BERCESTE VE İZAHI – 48 –

BERCESTE VE İZAHI – 48 –

1.: Nâbi ve İlim Okyanusu
İktibas
علم بر لجهٔ بى ساحلدر
آنده عالم کچينن جاهلدر
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
İlm bir lücce-i bî-sâhildir
Anda âlim geçinen câhildir
Nâbî
İlim, sahili olmayan bir deniz gibidir. Orada âlim geçinen, ancak cahildir.
İzah ve Açıklama
Büyük divan şairi Nâbî, bu veciz beytinde ilmin sonsuzluğunu ve bu sonsuzluk karşısında insanın acziyetini dile getirir. Beytin ilk mısrasında ilim, “lücce-i bî-sâhil” yani “sahilsiz bir engin deniz” olarak tasvir edilir. Bu metafor, ilmin sınırlarının olmadığını, insan ömrünün bu denizin tamamını kuşatmaya asla yetmeyeceğini vurgular. İkinci mısra ise bu tespitten ahlaki bir sonuç çıkarır: Mademki ilim sonsuz bir okyanustur, o halde bu okyanusta “Ben âlimim,” diye ortaya çıkan, her şeyi bildiğini iddia eden kişi, aslında kendi cehaletini ilan etmektedir. Gerçek âlim, bildiklerinin, bilmediklerinin yanında bir damla dahi olmadığını idrak eden kişidir. Bu beyit, bilginin kendisinden daha çok, bilgiye karşı takınılması gereken tevazu ve had bilme erdemini yüceltir.
Makale: Sahilsiz Denizde Haddini Bilmek
İnsanlık tarihi, birikimli bir anlama ve keşfetme serüvenidir. Mağara duvarlarına çizilen ilk resimlerden, evrenin derinliklerini araştıran uzay teleskoplarına kadar uzanan bu macera, adına “ilim” dediğimiz o sahilsiz denizde yolculuk yapma arzusundan başka bir şey değildir. Nâbî’nin asırlar öncesinden fısıldadığı gibi, bu denizin bir kıyısı, bir sonu yoktur. Her keşif, yeni bilinmezlerin kapısını aralar; her cevap, zihinlerde onlarca yeni soru doğurur. İlim, fethedilecek bir kale değil, içinde kaybolunacak bir deryadır.
Tarih, bu deryada kendini kaptan sananların trajedileriyle doludur. Orta Çağ’da dünyanın evrenin merkezi olduğunu iddia eden ve bu “bilgiyi” sarsılmaz bir yanlış inanç haline getirenler, aslında cehaletlerinin karanlık adasında hüküm sürüyorlardı. Galileo, okyanusta küçük bir ada daha keşfettiğinde, onu aforoz edenler, kendi sığ sularının dışına çıkmaktan korkanlardı. Sokrates’in “Bildiğim tek şey, hiçbir şey bilmediğimdir,” sözü, Nâbî’nin beytiyle aynı hikmet pınarından beslenir. Gerçek bilgelik, bilginin büyüklüğü karşısında kendi küçüklüğünü kabul etmekle başlar. Bir insanın zihninde biriken malumat, okyanustan bir avuç sudan ibarettir. Avucundaki suya bakıp okyanusu anladığını zannetmek, en büyük yanılgıdır.
Bu durum, sadece bilim tarihi için değil, manevi ve irfani gelenekler için de geçerlidir. Tasavvufta dervişin yolculuğu, bir “seyr-ü sülûk” yani “gidiş ve intisap etme” sürecidir. Bu yolun yolcusu, her menzilde ne kadar az bildiğini, ne kadar eksik olduğunu fark eder. Mevlânâ’nın pergel metaforunda olduğu gibi, bir ayağı sabit (inanç ve teslimiyet) dururken, diğer ayağıyla yetmiş iki milleti gezen arif, aslında kendi hiçliğinin etrafında dönmektedir. “Biliyorum” demek, bu yolculuğu bitirir; “Anlamaya çalışıyorum” demek ise yolculuğun kendisidir.
Günümüzün bilgi çağında bu beyit daha da anlamlı hale gelmiştir. İnternet sayesinde parmaklarımızın ucundaki sınırsız malumat, bize sahte bir “bilme” hissi veriyor. Her konuda fikir sahibi olan, her tartışmada son sözü söyleme iddiası taşıyan “âlim geçinen cahiller”, sosyal medyanın sığ sularında yüzmektedir. Oysa ilim, bir diplomayla, ezberlenmiş birkaç formülle veya okunmuş yüz kitapla ölçülemez. İlim, bir ahlaktır, bir duruştur. O duruşun adı tevazudur, hayrettir ve bitmeyen bir merak duygusudur. İlim denizinin kıyısında oynayan bir çocuk olduğumuzu kabul ettiğimizde, o denizin sonsuzluğu bize korku değil, ilham vermeye başlar.
Özet
Nâbî’nin “İlm bir lücce-i bî-sâhildir / Anda âlim geçinen câhildir” beyti, ilmin sonsuz bir okyanus olduğunu ve bu okyanusta “bilgin” olduğunu iddia etmenin en büyük cehalet olduğunu ifade eder. Makale, bu fikirden yola çıkarak tarih boyunca bilginin kibirle birleştiğinde nasıl yanlış inançlara yol açtığını, gerçek bilgeliğin ise Sokrates’ten Mevlânâ’ya kadar pek çok düşünürün vurguladığı gibi haddini ve acziyetini bilmekle başladığını anlatmaktadır. Günümüz bilgi çağında, malumat yığınlarının oluşturduğu sahte bilme hissine karşı, ilmin bir ahlak ve tevazu meselesi olduğu vurgulanarak, gerçek ilmin bitmeyen bir merak ve hayret duygusuyla mümkün olacağı sonucuna varılmaktadır.
2. : Hz. Mevlânâ ve Nefs Hicabı
İktibas
کر صيد خدا شوی، ز غم رسته شوی
کر در صفت خويش روی، بسته شوی
می دان که وجود تو، حجاب ره تست
با خود منشين، که هر زمان خسته شوی
Mef’ûlü Mefâ’îlün Mefâ’îlü Fe’ûl
Ger seyd-i Hodâ şevî, zi-gam reste şevî
Ger der-sıfet-i hîş revî, beste şevî
Mî-dân ki vucûd-ı to, hicâb-ı reh-i tost
Bâ-hod me-nişîn, ki her zemân heste şevî1
Hz. Mevlânâ2
Allah’a av olursan, gamdan, tasadan azade olursun. Fakat nefsin isteklerine uyarsan, bağlanır kalırsın. Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır. Kendinle kalma, nefsini yen; yoksa her zaman yaralanırsın.
İzah ve Açıklama
Hz. Mevlânâ, bu rubaisinde tasavvufun temel meselelerinden biri olan “nefs” ve “vuslat” (kavuşma) konusunu işler. İlk mısra, “Allah’a av olmak” tabiriyle ilahi iradeye tam bir teslimiyeti ifade eder. Av, avcının iradesine tabidir. İnsan, kendi iradesini Hakk’ın iradesinde eritebilirse, gam ve tasadan kurtulur, özgürleşir. İkinci mısra bunun zıddını söyler: Eğer kendi “sıfatlarına”, yani nefsanî arzularına, benliğine uyarsan, o zaman “beste” yani bağlanmış, esir olursun. Üçüncü mısra, bu esaretin sebebini açıklar: Senin maddi varlığın, benliğin, Allah’a giden yoldaki en büyük perdedir (“hicâb”). Son mısra ise bir öğütle biter: “Kendinle oturma,” yani nefsinle, benliğinle baş başa kalma. Çünkü bu hal, sürekli bir “heste” yani yaralanma, zayıflama halidir. Kısacası rubai, kurtuluşun benliği terk edip Hakk’a teslim olmaktan, esaretin ise nefse uymaktan geçtiğini anlatır.
Makale: Varlığın En Büyük Perdedir
İnsanoğlu, dünyaya gözlerini açtığı andan itibaren bir “ben” duygusuyla var olur. Bu benlik, hayatta kalmanın, kendini korumanın ve dünyayla ilişki kurmanın temel aracıdır. Ancak bu araç, zamanla bir amaca, hatta bir puta dönüşebilir. Hz. Mevlânâ’nın “Şunu iyi bil ki yoluna engel olan maddi varlığındır” deyişi, tam da bu trajik dönüşüme işaret eder. İnsanın hakikate, huzura, Yaratıcı’ya ulaşmasının önündeki en büyük engel, dışarıdaki düşmanlar veya zorluklar değil, bizzat kendi varlığı, yani şişirilmiş egosu, bitmek bilmeyen arzuları ve “ben” zindanının kalın duvarlarıdır.
Tarih boyunca bütün manevi öğretiler, bu zindandan kurtulmanın yollarını aramıştır. Budist felsefede “Nirvana”ya ulaşmak, arzulardan ve benlik yanılmasından kurtulmakla mümkündür. Hristiyan mistisizminde “kendini inkâr etmek”, Tanrı’nın iradesine tabi olmanın ilk adımıdır. Tasavvufta ise bu mesele “nefsi tezkiye etmek” (temizlemek) ve “fenafillah” (Allah’ta yok olmak) mertebesine ulaşmak olarak formüle edilir. Mevlânâ’nın “Allah’a av ol” daveti, bu yok oluşa yapılan bir çağrıdır. Bu, bir zayıflık veya kimliksizleşme değil, aksine damlanın okyanusa karışarak sonsuzlaşmasıdır. İnsan, kendi küçük ve sınırlı iradesinden vazgeçtiği an, kendisinden daha büyük bir iradenin parçası olur ve asıl özgürlüğe kavuşur. Gam ve tasa, bu küçük “ben”in beklentileri ve korkularından doğar. “Ben” ortadan kalkınca, gam da yok olur.
“Kendinle kalma, yoksa her zaman yaralanırsın” uyarısı, modern psikolojinin de altını çizdiği bir gerçeği yansıtır. Sürekli kendi düşünceleriyle, kaygılarıyla, hırslarıyla baş başa kalan insan, bir ruminasyon (zihinsel geviş getirme) sarmalına girer. Ego, sürekli kendini haklı çıkarmak, kendini korumak ve kendini yüceltmek için savaşır. Bu bitmeyen iç savaş, insanı yorgun, yaralı ve “heste” bırakır. Kendinden çıkmanın yolu ise hizmet etmek, sevmek, sanata yönelmek, tefekkür etmek gibi eylemlerle “ben”i aşmaktır. Bir başkasının derdiyle dertlenmek, bir sanat eseri karşısında hayranlık duymak veya bir çiçeğin açılışını tefekkür etmek, insanı kendi küçük dünyasının dışına taşıran ve o büyük perdenin aralanmasını sağlayan anlardır.
Nefse uymak, sürekli rüzgâra karşı kürek çekmek gibidir; insanı yorar ve olduğu yere bağlar. Teslimiyet ise yelkenleri ilahi rüzgârla doldurup akışa güvenmektir. Bu, pasif bir bekleyiş değil, aksine en bilgece eylemdir. Varlığımız bir hediye olduğu kadar, bir imtihan ve bir perdedir. O perdeyi aralamanın yolu, “ben” demeyi bırakıp, daha büyük bir bütünün parçası olduğumuzu idrak etmekten geçer.
Özet
Hz. Mevlânâ’nın rubaisi, insanın en büyük engelinin kendi nefsi ve benliği olduğunu anlatır. Makale, bu ana fikri merkeze alarak, “ben” duygusunun nasıl bir zindana dönüşebileceğini ve tarih boyunca manevi geleneklerin bu zindandan kurtulmak için “benliği aşma”yı öğütlediğini inceler. “Allah’a av olmak” metaforu, ilahi iradeye teslim olarak gerçek özgürlüğe kavuşmayı simgelerken, “kendinle kalmak” ise egonun bitmeyen savaşları yüzünden sürekli yaralanmayı ifade eder. Modern psikolojinin de benzer sonuçlara vardığı belirtilerek, kurtuluşun “ben” merkezli bir hayattan çıkıp sevgi, hizmet ve tefekkür yoluyla varlık perdesini aralamakta olduğu vurgulanır.

3. : İzzet Molla ve Dünyanın Elemi
İktibas
بلبل آغلار کل جکرخون لاله پر داغ محن
ذوقنى بيلمم بو دار محنتك کیمدر سورن
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Bülbül ağlar gül ciğer-hûn lâle pür-dâğ-ı mihen
Zevkini bilmem bu dâr-ı mihnetin kimdir süren
Keçecizâde İzzet Molla
Bülbül ağlıyor, gül kan kusuyor, lâleninse çektiği sıkıntılardan dolayı bağrı yanık. Sıkıntılar yurdu olan bu dünyanın zevkini acaba kim sürüyor?
İzah ve Açıklama
Divan edebiyatının estetik ve melankolik dünyasını yansıtan bu beyitte şair Keçecizâde İzzet Molla, dünyanın geçiciliği ve özündeki kederi işler. Beyit, divan şiirinin klasik mazmunları (kalıplaşmış imgeler) üzerine kuruludur. “Bülbül”, âşığı simgeler ve sevgilisi olan “gül”e kavuşamadığı için sürekli ağlar. “Gül”, hem güzelliği hem de dikenleriyle sevgilinin lütuf ve kahrını temsil eder; burada “ciğer-hûn” yani “ciğeri kan içinde” olarak tasvir edilerek onun da acı çektiği ima edilir. “Lâle” ise ortasındaki siyahlık nedeniyle bağrı yanık, dertli bir âşığa benzetilir (“pür-dâğ-ı mihen” – mihnetlerle dolu, dağlanmış). Şair, doğadaki bu en güzel varlıkların bile acı içinde olduğunu gözlemledikten sonra, retorik bir soru sorar: Eğer bülbül, gül ve lale bile mutlu değilse, “dâr-ı mihnet” yani “sıkıntı ve eziyet yurdu” olan bu dünyanın zevkini süren kim olabilir? Beyit, dünyanın aldatıcı zevklerine karşı bir uyarı ve varoluş bir hüzün barındırır.

