Külliyatı’ndan]

​Bu ibretli söz, hayatın fani yönüne ve ahiretin baki hakikatlerine dair derin bir bakış sunar. Her canlının mutlak sonu olan ecel ve kabir, bizim kaçınılmaz misafirlerimizdir. Ancak bu söz, bizi bu düşüncenin ötesine taşıyarak, ahiret hayatının da bizleri beklediğini, adeta bizi gözlemlediğini anlatır.
​Bu tasvir, yalnız bir son değil, aynı zamanda bir karşılıklar âlemi olduğunu vurgular. Hayatımızdaki her fiilin, her düşüncenin ve her amelin, ahirette bir neticesi olacaktır. Cennet, iman ve salih amel sahiplerini beklerken, Cehennem de inkâr ve isyan içinde olanları beklemektedir. Bu, hayatın yalnızca bu fani dünyadan ibaret olmadığı, bilakis, asıl hayata hazırlık olduğu düşüncesini güçlendirir.
​Ecel ve kabrin, hayatın nihayeti gibi görünmesi, aslında bir kapıdır. Bu kapıdan geçtikten sonra Cennetin ve Cehennemin bizi beklediği bilgisi, hayatımızı daha anlamlı kılmak, daha dikkatli yaşamak ve daha faziletli ameller işlemek için bir teşviktir. Bu, insanın her anının bir imtihan olduğu ve bu imtihanın neticesinin sonsuz bir hayatı belirleyeceği gerçeğini hatırlatır. Dolayısıyla, ecel ve kabir korkutucu birer son değil, aksine, bizi ahiretteki ebedî saadete ulaştıran birer eşik olmalıdır.

​Ümid-i Kavî ve Âlem-i İslâm’ın Teceddüdü

​İktibas: “Ümidim kavîdir ki: Çok masumların kalblerinden hararet-i hüzün ile tebahhur eden Ây! Vây! ve Âh! lar, rahmetli bir bulut teşkil edecektir. Ve Âlem-i İslâm’daki yeni yeni İslâm devletlerinin teşekkülleriyle o rahmetli bulut teşekküle başlamıştır.” – Tarihçe-i Hayat – 77

​Bu söz, zor zamanlarda dahi ümidin asla kaybolmaması gerektiğini anlatan kuvvetli bir beyittir. İslam âleminin yaşadığı zorluklar, perişanlıklar ve zulümler karşısında, masum ve mazlumların kalbinden yükselen hüzün ve kederin, boşa gitmeyeceği hikmetini ihtiva eder. Onların kederleri, Allah katında bir rahmet bulutu hâline gelecektir. Bu, Allah’ın masumların dualarını ve kederlerini görmezden gelmediğinin bir isbatıdır.
​Bu beyit, tarihî ve güncel bir bağlantıyı da ihtiva eder. Bediüzzaman Hazretleri, bu rahmet bulutunun, İslam dünyasında teşekkül etmeye başlayan yeni devletlerle birlikte görünür hâle geldiğini ifade eder. Bu, ümidin yalnızca bir his değil, aynı zamanda tarihî bir gerçekliğe dönüşebileceğinin bir tasviridir. Bu yeni devletlerin kuruluşu, İslam dünyasının yeniden dirilişi ve manevi bir uyanışın habercisi olabilir.
​Bu, bir nevi ilahi bir adalet ve rahmet tecellisidir. Zulüm ve hüzün ne kadar büyük olursa olsun, Allah’ın rahmetinin daha büyük olduğu hakikati, bu beyitte manevi bir teselli ve güç olarak sunulur. Mazlumların ahı, zalimin saltanatını yıkacak ve Allah’ın izniyle bir kurtuluş ve yenilenme bulutu olarak tecelli edecektir. Bu söz, her ne kadar zorlu bir dönemde yaşasak da, ilahi adaletin ve rahmetin bir gün tecelli edeceğine dair sağlam bir ümidi kalbimize yerleştirir.