Makale: Mihnet Yurdunda Bir Anlık Zevk

Edebiyat, insanın dünyaya dair en kadim sorusunu sormanın en estetik yoludur: “Neden buradayız ve bu acı neden?” Keçecizâde İzzet Molla, bu evrensel soruyu bülbülün feryadına, gülün kanayan bağrına ve lalenin yanık kalbine yükleyerek sorar. Baktığı her yerde, güzelliğin en saf tezahürlerinde bile bir keder, bir eksiklik, bir “mihnet” görür. Bu bakış, pesimist bir karamsarlıktan ziyade, derin bir farkındalığın ürünüdür. Bu dünya, tabiatı gereği bir “karar yurdu” değil, bir “imtihan yurdu”dur. Her zevkin içinde bir ayrılık tohumu, her vuslatın ardında bir firak endişesi gizlidir.
Bu “dâr-ı mihnet” algısı, pek çok felsefi ve dini geleneğin ortak paydasıdır. Budizm’in ilk temel ilkesi, “Hayat, ızdıraptır (Dukkha)” der. Bu, hayatın tamamen acıdan ibaret olduğu anlamına gelmez; daha çok, geçiciliğe ve beklentilere dayalı her türlü dünyevi deneyimin özünde bir tatminsizlik ve kırılganlık barındırdığını ifade eder. İnsan, fani olanı ebedi kılmaya çalıştığında, kaçınılmaz olarak hüsrana uğrar. Şairin sorusu da tam bu noktada anlam kazanır: Dünyanın zevkini sürmeye çalışanlar, aslında geçici bir gölgeyi yakalamaya çalışanlardır. Zevk sandıkları şey, acının bir anlık yokluğundan veya bir sonraki acının habercisinden başka bir şey değildir.
Divan şiiri, bu trajik farkındalığı estetik bir zevke dönüştürme sanatıdır. Acıdan şikâyet ederken bile bunu en güzel kelimelerle, en ahenkli vezinlerle yapar. Bülbülün ağlayışı, bir isyan değil, bir yakarıştır. Lalenin bağrındaki siyahlık, bir kusur değil, derin bir sevdanın nişanıdır. Bu, acıyı kutsallaştırmak değil, onu anlamlandırma çabasıdır. Şairler, bu mihnet yurdunda kalıcı bir mutluluk aramanın beyhudeliğini anladıkları için, mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta aramışlardır. Dünyanın zevkinden değil, İlahi Cemâl’i fark edebilmektedir. İşte o zaman acı, vuslata giden yolun bir parçası haline gelir. Diken, gülün değerini artırır.
İzzet Molla’nın sorusu bugün de geçerlidir. Modern insan, teknoloji ve refahla bu “mihnet”i ortadan kaldırabileceğini sandı. Ancak depresyon, anksiyete ve varoluş boşluk, modern dünyanın en yaygın hastalıkları haline geldi. Çünkü dünyanın tabiatı değişmedi. Hâlâ bülbüller ağlıyor, güller soluyor ve insanlar sevdiklerini kaybediyor. Belki de soruyu değiştirmek gerekir: “Bu dünyanın zevkini kim sürüyor?” yerine, “Bu mihnet yurdunda gerçek zevk ve huzur nasıl bulunur?” Belki de cevap, şairin işaret ettiği gibi, dünyanın kendisinde değil, ona yüklediğimiz anlamda ve bakış açımızda saklıdır.
Özet
Keçecizâde İzzet Molla’nın beyti, bülbül, gül ve lale gibi güzellik simgelerinin bile acı çektiği bu dünyanın, bir “mihnet yurdu” olduğunu ve kalıcı bir zevk sunamayacağını ifade eder. Makale, bu temanın sadece divan şiirine özgü olmadığını, Budizm gibi pek çok felsefi sistemde de “hayatın ızdırap olduğu” fikriyle paralellik gösterdiğini anlatır. Dünyevi zevklerin geçiciliği ve aldatıcılığı vurgulanırken, divan şairlerinin acıyı estetik bir dille anlamlandırma ve mutluluğu fani olanın ötesinde, manevi bir boyutta arama çabasına dikkat çekilir. Modern insanın teknolojiye rağmen yaşadığı varoluş boşluğun, bu kadim gerçeği göz ardı etmesinden kaynaklandığı belirtilerek, gerçek huzurun dünyaya bakış açısını değiştirmekte yattığı sonucuna varılır.

4. : Selimî (?) ve Feleğin Cilvesi
İktibas
مردم ديدمه بيلمم نه فسون ایتدی فلك
كريه‌مى قيلدى فزون اشکمى خون ایتدی فلك
شیرلر پنجهٔ قهرمده اولوركن لرزان
بنى بر كوزلرى آهويه زبون ایتدی فلك
Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilâtün Fe’ilün
Merdüm-i dîdeme bilmem ne füsûn etdi felek
Giryemi kıldı füzûn eşkimi hûn etdi felek
Şîrler pençe-i kahrımda olurken lerzân
Beni bir gözleri âhûya zebûn etdi felek
Selimî (?)
Felek, gözbebeğime nasıl bir büyü etti bilmiyorum. O füsûnun etkisiyle gözyaşlarım öylesine çok arttı ki artık kan şeklinde akmaya başladı. Benim kahreden pençemin gücünün korkusundan arslanlar bile titrerken; felek, beni bir ceylân gözlü güzele düşkün, esir etti.
İzah ve Açıklama
Bu beyitlerde şair, kaderin ve aşkın karşı konulmaz gücü karşısındaki çaresizliğini dile getirir. İlk mısrada şair, “felek” yani kader veya talih, gözbebeğine anlaşılmaz bir “füsûn” (büyü) yapmıştır. Bu büyü sonucunda, ikinci mısrada belirtildiği gibi, ağlaması artmış ve gözyaşları kana dönmüştür. Bu, çektiği acının derinliğini gösteren bir mübalağa sanatıdır. Üçüncü mısrada şair, aşk tuzağına düşmeden önceki gücünü ve heybetini anlatır: “Kahreden pençesinin” korkusundan aslanlar bile titremektedir. Bu mısra, sonraki mısranın etkisini artırmak için bir tezat (tezat) sanatı oluşturur. Son mısrada ise bu güçlü ve kudretli adamın, “felek” tarafından “gözleri âhûya” yani ceylan gözlü bir güzele “zebûn” yani esir, düşkün ve aciz bırakıldığı anlatılır. Beyitler, feleğin (kaderin) en güçlü insanları bile aşk yoluyla nasıl dize getirebildiğini dramatik bir şekilde ortaya koyar.
Makale: Aslanları Titreten Pençeyi Esir Eden Ceylan Gözler
İnsan, aklıyla doğayı anladığını, iradesiyle dünyaya hükmettiğini düşünür. Gücünü, statüsünü ve başarılarını bir zırh gibi kuşanır, yenilmez olduğuna inanır. Divan şairi Selimî, bu insani kibrin ne kadar kırılgan olduğunu, kaderin ve aşkın bir cilvesiyle nasıl tuzla buz olabildiğini haykırır. “Benim kahreden pençemden aslanlar titrerken,” der şair. Bu, sadece fiziksel bir güç değil, aynı zamanda bir irade, bir otorite, bir ego beyanıdır. O, kendi dünyasının hükümdarıdır. Ancak bu hükümdarlığın sınırları vardır ve bu sınırları “felek” çizer.
“Felek,” divan şiirinde sıkça kullanılan, modern insanın “kader,” “talih” veya “hayatın sillesi” dediği o soyut gücün kişileştirilmiş halidir. Felek, bazen zalim, bazen keyfi davranan, insanın planlarını altüst eden bir güçtür. Şairin gözüne yaptığı “füsûn” (büyü), bu gücün akıl ve mantıkla anlaşılamayacağını ima eder. Aşk, feleğin en etkili büyüsüdür. Mantığın bütün kalelerini bir anda yıkar, iradenin bütün zincirlerini bir anda kırar. Aslanları titreten o kudretli adam, şimdi bir “ceylan gözlü” güzelin esiridir. “Âhû” (ceylan), divan şiirinde masumiyetin, zarafetin ve ürkekliğin simgesidir. En vahşi gücün, en zarif güzellik karşısındaki mutlak yenilgisidir bu. Güç, güzelliğe boyun eğer.
Bu beyitler, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda bir dönüşüm hikâyesini anlatır. Aşk, şairin kibrini kırmış, onu acziyetle tanıştırmıştır. Gözyaşlarının kana dönmesi, sadece bir acı ifadesi değil, aynı zamanda bir arınma sürecidir. O kanlı yaşlar, eski “ben”in ölümünü ve yeni, daha hassas, daha insani bir “ben”in doğumunu simgeler. Artık o, gücüyle değil, acısıyla vardır. Bu, tasavvufi bir okumayla, kibrin kırılıp kulun kendi hiçliğini idrak etme sürecine de benzetilebilir. O ceylan gözler, aslında ilahi güzelliğin dünyadaki bir yansımasıdır ve âşığın kahrı, aslında o mutlak güzelliğe ulaşma arzusunun bir ateşidir.
Tarihte ve efsanelerde bu durumun sayısız örneği vardır. Orduları dize getiren komutanlar, bir güzelin bakışıyla esir olmuş; ülkeler yöneten hükümdarlar, bir aşk uğruna tahtını terk etmiştir. Bu hikâyeler, bize gücün ve iktidarın ne kadar geçici, aşkın ve güzelliğin ise ne kadar ezici bir kudrete sahip olduğunu hatırlatır. Selimî’nin beyti, insanın en güçlü anında bile aslında ne kadar zayıf, en kontrol sahibi göründüğü anda bile kaderin ve tutkularının bir oyuncağı olabileceğini edebi bir dille yüzümüze vurur. En büyük kahramanlık, aslanları yenmek değil, bir ceylan gözlüye esir olduğunda o esareti onurla taşıyabilmektir.
Özet
Selimî’ye atfedilen beyitler, “felek” (kader) ve aşkın, en güçlü insanı bile nasıl aciz bırakabildiğini anlatır. Makale, bu temayı işleyerek, insanın güç ve iradesine olan kibrinin ne kadar kırılgan olduğunu vurgular. “Aslanları titreten pençe” imgesi, insanın dünyevi gücünü ve egosunu temsil ederken, “ceylan gözlü güzel” ise bu gücü bir anda yıkan aşkın ve güzelliğin karşı konulmaz kudretini simgeler. Aşk, feleğin akılla anlaşılamayan bir büyüsü olarak tasvir edilir. Bu durumun, sadece bir acı değil, aynı zamanda kibrin kırılarak insanın kendi acziyetini tanıdığı bir dönüşüm süreci olduğu belirtilir. Tarihten ve efsanelerden örneklerle, gücün güzellik karşısındaki kaçınılmaz yenilgisi anlatılarak, en büyük kahramanlığın bu yenilgiyi kabul etmek olduğu sonucuna varılır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
09/10/2025

 

 




BERCESTE VE İZAHI – 47 –

BERCESTE VE İZAHI – 47 –

1. Şeyh Gâlib’in Beyti: İnsanın Değeri ve Özündeki İlahi Sır

Bu beyit, Divan edebiyatının son büyük ustası Şeyh Gâlib’e aittir ve insanın kendi hakikatini unutarak kederlere boğulmasını sorgularken, ona kim olduğunu hatırlatan derin bir düşünce sunar.
İktibas
Osmanlıca Metin:
ای دل ای دل نیه بو رتبه‌ده پرغم‍س‍ی‍ن سن
کرچه ویرانه ایسه‌ك کنج مُطَلسَم‍س‍ی‍ن سن
سجده فرمای ملك ذاتِ مُكرّم‍س‍ی‍ن سن
بیلدیکك کی دکل جمله‏دن اقدم‍س‍ی‍ن سن
روحسن نَفخهء جبرئیل ایله توأم‍س‍ی‍ن سن
سِرّ حق‍س‍ی‍ن مَثَل عیسی مریم‍س‍ی‍ن سن
خواجه باق ذاتڭه کم زبدهء عالم‍س‍ی‍ن سن
مردم دیدهء اکوان اولان آدم‍س‍ی‍ن سن
Latin Harfleriyle Metin:
Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen
Gerçi vîrâne isen genc-i mutalsamsın sen
Secde-fermâ-yı melek zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil cümleden akdemsin sen
Rûhsun nefhâ-i Cibrîl ile tev’emsin sen
Sırr-ı Hak’sın mesel-i Îsî-i Meryemsin sen
Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdüm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen
Şeyh Gâlib
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönül, ey gönül! Neden bu kadar gamla dolusun?
Her ne kadar yıkık, kırık dökük bir hâlde olsan da sen tılsımlı bir hazinesin.
Meleklerin kendisine secde etmeleri emredilen, kadri yüceltilmiş bir varlıksın.
Bildiğin gibi değil, yaratılmış bütün varlıklardan daha olgun, daha ilerisin.
Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruhun ikizi olan bir ruh taşıyorsun.
Sen Allah’ın bir sırrısın. Hz. Meryem’in oğlu Hz. İsa gibisin.
Kendine hoşça bir bak, sen alemin özüsün.
Yaratılmış olan varlıkların gözbebeği olan insansın.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale

İnsanın Kırılganlığındaki Kutsal Hazine

Şeyh Gâlib, bu muhteşem sekiz mısralık eserinde, modern psikolojinin ve varoluş düşüncenin yüzyıllar sonra ele alacağı temel bir insanlık durumuna parmak basar: insanın kendi değerini unutarak, dış görünüşünün viraneliğine aldanıp keder içinde kaybolması. Şair, doğrudan “gönül”e seslenerek aslında her bir okurun, her bir insanın kalbine hitap eder. Bu hitap, bir sitem değil, şefkatli bir hatırlatmadır.
İlk mısra, “Ey dil ey dil niye bu rütbede pür-gamsın sen,” yani “Ey gönül, neden bu kadar kederlisin?” sorusuyla başlar. Bu, insanın iç dünyasındaki o bitmeyen melankolinin, anlamsızlık hissinin ve kederin evrensel bir sorgulamasıdır. Şair, bu durumu reddetmez, kabul eder. Evet, gönül viranedir, dünya hayatının sarsıntılarıyla, kayıplarla, hayal kırıklıklarıyla yıkık dökük bir hale gelmiştir. “Gerçi vîrâne isen…” diyerek bu gerçeği teslim eder. Ancak hemen ardından, bu viraneliğin ardındaki sırrı ifşa eder: “…genc-i mutalsamsın sen.” Sen, bu yıkıntıların altında saklı, tılsımlı, eşsiz bir hazinesin. Dışarıdan bakıldığında görünen enkaz, aslında içindeki defineyi koruyan bir kabuktur.
Şair, bu hazinenin ne olduğunu mısralar ilerledikçe katman katman açar. İnsanın değeri, onun yaratılışındaki ilahi özden gelir. O, meleklerin secde etmekle emrolunduğu “zât-ı mükerrem,” yani şerefli ve yüce bir varlıktır. Bu, Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Âdem’in yaratılış kıssasına doğrudan bir göndermedir (telmih). İnsan, basit bir varlık değildir; o, meleklerden üstün kılınmış, ilahi bir onura sahip olandır.
Gâlib, daha da derine inerek insanın ruhani boyutunu Cebrail’in Hz. Meryem’e üflediği ruha (nefha) benzetir. Bu, insanın içinde taşıdığı ruhun, doğrudan ilahi bir nefes olduğunu ve bu ruhun onu Hz. İsa gibi mucizevi kıldığını anlatır. Hz. İsa, babasız dünyaya gelerek biyolojik kanunların ötesinde bir varoluş sergilemiştir; insan da kendi içindeki bu ilahi sır ile maddi dünyanın sınırlamalarını aşabilecek bir potansiyele sahiptir.
Sonuç olarak Şeyh Gâlib, insanın kendine “hoşça bakmasını” öğütler. Bu bakış, aynadaki fiziki yansımaya değil, varlığın derinliklerine, öze yapılan bir yolculuktur. Bu yolculuğun sonunda insan, kendisinin “zübde-i âlem” (âlemin özü, esansı) ve “merdüm-i dîde-i ekvân” (varlıkların gözbebeği) olduğunu idrak eder. Kâinat dev bir göze benzetilirse, insan o gözün tam ortasındaki, her şeyi anlamlı kılan bebektir.
Bu beyit, bireye, içinde bulunduğu durum ne kadar kötü olursa olsun, özündeki değeri ve potansiyeli hatırlaması için yapılmış en güçlü çağrılardan biridir. O, sadece bir şiir değil, aynı zamanda bir terapi, bir manevi yol haritasıdır.
Özet
Şeyh Gâlib bu şiirinde, insanın dış olarak ne kadar viran ve kederli görünürse görünsün, özünde ilahi bir sır ve tılsımlı bir hazine taşıdığını vurgular. Meleklerin secde ettiği şerefli bir varlık, âlemin özü ve kâinatın gözbebeği olduğunu hatırlatarak, insana kendini hor görmemesi ve içindeki yüce potansiyeli keşfetmesi için ilham verir. Bu, insanın kırılganlığı ile kutsallığı arasındaki muhteşem dengeyi anlatan ölümsüz bir eserdir.

2. Hâzık’ın Beyti: Yüksek Himmet ve Dünyevi Makamların Aldatıcılığı

Bu beyit, şair Hâzık’a aittir ve karakterin yüceliği ile dünyevi makamlar arasındaki çoğu zaman ters orantılı ilişkiyi keskin bir dille ifade eder.
İktibas
Osmanlıca Metin:
تنزّل ایلمز عالی همم چرکاب دنیایه
آنڭچون ذروهء جاهه چیقان اکثرادانیدر
Latin Harfleriyle Metin:
Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya
Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir
Hâzık
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Himmeti yüksek olan yüce gönüllü insanlar dünyanın çirkinliklerine tenezzül etmez.
Ondan dolayı yüksek makamlara çıkanlar genellikle bayağı, sıradan insanlardır.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Erdemin Sessizliği ve Mevkinin Gürültüsü
Hâzık’ın bu beyti, toplumların ve medeniyetlerin kadim bir paradoksunu iki mısra gibi kısa bir alanda ustalıkla özetler: Gerçek liyakat ve erdem sahipleri neden genellikle gözden uzak ve mütevazı bir hayat sürerken, en yüksek mevkiler ehil olmayanların eline geçer? Bu beyit, sadece bir tespit değil, aynı zamanda bir ahlak ve toplum eleştirisidir.
İlk mısra, “Tenezzül eylemez âlî-himem çirk-âb-ı dünyâya,” bir ilkeyi ortaya koyar. “Âlî-himem,” himmeti, gayesi, idealleri yüce olan kişi demektir. Bu insanlar, karakter sahibi, onurlu, bilge ve erdemli şahsiyetlerdir. Onlar için gaye, para, şöhret veya makam değil, daha ulvi değerlerdir: adalet, hakikat, ilim, irfan. Şair, dünyayı ve onun getirdiği makam kavgalarını, entrikaları, yalanları “çirk-âb” yani “kirli, pis su” olarak tasvir eder. Yüce ruhlar, bu kirli suya girmeyi, bu çamurla kendilerini lekelemeyi onurlarına yediremezler, yani “tenezzül etmezler.” Onlar için ilkesizlik yaparak bir mevki kazanmaktansa, ilkeleriyle birlikte köşede kalmak daha evladır.
İkinci mısra, bu ilkenin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkan acı gerçeği yüzümüze vurur: “Anınçün zirve-i câha çıkan ekser edânîdir.” Yani, “İşte bu yüzden, makam ve mevki zirvesine çıkanların çoğu ‘edânî’ yani alçak, bayağı, sıradan kimselerdir.” Yüce ruhlar o kirli suya girmekten imtina edince, meydan kimlere kalır? O suda yüzmekten, o çamura bulanmaktan çekinmeyen, hatta bundan zevk alan, makam için her türlü ilkesizliği göze alabilen kişilere. Onlar, yükselmek için başkalarının omuzlarına basmaktan, yalan söylemekten, dalkavukluk yapmaktan imtina etmezler. Bu yüzden, bir toplumda en tepedeki insanların niteliğine bakarak o toplumun ahlaki seviyesi hakkında bir fikir edinmek mümkündür.
Bu beyit, tarih boyunca pek çok bilge ve filozofun dile getirdiği bir hakikati yansıtır. Platon’un “Devlet” adlı eserinde ideal yöneticilerin yönetime isteksiz olan bilgeler olması gerektiğini söylemesi de aynı kapıya çıkar. Çünkü gücü arzulayanlar, genellikle onu kötüye kullanma potansiyeli en yüksek olanlardır. Hâzık, bu felsefi derinliği, divan şiirinin estetiği içinde veciz bir şekilde sunar.
Beyit, günümüz dünyası için de son derece geçerli ve ibretlik bir mesaj taşır. Siyasette, iş dünyasında veya sosyal hayatta, liyakatin değil, sadakatin veya kurnazlığın prim yaptığı her yerde, “zirve-i câh” yani makamların zirvesi, “edânî”ler tarafından işgal edilmeye mahkumdur. Bu durum, toplumun genel kalitesini düşürür ve adaletsizliği artırır. Hâzık’ın bu sözü, bize mevkilerin parlaklığına aldanmamamız, asıl değeri ve erdemi, gözden uzak kalmayı tercih eden “âlî-himem” şahsiyetlerde aramamız gerektiğini hatırlatan bir bilgelik feneridir.
Özet
Hâzık bu beytinde, yüce ideallere sahip onurlu insanların, dünyanın kirli ve entrikalarla dolu makam kavgalarına tenezzül etmeyeceğini belirtir. Bunun doğal bir sonucu olarak da en yüksek mevkilere ulaşanların genellikle bu tür çirkinliklerden çekinmeyen, karakteri zayıf ve bayağı kimseler olduğunu ifade eder. Beyit, gerçek değerin makamda değil, şahsiyette olduğu ve liyakatin genellikle mütevazı bir sessizlik içinde bulunduğu gerçeğini vurgulayan güçlü bir toplum eleştirisidir.

3. Fennî’nin Beyti: İlahi Bilginin Huzurunda derûnî Saflık

Bu beyit, şair Fennî’ye aittir ve dış dünyanın, özellikle de çıkarcı insanların eleştirileri ve değiştirme çabaları karşısında, insanın iç huzurunu ve gücünü Allah’ın her şeyi bilen adaletine sığınarak nasıl koruyabileceğini anlatır.
İktibas
Osmanlıca Metin:
مداهنلر بنی تغییره خواهشگرسه ایتسونلر
خلوص بالمی هر حالی الله بیلمز می
Latin Harfleriyle Metin:
Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler
Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi
Fennî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Dünyevi bir menfaat için dalkavukluk yapan insanlar eğer beni değiştirmeyi arzuluyorlarsa bir zararı yok. Benim kalbimin hâlisliğini, temizliğini Allah bilmiyor mu?
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Kalbin Sığınağı: Allah’ın Şahitliği
Fennî’nin bu beyti, samimiyetin ve iç bütünlüğün, dış baskılar ve riyakârlıklar karşısındaki sarsılmaz duruşunu anlatan bir iman manifestosudur. Şair, etrafını saran ve onu kendi çıkarlarına göre şekillendirmek isteyen bir güruha karşı dimdik durur ve gücünü maddi bir otoriteden değil, manevi bir teslimiyetten alır.
İlk mısra, “Müdâhinler beni tağyîre hâhişgerse etsinler,” durumu net bir şekilde ortaya koyar. “Müdâhinler,” yüze gülen, dalkavukluk yapan, kendi menfaatleri için başkalarının düşüncelerini ve davranışlarını değiştirmeye çalışan ikiyüzlü kimselerdir. Bu insanlar, şairi “tağyîr” etmek, yani onu değiştirmek, kendi kalıplarına sokmak, özünden koparmak istemektedirler. Şairin bu duruma tepkisi ise tam bir özgüven ve aldırmazlık ihtiva eder: “etsinler.” Bu kelime, basit bir “yapsınlar” demek değildir; içinde “ne yaparlarsa yapsınlar, çabaları boşunadır” anlamını barındıran bir meydan okumadır.
Bu meydan okumanın kaynağı nedir? Şair, gücünü nereden almaktadır? Cevap, ikinci mısrada gizlidir ve bu beyti ölümsüz kılan da bu cevaptır: “Hulûs-ı bâlimi her hâlimi Allâh bilmez mi?” Bu bir soru değil, en güçlü teyit ifadesidir. “Hulûs-ı bâl,” kalbin, zihnin, niyetin en saf, en arı, en samimi halidir. Şair diyor ki: “Bu dalkavuklar benim dışımı değiştirmeye çalışabilir, hakkımda yanlış dedikodular yayabilir, beni olmadığım biri gibi göstermeye çabalayabilirler. Ama benim kalbimin içini, niyetimin saflığını, ‘hulûs’umu bilen birisi var: Allah.”
Bu mısra, insanın en büyük mahkemesinin kendi vicdanı ve Allah’ın bilgisi olduğu gerçeğini hatırlatır. İnsanların hakkınızda ne düşündüğü, sizi nasıl yargıladığı geçici ve çoğu zaman yanıltıcıdır. Onlar sadece dış görünüşe, sözlere ve eylemlere bakarak hüküm verirler. Oysa asıl olan, kalplerin derinliğinde yatan niyettir. Ve o niyeti, o “hulûs”u bilen tek merci, her şeyi kuşatan ilahi bilgidir.
Bu beyit, özellikle dürüstlüğü ve samimiyeti yüzünden dışlanan, yanlış anlaşılan veya değiştirilmeye zorlanan her insan için bir teselli ve güç kaynağıdır. Sosyal baskının, mahalle baskısının veya popülizmin dayatmaları karşısında “kendin olarak kalabilme” erdemini yüceltir. Şair, “Onlar istediklerini yapsınlar, benim kalbimin temizliğini ve her halimi bilen Allah bana yeter” diyerek, en büyük onayı ve huzuru başkalarının takdirinde değil, Allah’ın şahitliğinde bulur. Bu, kişiyi dünyevi kaygılardan özgürleştiren ve ona sarsılmaz bir iç kale inşa eden derin bir tevekkül halidir.
Özet
Fennî, bu beytinde, çıkarcı ve ikiyüzlü insanların kendisini değiştirme çabalarına karşı kayıtsız kaldığını, çünkü asıl değerin ve gerçeğin Allah tarafından bilindiğine inandığını ifade eder. İnsanların dış yargılarına ve baskılarına karşı, kalbinin saflığını ve niyetinin temizliğini bilen Allah’ın şahitliğini bir kalkan olarak kullanır. Bu, dünyevi eleştiriler karşısında manevi bir sığınak bularak iç bütünlüğü korumanın hikmetli bir ifadesidir.

4. Me’âlî’nin Beyti: Kederin Gücü ve Tevekkülün Dayanağı
Divan şairlerinden Me’âlî’ye ait bu beyit, gönüle seslenerek, çektiği acıların ve döktüğü gözyaşlarının birer dayanak olabileceği fikrini, derin bir tevekkül ve teslimiyet içinde işler.
İktibas
Osmanlıca Metin:
اشك و واهه كوكل اینانیرسیڭ
یله اویوب صویه طیانیرسیڭ
Latin Harfleriyle Metin:
Eşk ü vâha gönül inanırsın
Yele uyup suya dayanırsın
Me’âlî
Günümüz Türkçesiyle Açıklama:
Ey gönlüm! Gözümden akan yaşlara ve ağzımdan çıkan âhlara inanıyorsun. Sen yele uyup, suya dayanıyorsun.
Geniş Kapsamlı İzah ve Makale
Gözyaşı ve Ah İle Ayakta Kalmak
Me’âlî’nin bu beyti, ilk bakışta bir çaresizlik ifadesi gibi görünse de, derinliğine inildiğinde acıyı bir güç kaynağına dönüştüren sofistike bir tevekkül anlayışını barındırır. Şair, yine Divan şiirinin merkezindeki “gönül”e seslenir ve onun içinde bulunduğu durumu tasvir eder.
İlk mısra, “Eşk ü vâha gönül inanırsın,” gönlün sığındığı iki temel unsuru belirtir: “eşk” (gözyaşı) ve “vâh” (ah, feryat). Gönül, çektiği ıstıraplar karşısında gözyaşına ve ah etmeye “inanır.” Bu inanmak, sadece bu eylemleri gerçekleştirmek değil, aynı zamanda onlardan bir medet ummak, acısını bu yollarla dışa vurarak bir nevi teselli bulmaktır. Gözyaşı dökmek ve ah çekmek, kederin en somut, en fiziksel tezahürleridir. Gönül, bu somut eylemlere tutunarak acısını yaşar ve anlamlandırır.
İkinci mısra, bu durumu muhteşem bir metaforla açıklar: “Yele uyup suya dayanırsın.” Bu mısra iki şekilde yorumlanabilir ve her iki yorum da beytin anlamını zenginleştirir:
• Görünürdeki Anlam (Çaresizlik): “Ah” (vâh), ağızdan çıkan bir nefestir ve “yel”e, yani rüzgâra benzer. “Gözyaşı” (eşk) ise “su”dur. Bu yoruma göre şair, gönlüne şöyle seslenmektedir: “Ey gönül! Sen, rüzgâr gibi geçici ve boş olan ahlara uyuyor, su gibi akıp giden ve bir dayanak olamayacak gözyaşlarına güveniyorsun.” Bu, bir çaresizlik ve boşluğa tutunma halidir. Dayanılan şeyler, doğaları gereği istikrarsız ve güvenilmezdir.
• Derin Anlam (Tevekkül ve Güç): Bu yorum, beytin hikmetli yönünü ortaya çıkarır. “Ah” rüzgârdır, “gözyaşı” sudur. Rüzgâr ve su, doğanın en güçlü ve şekil verici unsurlarındandır. Rüzgâr dağları aşındırır, su en sert kayaları deler. Bu açıdan bakıldığında şair, gönlüne şunu söylüyor olabilir: “Ey gönül! Sen zayıf gibi görünen ahını ve gözyaşını birer güç kaynağına dönüştürüyorsun. Rüzgârın gücüne uyum sağlıyor, suyun sabrına ve akışkan gücüne dayanıyorsun.” Bu, acının kendisini bir direniş aracına çevirmektir. Gönül, ah ederek içindeki zehri dışarı atar, gözyaşı dökerek arınır ve bu doğal akışa teslim olarak ayakta kalır. Tıpkı Hz. Eyyûb’un (Peygamber Eyüp) sabırla her türlü derde dayanması gibi, âşığın gönlü de kendi kederinin unsurlarına dayanarak sabreder.
Bu ikinci yorum, beytin edebi ve manevi değerini yükseltir. Me’âlî, bize acıdan kaçmak yerine, onu olduğu gibi kabul edip, onun doğal ön planları olan gözyaşı ve ah ile birlikte akmayı öğretir. Bu, bir nevi pasif direniştir. Gönül, savaşarak değil, uyum sağlayarak ve akışa teslim olarak en büyük fırtınalara bile dayanır. Bu, doğanın bilgeliğini insanın iç dünyasına taşıyan, son derece düşündürücü ve ibretlik bir bakış açısıdır.
Özet
Me’âlî bu beytinde, acı çeken gönlün, teselliyi gözyaşlarında (“eşk”) ve ah etmelerde (“vâh”) bulduğunu ifade eder. Bu durumu, “yele uyup suya dayanmak” olarak tasvirler. Bu ifade, bir yandan rüzgâr ve su gibi dayanıksız şeylere güvenmenin çaresizliğini anlatırken, daha derin bir anlamda ise rüzgârın ve suyun doğal gücüne teslim olarak acıya dayanma ve onunla birlikte akma bilgeliğini simgeler. Beyit, acının kaçınılacak bir şey değil, doğru yaşandığında bir dayanıklılık ve arınma vesilesi olabileceğini düşündürür.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025




BERCESTE VE İZAHI – 46 –

BERCESTE VE İZAHI – 46 –

1. Beyit: Zâtî’den Aşk, Rakip ve Değersizlik Üzerine Bir Feryat
İktibas
Osmanlıca Metin:
رقيبﻪ صدر كوسترﻙ ددڭ اول فتنه‌يه اولو
بنم بر ايت قدر وه وه قاپڭده اعتبارم يوق
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu
Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok
Şair:
Zâtî
Açıklama:
O fitneci rakibe şerefli bir insan diyerek baş köşeyi gösterdin. (O fitneci rakibe baş köşeyi gösterdin ve ona ulumasını söyledin.) Vah vah! Ne yazık ki senin kapında benim bir it kadar bile değerim yok.
İzah ve Makale
Divan şiiri, beşerî aşktan ilahi aşka uzanan yolda insan ruhunun en çalkantılı, en hassas ve en derin hislerine tercüman olmuş bir edebiyat geleneğidir. Bu geleneğin en temel sacayaklarından biri “âşık-maşuk-rakip” (seven-sevilen-rakip) üçgenidir. Zâtî’nin bu feryat dolu beyti, bu üçgenin en acı verici köşesinde duran âşığın, sevdiği tarafından hiçe sayılmasının ve rakibinin baş tacı edilmesinin trajedisini dile getirir.
Aşk Arenasında Değerler Çatışması
Beytin ilk mısrası, âşığın gözünden yaşanan acı bir sahneyi tasvir eder: “Rakîbe sadr gösterdin dedin ol fitneye ulu”. Sevgili, âşığın can düşmanı olan rakibe “sadr”, yani en şerefli yeri, baş köşeyi göstermiştir. Bu, sadece fiziki bir yer gösterme eylemi değildir; bu, rakibe değer, önem ve üstünlük atfetmektir. Sevgili, bununla da kalmaz, o rakibe “ulu” diye hitap eder. Âşığın gözünde bir “fitne”, yani bir ara bozucu, bir kargaşa unsuru olan rakip, sevgilinin nazarında “ulu” yani yüce bir varlığa dönüşmüştür. Bu durum, âşığın değer yargılarının ve dünyasının altüst olması demektir. Kendi sadakatini, sevgisini ve fedakârlığını hiçe sayan sevgilinin, bir “fitneciyi” yüceltmesi, âşığın kalbine saplanmış bir hançerdir. Bu, sadece bir tercih değil, aynı zamanda bir ihanettir.

Vefanın Değersizliği ve “İt” Metaforu

İkinci mısra, bu trajedinin âşığın iç dünyasındaki yansımasını ve ulaştığı son noktayı gösterir: “Benim bir it kadar veh veh kapında i’tibârım yok”. Divan şiirinde “it” (köpek) metaforu, genellikle sadakatin ve kapıdan ayrılmamanın sembolü olarak kullanılır. Köpek, ne kadar hor görülse de sahibinin kapısını bekler, ona sadakatle bağlıdır. Âşık da kendini bu sadık bekleyici olarak görür. Ancak bu beyitte durum daha da vahimdir. Âşık, bu en sadık varlık olan köpek kadar bile itibarının kalmadığını “veh veh” (vah vah, eyvahlar olsun) nidalarıyla haykırır. Sevgilinin kapısı, âşık için bir Kâbe kutsallığındadır; o kapıdan ayrılmamak en büyük erdemdir. Fakat şimdi o kapıda, bir köpeğe gösterilen asgari değer bile ona gösterilmemektedir. Sadakati, vefası ve bitmek bilmeyen sevgisi, “fitneci” bir rakibin yüceltilmesi karşısında tamamen anlamsızlaşmış ve görünmez kılınmıştır.

Tarihi ve Edebi Derinlik
Zâtî, 16. yüzyılın en önemli şairlerinden biridir ve Bâkî gibi sultan şairlere hocalık yapmıştır. Onun şiiri, samimi, lirik ve halk söyleyişlerine yakın bir üslup barındırır. Bu beyit, Zâtî’nin bu samimi üslubunun ve insan psikolojisini anlama konusundaki ustalığının bir isbatıdır. Aşk acısını, kıskançlığı ve değersizlik hissini bu kadar yalın ve aynı zamanda bu kadar güçlü imgelerle anlatmak büyük bir sanatkârlıktır. Bu feryat, sadece bir aşk hikâyesi değil, aynı zamanda liyakatin ve sadakatin göz ardı edildiği, değersiz olanın baş tacı edildiği her türlü sosyal ve insani duruma dair ibretlik bir tenkittir. İnsan, hak ettiğine inandığı değeri göremediğinde ve kendi yerini bir başkasının, özellikle de hak etmediğini düşündüğü birinin aldığını gördüğünde, Zâtî’nin yüzlerce yıl önce döktüğü bu mısralardaki acıyı derinden hisseder.
Özet
Zâtî’nin bu beyti, aşk üçgenindeki âşığın çektiği derin ıstırabı konu alır. Sevgilinin, âşığın gözünde bir “fitneci” olan rakibe en değerli yeri verip onu yüceltmesi karşısında, âşık kendi sadakatinin ve varlığının ne kadar değersizleştirildiğini fark eder. Kendisini, sevgilinin kapısındaki en sadık varlık olan bir köpekten bile daha itibarsız gördüğünü acı bir feryatla dile getirir. Beyit, sadece bir aşk acısını değil, aynı zamanda vefanın ve liyakatin hiçe sayıldığı durumlarda insanın hissettiği evrensel hayal kırıklığını ve değersizlik duygusunu etkileyici bir dille anlatır.

2. Beyit: Süleyman Çelebi’den Zikir ve Teslimiyetin Hikmeti
İktibas
Osmanlıca Metin:
هر نفسده الله آدڭ دی مدام
الله آدیله اولور هر ایش تمام
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Her nefesde Allâh adın de müdâm
Allâh adıyla olur her iş tamâm
Şair:
Süleyman Çelebi
Açıklama:
Her nefes alışında sürekli Allah’ı zikret. Bütün işler Allah’ın adını anınca tamam olur.
İzah ve Makale
İnsan, hayat yolculuğunda sayısız işe başlar, hedefler koyar ve bu hedeflere ulaşmak için çabalar. Ancak bu çabanın ortasında unuttuğu en temel hakikat, kendi gücünün ve iradesinin sınırlı olduğudur. Mevlid-i Şerif’in yazarı olarak gönüllerde taht kuran Süleyman Çelebi, bu ölümsüz beytinde insana bu temel hakikati hatırlatır: gerçek kudretin kaynağına bağlanmadan hiçbir işin tamama ermeyeceği gerçeği.
“Her Nefesde Allâh Adın De Müdâm”: Zikrin Hayata Yayılması
Beytin ilk mısrası, bir tavsiye ve bir yaşam biçimi önerisidir. “Her nefesde Allâh adın de müdâm” yani “Sürekli olarak, her nefes alışverişinde Allah’ın adını an.” Bu, sadece dil ile yapılan bir tekrar eylemi değildir. “Nefes”, hayatın en temel birimidir; hayatın kendisidir. Dolayısıyla her nefeste Allah’ı anmak, hayatın her anını, her eylemini, her düşüncesini Allah bilinciyle yaşamaktır. Bu, tasavvuftaki “dâimî zikir” halidir. Zikir, sadece belli zamanlarda yapılan bir ibadet olmaktan çıkar, insanın varoluşunun ritmi haline gelir. Bu bilinç hali, insana acizliğini ve bir Yaratıcı’ya muhtaç olduğunu hatırlatır. Kibrini kırar, onu daha mütevazı ve daha bilinçli bir varlık yapar. Yaptığı her işe başlarken, o işin sadece kendi çabasıyla değil, ilahi bir izin ve yardımla mümkün olacağını idrak eder.
“Allâh Adıyla Olur Her İş Tamâm”: Tevekkül ve Sonucun Kaynağı
İkinci mısra, bu hayat biçiminin getireceği sonucu, bir ilahi kanunu dile getirir: “Allâh adıyla olur her iş tamâm”. Yani, “Her iş, ancak Allah’ın adıyla, O’nun izni ve yardımıyla tamama erer, kemale ulaşır.” Bu, halk arasında “Besmelenin sırrı” olarak bilinen hikmetin şiirsel bir ifadesidir. Bir işe “Bismillah” diyerek başlamak, “Ben bu işe kendi gücümle değil, Rahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla, O’ndan yardım dileyerek başlıyorum” demektir. Bu, eylemin başlangıcına bir bereket ve bir niyet mührü vurmaktır. Süleyman Çelebi, bu mısra ile sonucun da ancak bu başlangıçla mümkün olacağını vurgular. İnsan elinden gelen tüm çabayı gösterir, sebeplere yapışır; ancak işin neticesini, tamamlanmasını ve hayırla sonuçlanmasını Allah’tan bekler. Bu, teslimiyetin ve tevekkülün en saf halidir. İnsan, kendi çabasının okyanusta bir damla olduğunu, asıl sonucu yaratacak olanın ilahi kudret olduğunu anladığında, başarısızlık korkusundan ve başarı kibrinden kurtulur.