​Makalenin Özeti

​Bu makalede ele alınan beş ana fikir, İslam düşüncesi ve hikmetinin temel taşlarını oluşturmaktadır. İlk olarak, her yeni günün, insanın kalbi ve amelleriyle şekillenen özel bir âlem olduğu ve bu âlemin namazla nurlanacağı beyan edilmiştir. İkinci olarak, kâinatın derdini omuzlamaya çalışan insanın, ancak her şeyin sahibi olan Kadîr-i Rahîm’e teslimiyetle huzur bulacağı ifade edilmiştir. Üçüncü olarak, kişinin çevresinin ve beraberliğinin manevi hayatı üzerindeki büyük etkisi, peygamberin oğlu ve Ashab-ı Kehf’in köpeği misalleriyle açıklanmıştır. Dördüncü olarak, ecel ve kabirin, hayatın sonu değil, ahiretteki ebedî hayatın başlangıcı olduğu ve Cennet ile Cehennemin bizi beklediği vurgulanmıştır. Son olarak ise, İslam dünyasının yaşadığı zulüm ve kederin, ilahi rahmetle birleşerek yeni bir dirilişin habercisi olacağına dair sağlam bir ümit aşılanmıştır. Bu düşünceler, bireysel ve sosyal hayatın her anında, manevi bir uyanış ve bilinçli bir yaşam sürmenin yollarını gösterir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

SAHADA KAZANANI MASADA KAYBETTİRMEK: YENİ BİR TUZAK MI?

Tarih, sahada kazananların masada kaybettirildiği ibret levhalarıyla doludur.
Zaferin teri kurumadan, şehitlerin kanı toprağa karışmadan, masalarda kurulan tuzaklarla nice zaferler ziyan edilmiştir.
Bugün de benzeri bir oyun, Gazze’nin kan ve gözyaşıyla yoğrulmuş topraklarında sahneleniyor.

Sahada Direnen, Masada Tuzaklanan Bir İrade

Hamas, sadece bir direniş değil; ümmetin onurunu, izzetini, “iman varsa imkân da vardır” hakikatini temsil ediyor.
Bombaların, açlığın, zulmün içinde secdesini terk etmeyen, sabrını yitirmeyen bir milletin adıdır Gazze.
Fakat şimdi, o sahadaki izzetli direnişin önüne bir masa konulmak isteniyor.
Masada ise; kurt postuna bürünmüş çakallar, elinde neşter tutan kasap doktorlar, vicdan yerine menfaatle hareket eden devletler var.
Bir yanda Netanyahu gibi eli kanlı bir zalim; öte yanda mazlumun sesini kısmaya çalışan, “barış” perdesi ardında yeni zulümleri meşrulaştıran sahte arabulucular.
Mısır’da toplanacak masa, zahirde “barış masası”, hakikatte ise “oyun masası” olma tehlikesini de içinde barındırıyor.
Çünkü bu masada, koyunun kaderini kurt, tilki, domuz ve çakal birlikte konuşuyor.
Ve her biri, koyunun etinden bir parça koparmanın hesabında.

Kanı 7 Okyanus Bile Temizleyemez

Zulmün üstünü diplomasiyle örtmeye çalışanlar şunu bilmelidir:
Gazze’de dökülen kan, yedi okyanusa karışsa dahi temizlenmez.
Zira o kan, mazlumların feryadının, yetimlerin gözyaşının, bir ümmetin izzet mücadelesinin sembolüdür.
Hiçbir masa, hiçbir imza, hiçbir anlaşma o kanın hesabını silemez.
Çünkü Allah, mazlumun duasını arşa yükselten, zalimin hesabını unutmayan Adl ve Kahhâr olandır.

Tarih Tekerrür Ediyor: Masalar Hep Tuzaktı
O Halde Dikkat!