Tarihi ve Kültürel Miras
Süleyman Çelebi’nin bu beyti, kendisinin en meşhur eseri olan Vesîletü’n-Necât (Kurtuluş Vesilesi) yani Mevlid’in de ruhunu özetler. Eser, baştan sona Allah’a hamd, Peygamber’e salât ve selam ile örülmüştür ve her bölümü bir tevhid ve teslimiyet bilinciyle yazılmıştır. Bu beyit, yüzyıllardır Anadolu insanının dilinde bir dua, bir düstur olmuştur. Bir işe başlarken, bir zorlukla karşılaşıldığında veya bir iş başarıyla tamamlandığında bu beyit hatırlanır. O, sadece bir şiir parçası değil, aynı zamanda bir milletin kolektif bilincine işlemiş bir inanç manifestosudur. Bize, modern dünyanın unutturmaya çalıştığı bir gerçeği fısıldar: Teknolojimiz ne kadar ilerlerse ilerlesin, planlarımız ne kadar kusursuz olursa olsun, her işin tamamlanması, her nefesin alınıp verilmesi O’nun iznine tabidir.
Özet
Süleyman Çelebi’nin bu hikmet dolu beyti, insana hayatının her anını Allah bilinciyle (“zikir”) yaşamasını ve her işine O’nun adıyla başlamasını öğütler. İlk mısra, “her nefeste zikir” ile hayatı anlamlandırmayı, ikinci mısra ise “Allah’ın adıyla her işin tamamlanacağı” gerçeğiyle tevekkül ve teslimiyeti anlatır. Beyit, insanın kendi acizliğini kabul edip gerçek kudret sahibi olan Allah’a yöneldiğinde, işlerinin bereketli ve kâmil bir sonuca ulaşacağı evrensel ilkesini vurgular. Bu, hem bir hayat düşüncesi hem de bir inanç düsturudur.

3. Beyit: Osman Hulûsi-i Darendevî’den Aşkın Dönüştürücü Doğası
İktibas
Osmanlıca Metin:
سنك سوداڭه يانمق غيری سودادن اوصانمقـدر
سنی سودم دمك حالڭه رنككه بويايانمقـدر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Senin sevdâna yanmak gayrı sevdâdan usanmaktır
Seni sevdim demek hâline rengine boyanmaktır
Şair:
Osman Hulûsi-i Darendevî
Açıklama:
Ey sevgili! Senin sevdana yanmak, sana sevdalanmak diğer bütün sevgilerden vazgeçmekle olur. Bir insanın seni sevdim diyebilmesi için her hâli ve her tavrıyla senin rengine boyanması, senin gibi olması gerekir.
İzah ve Makale
Aşk, tarihin her döneminde şairlere, düşünürlere ve sanatkârlara ilham vermiş en kadim ve en güçlü duygudur. Ancak aşk, sadece bir his veya bir beyandan ibaret midir? 20. yüzyılın önemli mutasavvıf şairlerinden Osman Hulûsi-i Darendevî, bu derinlikli beytinde aşkın ne olmadığını ve gerçekte ne olduğunu, onun dönüştürücü ve başkalaştırıcı tabiatını ortaya koyarak açıklar.
“Senin Sevdâna Yanmak Gayrı Sevdâdan Usanmaktır”: Aşkın Tekliği ve Dışlayıcılığı
Beytin ilk mısrası, gerçek aşkın en temel şartını ortaya koyar: teklik ve münhasırlık. “Senin sevdâna yanmak”, sadece bir sevgiye tutulmak değil, o sevginin ateşinde varlığını eritmektir. Bu “yanma” eylemi, beraberinde bir “usanmayı” yani diğer her şeyden yüz çevirmeyi, bıkmayı getirir. Kalp, bir saray gibidir ve o saraya sadece bir sultan sığabilir. Bir kalpte aynı anda iki hakiki sevda barınamaz. İlahi aşk açısından bu, Allah aşkına tutulan bir kalbin, masivadan, yani Allah dışındaki her türlü dünyevi hevesten, sevgiden ve bağlılıktan kopması demektir. Beşerî aşkta ise bu, sevilene tam bir sadakatle bağlanıp, gözünü ve gönlünü ondan başkasına kapatmaktır. Dolayısıyla sevmek, bir tercih değil, bir vazgeçiştir. Bir şeyi “her şey” yapabilmek için, diğer “her şeyden” vazgeçmek gerekir. Hulûsi Efendi, aşkın bu dışlayıcı ve merkezileştirici yapısını “usanmak” kelimesiyle güçlü bir şekilde ifade eder. Diğer sevdalar artık çekiciliğini yitirmiş, tatsız ve anlamsız hale gelmiştir.
“Seni Sevdim Demek Hâline Rengine Boyanmaktır”: Aşkın İspatı ve Dönüşüm
İkinci mısra, aşkın sadece bir iddia veya sözden ibaret olamayacağını, onun fiili bir ispat gerektirdiğini vurgular. “Seni sevdim demek”, kuru bir cümleden çok daha fazlasıdır; o, sevenin sevgilinin “hâline” ve “rengine boyanmasıdır”. Bu, tasavvuftaki “sıbgatullah” (Allah’ın boyasıyla boyanmak) kavramının bir yansımasıdır. Sevmek, sevilene benzemeye çalışmaktır. Onun ahlakıyla ahlaklanmak, onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğinden uzak durmaktır. Sevgilinin hali ne ise o hale bürünmek, onun rengi ne ise o renge girmektir. Bu, âşığın kendi benliğinden, egolarından, eski alışkanlıklarından soyunup, sevgilinin varlığında yeniden doğmasıdır. Bu bir taklit değil, aşkın ateşiyle pişen ruhun doğal bir dönüşümüdür. Tıpkı bir demirin ateşe girip, ateşin rengini ve özelliğini alarak kor haline gelmesi gibi, âşık da maşukun manevi iklimine girerek onun sıfatlarıyla bezenir. İşte o zaman “Seni sevdim” sözü, hakikat kazanır. Aksi takdirde, bu söz, içi boş bir iddiadan öteye geçemez.

İbretlik ve Düşündürücü Yönü
Osman Hulûsi Efendi’nin bu beyti, günümüzün yüzeysel ve tüketim odaklı ilişkiler anlayışına derin bir tenkit sunar. Aşkın bir fedakârlık, bir adanmışlık ve bir dönüşüm süreci olduğunu hatırlatır. Bize şu soruları sordurur: Sevdiğimizi söylerken, gerçekten diğer her şeyden vazgeçebiliyor muyuz? Sevdiğimiz uğruna değişmeye, dönüşmeye, onun ahlakıyla güzelleşmeye ne kadar hazırız? Yoksa “aşk” dediğimiz şey, sadece kendi benliğimizi ve arzularımızı tatmin etme aracı mıdır? Bu beyit, aşkın en yüce formunun, sevenin kendi benliğini sevilenin potasında eriterek “biz” olabilme sanatı olduğunu düşündüren hikmetli bir rehberdir.
Özet
Osman Hulûsi-i Darendevî’nin beyti, gerçek aşkın iki temel özelliğini tanımlar. Birincisi, hakiki bir sevgiye bağlanmanın, diğer bütün sevgilerden ve bağlılıklardan vazgeçmeyi gerektirmesidir. İkincisi ise, “seni seviyorum” demenin ispatının, sadece sözle değil, sevenin kendisini tamamen değiştirerek sevilenin haliyle hallenmesi, onun rengine bürünmesi, yani ona benzemesiyle mümkün olduğudur. Beyit, aşkın bir iddia değil, köklü bir dönüşüm ve tam bir adanmışlık hali olduğunu veciz bir şekilde ortaya koyar.

4. Beyit: Fuzûlî’den Aşkın Özü ve Bencillik Üzerine Bir Tahlil
İktibas
Osmanlıca Metin:
جانى كيم جانانى ايچون سوسه جانانين سور
جانى ايچون كيمكه جانانين سور جانين سور
Aruz Vezni:
Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilâtün Fâ’ilün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever
Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever
Şair:
Fuzûlî
Açıklama:
Eğer bir kimse kendi canını cananı için severse aslında cananını seviyor demektir. Kendi canı için cananını seven kişi ise hakikatte sadece kendini seviyor demektir.
İzah ve Makale
Aşk ve ıstırap şairi olarak bilinen büyük usta Fuzûlî, şiirlerinde insan ruhunun en karmaşık ve en derinlikli analizlerini yapar. Onun bu beyti, basit bir kelime oyunu gibi görünse de aslında aşkın yapisina, samimiyetine ve bencillikle olan hassas çizgisine dair yapılmış en keskin hikmetli tahlillerden biridir. Fuzûlî, “sevmek” eyleminin ardındaki niyeti sorgulayarak gerçek aşk ile sahte aşkı birbirinden ayırır.
Gerçek Aşk: Cânı Cânân İçin Sevmek
Beytin ilk mısrası, fedakârlığın ve gerçek sevginin tanımını yapar: “Cânı kim cânânı içün sevse cânânın sever”. Yani, “Kim ki kendi canını (varlığını, hayatını) sevgilisi (cânân) uğruna, ona hizmet etmek, onun yanında olmak için severse, işte o kişi gerçekten sevgilisini seviyordur.” Bu bakış açısı, ilk başta zıt gibi görünebilir. Ancak Fuzûlî burada, “kendini sevme” eylemine yüklenen niyete dikkat çeker. Âşık, kendi canını neden sever? Eğer bu sevginin sebebi, o canın sevgiliye feda edilecek, onun yolunda harcanacak bir sermaye olması ise, bu sevgi, bencillikten arınmış, tamamen sevgiliye yönelmiş bir sevgidir. Âşık, sağlıklı olmak ister; çünkü sevgilisine daha iyi hizmet etmek ister. Hayatta kalmak ister; çünkü sevgilisinin cemalini bir an daha fazla görmek ister. Bu durumda kendi varlığı, amaç değil, sevgiliye ulaşmada bir araçtır. Bu, sevginin en diğerkâm, en başka halidir. Merkezde “ben” değil, “o” vardır.
Bencil Aşk: Cânânı Cân İçin Sevmek
İkinci mısra, madalyonun diğer yüzünü, yani bencilliğin ve sahte sevginin tanımını yapar: “Cânı içün kim ki cânânın sever cânın sever”. Yani, “Kim ki sevgilisini kendi canı (nefsi, çıkarları, mutluluğu) için severse, o kişi aslında sevgilisini değil, kendi canını seviyordur.” Bu, sevginin bir araç haline getirildiği en yaygın ve en tehlikeli durumdur. Kişi, sevgiliyi sever çünkü sevgili ona kendini iyi hissettirir, yalnızlığını giderir, statü kazandırır veya ona haz verir. Sevgili, âşığın kendi benliğini tatmin etmek için kullandığı bir nesneye dönüşür. Sevginin merkezinde sevgilinin varlığı ve mutluluğu değil, âşığın kendi tatmini vardır. Sevgili, bu tatmini sağlamadığı anda, o “aşk” da kolayca buharlaşabilir. Fuzûlî, bu ince ama derin ayrımı ortaya koyarak, sayısız ilişkinin ve “aşk” diye nitelenen duygunun aslında gizli bir narsisizm ve bencillik olduğunu yüzümüze çarpar.
Fuzûlî’nin Edebi Dehası
Bu beyitteki deha, sadece felsefi derinliğinde değil, aynı zamanda “cân” ve “cânân” kelimelerinin ustaca, bir satranç ustası gibi yer değiştirilerek kullanılmasında yatar. Aynı kelimelerle, sadece yerlerini ve aradaki “içün” edatının yönünü değiştirerek, birbirine tamamen zıt iki anlam dünyası kurar. Bu, onun dile ne kadar hâkim olduğunun ve en karmaşık fikirleri en veciz şekilde nasıl ifade edebildiğinin bir isbatıdır. Bu beyit, okuyucuyu durup düşünmeye sevk eder: Benim sevgimin arkasındaki niyet ne? Seviyor muyum, yoksa sevilmenin getirdiği hisleri mi seviyorum? Karşımdakini bir amaç olarak mı görüyorum, yoksa kendi mutluluğum için bir araç olarak mı? Fuzûlî’nin asırlar önce sorduğu bu sorular, bugün de geçerliliğini ve yakıcılığını korumaktadır.
Özet
Fuzûlî’nin bu deha ürünü beyti, gerçek aşk ile bencil sevgi arasındaki temel farkı ortaya koyar. Gerçek aşk, kişinin kendi varlığını (“cân”), sevgilisine (“cânân”) hizmet etmek ve onun uğruna feda etmek için sevmesidir; bu durumda merkezde sevgili vardır. Bencil sevgi ise, kişinin sevgiliyi kendi nefsinin tatmini, mutluluğu ve çıkarları (“cânı”) için sevmesidir; bu durumda sevgi bir araç, kişi ise aslında kendisinin âşığıdır. Beyit, sevginin ardındaki niyeti sorgulatarak, okuyucuyu derin bir öz eleştiriye davet eder.