Osmanlı’nın yıkılışına giden süreçteki Sevr masası, Filistin topraklarının bölüşüldüğü Balfour masası, Irak’ın işgalini meşrulaştıran Bush-Blair masası…
Her birinde masa, hakikati örtmek, zulmü hukuk kılıfına sokmak, direnişi suç gibi göstermek için kurulmuştu.
Bugün de benzer bir masa hazırlanıyor.
Ve bu masanın ayakları, İngiliz aklıyla, Amerikan menfaatiyle, İsrail korkusuyla, Arap zilletiyle yoğrulmuş durumda.
Blair planı yeniden sahada…
Yani aynı eski plan: Mazlumu sustur, zalimi meşrulaştır, direnişi “terör” diye damgala, sonra “barış” de!
Ama artık eskisi gibi değil.
Ümmet uyanıyor, dünya uyanıyor, vicdanlar diriliyor.
Gazze, sadece bir şehir değil; insanlığın vicdanıdır.
O vicdan ölmedikçe, hiçbir masa zulmü temize çıkaramayacak.
Herkeste bir tedirginlik var.
Dünya adeta ateş üzerinde.
Acaba bir ihanet çıkarmı, olur mu?

Gazze: Komadaki Ümmetin Kalbi

Gazze bugün, ümmetin kalbidir.
Evet, şu an o kalp komada, nefesi zayıf; ama hâlâ atıyor.
Ve başında toplanan doktorlar farklı:
Kimi gerçekten şifa istiyor, kimi ise “öldürmeden süründürme” derdinde.
Ama ümmetin duaları, direnenlerin sabrı, mazlumların gözyaşı o kalbe yeniden hayat verecek.
Çünkü “Allah, zalimlerin tuzaklarını kendi başlarına çevirendir.”

Türkiye’nin Umut Işığı ve Duâ Ordusu

Bugün Türkiye, bu tablo içinde hâlâ ümmetin vicdanı olma vasfını taşımaktadır.
Evet, yeterli değil; ama samimiyet ve gayret niyeti var.
Gazze’ye uzatılan el, sadece yardım değil; ümmetin yeniden ayağa kalkma işaretidir.
Dua orduları, her gece secdede Gazze için gözyaşı döküyor.
Rüzgârın yönünü değiştirecek olan da bu samimi dualardır.

Son Söz: Masalar Değil, Secdeler Belirler

Unutmayalım:
Zafer, masada değil, secdede kazanılır.
Tarih boyunca sahada kazananları masada kaybettirenler oldu;
ama Allah’ın hükmüyle zafer, sonunda yine hakka verildi.
Firavun denizde, Nemrut sinekte, Karun malında boğuldu.
Zalimler tarih oldu; mazlumlar destan yazdı.
Bugün de öyle olacak.
İnşallah.
Çünkü Gazze sadece bir toprak değil; bir imtihan, bir izzet, bir direniş sembolüdür.
Masanın değil, secdenin kazandırdığı bir dava bu.
Dualarımız Gazze ve Gazzelilerle.
Allah mazlumun yanında, zalimin karşısındadır.
Ve unutmayalım:
“Zalimler nasıl bir inkılâba uğrayacaklarını yakında bilecekler.” (Şuarâ, 227)

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

MASADA KURULAN OYUNLAR: DARBEYLE GELENLERİN DARBEYİ DOĞURAN YÜZÜ

Tarih, yalnız zaferlerin değil, ihanete uğramış ümitlerin de şahididir.
Zira hak ve bâtılın mücadelesi, bazen meydanlarda silahla, bazen de masalarda kalemle yürütülür.
Ancak kalem her zaman adalet için değil; kimi zaman zulmü temize çıkarmak, katili kahraman göstermek için oynatılır.
Mısır’ın darbe ile devrilen meşru Cumhurbaşkanı Muhammed Mursî’nin hikâyesi de işte bu acı hakikatin bir yansımasıdır.

Mısırın Umudu ve İsrail’in Korkusu İdi: Mursî

Mursî, özellikle Mısır’ın gönlünde bir umut filizi idi. Halkın reyleriyle başa geldi; adaleti, hürriyeti, İslâm’ın izzetini temsil ediyordu.
Ancak ne yazık ki, onun en yakınındaki eller, birer birer ihanetin tuzağına düşmüş, “dost” görünen düşmanlar tarafından kullanılmıştı.
O eli öpülen, o üniformaya sarılan asker; bir gece ansızın tankıyla halkının üzerine yürüdü.
Sisi adıyla tarihe geçen o darbeci, Mısır’ın semalarına bir karanlık perde çekti.
Ve o günden sonra Mısır, yalnız zindanlarla değil, zilletle de çevrildi.
Mursi olsaydı muhtemelen İsrail Gazze’de bu soykırımı yapamaz ve kolay başarıp sürdüremezdi.