5. Beyit: Nâbî’den Haddini Bilmenin Erdemi ve Güvenliği
İktibas
Osmanlıca Metin:
فدای تيغ اولور حدّن تجاوز ايلين مولر
جفای تيغدن آسوده‌در مژگان و ابرولر
Aruz Vezni:
Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün Mefâ’îlün
Latin Harfleriyle Transkripsiyon:
Fedâ-yı tîğ olur haddin tecâvüz eyleyen mûlar
Cefâ-yı tîğdan âsûdedir müjgân u ebrûlar
Şair:
Nâbî
Açıklama:
Gereğinden fazla uzayan, haddini aşan kıllar kesilmeye lâyık bir hâle gelirler. Kirpikler ve kaşlar hadlerini bildikleri ve uzamadıkları için kılıçtan, yani kesilmekten kurtulurlar.
İzah ve Makale
• yüzyılın büyük “hikemî” yani hikmet ve öğüt şairi Nâbî, şiiri sadece estetik bir zevk aracı olarak görmemiş, onu aynı zamanda toplumu ve bireyi eğiten, onlara yol gösteren bir vasıta olarak kullanmıştır. Nâbî’nin bu beyti, onun bu didaktik üslubunun en güzel örneklerinden biridir. Gündelik hayattan, insan vücudundan aldığı basit bir gözlemle, haddini bilmenin evrensel erdemi ve bilgeliği üzerine derin bir ders verir.
“Fedâ-yı Tîğ Olur Haddin Tecâvüz Eyleyen Mûlar”: Haddini Aşmanın Sonu
Beytin ilk mısrası, bir tespiti ve bir kanunu ortaya koyar. “Mûlar”, yani saçlar ve sakallar gibi uzayan kıllar, “haddin tecâvüz eylediğinde”, yani belirlenmiş sınırı aştığında, uzaması gereken ölçüyü geçtiğinde, “fedâ-yı tîğ olur”; yani kılıcın (veya makasın, bıçağın) kurbanı olur, kesilirler. Burada “tîğ” (kılıç), sadece bir kesme aleti değil, aynı zamanda düzeni sağlayan, sınırı aşanı cezalandıran bir otoriteyi, bir ilahi veya toplumsal kanunu simgeler. Nâbî, bu basit bakış üzerinden şu mesajı verir: Hayatta her varlık ve her insan için belirlenmiş bir sınır, bir ölçü, bir makam vardır. Bu sınırı aşan, haddini bilmeyen, kibre kapılıp boyundan büyük işlere kalkışan veya ait olmadığı bir konuma göz diken herkes, eninde sonunda düzenin “kılıcı” tarafından cezalandırılır, haddi bildirilir ve bulunduğu yerden indirilir. Bu, hem fiziksel hem de sosyal bir kanundur. Aşırılık, her zaman tehlikeyi ve yıkımı beraberinde getirir.
“Cefâ-yı Tîğdan Âsûdedir Müjgân u Ebrûlar”: Sınırını Bilmenin Huzuru
İkinci mısra, bu kanunun istisnasını ve kurtuluşun reçetesini sunar. “Müjgân u ebrûlar”, yani kirpikler ve kaşlar, “cefâ-yı tîğdan âsûdedir”; yani kılıcın eziyetinden, kesilme derdinden uzaktır, güvendedir, huzur içindedir. Neden? Çünkü onlar hadlerini bilirler. Belli bir uzunluğa erişince dururlar, daha fazla uzayarak ait oldukları yerin (gözün) düzenini bozmazlar. Onların bu “kendi sınırını bilme” durumu, onlara bir dokunulmazlık ve bir güvenlik sağlar. Nâbî, bu zarif metaforla şu hikmeti dile getirir: Gerçek huzur ve güvenlik, ihtirasta ve sınırı aşmakta değil, kendi yerini, haddini ve kapasitesini bilmekte ve buna rıza göstermektedir. Kendi fıtratına uygun yaşayan, tevazu sahibi olan, başkasının hakkına ve makamına göz dikmeyen kişi, hayatın ve toplumun sarsıcı “kılıçlarından”, yani çatışmalardan, hayal kırıklıklarından ve cezalardan kendini korumuş olur. Bu, bir pasiflik veya miskinlik çağrısı değil, bir öz-bilinç ve bilgelik davetidir.

Nâbî Ekolü ve İbretlik Ders
Bu beyit, Nâbî’nin temsil ettiği hikemî şiir anlayışının özünü yansıtır. Aşkın ıstırapları veya tabiatın güzellikleri yerine, insana ve topluma dair pratik, ahlaki ve felsefi dersler verir. Beyit, her çağın insanına hitap eden evrensel bir ibret barındırır. Kariyer hırsıyla her yolu mübah gören bir yöneticiden, kapasitesini aşan projelere girişen bir girişimciye; sosyal medyada haddini aşan yorumlar yapan bir bireyden, komşusunun sınırını ihlal eden bir devlete kadar herkes için bu beyitte bir ders vardır. Haddini bilmek, bir küçüklük veya zayıflık değil, aksine en büyük erdem ve en sağlam güvenlik kalkanıdır. Huzur, aşırılıkta değil, dengede ve ölçüde gizlidir.
Özet
Nâbî, bu didaktik beytinde, insan vücudundan aldığı bir metaforla evrensel bir ahlak dersi verir. Gereğinden fazla uzayarak haddini aşan saç ve sakal gibi kılların kesilerek cezalandırıldığını; buna karşılık, kendi doğal sınırlarını bilip daha fazla uzamayan kaş ve kirpiklerin ise bu kesilme eziyetinden güvende ve huzur içinde olduğunu belirtir. Bu yolla şair, hayatta kendi sınırlarını bilen, tevazu gösteren ve aşırılıktan kaçınan bireylerin huzur ve güvenlik içinde olacağını, haddini aşıp kibre kapılanların ise eninde sonunda bunun cezasını çekeceğini hikmetli bir dille anlatır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025




İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

İlâhî Kudretin Tezahürleri ve İnsan Hayatındaki Yansımaları

Bediüzzaman Said Nursî’ye ait olan vecizeler, hayatın muhtelif veçhelerini ve bu veçhelerin temelinde yatan ilahî hakikatleri derinlemesine idrak etmemize vesile olmaktadır. Her bir vecize, ayrı bir ilahî sıfatın veya kâinattaki bir kanunun izahını sunarak, bizleri tefekkür deryasına sevk etmektedir. Bu metinde, bu derin hakikatleri Kur’ân-ı Kerîm ayetlerinin de ışığında geniş bir şekilde ele alacağız.

Allah’ın Ehad ve Samed Oluşu ve Kâinata Hükmetmesi

İhlâs Sûresi’nin ilk iki ayeti olan “قُلْ هُوَ اللّٰهُ اَحَدٌۚ ﴿١﴾ اَللّٰهُ الصَّمَدُۚ ﴿٢﴾” (De ki: O, Allah birdir. Allah Samed’dir.) mealindeki ayetlerin yanı sıra, Risale-i Nur Külliyatı’ndan bir İktibas yer almaktadır. Bu İktibas, Cenâb-ı Hakk’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellisine işaret etmektedir.
> “Hâlık-ı âlem birdir; Ehad’dir, Samed’dir. Hem, herşeyin Hâlık’ı odur. Ehadiyet-i zâtiyesiyle beraber doğrudan doğruya herşeyin dizgini onun elinde; herşeyin anahtarı kabzasında, herşeyin nâsiyesini tutuyor; bir iş bir işe mani olmuyor. Bütün eşyada, bütün ahvaliyle bir anda tasarruf edebilir.” (Sözler, 32. Söz)
>
Bu vecize, Allah’ın bir ve tek (Ehad) olduğunu, tüm ihtiyaçların mercii (Samed) olduğunu ve tüm varlık âleminin doğrudan doğruya O’nun tasarrufunda bulunduğunu vurgular. Her bir varlığın dizgininin O’nun elinde olması, hiçbir şeyin O’nun ilim, irade ve kudreti dışında hareket edemeyeceği hakikatini ortaya koymaktadır. Bu hakikat, Kur’ân’ın birçok yerinde ifade edilmektedir. Misâl olarak, En’âm Sûresi’nin 102 . ayetinde şöyle buyrulmaktadır:
> “İşte O, Rabbiniz Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, her şeyin yaratıcısıdır. Öyleyse O’na kulluk edin. O, her şeye vekil ve her şeyin koruyucusudur.”
>
Bu ayet, her şeyin yaratıcısı olan Allah’ın aynı zamanda vekil ve koruyucu olduğunu, yani her şeyin idaresini bizzat elinde tuttuğunu teyit eder. Bu muhteşem intizam ve kudret tecellisi, akıl sahipleri için büyük bir tefekkür vesilesidir.

Fırak ve Aşk-ı Bekâ

Lem’alar Külliyatı’ndan iktibas edilen “Bütün fıraklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.” (Lem’alar, 3. Lem’a) vecizesi, insan ruhunun derinliklerine nüfuz eden bir hakikati dile getirmektedir. Fırak (ayrılık), bu dünyada yaşanan her türlü ayrılığı, sevdiklerimizden, vatanımızdan ve sahip olduğumuz her şeyden ayrılışı ihtiva eder. Bu ayrılıkların insanda meydana getirdiği hüzün ve keder, aslında ruhun ebedîlik özleminin bir yansımasıdır.
İnsan fıtrî olarak bâkî kalmak ve sevdikleriyle birlikte olmak ister. Fânî olan bu dünyada yaşadığı her ayrılık, bu derin özlemi ve aşk-ı bekâyı (ebedîlik aşkını) açığa çıkarır. Bu duygu, sadece dünyevî bir üzüntüden ibaret değildir; bilakis, insanı asıl vatanına, yani ebedî olan Cennet’e ve Cenâb-ı Hakk’a kavuşma arzusuna sevk eder. Bu hakikat, A’lâ Sûresi’nin 16 ve 17. ayetlerinde şöyle ifade edilmektedir:
> “Fakat siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz. Oysa âhiret daha hayırlı ve daha kalıcıdır.”
>
Bu ayetler, fânî olan dünya hayatına yönelmenin aksine, bâkî olan ahiret yurduna yönelmenin daha hayırlı olduğunu beyan ederek, insanın fıtrî olarak sahip olduğu bekâ arzusunun asıl karşılığının ahiret yurdunda olduğunu hatırlatır.

Zâlimlerin Akıbeti ve Mazlumların Müdafaası

Diğer farklı İktibaslarda, adaletin tecellîsine ve zâlimin cezasız kalmayacağına dair ilahî bir güvenceyi ele almaktadır.
> “Yarın bir istikbalde kahhar bir el size cezanızı tamamen vermekle, masumların intikamını alacaktır.” (Barla, 207)
> “Masum ve mazlumların muhafızı Cenâb-ı Hak’tır.” (Tarihçe-i Hayat, 542)
> “Mazlumun âhı, tâ arşa kadar gider.” (Şualar, 290)
> “Zalim izzetinde, mazlum zilletinde kalıp, buradan göçüp gidiyorlar. Demek bir mahkeme-i kübraya bırakılıyor, te’hir ediliyor. Yoksa, bakılmıyor değil.” (Sözler, 65)
> “Zâlimler için yaşasın Cehennem” (Şualar, 449)
>
Bu vecizeler, dünyada zâlimlerin yaptığı zulümlerin karşılıksız kalmayacağını ve mazlumların dertlerinin Cenâb-ı Hak tarafından bizzat müdafaa edildiğini ifade eder. Zâlimin bu dünyada ceza görmemesi, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmez; bilakis, bu büyük bir Mahkeme-i Kübrâya (en büyük mahkemeye), yani ahirete ertelenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm, zâlimlerin akıbetine dair pek çok ayet ihtiva eder. Meselâ, İbrâhîm Sûresi’nin 42. ayetinde mealen şöyle buyrulmaktadır:
> “Sakın, Allah’ı, zâlimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Ancak, onların cezalarını, gözlerin korkudan donup kalacağı bir güne erteliyor.”
>
Bu ayet, Allah’ın zâlimlerin yaptıklarından gafil olmadığını, ancak cezalarını belirli bir vakte ertelediğini açıkça beyan eder. Bu durum, Müminler için büyük bir teselli, zâlimler için ise kaçınılmaz bir tehdit ve uyarıdır.

Bela ve Musibetlerin Hikmeti

Bir Hadîs-i şerîf ve Risale-i Nur’dan bir İktibas yer almaktadır ki:
> “Hadîs-i sahihte vardır ki: ‘اشد الناس بلاء الانبیاء ثم الاولیاء فالامثل فالامثل’ yani: ‘En ziyade musibet ve meşakkate giriftar olanlar, insanların en iyisi, en kâmilleridirler.’ ” (Lem’alar, 213)
>
Bu hadîs, en büyük musibetlerin peygamberlere, sonra evliyaya ve sonra derecelerine göre diğer insanlara geldiğini belirtir. Bu durum, belaların bir ceza değil, bilakis bir imtihan, bir ibadet ve bir terakki vesilesi olduğunu gösterir. Bu hakikat ise:
> “Başta Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm, enbiyalar sonra evliyalar ve sonra ehl-i salahat çektikleri hastalıklara birer ibadet-i hâlisa, birer hediye-i Rahmâniye nazarıyla bakmışlar; sabır içinde şükretmişler. Hâlık-ı Rahîm’in rahmetinden gelen bir ameliyat-ı cerrahiye nev’inden görmüşler.” (Lem’alar, 213)
>
Bu vecize, Allah’ın rahmetinden gelen musibetlerin, bir nevi “ameliyat-ı cerrahiye” (cerrahî operasyon) gibi olduğunu ve ruhu olgunlaştırdığını izah eder. Allah’ın el-Hakîm ve er-Rahîm isimlerinin bir tecellisidir. Bu hakikate işaret eden birçok ayet mevcuttur. Bakara Sûresi’nin 155. ayetin mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.”
>
Bu ayet, musibetlerin birer imtihan vesilesi olduğunu ve bu imtihanlara sabredenlere Allah tarafından büyük mükâfatlar verileceğini beyan eder.

Cennet ve İlâhî Vaad

Allah’ın vaadinin muhakkak yerine geleceği müjdesini verir:
> “Elbette ve elbette o Kadîr-i Zülcelâl, o Hakîm-i Zülkemal, o Rahîm-i Zülcemal va’dini yerine getirecek; saadet-i ebediye kapısını açacak, Âdem babanızın vatan-ı aslisi olan Cennet’e sizleri ey ehl-i iman idhal edecektir.” (Asa-yı Musa, 231)
>
Bu vecize, Allah’ın Kadîr (her şeye gücü yeten), Hakîm (her şeyi hikmetle yapan) ve Rahîm (sonsuz merhamet sahibi) isimlerinin tecellîsi olarak, O’nun ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceğini ifade eder. Cennet, insanlığın atası olan Âdem’in asıl vatanı olarak tarif edilir ve Allah’ın bu vatanı, iman sahiplerine yeniden açacağı müjdelenir.
Kur’ân-ı Kerîm, Allah’ın vaadine ve Müminler için hazırlanan Cennet’e dair pek çok ayet ihtiva eder. Ra’d Sûresi’nin 20. ayet mealinde şöyle buyrulmaktadır:
> “Onlar, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren ve antlaşmayı bozmayanlardır.”
>
Bu ayet, Allah’a verdikleri sözü yerine getiren Müminlerin, Allah’ın da onlara olan vaadini yerine getireceğini ima eder.
Yûnus Sûresi’nin 10. ayetinde ise Cennet ehlinin şükrü şöyle ifade edilir:
> “Onların orada duaları, ‘Sübhâneke, Allâhümme’ (Allah’ım! Seni her türlü noksanlıktan tenzih ederiz), aralarındaki selâmlaşmaları, ‘Selâm’ (esenlik size) ve dualarının sonu da ‘Elhamdülillâhi Rabbi’l-âlemîn’ (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur) şeklindedir.”
>
Makale Özeti
Bu makale, iktibas edilen Risale-i Nur vecizeleri ve ilgili Kur’ân-ı Kerîm ayetleri ekseninde hayatın derin hakikatlerini incelemektedir.
İlk olarak, Allah’ın Ehad ve Samed isimlerinin kâinattaki tecellîsi ve her şeyin O’nun mutlak kudretinde olduğu izah edilmektedir.
İkinci olarak, dünyevî ayrılıkların (fırak) insan ruhundaki ebedîlik aşkını (aşk-ı bekâ) nasıl ortaya çıkardığı ve bu aşkın asıl maksadının ahiret yurdu olduğu vurgulanmaktadır.
Üçüncü olarak, zâlimlerin bu dünyada cezalandırılmamasının, ilahî adaletin tecelli etmediği anlamına gelmediği, bilakis bunun ahiretteki en büyük mahkemeye ertelendiği anlatılmaktadır.
Dördüncü olarak, musibetlerin birer imtihan ve ruhani terakki vesilesi olduğu ve sabredenler için büyük müjdeler ihtiva ettiği açıklanmaktadır.
Son olarak, Allah’ın Kadîr, Hakîm ve Rahîm isimlerinin gereği olarak, iman edenler için ebedî saadet vaadinin muhakkak tahakkuk edeceği ve Cennet’in Müminlerin asıl yurdu olduğu ifade edilmektedir. Bu vecizeler, fânî dünya hayatının ötesinde, bâkî hakikatlere işaret ederek, insanı derin bir tefekküre davet etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 




Vahyin Işığında İnsan ve Kâinat

Vahyin Işığında İnsan ve Kâinat

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin farklı eserlerinden alınan ve derin manalar taşıyan vecizeler etrafında şekillenmiştir. Her bir vecize, insanlık durumunun, kâinatın işleyişinin ve Allah ile kul arasındaki ilişkinin farklı bir yönünü aydınlatmaktadır. Bu yazıda, her bir vecizenin özünü Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle destekleyerek geniş bir şekilde ele alacağız.

​Gurur-u İlmî ve İnkârın Psikolojisi

​Şualar’dan bir vecize, ilahî hakikatleri idrak edemeyen akılların içine düştüğü durumu anlatmaktadır:
​“Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden, bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler.” (Şuâlar)

​Bu ifade, Allah’ın azametini ve sonsuzluğunu kavramakta zorlanan akılların, bu yetersizliklerini kabul etmek yerine, gurur-u ilmî (bilimsel gurur) ile inkâra yöneldiğini belirtir. Gaflet, günah ve maddeye aşırı düşkünlük, aklı daraltan ve ilahî gerçeklikleri görmesini engelleyen perdelerdir.
Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de birçok yerde ele alınır. Mesela, Furkan Sûresi’nin 43. ayeti, kendi hevasını ilah edinenlerden bahseder:
​“Kendi heva ve hevesini ilah edinen kimseyi görmedin mi? Şimdi ona sen mi vekil olacaksın (onu hidayete erdireceksin)?”

​Bu ayet, nefsinin isteklerini rehber edinenlerin, hakikati göremeyeceğini ve bu körlüğün de bir nevi inkâr sebebi olduğunu anlatmaktadır. Zira Allah’ın azametine karşı acziyetini kabul etmeyen bir akıl, küçüklüğü ve sınırlılığı nedeniyle O’nun sıfatlarını inkâr etmeye meyillidir.

​Lâ Havle Velâ Kuvvete İllâ Billâh’ın Sırrı ve İnsanın Gelişimi

​”Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” (Güç ve kuvvet ancak Allah’a aittir) hakikatinin derin anlamına değinir:
​“’Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh’ cümlesi mukaddesesi, insanın zerre vaziyetinden, insan-ı mü’min suretine gelinceye kadar camidiyet, nebatîyet, hayvanîyet, insaniyet gibi geçirdiği etvar ve ahvaline nâzırdır. Şu menzillerde insanın letaifi pek çok elem ve emellere maruzdur. Maahâzâ havl ve kuvvetin müteallikleri zikredilmeyerek mutlak bırakılmıştır.” (Mesnevî-i Nuriye, 141)

​Bu vecize, insanın “zerre” halinden (cansız madde) başlayıp bitkisel, hayvani ve nihayet insani aşamalardan geçerek kâmil bir mümin haline gelene kadar yaşadığı her safhada, asıl güç ve kuvvetin yalnızca Allah’a ait olduğunu hatırlatır. İnsan, bu karmaşık ve sancılı yolculukta nice acılar ve beklentilerle karşılaşır. Ancak tüm bu merhalelerde başarıya ulaşması, kendi gücüne değil, Allah’ın kudretine dayanır. Bu durum, Kur’ân-ı Kerîm’de insanın yaratılışından ve Allah’a olan bağımlılığından bahseden ayetlerle örtüşür. Mesela, Hac Sûresi’nin 5. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Ey insanlar! Eğer öldükten sonra tekrar dirilme konusunda herhangi bir şüphedeyseniz, şunu bilin ki, biz sizi topraktan, sonra nutfeden, sonra alâkadan (aşılanmış yumurtadan), sonra belli belirsiz et parçasından yarattık ki size (kudretimizi) açıkça gösterelim. Ve dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde bekletiriz. Sonra sizi bir bebek olarak dışarı çıkarırız. Sonra da (ergenlik çağınıza ulaşırsınız ki) olgunluk çağınıza erişesiniz. Kiminiz vefat ettirilir; kiminiz de daha ileri yaşlara kadar yaşatılır ki, bilirken hiçbir şey bilmez hale gelsin.”

​Bu ayet, insanın yaratılış sürecini detaylandırarak, her bir safhasının ilahî bir planın ve kudretin eseri olduğunu vurgular. İnsan, kendi kendine hiçbir aşamadan geçemez; her an Allah’ın gücüne ve kuvvetine muhtaçtır.

​İmanın Mahiyeti ve İslamiyet’in Mirası

​İslam ümmetinin içinde bulunduğu zor durumlara rağmen, imanın ve İslam’ın parlak geleceğine dair bir müjde yer almaktadır:
​“İmanın mahiyetindeki hârikulâde şehamet, izzet-i İslâmiyenin tabiatındaki âlempesend şecaat, uhuvvet-i İslâmiyenin intibahıyla her vakit mu’cizeleri gösterebilir.”
“Bir gün olur elbette doğar şems-i hakikat / Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem.” (Âsâr-ı Bediiye, 155)

​Bu vecizeler, imanın özündeki şehametin (metanet ve yiğitliğin), İslam’ın izzetindeki evrensel cesaretin ve İslam kardeşliğinin yeniden uyanışının, her an mucizeler gösterebilecek bir potansiyel taşıdığını belirtir. İkinci kısım ise, dünyanın karanlık ve zulmet içinde kalmayacağını, hakikatin güneşinin bir gün mutlaka doğacağını müjdeler. Bu inanç, Kur’ân-ı Kerîm’de müminlere verilen vaatlerle kuvvetlenir. Mesela, Nur Sûresi’nin 55. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Allah, iman eden ve salih ameller işleyenlerin, kendilerinden öncekileri egemen kıldığı gibi, onları da yeryüzünde egemen kılacağını vaat etti.”

​Bu ayet, müminlere güç ve iktidar vaat ederek, geçici zorluklara rağmen İslam’ın ve müminlerin zaferinin kaçınılmaz olduğunu gösterir.

​İnsan ve Kâinatın Hâcetlerine “Lebbeyk!” Diyen Zât-ı Zülcelâl

​İnsanı ve kâinatı yaratanın, onlara karşı olan sonsuz şefkatini ve ilgisini dile getirir:
​“Ey insan! Aklını başına al. Hiç mümkün müdür ki: Bütün enva-ı mahlukatı sana müteveccihen muavenet ellerini uzattıran ve senin hâcetlerine “Lebbeyk!” dedirten Zat-ı Zülcelâl seni bilmesin, tanımasın, görmesin! Madem seni biliyor, rahmetiyle bildiğini bildiriyor. Sen de onu bil, hürmetle bildiğini bildir.” (Lem’alar)

​Bu vecize, tüm varlıkların insana hizmet etmesini sağlayan ve insanın ihtiyaçlarına anında karşılık veren o muazzam gücün, insanın kendisinden gafil olmasının aklen imkânsız olduğunu vurgular. Her bir varlığın, bir manevi dil ile insanın ihtiyaçlarına “Lebbeyk!” (Buyur!) demesi, Allah’ın sonsuz rahmet ve kudretinin bir delilidir. Allah, bu ikramıyla kendini insana tanıttığını gösterir. İnsanın görevi ise, bu lütfa karşı O’nu tanımak ve bildiği bu hakikati saygıyla dile getirmektir. Bu, Fâtiha Sûresi’nin ilk ayetlerinde ifade edilen hakikatle örtüşür:
​“Elhamdülillâhi Rabbilâlemîn. Errahmânirrahim.” (Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur. O, Rahmân’dır, Rahîm’dir.)

​Bu ayetler, Allah’ın tüm âlemlerin Rabbi ve sonsuz merhamet sahibi olduğunu ifade ederek, O’nun kâinatı ve insanı yarattığını ve idare ettiğini beyan eder.

​Rahimden Gelen Rızık ve Sonsuz Rızık Kaynağı

İnsanın dünyaya gelişinden itibaren Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatına işaret eder:
​“Ey insan! Rahm-ı maderde iken, Tıfl iken, İhtiyar ve iktidardan mahrum bir vaziyette iken, Seni pek leziz rızıklar ile besleyen Allah, Sen hayatta kaldıkça O rızkı verecektir.” (Bediüzzaman Said Nursî)

​Bu vecize, insanın anne karnında aciz bir bebekken bile en leziz rızıklarla beslendiğini hatırlatır. Bu durum, Allah’ın Rezzak isminin bir tecellisidir. Eğer insan, en zayıf ve aciz anında bile O’nun tarafından beslenmişse, hayatı boyunca da bu rızıklandırmanın devam edeceğine güvenmesi gerekir. Bu, Kur’ân’ın birçok yerinde zikredilen bir hakikattir. Mesela, Hûd Sûresi’nin 6. ayetinde şöyle buyrulur:
​“Yeryüzünde hareket eden hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah’a ait olmasın.”

​Bu ayet, tüm canlıların rızkının Allah tarafından garanti edildiğini ve bu durumun Allah’ın sonsuz merhamet ve cömertliğinin bir nişanesi olduğunu açıkça ifade eder.

​Makale Özeti

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizeleri üzerinden insan, iman ve kâinat arasındaki derin bağı ele almaktadır. İlk olarak, gaflet ve gurur-u ilmînin, insanı ilahî hakikatleri inkâra sürükleyen manevi hastalıklar olduğu izah edilmiştir. İkinci olarak, “Lâ havle velâ kuvvete illâ billâh” cümlesinin, insanın gelişim sürecinin her aşamasında Allah’ın gücüne olan mutlak ihtiyacını vurguladığı belirtilmiştir. Üçüncü olarak, İslam’ın ve müminlerin içinde bulunduğu zorluklara rağmen, imanın ve İslam kardeşliğinin nihai zaferi getireceği ve hakikatin güneşinin mutlaka doğacağı müjdesi verilmiştir. Dördüncü olarak, tüm varlıkların insana hizmet etmesinin, Allah’ın insanı tanıdığının ve ona değer verdiğinin bir delili olduğu ve insanın da bu lütfa karşı O’nu tanıyarak karşılık vermesi gerektiği açıklanmıştır. Son olarak, insanın anne karnından itibaren rızıklandırılmasının, Allah’ın sonsuz rızıklandırma sıfatının bir delili olduğu ve bu güvenle hayatına devam etmesi gerektiği vurgulanmıştır. Bu vecizeler, bizlere, fani dünya hayatını ilahî bir perspektifle değerlendirmeyi ve Allah ile olan bağımızı kuvvetlendirmeyi telkin etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025

 

 




Hayatın Hakikatine Yolculuk: Gafletten İmana

translator

Double-click

Select to translate

 

Hayatın Hakikatine Yolculuk: Gafletten İmana
​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerinden seçilmiş vecizelerin ışığında, insanın hayat yolculuğunu, bu yolculukta karşılaştığı zorlukları ve onlara yüklenen manaları derinlemesine ele almaktadır. Her bir vecize, Kur’ân-ı Kerîm ayetleriyle desteklenerek, fânî dünyanın geçici zevklerinden ebedî hakikatlere uzanan bir tefekkür seyahati sunmaktadır.