Darbelerin Arkasındaki El

Darbeler, tesadüf değildir.
Her darbenin arkasında menfaatini ümmetin kanında gören bir el, bir masa, bir plan vardır.
Bu el, kimi zaman “demokrasi” perdesiyle, kimi zaman “barış” bahanesiyle çıkar ortaya.
Fakat maksadı hep aynıdır:
İslâm coğrafyasının izzetini kırmak, İsrail’in güvenliğini sağlamak, ümmeti kendi içinden vurmak.
Tarihe bakınız:
Hangi darbede mazlumlar kazanmış, hangi masada hakikat yer bulmuştur?
Ne yazık ki yüz yıldır masalar, hep aynı odakların, aynı karanlık aklın kontrolündedir.
Kimi zaman Washington’da, kimi zaman Tel Aviv’de kurulur o masa;
ama uygulaması Kahire’de, Şam’da, Bağdat’ta, Tahran’da, İstanbul’da yapılır.

Sisi’nin Kirli Masası

13 Ekim 2025’te Mısır’da toplanan “ateşkes” masası da aynı aklın ürünüdür.
İki yıl süren Gazze işgalinde yüz binlerce masumun kanına giren,
çocukları, kadınları, camileri, hastaneleri hedef alan Netanyahu,
o masaya “barış” elçisi olarak çağrıldı!
Ve ne acıdır ki bu daveti yapan, kendi halkını darbeyle susturan Sisi idi.
Bu masa, kanı durdurmak için değil, kanı unutturmak içindi.
Bu toplantı, barış için değil, zulmü aklamak için kurulmuştu.
Tarih, böyle kirli bir tiyatroya az şahit olmuştur.

Bir Direniş Sesi: Türkiye

Ne var ki, karanlık sahnelerde bazen bir ses yükselir;
O ses, mazlumların yüreğine umut, zalimlerin kalbine korku salan bir sestir.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın uçağı havada iken gelen bu habere verdiği tepki, işte o sesti.
“Böyle bir oyunun parçası olmayız.” diyerek yaptığı ani dönüş,
yalnız diplomatik bir hamle değil, bir izzet manifestosu idi.
Zira bazen bir duruş, bin ordudan daha tesirli olur.

İbret: Masalarda Kaybedilen Zaferler

Bugün ümmetin en büyük kaybı, savaş meydanında değil, müzakere masasında yaşanıyor.
Zira masada dost görünen düşmanlar, düşman gibi davranan dostlardan daha tehlikelidir.
Kur’ân, “Ey iman edenler! Yahudi ve Hristiyanları dost edinmeyin; onlar birbirlerinin dostudurlar…” (Mâide, 51)
buyurarak bu hakikati asırlar öncesinden bildirmiştir.
İşte Sisi ve benzerleri, ümmetin bağrına saplanmış bir hançerdir.
Kendi koltuğunu korumak için ümmetin izzetini satan,
İsrail’in güvenliği için Mısır’ın vakarını ayaklar altına alan birer figürandır.

Son Söz: Masaları Değil, Kalpleri Temizleyin

Barış, zalimle aynı masaya oturmakla gelmez.
Barış, adaletle, hakikatle ve tevbe ile gelir.
Kirli sicilleri, kanlı elleri masalar değil, ancak mahkeme-i kübrâ temizleyebilir.
Mursî zindanda öldü ama hür gitti.
Sisi sarayda yaşıyor ama mahkûm.
Zira zulüm ile abad olan, adaletle berbat olur.
Ve unutmayalım:
“Oyunlar hep masada kuruluyor, ama kader masası her şeyin üstündedir.”
Allah’ın hükmü gelince, ne Sisi kalır, ne Netanyahu, ne de onları koruyan güçler.
Zira Allah, zalimleri mühletle imtihan eder;
ama asla ihmal etmez.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
14/10/2025