​Gafletin Aldatıcı Zevki ve Musibetlerin Uyandırıcı Rolü

​Mesnevî-i Nuriye’den iktibas edilen bir vecize, insanın gaflete düşerek hayatın fânî zevklerine aldanmasının tehlikesine işaret eder:
​“Gaflet serinliğinde şek içinde zevk ettiğin lezzeti lezzet sanma! O zehirli baldır.” (Risale-i Nur, Mesnevi-i Nuriye)

​Bu söz, gafletin getirdiği rahatlık ve şüphe dolu lezzetlerin, aslında zehirli birer bal gibi olduğunu ifade etmektedir. Gaflet, insanın yaratılış gayesinden uzaklaşarak, dünya hayatının geçici hazlarına dalmasıdır. Bu durum, insanı asıl hedeften saptırır ve ahireti unutturur. Bu hakikate, Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle işaret edilmektedir:
​”Onlar, dünya hayatını sevip onu âhiret hayatına tercih ederler.” (İbrâhîm, 14/3)

​Bu ayet, gaflet içindeki insanın durumunu özetler. Ancak Cenâb-ı Hak, rahmetiyle insanı gaflet uykusundan uyandırmak için çeşitli vesileler yaratır. İşte bu noktada, ikinci vecize musibetlerin fonksiyonunu izah eder:
​”Musibetler, dergah-ı ilâhîye sevk etmek için birer kader kamçısıdır.” (Barla Lâhikası, 285)

​Bu vecize, musibetlerin birer ceza değil, bilakis insanın Allah’a yönelmesi için birer uyarıcı olduğunu anlatır. Tıpkı bir kamçının atı şahlandırması gibi, musibetler de insanı gafletten kurtararak, Allah’ın dergâhına sevk eder. Bu durum, Bakara Sûresi’nin 155. ayetinde müjdelenmektedir:
​”Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, biraz da mallardan, canlardan ve mahsullerden eksiltme ile imtihan edeceğiz. Sabredenleri müjdele.” ( Bakara, 2/155)

​Bu ayet, musibetlerin bir imtihan olduğunu ve onlara sabrederek Allah’a yönelenlerin müjdeleneceğini ifade etmektedir. Bu, musibetlerin ardında yatan ilahî hikmeti ve rahmeti gösterir.
​İmanın Mahiyeti ve Olumsuzluğun Olumlu Yönü

​Üçüncü olarak, imanın ne kadar köklü ve muhkem bir gerçeklik olduğunu ortaya koymaktadır:
​”İman ise ilimdir, vücûdîdir, isbattır, hükümdür. Her bir menfî meselesi dahi bir müsbet hakikatin unvanı ve perdesidir.” (Şuâlar)

​Bu vecize, imanı sadece bir inanç olarak değil, aynı zamanda kesin bir ilim, varlığı açıkça ispatlanmış bir gerçeklik ve mutlak bir hüküm olarak tarif etmektedir. Dahası, menfî (olumsuz) görünen her şeyin bile aslında müsbet (olumlu) bir hakikati gizlediğini, yani olumsuzlukların birer perde olduğunu belirtir. Mesela, bir hastalığın getirdiği elem, bir manevi arınma ve terakki neticesine götürebilir. Bu durum, Allah’ın her şeyi zıddıyla yarattığı ve her şeyde bir hikmetin olduğu inancıyla uyumludur. Enfâl Sûresi’nin 24. ayeti bu durumu şu şekilde ifade etmektedir:
​”Ey iman edenler! Sizi, size hayat verecek şeye davet ettiğinde, Allah ve Resûlüne icabet edin.” (Enfâl, 8/24)

​Bu ayet, ilahî çağrının, yani imanın, manevi hayatın kaynağı olduğunu vurgular. İman, insanın en derin hakikatlerini anlamasına ve hayatına bir anlam katmasına vesile olur.

​Ölümün Hakikati ve Ebedî Buluşma

​Dördüncü olarak, ölümün fani dünya için bir fırak (ayrılık) değil, bilakis ebedî âlem için bir visal (kavuşma) olduğu hakikati vurgulanır:
​”Senin küçüklüğünden bu yaşına kadar, sevdiklerinden yüzde doksandokuzu sana dehşet veren kabristana göçmüşler. Bu dünyada kalan bir iki dostun var, onlar da oraya gidecekler. Dünyada vefatın fırak değil, visaldir; o ahbablara kavuşmaktır. Onlar, yani o ervah-ı bâkiye, eskimiş yuvalarını toprak altında bırakıp bir kısmı yıldızlarda, bir kısmı âlem-i berzah tabakatında geziyorlar diye ihtar edildi.” (Tarihçe-i Hayat, 123)

​Bu vecize, ölümün bir yok oluş değil, ruhların fani bedenlerinden ayrılarak ebedî hayata intikal etmesi olduğunu ifade etmektedir. Sevdiklerimizle olan ayrılığın geçici, onlarla ebedî âlemde buluşmanın ise kesin olduğunu müjdeler. Bu inanç, Müminlere hem teselli hem de hayatın asıl gayesinin fani dünya olmadığını idrak etme fırsatı verir. Âl-i İmrân Sûresi’nin 185. ayeti bu hakikati açıkça dile getirir:
​”Her canlı ölümü tadacaktır. Ve ancak kıyamet günü yaptıklarınızın karşılığı size tastamam verilecektir. Kim ateşten uzaklaştırılıp cennete sokulursa, artık o kurtulmuştur. Dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 3/185)

​Bu ayet, ölümün kaçınılmaz bir son olduğunu ve asıl hayatın ahirette başladığını beyan ederek, dünya hayatının geçiciliğini ve aldatıcılığını vurgular.

​Allah’ın İlim ve Kudretinin Sonsuzluğu

​Son vecizede, Allah’ın ilminin sonsuzluğuna ve her şeyi kuşattığına dair bir izah sunar:
​”Hiçbir şey ondan gizlenmesi kabil değildir. Perdesiz, güneşe karşı zemin yüzündeki eşya, güneşi görmemesi kabil olmadığı gibi; o Alîm-i Zülcelâl’in nur-u ilmine karşı eşyanın gizlenmesi, bin derece daha gayr-i kabildir, muhaldir. Çünkü huzur var. Yani her şey daire-i nazarındadır ve mukabildir ve daire-i şuhudundadır ve her şeye nüfuzu var.” (Mektubat)

​Bu vecize, Allah’ın Alîm-i Zülcelâl (mutlak ilim ve kudret sahibi) isminin tecellisini anlatmaktadır. Güneşin ışığı altında hiçbir şeyin gizlenemediği gibi, Allah’ın sonsuz ilminin nuru karşısında da hiçbir şeyin gizlenmesi mümkün değildir. Zira her şey, Allah’ın huzurunda, O’nun nazarında ve şuhudundadır. Bu, En’âm Sûresi’nin 59. ayetinde daha da net bir şekilde ifade edilir:
​”Gaybın anahtarları O’nun katındadır, O’ndan başkası onları bilemez. Karada ve denizde ne varsa hepsini O bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak bile düşmez. Yerin karanlıklarındaki tek bir tane bile, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki apaçık bir Kitap’ta olmasın.” (TDV Meali, En’âm, 6/59)

​Bu ayet, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini gösterir. Bu hakikat, Müminler için bir teselli kaynağı olurken, günahkârlar için bir uyarıdır.

​Makale Özeti

​Bu makale, Bediüzzaman Said Nursî’nin vecizelerinden yola çıkarak, hayatın temel hakikatlerini ele almıştır. Makale, insanın gafletin aldatıcı zevklerine kapılmasının bir zehir olduğunu ve bu durumdan musibetlerin birer “kader kamçısı” gibi uyarıcı rol oynayarak insanı Allah’a yönelttiğini izah etmiştir. İmanın sadece bir inanç değil, aynı zamanda ilim ve hüküm olduğunu ve olumsuz görünen her şeyin ardında olumlu bir hakikat gizlediğini belirtmiştir. Ayrıca, ölümün fani bir ayrılık değil, ebedî hayata bir kavuşma olduğunu ve sevdiklerimizle yeniden buluşma vesilesi olduğunu vurgulamıştır. Son olarak, Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığını ve hiçbir şeyin O’ndan gizlenemeyeceğini, bu durumun da bir Mümin için güven, bir gaflet ehli için ise bir uyarı vesilesi olduğunu açıklamıştır. Bu hakikatler, hayatın geçiciliğini anlamamıza ve ebedî saadete yönelmemize rehberlik etmektedir.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
13/10/2025

 

 




POLİSİNİ KORUYAMAYAN DEVLET, GÜVENİNİ DE KORUYAMAZ

POLİSİNİ KORUYAMAYAN DEVLET, GÜVENİNİ DE KORUYAMAZ

Toplumun güvenliği, önce güvenliği sağlanan bir polisten başlar…

“İçişleri Bakanlığı ve Emniyet Genel Müdürlüğü, polisini gerçekten koruyor mu?”

Bu soru artık sadece bir eleştiri değil, bir vicdan alarmı hâline geldi.
Her gün suçlularla burun buruna gelen, toplumun huzuru için canını ortaya koyan polis, kendi güvenliğinden endişe eder hale geldiyse; orada bir şeyler çoktan ters gitmiştir.

Bir Müdürün Şehadeti, Bir Sistemin Zafiyeti

İzmir Balçova’da 16 yaşındaki bir saldırgan, polis merkezine pompalı tüfekle ateş açtı.
1. Sınıf Emniyet Müdürü, Polis Başmüfettişi Muhsin Aydemir ve Polis Memuru Hasan Akın şehit düştü.
O anın görüntüleri yürekleri dağladı.
Ama daha acı olan soru şu:
“İkinci polis neden tetiği çekemedi?”
Çünkü belki de, “ya açığa alınır, yargılanırsam” korkusu tetiğin önüne geçti.
Katil düşünmeden sıktı; polis düşünerek gecikti.
İşte o bir saniyelik gecikme, bir devletin kendi güvenlik gücünü nasıl koruyamadığını gösterdi.

Korkunun Gölgesinde Görev Yapmak

Polis, her gün suçun kalbinde, karanlığın içinde, vicdanın sınırında görev yapıyor.
Her çağrıda ölümle burun buruna, her olayda stresle boğuşuyor.
Ama bir de “hukuki yalnızlık” korkusu taşıyor.
“Ya yanlış anlaşılırsa?”
“Ya görevden alınırsa?”
“Ya suçluya müdahale ederken ben suçlu sayılırsam?”
Bu korkular, tetiğin önüne geçmiş durumda.
Oysa polis korkarak değil, korunarak görev yapmalı.
-Biz öğretmenler bazen bir densiz ve kişiliksiz bir öğrenciden dolayı aylarca stres ve sıkıntı yaşıyoruz.
Oysa polis her gün onlarca suç dosyası olan, her türlü suça bulaşmış ipini koparmış insanlarla karşılaşıyor.
Kim bilir bu stres ve sıkıntı ile hem kendi, hem aile ve çevresi neler yaşıyor.
Allah yardımcıları olsun.

Her 4 Günde Bir: Sessiz Bir Çığlık

Rakamlar buz gibi ama yürek yakıcı:
2024 yılında 67 polis intihar etti.
2025’in ilk aylarında sayı 51’e ulaştı.
Yani her 4 günde bir polis intihar ediyor.
Her 4 günde bir ev sessizleşiyor.
Bir çocuk yetim kalıyor.
Bir eş, sabah gidenin akşam dönmediğini öğreniyor.
Ve ardından hep aynı cümle geliyor:
“Elim olayla ilgili iki müfettiş görevlendirilmiştir…”
Bu kadar mı?
Bir hayat gitmiş bir hayat!
O hayatla beraber nice hayatlar.
Ne yazık ki artık müfettiş değil, merhamet, anlayış ve destek gerekiyor.
Zira bu durum sadece maddi kayıptan ibaret değil. Onunla beraber hem de daha büyük ebedi hayatını tehlikeye atacak olan manevi bir kayıptır

Toplumun Güvencesi, Polisinin Güvencesidir

Bir toplumun güvenliği, güvenliği sağlayanların güvencesine bağlıdır.
Kendini koruyamayan bir teşkilat, toplumu nasıl korusun?
Bir polis, suçluyla mücadelede devletin arkasında hissedemiyorsa, toplumu korurken nasıl cesur olsun?
Devlet, sadece vatandaşı değil, onu koruyanı da korumalıdır.
Polis, suçlu ile aynı kefeye konulmamalı; görevini yaparken “acaba” dememelidir.
Polis güven ve güvence altına alınmalı.
Süratle çözümler üretilmeli.

Kalkanı Yorgun Olana Kalkan Olmak

Polis için koruma sadece çelik yelekle olmaz.
Ona psikolojik destek, hukuki güvence, adil bir sistem ve insanca mesai gerekir.
Yorgun bir polis, güvensiz bir toplum doğurur.
Polis de insandır.
Hata yapabilir, duygulanabilir, yorulabilir.
Ama asıl hata, onu yalnız bırakmaktır.

Son Söz: Güvenin Temeli, Adalettir

Her intihar bir sessiz çığlıktır.
Her şehit haberi bir sistem uyarısıdır.
Her korku, bir güvenlik zafiyetine dönüşür.
Eğer bir devlet, polisini koruyamıyorsa;
O devlet, güvenini de koruyamaz.
Çünkü güven, yalnızca vatandaşın değil,
onu koruyan polisin de hakkıdır.

🕊️ Yazarın Notu

Allah, bu milletin güvenliği için gecesini gündüzüne katan, soğukta, sıcakta, tehlikenin ortasında nöbet tutan tüm emniyet mensuplarımıza sabır, feraset ve koruma ihsan eylesin.
Her şehidin ardından sessizce ağlayan bir anne, bir eş, bir çocuk kalıyor…
Rabbim onları sabırla sarsın, kalanlarına güç ve izzet versin.
Unutmayalım:
Polisini korumak, bir milletin vicdanını korumaktır.

Hazırlayan: Mehmet Özçelik – www.tesbitler.com
12/10/2025